AYVALIK

Transcription

AYVALIK
Serbest Metinler
42 AYVALIK
Ayvalık, Ege’nin en huzurlu yeri. Edirne’den aşağı yukarı yedi saat. Merkezinde Paşa Limanı, deniz kenarına dizilmiş evler insana burada yaşama fikri
sunuyor adeta.Merkezi geçip ikinci sokaktan yukarı çıkınca işte Cennet Tepesi.
Gerçekten Cennet Tepesi.Sarımsaklı, Badavut, , Cunda Adası, Şeytan Sofrası buradan görünüyor. Cennet Tepesi’ni geçince kimsenin de bilmediği Türkiye’nin
ilk boğaz köprüsünden sonra Şato’ya çıkıyorsun. Eskiden burada zengin bir Rum
ailesinin yaşadığını öğreniyoruz.Ali Bey Adası Cunda’dayız. Cunda’ya gelmeden
Ayşe İrem ERGÜL
önce değirmene çıkıyoruz. Eski eşyalara, antikalara bakıyoruz. Çok rüzgar var.
Bir süre sonra aşağıya iniyoruz. Müstakil eski Rum evleri arasında dolaşıyoruz.
Yolları büyük taşlarla kaplı, yürümekte zorlanıyoruz.Satıcıların arasına giriyoruz,
renk renk takılar, bizi bekleyenlere götüreceğimiz hediyelikler…Solumuzda dondurmacılar, balıkçılar…
Balık buram buram kokuyor. Doyamayıp giriyoruz. Harika bir balık sofrasından sonra karnımız doyuyor
tabi.Karşımızda taş kahvehane buraya kadın erkek girebiliyoruz. Girip çayımızı içiyoruz. Arabamızı park
ettiğimiz yere gidiyoruz. Badavut’a gidiyoruz. Sessiz, sakin, huzur dolu yorgunluğumuzun üstüne bu sessizliği duymak iyi geliyor. Sabah olunca küçük, temiz , iki oda arasında kalan Badavut ahiline iniyoruz.
Sarımsaklı Sahili’yle arasında sadece Mit olduğunu görüyoruz. Sol tarafımızda adını üstünde az çok alan
Çıplak Adası var. Çıplak Adası’na kadar yürüyoruz. Kayalıklara varıyoruz, gelene kadar çok yoruluyoruz
ama değiyor. Dalgaların oluşturduğu muhteşem şekillerin aralarında fotoğraf .ekiliyoruz.Yorulup eve dönüyoruz.Güneş batmak üzere, giyinip Sarımsaklı’ya gidiyoruz. Değerlendirilmiş dekorasyon olarak harika duran sokaktaki Sarı Kamyoncu’da enfes dürümlerimizi yiyoruz. Konu konuyu açıyor, konuşmaktan
kalkamıyoruz.Ama akşam pazarını da çok merak ediyoruz. Kalkıp Sarımsaklı sokaklarına atıyoruz kendimizi. Sağımızda solumuzda satıcılar…
Midyeci,mısırcı, takıcılar, kitapçılar, lokmacılar…Nereye gireceğimizi şaşırıyoruz. Hepsine giriyoruz.
Renk renk takılar alıp çıkıyoruz, saatin nasıl geçtiğini fark etmiyoruz. Saat gece biri geçiyordu.Yine karnımız acıkmıştı Ayvalık tostunun cazibesine doyamayıp oturduğumuz kafede art arda herkes söylüyor nasıl
tost istediğini.Yiyip tostlarımızı Badavut’umuza geri dönüyoruz. Bugün de çok yorulduk. Ertesi günün
akşamı Şeytan Sofrası’na gidiyoruz.
O kadar kalabalık ki arabalar yol kenarlarına kadar iniyor. Şeytan Sofrası’na geldik. Manzarası o kadar
güzel ihtişamlıydı ki burada yaşamayı da düşündük. Efsaneye göre çok önceden insanlar burada yaşamazken şeytan gelip ayak izini bırakıp öksürdüğünde bu dağların, adaların oluştuğuydu. Kulağa inanılmaz
geliyordu. Bazı insanlar ayak izinin bulunduğu çukura para atıp dilek diliyordu ya da çevresindeki ağaçlara mendil bağlayıp da dilek dileyenler vardı. Restauranta girip bu manzara karşısında yemeklerimizi
yiyoruz. Bu anlarımızı ölümsüzleştiriyoruz. Herkesin buraya yolu düşmeli Ayvalık’ın tadını çıkarmalı.
Serbest Metinler
43 ELİMDE PATLIYOR ÇOCUKLUĞUM
“Elini aç!” dedi titreyen kızgın sesiyle. Açmadım. Açmam da. Onları küflenmiş balya tellerine takıp bir bir patlatacağım
samanlığın duvarında. Minik serçeler; kırılmış, dökülmüş tuğlaların içine kurdukları yuvalarından başlarını uzatıp ince ötüşleriyle katılacaklar şenliğimize. Her akşam şenliğimiz olur mahallede: Alüminyum telleri; balya tellerine takılır, tutuşturulur,
döndürülür döndürülür... Yıldızlar göz kırpar bize. Hele aydede’nin ışıkları…. Havaya sıçrayan kıvılcımlar üzerimize çarpar,
çorapsız ayaklarımızı yakar. Bu gece patlatacağım elimdekileri.
Arkadaşlarımla buluşacağım. Bu gecelerde ateşböceklerini yakalar, alınlarımıza koyarız. Ellerimizi çizen, kanatan karamuk çalılarına aldırmadan alnımızda o ışıkla dolaşırız karanlık sokak aralarını. Birbirimizin alnına bakar: “Işık!, ışık!”
deriz, bir yanıp bir söner alnımızdaki ışık. Kimileri annelerinden izinsiz, bahçelerinden kabak koparır, içlerini çelik çakılarla
oyarlar, çekirdeklerini çiğ çiğ yerler. Şeklini insan yüzüne benzetirler. İçine de mum koyarlar. “Gulyabani” görüntüsü veren
kabakla evine geç gidenler ürkütülür.
Rüzgâr esiyor, elimi sıkıyorum. Yapraklar; uçuşuyor, hemen önümde akan dereciğe konuveriyor, bir müddet duraklayıp
bu suyun cılız girdaplarında dönenip dönenip sürükleniyor. Derecik derin ormanlardan süzüle süzüle gelir, tertemizdir. Çam
ağacının derin gölgesinden geçiyorum. Ağacın birkaç iğnesi düşüyor başıma. O, hâlâ arkamda. Gölgesi önüme düşüyor.
İtekleyip duruyor sırtımdan. Hıncını alamamış. Dengem bozuluyor. Yığılıyorum. Dizlerim çamurlara batıyor. Önceki acıları
unutuyorum. Yumruk olmuş ellerime yüklenerek doğruluyorum. Mantarlar elimde. Çamurlanmadılar. Sol elime sıkıştırıyorum dördünü de. Dizimden, çamurların arasından bulanık kan sızıyor. Silmiyorum. Dizime batan cam parçasını mantarların arasına koyuyorum. Buna rağmen başıma vuruyor. “Ver onları!” diyor. “Vermeyeceğim!” sözü düğümleniyor ağzımda.
Duymuyor. Tabancamı aldı ama mantarlarımı vermem. Ellerim terliyor. Rüyalarıma bile girdi o siyah tabanca.
Çimenlerde, filizlerin arkasına saklanıp oyunlar oynadım. Hep hayali düşmanlar buldum. Savaştım. Yendim hepsini.
Bazen de yedek silahlar yaptım. Kızılcık ağaçlarından kestiğim kalın sopaların ortalarını çakıyla deldim. Bu deliklere yol
kenarlarından bulduğum öküz nallarını taktım. Uçlarını biledim. Torbamın ipine iliştirdim. Sapasağlam oldular. Hep savurdum düşmanlarıma. Ağaçları, yeşilbaşları, yılanları, çalılıkların içinde kımıldayanları hep başka başka varlıklar olarak
gördüm. O hırstan kurtulduğumda kuyrukları bir yerde başı bir yerde varlıklar... Dalları kırılmış, gövdesi parça parça olmuş
ağaçlar gördüm. “Dıkşiyaaa” dediğimde ormanın tüm canlıları kulak kesilir, ürperirdi. Kuşlar uçuşurdu. Orman sessizliğe
bürünürdü. Ama az önce elimden aldı tabancamı. Hem de azarladı. Hüseyin Amca kalın camlı gözlüklerini burnunun ucuna kaydırarak “Ne istiyorsun yavrum” demişti narin sesiyle. Uçları yıpranmış, eskimiş bir şapka vardı başında. Elindeki demirleri terazinin bir kefesine bırakıp iki eliyle şapkasının yanlarından tutup aşağı doğru hızlı hızlı çekiyordu. Alnı kırış kırıştı.
Boncuk boncuk terlemişti. Burnu da ne büyüktü öyle! Birkaç beyaz kıl vardı burnunun ucunda. Dükkanın içi neredeyse
bize ait oyuncaklarla doluydu: Balonlar, trenler, tabancalar... Yalnız, dükkânın en uç köşesinde yerde birkaç çuval vardı.
Birinin ağzı açık. İçine batırılmış mavi bir naylon kürek. “Mantar tabancası” dedim sessizce. Bir yandan da kapıdaydı göz-
Sedat Sayın
Türk Dili ve Edebiyatı
Öğretmeni
44 Serbest Metinler
lerim. Kapının önünden geçen herkese bakıyordum. Geri döndü. Bir iki adım attı. Çuvala eğildi. Eline naylon küreği aldı.
Çuvalın yanındaki kese kağıtlarından alıp birer birer doldurmaya başladı. Beş altı kese kağıdı doldurunca gelip önümdeki
terazide tartıyordu. Terazinin bir gözünde üç dört tane yassı demir parçası vardı. Tartarken çay kaşığının ucunu dolduracak
kadar şeker saçıldı tezgâhın üzerine. Diğer şeker dolu kese kağıtlarını almaya yöneldiğinde parmağımı dilime götürdüm.
Islattım. Dağılmış şekerleri topladım. Gözlerim hep o siyah tabancadaydı. Şekerleri tarttıktan sonra önündeki gazeteleri
düzenli kesip fişek yaptı. Eline aldığı bardakla tezgâhın üzerindeki poşetten çekirdekleri doldurmaya başladı. Hafif sesimi
yükselterek “Hüseyin Amca, tabanca” dedim. Gözlüklerini çıkardı, tezgâhın üzerine koydu. Buruşmuş ellerini açarak ve
bana doğru uzatarak “Hani para!” dedi sert bir ses tonuyla. Önce, gözüme şirin gözüken amca , babam gibi olmaya başladı. Bende para olamaz mıydı? Neden öyle kızgın duruyordu karşımda. Kısa pantolonumun cepleri derindi. Elimi cebimde
gezdirdim. Bir an yokmuş sandım. Diplerini araştırdım. Yoktu! Sonra diğerine baktım. Hah, buldum. Karşımda gülmeye
başladı. Kızdım. Terledim. Ezildim. Cebimden çıkarıp tezgâhın üzerine koydum. Sustu. Bir lira. “İşte, al” dedim. Tam o anda
gürültülerle iki arkadaş girdi içeriye. Ellerindeki paraları bıraktılar tezgâha. Paramın hemen yanına. Nerdeyse kapının arkasında kaldım. Boyca da benden uzundular. İkisi de üç numara tıraş olmuş. Beni görmüyorlardı sanki. Neşe içindeydiler.
Birinin yandan elma gibi yanaklarını gördüm güldükçe.
Her sabah okula giderken mutlaka elinde kırmızı bir elma şapırdata şapırdata yer. Necla öğretmen, o gür sesiyle ona
“koca pomak! “ diye seslenirdi. Severdi onu. Bana da bir gün teneffüste “Sen pomak mısın, gacal mısın?” demişti. “Annemle” ben gacal, babamla ağabeyim pomak” demiştim. Dilinden düşürmemişti söylediklerimi. Kahkahalarla çınlatmıştı
salonu./
Önümdeki, yerinde duramıyordu. Hüseyin Amca hemen ilgilendi onlarla: “Ooo, sen Süleyman Efendi’nin çocuğu değil
misin? Ne yapıyor baban?”dedi. Diğeri “Hı hı, iyi” dedi. Tombul olanı, “Hem mantar tabancası hem de mantar, bir kutu”
dedi. Beşer lira koymuşlardı tezgâha. Bakkal, tabancalarını, mantarlarını verdi. Paralarının üstünü aldılar. “Beng, beng”
diyerek uçarcasına gittiler. Mantarları tezgâhın üzerinden aldım. Tabancayı da uzattı aldım. Tam o anda içeri biri girdi. Ayak
sesleri yaklaştı yaklaştı, baş ucumda durdu. Kulaklarıma soğuk, büyük bir el yapıştı. Çekti. Geri döndüm. Kulağım yandı.
O ince, uzun cüssesiyle babam karşımdaydı. Başında şapkası. Sırtında o hırka. Başımı önüme eğdim, terledim. Sanki
kalbim duracaktı. Titredim. Sızlandım. Tabancayı; elimden aldı, ona uzattı. Bir şey diyemedim. “Tabancayla işi yok onun”
dedi. O bin bir zahmetle dün gece aldığım bir lirayı aldı tezgâhın üzerinden. Cebine koydu. Şıkırdadı yine cebindekiler.
Dün gece onu almak için babamın yatmasını bekledim. Uyumamak için, saatlerce kapıları kırılmış trenimle oynadım.
Yattıktan sonra uyumasını bekledim. Yorgan altında boğulacak gibi oldum. Terledim. Perdeyi hafif araladım. Ay ışığı doldu
içeriye. Hemen kapattım. Babamın krem renkli hırkası askıdaydı. Askı yüksekte. Saatlerce hırkayı gözledim. İşten geldiğinde asmıştı. Ah, o para şıkırtıları! Parayı alırken bir uyanırsa! Kapının hemen dibinde sandalye. Tahta kurtları aniden
başlıyor kapıları kemirmeye: gırç gırç gırç. Beynimi oydular sanki. Bir ara susuyorlar tam kalkacağım an başlıyorlar kemirmeye kapılarımızı. Korktum. Terledim. Yerimden doğrulup ağırca yürümeye başladım. Parmak uçlarıma basarak ilerledim.
Tahtalar gıcırdadı. Babam homurdandı. “Hiiç, susadım, mutfağa gidiyorum” dedim korkarak. Ona doğru eğildim. Baktım,
o da terlemiş. Başındaki takke yastığına düşmüş. Hırkaya yöneldim. Sandalyeyi hırkanın hizasına koydum. Sandalyeye
çıktım. Yetişemedim. İndim. Şilteyi sandalyenin üzerine koydum, uzandım. Cebine elimi daldırınca bir sürü demir paraya
dokundum. Yalnızca birini aldım. Dizlerim titredi. Düşecek gibi oldum. Parayı pijamamın cebine koydum. Ellerimi saldım
yanlara doğru. Kıvrandım. İçim sıkıldı. Kaç kez söyledim “Baba, herkeste var, bana da mantar tabancası alsana.” diye.
Hep geçiştirdi. Eve her gelişinde yüreğim pır pır uçacak gibi olurdu. Elinde göremeyince balkona çıkar merdivenleri bile
arardım. Hiç olmazdı. Getirdiği poşetlerde de yoktu. “Hani tabancam” bile diyemezdim. Dediğimde “Unuttum”, “Şimdi sırası
mı?” derdi. Tabancam bir türlü gelmezdi. Ama ben karar verdim ona gitmeye. Bir ara komşunun kümesinde gördüğüm sarı
kabuklu yumurtalar geldi gözümün önüne. Annemin uyarıcı sözleri hatırıma geldi “Yavrum! Başkasının bahçesine girme.
Yolda bir şey bulsan bile alma!” Vazgeçtim. Ama bunu aldım, sandalyeden indim. Usulca yatağıma yattım./
Şimdi bütün isteklerim elimden alındı. Hızlı hızlı yere vuruyorum ayaklarımı. Başımı eğiyorum. Ayak parmaklarım, pabuçlarım çamur içinde. Ensemde hâlâ o ağır el. Sıkıyor. Birden kurtuluyorum. Birkaç adım koşuyorum. Yere eğilip bir taş
alıyorum. Ellerim terliyor. Mantarları sıkıyorum. Patlıyor, “Yandım!” Yere çöküp ağlıyorum. İçim tel tel çözülüyor. Acı, tüm
hücrelerime yayılıyor. Elim kabarıyor. Sol elim, parça parça. Yer yer soluk bir beyazlık oluşuyor. “Evde peynir suyuna koyarsın, geçer” diyor. Sözleri sert ve acımasız. Duvara yaslanıyorum. Yaralı elimi diğer elimle sarıyorum. Yanı başımdaki dereciğe daldırıyorum yanık elimi. Acım azalıyor. O, elindeki ince, kuru çırpıyı havada sallayarak “Niçin çaldın?” diyor. Yüzü ateş
gibi. Oynadığım solucanlar gibiyim. Ben nasıl yağmurlardan sonra çıkan solucanlarla oynuyorsam babam da benimle öyle
oynuyor. Biriyle konuşuyor. Yüzü arkadaşına dönük. Vuracağım. Geriliyorum. Arkadaşı bana bakıp bir şeyler mırıldanıyor.
Adam da görmüş olacak ki; başını kötü kötü sallıyor. Elimi arkada saklıyorum. Taşı duvar dibine bırakıyorum.
Önümden üç dört av köpeği geçiyor. Zıplıya zıplaya havlıyorlar. Birbirleriyle hırlaşıyorlar. En küçük olan, yanıma geliyor.
Ellerimi uzatıyorum. Yaralı elimi yalıyor. Ne sevimli. Arkalarında sahipleri. Tüfeklerini kontrol ediyorlar. Belleri fişek dolu.
Genç olanı köpeği meçhule doğru kışkırtıyor. “Tut Babik tut!” Hepsi belli belirsiz bir yere atılıyor, dağılıyor. Parlak tüyleri
gözlerimi alıyor. Arkalarından gitmek istiyorum. Avcılar ne şen! Elbiseleri ne güzel! Hele tüfekleri...
Serbest Metinler
Kayıp RUH
Sevmek denince hep birini sevmek algısı oluştu insanda. Oysa bir eşyayı, duyguyu, şarkıyı, kitabı, sokağı veya kültürü sevebilirdik. Ama bizler
hep bir ruh bekledik. Sarılması için bize iki uzun kol bekledik, göğsüne
yaslanıp uyuyabilmek için büyük bir gövde bekledik, mimiklerini bilmek
gülümsemesini görmek için bir yüz bekledik , beraber yürümek için karda
iki bacak bekledik. Sonra bunları birleştirdik ve içlerinde bir ruh bekledik.
Sevgi beklemedik, saygı, merhamet, ilgi, sadakat beklemedik. “Hep yanımızda olsun” dedik. Yanında her an huzurlu, mutlu olmak istedik ama
Nida BİÇER
bunun nasıl olacağını hiç düşünmedik. İçleri ruhla doldurulmuş birileri geldi
ne yazık ki kalpleri konmayı unutulmuştu. Yine birileri geldi öylece bomboş
gittiler. Ne bekliyorduk gerçekte? Ne istiyorduk en derinde ? Neye ihtiyacımız vardı mutlu olmak için ? İki kolu olması bize o şefkati hissettirebilecek miydi ? Gövdesi onu
kalbi ve kocaman yüreği olan biri yapabilir miydi? Bunları düşünmedik sadece biri bulunsun
yanımızda istedik. Ve en çok yanıldığımız nokta buydu. Önemli olan ruh değil kalpti. Öyle çaresiz öyle yalnız hissetmişiz ki sadece ruhu olan birine razı olmuşuz kalbine ihtiyaç duymamışız.
İçimizdeki boşluğu doldursun diye onu dekor olarak hayatımızın bir köşesine koymuşuz. Hiç
düşünmemişiz sadece sevmek için sevmişiz. Oysa bize lazım olan bir kalpmiş.
Öyle ıslanmıştı ki şapkam çıkarıp çantama koydum. Artık ıslanan saçlarımdı ama umursamadan yürümeye devam ettim . Bedenimi hissetmiyordum çok üşümüştüm. Hızlı yürümek ,
acele etmek gibi bir derdim de yoktu. Pazarın önünden geçiyordum. İnsanlar alelacele tezgahlarını topluyorlardı bazıları bir şeylerle örtmeye çalışıyordu. Bir araba yolun kenarında duran
adama su sıçrattı. Adam hızla geri çekilmesine rağmen krem rengi paltosu çamur olmuş ve
ıslanmıştı. Yavaş yavaş yürüyerek çevreme bakmaya devam ettim. Biri omzuma dokundu. Bakmadım bile çünkü o olduğunu biliyordum. Ellerime baktım çok üşümüşlerdi, renkleri değişmişti,
yinede gülümsedim.
“Isıtmamı isterdin değil mi?“
Ona doğru bakmamaya çalıştım. Konuşmak istiyordum ama o zaman insanlar deli olduğumu
düşünecekti. Yine de dayanamadım ve ona döndüm , dikkat çekmeyecek şekilde konuşmaya
başladım.
“ Ne zaman gideceksin ? “
“Bana ihtiyacın kalmadığında.”
Başımı önüme eğdim. Öyleyse
uzun bir süre burada kalacaktı.
Ona ihtiyacım vardı. Ona körü körüne bağlıydım ama bir türlü maddi anlamda hissedemiyordum.
Onu duymuyorum ama dinliyorum, görmüyorum ama bakıyorum
, hissedemiyorum ama dokunuyorum. Buna rağmen ellerimi tutup
ısıttığını düşündüm. Gülümsedi ,
yere bakıyordu.
“Ben gelene kadar ellerini cebinde ısıtmayı dene “
Her cümlesinden önce “ ben
gelene kadar” derdi. O şu an sadece bir ruhtan ibaretti. Bir bedene bürünüp bir gün yanımda olacağına söz vermişti. O zamana
kadar yalnızca kalbi olan bir ruhtu.
45 46 Serbest Metinler
Eve geldim. Kapının önünde çantamdan anahtarlarımı çıkarmaya çalışırken defterimi düşürdüm.
“Sakar şey “ diye söylendi. Onu duymazdan gelerek kapıyı açtım. Çantamı yere kendimi koltuğa attım. Tek düşündüğüm ısınmaktı. Vücudumu hissetmeye başladığımda soğuktan rengi
değişmiş olan ellerim karıncalandılar. Bu, insana hala yaşadığını hissettiren küçük bir şeydi.
Koltuğa oturmuş bana bakıyordu.- en azından ben öyle olduğunu varsayıyorum“Neden bu kadar mutlusun?“
“Çünkü yanımdasın.”
“Gerçek olmadığımı ne zaman anlayacaksın?”
“Gerçek olmadığını biliyorum.”
Başını önüne eğdi , kendine bile itiraf edemediği bir şeyi ben ona söylemiştim. Bunu kafasına
takmamalıydı. Onu yine de seviyordum.
“Çoğu insandan daha gerçeksin.”
Genelde bu kadar mantıklı cümleler kuramazdım , onunla aramızdaki iletişim cümlelere dayanmazdı desem daha doğru olur herhalde.Gülümsedi. Kısa bir sessizlikten sonra kalkıp odama gittim, çantamın üzerinden atladığımda boğazını temizledi.
“Tamam kaldırıyorum yerden .“
Hemen ıslak kıyafetlerimden kurtuldum , iki fincan kahveyle masaya oturdum ,günlüğümü
sakladığım yerden çıkardım. Eski, lacivert kapaklı,ince bir defterdi. Bu defteri onunla tanıştığım
gün almıştım. Bir gün gideceğini bildiğim için onu hafızama kazımalıydım. İlk zamanlar korkunç
bir unutkanlık başgöstermişti ve ben de her şeyi yazar olmuştum. O’nu yazmıştım, yalnızca
onu. Yavaşça kapağı açarken yanıma oturduğunu hissettim. İlk sayfalardaki yazıların üzerinde
parmaklarımı gezdirdim, mürekkep baloncuklar halinde yayılmıştı evet bu satırları ağlayarak
yazdığımı hatırlıyorum. Onun ne olduğunu tam olarak anlayamamıştım ve korkuyordum. Bazen
sesler duyuyordum kimsenin duymadığı , bir şeyler görüyordum kimsenin görmediği. Zamanla alıştım ona. Kayıp Ruh’a. Kayıp Ruh’uma. Sayfaları çevirdikçe hatırlıyordum. Bir sayfada
durdum. Bu beni terk ettiği gündü. On iki gün , o olmadan ne yapacağımı düşünmüş ve hep
yazmıştım. Elimi tuttu ,defalarca bu on iki sayfayı yırtmamı istemişti. Her seferinde hayır demiştim. Çektiğim acı yaşadıklarımın ve onun gerçek olduğunu hatırlatan tek şeydi. Şu satırları
okumaya başladı ,
“Bugün tam yedi gün oldu , sanırım geri gelmeyecek. Oturup bekleyemem dışarı çıkıp onu
aramalıyım.”
Yanaklarımın ıslandığını hissettiğimde sayfayı çevirdi ve tekrar okumaya başladı.
“Duraktayım, bir adam yanımdan geçip gidiyor , onun gibi. Ona benziyor her şey, herkes, her
yer. Sanki her kapı ona açılıyor, her yol ona çıkıyor , her şey onda bitiyor. Hâlâ bekliyorum..”
Kapı çaldı, gözyaşlarımı silip kapıya baktım. Gelen ablamdı . O, bu hayatta beni seven tek
kişiydi tabi Kayıp Ruh’u bir kişi olarak saymazsak . Gözleri masada duran fincanlara takıldı
önce . Sonra bana baktı . Korku ,endişe , çaresizlik... Gözlerinden hepsi okunuyordu. Derin
bir nefes aldı gülümsemeye çalışarak içeri girdi. Sessiz ve yavaş hareket ediyordu .Koltuğa
oturdu içeriden annemin ona hoş geldin diyen sesini duydum. Ablam gelene kadar evde birileri
olduğunu fark etmemiştim. Kayıp Ruh’un kötü yanı buydu , seni içinde bulunduğun hayattan
,ortamdan çekip çıkarıyordu. Aslında görüyordum çevremdekileri ama bizim dışımızda her şey
siyah beyazdı. Onları duyamıyordum sadece ama sadece “O” vardı benim için. Uzun zaman
sonra annemin sesini duyduğumda irkildim , ne kadar özlemişim sesinin tınısını. Bunu aklımdan geçirmemle geçmişe olan özlemimin dolup taşması bir oldu. Ne kadar mutlu kızdım oysaki
küçükken. Hayatım yavaş yavaş renklenirken Kayıp Ruh soluklaşıyordu. Hızlı nefes alışlarıyla
yanıma geldi. Ellerimi tuttu ve bana son sözlerini söyledi.
“Geri gelmeyeceğim, seni bir daha böyle bir duruma sokmayacağım. Artık bana ihtiyacın
kalmadı. Hayatına bundan sonra bensiz devam edeceksin. Sanki hiç varolmamışım gibi.”
Ve gitti. Kayboldu renklerimin içinde, silindi. Bir gün bir yerde karşıma çıkacak, bir bedene
bürünüp gelecek biliyorum ve bekliyorum. Ama yalnız kaldığımda sık sık kendime şu soruyu
sorar oldum:
“Sevdiğin tek kişiyle olamadığında , seni seven tek kişiyle kalabilir misin?”
Serbest Metinler
GENÇLİĞİMDE KALAN ÇOCUKLUĞUM
Gene kulaklığım karışmıştı. Hep aynısı olurdu ne zaman rahatlamak için müzik dinlemeye
kalksam hep karışırdı kulaklığım. Ama bu sefer farklıydı her şey. Tam çözdüğümde kulaklığımı
haşlak bir şey geldi üstüme. Çaydı bu. Sonra kafamı kaldırdım ve gördüğüm kişi o olamazdı,
olmamalıydı. Neden yine karşıma çıkmıştı sanki. Tuttu kollarımdan bana ‘’Niye söyledin?’’ dedi.
Çığlık attım, o anda hissettim ses tellerimi, o anda yanmıştı boğazım. Şehir sustu o an bir tek
benim çığlığım. ’’O’’ elinle ağzımı kapatıp beni susturmak istiyordu ama ben debeleniyordum.
İzin vermedim. O an bir el beni kurtarırken bir el de onun yüzüne doğru iniyordu.
Çekti çıkardı beni o derin karanlığından o el. O an ben ağlarken bir el beni düşmemem için
belimden tutarken bir elde elimden tutuyor ‘”Korkma ben buradayım.’’ diyordu. Peki kimdi bu el?
Bir amca mıydı, beni sahiplenen yoksa bir ağabey falan mıydı kardeşini koruduğu gibi koruyan.
Başımı kaldırıp baktığımda yüzüne, aşık olduğum yüzü gördüm. O hiç yakından görmediğim
Yaren SİMİTÇİOĞLU
yüz hatlarına, sonra gözlerine baktım. Adeta benim gibiydiler çünkü orda kendimi gördüm ilk
defa bana bakıyorlardı. Sonra yanaklarını gördüm ilk defa, biraz çıkan sakallarını da. Sonra hissettim ellerindeki o sıcaklığı ilk defa tuttular beni. Sonra oturttu beni bir merdivenin üstüne. ’’Bir şey
ister misin ?’’ diye sordu. Sadece bir kelime söyleyebildim ‘’Su’’. O gittiğinde sanki onu kaybetmiş
kadar üzüldüm. Ama zaten o benim, ben de onun olmamıştık ki hiç. Ben ona hiç söylememiştim sevdiğimi. Hep kendi içimde yaşadım ve hep kendi içimde sevdim. Her gün yeni baştan sevdim ben. Her gün ölüp doğdu sevgim aynı bir kelebek
gibi. Ama hiç vazgeçmedim sevmekten her gün yeniden yapar ve her gün yeniden çıkarım kozamdan.
Oturttuğunda beni, hatırladım niye çığlık attığımı. Onu gördüm karşımda. Eski sevgilim, eski dostum falan değildi. O
benim çocukluğumda kalan bir yaraydı. Ben onu her gördüğümde nefesim kesilir bana anlattıkları gelirdi aklıma. Anlamadan dinlerdim dakikalarca sadece hep hayır derdim. Sürekli olarak “saçmalama, ben anlamıyorum, nasıl ya, o da ne”
derdim. Ben susardım, hep o konuşur bilmediğim şeylerden anlatırdı. Ama ben bunları dinlerken nasıl hissederdim kimse
anlamazdı, bilmezdi. Akşamları eve geldiğimde yatağa her girdiğimde ağladığım geceleri çok bilirim ama hep içime içime
ağladığım geceleri. Hep içimden geçen çığlığı tekrar gelir bağırdığımı. İşte az önce attığım çığlık buydu. Belki sustum ama
aslında hep konuştum ama kendi içimde. Çünkü ben hiç bilmedim ne yapabilirim. Çocuktum aklım bebekçiliğe basardı
benim. Bir de yazmaya. Hep yazardım kalem kağıdım vardı benim. Hayallerim vardı benim hep sabahları söylediğim gibi
ileri gittim. Tek amacımdı benim belki kurtulma çabasıydı benimkisi eğer çalışırsam kaçarım onu görmem bir daha. Hep de
öyle yaptım zaten. Ama o benim hayallerimi karaladı, hep gülen gözlerimi ağlamaktan kızarttı. Ama ben hep çocuk kaldım.
O hayatımda varken de, çıktığında da. Ben büyüyemedim hiç hep özledim çocukluğumu, hep özendim çocuk olanlara.
Bu düşüncelerim elinde su ile geldiğinde kesildi. Bak şimdi nasıl da değişmişti aklım. Şimdi büyümüştüm bir yanım
hep yanım kalarak. İçerken o suyu her damlasını anladım her damlası içime işledi adeta. Adeta zemzem içmiştim. Sonra
bana ‘’İyi misin yapabileceğim bir şey var mı ?’’ dedi. Düşündüm ne diyeceğimi ‘’Sen bur da kal yeter’’ dedim içimden, ama
ağzımdan öyle çıkmadı. “Yok, her şey için çok teşekkürler. ‘’ diyebildim. Ne olmuştu düşüncelerime nasıl değişmişti. Kalbimle dilim arasındaki yolculukta hangi hain vardı. Gene içimde kalmıştı söyleyeceklerim gene hep çocuk kalmıştı. “Peki o zaman, seni evine bırakayım’’ dedi ve elini uzattı. İkinci defa tuttum elini, bu kez düşlediğim beraberce geçirebileceğim on dakikalık sessiz bir yolculuktu. Sadece eve değil, kalbime yaptığım yolculuk. Aslında başlamıştı ama adımı haykırışıyla kesildi
o sessizlik. Arkamızı döndüğümüzde ‘’O’’ vardı bir de elindeki bıçağı. Bana doğru yaklaşıyordu bense uzaklaşıyordum ve
avazım çıktığı kadar bağırdım ‘’O’’ na “GİT’’ ama o
beni dinlemedi. Bana doğru
gelmeye devam etti. Ama
korkum bir an birisinin beni
geri itmesiyle kesildi. Kendi
vardı benim yerime. Sonra
bir arbede başladı. Bir o kazanıyordu bir o ama sonunda kahraman belliydi, tabi
ki yakışıklı prens. İşte bir
masal gibiydi her şey, yine
kötüler kaybetmiş, yakışıklı
prens kızın gönlünü ve savaşı kazanmıştı.
Kan mıydı o! Nasıl yani
fark edemedim benim kanım mıydı yoksa onun mu?
Çünkü benim de canım acı-
47 48 Serbest Metinler
yordu onun da. Ama fark ettim ki benim kalbim onun kolu acıyor. Nasıl kanıyordu kolu, hemen bir parça mendil çıkardım
çantamdan ve kapattım yaranın üstünü. Bunlar hep benim yüzümdendi. Masal yine yarım kalmıştı çünkü yaralanan prens
olmazdı, hiçbir masal böyle bitmezdi hep mutlu mesut yaşarlardı. Şimdi tekrar yarım kalmıştı çocukluğum, yine masalın
sonunu bekleyecektim. Hadi kalk dedim, bir hastaneye falan gidelim. Reddetti hemen. Neden diyemedim ki, o istemez ise
olmazdı böyle kodlanmıştı beynime. O zaman saralım, bir şey yapalım dedim. Ona karşı çıkamadı, hemen bir markete
gidip pamuk, kolonya, yara bandı… Gördüğümü aldım sonra dışarı çıktım ve güldü bana. Gülüşü ne kadar da güzeldi.
Güldüğünde çıkan gamzesi nasıldı. Sanki bir toprak gibi çiçek açardı, kalbimdeki sevgi tohumları. Ben gülüşüne dalmıştım. Tekrar geri döndüm yarasına, kanaması azalmıştı kolonyayla temizledim, üstüne bir mendil koyup bantladım. İşte
tamamdı. Teşekkür etti bana aslında ben teşekkür etmeliydim ne zaman böyle yakın olmuştum ki ona. Çünkü prensesler
hep sonunda kavuşur prensine. Peki ben konuşmuş muydum?
Benimle gel dedi ve elimden tuttu. Nereye bile diyemedim. Bir kafeye götürdü beni oturduk, ikimize de çay söyledi.
Çayı içerken sessizlik oldu ve bana sadece bir şeyi sormak istediğini söyledi. Çayı içerken çay boğazımda kaldı ama belli
etmemeye çalıştım. Korkmuştum baştan ama sor dedi. Ne oldu sana neden korktun o adamdan o kadar. Ona demek istediklerim yine boğazımda düğümlendi ben aslında ona ‘’o benim çocukluğumun hayallerini karalayan, balonlarımı patlatan
en güzel düşüncelerimi mahvedendir, ’’o’’ benim çocukluğumun katilidir’’ diyemedim. Sadece bir boşver ile geçiştirdim. O
da benim ona söyleyeceklerimi düşünürken ki gözlerimi, nasıl kızardığını görüp üstelemedi. Oradaki sessizlik iyi gelmişti
ve artık kalkma zamanıydı. Çayımın son yudumunu aldım. Kalktık masadan bana yine soru soruyordu. Korktum eve götüreyim diyecek diye ama o bana ‘’Eve gitmek istiyor musun ?’’ diye sordu, ben sustum o anladı ve bana beni takip et dedi
ve elimden tuttu.
Nereye geldik biz? Ama sormadım, soramadım utandım. İçeri girdiğimizde içerde arkadaşlarımızı gördüm ve gülümseyerek ‘’Merhaba’’ dedim. Onlar da beni karşıladılar ve merhaba deyip hemen yanlarına bir sandalye daha eklediler. Ben
de oturdum. ’’Ne içmek istersin’’ dedi, ben yine sustum. O kendisine bir şeyler söyledi ben de gülümseyerek “aynısından”
dedim. Muhabbet gırla gidiyor bugün yaşadığım olayın etkisini üzerimden atıyordum. Gülüşmeler beni çok rahatlatıyordu.
Ben gülerken ona bakardım, daha çok âşık olurdum. Âşık olmak işte buydu ilk defa mı aşık olmuştum daha önce böyle
hissetmemiştim. Ama içimde yalvarıyorum “ne olur bu bir günlük olmasın, o benim her zaman yanımda olsun” diye geçirirken onun gülüşünü hissetmek ve görmek muazzam bir histi.
Artık onun prova vaktiydi. Gitarının başına geçtiğinde sanki benim çocukluğumun masalındaki prensin beyaz atı onun
gitarıydı. Sanki gitar onu sesi olmuştu. Sanki bu ses bana ömür olmuş onun gitar tellerinden çıkan melodi benim kalbimin
sesi olmuştu. Zaten uzun zamandır böyleydim kalbim onun adıyla heyecanlanıp coşuyordu. ”Sen de çalmak ister misin”
diye sordu bana, ben “bilmem ki” dedim. Gitarı hemen elime verdi, ipini boynuma geçirdi. Kalbim az daha yerinden çıkıyordu. İçimdeki kelebekler uçuyordu adeta. Gitar çalmayı öğrenmeyi düşünmüştüm ama bunun sevdiğim adamadan
öğreneceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Umarım bugün hiç bitmez dedim ama her güzel şey gibi bu da bitecekti. Eve
bıraktı beni, vedalaştık. Ama vedalaşmadan hemen önce benden telefonumu uzattım aldı ve kendini kahramanım diye
kaydetti. Evet, o benim kahramanımdı o kendisini bilmese de benim kalbimde onu kime sorsa gösterir. Eve geldim sanki
bugün hiçbir şey yaşamamış gibi eve girdim. Haber vermediğim için annem ve babam beni evde sinir küpüne dönmüşlerdi. Babam içeri girdiğim gibi bağırmaya başladı. Bense içimde olan gülümsemeyi durduramazken, yüzüm düşmüş bütün
mutluluk balonlarım patlamıştı. Anneme baktım o da sinirliydi anne dedim ondanda aynı tepkiyi görünce dayanamadım ve
ağzıma geleni söyledim, bugün yaşadıklarımı anlattım ikisi de susmuştu, şimdi kendilerini affettirmeye çalışıyorlardı. Ama
ben o kadar sinirliydim ki tekrar bağırarak montumu alıp evden çıktım ve koşabildiğim kadar koşmaya başladım. Telefonumu çıkardım ve hemen onu aradım çünkü kahramanlar her zaman yardım ederlerdi. İşte bende bunu bekleyerek aradım.
Benim kahramanım tahmin ettiği gibi beni yalnız bırakmadı ve hemen buluştuk. Ben koşarak ona gidiyordum oda beni
kollarını açmış bekliyordu. Ben şimdi huzur bulduğum yerdeydim. Beni en iyi anlayan o idi. Gene sessiz bir yolculuğa başladık, işte en sevdiğim yanı da buydu. Bu sessizliği bozdu ve zaten birini bozması gerekiyordu. Benim bu akşam kalacak
bir yer bulma lazımdı. ”Seni nereye bırakayım ya da bırakayım mı?” diye sordu. Beni bir arkadaşımın evine bırakmasını
söyledim. Ama aklımda yerinde değildi ve yolu tarif edemedim sonra bir banka oturduk ve ban bir öneride bulundu. ”Seni
bize götüreyim” dedi. Çok şaşırmıştım ve istemedim de zaten bu doğru olmazdı. Direk reddedemezdim ayıp olurdu ve
ben bir kaçış yolu buldum. ”Yok, annen baban ne der ben utanırım dedim. O zaman seni bir otele yerleştireyim dedi. Bunu
kabul ettim ve otele gittik. Bir oda aldı ben hemen uzandım çünkü kendimi artık iyi hissetmiyordum. Bana dedi ki “Ben
yanındayım prenses sen rahat uyu”. Ben nasıl rahat olmazdım. İşte masalın sonu buydu ve ben de yaşadığım masalın
sonuna bir şeyler ekledim
“Hayatımın rengisin benim
Çocukluğumdan kalansın bana
Beyaz atlarımın prensisin
Benimse kahramanımsın”
Annemin “hadi kalk saat kaç oldu” değişiyle uyandım ve etrafımda ne kahraman vardı ne de bende otel odasındaydım.
Ve ben yine çocuk kalmıştım.
Serbest Metinler
49 HAYATIN GÖLGESİNDE
Puslu bir sonbahar sabahı… Gökyüzünün esiri olmuş sokaklar. Sonbahar ayazının titrettiği, taş kaldırımlarda sürüklenen kuru yaprakların son vedası…
Bense, taş duvarlar arasına sıkışıp kalmış bir yalnızlığın, biçare kölesiyim. Islak caddelerin dar kollarına tutunmuş bir hayat benimkisi. Tek tesellim sokak taşlarına
sinen yağmurun eşsiz kokusu belki de. Yaşamın donuk
yüzünü resmeden hazan, gitgide gerçekleri kabul ettiriyor bana. Daracık sokaklarda yürüyorum her sabah.
Sahile iniyorum. Oturacak kuytu bir yer arıyor gözlerim.
Denizi seyrediyorum bazen. Uzun uzun bakıyorum dalgalarda büyüyen o suskun ihtişama. Denizin büyüsü
anlamsızlığa bile bir parça anlam katıyor aslında. Gökyüzü yavaşça kararıyor ve denizin güzelliğine koyu bir
perde çekiyor şimdi. Ne var ki gece bile önüne geçemiyor bu sakin dalgaların. Durmadan kapılıp gidiyorum
dalgalarda sakladığım düşlere.
Bu karanlık kurgunun içerisinde var olduğunu kabullendiğin an, diriliş başlıyor yeniden... Belki de bir ben
yenilmiştim bu karanlıklara. Karanlıklar insanı boğar
belki ama ben yaşamayı onlardan öğrendim. Cesareti
öğrendim ben onlardan. Soğuğu öğrendim. Sonbaharın
ayazını yaşadım ben karanlıklarda. Gözlerimde geceden kalmış uykusuzluğun yorgunluğu mahkûm edilmiş
şimdi. Ve şimdi kaldırımlarda yürüyen çocukları izliyorum usul usul. Kulaklarımda çınlıyor kahkahaları. Misal
benim hiç “Günaydın” diyebileceğim bir arkadaşım olmadı. Onların aynada gördüğü çocukluğu yaşamadım
ben. Onların beğenmediği şeyleri beğenmeme gibi bir
şansım olmadı. Benim hayal ettiğim yalnız olmayarak
yaşanabilecek bir çocukluktu. Fakat küçük arzuların
kollarında bazen bir ömür küllenebilir. Bazense bir ömür
yitip gider, küçücük arzularınızın uğrunda. Benimse ne
kaybedecek bir ömrüm, ne de kazanabilecek bir davam
var. Benim yalnızca kısacık hayatımı tek başıma dahi
olsa sürdürecek, yaşama yeniden bağlayacak hayallerim var. Tutunabileceğim tek dal hayallerim. Biçare bekleyişime, yüreğimin derinlerine sıkışıp kalmış çocukluk
hasretimin matemine sarılıyorum artık.
Söküp yüreğimi hayallerimden, dar sokaklara sarıyorum şimdi... Kapının gıcırtısında eziliyor, sonunu getiremediğim masal... Sabahı olmayan bir gece tekrardan
başlıyor belki de...
Betül ÇETİN
Serbest Metinler
50 VEFATINA
FERMAN
Battı Afitap doğduğu günün gecesine… Etti tövbesini
son gecesinde, bir daha hiç
doğmayacağını bile bile…
Uzandı semalardan ta derinlere, gecenin yüzü suyu hürAleyna ÖZENGEL metine… Aynı meyhanelerin
meyleriyle sarhoşluk bazında karıştı kanım kanına…
Kaybetti kendini vuslat hasretiyle yanan beden,
sövdü çıkmaz sokakların çıkmaz yalnızlığına ve
dillenmedi dudaklar bu denli sükûnete…
Kör oldu biçare gözlerine bakanlar, boğuldular hep hasretinle harman olmuş zindanlarda… Hapsolunan zindandan seyre dalamadım
Afitap’ı, saçılmayan ışığıyla yandı her köşe,
yanan her köşenin cehenneminde kendini ateşe atar oldu gönül… Çekilmiş dertlerin hazıyla
uyanılan günlerin sabahına kalktım, gecesine
yatamadım. Yatılamayan her gecenin loşluğuna salınan kelamları bıraktım. Sildim vefatına
ferman okuyanları, kalmadı yanımda kimse…
Uzatılmayan ellerin haddini hesabıma kattım
ve gittim ilk kez…
Söylenmemiş kelamlar bıraktı yerini dökülmemiş incilerine, kasım bulutlarıyla yıkanmış
nisan kokusundan tanıdım seni, saçlarına vuran eşsiz rüzgarın namesinden haykırdım adını, izledim pencereden gelmeyişini, gelemeyişini…
SEVGİ
Sevgi iki hece ,beş harften oluşan bir kelime. Ama
içinde öyle sözcükler barındırıyor ki sevgi kelimesinin
içeriğiyle bir sözlük oluşturulabilir bence. Sevmek…
Yalnızca bir insanı sevmek
değildir sevgi. Herhangi bir
Sümeyye DELEN
varlığı, vatanı, bayrağı, hayranı olduğunuz bir insanı,
ailenizi ve daha birçok şeyi
sevebilirsiniz hayatta. Sevmelisiniz de. Aslında
insan ilk önce kendini sevmeli. Kendisiyle barışık olmalıdır. Bu hayatta kendimizle barışık
olabiliyor muyuz sizce? İnsan bir pınar gibidir.
Kendini sever, kendisiyle barışık olursa o pınar
taşar ve çevresini kuşatır. Bir insan sevmeye
kendisini sevmekle başlamalıdır.
Sevginin değişik boyutları vardır. Daha doğrusu bu boyutlar kişiden kişiye değişir. Kimi için
ailesine duyduğu sevgi ağır basarken kimine
göre arkadaşlarına duyduğu sevgi daha öndedir. Sizin sevginizin boyutları nelerdir? Bence
sevgi arsız bir histir. Bir kere bu hissi tadan bir
daha ve bir daha tatmak ister. Ben sevgi arsızlarından biriyim. Siz de sevgi arsızı mısınız?
Hayatımız boyunca sevgiye ihtiyaç duyarız.
Bu nedenle ben sevginin bir gereksinim olduğunu düşünüyorum. Sevgiden yoksun büyüyen bir insan hayatı boyunca eksikliğini hisseder ve hissettirir. Çünkü sevgiyi tatmayan biri
nasıl sevgi gösterebilir? Bence sevgi insana
bahşedilmiş çok büyük bir nimettir. Öyle bir nimet ki paylaştıkça çoğalan ve bitmeyen. Sevgi öyle bir duygu ki Yunus Emre’ nin deyişiyle
“Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme ” anlayışının ürünü. Sevgi anlatılmaz yaşanır cinsten.
O yüzden hayatınız boyunca nice sevgi deneyimleri yaşamanızı dilerim.
Serbest Metinler
51 KAPI ARALIĞINDAN…
Ecem OKYAPAR
Aşık Hiç Yalnız Kalır mı Hafız.?
Yâr Çıksa Kapıdan Hasreti Gelir..
AH YÂR
Başımı soğuk bir duvara yaslayıp düşüncelerimi onda bırakmak istiyorum, ya da çok uzaklarda
uçan bir güvercinin kanadında… Buralar o kadar
karanlık ki gözlerim kapalıyken ve açıkken hiçbir
şey değişmiyor. Merak ediyorum güneş ne zaman
doğacak ya da sen ne zaman gelip aydınlatacaksın dünya mı? Neredesin be sevgilim neredesin
bulut gözlüm neredesin nefesim… Gel kurtar beni
bu içimi üşüten düşüncelerden çek al beni buradan götür gökyüzüne bir uçurtma gibi rüzgâr nereye savurursa orada bulalım kendimizi. O kadar
bayağı o kadar yaşanmaz ki hayatım sensiz! Gel
be gözleri umut , benliği ben dolu sevgilim… Seni
beklerken yenik düşeceğim diye korkuyorum zamana ya toz kaplarsa aşkımızı ya üzeri örümcek
ağından beyaz bir örtüyle kaplanırsa sevgimizin?
Neredesin söyle ben geleyim ellerinden tutup deniz dalgalarında kaybedeyim bizi, benliğimiz suya
karışsın arkamızda beyaz bir köpük bırakalım
umut dolu, aşk dolu, benliğimiz dolu olsun… Hayatımı al senin olsun bembeyaz olmasa da buruşmamıştır ne yazarsan yaşamaya razıyım yeter ki
beni yanından ayırma, üzerimden mürekkebinin
kokusu eksik olmasın her bir sayfam sen dolu olsun her bir sayfam umut dolu olsun… Ben senin
göz bebeklerinde ölmeye razıyım yeter ki benliğim
sende kalsın üşüdüğünde ısıtsın seni, ağladığında gözyaşlarını silsin gözünden, canın yandığında
defalarca ölecek olan benliğim sende kalsın belki
sana yaşam sevinci olur…
Sussun artık soğuk duvarlar, dinsin yağmurlar,
geri gelsin umutlar, aşklar bir şimşek çaksın dirilsin, canlansın… Susun soğuk duvarlar susun başım ağır mı geldi çeneniz düştü?
Düşünün benliğim bu düşünceleri nasıl taşıyor;
umudum olmasa halim ne olur düşünün…
Evinin hiç giremeyeceğin bir odasını düşün…
Neler neler saklarsın orada; nefret, öfke, kızgınlık,
ölüm, bazen aşk ama en çok yalnızlık saklarsın.
Yalnızlığın hep bekler seni orada sanki her saniye
üzerine çöreklenebilecekmiş gibi. Korkarsın bazen
ondan bazen de kapıyı açıp yüzleşmek istersin
ama sonra ya bırakmazsa peşini, ya bir daha kurtulamazsan… İçinde kalmaması için ya da kendini
kendine ispatlamak için aralarsın kapıyı gözlerin
bir sel bekler o aralıktan üzerine boşalıp seni boğacak bir sel ama gördüğün şey yalnızca bir aynadır. İnsanın içini en çok acıtan şey kendi duyguları,
düşünceleri ve düşüncesizlikleridir. Düşünüyorum
da girsem o odaya kapıyı üzerime kilitlesem duygularımın aynasıyla yalnız kalsam düşünsem bunlara sahip olacak neler yaşadım diye ama korku
ağır basıyor elim anahtara doğru gidiyor. Bakıyorum anahtar yok .Çünkü benim kilidim korkularım,
beni o odaya gerçekten hapseden şey korkularım,
yalnızlıklarım, öfkelerim, nefretlerim belkide tekrarlanmaması imkânsız ölümlerim. Acaba insanlar
ölümden neden korkar? Hepimiz bazen ölmüyor
muyuz kilitli kapılar ardında boğularak… Her ölümden sonra âşık olmak ister insan yaşam suyu gibi
gelir o an aşk ama yok aşk sadece ölümün görünmeyen yüzü. Günden güne seni yiyen ama ruhunun bile duymadığı bir ölüm şekli bu yüzden aşk da
bu odada! O odada pencereleri ne kadar çok açık
bıraksan da içeri oksijen girmez nefes alamazsın,
ellerin titrer, yüreğin sıkışır… Tek yolu uzaklaşmak
sanırsın ama uzaklaştığında da kurtulamazsın. İnsan içindeki bir şeyi uzaklaşıp nasıl söker atar, nasıl kurtulur? Gözlerimi kapattığımda gördüğüm tek
şey yalnızlık kaybolup gittiğim ve bazen beni içine
çeken bir yalnızlık. Yalnızlık aslında bazen aşkla
ortak olur seni ölüme mahkûm etmek için ağır gelir
kaldıramazsın, aşkın bu kadar alçak olmasını kaldıramazsın. O kadar ağır gelir ki o odanın içindeki
selin kalıntısı olan denizde batarsın. Kapıyı açmaya çalışırsın olmaz çünkü korkuların hala içindedir… Tamam dersin yeter bu kadar kırarsın kapıyı
çıkarsın dışarı kurtuldum yaşasın dersin sonra dönüp o odadan kalan son şeylere bakarsın birkaç
kırık kapı parçası toplarsın avucuna sıkarsın elini
kurtuldum artık dersin. İşte o an ölmek için harika
bir andır nefesine çok alışmadan, yalnızlık yakalamadan, öfken ve nefretin gelmeden, aşk çalacak
bir kapı bulamamışken…
Serbest Metinler
52 MUHABBET
Nida BİÇER
Bir beyaz kağıt , bir tükenmez kalem ve konu :
aşk ... Hayır anlamıyorum , neden kalemi eline alan
aşktan ya da aşksızlıktan yakınıyor ? Sözüm ona bu
kadar mı aşkla dolusun ? İlle de bir aşkla çarpsın istiyorsan yüreğin bu neden bir kişi için olsun? Neden
aşkın beşeri , gelip geçici bir aşk olsun? Önemli olan
dünyayı kazanmak değildir . Peygamberimiz “Dünya
ahiretin tarlasıdır” buyuruyor. Yani hayatımızda yer
alan hiçbir şey , hiçbir sevgi beşeri olmamalı ve bizi
ilahi aşktan uzaklaştırmamalıdır . İlahi aşk , sevenin
sevgilisinde kendini yok etmesi . Aşkın yok olması.
Sadece maşuk’un var olması , her şeyin ondan ibaret olması halidir. Kur’an-ı Kerim’de aşk olarak değil
de muhabbet olarak geçer . Aşk öyle bir kimyadır ki
o ancak can madenin de bulunur , o öyle bir cevherdir ki kaynağı yalnızca Allahü Teala’dır. Aşk konusu
günümüze kadar birçok mutasavvıf tarafından muazzam bir biçimde işlenmiştir. Ama en temel beşeri
ilahi geçişini Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun mesnevisinde görürsünüz. Bu mesnevi Mecnun’un Leyla’yı
ararken Mevlayı bulmasını konu alır. Mutasavvıflara göre , âlemler içinde aşka yabancı bir zerre bile
yoktur . Fakat her yaratığın aşkı kendi kabiliyetine
göredir. Nefsi dizginlemek için en kestirme yol aşk
yoludur. Bununla birlikte ancak yaşayanın ve tadanın bileceği ancak tarif edemeyeceği bir manevi
zevk ve haz halidir . Nitekim kendisine “Aşk nedir?”
diye sorulan Hz. Mevlana’nın ‘Ben ol da bil ‘ cevabı bunu anlatmaktadır. Buraya kadar sözünü ettiğim
aşk ilahi yani soyut aşktı. Fakat bir de mecazi aşk
vardır üzerinde durulması gereken. Mecazi aşk ,
geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz ilahi
ve hakiki aşka götüren bir köprü olmak şartıyla hoş
karşılanmaktadır. Ne de olsa herkeste ilahi aşk kabiliyeti olmayabilir. Bu yüzden mecazi aşk hakiki aşka
bir alıştırma niteliği taşır.
Alıştıktan sonra gerisi zaten aşkta kaybolmaktır.
Serbest Metinler
CİĞER Mİ DELER,
RUH MU?
2 Ocak 1902’de Edirne, Uzunköprü’de doğan
Safiye Erol’un kendi tabiriyle ciğerini delen, mekan olarak onun hayatında da çok önemli bir yere
sahip Edirne’nin referans alındığı “Ciğerdelen” kitabı, içine baktığınızda sizi geçmişin aşkla dolu
fakat bir o kadar da hüzünlü yaşanmışlıklarına
götüren bir sandık gibidir.
Romanın içeriğine göz attığımızda bizi Batı’nın
harmanlanmış geçmişine doğmuş ve hayatını
atalarının yaşayış tarzına adamış; onların azim,
hırs, kahramanlık, saygı, sevgi, gelenek ve göreneklerini kısacık ömrüne nakşetmiş Turhan Bey
ile; onun soyundan gelen, soyağaçlarının bir noktada kesiştiği; oturmasıyla, kalkmasıyla Turhan’ı
kendine kenetleyen Canzi’nin aşk hikayesi karşılıyor. Olay örgüsünün çatısını her ne kadar Turhan ile Canzi’nin aşk hikayesi oluştursa da kitap
aynı zamanda bir “roman” başlığı altında farklı
hikayeleri içine alan geniş bir yelpaze sunmakta.
Tahsilini yokluk, sefalet içinde türlü düzenbazlıklara bel bağlayarak bitirmiş ve genç mimarlar
listesinde yerini almış Turhan, Türklerin daha önceleri elinde tuttukları yerleri görmek ve atalarının her karışını kanlarıyla ıslattığı toprağa ayak
basmak uğruna soluğu Keşan’da alır. Kısa gezintilerden sonra vardığı İstanbul’da bir İngiliz evine
çay toplantısına davet edilir. Toplantıda, daha
Canzi’yle ilk göz temaslarında kendini onun derin aşkına mahkum olmuş bulur. Aşık olduğu bu
kadını etraflıca sorup soruşturduktan sonra liseden arkadaşı Haşmet’in eşi olduğunu fakat –ne
tesadüftür ki- boşanmak üzere olduklarını öğrenir. Haşmet’le tekrar bir şekilde iletişime geçer
ve Canzi’yle yakınlaşmak, hoşlanmadığı tavırları
gerçekleştirmemek için öncelikli olarak ayrılma
nedenlerini, daha sonra Canzi’nin nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını öğrenmeye çalışır. Sonunda Turhan’ın uğraşları sonuç verir. Artık
Turhan, Canzi’nin evine rahatça girip çıkabildiği
ve gece yarılarına kadar evinde beraber sohbet
ettiği en yakınlarından biri olmuştur. Yine böyle bir
gecenin bitiminde Turhan Canzi’ye isminin nereden geldiğini sorar. “Macar’dan dönme Cangüzel
ninemin adıdır.” cevabıyla Turhan, ilk görüşte aşkın esiri olma nedenini anlar.
Canzi, Haşmet’ten boşanınca artık hiçbir engel kalmaz aralarında. Turhan’ın ilgisiyle beraber
kıskançlığı da aralarındaki ballı muhabbeti şe-
53 kerlendirmeye yeter. Fakat bir
süre sonra Turhan’ın kıskançlığı, Canzi’yi gayet rahatsız
eden bir saplantıya dönüşür.
Sevdiği adamın saplantı haline gelmiş duygularını dindirmek isteyen Canzi, Turhan’a
karakterlerini atalarının oluşturduğu hikayeler okutarak
davranışlarının yersiz olduğuArzugül ÖZCAN
nu anlatmaya çalışır. Bu hikayeler, bu çaresiz ikilinin aşkı
nasıl gelişme gösterirse, o şekilde biçimlenmektedir.
SARI SİPAHİLER HİKAYESİ
Safiye Erol, kitabının 59. sayfasında: “Koca
Turhan Bey, onun oğlu Veli Bey, onun oğlu Sinan
Bey hep gelip Şahinkonak Malikanesi’ne besmeleyle ayak bastılar . Onların ham ipek misali sarı
bıyıklarını, yaldızlı kumral kirpiklerini, yakışıklı
cüsselerini öven civar köyler reayası, Turhan Bey