etkinlik kitabını indirmek için tıklayınız

Transcription

etkinlik kitabını indirmek için tıklayınız
25 Şubat-11 Nisan 2011
25 February-11 April 2011
Editörler / Editors
Erdal DUMAN
Mehmet Ali UYSAL
Serkan DEMİR
Küratörlük / Curating
YAYGARA
Proje Asistanı / Project Assistant
Sara ADIBELLİ
Grafik Tasarım / Graphic Design
Veysel ŞAYLİ
Çeviriler / Translations
Ali Nejat KANIYAŞ
Canay DOĞULU
Selda SOMUNCUOĞLU
Sibel ERDEN
YAYGARA Güncel Sanat İnisiyatifi
Erdal DUMAN
Mehmet Ali UYSAL
Mustafa DUYMAZ
Serkan DEMİR
Şevket ARIK
Veysel ŞAYLİ
Baskı / Print
Kardelen Ofset
T: (312) 432 1 378
Bu kitapta yer alan tüm görsellerin ve yazıların sorumluluğu,
eser sahiplerine ve yazarlarına aittir. Yayımlanan yazılardan
alıntı yapmak, kaynak göstermek koşulu ile serbesttir.
Altınsoy Cad. No:3 Adliye Sarayı Arkası Sıhhiye - ANKARA
T: 312 310 00 00 / F: 312 310 10 00 / www.cermodern.org
Yazarlar
Authors
Sanatçılar
Artists
Achim Wagner
Ali Artun
Aydın Gelmez
Barış Acar
Bora Erdağı
Cana Bilsel
Ersin Vedat Elgür
Mehmet Ali Uysal
Fırat Arapoğlu
Savaş Ergül
Şevket Arık
Şinasi Tek
Utku Özmakas
Yeşim Uysal
Ali Alışır
Ali Kazma
Ali Taptık
Anna Heidenhain
Ayça Telgeren
Bashir Borlakov
Burcu Perçin
Cem Sonel
Erdal Duman
Erinç Ulusoy
Ersinhan Ersin
Fırat Engin
Gözde İlkin
Güneş Terkol
Hatice Çiçe
İrem Tok
İrfan Önürmen
Jose M. Rodrigues
Lütfi Özden
Mehmet Ali Uysal
Mümtaz Demirkalp
Mustafa Duymaz
Nejat Satı
Olcay Kuş
Onur Gülfidan
Serap Öney
Serkan Demir
Şevket Arık
Volkan Aslan
Yaşam Şaşmazer
Zoe Baraton
* Charles Baudelaire
Toplumsal eşitsizliğin yarattığı sınıf
farkının, mekan ifadelerinde sunulmasıyla yan yana gelen hayatlar bir
tür sıkışma, gerilim ve çatışma yaşamaktadır. Bununla birlikte her mekan
kendi sınıfını yarattığı gibi, bu sınıfın
işaretlerini, trendlerini, kodlarını içinde
taşımaktadır. Birbirinden ayrılma, birbirini dışlama durumunun bir duvarla
gerçekleştiği yada mekanın kendisinin
bu özerk alanları yarattığını söyleyebiliriz. Diğerinden ayrılan ve kapalı bir
topluluk formuna dönüşen bu yerleşme türlerinde izole edilmiş yaşamlar
kendi iktidarlarını da seçerek, duvarın
diğer tarafında kalanlara mesafesini
koymuştur. Kent parçalara ayrılmış,
ortak alan olarak değerlendirebileceğimiz kamusal alanlar işlevini yitirmiştir. Dolayısıyla kentte lokal alanlar ve
bu alanlarda kutuplaşan, birbirinden
uzaklaşan topluluklar oluşmaya başlamıştır. Bu ayrımı en basitinden zamanlarının farklılığından görebiliriz.
Burada zaman mekanın içine taşınır
ve zamanını da belirleyen moda kavramıdır. En yeni olan en ileride olandır.
Kapitalizmle ilişkili olan moda kavramı
zaman olgusunu kullanarak mekanlara
sızar. Böylelikle mekanlar iktisadi bir
4
anlamla ilişkilenir ve temel itici gücünü kazanır. Kentler önceleri birçok
değişik coğrafyadan gelen, toplanılan
alanlarken şimdi ayrışan ve birbirine
temas etmeyen gruplara bölünmüştür.
Bu ise kentin oluşumuna çelişkili bir
durumu yaratmaktadır. Birbirine bu
kadar yakınken uzak olma hali, diğerinin yaşamına kayıtsız kalma refleksini
de geliştirmiştir. Kent, içinde barındırdığı farklı ırk, din, dil, kavramlarının
üzerinde sınıfsal farka dayalı mekan
ayrımcılığıyla tanımlanabilecek yeni
sosyal grupları doğurmaktadır. Bu sosyal gruplar mekansal ayrımlarla kendi içlerinde homojen yeni bir kimlikle
kentin içinde ayrılmaktadır. Ne zaman
ki karşılaşmanın zorunlu olduğu hallerde mekansal olarak ayrımlaşan sosyal gruplarda çatışma da kaçınılmazdır.
Baudelaire göre ‘‘kent doğa gibi hakiki değil sahtedir sunidir; tanrısal değil
şeytanidir. Kahramanlarıda lanetlidir,
kötüdür, çirkindir. Doğa cennetse, kent
cehennemdir’’*.
Yaygara Güncel Sanat İnisiyatifi
Yaygara Contemporary Art Initiative
The lives which come together by the proposition of the class difference occurred with
social inequality in spatial expressions
experience a kind of tension and conflict.
Moreover, each space creates its own social
class and it constitutes the signs, trends
and some codes of that social class. We
can say that the case of separation from
each other / exclusion of the others has
been created by a wall or the space itself
has created these autonomous places. The
isolated lives in the settlements which have
transformed into a closed social form by
separating from the other and electing its
political power, hold off the others on the
other side of the wall. The city has been
fragmented, the public spaces has already
lost their function. Thereby some local
spaces in the city and some social groups
apart from each other and polarized in
these spaces have been formed. We can see
this distinction from the time differences
they have. In these places “time” is carried
inside of the “space” and the determinant of
“time” is the trend. The best one is the newest one. The concept of “trend”/”trendy” related with capitalism leaks into the spaces
by using “time”. In this manner the spaces
relates itself to an economic meaning and
gets its’ impetus. Although the cities were
the places where the people from different
cultures come together, now it has decomposed into some social groups not touching each other. Therefore it creates a kind
of conflict on existence of cities. The case
of being away from each other, although
they are so close to each other has created
a kind of reflex of indifferent to the others
life. The city generates new social groups
depending on social differences according
to the different nationality, religious and
language concepts sheltered in it. These
homogeneous social groups in their spaces
differentiate with a new identity in the
city. However, conflicts are inevitable when
these groups have to meet. According to
Baudlaire, ‘‘the city is fake and artificial;
diabolical, not godlike and its heroes are
damned, bad and ugly. If the nature is haven; the city is hell’’.*
5
ACHIM WAGNER
Şafak
Şafak
habersiz her şeyden
uzanırken bulutlara
uğulduyordu
ağzı
tasasız bir balığın
als wir ahnungslos
nach den wolken griffen
das rauschen
aus dem mund
eines sorglosen fisches
(çeviri atilla dirim)
6
1532. sokak
1532. sokak
atlamak üzerinden
su birikintilerinin
gürültülü gölgesinde
işçi bloklarının
mesela
veya
öylesine koşmak
fazlasıyla geniş gocuklarla
bir güneydoğu yeli
perdeleri uzaklaştırırken
yavaşça birbirinden
über pfützen springen
im lauten schatten
der arbeiterblöcke
etwa
oder
einfach los rennen
in zu weiten anoraks
bis ein südostwind
die gardinen auseinander
sachte nach fern
(çeviri atilla dirim)
7
camekân sokağı
camekân sokağı
üç numara.
eğreti basamaklarda
öylesine kopmuşum ki zihnimden
yalnızca bir sayacım şimdi izlenimleri
ölçen
yola çıkmış kirazlar
gelir
bir sokak satıcısının türküsünden
geçerek
sıra sıra taburelerin önünde
aşina olduğumuz tak tak sesiyle
zarlar
sırayla vurur taşa
bir düğme gibi
koparak düşen şaşkın bir gömlekten
çayın içinde uyumlu bir çift zar çözülürken
nummer drei.
auf provisorischen stufen
bleibe ich mir aus dem kopf
nur das zählwerk der eindrücke
exakte kirschen die werden
vorbei
besungen in einer handkarre
das nachweisliche klacken
von würfeln
vor wiederholten schemeln
so wie sich ein knopf aus einem
erstaunlichen hemd
und in fortfolge ins pflaster tritt
ein zweierpasch zerfällt im tee
(çeviri nesrin eruysal)
camekân sokağı
number three.
on makeshift steps
i remain out of mind
just a meter of impression
exact cherry mounds they come
floating past
on a pushcart vendor’s song
in front of serial stools
the verifiable click-clacking
of dice
just as the button expelled
by a startling shirt
goes glancing off flagstones
two matching cubes dissolve in tea
(translated by tom morrison)
(camekân sokağı = showcase lane)
8
(camekân sokağı = schaukasten gasse)
alsancak kaldırıldı
alsancak aufgehoben
amfibik bir pruva
süzülüyor sokağa
yerdeki çöp torbaları
elden ele dolduruluyor hazneye
tenekelerin tıngırtısıyla
geride bir su birikintisi
bir konserve kutusunun içinde
yağlı bir ege ışığı
yayılıyor, taşıyor
kaldırım taşlarının üstüne
ein amphibischer bug
schiebt sich durch die gasse
das bleierne klappern
aufgeworfener tüten müll
hand für hand zur ladefläche
vernehmlich bleibt eine pfütze
in einer konservendose zurück
ein öliger punkt ägäisches licht
dehnt sich schwappt über
die bordsteine
(çeviri atilla dirim)
9
ALİ ARTUN
Sanat ve Siyaset
Sanatın modern siyasal tözünü en iyi ifade eden terimlerden biri ‘avangard’dır.
Aslında bir askerlik terimi: bir askeri
birliğin öncü koluna avangard deniyor.
Bu terimi sanatın siyasal öncülüğü anlamında ilk kullananlar Saint-Simon taraftarı düşünürler. Romantizmin etkisi
altındaki 1830-1840’lara ait sosyalist
ütopyaların vaat ettiği gibi, sanatın yol
göstereceği ideal bir uygarlığın, modern uygarlığın gayri-insani çehresini
dönüştüreceğini hayal ediyorlar. Neil
McWilliam Mutluluk Düşleri’nde sanat
ve siyasetin bu hayali nasıl paylaştıklarını anlatır. Ancak, geçen konuşmamda
değindiğim gibi, 1848’in dehşet verici
gerçekliği, bu hayali parçalıyor. Bunun
üzerine sanat kendisine atfedilen siyasal yükümlülüklerinden kopuyor. Hatta
giderek, onu kuşatmayı tasarlayan her
türlü siyaseti, onların ahlakını, sahte
vaatlerini ve kurumlarını karşısına alıyor. Siyasete karşı bir siyaset geliştiriyor. Sanat hayatı dönüştürmek azmiyle siyasete rakip çıkarken, tam da bu
yüzden siyasal bir mahiyet kazanıyor.
Karşı-sanat (anti-art) gibi, bu karşı-siyasetin önderi de Baudelaire’dir bence.
Her ikisi de, I. Dünya Savaşı’nı izleyen
avangard sanatın yükselişi sırasında
yetkinleşirler. Başta André Breton, dada
10
ve sürrealizmin sözcüleri tarafından
dile getirilirler. O nedenle ben de burada, bu hareketlerin ve ayrıca sitüasyonizmin sunduğu bazı siyaset formlarına
işaret etmekle yetineceğim. Ancak önce
bir hatırlatma yapma gereğini duyuyorum: Modernizm ve özerklik, 20. yüzyıl sanatına ilişkin tarihlerde, Clement
Greenberg gibi formalistlerin metinlerinde, genellikle sanatın siyasetten ve
hayattan kopması üzerine kurulur. Öte
yandan Bürger de, 1974’te yayımlanan
Avangard Kuramı’nda avangardı modernizmin karşısına koyar. Oysa benim
kanımca avangard, sanatın modernizmle kazandığı hükümranlık sayesinde
örgütlenir. Gerçi modernizm sanatın
siyaset tarafından araçsallaştırılmasını engeller, ve fakat, tam da bu sayede,
onun kendine özgü bir siyasal muhayyile kurmasının yolunu açar. Dolayısıyla, modernizmin ve özerkleşme girişimlerinin sanatın siyasetten arınma
süreci gibi gösterilmesi, tarihi teorik
modeline feda eder. Siyaset, özerklik ve
eleştiri, modernizmin incelenebileceği
üç temel alanı oluşturur. Birbirlerinden
ayrılmaları bir yana, birbirlerini içerirler.
Sürrealist Siyaset
Dada’nın I. Dünya Savaşı’nın mahşerinde, 1916’da, Zürih’de Cabaret Voltaire’deki şiir performansları, sergileri,
oyunları, provokasyonları önce sanatı
parçalamaya yönelir. İlkin sanat nesnesini ortadan kaldırır. Sanat, bir ilişki,
bir eylem, hatta bilinçsizce sarf edilmiş
bir sözdür o ortamda. Arkasından sanatın öznesini, sanatçıyı ortadan kaldırır.
Herkes sanatçıdır. Hatta bir zırdelinin,
örneğin bir şizofrenin sanatsal potansiyeli daha da yüksektir. Çünkü bir şizofren geçmişi ve geleceği zamansal
sürekliliği içinde kavrayamadığından,
bize ‘gerçeküstü’ bir zaman kavrayışı
sunar. Dada sanatı parçalamak üzere,
sanatın biriciklik (otantiklik) ve özgünlük gibi temel niteliklerini de anlamsızlaştırır. Her nesne, işaret, davranış,
kavram, dada ile birlikte sanat olarak
alımlanabilir: hava (Duchamp), dışkı,
nefes (Manzoni), ateş, yağmur, boşluk
(Klein)... Baudelaire’den miras, sanatın
bütün duyuları birleştirmesi ideali canlanır. Schwitters sanatlar arasındaki ayrımları kaldırmak üzere, sanatın yerine
kendi icadı olan merz kavramını geçirir; Ur Sonata gibi sesli, ‘resimli’ şiirler üretir. Evlerini ve atölyelerini sanat
eserleri gibi değerlendirir: hayatı sanat
olur. Dada sanatın kurumlarını da alaya
alır: sanat tarihini anlamsızlaştırır çünkü yaptıklarıyla formlara direnir; müzede yeri yoktur çünkü anlıktır, geçicidir, cisimleşmez,vb.; estetik hiyerarşiyi
(kanonu) kırar çünkü güzelliğe ilişkin
normları reddeder.
Bütün bunlar, zaten reddiyelerin söylemini kurduğu birtakım avangard refleksler olarak yorumlanabilir. Karşı bir
estetiğin manifestoları şeklinde okunabilir. Dolayısıyla siyasal mahiyetleri görmezden gelinebilir. Oysa dada
ve sürrealizm, Foucault’nun tabiriyle,
sistemin “hakikat politikasını” tehdit
ederler. Aklın yerine hayali, gerçekliğin
yerine düşü, mantığın yerine saçmalıkları, tasarımın yerine tesadüfü, bilincin
yerine bilinçaltını geçirirler. Uygarlığın
karşısına barbarlığı, garbın karşısına
şarkı, bilimin karşısına oyunu, ayıklığın
yerine sarhoşluğu, esrikliği çıkarırlar.
İyiliğin, güzelliğin, doğruluğun karşısında kötülüğü, çirkinliği ve sahteliği
örgütleyerek egemen bilgi rejimine
karşı saldırıya geçerler.
Nasıl yaparlar? Önce dili bozarlar. Kelimeler kadar imgeleri de temsillerinden
özgürleştirirler. Bunun için geliştirdikleri yönteme psişik otomatizm diyorlar.
11
Bu yöntemi uyguladıkları oyunlardan
birisi, “Müstesna Kadavra”. Bu şöyle bir
oyun; bir kâğıt parçasını alıyorsunuz ve
diyelim ona katlıyorsunuz. Ondan sonra
on kişi sırayla ilk aklına gelen kelimeyi
diğerlerinden gizlice kartlardan birine
yazıyor. Sonunda on kelimelik bir cümle ortaya çıkıyor; ama bu tamamıyla
bilinçli olarak kurulan bir cümle yapısına, onun söz dizimine aykırı. Bu oyun
ilk oynandığında “müstesna kadavra
genç şarabı içecek” diye bir ‘cümle’ çıkmış ortaya, ondan sonra da oyunun adı
öylece kalmış. Hala “müstesna kadavra”
seansları düzleniyor dünyanın birçok
yerinde; ve sözel hafızanın gücüne inanan, düşüncenin ağızda imal olduğuna
inanan sanatçılar birbirleriyle ‘spontan
monologlara’ giriyorlar; Marcuse’nin
Rimbaud için söylediği gibi “dünyayı
yeni bir dile tercüme etmeye” çalışıyorlar. Aynı oyunu kelimeler yerine çizgilerle oynayanlar sonunda on desenden
oluşan bir kolaj elde ederler. Sürrealistler kolaj, asemblaj veya montaj gibi
yöntemlerle sanatın mimetik, betimsel,
realist yapısını parçalarlar; geleneksel ikonografisini dağıtırlar. ‘Otomatik
şiir’ ve ‘otomatik resim’, Masson, Miro,
Aragon ve Breton gibi sanatçıların
Budizm’e duydukları eğilimle de yayılır. Zen şiirinde sözcükle imge iç içedir.
‘İfade’ olarak, ‘doğaçlama’ olarak kaligrafi, şark ideogramları, otomatizm tutkunları için fazlasıyla çekicidir. Otomatizmin, 1930’larda realist ‘Halk Cephesi
estetiği’ne bağlı olan, Diego Rivera gibi
Troçkist mural sanatçılarına öykünen
Amerikan sanatçılarının soyut ekspresyonizmi keşfetmelerindeki rolü önemlidir. II. Dünya Savaşı sırasında New
York’a göçen sürrealistlerin düzenlediği otomatizm seansları oldukça rağbet
görmüştür. Matta’nın Pollock’a öğrettiği otomatik-yazının action painting
üzerindeki izleri ortadadır.
Hayalgücünü psikopatolojiye, bilinçaltının gizlerine, cinsel arzulara ve tabu12
lar alemine açan Freud’un keşfi olmuştur. Freud’u Fransız entelijansiyasına
takdim eden sürrealistlerdir. Zaten Breton tıp eğitimi görür; Savaş sırasında
ordunun ruh ve sinir hastalıkları merkezinde görevlidir. Özellikle şizofren
ve paranoyaklar, sürrealistlerin dili
bozmalarında etkili olur. İlki, geçmişle
geleceğin sürekliliğini kuramadığından
sözdizimini parçalar; ikincisi, sözcüklere başka başka anlamlar yakıştırır; bu da
sözcüğün anlamından kurtulması, yani
‘sözcüğün devrimi’ demektir. Breton ve
Aragon dişi cinselliğinin türevi saydıkları histerinin 19. yüzyılın en büyük
icadı olduğunu düşünürler. Breton’a
göre Corbusier’nin ussallığı ile kıyaslandığında Gaudi’nin mimarlığı histeriktir. Breton’un gözünde, “güzellik ya
sarsıcıdır ve bizi allak bullak eder, ya
da yoktur”. Bu onun aklını ve gönlünü
çelen çılgın Nadja’ya ithaf ettiği ünlü
sürrealist kitabının son cümlesidir. Dali
için de güzellik, “sapkınlıklarımızın
bilincine varma ölçüsüdür.” Kısacası
hepsi dünyayı çıldırtmak peşindedirler.
Hatta, “bilinçaltını şiddete başvurmaktan alıkoyan güçler koalisyonunun tahrip edilmesi”ni bile göze alırlar. Sanıyorum bu kadarı dahi, siyasal anlamda da
yeteri kadar devrimcidir. Onların derdi
iktidarı ele geçirmek değil, ister sözlüklerde ister müzelerde temsil edilsin her
türlü iktidarı yok etmektir. Bunun için
de toplumun dışladığı, sakındığı, sakladığı enerjileri harekete geçirirler. Toplumun selametini, akıl sağlığını tehdit
ederler. Çünkü onların gözünde maraziyet hayatiyettir. Benjamin, Sürrealizm:
Avrupa Entelijansiyasının Son Fotoğrafı başlıklı makalesinde, “sürrealizmin,
bütün kitapları ve çabalarıyla, sarhoşluğun gücünü devrime kazanmak peşinde” olduğunu yazar. Sürrealizmin, başta
Benjamin olmak üzere eleştirel düşünce üzerindeki ve ayrıca yapısal dilbilim
ve psikanalizin kuruluşundaki etkileri
bilinir. Müstesna Kadavra oynayanlar
arasında Claude Lévi-Strauss da vardır.
Lacan sürrealistlerin çıkardığı Minotaure dergisine makaleler yazar.
Siyasetini sarhoşluk, çılgınlık gibi stratejiler üzerine kuran bir sanatın, rengi
ne olursa olsun, herhangi bir siyasal
yapı içinde sindirilemeyeceği açıktır.
Nitekim baştan çok büyük bir bölümünün üyesi olduğu Fransız Komünist
Partisi de giderek sürrealistleri dışlar.
Çünkü sürrealistler o dönemdeki bütün
komünist partilere sirayet eden Stalinist kültür politikalarına karşı direnirler. Enternasyonal (Komintern), 1935
yılındaki Moskova Kongresi’nde faşizmin yükselmesine karşı geliştirilen
‘Halk Cephesi’ politikasını ilan eder. Bu
politika sanatın özerkliğini tamamıyla
ortadan kaldırır ve sanatı Sovyet reelpolitikasının aracı haline getirir. ‘Halk
Cephesi estetiği’ neredeyse bütün dünyanın, en başta da Amerika’nın, ‘ilerici’ sanatçılarını etkisi altına alır. Bu
sanat anlayışı Türkiye’de de, özellikle
1960’larda yaşanan entelektüel canlanma içinde açığa çıkacak ve ‘80lere kadar
otoritesini sürdürecektir. En egemen
olduğu zamanda Stalinist kültür politikasına karşı bayrak açma cesaretini
gösterenler sürrealistler olur. Breton
neredeyse bir kampanya yürütür. Örneğin, Prag’da ve Paris’te toplanan değişik
kongrelerde, “Günümüz Sanatının Politik Konumu” üzerine konuşmalar yapar
ve sanatın hükümranlığını savunur.
Meksika’da sürgünde olan Troçki’yi
ziyaret eder ve birlikte “Özgür ve Devrimci Bir Sanata Doğru” başlıklı manifestoyu kaleme alırlar. Bu manifesto
Clement Greenberg’in de yazarları arasında olduğu Partisan Review adındaki
eleştiri dergisinde basılır ve ufuktaki
soyut ekspresyonizmin kahramanları
da dahil birçok Amerikalı sanatçının
Komintern kültürünü terk etmesinde
etkili olur. Yıllar sonra bizzat Greenberg, “birgün Troçkizm olarak başlayan
anti-Stalinizm’in nasıl sanat-için-sanat
havasına dönüştüğünden ve nasıl kah-
ramanca geleceğin yolunu açtığından”
bahsedecektir. Breton baştan beri bir
Freud-Marx sentezinin sanat ve siyaseti devrime taşıyabileceğini ummuştur.
Ancak umutları, gerek Naziler ve Stalinistler, gerekse liberaller tarafından,
daha doğrusu bütün siyaset erbabı tarafından, hiddetle veya hileyle bastırılmıştır. Gene de o, yenilgisinin hesabını
çıkardığı geç dönem yazılarında bile
sürrealist siyasetin bekasını savunur.
1953 yılında yazdığı son ‘manifesto’su
“Yaşayan... Sürrealizm Üzerine”dir.
Siyasetin Sitüasyonları
II. Dünya Savaşı ertesinde dada ve sürrealizm sanki bir yenilenme geçirir.
1942’de, daha on altı yaşındayken Romanyalı sanatçı İsidore İsou’nun kurduğu lettrism dadanın mirasına sahip
çıkar. Dadanın sözcüklerine kadar ayrıştırdığı dili harflere varıncaya değin
parçalayıp bozmayı amaçlar. Bunun
için yüz otuz sesten oluşan bir alfabe
icat eder. Sürrealizmin politik tavrını
daha ziyade CoBrA hareketi üstlenir.
Sanatı koşullandıran etik, estetik bütün
kavramların terk edilerek temel arzulara dönülmesini talep eder. Hareketin
teorisyenlerinden Constant’ın belirttiği
gibi, “temel arzularımızın tatmin edilmesi demek, devrim demektir”.
Savaş ertesindeki en etkili ve radikal
dalgayı oluşturacaklar sitüasyonistlerdir. CoBrA ve lettrism hareketlerinden
türerler. Sitüasyonizmin ilgisinin odağı kenttir ve gündelik hayattır. Dilin
de ötesinde, kenti ve gündelik hayatı
yapılandıran aklı parçalamaya yönelirler. Kenti tanımlayan işlevlerin, bu
işlevlerin dayattığı güzergâhların ve
yolculukların anlamsızlığını teşhir
ederler. İlk eylemleri, Aragon, Eluard,
Tzara, Breton ve Picabia gibi dada ve
sürrealizm mensuplarının düzenledikleri amaçsız, rastgele kent içi gezileri
13
hatırlatır. Bu geziler kentler arasında
da düzenlenir ve nereye gidileceği piyangoyla belirlenir. Breton, sürrealist
manifestolar arasında sayılan “Çözünür
Balık” metnini böyle bir gezi sonrasında kaleme alır. Avangard flâneur’ler
bu geziler sayesinde kentin gizlerini,
bayağılıklarını keşfederler. Adeta kentin fragmanlarını biriktirir ve onlardan
kent düzenini alt üst eden kolajlar hayal
ederler. Baudelaire zamanının bohemlik ve flâneur’lük merakının devamıdır
bu geziler. Sitüasyonistler de kentin
arzularımızı, duygularımızı özgürce
kışkırtabilmesini sağlamaya çalışırlar.
Kentin duygusal okumasını yaparlar,
arzu haritasını çıkarırlar ve böylece bir
psiko-coğrafya kurarlar. Ve bu bağlamda alternatif kentler ve yapılar önerirler. Örneğin sadece aşk duygusu uyandıracak evler düşlerler. Mimarlığı ve
kent hayatını bir oyuna dönüştürmeyi
isterler. Temelde davaları, kentin dayattığı zaman ve mekân duygusunu, disiplinini parçalamak; herkesi çevrenin
ve hayatın dönüşümünde iktidar sahibi
kılmaktır. “Oyuncu yaratıcılık” özgürlüğün, özerkliğin, katılımın garantisidir.
Ve yöntem doğrudan eylemdir; arada
sanatın ve edebiyatın temsilleri yoktur. Böylece hayalgücü ifade araçlarından kurtulur, doğrudan gerçekleşme
olanağına kavuşur. Kentsel Devrim ve
Gündelik Hayatın Eleştirisi kitaplarının
yazarı Henri Lefebvre’in devreye girmesiyle sitüasyonizm, Fransa’nın 1968 isyanlarına ruh veren politik bir harekete
dönüşür. Yani, politik eylemin kendisi
sanat olur. Sokaklar sitüasyonist sloganlarla donanır: “Çalışmaya son”, “bırakın yaşayalım”, “tutkulara özgürlük”.
1968’de sanat son kez barikatlara çıkar.
1848 barikatlarının ardından doğan modernizm, 1968 barikatlarında son bulur.
“1968 Paris’i avangardın en muhteşem
ve fakat en son oyunudur”.
Sitüasyonizmin lideri Guy Debord’un
düşünceleri
1960’ların
Archigram
14
gibi mimarlık ve şehircilik kuramları
üzerinde etkili olur. Ancak o buna sevinmez, ‘sanat’ının da bir gösteriye
dönüşmesinden korkar. Gösteri Toplumu kitabının bir numaralı önermesine
göre, “modern üretim koşullarının hüküm sürdüğü toplumlarda bütün hayat,
kendisini devasa bir gösteri birikimi
olarak sunar.” Debord’un tanımıyla
“gösteri, metanın toplumsal hayatı tümüyle işgal etmeyi başardığı andır.” Bu
anda sermaye öylesine yoğunlaşmıştır
ki, imgeye dönüşmüştür. Baudrillard’ın
betimlediği sanal alem, böyle bir gösteri toplumunu temsil ediyor olmalıdır.
Ona göre bu gösteride bizler de birer
hazır-nesne gibi dolanırız. Kuşkusuz
sanat da gösteri toplumundan kaçamaz. Tam aksine, gösterileşmenin ana
mecralarından birine dönüşür. Sanatın
gösterileşmesi, günümüzde küresel
şirketlerin himayesindeki metropoller
arası festivalizm dolayısıyla iyice zirveye tırmanmaktadır. 1968’de yayınlanan Gösteri Toplumu ve yirmi yıl sonra
yayınlanan Gösteri Toplumu Üzerine
Yorumlar, sanatla siyasetin kaynadığı
bir manifestolar çağının belki de en son
belgeleridir. Sanatın kendini aşabilmesinin, kültürel eleştirinin esin kaynaklarıdır. Her ikisi de alabildiğine düşündürücü ve kışkırtıcıdır.
Bu yazı daha önce Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi’nde yayımlanan (2006) <Modernliğin Sınırında Sanat
Eleştiri, Özerklik, Siyaset ‘‘Üç Konuşma’’ > adlı kitapçığında yer
almıştır.
Arts And Politics
‘Avant-garde’ is one of the best terms expressing the modern political essence of
arts. Actually it is a military term for the
leading team of a unit. It is used for the
first time by the followers of Saint-Simon,
referring to arts being political pioneer.
Parallel to the promises of the socialist
utopias of 1830-40s that were affected
by romanticism, these philosophers imagined that arts would show the way for an
ideal civilization that would then change
the non-human face of the modern civilization. In his Dreams of Happiness, Neil
McWilliam describes how arts and politics
share the same dream. However, as I have
explained in my last speech, the terrifying
reality of 1848 broke this dream into pieces. After that event arts broke off all the referred political obligations. And gradually
started to oppose every kind of politics,
moral values, false promises and institutions, which try to besiege it. That is, arts
developed its politics against politics. It
competed with politics with the determination of changing life, and as such gaining
itself a political character. In my opinion,
the leader of this anti-politics, just like the
anti-arts, was Baudelaire. Both anti-arts
and anti-politics earned perfection parallel to the avant-garde art rising after the
World War I; and became notorious by the
spokesmen of dada and surrealism, prin-
cipally by André Breton. Here, I want to
point out some of these forms of politics,
which were introduced by these movements
and also by situationalism. But first I
need to remind you on one point: In the
art history of the 20th century and in the
texts of formalists like Clement Greenberg,
modernism and autonomy are generally
constructed in reference to arts breaking
away from politics and life. On the other
hand, Bürger places avant-garde against
modernism in his Theory of the AvantGarde published in 1974. In my opinion,
avant-garde art was organized through
different means of arts that became valid
with modernism. Though modernism kept
arts from becoming a means in the hands
of politics, at the same time and exactly
just because of this, it opened the way for
arts to establish a peculiar political imagination. Therefore, to show modernism and
attempts of autonomy as the processes of
purification of arts from politics is clearly
a sacrifice of history to its theoretical model. Politics, autonomy and critique, these
three areas, which do not diverge but contained in each other, are basic for the study
of modernism.
15
Surrealist Politics
The poetic performances, exhibitions, plays
and provocations of dada at the Cabaret
Voltaire, in Zurich in 1916, during the
great confusion of the World War I, were
primarily aiming to break arts into pieces. They firstly removed the object of art,
which, depending on the atmosphere, was
a relation, an activity, even a word unconsciously used. Secondly they put away the
subject who was the artist; everybody was
an artist. According to them, the artistic potential of a raving mad, of a schizophrenic
was higher: A schizophrenic, who can’t
understand past and future in its continuity, presents us a ‘surrealistic’ comprehension of time. Then, again with the purpose
of destroying, the basic characteristics of
arts such as uniqueness (authenticity) and
originality were made meaningless. Every
object, every mark, every conduct, every
concept could be accepted as arts in dadaism: air (Duchamp), faeces, breath (Manzoni), fire, rain, vacuum (Klein)… The ideal
inherited from Baudelaire was enlivened:
arts uniting all the senses. Schwitters, in
order to remove the compartments, introduced the self-invented term merz instead
of arts; he produced vocalic, ‘illustrated’
poems like Ur Sonata. He accounted his
houses and ateliers as works of art; his
whole life became a work of art. Dada paraded institutions of arts as well: history
of arts became meaningless, as it resisted
formalism; it didn’t require any space in
museums, as all was instant, temporary
and without any substance, etc.; it offended the aesthetic hierarchy (canon), as it refused the norms of beauty.
It is possible to interpret these as certain
avant-garde reflections, the discourse of
which was established on rejections. Or
they can merely be read as manifestos of
counter aesthetics undermining the political nature in them. Yet, dada and surrealism, in Foucault’s terms, threatened the
“real politics” of the system. They replaced
16
reason with image, reality with dream,
logic with nonsense, plan with chance,
conscious with unconscious. They put barbarism against civilisation, east against
west, game against science, drunkenness
against soberness. They organized evil,
ugly and false against good, pretty and
true to attack the dominant epistemology.
How did they do this? Primarily by violating the structure of language. They
released not only words but also images
from their representations. They called
the method developed for this purpose as
psychic automatism. One of the games
played with this method was “Exceptional
Corpse”. In this game you take a piece of
paper and you fold it. Then ten people one
by one writes the first word in his mind
on one of the layers of the paper without
showing it to others. In the end there comes
out a sentence made of ten words; which is
completely incongruous with the structure
and syntax of a sentence built consciously.
When it was first played the resulting ‘sentence’ was “exceptional corpse will drink
the young wine”, which gave the name of
the game. “Exceptional Corpse” sessions
are still organised in different parts of the
world; the artists who believe in the power
of verbal memory and thoughts produced
in mouth, share ‘spontaneous monologs’
between each other; as Marcuse said for
Rimbaud, they try to “translate the world
into a new language”. When the game is
played by drawings instead of words, there
comes out a collage of ten designs. Surrealists dismantled the mimetic, descriptive
and realistic structures of art, by using
collage, assemblage or montage methods;
leading traditional iconography to disintegrate. ‘Automatic poetry’ and ‘automatic
picture’ were spread out by Masson, Miro,
Aragon and Breton whose tendencies to
Buddhism is well known. In Zen poetry
word and image are intertwined. For the
enthusiasts of automatism, calligraphy
and eastern ideograms were highly attrac-
tive with respect to their ‘expression’ and
‘improvisation’. Automatism had a serious
role in the invention of abstract expressionism by the American artists who imitated Trotskyist mural artists like Diego
Rivera who was associated with the realist
‘Popular Front aesthetics’ in 1930s. Automatism sessions organised during the
World War II by the surrealists who migrated to New York were quite popular. It
was Matta who thought Pollock automatic
writing, traces of which can be found in his
action painting.
Opening of imagination to psychopathology, to secrets of subconscious, to sexual
desires and to the world of taboos was with
Freud, who was introduced to French intellectuals by surrealists. Breton, who studied medicine, was working at the military
centre for psychiatry and neuropathy during the war. Especially the schizophrenics
and paranoids were highly influential on
surrealists to deconstruct the language.
A schizophrenic decomposes the syntax,
as he can’t put together the continuity of
past and future; a paranoid, on the other
hand, ascribes different denotations to the
words that free them from their original
meanings; this is in principal a ‘word revolution.’ According to Breton and Aragon
hysteria, which was a derivative of female
sexuality, was the greatest invention of the
19th century. For Breton, Gaudi’s architecture was hysteric when compared with the
rationality of Corbusier; “beauty must be
shocking and obfuscating or else it doesn’t
exist.” This was the last sentence of his
surrealist book dedicated to lunatic Nadja,
who diverted his mind and heart. And for
Dali, beauty was “a measurement for us
to conceive our perversions.” In short, they
all sought to drive the world crazy. They
even envisaged, “destroying the coalition
of powers which prevent the terror of subconscious.” I think this much is enough for
them to be revolutionary in political sense.
Their aim was not to get the power, but
destroy it as represented in all the diction-
aries or museums. For this purpose they
mobilized the energy that society excluded,
avoided and concealed. They threatened
the safety and mental health of the society.
For them sickness was liveliness. In his article Surrealism: The Last Snapshot of the
European Intelligentsia, Benjamin wrote,
“To win the energies of intoxication for the
revolution–this is the project about which
Surrealism circles in all its books and
enterprises.” The effects of surrealism on
Benjamin and on critical thought and also
on establishment of structural linguistics
and psychoanalysis are clear. Claude LéviStrauss was one of the players of the “Exceptional Corpse”. Lacan wrote articles for
the surrealist magazine Minotaure.
It is evident that any kind of art that sets
up its politics on such strategies like intoxication and madness can’t be digested by
any kind of political structure regardless
of its colour. As a matter of fact, French
Communist Party had gradually excluded
many surrealist artists who were party
members in the beginning. The reason was
that they were resisting the Stalinist cultural politics that infected all the communist parties then. During the 1935 Moscow
Congress, Comintern had announced the
policy of ‘Popular Front’ developed against
the rise of fascism. This policy removed the
autonomy of arts completely reducing it
just to a tool for Soviet real politics. ‘Popular Front aesthetics’ influenced almost
all the world, especially the ‘progressive’
American artists. The same understanding of aesthetics emerged in Turkey during 1960s parallel to the intellectual liveliness and prevailed its authority till 1980s.
Surrealists were the only group who had
the courage of rising against the Stalinist
cultural politics during its most dominant
times. Breton almost campaigned alone
against it. He gave speeches with the topic
“Political Situation of Arts in our Time”
at different congresses in Prague and Paris
and advocated the sovereignty of arts. He
visited Trotsky who was exiled in Mexico
17
and they wrote the “Manifesto for an Independent Revolutionary Art” together. It
is this manifesto, which was published in
the critical journal Partisan Review –one
of its writers was Clement Greenberg– that
caused many American artists, including
the heroes of abstract expressionism, to
leave the Comintern culture. Years later
Greenberg would mention, “How Trotskyism which started as anti-Stalinism turned
out to be arts for art’s sake style and how
heroically opened the way for the future.”
Breton has hoped from the beginning that
a synthesis of Freud and Marx would carry
arts and politics to a revolution. However,
all kinds of political competent including
Nazis, Stalinists and liberals obsessed his
hopes with fury and fraud. Nevertheless,
he defended the surrealist politics even in
the last articles where he accounted for the
defeat of it. The last manifesto he wrote in
1953 was “On the Living Surrealism.”
Situations of Politics
After the World War II, dada and surrealism supposedly underwent a renovation.
In 1942 a Romanian artist, Isidore Isou,
at age of sixteen, establishing lettrism,
claimed the heritage of dada. Lettrism
was aiming to destroy the letters of the
language; words had been decomposed already. For this purpose an alphabet of one
hundred and thirty vocals was invented.
Then came the CoBrA movement, which
undertook political attitude of surrealism
excessively. CoBrA demanded to leave all
the ethical and aesthetical terms that stipulate arts and to turn to the basic desires.
Constant, the theoretician of the movement
puts it as, “satisfaction of our basic desires
means revolution.”
Situationalism, which derived from the
movements of CoBrA and lettrism, was the
most effective and radical wave after the
war. The main interest of situationalism
was the city and the daily life. Situationalists tried to dismantle the reason that
18
structured the city and the daily life, beyond language. The functions that defined
the city, the meaningless routes and travels, which were forced by these functions,
are all exposed. One of their first activities
was urban wandering, exploring cities organised by dada and surrealist members
such as Aragon, Eluard, Tzara, Breton and
Picabia. Such travels were made between
cities too, and the places to be visited were
determined by lottery. Breton wrote his
text, which is respected as one of the manifestos of surrealism named “Soluble Fish”
after such an exploration tour. Avantgarde flâneur invented the secrets and
banalities of the city owing to such tours.
They almost collected the fragments of the
city and imagined collages to destroy the
order of it. These tours were the continuation of the bohemian and flâneur curiosity of the Baudelaire’s time. Situationalists tried to make urban spaces provoke
our desires and feelings freely. They made
emotional readings of the city; they drew
the map of desires and thus built a psychogeography. In so doing they offered us alternative urban spaces and structures. For
example, they imagined houses that would
arouse only feelings of love. They wanted
to transform architecture and urban life to
a game. Their main assertion was to destroy the feeling and discipline of time and
space, which were imposed by the city. This
would empower everybody to transform
the environment and life. “Playful creativity” guarantied freedom, autonomy and
participation. The method was simple, just
the direct activity without any symbols of
art or literature. Thus imagination became
independent from all kinds of expression
tools and attained the opportunity to direct realization. When the author of the
books The Urban Revolution and Critique
of Everyday Life, Henri Lefebvre entered
into the scene, situationalism became a
political movement that gave life to 1968
revolts of France. That was the time when
political activity became art. Streets were
decorated with situationalist slogans: “ter-
minate working”, “let us live”, “freedom for
passion”. 1968 was the year arts appeared
at barricades for the last time. Modernism, which was born after the barricades
of 1848, ended at 1968 barricades. “Paris
of 1968 was the most splendid but the last
game of avant-garde.”
The thought of Guy Debord, the leader
of situationalism, was influential on the
theories of architecture and city planning
of 1960s such as Archigram. However he
didn’t become happy with this, he was
afraid that his ‘art’ was too transforming
to a spectacle. He asserts in his book Society of the Spectacle –thesis number one–
that, “all that was once directly lived has
become mere representation.” That is, societies where modern conditions of production prevail, everyday life presents itself as
a huge spectacular reservoir. According to
Debord’s definition, “spectacle is the historical moment at which the commodity
completes its colonization of social life.”
At that moment capital becomes so intense
that, it is transformed totally to an image.
Baudrillard’s description of virtual world
must have represented such a spectacle
society. According to him, in this spectacle
we wander as individual ready-mades. No
doubt that art itself had no chance to escape from the society of spectacle. Quite the
contrary, art converted to one of the main
mediums of the society of the spectacle.
Arts in our times as spectacle, has reached
its climax when the festivalism between
metropolitan cities under the patronage of
the global companies are considered. Society of the Spectacle published in 1968 and
Comments on the Society of the Spectacle
published twenty years after that are probably the last documents of manifestos of
the era full of arts and politics. They are
the sources of inspiration for cultural criticism and for arts reclaiming its autonomy
from the spectacle. Both of the books are
highly thought provoking and agitating.
Translated by Selda Somuncuoğlu
19
AYDIN GELMEZ
Kent ve İç
Mesele göre Adem, elmayı yedikten
sonra bilir olmuştur. Burada elmaya
yüklenen özellik onun düşüşü, masumiyetin yitirilişini ve dekadansı imliyor
olmasıdır, zira yitirilen cennet ve masumiyet kusursuzluğun ve mükemmelliğin örneği olarak tasarlanmaktadır.
Kusursuzluğunu yitiren insanın payına
ise utanç düşer. Düşüşten sonra insan
ve cennet arasında kapanmaz bir yarık
oluşur; cennet mükemmeldir, insan kusurlu, cennet tamdır, insan ise eksik. Ne
var ki, özü itibarı ile insanın Tanrı karşısındaki aczini ve günahkârlığını göstermek üzere tasarlanmış bu meselde insanın özgürlüğüne giden yolu gösterecek
bir imkân da gizlidir.
Elmayı yiyen Adem yalnızca bilir olmamıştır, o artık özgürdür de. O tamamlanmışlıktan kurtulmuştur, masumiyet
denilen ve yüceltilen yanını yitirmiştir.
Oysa tamamlanmışlık ve masumiyet
donmuş varlıkların, -başka deyişle- seçeneği olmayan varlıkların özelliğidir.
Seçeneği olmayan bir varlık Tanrıdır,
taştır, kuş ve benzeridir. Sartrecı terminolojiyle “kendinde varlıktır” (in se).
Öte yandan tamamlanmamış varlık,
insan, “kendi içindir” (per se). Kendinde varlık, bir taş, bir böcek bir çevrede
yaşar, ancak insan bir dünyadadır. O,
20
“dünyaya açıktır” ve onun eylemleriyle,
kararlarıyla anlam kazanan bir dünyası
vardır; yine bir tarihe sahip olan yalnızca odur.
ilişki ağları, üstesinden gelinmesi gereken çelişkiler, tutarsızlıklar, olmamışlıklar sunar. Bunlardan hiçbiri doğada
zuhur etmez.
Cennete ve insana ilişkin –cennetin kusursuzluğunu, insanın ise düşmüş bir
varlık olduğunu öne süren- yukarıdaki kurgusal imgeler sanayi devrimiyle
birlikte yeniden yükselmiştir. Ne var ki
bu sefer cennetin yerini doğa almıştır.
Çağcıl yeryüzü cenneti doğadır ve insan ondan ayrı düşmüş bir varlık olarak tasarlanmaktadır. Fakat bu tasarım
da meselle benzer kusurlarla maluldür.
Doğanın kendi bakımından tam ve kusursuz olduğu, insanın da ondan ayrı
düştüğü doğrudur; fakat bu ayrılmaya
koşut olarak insan başka bir dünyaya
ulaşır: kent. Böyle bakıldığında kent,
cennet olarak nitelenen doğa karşısında
“cehennem” oluverir. Fakat meseldeki
elma gibi kent de zinciri kırmak için –
zorunluluğa olmasa da- pek çok imkâna
gebedir.
Doğadaki insan –böyle bir şey mümkünse- doğanın bütünleşik bir parçasıdır, bu nedenle tamdır ve bir “iç”i
yoktur. Zira doğada iç ve dış arasında
bir fark yoktur. Bir içe sahip olma olanağı, ancak, çeşitli ilişkiler geliştirmiş
ve kendi tarihlerini yaratmış insan
topluluklarında mevcuttur. Bir insan
topluluğu da bir doğa oluşturur, fakat
bambaşka bir anlamda. O insanların var
ettiği, insanın içinde tamamlanmamış
olduğu, kendi kararlarını verip kendi
eylemlerini gerçekleştirdiği ve yaşamını anlamlandırdığı bir doğadır.
İnsan kentte özne olarak ortaya çıkar,
zira –eğer mevcutsa- seçenekleri bilmekte, yahut belirli ölçüde kendi tarihine de bağlı olarak seçenekler yaratmaktadır. Kent insana, yine bizzat insan
tarafından yaratılmış bütünüyle başka
Kent insan topluluklarının en yüksek
formunun yerleşkesidir ve doğa cennetinin karşısında cehennem olarak
durur. Cehennemdir, zira doğanın tekbiçimlilik ve düzenlilik ve öngörülebilirliğinden yoksundur. Ancak bir tarihe sahip olma imkânı, kişisel karar ve
eylemlerin imkânı, bir içe sahip olma,
dolayısıyla bir kişi olma imkânı onda
bulunur. Kent insanın yarattığı bir hercümerçtir ve onun yüceliği tam da bundan ileri gelir.
21
City And The Inner
According to the mythos, Adam had become a knower after eating the apple.
Here, the specialty attributed the apple is
its signing the fall, the loss of innocence
and the decadence; since the heaven is
represented as model of perfectness and
excellence. Therefore human who has lost
his excellence comes to shame. Heaven is
perfect and human is deficient; heaven is
complete and human is incomplete. But in
this mythos, which originally had built up
for showing human’s vice before God, there
is another possibility which shows the way
to freedom of human.
Adam, by eating the apple, had become not
only a knower, he had been also free. He
had freed himself from completeness; he
had freed himself from so-called innocence.
Completeness and innocence are qualities
of frozen beings, –or in other words- of beings who haven’t any alternatives. A being
who has no alternative is God, a stone, a
bird and alike. In Sartrian terminology, it
is in se. On the other hand, the incomplete
being, the human, is per se. A stone is in
a circle, but human is in a world. He/she
is open to world, has a world which gains
meaning by actions and evaluations of human. And He/she has a history.
22
The above fictive images about heaven and
human, which allege the heaven is perfect
and human is a fallen being, has been reconstructed again since industrial revolution. But this time, heaven is represented by
the nature. Nature is considered as modern earthly heaven, and modern human as
ruptured from it. But this representation
has same defects with the mythos. It is true
that nature is complete and excellent in its
own respect, but human ruptured from it,
reaches a distinct world, the city. If viewing so, the city becomes “hell” against nature. But like the apple in mythos, city has
much potential, although not a necessity,
to break the chain.
Human emerges as an agent in the city,
for he/she knows alternatives , if there are,
or creates alternatives in a certain extent
depending on (his or her) history. City offers to human quite different relational
networks created by human himself, quite
different conflicts, discrepancies and challenges which must be overcome by agent.
None of these could be realizable in nature.
Human in nature, if this would be possible,
would be an integrated part of nature; just
for this reason complete and wouldn’t have
any “inner”. Because there wouldn’t be any
difference between inner and outer in nature. The possibility to have an inner is in
the human societies who create their own
histories. A human society is also a nature,
but in a quite different sense. It is a nature
builds up by human and in which human
is uncompleted, acts by his/her decisions
gives his/her life a meaning.
City is the settlement of the highest form
of human societies, and therefore stands
as hell against nature. It is hell; it hasn’t
uniformity, regularity and predictability
of nature. But the possibility of having a
history, the possibility of having own decisions and actions, the possibility of having
an inner and therefore being a person are
in it. City is incorrigible and chaotic, and
its dignity lies in this incorrigibility.
23
BARIŞ ACAR
Sınıfsal, Düşünsel ve Estetik Bir Kolaj: Kent
Modernizmin yapıtaşlarından olmasına
karşın, bizde güzel sanatlar fakültelerinin temel sanat dersleri dışında kolaja itibar edilmez. Resmin altyapısını
oluşturmak için fotoğraflardan kesilip
yapıştırılmış birer taslak düzeyinde ilgi
evrenimize girer kolajlar. Alınıp satılması, koleksiyonerler tarafından ilgi
odağı olması şöyle dursun, sanatçının
kendisi bile çok değer vermez yaptığı
bu işlere. Bir kenarda unutulur gider ya
da kaldırılıp atılır. Oysa kolaj düşüncesinin arkaplanına bakılmaya başlandığında, bütün 20. yüzyıl için kurucu unsur olarak değerlendirdiğimiz olguların
onun içinde gizlenmekte olduğunu fark
ederiz. Ford’un seri üretim bandından
Kübizm’e, fotoğrafın önerdiği yeni görme biçiminden sinemasal görüntünün
montaj masasında yeniden üretilmesine dek her kritik olgu kolaj fikrinde temellenir.
Sadece modernizm için değil, kentsoylu
düşüncenin gelişimiyle birlikte yaşantının bütün alanlarında kendini gösterir
kolaj fikri. Modernite’nin taşıyıcı unsuru olan kent başlıbaşına kolaj fikrinden
beslenir. Kır toplumunun ağır işleyen
zamanından kentin kaotik ve hızla değişen zaman algısına geçişte, yaşantı
içeriklerinin düzensiz gelişimi, iktisadi,
politik, kültürel anlamdaki pek çok değişikliği eklektik bir biçimde yan yana
getirir. Aristokrasinin kontrolünde olan
24
ve toprak egemenliğine dayalı iktisadi gelişimin kenti merkez alan burjuva merkezli ticarete doğru evrilmesi,
yeni ortaya çıkan sınıfların kent içinde
yan yana yaşamasına neden olmuştur.
Walter Benjamin’in anlattığı Dünya Fuarları ve pasajlar bu yan yanalığın örnekleridir. Baudelaire’in kasvetli kenti,
sınıfsal olarak ayrışmış olduğu halde
birbirinin üzerine binmiş bu yeni toplumsal yapıyı özetler. Kent, üst üste
binmiş karmakarışık görüntülerin tuvalidir.
Romantiklerin gündoğumları bu yeni
sınıfsal oluşumun şafağıdır. İzlenimcilerin bir an için dondurmaya çalıştıkları kıpır kıpır kamusal alanlar estetik
anlamda modernizmin kurucu unsurudur. Kübistlerin parçalara ayırarak
çözümlemeye çalıştıkları, Füturistlerin
hızına katılmaya çalıştıkları, Dadacıların özdeşleştikleri yeni doğan düşünsel içeriğin farklı biçimler altında ele
alınma denemeleri olarak görülebilir.
Bütün bu süreçte Neo-Klasik eklektisizmden 1960’lar yeni-avangard’ına
dek sürekli farklılıkların bir kompozisyon içinde bir araya getirilmesi fikrini
okuyabiliriz. Kolaj, denge yerine harekete odaklanmış bu yeni kompozisyon
düzenlemesinin, görünürlüğün yeni biçiminin adıdır.
Görüntü’den Görünürlüğe Sıçrama:
Modern Kolaj
Kolaj düşüncesi görünürlüğün üst üste
katlanmasını gereksinir. Görünürlüğün
doğası imaja (görüntüye) göre ters yönde çalışır. İmaj, izleyeni koşuşturmanın
içerisinde bir noktaya, henüz oluşmakta olan bir anın temsiline taşımak eğilimindedir. Bu yönüyle imajın temsil
içeriğinden kurtulmasının neredeyse
imkânsız olduğundan söz edilir. Görünürlük ise oluşun kendisinden bağımsız düşünülemez. Hatta burada düşünme kavramsal olarak “oluş”a karşı
“varlık”ın yanında konumlanacağından
“oluş”ta ifadesini bulan şey, Bergsoncu anlamda bir nevi sezgisel düşünme
olarak düzeltilmelidir. Dolayısıyla görünürlük önce hareket etmekte olana
aittir. Sonra, gidebiliyorsa şayet, geçici
süre bekleme yapacağı zorunlu bir durağa yanaşır. Görünürlüğün artık tek
başına bir şey anlatamadığı, oluşun
kesintisizliği ve hızı yüzünden epey
tartışmalı konumunu pekiştirmek için
kendini sürekli imaja yüklemesi gereken bu çağa ait bir düşüncedir kolaj. Bilinçli olarak kendi yansımasını aynaya
vermekle, tekrarla, yeniden kurgulanmakla ilgilidir.
Kolajda karşılaştığımız basit anlamda
görüntülerin üst üste binmesi olarak
görülüyorsa onun “çağdaş” anlamda,
modernizmin tedrisatından geçmiş haliyle neliğini tam olarak kavrayamamışız demektir. Kolajda üst üste binen görüntü değil, görünürlüğün kendisidir.
Gerçi Antik dönemlere kadar geriye götürülen kolaj uygulamalarından, Japon
resim sanatındaki kimi örneklerden sık
sık söz edilir. Ancak, yine de, bugün
anladığımız anlamda kolajla bu uygulamalar arasında derin ayrılıklar bulunmaktadır. Öncelikle 18. yy. öncesinde
kolaj bir eksiği gidererek yapıtı tamamlamak ya da onu daha gerçekçi kılmak
için, daha da güçlü bir biçimde dekora-
tif bir öğe olarak uygulanırken, endüstri
devrimiyle birlikte enformasyon biçimlerindeki değişiklik ve büyük bir hızla
artan imaj sayısı görünür dünyada kaotik bir durum ortaya çıkarmıştır. Kömür
ve demir çağında dünya, hızı ve mesafe
kavramındaki bozulmayı da beraberinde getirmiştir. Bir bakıma, Monet’nin
St. Lazare Garı’nda temsil ettiği yoğun
dumanla kaplanmış havanın sanatçının
retinası için zorunlu kıldığı optiği zorlanmış yeni bir görme biçimi de denilebilir buna. 19. yy.’da teknolojinin ve bir
bütün olarak yaşantının ürettiği yeni
hız, görüntülerin üst üste binmesindeki
en önemli etken olarak karşımıza çıkacaktır. Eskiden anlamı açık seçik ortada
olan “görünürlük”, özellikle de fotoğrafın ortaya çıkmasıyla birlikte bir müphemlik bulutu arkasında gizlenmeye
başlar. Anın içinde, durdurulamazcasına geçip giden, oluşurken bize gerçeğe
ilişkin anlık zihinsel bir imge veren görüntü, durdurulması ve tekrar edilmesinin bu derece mümkün kılınmasıyla
sahihliğinden bir şeyler yitirir. Böylece
“görünürlük”le “görüntü” arasındaki
uçurum açılmaya başlar; bundan böyle
“görüntü” gerçeğin olası kopyalarından
yalnızca birisidir. Artık onun gerçekliğini yeniden ve yeni bir şekilde kurmak
sanatın öncelikli ödevlerinden biri olacaktır.
Braque ve Picasso üst üste binen görüntülerde ne görmüşlerdi? Matisse’in
son dönem çalışmaları neden el işi kağıtlarıyla yapılmış çocuk etütlerini andırıyordu? Schwitters’in, Hans Arp’ın,
Rauschenberg’in kolajları neden vardılar, ne anlatıyorlardı, kaçınılmazlar mıydı? Bütün bu sorulara cevap verebilmek
için fazlasıyla tarihsel analize, sanatçı
ikonografisine ve teknik çözümlemeye
gereksinimimiz var. Hatta, giderek, kolaj düşüncesini avangard sanatçıların
üçüncü boyut arayışının kökeninde de
bulabileceğimizi düşünürsek daha fazlasına da… Ancak Modernizmle birlikte
25
sanatta meydana gelen dönüşümü ayırt
etmek için öncelikle şunu göz önünde
tutmak gerek: 20. yy. öncesinde sanat
“izlenilen”, “seyirlik”, “orada olan” ve
“ona bakılan” bir şeydi; oysa 20. yy. sonrasında imajın tarihte hiç olmadığı kadar büyümesi, onu Ortaçağ ve öncesindeki köklerine döndürerek gittikçe daha
çok “düşünülen” bir şeye yaklaştırdı.
Bunun anlamı şuydu: Aydınlamanın
baş tacı ettiği deneyci göz, görünür olanı anlamak için dünyayı öylesine zorladı ki artık görüntünün/ imajın/ imgenin
anayurdu yeniden tinsel bir boyuta taşındı. 20. yüzyılın büyük sanatçılarının
gizi de asıl olarak burada yatıyordu; bu
“büyücüler” plastik olanı tinsel olandan
elde ediyorlardı.
Üretim Bandında Seçme, Derleme ve
Kontur
İlk bakışta yadırgatıcı ve çelişkili görünse de kolaj, fotoğraf ve pentürün kesiştiği alanda oyununu oynar. Modernist yeniden doğumu itibariyle zorunlu
olarak fotoğrafla ilişkilendirdiğimiz kolaj fikri, fotoğrafta, ilk bakışta onda yokmuş gibi görünen bir yönün altını çizer:
Fotoğraf varolanın olduğu gibi alındığı
değil, seçilmiş görüntüdür. Fotoğrafın
sanat olup olmadığı konusunda sürüp
giden tartışmaların merkezinde yatan
söz konusu seçme edimini kolaj bir çırpıda görüp sahiplendiği için, fotoğraf
düşüncesine fotoğraftan daha şiddetle
sahip çıktığı bile öne sürülebilir. Belgenin ötesinde bir derleme ve ayırma
işidir fotoğraf. Doğru öğeleri doğru
biçimde birleştirme ve yanlış olanları
kompozisyondan ayıklamakla kurulur.
Bu anlamda kolaj, fotoğrafın başladığı
kurguyu en uca taşıyan medyayı temsil
eder. Ayıklama ve derleme olarak kolaj
bir üretim bandıdır. Fordist üretimle de
analojiler kurabileceğimiz bu bant üzerinde sanatçı, hızına deklanşörün bile
yetişemediği bir çabuklukla gereksin26
diği öğeleri yan yana getirir, onlardan
bir “yapı” kurar; sonra onu dağıtıp bir
başkasını yaratmak için kesintisiz bir
yapım sürecine girer.
Modern sanatın müthiş bir hızla görüntüler üreten mekanizmasının altında
kolajın parmağı vardır. Bunu en güçlü
hissedebileceğimiz yer “kontur”lardır.
Braque’ın peyzajlarında, Picasso’nun
analitik döneminden başlayarak neredeyse ömrünün sonuna değin yaptığı
bütün çalışmalarda, Matisse’in süslemeci tutumunun ardında baskın olan
hep bu “kontur” fikridir. Rönesans’tan
beri baş tacı edilen, boyanın içinde eriyerek sınır çizgilerini ortadan kaldırma
girişimi (Leonardo’nun sfumato’su) bu
sanatçılar tarafından kapı dışarı edilir.
Artık hiçbir şey “eriyerek kaybolmaz”.
Aksine keskin çizgilerle nesneler birbirinden ayırt edilir. Yan yana ve aynı
düzlemde bulunma fikri, zihinsel anlamda endüstri toplumunun eşitsiz gelişimiyle birlikte parçalandığından beri,
ressamın gözünde de eş düzlemdelik
yerini üst üste tabaklarda bir araya getirilmeye bırakır. Burada biz kez daha
Bergsoncu zamana gönderimde bulunulabilir. Ancak bu gönderimin doğru
anlaşılabilmesi için, kolajın söz aldığı
görünürlük, uzamın içinde dağıldığı
salt zamanda varolma şeklinde değil,
uzamın sonsuz bir zaman dilimini oluşturacak şeklide sürekli aynı kare içinde
birikmesi fikri olarak ele alınmalıdır.
Yan yana durmalarına karşın nesneler
hiçbir zaman aynı düzlemde bulunmazlar; çünkü onları o anda içinde bulundukları noktaya getiren süreç o kadar
karmaşık ve düşünümseldir ki, şeyler
yalnızca zihinsel olarak bir araya getirilebilirler. İşte bu siyah, belirgin kontur çizgileri, uzam içindeki birlikteliğin
keyfiliğini/ yapaylığını/ kurmacalığını
vurgular. Böylece kolajın kesmelerle
ve yapıştırmalarla işaret ettiği “kontur”
pentürün dokusuna girmiştir.
Bu noktada fotoğrafla pentür arasındaki
geçişlilik alanına gireriz. Görünürü kurmada iki farklı medya, kolajın yaratıcı
dokusunda bir araya gelirler: Modernist resim, fotoğraf aracılığıyla kendi
kendini yeniden kuran kolajın düşünsel
yamacında yaşam kazanmıştır. Zamanı manipüle etme tarzları birbirinden
tümüyle farklı olan fotoğraf ve resim,
kolajın varlık kazandığı o kısacık zaman
diliminde çakışırlar. Sadece “kontur”un
üretimi anlamında değildir bu çakışma, daha çok foto-imajların kesilip bir
başka kompozisyon içinde bir araya
getirilmesi fikri içinde gizlidir. Bu yeni
bir araya geliş, fotoğrafın “an”ını pentürün sonsuzuyla buluşturur. Başo’nun
haikularındaki gibi, bir “an”ın sonsuza
dek kendini tekrar etmesindeki büyülü
haldir bu. Sınır ihlalinden çok sınırda
yaşama biçimidir kolaj. Medya değişimini olduğu gibi, çağ değişimini ve
sıçrama ediminin kendisini ifade eder.
İmajı imaj olarak gördüğünü ve anlardan oluşan bu parçaları sonsuz içinde
yeniden kurmaya aday olduğunu ayan
beyan ifade ettiğinden, temsili yeniden
temsil etmiş olur ve temsiliyet oyununu ilk kez kendi dilinde sorunsallaştırır.
Kolaj uygulamalarındaki kökensel örneklere arkaik diyebilir miyiz, tartışmalı bir konu; ancak modernist kolajla
onun aynı olmadığı üzerinde uzlaşabileceğimizi sanıyorum. Benjamin’in
Baudelaire’den yola çıkarak ufkumuza
taşıdığı Pasajlar’ı düşünelim. Bu metinde modern olan, cam ve çeliğin yüzyılıyla ilişkilendirilmişti. Endüstriyeldi.
Aynen kolajın yansımayı ve kesmeyi
hesap etmesi gibi, modern olan “elden
geçmiş”, “işlenmiş”, “montajlanmış”
bir gerçekliğe aitti. Ölçü ve oran vardı
onda; ancak bu öyle bir ölçü ve orandı
ki, Platon’un uyum, orantı ve simetrisinden geriye hiçbir iz kalmayacak şekilde onu bozmuştu. İşlevsel bir dengeyi esas alan yeni kolaj için tipik örnek
Picasso’nun “sentetik dönem” yapıtlarıdır. Bu yapıtlarda güzel, bütünlük
arz etmez; kopmaların, yan yana gelişlerin, bir görüntüyü iten bir diğerinin
enerjisidir. Ölçü fikrini bildiğini söyleyen bir ölçüsüzlük, oranı hisseden bir
oransızlık gizlidir modernist kolajda.
Bu anlamdaki kolajın, kentle doğrudan
ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Birbirinin üstüne çıkan binalar, korkunç sesler çıkararak işleyen fabrikalar, büyük
ve vitrinli caddeler, araçlar, gazeteler,
afişler; camın yüzeyinde üst üste binen,
biriken, artık sembolik olarak hiçbir
şeye karşılık gelmediği halde ikonalar
gibi her yanı kaplayan imajların oluşturduğu yeni görünürlük aurasıyla ilgilidir. 20. yüzyılın alâmetifarikası, hem
yüzeyinde yansımayı tutan hem ardını
görünür kılan “cam” kolaja ruhunu verir. Bir geçirgenlik ve bir kırılma yüzeyidir o. Hem kapatmayı hem görünür
kılmayı aynı anda başarır. Cama bakan
yüz, camın ardındaki yüzle birleşir. 20.
yüzyılın kolajı, süslü vitrin camında
açılan bir araba kapısının, önce dik, gittikçe açı vererek ve sonunda tümüyle
ortadan kaybolan optikle yansıttığı eğri
büğrü bir caddedir.
“Kent”i anlamak “kolaj”ı anlamakla
aynı anlama gelir. Ondaki düzeni bulmak, onun konturlarını çizmek, yan
yana gelişlerin, birbirini itişlerin yeni
kanonu üzerine fikir yürütmek gerekir.
Günümüzde girişilmiş gecikmiş monderniteyi çözümleme çabalarına, sanat
adına, belki de, avangardın malzemesi
olarak gecikmiş kolajı değerlendirmeyi
de eklemek gerekecektir.
27
City: A Collage of Class, Intellect and Aesthetics
Collage is not accredited except as part
of basic art courses at fine art faculties,
though it is one of the building blocks of
modernism. Collages enter our universe of
interest at a draft level with photographs
cut and paste to form the background of
the picture. Even the artist himself/herself
does not value the works he/she had done,
let alone its purchase and sale. They are
eventually forgotten or are discarded.
However, when the background of collage
thought is examined, we notice that all
the elements we consider as constitutive of
20th century are hiding in collage. From
Ford’s serial production line to cubism,
the new view format offered by photography to reproduction of cinematic image in
mounting board, every critic fact is based
on the idea of collage.
The idea of collage manifests itself not
only for modernism, but also in all areas
of life as with the development of bourgeois thought. Being the carrier element of
modernism, city is by itself nourished from
the idea of collage. The transition from the
slowly passing time of the rural community to the chaotic and rapidly changing
perception of time, the erratic development
of experiences brings together many economic, political and cultural changes in
an eclectic manner. Evolution of economic
development controlled by aristocracy and
based on land sovereignty into bourgeois28
centered trade has led the emerging new
classes to live side by side. World’s Fair and
arcades that Walter Benjamin explained
are the examples of this juxtaposition.
Baudelaire’s dreary city with overlapping
social classes, though is class-segregated,
summarizes this new social structure. City
is a canvas of overlapping complex images.
The sunrise of romantics is the dawn of
this new class formation. The restless public places which impressionists try to freeze
are, in an aesthetic sense, the constituent
element of modernism. What cubists try to
analyze by partitioning, which futurists
try to catch the speed of, and what Dadaists
has identified with can be considered as the
trial ways of handling the new emerging
intellectual content with different forms.
In all this process, from Neo-Classical
eclecticism to 1960s new-avent-garde, we
can read the continuous idea of bringing
together differences in a composition. Collage, this new composition arrangement
focusing on action instead of balance, is
the name for the new form visibility.
Bounce From Vision to Visibility: Modern Collage
The idea of collage requires folding of visibility over and over. The nature of visibility works in opposite direction with the
image. Image has a tendency to carry the
viewer to a point, in a rush, to the represen-
tation of a currently occurring moment.
With this aspect, image’s escape from its
representation content is considered to be
impossible. Visibility also cannot be considered independent from the occurrence
itself. In fact, what finds expression in
“occurrence” should be corrected with a
kind of intuitive thinking in a Bergsonian
sense since thinking here will be positioned
against “occurrence” in favor of “actuality”. Hence, visibility belongs to the first
occurring. Then, if is able to go, visibility
approaches to a compulsory stop where it
will wait for a temporary time. Collage is
a thought belonging to this era in which
visibility is no longer able to tell anything
by itself, and occurrence, due to its uninterruptedness and pace, has to load itself
to the image to strengthen its fairly controversial position. Collage is about giving deliberately its own reflection to the mirror,
about repetition, about re-construction.
If what is encountered with collage is seen
as, in a simple sense, overlapping of images, then in a “modern” sense, it means
that we have not understood what exactly
collage, in its state that has undergone
modernism teaching, is. What is overlapping in collage is not the image, but the
visibility itself. Though collage practices
that are traced back to the ancient periods
and some examples from Japanese painting art are mentioned frequently. Yet, still,
there are deep discrepancy between collage
as we understand it today and those applications. Firstly, before 18th century, collage was applied as a decorative element,
in an even stronger way, to finish a work by
completing the missing or to make it more
real. However, with industrial revolution,
the change in forms of information and
the rapidly increasing number of images
has lead to a chaotic situation. In an era of
coal and iron, the world has brought about
a corruption in the concepts and speed and
distance. In a way, it can also be called a
new vision necessitated for the artist’s retina due to straining of optic by the air full
of smoke depicted by Monet in Gare St.
Lazare. The new speed that was produced
by technology and life as a whole in 19th
century will come up as the most important factor for the overlapping of images.
“Visibility”, whose meaning was obvious
in the past, starts to hide behind an ambivalence cloud, especially with the emergence
of photograph. Image, that passes in an
unstoppable manner in the moment and
gives us an instant mental image of reality during its formation, loses something
from its authenticity due to such extent
made possible for its being stopped and repeated. Hence, the gap between “visibility”
and “view” starts to increase; from now on,
“image” is just one of the possible copies of
reality. Now, to re-establish its reality in
a new way will be one of the top priority
tasks of art.
What has Braque and Picasso seen in the
overlapping images? Why were Matisse’s
latest works evoking child drafts made up
of hand-made papers? Why did the collages of Schwitters, Hans Arp, and Rauschenberg exist, what they were conveying, were
they inevitable? In order to answer these
questions, we need more historical analysis, artist iconographies and technical
analysis. In fact, increasingly, if we think
we can find the idea of collage at the core
of avant-garde artists’ quest for the third
dimension, we need even more… however,
in order to discern the transformation that
took place in art along with modernism,
we first need to bear in mind that prior
to 20th century, art was something which
was “watched”, “spectacle”, “already there”
and “looked at”. Whereas after 20th century, image was drawn near something
increasingly more to be “thought of” as its
growth in history ever lead imag return to
its roots in Middle Ages and before. What
is meant here is that the experimenter eye
of Enlightenment has pushed the world so
hard to understand what is visible that the
homeland of image now was moved to a
spiritual dimension again. The secret of
29
the 20th century artists was actually underlied by that; those “magicians” obtaining the plastic from the spiritual.
Selection, Compilation and Contour in
the Production Line
Collage, though it may seem strange and
contradictory, plays its game at the intersection area of photograph and peinture
(paint). The idea of collage, which we related to photography imperatively with its rebirth with modernity, highlights an aspect
that seems to be non-existing in it at first
glance: Photograph is a selected image, not
an image that the actual was taken as it is.
Because collage owns such act of choosing,
which lies at the heart of ongoing discussions regarding whether photography is
art, as it sees it at a sweep, collage can even
be claimed to be a more passionate owner
of the photography thought. Beyond documentation, photography is a work of compilation and assortment. It is established by
combining the right elements properly and
eliminating the wrong ones. In this sense,
collage represents the media that takes the
mounting photograph had started to the
very edge. Collage is a production line as
a selection and compilation. In this line,
which analogies can be made with Fordist production, the artist brings together
the elements he/she needs with a speed that
even a camera shutter cannot reach, builds
a “structure” with them; then enters into a
continuous production process as he/she
demounts it to create another.
Collage underlies the mechanism by which
modern art produces images at a fantastic speed. “Contours” are the places which
we can feel this the most powerful. In
Braques’s landscapes, Picasso’s all works
he did starting from his analytic period almost until the end of his life and Matisse’s
decorative attitude are dominantly underlied by this “contour” idea. The attempt to
eliminate the border lines by melting them
30
in paint (Leonardo’s sfumato), which is
hold preciously since the Renaissance, is
discarded by these artists. Nothing “disappears via melting” now. Rather, objects are
distinguished from each other with sharp
lines. The idea of being side by side at the
same plane (same planeness), since its falling to pieces with the unequal development
of industrial society, in a mental sense,
leaves its place to combination of overlapping plates on top of each other in the
eyes of an artist. Here again a reference to
Bergsonian time can be made. However, in
order for such reference to be understood
clearly, the visibility of collage should not
be considered in its form of existence only
in time of its dispersion to the outer space;
but should be regarded as the idea of accumulation of visibility in the same frame
so as to form an infinite time period of
outer space. Although the objects are next
to each other, they are never on the same
place. This is because the process which
brought them to the point they are in at
that very moment is so complex and intellectual that the things can only be brought
together mentally. And it is these black,
marked contour lines that emphasize the
arbitrariness / artificiality / fictionality of
unity in space. Thus, “contour” has entered
into the pattern of pentour which collage
implies with cuts and pastes.
At this point, we get into the transition
area between photograph and pentour.
When mounting the visible, the two mediums come together at collage’s creative
pattern: modernist painting has gained
life near the intellectual side of collage
which remounts itself via photography.
Photograph and painting, with completely
different styles of manipulating time, intersect in that very short period of time
when collage gains its existence. This intersection is only in terms of “contour”
production; it is more hidden under the
idea of bringing together photo-images cut
in another composition. This new composition leads photograph’s “moment” to meet
the continuity of pentour. Like in haikus of
Baso, it is the magical state in “moment’s
eternal repetition of itself. Collage is more
like a way of living in boundaries rather
than violation of boundaries. It expresses
the media exchange as well as era change
and the act of bouncing itself. Because collage declared that it treats image as an image and that is a candidate for rearranging these parts made up from moments
in infinity, collage comes to represent the
representation again and problematizes
the game of representation in its own language for the first time.
Whether the original examples in collage
applications are archaic is a debatable
topic; but I think that we can agree on their
difference from modernist collage. Let’s
consider Benjamin’s Passages based on
Baudelaire. In this text, the modern was associated with the century of glass and steel.
It was industrial. Like collage accounting
for reflecting and cutting, the modern belonged to a reality that was “handed”,
“processed” and “mounted”. There were
measure and ratio; such that Platon’s
harmony, ratio and symmetry were broken down in a way that leaves no trace of
them. A typical example of a new collage
that predicates on a functional balance
is Picasso’s works of “synthetic period”.
In these works, beautiful does not require
a unity; beauty is the energy of ruptures,
of juxtapositions, and of the other impelling an image. An unmeasuredness telling
that it knows the idea of measure and a
disproportionality that feels proportion is
hidden under modernist collage. Collage in
this sense can be said to be directly related
to the city. It is about buildings that go on
top of each other, factories that work that
produce horrible voices, big streets with
shop windows, vehicles, newspapers, posters; overlapping and accumulating on surface of the window, it is about the new visibility aura formed by images that spread
over everywhere like icons though they do
not correspond to anything symbolically.
“Glass”, the distinctive feature of the 20th
century, that both keeps the reflection on
its surface and makes its underneath visible, gives collage its spirit. It is surface of
permeability and fracture. It both achieves
closure and visibility at the same time. The
face looking at glass merges with the face
behind. Collage of 20th century is a rough
street that is reflected by the door of a car
opened in front of the decorative glass of a
shop window with an optic first of a steep
angle, then which gradually disappears as
the angle is given.
Understanding the “city” means the same
as understanding “collage”. It requires
finding the layout, drawing its contours,
and, guessing on the new cannon of juxtapositions and pushes on each other. Today,
perhaps, evaluation of the late collage as
a material of avant-garde, for art, is to be
added to efforts to analyze the embarked
late modernity
31
BORA ERDAĞI
Modernlik: Hem Cennet Hem Cinnet
I. Modernlik “evrensel bir yanlış anlama” olarak tanımlanır.1 Yanlış anlama
bir anlamadır ama evrensel nitelik taşımaz. Evrensel olan her yerde ve her
daim geçerliliği tutarlı olarak kabul görendir, en azından belirli bir kozmoloji anlayışına denk gelir. Evrensel olan
hem bütündür hem de parçayı imkânlı
kılacak meşruluk zeminini kurar. Yanlış
tam da bu yüzden, evrensel nitelik taşıyamaz. Gel gör ki modernlik yine de
evrensel bir yanlış anlama ile kaimdir.
O halde modernlik anlaşmasız bir anlaşma, hakikatsiz bir hakikat, doğrusuz
bir doğru, bütünsüz bir bütün, düzensiz
bir düzen, nesnesiz bir nesne, içeriksiz
bir içerik, dolayımsız dolayım veya tam
tersi anlaşmalı bir anlaşmasızlık, hakikatli bir hakikatsizlik vb. olma çabasıdır. Bir başka ifade ile evrensel yanlış
anlama, yaşanılan zamanın ruhunu
“mış gibi” teşkil eder. Bu yüzden modern uygarlıkta cennet ile cinnet epistemolojik bir halüsinasyonken kent ve
doğa arasındaki ayrım epidemik bir
tehdittir.
II.
Modern
insan
“yüzsüz”dür.2
“Yüzsüzlük” modern insanın erdemidir.
Yüzsüz insanların yüzleri olsun diye
mücadele ettiği alanın adıdır, modernlik. Bu mücadelenin hapsolduğu zaman
ve mekân ise modernitedir. Modernite
(bayındırlık işlemi=savaş alanı) modern
insana ölçülebilir yalanların gerçekli32
ğini yeniden inşa etme ve düzenleme
imkânı verir. Modernite bir bireyleşme
çabası olarak kapitalizmin yinelenmeleri ile iç içe geçer: Böylece ateşi, tutkuyu, dolayımları, gölgeleri, yaratmaları,
inkârları sağlayan modernleşme, süreklilik ve güç veren kapitalizmin boyunduruğunda gelişmeye başlar. Öyle
ki kapitalist dünya normallere delileri,
hastaları ve suçluları verimlice birbirine katarak birlikte dans ettirmenin
yolunu açar, köksüz bir kökleşmeyi gerçekleştirir. Böylece insanın modernleşmesi kitlesel deliliği edinmesi ile kalıcılaşma sanrısına kapılır.
III. Gerçek ile fantezi arasındaki ufuksuzluk moderne değil, modern olmayana aittir.3 Çünkü modernite için yalanlar ve
doğrular aynı soyun gerçekleri olarak
üretilirler. Modern insan üreterek bireyleşeceğini sanır ve bireyleştikçe bütünselliğini kuracağını düşünür. Çünkü
bütünlük, modern insanı aklının edimlerine, entelektüalizmine dayandırarak
ayaklarının üzerinde durmaya zorlar.
Bu yüzden modernleşme bastırma ve
patlatma ideolojilerini öne çıkarır. Modern insan bastırdıkça ve unuttukça hafızasını ve bütünlüğünü koruyacağını,
patlattıkça ve yıktıkça kopuşa ve başlangıca döneceğini düşünür.
IV. Yüz değişimin dayanağıdır.4 Dayanağın bollaşması imkânın azalmasına
şansın artmasına yol açar. Fakat şans
terbiye edilmedikçe değişim imkânsız
olur. Kontrol edil(e)meyen süreçler,
yaşam hususunda modernin sadakatsizliğini besler. Değişim imkânsızsa
modern insan ya groteskleşir ya da metalaşır. Burada düşünülmesi gereken
yegâne şey hatırlamadır. O olmaksızın,
yaşam moda olarak yalnızca pazarın
gerçekleri içinde varolur ve hiç kimse
bu durumdan azade değildir. Modernite tam da bu yüzden azade olunamayan
ağların bütünlüğüdür.
V. Modern insan azı değil fazlası olan
insandır.5 Kendini kendi yapan insan,
köklerini kendi icat eden insan, başkasına kendinden giden insan, varoluşu
kendi gerekçelendiren insan, sanatını
tek gerçek gören insan, kapısını kendi
yapmayan ama kendi yapmış gibi düşünen insan, korkusuna anlam yüklemeyen insan, varolana yüklediği bütün
anlamları yeniden başka türlü yükleyebilecek insan soyut (modern) insandır.
Bunlar, modern insanın somutlaştırma
arzusunun, bastırma ve patlatma içgüdüsünün, yücelik ve pespayelik itkisinin kendisidir. Kendisi olmakla bunlar
hem modernitenin, hem de modernleşmenin anlaşılabilir ve görülebilir olmasını sağlar.
VI.
Modernlik
cennetin
yeryüzü
imkânıdır.6 İmkân şansın terbiye edildiği yerde gerçek değerini kazanır. Şansın terbiye edilmesi ölçülerin dengesini
hayatın üretilmesine ve yinelenmesine adayan bir çıplaklık arzusu çağına
ayarlamaktır. Bu da modernliğin hem
cehennemidir hem cenneti hem de
cinneti. Karanlığın körlüğü yaşandı ve
çağrısı metafiziksel bir ses ile doluydu,
modernlik aydınlığın körlüğünün çağrısıdır ve bu ses ilk kez tarihsel ve toplumsal niteliklidir. Bu yüzden yeryüzü
toptan cennet olmaya değil cennet ya-
pılmaya adaydır, aksi takdirde “kent cehennem doğa da cennet” kalamaz.
Kaynaklar: Charles Baudelaire, Özden Günlükler, çev. Erdoğan Alkan, (İstanbul: Artshop, 2006). Charles Baudelaire, Paris Kasveti,
çev. Hasan Anamur& Beki Haleva, (İstanbul: Kırmızı Yayınları,
2008). Charles Baudelaire, Elem Çiçekleri, çev. Vasfi Mahir Kocatürk, İstanbul: Buluş Yayınevi, Tarihsiz.
1 XLII- Soyunmuş Yüreğim: “Dünya, ancak yanlış anlamalarla
ayakta duruyor./ - İnsanlar birbirleriyle evrensel yanlış anlama
sonucu uzlaşıyor./ - Zira eskaza birbirlerini anlasalardı asla uzlaşamazlardı./ Zeki insan, kimselerle uzlaşamayan insan, aptalların
sözlerini ve kötü betikler okumayı sevmeye çalışmalıdır. Onlardan, yorgunluğuna fazlasıyla değecek acı kıvançlar sağlar.” Charles Baudelaire, Özden Günlükler, çev. Erdoğan Alkan, (İstanbul:
Artshop, 2006), pr. 76.
2 XX- Maske: “Ah, sanata küfür! Ah, uğursuz şaşırtıcı şey!/ İlâhi
vücutlu kadın, saadet vadederken,/ Yukarısı bitiyor iki başlı canavar halinde!..// Fakat hayır! Bu sadece maske, aldatıcı bir dekor;/
Nefis bir dudak bükme ile aydınlanan çehre,/ Bak, işte, acı bir
şekilde büzülmüş,/ Asıl baş ve sahici yüz/ Yalan söyliyen yüzün
öbür tarafında./ Zavallı büyük güzellik! Muhteşem ırmağı/ Senin
gözyaşlarının, benim endişeli kalbime/ Mest ediyor beni senin
yalanın ve ruhum içiyor kana kana;/ Istırabın senin gözlerinden
fışkırttığı suları!..// Fakat niçin ağlıyor? O mükemmel güzellik ki/
İnsan cinsini ayağına düşürebilir mağlûp bir halde,/ Hangi esrarlı
ıstırap kemiriyor atlet böğrünü?..// Ağlıyor, akılsız, yaşadı diye!/
ve yaşıyor diye! Fakat üzüldüğü şey/ Bilhassa, onu dizlerine kadar titreten,/ Şu ki yarın, heyhat! Gene yaşamak lâzım gelecek!/
Yarın, ertesi gün ve daima!.. bizim gibi!” Charles Baudelaire, Elem
Çiçekleri, çev. Vasfi Mahir Kocatürk, (İstanbul: Buluş Yayınevi,
Tarihsiz), 47.
3 IX- Talihsiz Camcı: “Arkadaşlarımdan biri, gelmiş geçmiş en
zararsız hayalperest, bir gün bir ormanı ateşe vermiş, söylediğine
göre, ormanın dendiği gibi kolayca tutuşup tutuşmadığını görmek
içinmiş. On kez denemiş tutuşmamış; ama on birincide sonuç
umduğundan da başarılı olmuş… [S]ıkıntıdan ve hayal gücünden
fışkıran bir tür erktir bu; bu erki hiç ummadıkları bir anda içlerinde hissedenler, dediğim gibi, genelde insanların en uyuşukları,
en hayalperest olanlarıdır.” Baudelaire, Paris Kasveti, çev. Hasan
Anamur& Beki Haleva, (İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2008), 115.
4 XVIII- Yolculuğa Davet: “Bu hazineler, bu eşyalar, bu lüks, bu
düzen, bu parfümler, bu mucize çiçekler, hepsi sensin. Bu büyük
nehirler, bu dingin kanallar da yine sen. Sularında taşıdıkları
zenginlik yüklü bu kocaman gemilerden yükselen tekdüze
manevra şarkıları benim düşüncelerimdir, senin göğsünde uyuyan ya da orada dönüp dolaşan düşüncelerim. Usulca Sonsuzluk
olan denize taşıyorsun sen onları, gökyüzünün derinliklerini
ruhunun berraklığına yansıtarak –ve ölü dalgalardan yorgun,
Doğunun ürünleriyle dopdolu, doğdukları limana geri döndüklerinde de, yine benim düşüncelerimdir onlar, Sonsuzluktan sana
zenginleşmiş olarak dönen.” Baudelaire, Paris Kasveti, 171.
5 CXXVIII- Hatırlatıcı: “İnsan adına lâyık her insanın/ Kalbinde
bir sarı yılan vardır,/ Yerleşmiş, bir taht üzerinde oturur gibi,/
İnsan „istiyorum!dese cevap verir: „Hayır!// Gözlerini daldır sabit
gözlerine/ Kadın satirlerin veya Nikslerin/ Onun dişi der: „Vazifeni
düşün!// Çocuk yap, ağaç dik,/ Mısrağ işle, mermer yont,/ Diş der:
„Sağ mısın bu akşam?// Ne tasarlar, ne ümit ederse etsin,/ Bir an
geçirmez insan/ İhtarına uğramadan/ O çekilmez yüreğin.” Baudelaire, Elem Çiçekleri, 226.
6 XXVIII- Sahte Para: “Gözlerinin içine baktım ve onların
yapmacıksız bir saflıkla parıldadıklarını görerek dehşete düştüm.
Hem iyilikseverlik, hem de kârlı bir iş yapmak istemiş olduğunu
gördüm açıkça; kırk para kazanırken Tanrının kalbini de kazanmak istemek; Cennete en ucuz yoldan gidebilmek; sonuçta da
avantadan bir iyiliksever adam belgesi almak. Biraz önce, onda
sezinlediğim haz düşkünlüğü yüzünden bağışlayabilirdim onu;
yoksulları kandırarak eğlenmesi ilginç, garip bulabilirdim, ama
yaptığı aptalca hesabı hiçbir zaman bağışlamayacağım. Kimse
hiçbir zaman bağışlanamaz kötü olduğu için, ancak insanın
kötü olduğunu bilmesinin de bir erdemi vardır; kusurların en
onarılmazıysa aptallık yüzünden yapılan kötülüktür.” Charles
Baudelaire, Paris Kasveti, 235.
33
Modernity: The Heaven And The Mania
I. Modernity is described as a “universal
misunderstanding”1. Misunderstanding is
an understanding in any case, but it’s not
necessarily universal. Universal is what
is accepted in every place and every time,
coherently. It refers to a certain cosmological conception, at least. Universal is both
a whole and it constitutes the grounds on
which the particulars are possible. That’s
exactly why “the error” cannot be universal. Nevertheless, being modern exists with
a universal misunderstanding. Therefore,
being modern is the struggle for an agreement without an agreement, a truth without a truth, a whole without a unity, an
order without an order, an object without
an object, content without a content and
an immediate mediacy. It’s also the struggle for a disagreement with an agreement
or truthlessness with a truth. To put it another way, the universal misunderstanding
pretends to be the lived zeitgeist. For that
reason, in the modern civilization, heaven
and the mania are epistemological hallucinations while the difference between the
city and the nature is an epidemic threat.
II. The modern man is “faceless”2. “Facelessness” is the virtue of the modern man.
Being modern is where faceless people fight
over faces. Modernity is the space and the
time where this fight is trapped in. Modernity (Development = Battle Field) gives
modern man the opportunity to rebuild
34
the reality of measurable lies. Modernity,
being the struggle to become an individual,
intertwines with the repetitions of capitalism. Modernization gives way to the fire,
the passion, the mediation, shadows, the
creation, and the denial. Thus, it starts developing at the hands of capitalism which
grants stability and power. The capitalist
world blends the normals together with the
lunatics and the sick with the guilty so exuberantly, making them dance all together.
It performs rooting without roots. Thereby,
stability is an illusion for the modernization of man as it embraces mass-lunacy.
III. The lack of comprehension between the
reality and the fantasy doesn’t belong to
the modern; it belongs to the non-modern3
. That’s because, for modernity, the truths
and the lies are produced as the realities of
the same breed. . The modern man thinks
that he can be an individual if he produces;
and thinks that he can become a whole if
he becomes an individual. It’s because the
wholeness judges the modern man from the
actions of his mind and his intellectualism.
It forces the modern man to stand on his
own feet. For that reason, modernity puts
forward suppression and explosion ideologies. The modern man supposes that, if he
suppresses and forgets, he will be able to
maintain his memory and integrity; if he
explodes and destroys, he will go back to
the disengagement and the beginning.
IV. Face is the basis for the change.4 The
abundance of the basis causes possibilities
to decrease but chances to increase. The
change, however, is impossible if the chance
is not disciplined. The uncontrolled/uncontrollable processes feed the modernity’s disloyalty towards life. If the change is impossible, then the modern man either becomes
grotesque or a commodity. Recollection is
what should be our concern here. Without
it, life, being a trend, can only exist in the
reality of the market and no one’s safe
from it. That’s exactly why the modernity
is the totality of these webs that no one can
be safe from.
V. The modern man doesn’t lack anything
but has plenty of everything.5 The man
who has made himself, reaches himself
through the others, justifies his own existence by himself, sees his art as unique,
didn’t make his own door but thinks that
he did it, gives no meaning to his fears is
the modern(abstract) man that can give
meaning to the existence in a different way
than before. This is the modern man’s desire to concretize, his instinct to suppress
and explode and his urge to elevate and
vulgarize himself. This enables modernity
to be clear and understandable.
VI. Being modern is the possibility of heaven on earth.6 The possibility gains its true
value where the chance is disciplined. The
disciplining of the chance is to adjust the
balance of the scales in accordance to an
age of the desire of nudity which devotes
itself to producing and repeating of life.
This is both the heaven and the hell of modernity. We have been blind in the dark, we
have heard its call - the sound was metaphysical. Modernity is the call of blindness
of the light and for the first time, the sound
is historical and social. For that reason, the
world is not a candidate to be a heaven but
it waits to be “turned into” a heaven. Otherwise, it won’t be possible for the city to be
the hell or the nature to be the heaven.
References:
•Charles Baudelaire, Özden Günlükler, çev. Erdoğan Alkan (
İstanbul, Artshop, 2006)
•Charles Baudelaire, Les Fleurs du Mal, translated by: Richard
Howard (New Hampshire, David R. Godine, 1982)
•Charles Baudelaire, Paris Spleen, translated by Raymond N. MacKenzie (Indiana, Hackett Publishing Company, 2008)
1 XLII- Soyunmuş Yüreğim: “Dünya, ancak yanlış anlamalarla
ayakta duruyor./ - İnsanlar birbirleriyle evrensel yanlış anlama sonucu uzlaşıyor./ - Zira eskaza birbirlerini anlasalardı
asla uzlaşamazlardı./ Zeki insan, kimselerle uzlaşamayan insan,
aptalların sözlerini ve kötü betikler okumayı sevmeye çalışmalıdır.
Onlardan, yorgunluğuna fazlasıyla değecek acı kıvançlar sağlar.”
Charles Baudelaire, Özden Günlükler, çev. Erdoğan Alkan,
(İstanbul: Artshop, 2006), pr. 76.
2The Mask: “What blasphemy of art is this! Upon/ a body made to
offer every bliss/ Appear ... two heads! Some kind of monster? / No
one is merely a mask - a grinning cheat/ This smile articulated so
cunningly! / Look there: contorted in her misery, / The actual head,
the woman’s countenance/ Lost in the shadow of the lying mask… /
Pathos of true beauty! the bright tears/ Trickle into my astonished
heart; / your lie intoxicates me, and my soul/ slakes its passion in
your brimming eyes! / - Why is she weeping? Surely such a face/
Would put all mankind, vanquished, at her feet!/ What secret evil
feeds on her firm flesh? / - She weeps, you fool, for having lived’
and for/ Living - yet what she laments the most, / What makes her
body tremble head to toe, / Is that tomorrow she will have to live,
/ And all tomorrows after -like ourselves!” Charles Baudelaire, Les
Fleurs du Mal, translated by: Richard Howard (New Hampshire,
David R. Godine, 1982)
3 The Bad Glazier: “One of my friends, the most inoffensive dreamer who ever lived, set fire to a forest once in order to see, he said,
if fire spread as rapidly as people said it did. Ten times in a row,
it didn’t; but the eleventh time, it worked all too well… This is the
kind of energy that springs out of boredom and daydreaming; and
those in whom it manifests itself so unexpectedly are in general,
as I’ve said, the most indolent and dreamiest of beings.” Charles
Baudelaire, Paris Spleen, translated by: Raymond N. MacKenzie
(Indiana, Hackett Publishing Company, 2008)
4 Invitation to the Voyage: “These treasures, this furniture, this
luxury, this order, these perfumes, these miraculous flowers, they
are you. And they are you, these great streams and these tranquil
canals. These enormous vessels carried by the waters, all laden
with riches, with the chant-like songs rising from the rigging,
they are my thoughts as they sleep or ride on your breast. You conduct them gently toward the ocean that is Infinity, while reflecting
the depths of the sky in the clarity of your beautiful soul—and
when they grow fatigued by the swell, and are gorged with the
fruits of the Orient, and return to their native port, they will be
still my thoughts, enriched, and returning from the Infinite toward
you.” Charles Baudelaire, Paris Spleen, translated by: Raymond N.
MacKenzie (Indiana, Hackett Publishing Company, 2008)
5 CXXVIII- Hatırlatıcı: “İnsan adına lâyık her insanın/ Kalbinde
bir sarı yılan vardır,/ Yerleşmiş, bir taht üzerinde oturur gibi,/
İnsan „istiyorum!dese cevap verir: „Hayır!// Gözlerini daldır sabit
gözlerine/ Kadın satirlerin veya Nikslerin/ Onun dişi der: „Vazifeni
düşün!// Çocuk yap, ağaç dik,/ Mısrağ işle, mermer yont,/ Diş der:
„Sağ mısın bu akşam?// Ne tasarlar, ne ümit ederse etsin,/ Bir an
geçirmez insan/ İhtarına uğramadan/ O çekilmez yüreğin.” Baudelaire, Elem Çiçekleri, 226.
6 Counterfeit Money: “I looked him straight in the eyes, and I was
appalled to see those eyes bright with unquestionable candor. I
now saw clearly that what he had intended was to do a piece of
charity and at the same time to make a sort of bargain; to win both
forty sous and the heart of God; to get himself into paradise thriftily; and, finally, to acquire, gratis, the status of a charitable man. I
could almost have pardoned that criminal pleasure that I had just
now assumed him capable of; I would have found it curious, peculiar, that he amused himself by compromising poor people; but
I could never pardon the ineptitude of his calculations. It is never
excusable to be wicked, but there is some merit in knowing that
one is; and the most unredeemable vice is to do evil through stupidity.” Charles Baudelaire, Paris Spleen, translated by Raymond
N. MacKenzie (Indiana, Hackett Publishing Company, 2008)
35
CÂNÂ BİLSEL
Kent ve Doğa İkileminden Kent-Doğa Bütünleşmesine
I
“Doğa cennetse, kent cehennemdir.”
19. yüzyıl ortalarının Paris’inde yaşamış ve yazmış olan Charles Baudelaire, içinde yaşadığı zaman ve mekânın
tanıklığını yapmıştır. Endüstri devrimi
sonrasında Avrupa kentinin alt üst olduğu, buhar makinesiyle çalışan ulaşım
araçlarının yaygınlaşmasıyla “zamanmekân sıkışması”nın1 ortaya çıktığı,
kentin nüfusunun kırdan göç hareketiyle katlandığı tümüyle yeni bir çağdır bu. Kötülük Çiçekleri’nin şairi, büyük kentin baş döndüren hengâmesine,
temposu ve karmaşasına hayrandır.
Ona göre zamanın ruhunu yansıtan,
ele avuca sığmayan modernite işte tam
da budur; modern sanat bunları resmetmelidir.2 Döneminin sanatçılarını
kentin günlük yaşamının bu karmaşasını, dinamizmini yansıtan, karşıtlığın
hâkim olduğu, çok renkli, canlı tablolar (tableaux vivants) yapmaya davet
eder. Baudelaire doğaya da modernin
penceresinden bakar. Ona göre doğa da
durağan değil, dinamiktir ve tüm canlılığıyla resmedilmelidir. Fontaineblau
Ormanı’nı konu alan çağdaşı ressamların resimlerinde doğanın dinamizmini,
değişen renklerin ve onlarla bütünleşen
biçimlerin kontrastında arar.
Oysa Baudelaire’den neredeyse yüz yıl
önce Aydınlanma yüzyılında yaşamış
olan Jean-Jacques Rousseau için büyük
36
kent kötülüklerin ve ahlâki çöküntünün kaynağıdır. O, küçük kentte daha
az hareket ve etkinlik olmakla birlikte,
genel geçer modellerin taklitçiliği yerine, özgünlük ve yaratıcılığın bulunduğunu savunur; çünkü insan ruhu,
bayağı fikirlerle boğulmadan, yalnızlığın sükûnetinde daha iyi gelişebilir.3
Rousseau, insan doğasının özünde iyi
olduğuna inanır. Çocukluğunda insan
masumdur; toplumsal yaşam içerisinde
zamanla başkalarıyla ilişki kurmayı ve
sosyalleşmeyi öğrenir, erdemli bir kişi
olabileceği gibi, kötü bir kişi de olabilir.
Émile adlı eserinde yazar, çocuğun eğitiminde doğal ortamın önemini ortaya
koyarken aynı zamanda büyük kent karşıtlığını gerekçeleriyle savunur.4
Büyük kente karşı kuşkucu olan yalnızca Rousseau değildir. Modernitenin en
incelikli eleştirisini yapmış olan Friedrich Nietzsche de şöyle seslenir:
“Ey Zerdüşt işte büyük kent: orada bulabileceğin hiçbir şey yok, ama her şeyini kaybedebilirsin. […] Burası yalnız
insanın düşünceleri için bir cehennem:
burada yüce düşünceler canlı canlı kaynar suya atılır ve küçük parçalara ayrılır. Burada bütün yüce duygular çürür:
sadece küçük duygular kaynana zırıltısının kuru gürültüsüyle tıngırdama
hakkına sahiptir!”5
II
Kentin doğaya karşıt bir olgu olarak
kavramsallaştırılması çok eskilere gider. Kentler sur duvarlarıyla kendilerini
yalnız başka toplumlara kaşı değil, doğadan gelebilecek tehlikelere karşı da
koruyarak kentliler için korunaklı alanlar oluşturmuşlardır. Ortaçağ gravürleri bu karşıtlığı yansıtır. Doğa insanda
yüce duygular uyandıran bir güzelliğe
sahiptir, ama bilinmezliklerle dolu ve
ürkütücüdür; insan yapısı kent ise korunaklı ve güvenlidir.
Kent-doğa ikilemi, kent-kır ikilemi olarak da sıklıkla karşımıza çıkar. Oysa
kent ve kır birlikte bir bütün oluşturur.
Eski Çağ Yunan polisi köy topluluklarının bir araya gelmesinden (synoikismos) oluşmuş bir siyasi birliktir. Bu
birliğin merkezini oluşturan kent sur
duvarları ve yapılaşmasıyla onu çevreleyen kırsal alandan ayrılmakla birlikte,
kent-devletinin kendi kendine yetebilmesini sağlayan bu köy topluluklarının
topraklarıdır. Lewis Mumford Kentlerin
Kültürü adlı eserinde, endüstri öncesi
kentlerinin onları çevreleyen topraklarla birlikte bir bütün oluşturduğu
üzerinde durur ve kentlerin çevresinde onların organik atıklarıyla beslenen
ekosistemler olduğuna dikkat çeker.6
Öte yandan tarih boyunca her kent bir
ölçüde doğayı tüketerek var olmuştur.
Bir toprak parçası üzerinde kurulur,
ekilebilir araziler üzerinde genişler,
çevresindeki su kaynaklarını kullanır,
yetmezse daha uzaklardan su getirir,
çevresindeki toprakların tarım ürünlerini tüketerek varlığını sürdürür, madenleri çıkarır ve işler… Eski Çağ’da dahi
kentler yakın çevrelerinin kaynaklarıyla yetinmemişler, ticaret etkinliği ve
yolların gelişmesiyle uzak yörelerden
gelen ürünlerin de tüketicisi olmuşlardır. Ancak endüstri devrimi sonrasında, buharlı gemiler ve demiryollarının
yaygınlaşmasıyla bu ticaretin boyutları
çok büyümüş, endüstrileşmiş ülkelerin
dünyanın geri kalanını sömürgeleştirmesiyle doğal kaynaklar da hızla sömürülmeye başlanmıştır. Kentler doğanın
sömürülmesi sonucu ortaya çıkan zenginliğin merkezleridirler.
Bu dönemde endüstrileşen ülkelerin
kentleri, kırsal alandan göçen nüfusla
hızla büyümüşler, endüstri odaklarının
çevresinde yaygın kentsel kümelenmelerle yayılmışlardır. 19. Yüzyıl’da
Batı’da yaşanan bu süreç “dünyanın
kentleşmesi” sürecinin başlangıcı sayılabilir. Baudelaire işte Endüstri
Çağı’nın teknoloji devriminin kentin
yerleşik düzenini alt üst ettiği, kırdan
kente kalabalıkların yığıldığı Batı’nın
büyük kentlerinin önceden görülmemiş
olan bu başkalaşımına tanık olmuştur.
III
Bugün, insanlığın geldiği ve endüstri-sonrası olarak adlandırılan aşamada
artık küresel bir kentleşmeden söz edilmekte. Dünya nüfusunun yarısı –2007
verilerine göre 6.7 milyar olan dünya
nüfusunun, 3,3 milyarı- artık kentlerde yaşıyor. 2050 yılına gelindiğinde bu
oranın yüzde yetmişleri bulacağı tahmin ediliyor. Nüfusu on milyonun üzerindeki megapollerin sayısındaki hızlı
artış özellikle dikkate değer: 1950’de
bu büyüklükte iki büyük kent bulunurken, 2007 yılında bunların sayısı 19’u
bulmuş durumda.7 Son dönemde hızlı
büyüme gösteren megapollerin gelişmekte olan ülkelerde konumlanması
ise özellikle dikkate değer.
Bütün hızıyla tüm dünyayı etkisi altına
almış olan bu kentleşme sürecinin başlıca nedeni, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde tarım teknolojisinde ve organizasyonunda yaratılan dönüşümler
ve bunun sonucunda işsiz kalan dünya
köylülerinin kitleler halinde kentlere
yığılması.8 Bu yığılma sonucunda göç
37
alan kentlerin büyük çoğunluğu bu insanların barınma, iş ve hatta aş gibi en
temel gereksinimlerini karşılamakta
yetersiz kalıyor. Dünyanın yoksul ülkelerinden gelişmiş dünya kentlerine
insan kaçakçılığı ve diğer yollardan nüfus akışı tüm hızıyla sürmekte, bu insanlar en kötü koşullarda geçici işlerde
çalışarak yaşam savaşı vermekteler. Bugün dünyanın birçok büyük kenti işsiz
güçsüz kente yığılmış kitlelerin cehennemidir artık. Son dönem dünya sinemasının başka ülkelerin büyük kentlerine sığınmış, kaçak işlerde çalışarak
var olmaya çalışan göçmenlerin, kaçak
işçilerin cehenneme dönen hayatlarına
odaklanması boşuna değil elbet.
Kentleşen yerküre üzerinde devleşen
kentler, olası her yöne doğru saçaklanarak çevrelerine doğru büyümekte, doğal
ve kırsal alanları hızla yok etmekteler.
Ancak kentlerin mekândaki yayılımının
tek nedeni kentli nüfusun artışı değil;
bu süreci belirleyen başlıca neden, üst
gelir gruplarının kentin merkezinden
kaçarak kent dışında yeni yerleşim
alanlarını tercih etmeleri. Otoyol altyapısının hızlı gelişimi ile koşut olarak
ortaya çıkan bu kentsel gelişmede, kentin varsılları ve yoksulları arasındaki en
önemli fark ulaşım olanaklarına erişimi. Bir diğer deyişle, özel otomobil sahipliliği toplum gruplarının mekândaki
ayrışmasında en önemli belirleyici haline gelmiş bulunuyor.
Karayolu altyapısının gelişmesiyle
planlı veya plansız yeni konut bölgeleri
kentlerin çeperlerine doğru saçaklanmakta. Bu yerleşim alanlarının hiç de
azımsanmayacak bir bölümünü kapalı
konut siteleri oluştururken, tek işlevi
konut olan uydu yerleşmeler de çoğunlukla kamu otoriteleri tarafından kamu
arazileri üzerinde planlanarak orta-alt
gelir gruplarına sunuluyor. Üst gelir
ve kültür grupları, “yaşam kalitesi” ve
“ötekilerle karşılaşmadan” türdeşle38
riyle bir arada yaşama arayışıyla kent
dışında kendilerine sunulan kapalı,
güvenlikli özel sitelere yerleşirken, alt
gelir düzeyindekiler de yine kentin çeperlerinde kendi mekânlarını üretmeyi
sürdürüyorlar. Bu “merkezkaç kentsel
yayılma” karşılıklı olarak birbirini yaratan iki olguyu beraberinde getiriyor:
mekânsal parçalanma ve toplumsal ayrışma. Kentler bir yandan mekânsal olarak parçalanırken, diğer yandan toplum
sosyo-ekonomik ve kültürel olarak ayrışarak çözülüyor. Artan ekonomik gelir
dengesizliği ile ayrışan toplum grupları mekânda kendi yaşam çevrelerine
kapanırken, kentin mekânsal çözülmesi
toplumsal ayrışmayı daha da güçlendiriyor. Bu süreçler sonucunda kent, tüm
kentlilerce paylaşılan bir ortak alan olmaktan çıkarak, bir araya gelemeyen
toplum grupları tarafından bölüşülmüş bir kentsel alanlar kümelenmesine dönüşüyor. Toplumsal ayrışmanın
mekânda somutlaşmasıyla kentlilerin
hep birlikte paylaştıkları bir kamusal
alanın mekânda var olma zemini ortadan kalkıyor. Paylaşılan bir kentlilik
duygusunun yerini giderek güçlenen
bir paranoyanın, “ötekiler”den korkunun ve güvensizliğin alması tüm bu
süreçlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak
ortaya çıkıyor.9 Bu ise her şeyden önce
bir bir arada yaşama kültürü olan kent
kültürünün (urbanitas) giderek yitip
gittiği anlamını taşıyor.
Oysa kentler tarih boyunca farklılıkları bir arada barındırabilmiş; uygarlıklar, kentlerde farklı kültürlerin, yaşam
biçimlerinin karşılaşması ve bir arada
varoluşundan doğmuş ve gelişmiştir.
Düşünsel ve toplumsal gelişmeler kentin kamusal alanının sağladığı özgürlük ortamında, kimi zaman çatışmalar
sonucunda ortaya çıkmıştır. Fransız
felsefeci ve kent sosyoloğu Henri Lefebvre, kentin bu yaşamsal niteliğini
“kentsellik” (urbanité) olarak tanımlar.
Kentler, farklı toplumsal gruplardan,
kültürlerden insanların bir araya geldiği, iletişim içerisine girdiği, farklılıkların önce çatıştığı sonra birbirini
dönüştürerek var olmayı sürdürdüğü
yerlerdir. Lefebvre’e göre kentsellik,
kentlerin ekonomik etkinliğin, toplumsal yaşamın ve düşünsel gelişimin merkezleri olmasıyla doğrudan ilişkilidir.10
Tüm bu nitelikleriyle kent ve kent yaşamı bir kamusal alan tanımlar. Kentsellik, ya da bir arada yaşama kültürü,
kentlerin meydanlarında, sokak ve caddelerinde, parklarında kısaca kamusal
mekânlarında yeşerir.
Bugün hızla yayılarak kentsel kümelenmelere doğru evrilen kentler, yaşanan
mekânsal parçalanma ve toplumsal ayrışmayla birlikte, artık tüm kentlilerin
paylaştığı ortak kamusal alan olmaktan çıkmaktadır. Kentin kamusal yaşamı giderek, özel alanlara sıkışmakta,
yoksunlaşmaktadır. Fakat günümüzün
yeni kamusal mekânları olarak sunulan
alışveriş merkezleri kentin herkes tarafından erişilebilir olan ve hep birlikte
paylaşılan meydanlarının, park ve gezinti alanlarının, cadde ve sokaklarının
yerini elbette alamaz, almamalıdır.
IV
Aristoteles şöyle der: “İnsanlar yaşamak için kentlerde bir araya gelirler.
İyi bir yaşam sürmek için bir arada kalırlar.”11 İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için kentlerde toplanırlar. Ancak
yurttaşlar kendi özgür iradeleriyle, iyi
bir yaşam sürmek için kentte kalmayı
seçerler.
Günümüzde küreselleşme ve serbest
pazar ekonomisinin sınır tanımaz operasyonlarına konu olan dünya kentleri,
daha önce görülmemiş boyutlarda yayılarak büyüyorlar. Kır-kent ayırımını
ortadan kaldıran bu yayılmanın çok
ciddi ekolojik sonuçları şimdiden ortaya çıktığı halde bunlar genel bir umur-
samazlıkla göz ardı ediliyor. Her gün
yüz binlerce kişi motorlu araçlarıyla
konut alanlarından merkezi iş alanlarına onlarca kilometre yol kat ediyor.
Her gün yaşanan trafik düğümlenmelerinin insanların gündelik yaşam kalitesini nasıl kötü etkilediği bir yana,
harcanan fosil yakıtların yarattığı hava
kirliliği yaşamı tehdit eder boyutlara
ulaşmış durumda. Su havzalarında önü
alınamayan yapılaşmalar kentlerin su
kaynaklarını tehdit ediyor. Orman alanları, değerli tarım arazileri bir daha geri
gelmeyecek şekilde betonlaşıyor. Eğer
ivedilikle önlem alınmazsa yalnız kentlerin değil, dünyanın cehenneme dönmesi çok uzak değil.
Kent-kır ikilemi, kentlerin sınırlarının
tanımlı olduğu, bu sınırlar içerisinde
yaşayan insanların ve yapılaşmanın
yoğunluğuyla kırsal alandan çarpıcı
biçimde farklılaştığı zamanlara ait bir
kavramsallaştırma olmakla birlikte
bugün de hala kullanılıyor. Oysa bugün artık kır ve kent arasındaki sınırlar keskinliğini yitirmiş, bulanıklaşmış;
kentsel alanların önlenemez yayılımı
karşısında giderek geçerliliğini yitirmektedir. Ancak kent – kır ayrımının
sonu kentin de sonu olabilir.
Bunun olmaması için kentleşmenin
doğayla uyumunun, kent-doğa bütünleşmesinin yolları aranıyor bugün. Doğal rezerv alanlarının, ekosistemlerin
kentsel gelişme içerisinde korunmaya
alınması, doğal ve hatta tarımsal alanların kesintisiz yeşil koridorlar biçiminde, biyolojik çeşitliliği içeren doğal
habitatlar oluşturacak biçimde kentsel
alanlar içerisinde sürdürülmesi, kentsel tarımın geliştirilmesi vb. kentin
doğayla, kırla bütünleşmesini sağlamaya yönelik kimi yöntemler. Kentlilerin
kent içerisinde doğayla baş başa kalabilecekleri, yürüyüş yapabilecekleri,
bisiklete binebilecekleri, mevsimlerin
değişimiyle doğanın değişimini izle39
yebilecekleri, estetik haz alabilecekleri,
kısaca insanı mutlu edecek bir yaşam
çevresine, var olduklarını duyumsayabilecekleri bir dünyaya kavuşmaları…
Doğanın cennetinin kentin ve kentlilerin de cenneti olması hiç de olanaksız
değil.
1David Harvey, Justice, Nature and the Geography of Difference,
Blackwell Publishing, Oxford, 1997.
2Jean-Christophe Bailly, “La surface profonde. Naissance de la
modernité”, Preface, Baudelaire, Écrits esthétiques, 10/18, Christian Bourgois Editeur, 1986, Paris, s. 7-32.
3Jean-Jacques Rousseau, “La Nostalgie et la Méfiance”, Pierre
Ansay, René Schoonbrodt (der.), “Aristote”, Penser la Ville, AAM
Éditions, Brüksel, 1989, s. 364-367.
4Jean-Jacques Rousseau, “Émile”, Oeuvres complètes, cilt IV,
Éditions Gallimard, Paris, 1980, s. 849-853.
5Friedrich Nietzsche, “La Vache Bigarrée” (Böyle Buyurdu Zerdüşt), Pierre Ansay, René Schoonbrodt (der.), a.g.e., s. 435.
6Lewis Mumford, The Culture of Cities, Secker & Warburg, Londra, 1958 (ilk baskısı 1938).
7“World urbanization prospects: The 2007 revision”, Population
Division, UNDESA, New York.
8Thierry Paquot, Terre urbaine. Cinq défis pour le devenir urbain
de la planète, Editions La Découverte, Paris, 2006, s. 30.
9Cânâ Bilsel, “Yeni Dünya düzeninde çözülen kentler ve kamusal
alan: İstanbul’da merkezkaç kentsel dinamikler ve kamusal mekân
üzerine gözlemler”, metropolİSTANBUL, http://www.metropolistanbul.com/public/temamakale
10Henri Lefebvre, La révolution urbaine, Éditions Gallimard,
Paris, 1970; ve Le droit à la ville, suivi de l’Espace et politique,
Éditions Anthropos, Paris 1972
11Aristoteles, Politics, Book I, Chapter I.
40
From City-Nature Dichotomy to the Integration
of the City with Nature
I
“If the nature is heaven, then the city is
hell”
Charles Baudelaire, who lived and wrote
in Paris of the mid-19th century, witnessed
the time and space he lived in. This was an
entirely new age when the European city
was overwhelmed after the industrial revolution, “time-space compression”1 emerged
with the spread of steam-powered vehicles,
and the urban population was multiplied
with rural migration. The poet of Les
Fleurs du Mal is amazed at the large city’s
dizzying tumult, pace and complexity. According to him, this is exactly what the
fugitive modernity, reflecting the spirit of
the time, is; and modern art should depict
these.2 He invites the artists of that period
to paint colorful, vivid paintings (tableaux
vivants) dominated by contrast, reflecting
this complexity and dynamism of urban
daily life. Baudelaire looks at nature also
from the window of the modern. To him,
nature is not static either; it is dynamic
and should be painted with all its vividness. In the paintings of contemporary
painters who depicted Fontainebleau Forest, he searches for the nature’s dynamism
in the contrast of changing colors and
forms integrated with them.
However, having lived almost a hundred
years before Baudelaire in the Enlighten-
ment century, Jean-Jacques Rousseau sees
the large city as the source of evil and
moral collapse. Though the small city offers action and activity to a lesser extent,
he argues that, instead of imitation of
mainstream models, it has originality and
creativity because the human spirit can
develop better in the tranquility of solitude, without drowning in vulgar ideas.3
Rousseau believes that the human nature
is inherently good. Human is innocent in
his childhood; along with social life, one
learns to establish relationships with others and to socialize with them in time; s/
he can be a virtuous as well as a vicious
person. In his book Emile, the writer dwells
on the importance of natural environment
in child’s education while at the same time
advocates against the big city.4
Rousseau is not the only one skeptical of
the large city. Also, Friedrich Nietzsche,
having made the most sophisticated critique of modernity, calls upon as follows:
“O Zarathustra, here is the great city: here
hast thou nothing to seek and everything
to lose. […] Here is the hell for anchorites’
thoughts: here are great thoughts seethed
alive and boiled small. Here do all great
sentiments decay: here may only rattleboned sensations rattle!”5
41
II
Conceptualization of the urban as a phenomenon in contrast with nature goes
back a long time. City walls not only protected cities and their inhabitants from
other societies, but also provided protection against threats that might come from
nature. Medieval engravings reflected this
contrast. Nature presented a beauty that
evoked sublime feelings in humans, but
was full of unknown and was eerie. Yet,
the city built by humans was protected and
safe.
City-nature dichotomy is often associated
with the urban-rural dichotomy. Yet, the
urban and rural make a whole together.
The Ancient Greek polis is a political union formed by village communities (synoikismos). The city forms the center of this
union and is separated from the surrounding rural area with its fortifications and
constructions. Moreover, it is the lands of
these village communities that enable the
self-sufficiency of the city-state. In his book
The Culture of Cities, Lewis Mumford emphasizes the pre-industrial cities’ forming
a whole together with their surrounding
lands and draws attention to the presence
of ecosystems in city vicinities fed by organic waste.6
However, every city, throughout the history, has existed by exploiting the nature.
It is founded on a piece of land, extends
over arable lands, uses surrounding water
resources, if not enough brings water from
far away, maintains its existence through
consuming agricultural products of the
lands surrounding it, extracts mines and
processes them… Even in Ancient Times,
cities did not content with the resources in
their vicinities. With the development of
trading activity and roads, they had also
become consumers of the products from
remote regions. However, after the industrial revolution, the amount of this trade
has expanded greatly with the spread of
steamers and railways; the exploitation of
42
natural resources increased drastically as
the rest of the world was being colonized
by industrialized countries. Yet, cities have
always been the centers of wealth resulting
from the exploitation of nature.
The cities of the industrialized countries
grew rapidly, during this period, with population flow from rural areas, expanded
and formed conurbations with the annexation of agglomerations around industrial
nodes. This process experienced in the West
during the 19th century can be considered
as the beginning of the “urbanization of
the world”. It was this unprecedented metamorphosis of the Western city that Baudelaire witnessed; the technological revolution of the Industrial Age and the crowds
flowing from rural areas being crammed
in cities radically changed the settled order
of these latter.
III
Today, at the so-called post-industrial
stage that humanity has reached; global
urbanization is in the agenda. Half of the
world’s population – 3.3 billion according
to 2007 census while the world population
was 6.7 billion – is now living in cities. By
the year 2050, this ratio is estimated to
reach around seventy percent. The rapid
increase in the number of megapolises
with populations over ten million is particularly noteworthy: there were two big
cities of this size in 1950, but the number
has reached 19 in 2007.7 It is important
to note that all the rapidly growing megapolises are located in developing countries.
The main reason for this urbanization
process whose pace has influenced the
whole world is the transformation in agricultural technology and organization,
especially in developing countries, and the
massive flow of unemployed peasants towards cities.8 Cities of migration, however,
are inadequate at meeting the most basic
needs of these people such as housing, employment, and even nutrition. Human traf-
ficking and other ways of population flow
from world’s poor countries to cities in the
developed world continues at its pace and
these people struggle for a living by working in temporary jobs at worst conditions.
Today, many of the world’s large cities are
now the hell for idle masses stacked to the
city. The focus of recent world cinema on
hell-like lives of immigrants, who take refuge in cities and try to survive by working
in illegal jobs certainly is not vain.
Cities are growing prodigiously through an
urban sprawl in every possible direction,
destroying natural and rural areas. Still,
increasing urban population is not the
only reason for the cities’ spread in space.
The main reason of this phenomenon is the
high income groups’ escape from the city
center in preference for new residential areas outside the city. In this urban development emerging in parallel with the rapid
development of highway infrastructure,
the most important difference between the
city’s rich and poor is their access to transportation facilities. In other words, private
car ownership has become the most determining factor for the segregation of social
groups in space.
With the development of road infrastructure, new residential areas, planned or
unplanned, are sprawling towards peripheries. A substantial part of these new developments consist of gated-communities.
Large satellite settlements having housing
as their only function, which are mostly
planned on public lands by public authorities, are produced for the lower middle income groups. Upper income and culture
groups move in closed and safe neighborhoods offered to them outside the city, in
the name of “life quality” and, in fact, with
a search for living among people who resemble themselves and, this, “without encountering others”. Likewise, low income
groups also continue to produce their own
space in the periphery of the city. This “centrifugal urban spread” brings together two
concepts that mutually create each other:
spatial fragmentation and social segregation: while cities are fragmented spatially,
the urban society is disintegrating through
socio-economic and cultural segregation.
Social groups segregated along with disparities in economic income confine themselves to their own living environments in
space. In turn, such spatial disintegration
further strengthens social segregation. As
a result of these processes, the city is no
longer a common realm shared by the
citizens, yet, turns into an agglomeration
of urban clusters divided among social
groups that cannot come together. With
the embodiment of social segregation in
space, the base for the existence of a shared
public realm in space disappears. Replacement of a shared sense of citizenship with
a growing paranoia, fear from “others”
and insecurity emerges as an inevitable
consequence of all these processes.9 In fact,
this gradually destroys the urban culture
(urbanitas), which is, before all things, a
culture of living together.
Throughout the history, however, cities
have been able to host differences together; civilizations were born and developed
in cities where different cultures and lifestyles encountered each other and coexisted. Intellectual and social developments
emerged in the atmosphere of freedom provided by the city’s public sphere, sometimes
as a result of conflicts. French philosopher
and urban sociologist Henri Lefebvre defines the city’s vital quality as “urbanity” (urbanité). Cities are the places where
people from different social groups and
cultures come together, enter into communication, and where differences clash and
coexist transforming each other. According
to Lefebvre, urbanity is directly related to
cities being the center of economic activity,
social life and intellectual development.10
Along with all its qualities, the city and
urban life define a public realm. Urbanity,
or the urban culture of co-living, blossoms
in public space, at the squares, streets and
parks of the city.
43
Today, cities expanding in space are evolving into agglomerations of urban clusters.
Along with spatial fragmentation and social segregation, the city is incapable of
forming a public realm shared by all the
citizens. The public life of the city is increasingly wedged in private areas, and
is increasingly constrained and deprived.
However, shopping malls presented as today’s public spaces, cannot and should
not take the place of the city square parks,
promenades and streets accessible to and
shared by all.
IV
Aristotle said, “Men came together in cities
in order to live, but they remain together in
order to live the good life.”11 People gather
in cities for survival, but the citizens, with
their own free will, choose to stay in the
city to live a good life.
Today, world cities, subjected to unrestrained operations of globalization and
free market economy, grow at an unprecedented pace. Their ongoing spread eliminating rural-urban differentiation has
serious ecological consequences, already at
play. Still, they are being ignored with a
general complacency. Every day, hundreds
of thousands of people go miles with their
motor vehicles from residential areas to
central business districts. Aside how bad
the traffic jams affect the quality of people’s daily life, the air pollution caused by
the burning of fossil fuels has reached lifethreatening levels. Constructions in water
basins are threatening the city’s water resources as they cannot be averted. Forest
areas, valuable agricultural land are being
destroyed irreversibly being turned into
construction sites. If necessary cautions
are not taken immediately, not only cities’,
but also the world’s turning into hell is not
too far away.
The urban-rural dichotomy is a conceptualization of times when urban areas
44
differed dramatically from the surrounding rural areas with respect to defined
city boundaries, intensity of people living
and density of constructions within these
boundaries. Although it is still in use as the
boundaries between the rural and the urban have lost their sharpness and become
blurred; the dichotomy is losing its validity
upon irrepressible spread of urban areas.
However, the end of urban-rural segregation can also be the end of the city.
Today, ways for achieving the harmony
of urbanization with nature are being
searched so that such an end does not become real. Certain modalities for ensuring
city’s integration with the nature, with the
rural, including protection of natural reserve areas and ecosystems within urban
development, maintenance of natural and
agricultural areas in forms of uninterrupted green corridors that could provide
natural habitats of biological diversity,
and development of urban agriculture.
Urban dwellers’ attaining a living environment, in which they can be alone with
nature, walk, ride bicycle, watch seasonal
changes in nature, take aesthetic pleasure;
in short, a world to inhabit, that can make
one happy.
Heaven of nature might become the heaven
of the city and the citizens.
1David Harvey, Justice, Nature and the Geography of Difference,
Blackwell
Publishing, Oxford, 1997.
2Jean-Christophe Bailly, “La surface profonde. Naissance de la
modernité”, Preface, Baudelaire, Écrits esthétiques, 10/18, Christian Bourgois Editeur, 1986, Paris, pp. 7-32.
3Jean-Jacques Rousseau, “La Nostalgie et la Méfiance”, Pierre
Ansay, René Schoonbrodt (eds.), “Aristote”, Penser la Ville, AAM
Éditions, Brussel, 1989, pp. 364-367.
4Jean-Jacques Rousseau, “Émile”, Oeuvres complètes, vol. IV,
Éditions Gallimard, Paris, 1980, pp. 849-853.
5Friedrich Nietzsche, “La Vache Bigarrée”, Pierre Ansay, René
Schoonbrodt (eds.), ibid., p. 435.
6Lewis Mumford, The Culture of Cities, Secker & Warburg,
Londra, 1958 (first published in 1938).
7“World urbanization prospects: The 2007 revision”, Population
Division, UNDESA, New York.
8Thierry Paquot, Terre urbaine. Cinq défis pour le devenir urbain
de la planète, Éditions La Découverte, Paris, 2006, p. 30.
9Cânâ Bilsel, “Yeni Dünya düzeninde çözülen kentler ve kamusal
alan: İstanbul’da merkezkaç kentsel dinamikler ve kamusal
mekân üzerine gözlemler”, metropolİSTANBUL, http://www.
metropolistanbul.com/public/temamakale
10Henri Lefebvre, La révolution urbaine, Éditions Gallimard,
Paris, 1970; ve Le droit à la ville, suivi de l’Espace et politique,
Éditions Anthropos, Paris 1972
11Aristoteles, Politics, Book I, Chapter I.
45
ERSİN VEDAT ELGÜR
MEHMET ALİ UYSAL
“ρομη.” den “ROMA” ya
ya da “ŞİMDİ ve BURADA”nın ACZİ
“son yok. başlangıç yok, sadece hayatın sonsuz tutkusu var.”(Fellini)
“Bir düş görüyorum ya da gözlerim
açık, hayal kurduğum bir şeyin beni
alıp götürmesine izin veriyorum ve
daha sonra, bir sözleşme imzalayarak,
biraz tahta, iki güzel kız ve bir çift projektör ile bu fantazmı somutlaştırmayı başarıyorum. Tıpkı benim yaptığım
gibi yaparak, uyuklayarak ya da hiç bir
şey düşünmeyerek herkes bu fantazmı
görebilecektir. Yaratma macerasında
bizi kim yönetiyor, bütün bunlar nasıl
olup bitiyor? Bizim içimizde gizlenmiş
birine ya da bir şeye duyulan inançla,
bizi tanımayan bu yanımıza güvenerek,
onu kendi haline bırakarak yaratmaya
yardımcı olduk.”1 Böyle diyor Fellini
ve belli ki sevmiyor değerlendirilmeyi
ve yorumlanmayı, bu yüzden de bütün
telaffuzları uçlarda dolaşıyor, başkası
tarafından yakalanamayacak olan bir
serap kimliği edinmek istiyor, sıradanlığı kutsarken bir yandan da muazzam
güçlü bir egonun taşkınlığı görülüyor
konuşmalarında. Belki de filmine eşlik
eden ideal olanın sökülmesi Fellini’nin
vicdanıdır ve Fellini tarihin ihtişamını
silerken kendi yüce tarihini hazırlıyordur.
Sadece bir spekülasyon yukarıdaki birkaç satırda yapılan ama ya usta bir kalemin elinde dehşetengiz bir güçle vurgulanırsa bu ifadeler, eleştirinin izleği
46
övgü yerine yergiye eşlik ederse, sinemanın dahilerinden birini palyaçoya
dönüştürürse yazılan tarih.
“Şimdi” ama hiçbir bağlam olmaksızın
“şimdi”. Ayrık ya da ayarı şaşmış. “out
of joint”, bir “şimdi”; sınırları, hala belirlenebilir olmayı sürdüren her hangi
bir bağlamın güvenli bağı içinde hiçbir
şeyi hiçbir zaman bir arada tutamama
tehlikesi taşıyan bağsız bir “şimdi”.2
Yukarıdaki alıntı nisan 1993’te California Üniversitesinde “Marksizm nereye gidiyor” adlı konferansta bulunan
Jacques Derida’nın konuşmasından
alınmıştır. Aynı yıl “Spectres de Marx”
adıyla da basılan eserin bir başka sayfasında da şöyle bir cümle yer almaktadır;
“Tin’in fenomenolojisinin Kojeve tarafından yeni-Marksist ve Para-Heideggerci olarak okunması son derece
ilginçtir. Savaştan hemen önceki ya da
hemen sonraki, belirli bir Fransız Aydın
kuşağının, bir çok açıdan eğitilmesinde
azımsanmayacak biçimde etkili olmuştu bu okuma ve bu okuma şekline kim
karşı çıkabilirdi ki”.3
Derida’ya göre kimse de karşı çıkamazdı. Çünkü “Marx’ın Hayaletleri” adlı
kitabının hemen başında da alıntıladı-
ğı Hamlet’in bir cümlesi bütün baştan
çıkarmalara izin verecek bir dönemin
içinde yaşandığını belirtiyordu: “çığırından çıkmış bir zaman bu” (Shakespeare) Ve eğer bir çığırı yoksa zamanın,
yani bir döngüsü ve düzeneği yoksa,
herhangi bir anı merkez olarak alabilirdi birileri ve diğer bütün zaman bu
merkeze odaklanarak okunabilirdi. Ve
nitekim Kojeve’de bunu yapmıştı;
“Hegelci diyalektik, felsefi bir araştırma ya da açıklama yöntemi değil; ama
varlığın yapısının, bu yapıya upuygun
olarak bir betimlenmesi ve de varlığın
gerçekleşmesinin ve kendini göstermesinin bir betimlemesidir”.4
Diyalektik, bir yöntem olmaktan çıkarıldığında ve sadece geçmişin bir betimlenmesine indirgendiğinde, şimdide
durulan zamandan sonrası tekrar bir
belirsizlik kazanıyor, bu betimlemenin
içinde de Köle-efendi diyalektiği merkeze çekildiğinde, eski merkezin yani
bir yöntem olarak diyalektiğin çevresinde örgütlenen kavramlar, “bütün”,
“hakikat” gibi kavramlar konumlarını
kaybediyor, onun yerine yeni merkezin çevresinde örgütlenen “eylem” ve
“belirsizlik” gibi kavramlarla Rasyonalizmin en üst temsilcisi olarak görülen
Hegel’in bir Varoluşçu olarak okunması
mümkün kılınıyordu.
Felsefenin en spekülatif aktörlerinden
bir eserin ya da filmin değerlendirilmesine doğru bir geçiş her ne kadar kolay
olmasa da “merkez” ve “onun etrafında
örgütlenen kavramsal hazne” gibi telaffuzlar bizi ilk olarak bir değerlendirme
etkinliğinin metodolojik sorunu ile karşı karşıya bırakır. Değerlendirmeye eşlik eden kavram hangisi olmalıdır; ‘Büyük Roma’ ya da ‘altın çağ’ hayallerinin
bir yıkılışı”, pek çoklarının muazzam
bir kolaycılıkla yaptıkları gibi Faşizmin ‘yüce’ kavramına atılan bir tokat,
peki büyük ideallere uymayan ‘küçük
insanlar’ın sıradanlığı olabilir mi? Bilmiyoruz, rüyalarının günlüğünü tutan
bir adamın, kendisinin de söylediği
gibi, fantazmalarının onu güdülemesi
de olabilir. O halde bir yorumlama etkinliği sadece varolan metnin bir açığa
çıkarılması değil, diyalektik bir düşünmenin birbirini reaksiyona sokan kavramlarının bir başka kulvara da taşınabilmesidir ve “Roma” filminin gücü ve
Fellini’nin övgüye değer olması da bu
taşınabilmeyi olanaklı kılabilecek bir
malzemeyi verebilmesidir. Yani eserin
gücü içeriğinde ifade edilen olumsuzlamalardan değil, eserin bir bütün olarak
ifade ettiği düşünmeye açıklık sunan
metodundan kaynaklanır. Tartışmayı
bu yöne evriltmek bizi bir yandan kısır
bir biçimde sanat eserinin bir taklit ya
da yaratma olup olmadığı diğer yandan da sanatçının özerk bir esintinin
mi yoksa tarihinin ve yaşantılarının
etkisi ile mi bir şeyi varlığa getirip getirmediği gibi verimsiz tartışmalardan
kurtarır. Baştan söylemek gerekir ki bu
kurtarma aynı zamanda bir sanat eserinin değerlendirilmesinin epistemolojik
bir özdeşlik sunup sunmayacağı ya da
Fellini’nin de mi böyle düşünüp düşünmediğinden de bir kurtarmadır. Biz bu
tür sorularla yol alan bir düşünmeyi felsefeyi gizlenmiş bir hakikatin avcılığı
olarak kavrayanlara bırakarak, felsefeyi
bir pespektife yerleşerek bir resim çıkarma olarak değil, felsefeyi çıkarılmış
olan resmin perspektife ve tarihe göreli
yanlarını sunma olarak kavrayanların
yolundan gidelim.
Bir hatırlatma daha gereklidir, felsefeyi
bu kavrayış tarzı hiçbir zaman diğer değerlendirme tarzlarını kendine tabi kılmaz ya da onların değerlendirme tarzlarını ya da materyallerini dışlamaz.
Felsefe burada yalnızca kendi etkinliğinin sınırlarının farkındadır ve diğer
değerlendirme tarzlarına hareket edecekleri bir boşluk sağlama amacındadır.
47
Bu metnin iddiası şudur; Fellini düşünmeye açtığı bütün materyali tarih kavramı aracılığı ile sunmaktadır.
Lakin bu tarih kavrayışı tarihin içrek
biçimde kronolojik olarak bir açımlanması değildir ya da gücünü oradan
almamaktadır, bu tarih kavrayışı tarih
üzerine düşünmenin bir sonucudur. Tarih Fellini’nin “Roma”sında ikili bir rol
oynar; bir yandan ‘yüce’ tarihe karşı ‘sıradan’ olanın tarihi ve bu ilk belirleyici
de biçimlendiren “özne” kategorisi ile
düşünmeyi tarihin büyük gücü ve onun
yarattığı yapılar yüzünden reddetmesi.
Filime ağırlığını koyan hiçbir karakter
yoktur, Mussolini’nin yüzü hiç gözükmemektedir sadece olaylar vardır ve
kalabalık sadece sürüklenendir, belirleyen değil. Özellikle ikinci parafta bu
su yüzüne çıkar, Fellini burada içeriği
düşünmemektedir ve filimin episodelerden oluşması da bunu kanıtlar yoksa
Atilla Dorsay’ın dediği gibi “ebedi şehrin kendisine esinlediklerinden” değil.5
Nesneleşmenin ya da determine edilmenin zamanında zaten büyük olaylar,
büyük kurumlar ve kişiler olamaz. Sekizinci parafta farkedilebilmek için ışıklara bürünen rahip giysileri ve nihayetinde özne olabilmenin yolunu, niteliğini
nesnelerden alan bir ihtişam yaratmaya
bırakan Papa’nın geliş seremonisi yine
buraya daha dramatik bir göndermedir, keza “dünya kiliseyi izlemeli, kilise
dünyayı değil” sözü burada yorumcuları kilisenin de aslında sıradan olduğuna
ya da onun da bu dünyadan olduğuna
dair bir yoruma yönlendirebilirken aynı
şekilde özne olarak kavranılanın tarih
karşısındaki güçsüzlüğüne bir gönderme olarak da okunabilir. İşte felsefenin
işlevi burada bu yorumlara yer açabilmektir. Felsefe aynı zamanda yorumlayabilir de ama bu alanda iddiasının
hakikatine inanmaya kendini zorlamaz.
Fellini avuçlarının arasına aldığı tarihle
sancı verici bir ilişki kurar, öyle ki bütün film boyunca Fellini filimin dışında
48
bir gözlemci ya da Roma’ya dışarıdan
bakan biri değildir, O Roma’nın kendi
tarihine eklenendir. 4. parafta bir yandan yüce Roma’yı özleyen biri onun filimde gösterdiği ‘kendinden olmayan’
Roma’ya öfkesini sunarken, yani tarih
dışında ancak ve ancak kendi tarihine
gömülmüşken, diğer yandan da üniversite öğrencileri hiçbir zaman varolmamış bir evrensel tarih düşünün neden
onun filmlerinde yer almadığını sorarlar. Ve Fellini’nin cevabı açıktır burada;
“kendi doğasına dürüstlük” ve bütün
bir film boyunca gösterilen Roma’nın
en ihtişamlı tarihi mekanlarından en
sıradan genelevine, en karmaşık evinden prensesin sarayına Roma’nın tarihi
onun doğasıdır. ‘Doğa’, spekülatif biçimde rasyonel olanın varlığa eklediği
değil, tarihle birlikte varlığa çıkandır.
‘Hakikat’in bütün idealitesi bir varolma
zemini olarak görünenin altından çekilir ve bütün güç ‘gerçek’ olana verilir.
Ve gerçek olana dair bu güne kadar ortaya çıkan her şey ‘düşünmenin’ ya da
hayal kurmanın ona eklendikleri olarak
sunulurken düşünme çok zaman sessizliğe ihtiyaç duyar ama büyük yapıların arasındaki gökyüzüne uzanan düşünmenin gözleri bir gece motor sesleri
arasında ‘düşünme’ye olanak yaratan
huzuru kaybeder.
Burada gösterilmek istenen için bu kadar yeterlidir. Ama bütün bir film de
buradaki yola çıkışın gösterdiği izlekle
değerlendirilebilirdi. Lakin felsefe sadece yolu açar ve bu onun için yeterlidir,
açtığı yolun üzerindeki bütün etkinlik
alanlarını da zorunlu bir mütevazilikle
kabul eder felsefe. İster sosyoloji ya da
psikoloji, isterse sinemanın teknik ve
biçimsel niteleyicilerinin değerlendirici ve yargılayıcı alanları olsun. Felsefe
bir sanat eserini değerlendirirken filozofun bir felsefeci olarak ilgisi (ki filozofun felsefeci olmayan ilgisi de isterse
başka bir değerlendirme ya da eleştiri
içeriğini taşıyabilir- ama bizim bahsettiğimiz felsefeci olarak ilgisidir) içerikte değildir, o içeriği elbette kullanacaktır lakin onun ilk yapacağı şey hakikati
sunmak değil gerçeği gözlemlemektir,
yani bir perspektife göreli olarak sunulanın gerçekten hangi görme biçimine
göre oluşturulduğunu saptayabilmektir. O aynı Fellini gibi varlığa yapay
olarak eklenmiş olanları sökerken “gerçeğin çölüne hoşgeldiniz” çağrısının bir
tekrarlayıcısıdır.
Böylece Yunanca güç anlamına gelen
‘roma’ gerçek Roma’dan sökülür, burada ve şimdi olan Roma’nın ve hep de bu
şekilde olmuş olan Roma’nın gerçeği
tarih kavramının güçlü kavranışında
kendini ortaya sunar. Marx’tan yapılacak şu alıntı oldukça açıklayıcı olacaktır
sanırım;
dir. Bu “hoşbulduk”, politika yapmanın
kaba kavranışındaki taraf olma değil
sadece ve sadece gerçeği kendi gözleri ile görmeye bir çağrıdır. Fellini değil
belki de, ya da herhangi bir başka yönetmen, senarist ya da düşünür de değil
ama güçlü olan –ki sanat için de geçerli
olan- Fellini ya da başkaları üzerine bir
değerlendirme yaparken düşünmeyi ilk
olarak güdüleyenin değerlendirilenin
sınırlarının belirlenmesine ve onun
tarihe göreli perspektifine ve ancak ve
ancak tarihle mümkün olan anlaşılması olmasına vurgu yapılması olmalıdır.
Fellini bu vurgulamanın iyi bir örneğidir. Ya da biz onu öyle yaptık.
“Peşlerinde kadim ve hürmete şayan
bir önyargılar ve kanaatler silsilesini
sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşmeden
miadını dolduruyor. Katı olan her şey
buharlaşıp gidiyor, kutsal olan her şey
dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar
hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye
zorlanıyor”.6
Bu metin “Roma” nın onlarca değişik
değerlendirme tarzının olabileceğini kabul eder ve bütün değerlendirme
alanlarının kendi çeperlerinde varolan güçlerini kullanmalarını özellikle
ister. Fakat değerlendirme salt kendi
başına insan dünyasının –mutlaka gerekli olan- kuramsal boyutudur. Bütün
bu değerlendirme etkinliklerinin, epistemolojinin sadece bir özne nesne özdeşliğini aradığı zamanların çok geride
kaldığına inandığını düşünerek, kendi
kavramsal haznelerinin yetemeyeceği
bir alanda politikanın hoş geldin çağrısına usulca hoş bulduk demesi gerekli-
. Antik Yunanca’da ‘güç’
1 h t t p : / / w w w. s i n e m a t o g r a f i . c o m / b i l g i / h a b e r d e t a y.
asp?detay=73&kategori=yonetmen
2Derida, Jacques, Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yayınları (çev: Alp
Tümertekin) 2001, sf;19
3Derida, Jacques, Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yayınları (çev: Alp
Tümertekin) 2001, sf;118
4Kojeve, Alexandre, Hegel Felsefesine Giriş, YKY (çev: Selahattin
Hilav) 2000, sf;276
5Atilla Dorsay, 100 Yılın 100 Filmi, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1999.sf;297
6Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 118-168, Birinci Baskı, Sol
Yayınları, Aralık 1976], sf; 129
49
From “ρομη.” to “ROMA”
or INCAPACITY of “NOW and HERE”
“there is no end. there is no beginning, there is only infinite passion of life.” (Fellini)
“I see a dream, or my eyes are open, I let
something ı was dreaming of take me
away and then, by signing a contract, with
some wooden, two beautiful girls and a
pair of projector, I manage to concretize
this phantasm. By doing what I did, by
slumbering or not about anything, everyone can see this phantasm. Who directs us
in adventure creation, how all these end?
With a belief in someone hidden in us or
in something, by relying on this aspect of
us, by leaving it by its own, we helped the
creation”1 says Fellini. Obviously does not
like to be evaluated and to be commented,
all his utterance are moving at extremes,
wants to acquire a mirage identity that
will not be captured by someone else. On
the one hand his words bless banality; on
the other hand a frenzy of a grand strong
ego is seen in them. Perhaps the removal of
what is ideal that accompanies his films is
his conscience and Fellini is preparing his
own lofty history as he wipes out the grandeur of history.
The few lines above are just a speculation;
what if these statements are emphasized at
the hands of skilled pen with an awesome
power, what if praise – instead of satire
– accompanies the theme of the criticism,
what if written history converts one of the
geniuses of cinema to a clown.
50
A disjointed or misadjusted “now”, “out
of joint,” a disjointed now that always
risks maintaining nothing together in
the assured conjunction of some context
whose border would still be determinable. 2
The above quote belongs to Jacques Derrida from a conference of his held at
University of California in April, 1993
titled “Whither Marxism?”. Published in
the same year with the title “Spectres de
Marx”, a sentence from another page of
his work is as follows;
“Who could deny that the neo-Marxist
and para-Heideggerian reading of the
Phenomenology of Spirit by Kojeve is
interesting? It played a formative and not
negligible role, from many standpoints,
for a certain generation of French intellectuals, just before or just after the war.”3
According to Derrida, nobody could oppose. Because his quotation of a sentence
of Hamlet at the very beginning of his book
“Ghosts of Marx” stated that a period that
allows for all seductions was being lived: “it
is a time that is out of joint” (Shalespeare).
And if time does not have a joint, meaning
it does not have a cycle and a mechanism,
anyone could have taken any moment as
a central focus and the whole time could
be read with a focus on this center. And
indeed did Kojeve;
“Hegelian dialectic is not a philosophical
research or a method of explanation; but is
the description of the structure of the concrete real according to its structure, and of
the realization and revelation of the concrete real.”4
Dialectics, when is no longer seen as a
method and is reduced only to description of the past, the post the time of now
gains an uncertainty. When slave-master
dialectic is centralized in this description,
concepts organized around the old center,
i.e. dialectic as a method, such as “whole”
and “truth” lose their positions; instead,
with the new concepts organized around
the new center such as “action” and “uncertainty”, reading of Hegel, the top representative of Rationalism, as an Existentialist would be made possible.
Though a transition to assessment of a
work or a film of the most speculative actors of philosophy is not easy, expressions
like “center” and “the conceptual store organized around it” leave us with the methodological problem of the activity of assessing. Which one should be the concept
accompanying the assessment; a collapse
of the dreams of ‘Great Roma’ or ‘golden
age’, a slap to the Marxian concept “lofty”
as done tremendously easily by many, or
banality of ‘little people’ not fitting the big
ideals? We don’t know, as said by a man
keeping diary of his dreams, it could be the
motivation of his phantasms. Then, the interpretation activity is not only revealing
an existing text, but is also the portability
of the concepts of dialectic thought reacting on each other to another track. Hence,
the power of the film “Roma” and Fellini’s
laudability is its giving materials allowing for such portability. In other words,
the power of the work does not grow out
of negations expressed in its content, but
from its method clarifying the thinking
expressing the work as a whole. Evolving
the discussion to this direction relieves us
from nonefficient, vicious discussions of
whether the art work is an imitation or a
creation, and whether the artist has produced a work under the influence of an independent breeze or of the history and his
experience. It should be mentioned from
the beginning that it is also a relief from
whether the evaluation of the art work
provides an epistemological identity or
whether Fellini also thought like this. Leaving thinking shaped by these questions to
ones who conceives philosophy as hunting
for a disguised truth, let’s follow the ones
who conceive philosophy as presenting the
relative aspects of the picture taken to the
perspective and the history, instead of taking a picture in line with a perspective.
There is one more thing to be reminded,
which is, such conception of philosophy
does not subject other evaluation styles to
itself or exclude their materials. Here, philosophy is only aware of limits of its own
activity and aims at providing a space to
move for the other evaluation styles.
The argument of this text is that Fellini
presents all the material he opened to discussion via history. Yet, this conception
of history neither is an esoteric, chronological exposition of history nor takes its
power from this; it is a product of thinking on history. History plays a dual role
in Fellini’s “Roma”. On the one hand it is
a history of “ordinary” against ‘lofty’ history; on the other hand, it is the refusal to
thinking with “subject” category, which
also shapes the first role, due to great power of the history and the structures it created. There is no character dominating the
film, Mussolini’s face is never seen; there
are only events and the crowd is just the
dragged one, not the determining one. Especially in the second episode this comes so
surface, Fellini is not thinking about the
content here and that the film is made up
of episodes proves this; or is not made up
of “what the eternal city has inspired to
him”5, as Atilla Dorsay said. Besides, there
cannot be big events, big institutions and
51
people in times of subjectivation or being
determined. In the eighth episode, there is
an even more dramatic reference: lightened monk clothes to be noticed and the
ceremony for Pope’s arrival, a glory qualified through objects to eventually be the
subject. Also, the saying “world should follow the church, not the other way around”
here can also orient towards an interpretation that church is in fact ordinary or it is
also from this world. Likewise, it can also
be read as a reference to weakness of what
is conceived as subject towards the history.
Here, the function of philosophy is to open
the way for such comments. Philosophy
can also comment, but does not force itself
to believe in the truth of its argument.
Fellini has a painful way of relating himself to history he has taken in hand such
that, throughout the movie, Fellini is not
an observer outside the film or a person
looking at Roma from outside; he is the
one added to Roma’s own history. In the
fourth episode, one who longs for the great
Roma, that is, one lodged only in his own
history except history, expresses his rage
for Roma, ‘contrary to his’, that Fellini
portrayed in the film; on the other hand,
university students question why his films
do not include a dream of a universal history that has never existed. And Fellini’s
answer is clear here; “honesty for its own
nature” and Roma portrayed throughout
the film, from the most magnificent historical places to the most ordinary brothel, the
most complicated home to princess’ palace,
Roma’s history is its nature. ‘Nature’, is
not what the rational adds to the actuality, it is what comes out with actuality and
history.
The whole ideality of the ‘truth’ is pulled
underneath what seems as a basis for existence and all the power is given to the
‘real’. And all what has come out so far
regarding the real is presented as what
‘thinking’ and dreaming has added to it.
However, thinking mostly needs silence
52
but the eyes of thinking that extends to the
sky in between the big structures loses the
peace that makes possible ‘thinking’ at a
night with engine sounds.
This is sufficient for what it is to be shown
here. The whole movie could have been
evaluated with the theme denoted in such
reasoning. However, philosophy only
opens the way and this is enough for it.
With an imperative modesty, philosophy
accepts all the activity areas on the way
it has opened, whether be sociology or psychology, be evaluative and judgmental areas of technical and formal qualifiers in
cinema. When philosophy evaluates an
art work, philosopher’s interest as a philosopher is not in the content though philosopher’s non-philosophical interest, if he
wants, can include a different evaluation
or have critique content. He will certainly
use the content, however; the first thing he
will do is not presenting the truth, but observing the truth, that is, determining the
view style according to which that of presented relatively to a perspective. The philosopher, like Fellini, is the repetitor of the
call “welcome to the desert of truth” as he
rips off what has been added artificially to
the actual.
Hence, ‘roma’, meaning power in Greek,
is ripped off from the actual Roma; Roma
that is “here and now” and the reality of
Roma that has always been like this present itself in the strong grasp of the history
concept. I think the following quote from
Marx will be quite explanatory;
“All fixed, fast-frozen relations, with their
train of ancient and venerable prejudices
and opinions, are swept away, all newformed ones become antiquated before they
can ossify. All that is solid melts into air,
all that is holy is profaned, and man is at
last compelled to face with sober senses his
real conditions of life, and his
relations with his kind.”
This text accepts that “Roma” can have
dozens of different styles of evaluation
and especially wants all the areas of evaluation to use their existing forces within
their walls. However, evaluation, by itself,
is theoretical dimension – of great necessity – of the human world. All these evaluations should softly say thank you to the
welcome call of politics in an area in which
their conceptual store would not be sufficient as they believe that the times epistemology sought only for subject-object identity is falling behind time.
Such “thank you” is not taking side in
the rude behavior of politicizing; it is just
a call for seeing the truth with own eyes.
The powerful, perhaps is not Fellini, or any
other director, scenarist or thinker. Also
hold true for art, the powerful should be
the emphasis on, when making an evaluation on Fellini or others, determination
the boundaries of what is being evaluated
by the person who first motivated thinking,
the history-relative perspective taken by
him, and the comprehensibility of his evaluation that is possible only with history.
Fellini is a good example of such emphasis.
Or we have done it so.
. ‘power ’ in Ancient Greek
1 h t t p : / / w w w. s i n e m a t o g r a f i . c o m / b i l g i / h a b e r d e t a y.
asp?detay=73&kategori=yonetmen
2Derida, Jacques, Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yayınları (çev: Alp
Tümertekin) 2001, sf;19
3Derida, Jacques, Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yayınları (çev: Alp
Tümertekin) 2001,p;118
4Kojeve, Alexandre, Hegel Felsefesine Giriş, YKY (çev: Selahattin
Hilav) 2000, p;276
5Atilla Dorsay, 100 Yılın 100 Filmi, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1999.p;297
6Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 118-168, Birinci Baskı, Sol
Yayınları, Aralık 1976], sf; 129
53
FIRAT ARAPOĞLU
Yer Değiştirmeden Göç Etmek
“Aynı zamanda barbarlık belgesi olmayan hiçbir uygarlık belgesi yoktur”
Walter Benjamin
Ulus-Devletin Mimari Modeli Olarak
Kent
Modernite içerisinde yer alan kültürel
farklılıklar, bir ulus-devlet inşası süreci
içinde tektipleştirilmek istenmektedir.
Bunun nedeni açık: kontrolleri zor olan
devrimci güçlerin tek bir egemenlik altında toplanması gerek. Böylece birçok
farklılık içerisinde “majör” bir durum
arz edenlerden bir tanesi, yani “yerelliklerden” biri “evrensele” yükseltilir. Bu
noktada şahit olunan, diğer minör kimliklerin yok sayılarak ya da minimum
ilgi gösterilerek görece bir alt seviyede
tutulması, ama diğer birkaç niteliğin
diğerlerinin üzerine çıkarılmasıdır.
Böylelikle ulus-devlet yaşam içerisinde
etnik, dinsel ya da cinsiyetsel farklılıklardan bir özdeşlik yaratmayı arzular
ve bu amaç oldukça, tüm farlılıklara
adalet dağıtmayacağı gayet açık. Akıl
ve özgürlük, ulusa ve buna bağlı olan
kitleye indirgenmektedir ve bu grubun dışındakilere açık değildir. Tabii
ki ulus, diyalektik olarak kendi gücünü
geliştirebilmek için karşıtlarından gelecek bir gerilimle beslenecektir. Zira, bu
modernizmin en büyük esprisidir; modernizm kendisine karşıt olan düşünceleri absorbe ettikten sonra, bünyesinde
54
yaşatması ve bunu materyalize etmesi
ile meşhurdur.
Bu bağlamda karşımıza çıkan temel
kavramlardan birisi “kültür”. Fakat,
Terry Eagleton’un net bir biçimde ortaya koyduğu gibi kültür problemli bir
kavramdır ve hangi kültürden ya da kimin kültüründen bahsedildiği konusu
ortaya konulmalıdır. Eğer beyaz, heteroseksüel ve erkek bir kültürden bahsediliyorsa, o zaman her türlü kültür
değil; sadece bu kültürlerin kendilerine
özgü biçimleri içerisinde yer alan bir
“kültür” kavramı tartışılıyor demektir.
Burada temel strateji bellidir, kapitalizm ekonomiyi dinsiz ve vatansız bıraktığı gibi, kültürleri de bu biçimde
kozmopolit bir yapıda oluşturmaya çalışır.
Kendin Yarat!
Post-modernizmin yarattığı tartışma
alanlarından birisi, nesneyle anlam
arasında değişen ilişkisel bağlarla mekanın öneminin gitgide artmasıdır ve
bu minvalde, coğrafya tahrip edilmesi
gereken bir olgudur; zaman ve mekan
modernizmde disiplin kurma aracı olarak sınırlandırılmış ve kuşatılmıştır.
Mekan, bedene hakim olandır ve doğanın tam aksine bedene yaptırımlar
uygular ve sınırlarını çizer. Bu açıdan
düşünüldüğünde mekan anlamsız bir
boşluk değil, aksine etkin bir ideolojidir. Beden ve mekan birbirlerini etkiler
ve dönüştürür, aralarında diyalektik bir
ilişki vardır.
Mekan, toplumsal yapının “inşasındaki” sonuçları gizlemekte ve gündelik
yaşamın rutini içinde iktidar ve disiplini barındırmaktadır. Bu konu için Michel Foucoult’nun mekanın bir disiplin
aracı olarak kullanılmasında manastır
ya da okul örneklerini vermesini anımsamak yeterlidir. Peki, bu noktada şehir
yaratımı nasıl sorgulanabilir? Şu bir
gerçek ki, post-modern okumalar ile
birlikte şehir ve şehir dönüşümünü irdelemek iyice ağırlık kazandı. Eğer kent
bir makine gibi tasarlanırsa, yekpare bir
bütündür ve insanlar üzerinde iktidar
yaratmaktadır. Yani diğer bir deyişle,
insan mimariyi değil, mimari insanı
inşa etmekte ve kullanmaktadır. Peki,
bu durumda ne olacaktır? Bu yekpare
kurulma içerisinde, ayrıksı unsurlar
dışlanacak, bütünsel yapıyı oluşturan
elemanlardan dışlanan bu unsurlar, ilk
başta ezilecektir. Yani, ayrıksı ve marjinal olanlar; iyiye, doğruya, güzele giden
yoldaki kurbanlar olacaktır. Peki, dışlanan ve dışlanmakta olan bu parçalar görünür kılınabilir mi? İşte burada rollerden birisi de “sanata” düşmektedir.
İhtiyaç duyulan, “yaratıcı bir yıkma”
edimini, yeni bir inşa sürecini gündeme
getirmek ve yeni şehirlerin kurulmasında daha önce yok edilen, belirsizleştirilen ve sistem dışına çıkan unsurları
yapının içerisine tekrar almaktır. Bu
önerme soyut bir alana taşımaz konuyu, aksine inşa eden insanoğluysa, yıkıp, tekrar yaratan da o olacaktır. Kent
yaşamları kurulurken dengede durama-
yan ve sistem-dışı kalarak yok olanlar,
artık bu sürece dahil edilmelidir. Göç
edenler, kent yaşamına uyum sağlayamayanlar ve modern kent sistemi kendini inşa ederken, periferiyi temsil eden
bu unsurlar artık dışarıda kalmayacaklardır. Sınıfsal yapı içerisinde ezilenlerin birliğinden hareketle devrimci bir
cephe oluşturmanın zamanı gelmiştir.
Böylece her biri edilgen birer birey
değil, aktif birer katılımcı olarak toplumsal sorunlarda rol alacak isimler,
kolektif bir dayanışma ile kırılmış, es
geçilmiş bu tip noktaları onarabilirler. Böylece ortaya yeni bir yapı, yeni
bir dünya çıkabilir ve her bir katılımcı
farklı kültürleri temsil ederek ve genel
yapıyı bütünleyerek barışa geçilecek
süreçte görev alabilir
Sanatın ne işe yaradığı sorusunun cevabı böylece biraz olsun kafalarda netleşmektedir: Sanat farkındalık yaratır, bir
diyalog kurma arzusudur ve sanatçıyla
izleyicisi arasında herhangi bir fark kalmamasını sağladığı anda, demokratik
bir ortam oluşturmaktadır. Bu avangardın ve bazı post-avangard yönelimlerin
“ütopyası” olmuştur: Sanat ve yaşam
arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak.
İzleyici ve sanatçı arasındaki bir sahnenin varlığı, uygarlık ve kültür arasındaki ayrımın varlığını andırmaktadır, bu
da daha az demokrasi demektir. Ama bir
kez aradaki sınır flulaştırmaya başlandı
mı işte o zaman herkes eşit olacaktır;
yani Joseph Beuys’un “Herkes Sanatçıdır” şiarı işlerlik kazanmaya başlayacaktır.
Sanat genel iletişim ağı içerisindeki
enformasyonlardan birisi ise, o zaman
düşünce yolu ile bir iyileşmeyi, şamanistik bir arınmayı sağlayabilir. Bu
noktada yapması gereken, göstermelik
ilişkisel eserlerin yerine bizatihi işin
kendisinin dönüştürüldüğü eserle, izleyici katılımını bir “gösteriden” ziyade,
55
bir tür işe “müdahaleye”, kolektif bir
“happening”e devşirmesidir. Ancak bu
şekilde güç ve denge, farklılık ve eşitlik, manipülasyon ve gerçeklik sorgulanmaya başlanabilir.
Doğa - Kültür
Kültür denildiğinde sürekli kullanılan
bir zamir olarak “Biz” sözcüğü ile karşılaşılır. Sahi, “Biz” kimiz? Biz denildiğinde bu “biz” göçebeleri, travestileri,
tüm etnik kökenleri ve kadınları kapsamakta mıdır? Sahi bu konular, modern
yaşamın örgütlenmesi konusunda öncü
kurumlar akademilerin duvarlarının ardından nasıl görünmektedir?
Politik doğruculuk bu noktada bir söylem sapkınlığı yaratarak, eleştirel düşüncenin gelişiminin önünde bir engel olarak tespit edilmektedir. Kanaat
önderleri, siyasiler ve akademisyenler,
kalabalık sözcükler kullanarak gizlemeye çalıştıkları dar bakışlı bir vizyonun
temsilcileridir. Kendilerinin dışarıdan
nasıl göründüklerinin farkında değiller,
bu günümüzün neo-liberal politikalarının ve yeni muhafazakar dalganın temsilcilerinde netlikle görülebilmektedir.
Olayların içinde değildirler ve bu yaklaşımla, marjinal konulara eğileyim ama
bunu konuya yakınlaşmadan uzaktan
objektifimi zoom’layarak kayıt altına
alayım diyen dejenere bir fotoğrafçıdan
farkları yoktur.
Jean Baudrillard’ın etkileyici “simülasyon” önermesinin etkinliğini göz
ardı etmek mümkün değil, fakat yine
de siyasi, kültürel ve sanatsal eleştiriyi
terk ederek, apolitik, sinik bir yaklaşıma geçmeyi düşünmemek gerekmekte. Hala iktidarlar kültürel kimlikleri,
fiziksel baskı altında tutarak işlerini
görmektedirler. Kültürel hak ihlalleri
bir yana, muhalif sesler işkenceler, sert
müdahaleler ve politik doğrucuların
şakşak sesleri altında ezilmektedir.
56
Ortaklıklar
Sözcüklerin “yüksek kültür” eksenindeki bağlamında, kültür ya da sanat
seçkinci konumlara aittir; ama aynı
sözcüklerin sosyolojik, antropolojik ve
etnolojik tanımları halkındır. Bu iki
sınıf arasındaki karşılıklı ve etkin bir
iletişim, birbirlerinin kendilerini düzenlemelerine neden olabilir ve sınıflar
birbirlerini besleyebilirler. Bu açıdan
söylem üretimlerinin spekülasyonlarından ziyade, yaratılar üzerinden bir
muhasebeye girilmesi gerekmektedir.
Marx’ın “yaşamı belirleyen bilinç değil,
bilinci belirleyen yaşamdır” tespitini
yaparken, gösterdiği yöntem de tam
olarak budur.
Bir sanat sergisinin, bir konserin ya
da konferansın özsel olarak olmasa da,
belirli bir siyasi dönem içerisinde aktif
birer politik konum olduğunu unutmamak gerekli. Herbert Marcuse’nin
vurguladığı gibi “Sanatçı her daim iktidarın karşısında olandır” ve bu onun
provokatif bir model olduğunu gösterir.
Sanat meydan okur; mekanları, izlerkitlesi değişebilir, zaten kültürün sürekli
bir değişim olduğunu hatırlatmaya gerek de yok. Sanat dünyayı değiştiremeyebilir, ama uğruna yaşanacak bir dünyayı betimler.
To Migrate Without Moving
“There is no document of civilization which is not
at the same time a document of barbarism”
Walter Benjamin
City, as the Architect of the Nation-State
During the process that builds the nationstate, the cultural differences that we find
in modernity are being turned into monotypes. The reason is obvious: it is necessary
to gather all uncontrollable revolutionary
forces under one command. Thus, one of
the several differences is chosen as “major”:
it is elevated to “being universal” from “being local”. What we witness here is that, the
other minor identities are either ignored or
are paid minimum attention, while some
other characteristics are considered to be
superior to the others.
The nation-state, in this way, desires to
create one identity out of many ethnical,
religious and sexual differences. It is clear
that, as long as this goal is insisted on,
there will be no justice for all the differences. Reason and freedom is reduced to the
nation and the masses related to it and the
rest is excluded. It is certain that, according to the dialectic principle, the nation,
to increase its own power, will feed on the
tension that is caused by its enemies. This
is the most fundamental characteristic of
the modernity. Modernity is famous for its
ability to absorb any opposing ideologies;
it harbors them and eventually materializes them.
In this regard, one of the most basic concepts that we come across is “culture”.
However, as Terry Eagleton has pointed
out, culture is a problematical concept and
it should be specified which or whose culture is being discussed. If the topic is the
culture of the white, heterosexual man,
then it’s safe to say that what is discussed
here is a concept of “culture” that is specific to that group. The basic strategy is
obvious; capitalism tries to gather all cultures in a cosmopolitan structure just like
the way it has separated the economy from
the religion and the nation.
Do It Yourself!
One of the topics of discussion that Postmodernism has put forward is space becoming more and more important as the
relation between the object and the meaning changes. In this respect, geography is
the kind of phenomena that should be destroyed; time and space has been defined
and used as tools of discipline. Space
dominates the body and unlike the nature,
it imposes on the body and defines its limits. From this point of view, space is not a
meaningless empty void but an active ideology. Body and space interact with and
57
change each other. There is a dialectical
relation between the two.
Space hides the consequences of construction of the society; it harbors the power
and discipline in the daily routine. It’s
sufficient to mention Michel Foucault’s examples on space as a disciplining mechanism, here: monasteries and schools. How
do we question the creation of the cities?
We know that, as a result of the post-modernist readings, it’s been a growing trend
to analyze the city and its transformation.
If the city is conceived as a machine, it is a
monolithic whole and it imposes upon people. In other words, the architecture builds
the man and uses him, not vice versa.
What happens then? In this monolithic design, at first, those who are excluded from
the total structure will be crushed. That
means eccentrics and marginal people will
be sacrificed on the path of the good and
the beautiful. Is it possible to render these
outcasts visible? “Art” plays an important
role at this point.
What is needed is to propose an act of
“destructive creation”, a new process of
construction. Moreover, those elements
that had been destroyed before the new cities were built; those who have been made
invisible and excluded from the system
should be taken back into structure, again.
Those who couldn’t adapt when the cities
were being built should be included in the
process. People, who migrated, couldn’t
adapt and those who stand at the periphery will not be excluded anymore. It is time
for the oppressed to come together and
form a revolutionary front.
Thus, those people who will actively participate in the social problems can fix such
broken elements with cooperation. So, a
new construct, a new world can emerge
and each participant, representing different cultures, can play a role in the process
that will lead to the peace.
58
The answer to the question “What is art
for?” is becoming clearer: Art provides
awareness, it is the desire to establish a
dialogue and when there is no difference
between the artist and the audience, a
democratic atmosphere is established. This
has been the utopia of the avant-garde and
post-avant-garde tendencies: to abolish the
dichotomy between the art and the life. The
stage, separating the artist from the audience, resembles the difference between the
civilization and the culture. However, once
those boundaries become blurry, everyone
will be equal. That is, Joseph Beuys’ motto
“Every Human Being is an Artist” will become true.
If the art is a part of the general web of
information, then it can provide healing
by means of thinking and a shamanistic
cleansing. What should be done is to swap
those artworks that pretend to be related
for those that can transform themselves.
The active participation of the audience
shouldn’t be merely a show but the audience should intervene: it should be a collective “happening”. Only then the concepts of power and balance, difference and
equality, manipulation and reality will be
questioned.
Nature – Culture
Every time the culture is being discussed,
it’s highly probable to come across the
word “we”. Who are “we” anyway? Does
that “we” include gypsies, transvestites,
all ethnic groups and women? What is the
academy’s opinion about this? They are
the leading institutions that establish the
modern life, after all.
Political correctness causes deviation in
the discourse: it hinders the development
of critical thinking. Opinion leaders, politicians and academicians are the representatives of a narrow point of view, the
fact which they try to hide with confusing
words. They have no idea about how they
look from the outside; this is common to
all the representatives of neo-liberal politics and the new conservative movement.
They do not participate in the events and
because of this, they are no different than
a photographer who is interested in marginal issues but wishes to stay away from
the action , instead zooms in on the events
from far away.
sary to remind that culture is the constant
change. Art may not have the power to
change the world, but it describes a world
worth living in.
We cannot deny the influence of Jean
Baudrillard’s “simulation” proposition.
Nevertheless, we should still refrain from
abandoning the political, cultural and artistic criticism for the sake of an apolitical
and cynical viewpoint. Governments still
oppress the cultural identities physically.
Besides the violation of the cultural rights,
opposing voices are being crushed under
torture, harsh reactions and approval of
politically correct people.
Partnerships
In the context of the words “high culture”
art and culture belongs to the elite. However, the sociological, anthropological and
ethnological definitions of these words belong to the people. The active interaction
between these two classes may cause them
to rearrange themselves and classes may
supply one another. In this respect, speculations should be avoided and the creations
should be taken into account. When Marx
observed that “It is not the consciousness
of men that determines their being, but, on
the contrary, their social being that determines their consciousness”, he proposed
that exact method.
It should be remembered that an art exhibition, a concert or a conference, even if
not essentially, is an active political standpoint in a specific political period. As Herbert Marcuse pointed out, “The artist always takes a stand against the authority”
and that suggests that he is a provocative
model. Art challenges; its environment and
audience may change. It is not even neces59
MEHMET ALİ UYSAL
9/11 Bir Sanat Yapıtı Olabilir mi?
Sanat artık, izleyicinin aktif katılımıyla oluşan etkileşimin yansıması olarak tanımlanmakta. Bu tanımlama için
izleyicinin katılımıyla varoluşumunu
tamamlayan sanat yaptının iki değeri
üzerinde duruluyor. Birincisi; son ürün
olarak sanatın deneyimlenmesine yapılan vurgu; ikincisi, yapıtın varoluşunda
son noktayı koyacak olan izleyici ile
projenin oluşumunu sağlayan sanatçı
arasındaki rol değişimidir.
Dadacılar, Fluxuscular ve Allen Kaprow,
John Cage, Joseph Beuys gibi sanatçılar izleyiciyi yapıta katarak, etkileşimi
sanatta bir değer olarak ilk kullananlar
olarak kabul edilmiştir. Onların çalışmaları bize, sanat yapıtının varoluşunun sadece sanatçının mekânı hazırlamasına değil, yaratılan mekânın izleyen
tarafından deneyimlenmesine bağlı
olduğunun bilgisini vermiştir. Bu bilgi;
gerek izleyen, gerek sanatçı, gerek ortaya çıkacak yapıt açısından mekân kavramının da önemini ortaya koymuştur.
Bu anlayışla sanatçı tarafından ortaya
konacak yapıt; geleneksel bir galeri
mekânında, kamusal bir alanda (amacına yönelik olarak), ya da internet üzerinde, izleyiciyi aktif konuma getirerek
oluşturulma özelliği kazanmıştır.
İzleyicinin yaratılan mekânı deneyimlemesinin yanlış anlaşılmasından kor60
kan küratör ve gazeteci Itsuo SAKANE,
izlemek ve değerlendirmek göz önünde
tutulduğunda bütün sanat olayları zaten etkileşimlidir’der.1 Sakane’ye göre
izlemek ve değerlendirmek yapıt ile iletişime geçmiş olmak anlamını taşımaktan öteye gitmemektir ve bu sanatın
doğasında olandır. Ancak, günümüzde
izleyici ile yapıt arasındaki ‘etkileşim’
sözü, yapıta müdahale edilmesi, onun
formuna, oluşumuna etki edilmesi anlamını taşımaktadır. Bu türden sanat
yapıtları izleyenin aktif müdahalesine
açıktır ve yapılan eylemin sonucunu
görüp değerlendirmesine olanak sağlamaktadır.
John Cage’in 4’33” (1952) lik sessizlik
senfonisi bu anlayışın ilk ve önemli örneklerden biridir.2 Cage projesini
gerçekleştirmek için Maverick Konser
salonunu seçmiştir. Orkestra elemanlarına ait sandalyelerin tam olarak yerinde ama boş olduğu bir sahneye şef
olarak çıkmış ve 4 dakika 33 saniyelik
süre boyunca sahnede kalmıştır. İzleyicilerin şaşkınlıkla şefin ne yapacağını
beklemesi ve bu bekleyişte çıkan sesler
onun performansı/senfonisi olmuştur.
Cage projesiyle izleyici ile yapıt arasındaki etkileşimli varoluşu ortaya koyarken aynı zamanda da sanatçının rolüne
yeni bir bakış açısı getirmiştir.
Yaratımda sanatçı artık tekil yaratıcı değil, destekleyen ya da önayak olan kişi
durumuna gelmiştir. Bu durumda sanatçı durumu/eylemi planlayan, izleyen
ise eylemin içinde yer alarak gerçekleştirilmesini sağlayan kişi olmuştur. Sanat yapıtı ise, eylemin kendisidir.
Eylemin sanat yapıtı olarak değerlendirildiği bir örnekte Beuys’un Rene
Block’un davetiyle 1974’te Amerika’da
gerçekleştirilen ‘Amerika’yı Seviyorum,
Amerika da Beni’ adlı performansıdır.
Beuys, beş gün süren performansında 1974 Mayıs’ta René Block’un New
York’ta yeni açılan galerisinde, tel örgüyle bölünmüş küçük bir odada, vahşi
bir kurtla birlikte yaşamıştır.
‘İzleyici, sanatçı ve yapıt’ arasındaki
ilişkiyi, farklı bir biçimde ele alan Beuys, yapmış olduğu performansı, ‘toplumsal heykel’ olarak adlandırmıştır.
‘Amerika’yı Seviyorum, Amerika da
Beni’ adlı çalışma beş gün boyunca
kafesin içinde yaşananların tamamını kapsayan süreçten oluşmuştur. Bu
performansta yapıt; her anını deneyimleyen sanatçı, kurt ve izleyicinin katılımıyla oluşan eylemdir.3
Oluşturulan etkileşimli ortamda, sanatçının baskın rolü bozulurken yapıta katılan her birey yapıtın varoluşuna
yaptıkları etki ile sanatçı konumuna
gelmektedir. Bir başka bakış açısıyla
zaman zaman sanatçı izleyici, izleyici
ise sanatçı olmaktadır.
Bununla birlikte sanatçı, izleyici ve
yapıt arasında var olan geleneksel engeller ortadan kalkmıştır . Yaşanan bu
değişim ve dönüşüm hemen hemen sanatın tüm dalları için de aynıdır. Örneğin tiyatroda; izleyiciyi sahneden ayıran
ve dördüncü duvar olarak tanımlanan
dikdörtgen yapı anlayışı yıkılmıştır. Artık yuvarlak ve/veya seyirciler arasında
oynanan, dördüncü duvarın kaldırıldığı
ve böylece izleyicide (katılımcıda) sanat
yapıtının dokunulmazlığının kalmadığı
etkisi yaratılmıştır. Farklı bir ülkedeki
müzeye internet üzerinden ulaşılabilir,
izlenebilir ve bir işe müdahale edilerek
değiştirilebilir olması ise; bir başka örnektir. RTMark5 çalışmalarında olduğu
gibi izleyici yapıtın oluşumunda etkili
olabilir veya oluşmakta olan yapıtın bir
parçası olabilir.
Günümüz sanatının bu yaklaşımı geleneksel sanat kabullerini açıkça sorgulamaktadır. Bu sorgulama alanları;
sanatçı, izleyici, işin bulunduğu mekân,
işin sergilenme biçimi ve hepsinin bir
diğeri üzerindeki rolü olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu türden bir yaklaşımla dünya tarihinin en önemli eylemlerinden biri olan
“11 Eylül Saldırısı Bir Sanat Yapıtı Olabilir Mi?” sorusu aklımıza gelebilir. 11
Eylül saldırısı, kuşkusuz Uluslararası
Politikada bir dönüm noktası olmuştur.
Saldırı, egemen güvenlik duygusunu
ve bu duyguyu inşa etmek için kurulmuş olan politik yapıyı sorguladığı için
çok önemlidir. Yapılan sorgulamadaki
tartışmalarda saldırının amacının sadece fiziksel hedefe yönelik değil, gücün
temsiline yönelik olduğu görüşü öne
çıkmıştır. Dünya Ticaret Merkezi Neolibereal Ekonomik Dünyanın, Pentagon;
ABD’nin askeri becerisinin ve Beyaz Saray da yine politik gücünün göstergesi
kabul edilen yapılar olarak bilinmekteydi. Zaten karmaşık bir anlama sahip
olan New York Dünya Ticaret Merkezi
ikiz kuleleri, yıkılmaları ile daha da
büyük bir anlam kazanmışlardır. Bu örnek, teknolojisi, yeri ve işlevi nedeniyle
dünya çapında çok fazla insanın bildiği ve aynı şekilde anlamlandırdığı bir
yapı olması nedeniyle önemlidir. Diğer
yandan tam da fiziksel varlığı ortadan
kaybolması ile, yani yok oluşu ile daha
büyük bir anlama sahip olmasıyla da
61
önemlidir. 11 Eylül’de yıkılmasından
bu yana, daha önce binaları bilmeyenler de öğrenmişler ve farklı bir anlam
yüklemişlerdir.
Saldırı Ulus Devlet anlayışının güvenlikli yapısı ile ilişkilendirilmiştir. Dünya Ticaret Merkezi’nin uçaklar tarafından yıkılması daha önce yapılmış olan
öngörülerin ve ardından yaşanacak
süreçlerin ne olabileceğine dair birçok
tartışmayı beraberinde getirmiştir. Bu
tartışmalarda mühendisler ve mimarlar
yıkımın teknik analizini yaparken, düşünürler de sosyal ve politik göndermeleri üzerinde yorum yapmışlardır. Ulus
Devleti’ni güvenlik ve savaş makinesi
olarak tanımlayan birçok düşünür, ulus
devletini hem yerel güvenliği sağlamak
için politikalar üreten hem de uluslararası ortamdaki güvenliği sağlamak
için askeriyeyi güçlendiren bir kurgu
olduğu yorumunu yapmışlardır. Onlara göre; saldırı, bir kurgu olan Ulus
Devletinin vatandaşı olmayan herkesin
güvenliğini tehlikeye attığı düşüncesine yapılmıştır. Toplumları bu noktaya
getiren olaylar, yaşatılan korku ve güvensizlik travması doğal olarak sanatı
da etkilemiştir. Gerek eylemin öngörülmüş olması, gerek yapılış biçimi,
gerekse yarattığı psikolojinin yansımalarının teknik ve düşünsel analizi yapılmış, yeni bir dönüm noktası kabul edilen bu olay birçok sanatçının işlerine
kaynak olmuştur. Yaşananın imgemizde sadece bir patlamadan ibaret olmadığı ve etkisinin büyük olduğu açıktır.
Yıkılmış olan bina dünya ekonomisinin,
Amerikan kapitalizminin ideolojik bir
sembolüdür. Bu sembolün yine sadece
Amerikan filmlerinin senaryolarında
rastlayabileceğimiz bir eylemle gerçekleştirilmiş olması bile sanatsal bir
değer taşımaktadır. Yaşanan acılar yok
sayılabilse, sadece bir film gibi kabul
edilebilse yapılan iş çok etkili sanatsal
bir eylem olarak kabul görebilecektir.
62
W.B. Yeats 1916 yılında yaşanan Paskalya ayaklanmasını konu aldığı ağıtsal
şiirinde, 11 Eylül’ün intihar eylemcisi
hava korsanlarının yaşadığı değişime
çok benzeyen bir değişimden söz etmiştir. Yeats şiirinde, İrlanda’daki sömürgeci baskıyı yıkmak amacıyla tasarlanmış olan bu ayaklanma, bu politik dram
sırasında, ayrıcalıklı sınıftan gelen eğitimli kişilerin saldırgan aktörlere nasıl
dönüştüğünü ele almış, saygıdeğer ve
nazik olanların asilere dönüşümü karşısında büyülenmiştir. Yarattığı tiyatral
metaforla hayatın bir çeşit sanat olduğunu, şiddetin bireyi trajediye ve bir
tür güzelliğe yükselttiğini ima etmiştir.
Şiddetin ve hatta politik terörün yaratıcılık ile yakınlığı, günümüzde bile
hissedilen sanatsal arzu; romantik bir
aşırılığın mirasıdır.
Sanatsal arzu; sınırları zorlayan orijinalliğini verili düzenin sınırları boyunca ve sınırların bir adım ötesine
geçmesinden alan bir sanat üretmek
çabasında olmuştur. Belki de bu nedenden romantik sanatsal arzu; kökenleri
Sanayi Devrimi’ne giden, tüm dünyayı içine çekmeyi, farklılıkları ortadan
kaldırmayı amaçlayan, batılı ekonomik
ve kültürel düzeni yıkacak korkunç bir
uyanış arzusu barındırmıştır. Bir kültürel rejimi (örneğin sansür ve pornografi yasaları gibi) içerden zorlama
arzusu değil, dışarıdan bizzat rejimin
kendisine saldırmak, onu dize getirmek
arzusu olmuştur. Bu arzu aynı zamanda, terörizme kadar uzanan bir arzudur.
Romantizm den Modernizme bir çok
sanat hareketi kendisini, bilinçli olarak
devrimci olarak sunmuş ve Batı’nın düzenini sarsmaya –hatta alaşağı etmeyekalkışmıştır.
Sanattaki verili düzenin sınırlarını zorlama, yok etme tutkusu tekrar tekrar
ortaya çıkmış, sanatsal miras konusundaki önyargının gözden geçirilmesine
neden olmuş, sanatın her zaman iyi ve/
veya naif olduğu yolundaki kolaycı varsayımlara meydan okumuştur. Ancak
kültürler sonunda bu tür yaklaşımları
tüketmiş ve metalaştırmıştır.
Bugün gelinen noktada; sanatçılar sayesinde dar kültür çevrelerinde farklı
bir görme biçiminin üretilebileceği,
hatta bunun şurada burada kimi değişimler dahi yaratabileceği yönündeki
minimalist umutlar ile dünyanın sanatsal eylemlerle değiştirilemeyeceği fikri
yıkılmıştır. Bu yıkım yaşanan sanatsal
eğilimin sonucudur. Modern sanatçı,
onu terkeden ve kınayan gerçek dünya, onu aynı zamanda güzel ve meydan
okuyucu şeyler üretmede serbest bıraktığı için, marjinaliteye sahiptir ve kendi
azınlık statüsüyle barışıktır. Ancak, çok
daha fazlasını isteyen, sınırları zorlayan yok etmek isteyen günümüz sanatçısının amacı ise asla bu değildir.
New York Times’ın klasik müzik eleştirmenlerinden Anthony Tomasini’nin (ki
daha sonra bir çok Amerikan gazetesinde tekrar yayınlanmıştır) kışkırtıcı yazısı Alman Karlheinz Stockhausen’le yapılan röportaja yer vermiştir. Elektronik
müziğin öncülerinden Stockhausen’e
16 Eylül 2001’de Hamburg’da bir basın konferansında ABD’deki saldırılarla ilgili fikri sorulmuş. Stockhausen,
Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlene
saldırının “bütün kozmosda mümkün
olan en büyük sanat eseri” olduğunu
belirttikten sonra hayranlığını gizlemeden, saldırganların “müzikte hayal dahi
edemeyeceğimiz bir şeyi tek perdede”
gerçekleştirdiklerini, “insanların bütünüyle fanatik bir biçimde, delicesine on
yıl prova yaptıktan sonra, konsere çıkıp
öldüklerini” söylemiştir. Dünya Ticaret
Merkezi’nin yıkılışı harikulade imajlara
dönüşmesine karşın Stockhausen’i büyüleyen şey imajlar değil, eylemin kendisi olmuştur. “Tüm kozmosda mümkün olan en büyük sanat eseri” derken
kastettiği şey eylemdir. Ona göre sanat,
insanı dönüştürmeyi başaramadığı taktirde bir ‘hiç’ tir. Tomasi’ye göre ise ızdırabın tiyatral bir betimlemesi sanat
olabilir, ancak ızdırabın kendisi olamaz.
Alev alev yanan ikiz kulelerin imajı, her
nekadar dehşet verici bir cazibeye sahip
olsa da sanat değildir.
Aristoteles’in “bakarken acı çektiğimiz
nesneleri, titiz bir sadakatle yeniden
üretildiklerinde haz alarak seyrederiz:
en korkunç hayvanların ve canavarların
görüntüleri gibi” diye ifadelendirdiği
bu güçlü geleneksel standarda göre 11
Eylül’de New York ta yaşanan acı verici olaylar, Tomasini’nin de savunduğu
gibi, sanat değildir. Çünkü olay yerinde
bulunalar ve onların akraba ve tanıdıkları için kulelere düzenlene saldırı korkunç bir olaydır. Ancak Tomasini’nin de
kabul ettiği gibi, imajlara gelince durum değişmiştir. İmajlar dehşet verici
bir cazibe’ye sahiptir. Başka bir deyişle, gerçeklikten uzaklaştırılmış güvenli
düşünce ortamımızda imajlar hazzı tetiklemiştir. Aristoteles’in temsilin dönüştürücü gücüne dair teorisinde temel
aldığı örnekte olduğu gibi, acı verici bir
varlığı olan nesnenin imajları; bir sanat
formuna sokulduğunda, hazzı tetikleyen bir değer kazanırken, şeyin kendisiyle doğrudan etkileşime girilmesini
önleyen nesneye odaklar. İmajlarla tetiklenen haz; bireyin odaklanılan nesnenin içine çekildikçe kendisini yitirmesinden kaynaklanan ruhsal bir hazdır.
Stockhausen’in, elektronik imajlardan
değil olayın kendisinden bahsetmesi
ise Tomasini’ye göre su götürmez bir
delilik belirtisidir. Ona göre sanat temsildir; aksini iddia etmek sanatın özü
olduğu düşünülen şeyi, yani insancıllık
denen şeyi yadsımak demektir. Aksini
iddia etmek aynı zamanda, estetik alanındaki devrimcilerin iki yüzyıldır sık
sık yaptığı gibi, geleneğe savaş açarak,
sanatın kaçınılmaz gerçeği gibi görünen; sanatın özü itibariyle hayatın ken63
disi olmadığı, “bir adım ötede” durduğu
fikrine karşı çıkmak anlamını taşımıştır.
Buna karşın sanatın hayatın kendisi olduğu düşüncesine en iyi örneklerden
biri 1971 yılında Chris Burden’ın Shoot adlı performansıdır. Shoot; gerçek
zamanlı bir kurşunlanmaya dayanan
risk taşıyan, acı yaşatan ve deneyimlenmesiyle yaşayana ‘zihinsel şeyler’ yaşatmak amacında olan bir şiddet eylemiydi. Burden için, “Kurşunlanmak son
derece gerçektir... Hiç bir yapmacıklık
ya da sahtelik içermez oysa temsil sahtedir”. Kurşunlanan sanatçıyla, kurşunlanan sanatçıyı izleyen izleyici gerçek
olanla karşı karşıya kalmıştır, gerçeğe
dair bir şeyle değil gerçeğin kendisiyle.
Diğer bir taraftan Aristoteles’in sanatta
hâkim olan temsilin dönüştürücü gücüne dair teorisi bu gibi performansa
dayalı sanat anlayışlarında reddedilmiş
olmasına karşın izleyici deneyiminin
gerekliliği bir ikilemin yaşanmasına
da neden olmuştur. New York’u vuran
saldırganların, Stockhausen’in bile estetik kabul etmediği asıl niyetlerine
karşın dünya ölçeğinde izleyicisi olan
politik amaçlı bir performans sundukları söylenebilir. Sergilenme mekânı,
pek alışılmadık ve küreselleşmiş kapitalizmin sembolik merkezi kabul edilen politik anlamla yüklü bir mekândır.
Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı bu
oyunun tümü gerçek zamanlıdır ve
hiç bir yapmacıklık ya da sahtelik içermemiştir. Geniş oyuncu kadrosu ciddi
acılara maruz kalmıştır. Bin Laden’in
orada olacağından emin olduğu kameralar sayesinde, belirli türde imajlar
üretilmiş, çerçevelenmiş ve tekrar tekrar gösterilmiştir. Kameralar ‘yaşam’ın
ve ‘sanat’ın, ‘olay’ın ve olayın ‘aslı’nın
eşzamanlı olarak geniş bir izleyici topluluğu tarafından deneyimlenebilmesini sağlanmıştır.
64
Bu oyunda sanatçılar vardı, konu vardı, ama rolü reddetmek gibi bir şansları olmayan binlerce oyuncu ile bu
anın deneyimini yaşamaktan başka
şansı olmayan izleyiciler vardı. Oyun
izleyicisiyle ilişkisini, onsuz sanatın
cılız kaldığı ve nihayet suçun parçası
haline gelen ve totaliterleşme sürecini tamamlayan medyayla kurmuştur.
Koleksiyoncular veya müzeler, ‘estetik
ölçütlere dayanarak’, rastgele -ama asla
tesadüfen değil- bu oyundan arta kalan
nesneleri sanatsal kalıntılar ‘artifact’
olarak kabul ederek seçmiş, gelecekte
sergilenmek üzere saklamışlardır. Arta
kalanların sanatsal kalıntı olarak seçilip
toplanması Stockhausen’in saldırının
“tüm kozmosda mümkün olan en büyük sanat eseri” olduğu yargısını haklı
çıkarmıştır. Müzelerin seçtiği nesneler
derhal “paha biçilemez” hale gelmiş,
seçmedikleri –ziyaretçilerin hayal gücünü harekete geçirecek güçten mahrum oldukları için– değersiz görülüp
çöpe veya geri kazanım merkezlerine
gönderilmişlerdir.
Bu oyunun deneyimini yaşamaktan
başka şansı olmayan izleyicilerde değer/değersiz, yaşam/ölüm, varlık/yokluk, zaman/mekân algısında belli bir
dönüşümün yaşanması kaçınılmazdır.
Bireyler için artık dünya değişmiştir.
Uygulanması Planlanan Projeler
Birinci proje bir müzenin, ikincisi ise
bir galerinin bombalanmasıdır. “Bir
kartalı ancak; yine o kartalın tüyünden
yapılmış bir okla vurabilirsiniz” sözünden yola çıkarak kurgulanan projelerde
oluşacak yıkımın gene aynı mekânlarda
bir sanat yapıtı olarak sergilenmesi
planlanmaktadır. Projelerin olabilirliği bir tarafa bırakılırsa; Müze projesi,
Sanat Tarihinin sorgulanmasıdır. Bombalanmak istenen bir sanat müzesidir.
Amaçlanan, bombalamayla oluşacak
görsel etkinin desteğinde sanat tarihi
ile yüzleşmektir. Müze’cilik kurumu,
müze anlayışının ideolojik bir olgu
olduğu ve izleyicisine belirgin bir düşünceyi dayattığı ortaya konarak, bu
anlayışı birçok sanatçının eleştirilerek,
reddettiği örneklerle belirtilmiştir. Proje tam da bu noktadan çıkarak, mimari
yapısı, kuruluş amacı ve içindekilerle
imgelemimizde oluşturulan Müze kavramını sorgulamaktadır.
Müzenin yanı sıra, ikinci proje olarak
bir galerinin de bombalanması planlanmaktadır. Her ne kadar projenin düşünsel yapısı ve uygulanışı benzerlik taşısa
da, galerinin bombalanması ile hedeflenen, sanat pazarının eleştirisidir. Sonuç
olarak sadece düşünsel altyapısı ve uygulanış biçimiyle benzerlikler taşıyan
bu iki proje için, anlayışları ve işleyiş
biçimleri ile farklılık gösteren iki ayrı
mimari sembolün bombalanması sonucunda ortaya çıkması planlan yapıtlar
birbirinden oldukça farklı olacaktır.
Koleksiyoncular veya müzelerin, estetik ölçütlere dayanarak bu oyundan arta
kalan nesneleri sanatsal kalıntılar “artifact” olarak kabul ederek sergilenmek
üzere toplamış olmalarına gönderme
yaparak sanat pazarı olarak adlandırılan düzenin eleştirisidir. Yapılan eleştiri Müze, galeri mekânında sergilenenin
SANAT kabul edilmesinedir.
KAYNAKÇA
ATAGÖK, T. “Çağdaş Müzeciliğin Anlamı; Müze ve İlişkileri”,
(der.T.Atagök) İstanbul: YTU Basım Yayın,1999
ARTUN, Ali. Sanat Müzeleri 1/Tarih Sahneleri, İstanbul : İletişim
Yayınları, 2006
BAUDELAIRE, Charles. “1846 Salonu”, The Mirror of Art, :43,Jonathan Mayne, Garden City, New York: Doubleday, 1956
BERTOL, Daniela. “Architecture of Images: An Investigation of
Architectural Representations and the Visual Perception of ThreeDimensional Space”, Leonardo, Vol. 29, No. 2. Masacusettes:The
MIT Pess, 1996.
BIVAR, Venus. “History for Sale: The InternationalArt Market
and the Nation State”, International Journal of Cultural Property
13:259–283. Printed in the USA, 2006.
CARAMELLO, Charles. Performance in Postmodern Culture,
Milwaukee:Paj Pub.,1977.
CRIMP, Douglas. “The End of Art and the Origin of the Museum”,
Art Journal, Vol. 46, No. 4, The Political Unconscious in Nineteenth-Century Art (Winter, 1987), pp. 261-266 College Art Association, 1987.
DOVEY, Jon. Fractal Dreams New Media in Social Context, London:
Larence & Wishart, 1996.
KAHRAMAN, Hasan Bülent. Sanatsal Gerçeklikler, Olgular Ve
Ötesi, İstanbul:Agora Kitaplığı, 2005.
KAHVECİOĞLU, H. Mimarlıkta İmaj: Mekânsal İmajın Oluşumu
ve Yapısı Üzerine Bir Model, Doktara Tezi, İTÜ, 1998.
MALEUVRE, Didier. Museum Memories History, Technology, Art,
California:Stanford University press,1999.
MALRAUX, A. “Museum Without Walls”, Secker & Warburg,1967.
McLEAN, F. “Museums and National Identity”, Museum and Society, 3(1):1-4. 2004.
MERCİN, L. “Kültür ve Sanat Degerlerinin Yasatılmasında Müzelerin Rolü”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi. 2(6), 106-114,
2003.
SIMON, Penny. Critical issues in Electronic Media New York: State University of New York
Press, 1995
YILMAZ, Mehmet. “Beuys’u Okumak”, Cey Sanat, sayı:07/16, Haziran/Eylül, 2007
1SIMON, Penny. Critical issues in Electronic Media New York:
State University of New York
Press, 1995
2CAGE, John. 4’33”. Maverick Concert Hall, Woodstock, New York.
29 August 1952.
3YILMAZ, Mehmet. “Beuys’u Okumak”, Cey Sanat, sayı:07/16, Haziran/Eylül, 2007: 26-30.
4DOVEY, Jon. Fractal Dreams New Media in Social Context, London: Larence & Wishart, 1996.
5RT Mark. http://www.rtmark.com/
6For surveys, see Jack Donnelly, Realism and International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 2000) and Michael
Joseph Smith, Realist Thought from Weber to Kissinger (Baton
Rogue: Louisiana State University, 1986). For critiques, see Jens
Bartelson, A Genealogy of Sovereignty (Cambridge: Cambridge
University Press, 1995); and R. B. J. Walker, Inside/Outside: International Relations as Political Theory (Cambridge:Cambridge
University Press, 1993).
65
9 / 11 May be an Artwork?
Today art is defined as a reflection of the
interaction of the viewer’s active participation. There are two values focused on
to define the art object completed with the
viewer’s participation. First, the recent
emphasis on the experience of art as the
product and the second, the art object’s existence is to put an end to the change of
role between the viewer and the artist to the
formation of the project.
already interactive.. According to Sakane
to view and to evaluate does not go beyond to create a relation between artwork
and viewers and this is in nature of art.
However, today, the ‘interaction’ between
the viewer and the art object, mean an intervention to art object and its’ form. This
kind of art objects are open to the viewers’
intervention and allow them to make some
assessment of the outcome of the action.
Dada and Fluxes members and the artists
like Allen Kaprow, John Cage Joseph Beuys
are accepted as the frontiers using the interaction between art object and viewers as
a value in art. Their artworks, reminded us
that art object’s emergence does not only
depend on, the preparation cof the space,
but also being experienced by the viewers.
This information gave the importance of
the space concept for the artist, viewers and
artwork. With this way of understanding
the art objects put out by the artist in a
gallery space, public space or in an internet site have gained the possibility of the
direct participation of the viewers.
John Cage’s 4’33 “(1952) “symphony of
silence” is the first and prime example of
this approach. Cage has chosen Maverick
Concert Hall to carry out the project. He
came as a conductor on a stage where the
orchestra seats for staff to be in place but
blank and stayed there 4’33’’. The audience’s surprise for waiting the chef what he
will do, and the noise they made at that
moment has become his symphony. His
interactive project between the viewer and
the art object out of interactive existence at
the same time has brought a new perspective on the role of the artist.
Curator and the journalist Itsuo SAKANE
fearing the misunderstanding of participation of the viewers has said that when
you consider to view and to evaluate an
artwork, all the art events that have been
66
In the process of creation artist is no
longer singular, but has become the one
supporting the initiative. In this case, the
artist is the one planning the action, and
the viewer is the one carrying out by taking
part in the action. Art object has become
the action itself. One of the examples of the
actions which is evaluated as an artwork
is the work of Beuys who performed (1974)
in USA by the invitation of Rene Block; “I
love America and America loves me”.
This approach of contemporary art, explicitly questions the assumptions of traditional art. These areas of inquiry emerges
as the role over the other between the artist,
the viewer, the exhibition space.
Beuys, in his performance lasted for five
days in May 197, lived with a wild wolf
in a small room split by a wire braid, for a
newly opened gallery in New York by René
Block.
With this kind of approach, the question
of “September 11 attack may be an artwork?” may come into mind for the one of
the most important acts of the world history. September 11 attack, of course, was
a turning point in international politics.
This attack is important because of its
questioning the ruling security sense and
the political structure to construct this
sense. On the discussions about the attack,
the purpose of it came forward not only
for the physical target, but also for the representation of power. World Trade Center
is known as the Neoliberal economic world
power; the Pentagon is known as the U.S.
military power and the White House is
known as the political power. This example
is important because of being well-known
with its well constructed technology, location and function. The World Trade Center
(twin towers) which already had a complex meaning, has gained an even greater
meaning by its collapse. Since the fall on
September 11, the people who did not know
the twin towers has leant it as well and has
given another meaning to it.
Beuys tackling the relationship between
‘Audience, artist and art object,’ in a different way, named his performance as a
‘social sculpture’. The work called ‘I love
America, America loves me’ consists of the
whole process lived in this cage during five
days. In this performance the artwork is
the process created by the participation of
the artist experiencing every moment, the
wolf and the viewer’s action.
In this created interactive environment, the
dominant role of the artist impaired and
each individual participating in the project
has become “artist” by their intervention to
the artwork. From another point of view,
from time to time, the artist becomes the
viewer, and the viewer becomes the artist.
Moreover, the traditional barriers existing between the viewer, artwork and the
artist, has been eliminated. This change
and transformation is almost the same
for all branches of art. For example, in
the theater, the idea of the fourth wall
that separates the viewer from the scene,
defined as the rectangular construction,
has collapsed. Now the round construction
(play in/with the audience) is adopted. The
fourth wall has been removed; an effect
claiming that the immunity of the artwork
has no longer existed has been created. To
be able to reach from another country to a
museum, to be able to visit it and intervene
it is another example. In the wotks of RTMark, the viewer can intervene to the work
exhibited in the museum.
The attack was associated with the secure
structure of the concept of nation-state.
The collapse of the World Trade Center
with airplanes has lead to many discussions about what has been predicted before and what will happen next. In these
discussions, while engineers and architects
analyzed the collapse in technical terms,
thinkers commented on its social and
politic references. Many intellectuals who
consider the nation-state as a machine of
security and war have suggested that, the
nation-state is a concept that both produces politics to ensure local security and
fortifies military to provide international
security. According to those intellectuals,
67
the attack was aimed at the notion that
the nation-state was a threat to all who
weren’t its citizens . The events that have
brought societies at this point, the fear and
the trauma that we’ve all experienced have
affected the art as well. The fact that the
event has been foreseen, its method and
the psychological reflections that it has
created have been subjected to analysis in
terms of both technicality and intellectuality; the event, being considered as a new
turning point, has been an inspiration to
many artists. It’s clear that what we’ve
experienced is not a mere flash in our imagination; it’s affected us seriously. The
ruins are the ideological symbols of the
world economy and the American Capitalism. The fact that this symbol was carried
out in an event that can only be found
in American movies has an artistic value
of its own. If one could ignore the suffering and see the whole thing as a movie, he
would have to accept that it was a very impressive artistic act.
In his elegiac poem about the Easter uprising in 1916, W. B. Yeats mentions a change
that is so similar to what the hijackers in
September 11th event went through. Yeats
described in his poem how educated men
from privileged classes turned into violent
actors during the uprising that aimed to
break the colonial oppression in Ireland.
He was fascinated to see that respectable
and kind people transformed into rebels.
He suggested that, with his theatrical metaphors, life is some kind of an artwork and
the violence raises the individual to tragedy and beauty of some sorts. The close relation between the violence and even political terror and the creativity is the artistic
desire that can be felt even today; it’s the
heritage of a romantic extremity.
The artistic desire owes its authenticity
that pushes the limits to its effort to produce along and beyond the borders of the
given order. Perhaps, for that reason, the
art has been harboring a violent desire to
68
destroy the western economical and cultural order which absorbs the world and
rules out all the differences. Its desire isn’t
to force the cultural regime from within
(like censorship and laws against pornography); on the contrary, it desires to attack
directly the regime itself from the outside
and bring it to its knees. This desire reaches
to terrorism as well. From Romanticism to
Modernism, each art movement deliberately presented itself as revolutionary and
attempted to shock the Western order-and
even destroy it.
The urge to push or destroy the boundaries
of the established order has reappeared periodically in art; it has caused the prejudice
about the artistic heritage to be questioned.
It has challenged the quick assumptions
such as art is always good and naïve. However, cultures have dried up and commoditized such an approach.
Today, the notion that the world cannot
be changed with artistic actions has been
destroyed thanks to the minimalistic hope
that artists can produce new visual styles
which may even cause some changes here
and there. That destruction is the result
of the recent artistic change. The modern
artist is marginal because the world that
abandons and condemns him gives him the
opportunity to create beautiful and challenging things as well. He has made peace
with his minority status. But that’s not the
aim of the today’s ambitious and destructive artist.
Anthony Tommasini, one of the classical music critics of the New York Times
mentioned an interview conducted with
German Karlheinz Stockhausen in his
provocative article (which, later on, was
re-published in many American newspapers). Stockhausen, one of the pioneers of
the electronic music, was asked his opinion about the attacks in the USA in a press
conference in Hamburg on September
16th, 2001. He answered that the attack
on the World Trade Center was “the greatest work of art that is possible in the whole
cosmos”. Then he, without even attempting to hide his admiration, went on to say
that the terrorists achieved “something in
one act” that “we couldn’t even dream of in
music”, in which “people practice like crazy
for 10 years, totally fanatically, for a concert, and then die.”
Despite the fact that the collapsing of the
World Trade Center has been transformed
into spectacular images, it’s not the images
that Stockhausen is enchanted by, but the
act itself. He means the act when he says
“the greatest work of art that is possible in
the whole cosmos”. According to him, art
is “nothing” when it fails to transform the
human being. Tommasini claims that the
theatrical portrayal of the suffering can be
art, but the suffering itself cannot. The image of the Twin Towers burning may possess a terrifying charm but it’s not a piece
of art.
As Aristotle put it: “When the objects that
give us pain while looking at them are
faithfully reproduced, we take pleasure
from looking at them: like the images of the
most horrifying animals and monsters”;
this traditional standard tells us that the
painful events that took place on September 11th cannot be considered as art. This
is compatible with Tommasini’s standpoint. The reason is that for those who
were at the scene and their relatives and
friends, the attack was a horrible event.
However, as Tommasini accepts, it is a different case when we talk about images. The
images possess a terrifying charm. In other
words, in our secure thinking environment
where the reality is excluded, the images
trigger the pleasure. As in Aristotle’s example about the transforming power of
the representation, the painful images of
an object, when put into an artistic form,
cause pleasure. That prevents the contact
with the painful event itself. The pleasure
that is triggered comes into being when the
individual is sucked into the object and
loses himself.
For Tommasini, Stockhausen’s mention of
the events themselves and not the images is
a symptom of madness. He contends that
art is representation; to claim the opposite
is to ignore the humanism which is the very
essence of art. To claim the opposite is also
to reject the idea, which aesthetical revolutionaries have been proposing for two hundred years and seems to be the unavoidable
truth of art, “art is essentially not the life
itself, but it is ahead of the life”
On the other hand, one of the best examples of the notion that art is the life itself
is Chris Burden’s 1971 performance Shoot.
Shoot, was an act of violence that was
based upon real time shooting, risky and
aimed to cause “mental things” in the audience. According to Burden: “Being shot
at is very real… There’s no artificiality or
falsehood in it. Representation, on the other hand, is fake” The artist who gets shot at
and the audience that watches him getting
shot is face to face with the reality. It’s not
something about the reality; it is the reality itself.
On the other hand, while Aristotle’s artistically dominant theory on the transformative power of the representations has been
refused in such performances, the necessity
of audience’s experience causes a dilemma.
We may say that the terrorist that hit New
York, whose intentions cannot be seen as
aesthetic even by Stockhausen, put a political performance to an audience on the
world scale. The scene of the performance
is unusual and it is a politically meaningful place- the symbolic center of the globalized capitalism. This high-tech play is
completely real-time and contains no artificiality or falsehood. The crowded cast
had to endure great pain. Thanks to the
cameras that Bin Laden thought that they
would be there, images of certain kinds
were produced, framed and broadcasted
69
over and over again. Cameras made it possible for a vast audience to experience “the
life”, “the art”, “the event” and “the event
itself” simultaneously.
In this play, there were artists, there was
a script; but there were also thousands of
actors who had no chance to turn down the
role and an audience that couldn’t avoid
living that experience. The play formed its
relationship with the audience by means
of media, without which the art is weak
and finally, being a part of the crime, that
completes the process of becoming totalitarian. Collectors and museums, depending on aesthetic criteria, randomly but not
accidentally, chose the remnants of this
play and name them as “artifacts”, keep
them to display them in the future. The
collection of the residue as artifacts proves
that Stockhausen was right in saying: “the
attack is the greatest work of art that is
possible in the whole cosmos” The objects
that museums chose have become “priceless” immediately; the objects that they
didn’t choose were thrown away because
they weren’t powerful enough to evoke visitors’ imagination-therefore, worthless. The
audience who had no chance to avoid this
experience, has to live some changes on the
concepts like value/valueless, life/death, being/nothingness, time/space. The world has
changed for individuals.
The Planned Projects
The first project is the bombing of a museum and the second one is the bombing of
an art gallery. Reminding the saying “One
can shoot an eagle only with an eaglefeather arrow”, the destruction caused by
the projects should be exhibited in the same
places as an object of art. Putting aside
the possibility of these projects, the museum project is the questioning of the art
history. The aim is to face the art history
with the visual support that the bombing
can provide. The institution of museums is
reviewed especially in chapter 2; it’s been
asserted that museums are ideological phe70
nomena and they impose certain thoughts
on their audience. Many artists criticize
and reject such an understanding. From
this point forth, the project questions the
concept of museum in terms of architecture, their goals and their content.
Beside the museums, the bombing of the
galleries is also being planned. Although
it resembles the first project in intellectual
structure and application, the aim of the
project is the critique of the art market. As
a result, for these two projects which are
similar only in intellectual background
and application, the consequences of
bombing two architectural symbols of
which the understanding and mechanisms
are different, will result in producing different objects of art.
It is the critique of the system that is called
“the art market” in which collectors and
museums, depending on aesthetical criteria, see the remnants of this play as “artifacts” The critique is aimed at the museum,
the gallery and finally, the naming of what
is exhibited in the disidentified biennale atmosphere as ART.
REFERENCES
ATAGÖK, T. “Çağdaş Müzeciliğin Anlamı; Müze ve İlişkileri”,
(der.T.Atagök) İstanbul: YTU Basım Yayın,1999
ARTUN, Ali. Sanat Müzeleri 1/Tarih Sahneleri, İstanbul : İletişim
Yayınları, 2006
BAUDELAIRE, Charles. “1846 Salonu”, The Mirror of Art, :43,Jonathan Mayne, Garden City, New York: Doubleday, 1956
BERTOL, Daniela. “Architecture of Images: An Investigation of
Architectural Representations and the Visual Perception of ThreeDimensional Space”, Leonardo, Vol. 29, No. 2. Masacusettes:The
MIT Pess, 1996.
BIVAR, Venus. “History for Sale: The InternationalArt Market
and the Nation State”, International Journal of Cultural Property
13:259–283. Printed in the USA, 2006.
CARAMELLO, Charles. Performance in Postmodern Culture,
Milwaukee:Paj Pub.,1977.
CRIMP, Douglas. “The End of Art and the Origin of the Museum”, Art Journal, Vol. 46, No. 4, The Political Unconscious in
Nineteenth-Century Art (Winter, 1987), pp. 261-266 College Art
Association, 1987.
DOVEY, Jon. Fractal Dreams New Media in Social Context, London:
Larence & Wishart, 1996.
KAHRAMAN, Hasan Bülent. Sanatsal Gerçeklikler, Olgular Ve
Ötesi, İstanbul:Agora Kitaplığı, 2005.
KAHVECİOĞLU, H. Mimarlıkta İmaj: Mekânsal İmajın Oluşumu
ve Yapısı Üzerine Bir Model, Doktara Tezi, İTÜ, 1998.
MALEUVRE, Didier. Museum Memories History, Technology, Art,
California:Stanford University press,1999.
MALRAUX, A. “Museum Without Walls”, Secker & Warburg,1967.
McLEAN, F. “Museums and National Identity”, Museum and Society, 3(1):1-4. 2004.
MERCİN, L. “Kültür ve Sanat Degerlerinin Yasatılmasında Müzelerin Rolü”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi. 2(6), 106-114,
2003.
SIMON, Penny. Critical issues in Electronic Media New York:
State University of New York
Press, 1995
YILMAZ, Mehmet. “Beuys’u Okumak”, Cey Sanat, sayı:07/16, Haziran/Eylül, 2007
71
SAVAŞ ERGÜL
Cehennem Eksi Cennet Eşittir Araf Artı Ne-Yere?
72
Adalet tartışması hakkında sıkça dillendirilen bir argüman vardır: karanlık
ve bilinemez olan adaletten söz etmek
güçken, apaçık olan adaletsizlik kolayca
bilinir ve hakkında konuşulabilir. Mevcut bir duruma bakıldığında adaletsizlik bilinebilir çünkü sonuçları kendiliğinden açıktır, insana acı ve ıstırap gibi
tutkuları yaşatır. Bu tutkular neticesinde, adaletsizliğe isyan edilir. Peki ama
adaletsizliğe karşı çıkan bir isyanın
talep ettiği adalet? Adaletin işaretleri
ve tutkuları nelerdir? Yoksa sadece tüm
bu acı, ıstırap, kötülük ve yıkım halinin
varolmayan bir fikri midir? Adaletsizliğin olmama hali olarak adalet. Başka
bir deyişle, adaletsizliği olumsuzlayan
ama varolmamasıyla bu durumu etkileyen bir fikir olarak adalet.
muş marketleri sırtlayan kentler olup
çıkmıştır artık.
Bu analojiyi “doğa cennetse kent cehennemdir” sözüne de uyarlamak mümkün.
Cehennem tüm güçleriyle orta yerde,
şehrin meydanında, sokaklarında, binalarında, işyerlerinde ve evlerinde “öğle
güneşi kadar” apaçıkken, cennet ise bilinmez uzak dağların ardına çekilmiş,
bulutlarla sarmalanmıştır. Cehennem
biz nerede ikamet ediyorsak oradadır:
“şimdi ve buradadır.” Modern zamanlarda “şimdi ve burada” kenttir, cehennemi kentin tüm mekanlarına yayan
kalabalıkların yüzergezer parçalı akışlarıdır. “Şimdi ve burada” sadece yaşadığımız kentler değil, gitmediğimiz,
görmediğimiz ve yaşadığımız kentlerin
bütünüdür; gitgide düzgüsüzleşen caddeler, marketler, trafik ve kalabalıklarla
birlikte cehennem bütün bir dünyadır.
Dünya ise endüstrinin hizmetine koşul-
İlk elde, görürüz ki, bir vaadin ve fikrin
yokluğunda, “şimdi ve burada” dışında
geriye kalan ölü boşluk olarak çıplak
ve soyut doğadır. Umutsuz geriye çekilmenin olmayan-yeri olarak o değişmeyen, sakin ve güzel doğa, “şimdi ve
burada”nın yadsınması olarak her şeyin
Bir olduğu bir cennet hayalidir. Gerçeklikten kaçışın yitik fantezisidir. Kenttin
her şeyi dindirilemez bir huzursuzluğa
dağıtan o sefil çokluğunun ve parçalılığın karşısında, doğanın her şeyi kendiyle Birlik halinde tutan o bitmez huzurlu yüceliği konur. Doğada “şimdi ve
burada”nın tedirginliği, kaygısı, anların
birbirine sarmalandığı büyümenin korkuları ve felaketleri bulunmaz, kendi
ebedi halindeki saf çocukluk olarak bulunur. Tıpkı çocuk gibi, kendisi kendi
dışında değil hep “var” halindedir oysa
Daha fenası, kentin “şimdi ve burada”sı
sadece cezanın yeri olan cehenneme
yuva olmamakta aynı zamanda koynuna ertelenmiş bir cezanın sonsuz bir
Araf halini de almış gibi gözükmektedir. Bitmeyen bir ceza yeri olarak cehennem-Araf; ceza-ertesinin yokluğunda bir ceza yeri olarak Araf-cehennem.
Zamanın, fikirlerin, boşluğun, geleceğin/geçmişin ve yeninin kaybında geriye kalan Araf-cehennemin bitimsiz
tekrarıdır.
O zaman şu soruları soralım: her şey
“şimdi ve burada” mıdır? Değilse, “şimdi ve burada” olmayan nedir?
kentin “şimdi ve burada” halinde, kendisini kendi karşısına koyan daimi bir
ayrılmanın ve kendiyle ve başkalarıyla
mücadelenin ıstırapları bulunur. Doğa
neyse o olarak bilinir, o olarak varolur,
bu nedenle güzel ve huzurlu olduğu
düşünülür. Kendiyle barış halindedir.
Kendinde bir boşluk duyumsamaz, oysa
kent kendi boşluğu, çatışması ve kavgası üzerine varolur. Bu boşluk noktasında can bulan can sıkıntısına can
vermemek için kimi zaman kavgayı, çatışmayı kimi zaman ise, cansız gündelik
yaşamı, lakırdıyı öne sürer. Ama yine
de, kenti Bir’den ve Bütün’den ayıran
o meşum can sıkıntısı her elde sahneye çıkıp yeniden pey sürer. Bu nedenle
kentten doğaya firar etme fikri bir kurtuluş olarak düşünülür.
Evet kentin “şimdi ve burada”sındaki
cehennem, farklılığıyla, parçalılığıyla
apaçık duyumsanır. Peki ya Bir’liğin,
Bütün’lüğün yuvası olarak doğa?
Doğa’nın cennetliği nasıl duyumsanır
ve bilinir? Ya da doğa var mıdır? Sakın doğa telafi edilemeyen bir yıkımın
karşısında inşa edilen ve hiç varılamayacak kayıp köken olmasın? Artık bulunması imkansız, olmayan-yer olarak
bir dış mekan. Doğa, olmayan-yer, dışmekan ve kayıp kökendir çünkü modern
zamanlarda doğa yoktur ya da doğa-olmayan doğa olarak vardır ancak. Hiç
durmadan mevcut tüm katılıkları çözüp
duran ve yeniden katılaştıran kapitalizmin pençelerine doğa da kaçınılmazcasına yakalanmıştır: her daim emre
amade bir malzeme olarak zapt altına
alınmıştır.
Bu nedenle, doğayı artık doğa-olmayan
olarak adlandırmak durumundayız. Doğanın kaybı, kendisini cehennem-olmayan mutlak cennet olarak gösterir. Eğer
doğa (cennet) doğa-olmayan haliyle
varolmasaydı, kent (cehennem-) boşluğa yer bırakmayan tüm doluluğuyla
var halinde bir Araf halini üstlenemez-
di: tüm mekanı metalar için küresel bir
uzama dönüştürmek isteyen kapitalizmin yeni halinde, kentler ne yuvadır
ne de kalımlı işyerleridir. Hem yuvanın
özel hali hem de işyerinin ortaklık hali
ve sınırları bir belirsizlik tehdidi altındadır. Dahası, kentin alamet-i farikası
olan kamusal alanlar bile ortaklıktan ve
siyasallıktan gitgide uzak düşmektedirler.
Öyleyse artık şunu söylememiz gerekir: ne kayıp doğa (cennet) halindeyiz
ne de “şimdi ve burada”nın tüm doluluğuyla kent (cehennem) halindeyiz,
olsa olsa her şeyin işlevsel bir meta
dünyasına çevrildiği, zaman olmayan
bir zamandaki, mekan olmayan bir mekandaki Araf halindeyiz. Ama Araf’ta
ikamet edemeyeceğimizi de biliyoruz.
Yine felsefeye, siyasete ve sanata, bir
klişeyle (burada “doğa cennetse kent
cehennemdir”) başlarız/başlayabiliriz
ama daima bu klişeyi yerinden eden
yeni bir yer bulmaya çalışırız. Kentin ve
doğanın dışında bir başka mekanın -neyere’nin- sınırlarını deneyimlemenin
arifesindeyiz öyleyse. Bu kaygılı ve belirsiz iş-ev(lerin), işlevsiz kamusal alanların -ne-yere’nin- ötesine geçmek için,
başka bir yerin yaratılması için yeni
fikirleri ve imkanları denemeye ihtiyacımız var. Bu Araf halinin kendisini ve
sınırlarını düşünmeye ve deneyim(leri)
ini edinmeye çalışan felsefe ve sanat,
cehennem eksi cennet eşittir Araf artı
ne-yere müdahale eden imkansız yeni
yeri yaratma çabasının adları değil midirler? Ve soruyoruz: Ne-yere? Yer-ne?
Yanıt yer ve ne öğelerinde saklı olsa
gerek. Bir yerde ikamet etmek ve inşa
etmek için, üstünü aralamak, sarsmak,
eksiltmek, yıkmak, toplamak ve yaratmak gerekir: tıpkı siyasetin yaptığı gibi,
tıpkı sanatın yaptığı gibi. Bu yeni yerin
aranması ne masumcadır ne de ona dair
bir güvence verilebilir aksine tehlikeli
ve belirsizdir. Zaten bu yüzden yola çıkılmıştır ve çıkılmaktadır.
73
Hell Mınus Heaven Equals To Purgatory Plus What-Place?
There is an argument that is frequently
brought up: it is hard to mention about the
dark and the unknowable justice, though
injustice, which is self-evident, is easily
known and can be talked about. When
looked at an actual situation, injustice
can be known because its consequences
are self-evident – they give rise to human
experience of desires such as pain and suffer. Due to these desires, injustice is rebelled
against. Yet, what about justice demanded
by a rebellion against injustice? What are
the signs and desires of justice? Or, is it
just the non-existent idea of the state of all
pain, suffer, evil and destruction? In other
words, justice as an idea negating injustice, but affecting this situation with its
non-existence.
Such analogy can be adapted to the promise “if nature is heaven, then the city is
hell”. Hell, at the center with all its power,
at the city square, at the streets, buildings,
workplaces and houses, is as obvious as
“noon sun”, whereas heaven is behind the
mountains, wrapped with clouds. Hell is at
where we inhabit: it is “here and now”. In
modern times, “here and now” is the city;
the partly amphibian pieces of the crowds
that spread hell to the city’s spaces. “Here
and now” is not only the cities we live in,
but also the entire cities that we haven’t
gone, seen and live in. Along with its increasingly normative streets, markets, traffic and crowds, “here and now” is a whole
world. And the world has now turned into
cities that burden markets harnessed by
industry.
Worse, city’s “now and here” is not only the
seat for hell – place of punishment – but
74
also appears as a punishment, deferred
to bosom, taking on the endless state of
Purgatory. Hell-Purgatory as a place of
endless punishment; Purgatory-hell as a
punishment place in absence of after-punishment. What remains after loss of time,
ideas, space, future/past and the new is the
endless repetition of Purgatory-hell.
Then, the questions arise: Is everything
“here and now”? If not, what is not “here
and now”?
At first, we see that, in the absence of a
promise, naked and abstract nature as a
dead space is what remains apart from
“here and now”. As a non-place of hopeless withdrawal, the unchanging quiet and
beautiful nature is, with respect to negation of “here and now”, is a dream of paradise in which everything is same. It is the
lost fantasy of escape from reality. City’s
miserable multitude and fragmentation
that disrupts everything to an irrelievable unrest is opposed with the endless
and peaceful glory of nature, which keeps
everything in unity with itself. Easiness of
and worry for “here and now”, fear for and
disasters of moment-woven growth are not
present in nature, instead, nature exists
as pure childhood in its own eternal state.
Just like a child, it is not outside itself, is
always in “there”; but, in city’s state of
“here and now”, there is a constant agony
of separation that puts itself against itself
and struggle for itself and others. Nature
is known as it is, exists as it is, therefore it
is considered to be so beautiful and peaceful. Nature is in peace with itself. It does
not sense a space in itself, but the city exists by its own space, conflict and strug-
gle. In order not to give life to boredom
that arises at this point of space, it puts
forward lifeless daily life, words. But still,
that ominous boredom that separates the
city from One and Whole takes the stage
at every turn and competes again. For this
reason, the idea of escape from city to nature is considered as liberation.
Yes, hell in city’s “here and now” is felt obviously with its difference, its fragmentatiness. Then, what about nature as a home
for Oneness and Wholeness? How is heavenly nature felt and known? Or is there nature? Might it not be the lost origin that is
built against irretrievable destruction and
that will not be reached at all? Now is impossible to find, outer space as a non-place.
Nature is non-place, outer-space and lost
origin because there is no nature in modern times, or it exists only as a non-nature
nature. Nature, too, has been caught inevitably to claws of capitalism that constantly dissolves all the existing rigidity
and re-rigidify them: it has been seized as
a material of ever ready.
Therefore, we have to rename nature now
as non-nature. Loss of nature shows itself as non-hell absolute heaven. If nature (heaven) had not existed as with its
non-nature state, city (hell) could not have
taken its Purgatory state of fullness that
leaves no room for space: Cities are now
neither home nor permanent workplaces
in capitalism’s new state that aims to
transform all the space to a global extent
for metas. Private state of home and the
corporative state of workplace and their
boundaries are both under a threat of uncertainty. Moreover, even public spaces,
which are ideograph of the city, are falling
apart from corporation and politicism.
So now we have to state this: we are neither in a state of lost nature (heaven) nor
city (hell) with all the fullness of “here and
now”. If anywhere, we are in a state of Purgatory in a place of non-place in a time of
non-time, where everything is converted to
a world of functional metas. Yet, we know
that we cannot live in Purgatory. We start,
or can start, philosophy, politics and art
again with a cliché (here it is “if nature is
heaven, then the city is hell”), but we try to
find a new place which displaces this cliché. Then, we are at the eve of experiencing the limits of another space – of whatplace –, other than the city and nature. In
order to go beyond these anxious and uncertain business-home(s), non-functional
public spaces – i.e., what-place – we need
to experience new ideas and opportunities for creation of a new place. Trying to
think about the Purgatory itself and its
boundaries, and to acquire their experiences, aren’t philosophy and art are the
names for the effort to create the impossible new place intervening hell minus heaven equals to Purgatory plus what-place ?
And we ask: What-place? Place-what? The
answer must be hidden in the items place
and what. Living in a place and building
it requires spacing above, shaking, detracting, destroying, adding and creating: just
like politics and art do. Such search for the
new place is neither innocent nor can be
guaranteed, on the contrary, it is dangerous and uncertain. In fact, this is the reason for it was set out and has been set out.
75
ŞEVKET ARIK
Vaat Edilen Cennet Uğruna
Bu Kadar İnsanı Yakmaya Değer mi?
76
İnsan, organlarının bir uzantısıdır; organlarıyla bir bütün oluşturan insan,
özünde “uyumsuz” bir yaratıktır; onun
uyumsuzluğu “yaratıcılığı” dır. Uyumsuzluğun “nedeni”, insanın yapısında
ya da yapısının “düşüncesinde” bulunan “düşman” halindeki “karşıtlıklar”
dır. Bu “düşmanların” tek bildiği “oyun”
eylemdir: “Oyun” başlar, zaman akar,
doğum-yaşam ve ölüm dünyalaşır.
“Karşıtlar” dan acı-sıkıntı vereni, huzur
verenine göre “daha akıllı” olduğundan
“olumsuzu” kimliklendirme, yani cinişeytanı tasarımlama, “diyalektik düşünebilme” nin koşuludur. Denebilir ki
insanlar, “zorunlu karşıtlığın” olumsuz
yanını kimliklendirememiş olsalardı,
“düşünememiş” olacaklardı ( Korkmaz;7).
Güneşin kudretiyle değişirken
hayvanlar âleminin taçsız kralı
vahşi ateşe gem vurmayı öğrenen,
usta bir avcı olmayı,
dertlere deva bulmayı,
toprağı ekip biçmeyi ve
hayvanları evcilleştirmeyi başaran;
tekerleği, madenciliği, yazıyı keşfedip
uygarlıklar kuran, imparatorluklar yıkan,
topu tüfeğiyle dünyayı ele geçirip,
atomuyla uzayı kuşatmaya hazırlanan;
fakat sonunda,
kendisiyle çatışıp savaşmak,
yaşamak ve yaşatmak için
en zorunu, kendisini,
yenmek zorunda kalan kim?
insanoğlu *
Karşıtlıkların evrimi sarmal bir döngü
halinde günümüze kadar süregelmiştir.
Yaşama zorunluluğunun bir gereği
olarak insan bu karşıt karakterleri
doğal bir şekilde benimsemiştir. En ilkel yapısıyla insanın doğanın içinde
gözlemlediği bu karşıtlıkların tamamen ayrışmadığı, iyinin içine kötü,
kötünün içinde iyi ve çirkinin içinde de
bu karşıtlıkların olabileceği düşüncesi
vardır. Fakat insanlık tarihi boyunca
bu durum sürekli böyle olmamış ve
insan kendi eliyle bu sarmal dengeyi
değiştirme çabasına girmiştir. Tanrıyı
var ederek onun gücünü tüm insanları
kontrol etmek için kullanan dindar
otoriteler, bu çemberi daraltmak için
birde şeytan tasarımlarına başvurdu.
Kendini aşmanın ve yaratıcılığın
bütün olanakları kötülüğün içerisinde
kurgulandı. Her iki yanın hesaplaşması
başka bir boyuta ötelenerek, dünya her
türlü insan ihtirasına açık bir yer haline gelmişti. İyilik tanımıyla hiç müdahaleye uğratılamayacak kesin inançlı
kitleler var ederek, uysal, itaatkâr ve
kutsal bir cennetlik kabullenişi var edildi. Fakat kötü itaatsiz, uyumsuz ve yıkıcı
bir cehennemlik haliydi. Böylece hayat
dediğimiz ve eylemden başka bir alternatifinin olmayışının tutarsızlığının
saçmalığı her şeyi ele geçirdi.
*Carleton Coon
Peki, yeryüzünde bir cennet yaratmak
olanaklımıydı? Doğa ile yetinmeyen insan kendine yeni cennetler inşa edebilir
miydi? Bugün mega kentlere dönüşen
insan inisiyatifi, mükemmel tasarımına
ulaşmış mıdır?
Topraksız ve taçsız doğan insanın,
doğadan koparıp aldıklarıyla kurduğu
saltanatında, sürekli yeni hesaplar
peşinde koşması onun kaderi mi? Yoksa
doğasının bir gereği midir? İlk sınırı
çizerek ele geçirdiği mülkiyet hakkının,
dünyayı, hatta uzayı ele geçirmeye
doğru evrilmesi, içine atıldığı bu
boşluğu doldurma zorunluluğunun bir
uzantısı mı? Yoksa açgözlülüğü mü
dür? Kolektif aklın ortaya çıkması için,
kalabalıklar halinde bir arada yaşamak,
kentler kurmak, iktidarlar var ederek
insanlığa hükmetmek, O’nu hangi sona
doğru götürmektedir?
İnsanın insan üzerinden kurduğu hesaplarla sistemini oluşturan kentler,
konfor ve cazibelerle süslenmiş
katlanılabilirlikler yaratarak, kaçışı
kolay olmayan çekim merkezlerine dönüştü ve nihayetinde kendi
kanından beslenen bir düzen “soylu
kent yaşantısı” ortaya çıktı. Günümüz
insanının atalarından miras kalan arzularla dolu olduğunu tahmin etmek
zor olmasa gerek. Peki, varlık sürecinde
bir hafıza yaratmaya çalışan bu fani
irade, kendi arzularını her şeyin tepesine koymayı başarabilmiş mi dir? Anti
maddeden bu günlere ulaşan moleküler
bilinç, kendini idrak eden bir canlıya,
yani insana evrilirken, inisiyatifi tamamen ele geçirmiş midir? Sürekli bir
denge arayışında olan doğanın ortaya
çıkardığı sonuçlar bir felaket midir?
Yoksa insan mı bunu felaket olarak
algılar.
İnsanın içindeki karanlık yanın ortaya çıkması için kurgulanmış, kat kat
binalar arasında yer altına çekilmiş,
iradeyi itaatkâr olmayan bir özgürlük
alanına taşıyan, kötülük tohumlarının
diyarı kentler. Konformist bir geleceğin
inşa edildiği, olanaklarla dolu lakin
zamansızlığın kucağında eriyen ve
simülatif gerçekliğe dönüşen bellekler
yaratan bir döngü. Artık sadece savrulmak var. Her türlü isyanı, başkaldırıyı
sindiren devasa bünyeli kentler, insan yiyip insan kusmaya başladılar.
Sınırlarını doğanın içine yerleştirmiş
olan kentler, inisiyatifi kullandığında
neyi inşa etmiştir. Bugün medeniyetlerin kalesi olan ve insanlığın irade gösterisine dönüşen kentler, kendi doğasını
var etmiştir. Canlı varlık tabakasının
en üst katmanındaki insan, doğa içerisindeki konumunu belirlerken, ortaya
koyduğu uygarlık tarihi içerisinde, gerçektende bu konumu hak etmiş midir?
Maddesel bilincin bir uzantısı olarak,
insanlığın doğası da, ortaya çıkardığı
her sonuç bakımından doğa kadar masum sayılabilir mi? Yani insalığın ortaya çıkardığı her sonuç doğal bir felaket gibi görülebilir mi?
Bir medeniyeti yok etmek istiyorsan,
onun inşa ettiği kentlere saldırmalısın,
ele geçirmek istiyorsan, o kenti kuşatıp
sana muhtaç hale getirmelisin. Doğa
karşısında üstün varlık olarak konumlanan insan, kentlerde aynı itibarı birbiri üzerinden inşa etmeye kalkınca ne
oldu? İhtişamlı gökdelenler içerisinde
huzur göğe doğru yükseliyor mu? Peki
ya olanaklar! Yapaylık! Zamansızlık! …
Peki ya ehlileşmeyenler, isyankârlar, itaatsizler yani serbest moleküler
bilinç, uyumu reddeden cehennemlikler… Kentlileşemeyen hayvanlar…
Soylulaştıramadıklarımız…
Vaat edilen cennet uğruna bu kadar
insanı yakmaya değer mi?
Kaynakça:
Korkmaz, Esat, Şeytan Tasarımları terimleri Sözlüğü,2006
77
The Promised Paradise
Man is the extension of his organs; he,
who constitutes a whole with his organs,
is an “absurd” creature. His absurdity is
his creativity. The cause of his absurdity is
the “hostile” “oppositions” that inhabit his
structure or the “thoughts” of his structure.
The only “game” that these “enemies” know
is to act: “The game” begins, time passes,
birth, life and death becomes mundane.
Since the “opposite” that causes pain and
distress is supposed to be more “intelligent”
than the one which gives comfort, the identification of the “negative” –the designing
of the devil- is the condition of “dialectical
thinking”. It is safe to say that if people
hadn’t named the “negative” side of the
“necessary opposition”, they couldn’t have
thought anything at all (Korkmaz; 7).
The evolution of the opposites, in its spiral form, has come to this day. Man has
embraced these opposite characteristics
naturally because the life makes him do so.
It is thought that these oppositions, which
man has been observing in nature in its
most primitive form, are never dissolved;
the good may contain the bad or vice versa
and even the ugly may contain such oppositions. Nevertheless, that is not always the
case in history and man has been trying to
disturb that balance.
Religious authorities that made the god
and used its power to control the masses
78
had made use of devil designs to narrow
the circle. All the possibilities of creativity
and excellence have been defined in the domain of the evil. With the definition of “the
good”, it’s been possible to create such a society that their faith cannot be intervened.
They have been made to be meek, obedient
and in a state of heavenly acceptance. Just
the opposite, the bad has been disobedient,
absurd and in a hellish state. So the life,
which the incoherency of any alternative
to it rather than to act is absurd, has taken
over everything.
Is it possible to create a paradise on earth?
Could man, who cannot make do with the
nature, build himself new paradises? Can
we say that the human initiative that has
been turned into megacities, have reached
the perfect design?
Man was born without a land or a crown.
Is it his destiny that he constantly schemes
for new goals in his kingdom that he has
made with what he ripped off from nature?
Maybe it is the necessity of his very nature.
Can we say that the evolution of the right
to own to the conquest of the world and
even the space is the result of his urge to
fill in that deep hole that he was thrown in?
Is it the greed, instead? He lived in groups
for the collective intelligence to emerge. He
built cities and formed governments to rule
people. Where will all of these take him to?
Cities, with its systems built upon man’s
plans for other man, created comfort and
made the life bearable with fancy ornaments. It has become a center of attraction
from which the escape is difficult. Consequently, “the noble civic lifestyle”, which is
fed on its own blood, has emerged.
It’s safe to say that the modern man has
inherited the desires of his ancestors. The
question is, has this mortal will, which has
been trying to gather its own memory, been
able to give its desires the priority? As the
molecular consciousness has evolved from
the anti-matter to these days, has it been
able to take full control? Has nature, always striving for the balance, caused disasters? Maybe it’s the man who sees it that
way.
Cities, designed to reveal the dark side of
man, living underground among the tall
buildings, define the will in the non-obedient domain of freedom and where the
seeds of evil are sown. A spiral in which a
conformist future is being built; it’s full of
possibilities but there is just no time. It is
where the memories are being turned into
simulated realities. There is only scattering now. Cities, with their colossal systems,
have swallowed all revolt, all rebellion.
They have started vomiting people. What
did cities build when they defined the nature as their limit? Cities, being the citadel
of all civilizations and the show of man’s
willpower, have created the nature of their
own.
Man has put himself on the top position
among all the living things but does he really deserve that, considering the history of
civilization? Can we say that the human
nature, being the extension of the material consciousness, is as blameless as the
nature? In other words, can we consider all
the things that man has caused as calamities?
To destroy a civilization, one has to attack
its cities. To conquer that civilization, one
has to lay siege on its cities until they beg
for his help. What has happened when man
attempted to build the same reputation
upon each other? Does the peace ascend to
the sky in those magnificent skyscrapers?
What about the possibilities? The artificiality! The timelessness! …
What about the untamed ones, the rebels,
the disobedient which is the free molecular
consciousness, those misfits that deserve
the hell… Beasts that cannot be civilized…
Those out of which we couldn’t make nobles…
Is it worth wasting all these people just for
the sake of the promised paradise?
References:
•Korkmaz, Esat, Şeytan Tasarımları terimleri Sözlüğü,2006
79
ŞİNASİ TEK
Doğa/Kent, Cennet/Cehennem
19. yüzyıldan beri toplumların ve sanatçıların takıntısı olmuştur doğa ve kent.
İçine sığındıkları, oraya kaçtıkları, derinliklerini ve kendilerini bir keşiş edasıyla aradıkları yerdir doğa. Bu doğaya
karşın metafor karşılığı kaosun, karmaşanın, yitik bir mecranın, çatışmaların,
mücadelenin, kavganın alanıdır kent/
polis. Geçmişin melankolisinde, yitik
bir geleceğin peşinde kimi figürler de,
örneğin Walter Benjamin’in çizdiği Baudelaire, melankolik bir flaneur olarak
modernliği geçmiş/şimdi, kır/kent düzleminde arıyordur. Geçmiş ve şimdiyi
bir kır/kent sorunu gibi okumak bu nedenle modernliğin hem hastalığı hem
de kaçış pistidir. Ne kaçarlar ondan
kentli entelektüeller, sanatçılar, bilim
erbabı, ne de razı olurlar ona. Bir şeyin
önü arkası, içi ve dışı gibi bir alandır
bu sorun, şimdilerin postmodern ifadesiyle biçimin layer’leridir, katmanları yani. İnsanlık denilen tarihsel süreç
ayrı mağaralardan ortak mağaraya oradan küçük topluluklar halinde yaşadığımız uygarlığın ilk göçer kabile hayatı
üzerinden bize bugün sorunumuzun
kaynağı, tartışma konusu olan şeyi yaşattı: köy ya da bildiğimiz kır. Göçer ve
80
yaşarken parçası olduğumuz, ayrıca henüz işleyip sahip çıkmadığımız, bizim
de olmayan yaban hayat. Bugün kır derken anlamamız gereken yer bizim ilkel
dönemimizin, arketipsel mekânıdır. İlk
onu bilip ona iman ettik.
Sonradan ne kadar kentler, yapılar, organizasyonlar kurup toplumsal yaşamı
merkezileştirmişsek de içimizdeki yabani, isyancı kişi, bu toplumsal başarımlara inat, içindeki yabanıl deneyimi
arar olmuştur. Diğer hayvanlar gibi bir
hayvan olan insanın- politik hayvan,
düşünen hayvanlık damarı ile diğer
hayvanlarda olmayan entelektüel, estetik ve yaratıcı diğer faaliyetleri- ilkel
dürtülerinin çatışmasıdır bu yer değiştirme arayışının nedeni. Bu arayışların
sınıfsal çatışmalardan, toplumsal entropinin1 sonucu ortaya çıktığını düşünebiliriz. Çünkü sanayi toplumunun üretim girdilerinin, bu üretim ilişkilerinin
dizginsiz ortamında dünya ve kendisi
hakkında hiçbir tasarrufu kalmayan ve
kapitalizmin nesnesi haline indirgenen
kişi -insan-, sanayi öncesi özgür varlığının ontolojisini de arar hale gelmiştir.
Başına gelen ve istemediği durumuna
karşın kişilerin kendi kendilerine icat
ettikleri kavram ve biçimlerle de olanbitene itirazlarıdır, kentten kaçış, kıra
saklanma, varma isteği.
19. yüzyılın ütopik metinlerinde, yokülke, yokada kavramlarının içinde işte
bu anlam içerikleri gizlidir. Çünkü özellikle 19. Yüzyılda bu sorunlar ve kaçış,
göze batar bir fikir, tutum haline gelmiştir. Ulus devletlerin inşası, coğrafi
sınırlar, kentsel cangıl, açlık, sefalet,
yoksulluğun bütün halleri bunu bütün
Viktoryen yüzyılı boyunca kışkırtmıştır. Bu sınıf çatışmasının keskinliği yüzünden, Marx-Engels birlikte ele aldıkları bu yüzyılı tartışırlarken şunları da
not düşerler:
Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir
deyişle, toplumun egemen maddi gücü
olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını
elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda,
zihinsel üretimin araçlarını da emrinde
bulundurur, bunlar o kadar birbirinin
içine girmiş durumdadır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu
egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka şeyler değildir,
egemen düşünceler, fikirler biçiminde
kavranan maddi, egemen ilişkilerdir,
şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan
ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin
fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana
getiren bireyler, başka şeyler yanında,
bu bilince de sahiptirler…
…öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak
da egemendirler ve kendi çağlarının
düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını
düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir.
(Marx-Engels 2008: 75).
Rönesans’tan beri devamedegelen üretim ve ilişkisel süreçler hiç bu kadar
yıkıcı ve yabancılaştırıcı olmamıştı,
dolayısıyla, hiç bu kadar üzerine düşünülmesi de gerekmemişti. Mesenlik
kurumu ve sanatçının pozisyonu ile
toplumsal varlık olan insanların merkezi yönetimle karşılıklı bağlantıları hiç
bu kadar sarsılmamıştır. Modernliğin
insanlığa diğer fenomenolojik katkılarının yanı sıra bir o kadar da sorgulanması gereken şeyleri olmuştur bu çağda.
Robinson Crusoe, Daniel Defoe’nin bu
anlatısı doğrudan bu iklime gönderimi
olan bir örnektir ya da Thomas More’un
“her şeyin herkese ait olduğu” bir yer
fikrini yaratırken (Ütopya 1516), dile
getirilen imgelemin bu kadar yıl önceden bile, o günün Avrupasının, İngilteresinin, Fransasının kötü bir yer olarak
tasvirinin dikkat çekici biçimde anlatılmasıdır. Kaçış edebiyatının bu iki uç örneği toplumsal yaşamın sıkıcılığı, yeknesaklığı, doğadan kopukluğunu ifade
etmesi bakımından da önemlidir. Alt
metnin göndergeleri ise ayrıca önemlidir. Edebiyatın emperyal işlevi, ötekilik
sorununu kuşatıcı bir figür olarak metnin içinde ideolojik içerim olarak boca
etmesi gibi düşünülmesi gereken pek
çok sorunla karşı karşıya kalırız.
Keşişler dünyayı daha iyi anlamak, onu
yorumlayabilecek metafor ve dini aşkınlığa –alegori- ulaşmak için düşüncelerini kirletecek ortamdan, kentlerden
kasabalardan kaçarak inzivaya çekilirlerdi, saf bilgi ve davranışın arayışının
simgesi bu kır kaçış bilgisi, modern
bir keşiş olan toplumun diğer seküler
aşkınlaştırıcı tipleri de –yazar, ressam
gibi sanatçılar-öncül/ilksel ataları olan
bu keşişlerin yaşamlarına sığınarak,
onların duru fikri evrenini taklit ederek, metafor düzeyinde de olsa, bu kaçış
olgusunu yeniden icat ettiler. Kaçtıkları
aslında aynı zamanda aradıklarıydı da.
Kentten kasabadan kaçıp onu yeniden
ve yeniden keşif için düşünüyorlardı.
81
“Eduard Fusch: Koleksiyoncu ve Tarihçi“2 denemesinde Benjamin, Paris’in
tipik aşkın kahramanı Baudelaire’i gibi,
bir başka tarihsel figür yaratır bu koleksiyoncu model üzerinden, Benjamin’in
kahramanı biriktirdiği parçalar ve kırıntılarla geçmiş ve şimdiyi bir araya
getiren insan öznesinin inşasına girişir.
Tarih Kavramı Üzerine’de zorlu bir denemeye girişen Benjamin, bu iki olguyu,
her zaman olduğu gibi, temel düşüncelerinin kültür ve kent uygarlığının bekası olarak çalışır. Düşüncelerinin ana
ekseni kenttir. Paris, Berlin onun için
kitap, kitaplık, müze, sahaf, okul vb. bilgilerin odak alanlarıdır. Macleod, “Kitaplık kocaman bir labirenttir. Dünya
labirentinin simgesi, içine girersin ama
dışarı çıkıp çıkamayacağını bilemezsin”
(Eco: Güllerin Adı romanından William’
dan) derken (2006:212) aktardığı yer
ortaçağın keşişlerinin yeri ve anlatıcısı
da bir keşiştir. Böylece kır/kent, kent/
labirent kavram çiftleri belirli biçimlerde kendiliğinden bir araya gelmektedir.
Bu, özünde birbirinden farklı kavramsal
olguların biraradalığının düzenini sağlayan da bence Fransız filozof Michel
Foucault’nun “Heterotopia” kavramıdır
“bir tek gerçek mekânın içinde birden
çok zaman ve mekânın aynı anda barınması” anlamında kullandığı terim (mezarlıklar, müzeler, kütüphaneler gibi)(
Macleod 2006: 14) kent, Heterotopik bir
mekândır.
“Kent, çok çeşitli sınıf ve karakterlere sahip milyonlarca insan tarafından
algılanabilen ve hatta zevk alınan bir
nesne olmanın ötesinde, yapısını kendilerince sebeplere göre sürekli geliştiren pek çok yaratıcının da ürünüdür”
diyen lynch, “Kent ortamının çok güzel
ve hoş olması beklenemez, hatta bunun imkânsız olduğu bile düşünülebilir”(2010: 2) diyerek bizi uyarır.
Tarihsel bir varlık olan insan, bu tarihsel anlamı içinde kır/kent gerilimi
82
içinde bulunur. Bu gerilim onun bir nedenle yaratıcı faaliyetlerde bulunuşunu
da sağlar. Din en başta3, sonra sanatlar
ve bilim de peşi sıra bu dolayımın ve
doğrudan anlatımın örnekleriyle doludur. Foucault’nun “Heterotopia’sı,
Benjamin’in Baudelaire’i ve Fusch karakterleri özellikle bu bağlamda önemli birer denemeleridir. Bir de bunların
karşıtı imgelem vardır. Flaubert “Üç
Öykü II: Konuksever Aziz Julien Söylencesi4nde bunu işlemiştir. Modernizmin İdeolojisi’nde Jameson sanatçının
bu konuyu ele alışını değerlendirirken:
“Flaubert gerçekçiliğinin nesnesi olan
bu tartışmasız on dokuzuncu yüzyıl
şimdisinin, bir değil, iki ayrı geçmişi, iki ayrı ve görünürde bağdaşmaz
tarihsel çizgiyi yansıtması gereksin?
Aslında, kutsallığı yok edilmiş dünya,
kendi soy kütüğünü iki anlambirimcik sistemi halinde düşlüyor gibidir:
Ortaçağ dünyası, mucizeler, inanç, efsane dünyası ile Flaubert’in despotizmine hayran olduğunu duyduğumuz
klasik dünya, estetik sadizm ve “kana
susamışlık”…” (Jameson 2008: 215).
Jameson, “modern dünyadan ve onun
burjuvazisinden nefret eden Flaubert,
bundan böyle bildik hale gelen nostaljik ve muhafazakar bir çerçeve içinde
–inanç çağının yitirilmesi çerçevesikapitalizm öncesi organik topluma yönelik bir istek gerçekleştirimini ister”
der (Jameson 2008: 216). Flaubert’de
“kapitalizm öncesi ve kapitalizm şeklindeki iki terim, denkliğin her iki yanında
olumlu ve olumsuz, baskın ve bağımlı
biçimler halinde geri döner ve aklın düşünemediği bu umarsız ilişkiler, daha
sonra ayrı ve süreksiz imgeler halinde
kendilerini gerçekleştirirler. Bu yolla
tarih üzerine ideolojik olarak engellenmiş bir düşünme, İmgesel’in dillerinde
kendisi için bir çözümü güvence altına alır.” (Jameson 2008: 217). Flaubert
böylece kentten kaçışın bir replikasını
yaratır. Anti modernist bu yazar, bir
bakıma yazılarıyla düşmanı olduğu
modernizmden intikam da almış olur.
Asıl, sorun kaçışla çözümlenebilir mi?
“Benjamin Kafka’da pozitif Vahiy anlamını yitirmiş olan ama yoğunluğundan
hiçbir şey kaybetmemiş bir Museviliğin theologia negativa’sını bulunduğunu biliyordu.” (Löwy 2008: 76). Terry
Eagleton’un5 ‘Estetiğin İdeolojisi’ kitabında, “Marksist Haham” diyerek atıfta
bulunduğu Benjamin bunu bir başka
yoldan dener. Mesiyanik bir anlatı üzerinden yarattığı imgelemle Marksizmi
ve Yahudi geleneğinden ödünç aldığı
Mesihçi içeriklerle ilginç denemelere
girişen düşünür, negatif hakikat kavramıyla İsa Mesih figürü üzerinden ödenmesi gereken toplumsal kefaret için bedenini tanrısal kalkan olarak kullanıp,
insanlığın kefaretini bedeniyle ödeyen
İsa’yı, “O kefareti ödemeseydi” insanlığın günahlarının bağışlanmayacağını
söyler. Alegorik bir aşkınlaştırma formu olan negatif hakikat olgusu bizim
için de birçok bakımdan esinleyici olabilir.
“Theologia negativa’ya, yani kafka’nın
negatif Mesihçiliğine politik alanda denk düşen şey bir tür ütopia
negativa’dır. İkisi arasında çarpıcı bir
benzerlik vardır: Her iki durumda da,
kurulu dünyanın pozitif tersi (liberter
ütopya ya da Mesihçi kefaret) kökten
namevcutur ve insanların yaşamını
düşkün ya da anlamdan yoksun olarak
tanımlayan şey tam da bu namevcut
olma halidir. Lanetli bir çağın dinsel
işareti olan kefaret yokluğuna, bürokratik keyfiyetin boğucu evreni içinde
özgürlük yokluğu denk düşer.” (Löwy
2008: 77). Löwy’nin bu aktarımını şöyle de yorumlayabiliriz: yukarıdaki anti
modernist kanona girmek yerine, baş
edilmesi gereken kaçırtıcı gerçekliği tersyüzüne çevirmenin denemesini
bu negatif teoloji ya da negatif ütopya
aşma denemesine başvurabiliriz. Kentin
Cehennemi temsili de çünkü metaforik
bir anlatıdır. Simgesel bu cehennem
imgesi yine karşı simgelerle aşılabilir.
Antoni Jach, Şehrin Katmanları6 kitabında Kütüphane, Metro, Kafe, Cadde,
Mahzen-Mezar, Barbarlar, Romalılar,
Varış, Ayrılış, Uyanış alt başlıklarında
belirlediği kent’i keşfedilecek bir konu
olarak araştırır. Bu arayışı bir yanıyla
Dante Alighieri’nin Sevgilisi Beatrice’sini arayışına benzetebiliriz. Alegorik birer anlattırıcı fenomenler dizgesi
içindeki bu hakikat arayışı, Rodin için
Dante’nin yolculuğundan kendi yapıtı
Cehennemin Kapısı’na çıkmışsa, bizim
için de Şehr Metaforunda bir yol, bir
çıkış olmalı, şehri cehennem söylemine
hapsetmektense, alınacak bir mesafe,
bir yol, yolda olma hali olarak düşünmek daha iyi olmaz mı? Kır edilgin bir
metafizik yer, kent karmaşa ve kaotikliğine karşın insani faaliyetlerin kurulduğu ve yıkıldığı yerdir de.
1Entropi:1) bir dizgenin kendiliğinden değişime uğrama yetisinin
ölçüsü, 2) bir dizgede rastgelelik, düzensizlik ya da kargaşanın ölçüsü, dağıntı Eco, Umberto. Ortaçağı Düşlemek, (Çev. Şadan Karadeniz) İstanbul: Can Yayınları, 1997, s. 21.
2Walter Benjamin. Eduard Fusch: Koleksiyoncu ve Tarihçi, (Çev.
Şeyda Öztürk), Walter Benjamin, Cogito, İstanbul: YKY, 2007, sayı
52,s. 35–63.
3Bilge Karasu’nun “Uzun Sürmüş Bir Günün Ardından” adlı, kaçış/
ada romanı da bu felsefi, dini kaçış edebiyatının bir diğer başyapıtıdır.
4Üç Öykü II: Konuksever Aziz Julien Söylencesi, (Çev. Samih Rifat), İstanbul: Can Yayınları, 2005
5Eagleton, Terry. Estetiğin İdeolojisi, (Çev. Bülent Gözkan, Hakkı
Hünler vd.), İstanbul: Doruk Yayınları, 2010
6Jach, Antoni, Şehrin Katmanları, (Çev. F. Devrim Denizci), İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2001
Kaynakça
Jameson, Fredric. Modernizmin İdeolojisi, Edebiyat Yazıları, (Çev.
Tuncay Birkan, Kemal Atakay), İstanbul: Metis Yayınları, 2008
Marx, Karl- Engels Friedrich. Alman İdeolojisi (Feuerbach), (Çev.
Sevim Belli), Ankara: Sol Yayınları, 2008
İskenderiye Kütüphanesi, Antik Dünya’nın Öğrenim Merkezi,(Der:
Roy Macleod),(Çev. Elif Böke), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları,
2006
Löwy,
Michael.
franz
kafka,
boyun
eğmeyen
hayalperest,(Çev. Işık Ergüden), İstanbul: Versus yayınevi,2008
Lynch, Kevin. Kent İmgesi, (Çev. İrem Başaran), İstanbul: İş Bankası Yayınları
83
Nature/City, Heaven/Hell
Since the 19th century, the nature and the
city have been the obsession of societies
and artists. They take shelter in it, escape
into it; the nature is where they, just like
monks, search for its depths and their own
identities. The opposite of the nature, metaphorically, is the city/polis where chaos,
conflict and struggle belong to. Feeling the
melancholy of the past, searching for a
lost future, figures like Walter Benjamin’s
Baudelaire, being a melancholic flaneur,
understands the modernity in the past/
present, countryside/city context. For this
reason, to conceive the past and the present as a problem of countryside/city is
both the disease and the escape route of the
modernity. Urban intellectuals, artists and
scientists can neither avoid it nor accept
it. This problem is like the front or back,
inside or outside of a thing: It’s the different layers of the form, as post-modernists
put it. The historical process that we call
the man has moved from separate caves
to the more crowded caves and then, to the
villages or countryside. This migration has
brought us to the countryside where our
problems lie and which is our main concern here. It’s the wild life that we’ve been
a part of whether we migrate or settle; it’s
what we are yet to cultivate or claim as our
own. Today, what we should understand
from the countryside is the archetypal environment of our primitive period. It was
the first thing that we knew and we worshipped.
84
We have built cities, structures and organizations and centralized to social life since
then. Nevertheless, despite our success in
the social life, that wild, rebellious human
being within us has never stopped to search
for the wild experience. The cause of that
search for replacement is the conflict between the urges of the animalistic human
being-the man as an animal- and the man
as a political animal-with its intellectual
and aesthetical activities. It’s safe to say
that class conflict and social entropy causes that need for searching. Human being,
who has lost his thoughts about himself
and the world in the uncontrolled atmosphere of the industrial society, is reduced to
be the object of capitalism and searches for
the ontology of the pre-industrial period.
The desire to escape the city and the urge
to go to the countryside, are people’s objection to the unwanted things that happen
to them with the concepts of forms of their
own creation.
This content is hidden in the concepts like
“neverland” and “neverisle” in the utopist
texts of 19th century. Especially in the 19th
century, these problems and the notion
of escape have become more significant.
The rise of the nation-states, geographical boundaries, the urban jungle, hunger,
misery and the many faces of poverty have
provoked that notion during the Victorian
Era. Because the severity of the class conflict, Marx and Engels have wrote follow-
ing passage while discussing that period:
The ideas of the ruling class are, in all
ages, the ruling ideas, in other words, the
class that holds the economic power of the
society is, at the same time, the ruling intellectual power. The class that controls
the means of economical production, at
the same time, controls the tools of intellectual production. These are so closely
intertwined that, those who are not given
any tools of intellectual production are intellectually dependant to the ruling class.
Ruling ideas are nothing but the manifestations of the ruling economical relationships, ruling ideas are ruling economical
relationships, understood in forms of notions; in other words, those ideas are the
ideas of their sovereignty. Individuals that
form the ruling class are aware of this,
among other things.
…like the others aspects, thinkers are rulers
as the producers of ideas and they control
the production and distribution of the ideas of their periods. In that case, their ideas
are the ruling ideas of their ages. (MarxEngels)
Since the Renaissance, the production and
relation processes have never been this destructive and alienating. Consequently,
there has never been such necessity to meditate on it before. Maecenasism and the position of the artist and the people’s bonds
with the central government have never
been threatened that much. Modernism,
besides its other phenomenological contributions to the mankind, has also done very
questionable things, in this age. Daniel
Defoe’s Robinson Crusoe is a direct reference to that atmosphere. Another example
is Thomas Moore’s Utopia in which he describes a land “where everything belongs
to everyone”. That too is a very impressive description of how horrible England
or France was in that period. Two extreme
examples of escapism are important in the
sense that they show the boringness, monotony of the social life and its distance
from the nature. The references of the subtext are also important. They force us to
think about the imperialistic agenda of
literature; the ideological content of those
texts are mostly composed of the problem
of the other.
Monks, in order to understand the world
and achieve the religious transcendence to
interpret it, would live in seclusion, away
from the cities or places that could taint
their thoughts. The secular transcendencers of the society: the artists, whom we
may call “the modern monks”, have taken
shelter in the lives of those primal monks,
imitated their intellectual habits and reinvented that escape phenomena, at least
metaphorically. The thing they escaped
from was actually the thing they were
looking for. They escaped the city only to
rediscover it. Benjamin, in his article Eduard Fusch: Collector and Historian, he
creates another historical figure according
to this collector model like Paris’ typical
transcended hero Baudelaire. Benjamin’s
hero tries to pick up the crumbs and pieces
that he’s been collecting to build the human subject who brings the past and the
present together. Paris is the central point
of his thought. Berlin is the central point
of information like library, museum, second-hand booksellers and school etc. When
Macleod said, “Library is a huge labyrinth.
It’s the symbol of the world labyrinth, you
go in but you’re not sure if you can come
out” he was speaking of a place that belong
to the medieval monks and the narrator
there is also a monk. Therefore, countryside/city, city/labyrinth word couples come
together automatically. This is basically
Michel Foucault’s concept of “Heterotopia”
which brings essentially different concepts
together. He uses the term as “presence of
many periods and many places in one real
place”. City, in this context with its cemeteries, museums, libraries etc. is a heterotopic place.
85
“Not only is the city an object which is perceived (and perhaps enjoyed) by millions of
people of widely diverse class and character, but it is the product of many builders
who are constantly modifying the structure for reasons of their own” says Lynch,
and warns us: “A beautiful and delightful
city environment is an oddity, some would
say an impossibility”
Man, being a historical entity, finds himself in the countryside/city tension, in this
historical context. This tension enables him
to engage in creative activities. First of all
the religion, then the arts and the science
are the examples of that. Foucault’s “Heterotopia” and Benjamin’s Baudelaire and
Fusch are important experiments in this
context. There is also an opposite image of
those. Flaubert chose this as the topic in
“Three Tales: A Simple Heart, Saint Julian
and “Herodias”. In “The Ideology of Modernism” Jameson comments that: “That
‘present’ being the object of the Flaubert
realism, lives not one but two separate and
apparently incompatible historical trails.
In fact, the world with its holiness destroyed, looks like it’s trying to imagine its
pedigree in a double semiotic system: The
medieval world, miracles, faith, legends
and the classical world the despotism of
which Flaubert was known to admire, sadism and the blood thirst...” Jameson says:
“Flaubert who hates the modern world and
its bourgeoisie, in the framework of the loss
of faith, wants the return to pre-capitalist
society” For Flaubert, “The terms pre-capitalism and capitalism stand at the each
side of the equation, having both positive
and negative feelings, they become both
dominant and dependant forms; These irremediable relations realize themselves as
separate and discontinuous images, later
on. By this way an obstructed thought on
history guarantees a solution for itself in
the language of the Imaginative”. Thus,
Flaubert creates a replica of the escape
from the city. This anti-modernist writer,
in some sense, takes revenge from moder86
nity with his writings. The real problem is
that can escapism be a solution? “Benjamin knew that there was a revelation in
Kafka that had lost its positive meaning
but it was intensive all the same; it was the
theologia negativa of Judaism”. In Terry
Eagleton’s book “The Ideology of the Aesthetics”, Benjamin, whom the author refers
to as “Marxist Rabbi”, tries this in another
way. He uses Messianic images and borrows content from Judaic tradition to
suggest that Jesus used his own body as a
divine shield and made atonement for society’s sins. He claims that if Jesus hadn’t
made atonement for our sins, none of the
mankind’s sins would have been forgiven.
The negative truth could be very inspiring
for us, in many ways.
“The political equivalent of Kafka’s negative Messianism-theologia negativa is
some kind of utopia negativa. There are
striking resemblances between the two:
In both cases, the positive opposite of the
established world (libertarian utopia or
messianic atonement) is non-existent and
what defines people’s lives as meaningless
and poor is this non-existence. The lack of
atonement which is the religious sign of
a damnable world is equal to the lack of
freedom in the suffocating universe of the
bureaucratic arbitrariness.” (Löwy 2008:
77) We can interpret Löwy’s comments as
such: Instead of being a part of the antimodernist canon, we may try to reverse the
repelling reality; we may try this negative
theology or negative utopia. The Hell of
the City is also a metaphorical narration.
This symbolic image of hell can be overcome with counter symbols.
Antoni Jach, in his book Layers of the City,
describes the city under categories like:
Library, Subway, Café, Cellar-Cemetery,
Barbarians, Romans, Arrival, and Awakening and investigates the city as a topic
to be discovered. This search is similar to
Dante Alighieri’s search for his lover: Beatrice. If this search in a system of narrat-
ing phenomena has lead Rodin to sculpt
Gates of Hell, there should be an exit from
the city metaphor. Isn’t it better to perceive
the city as a path the state of being on a
road, instead of a hell? The countryside is
a passive metaphysical place but the city
is also, despite its chaos, a place where human relationships are being developed and
destroyed.
References:
•Jameson, Fredric. The Ideology of Modernism
•Marx, Karl- Engels, Friedrich. A Critique of The German Ideology
•MacLeod, Roy. The Library of Alexandria: Centre of Learning in
the Ancient World
•Löwy, Michael. Franz Kafka, rêveur insoumis
•Lynch, Kevin. The Image of the City.
87
UTKU ÖZMAKAS
“Ve Eşitlik, Kardeşlik ya da Cemaat…”
Joseph Grange kent için “insan değerlerinin en üst maddi ifadesine ulaştığı
mekândır” derken şüphesiz ki sanayileşmenin zorunlu evladı olan kentleşmenin olası risklerine karşı büyük bir
safdillik içindeydi. Belki de bu gerçeği John Zerzan gibi üzücü bir biçimde kabul etmemiz gerekiyor. Veyahut
Max Weber gibi kentin işbölümünün
zorunlu mekânı ve kitleselleşme, uzmanlaşma ile standartlaşmanın sonucu
olduğunu düşünebiliriz. Kısacası tarih
sahnesinde toplum ve insan üzerine
düşünmenin bir aracı olarak kent üzerine düşünmenin önemi hiç azalmamış,
hatta giderek artmıştır.
Doğa Nostaljisi
Günümüzde mahallenin ölümü dillendirilmek üzere. Site yaşamı ise bunun
en önemli kanıtı belki de. Site yaşamıyla birlikte hayatımıza giren diğer
olgularsa parklar, bahçeli evler, “kentin
stresi”ne karşı evlerin çevresini saran
ve evi izole eden hobi bahçeleri… Buna
bir de şöyle bir gerçeklik eşik ediyor:
Kentler arasında yolculuk ederken üç
saat dahi olsun doğaya bakmaya dayanamayıp önündeki ekranda televizyon
izleyen, uyuyan, internete giren ya da
–en iyi ihtimalle– kitap okuyan kent
insanı bir yandan da yeniden doğayla
kucaklaşmak istiyor. Tüm bunlar bize
kesin bir biçimde tek bir noktayı işaret
ediyor: Doğa nostaljisi.
88
Svetlana Boym “Nostalji (nostos-eve
dönüş ve algia-özlem, nostalgia) artık
var olmayan ve asla var olmayan ve
asla var olmamış bir eve duyulan özlemdir. Nostalji, bir kayıp ve yer değiştirme duygusudur, ama aynı zamanda
insanın kendi fantezisiyle arasındaki
bir aşk ilişkisidir. Nostaljik aşk ancak
uzun mesafeli bir ilişkide yaşayabilir.”
derken oldukça haklıdır. Doğayla olan
ilişkimiz tam da böylesi uzak mesafeli
bir ilişki. O, hiç varolmayan evde yaşamak, aslında hiç yaşamadığımız güzel
günleri mutlulukla anmak ve modernizmin bir icadı/hediyesi olan sıkıntımızın kaynağının kent olduğunu söyleyerek suçu kente atmak ve “uzaklara
kaçmak” istiyoruz. Kente ele geçirme
hissi yaratan gökdelenlerin son katlarına yapay çimler koyup aşkımızı tazelemenin peşindeyiz. Oysaki aşk da sevgi
de yalnızca eşitler arasında yaşanabilir.
Gelecek Distopyası
Son yıllarda geleceği konu edinen Holywood filmlerinin üzerinde neredeyse
tartışılmaz bir biçimde mutabakata vardıkları temel konu, insan ile makinenin
savaşıdır. Makinenin mağlubiyetiyle
biten bu savaşlar, yalnızca günümüz
insanının bilinçaltındaki korkuları ortaya çıkarmakla kalmıyor; aynı zamanda
kenti bir savaş alanına çeviriyor. Devasa köprülerin ihtişamı, gökdelenlerin
görkemli görüntüsü altında gerçekle-
şen bu savaşlar, kente ilişkin imajların
yıkım, sel, felaket, kavga ve mücadeleyle özdeşleşmesini sağlıyor. Gündelik
hayatında zaten trafik, ofis gibi savaş
alanlarında yaşamak durumunda olan
kent insanın öfkesi haberlerde bir terör
alanı olarak konumlanan kente karşı
daha da katlanıyor.
Geleceğin kuruluşuna ilişkin kendi (tahayyül) gücü böylelikle elinden alınan
kent insanı bir yandan huzuru temsil
eden evine ulaşmak için savaş verirken,
öte yandan da savaşı temsil eden işyerine ayaklarını sürüye sürüye ulaşıyor.
Mekânlar arasındaki dolaşımın kendisi bir sıkıntı ve endişe kaynağı haline
geldikçe kentin patolojisi mecburen
saldırganlık üzerine kuruluyor. Bu saldırganlıksa düşünmenin ve zaman harcamanın aksine çalışıyor.
Peki kentin sarsılmaz biçimde mutlak
kötülüğün kaynağı haline getirildiği bu
tabloda hiç mi ışık yok? Kent gerçekten
kötülükleri anası, cehennemin ta kendisi mi?
Kent: Eşitler Cemaatinin Mekânı
Biraz yukarıda aşkın/sevginin yalnızca
eşitler arasında yaşanabileceğini söyledik. Oysaki damlama etkisiyle kurulmuş, merkez-periferi ayrımına yaslanan kentlerin belki de birinci görevi
yoksulları kentin dışına tükürmektir.
Yoksul, kente kendisi için bir tür pasavan olan emeği sayesinde girebilir:
Kâğıt toplamak, apartman ya da ev temizliği yapmak, araba camı silmek,
dilencilik yapmak, ayakkabı boyamak
için. Kısacası yoksul ile kent insanı arasındaki karşıtlık ve sevgisizlik, kentin
ürettiği sınıfların ve statü gruplarının
bir sonucudur. Peki ne yapmalı? Hemen
yanıta geçersek: Kentin eşitliğe vurulan
darbelerin mekânına dönüşmesini engellemek gerekiyor.
Sevgi eşitler arasında yaşanabilecek
bir duyguysa kamusal alanı buna göre
düzenlemek ve bu düzenlemelerin “sürekli arayış”ı içinde olmak gerek. Jacques Ranciére’in tabiriyle mutabakatın
büyülü vaatlerine kanmak, efendiler
cemaati ile köleler cemaati arasında
kalmak anlamına gelir. Yoksul insanı
kentin dışına sürüp sömürebildiği ölçüde kente davet etmenin veya eşitler
cemaatini gerçekleştirilmesi güç bir
ideal olarak görmenin yanlış olduğunu
görüp onu her an gerçekleştirilebilir
olarak kavramak gerekir.
Demokrasi ya da eşitlik, doğa nostaljisini her dakika yanı başımıza çağırarak
ya da kenti bir savaşa alanı olarak tahayyül ederek ulaşılabilecek bir ideal
değildir. Aksine sürekli etkin olan siyasal, sanatsal ve kültürel bir mücadelenin başlangıç ilkesidir. Mekânlarda
pasif olarak kendiliğinden gerçekleşen
idealler değil, bizzat proleter, sanatçı,
yazar, düşünür yani kendisine eşitler
cemaatini ilke kılmış özneler tarafından
gerçekleştirilebilen yerlerdir.
Kentsel dönüşüm projeleri, getto, banliyö, sokak, mahalle, site, villa, bahçeli
evler… Kent, mekân metaforlarını yutarcasına tüketiyor, dağıtıyor, parçalıyor
ve yeniden kuruyor. Bunu yaparken de
ezeli ve ebedi dostunu, yani zamanı yardımına çağırıyor. Bugün yapmamız gereken açık bir biçimde doğa nostaljisine
karşı gelecek distopyasını reddetmek.
Kent cehennemse, bu bizim cehennemimiz. Asıl meseleyse ateşin yakıcılığını
nasıl eşitler cemaatinin lehine çevirebileceğimiz… Çünkü Ranciére’in dediği
gibi: “Ve eşitlik, kardeşlik ya da cemaat
de birer aşk nesnesidir.”
Kaynaklar:
Boym, Svetlana (2001). The Future of Nostalgia, New York: Basic
Books.
Grange, Joseph (1999). The City: An Urban Cosmology, Albany:
State University of New York Press.
Ranciére, Jacques (2007). Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç,
İstanbul: Metis Kitap.
Weber, Max (1958). The City, çev. Don Martindale ve Gertrud Neuwirth, New York: The Free Press.
89
’’And of equality, brotherhood or Community…’’
No doubt that Joseph Grange was being
naive with the potential risks of urbanization, the inevitable descendant of industrialization, calling the city as ‘a place where
the human values reach the highest tangible expression’.
Maybe we should regrettably accept the
fact as John Zerzan does. Or as Max Weber, we should consider the city as a necessary place of division of labor and a result of popularization, specialization and
standardization. Briefly, in the stage of
history, the importance of thinking about
the city as a means of thinking about the
society and man never decreased, even
gradually increased.
Nature Nostalgia
Today the death of neighborhood is about
to be put into words. Perhaps the site life
is the most important evidence of this. The
other facts coming into our lives with the
site life are parks, houses with gardens,
hobby gardens surrounding the houses and
isolating the house from ‘the stress of the
city’… This is accompanied by a reality in
the following: the city man who can’t stand
looking at the nature while travelling between cities and prefers watching TV on
the screen in front of him, sleeping, surfing
on the net or – by any chance- reading instead, wants to embrace the nature again.
All this indicates to us precisely one point:
90
Nature Nostalgia
Svetlana Boym is quite right in her words
in which she says: ‘Nostalgia (nostoshomecoming and algia-pain, grief, nostalgia) is longing for a home that does not
exist now and and never exists and never
existed. Nostalgia is a feeling of loss and
displacement but at the same time a love
relationship between the one and one’s
own fantasy. Nostalgic love can exist only
in a long term relationship.’. Our relationship with nature is precisely such a long
distance relationship. We want to live in
that never existing home, to memorialize
the beautiful days we never had indeed,
and put the blame on the city saying that
it is the reason of our boredom which is a/n
gift/invention of modernization and to go
faraway. We are intending to refresh our
love by flooring the top floors of the skyscrapers, which gives a sense of seizure of
the city, with astroturf. Nevertheless, either
romance or love happens among equals.
Future Dystopia
In recent years, the undisputed basic theme
the science fiction Hollywood films agree
on is the war between man and machine.
These wars ending with the defeat of machine are not only revealing the subconscious fears of the man of today but also
turning the city into a battle field. These
wars taking place under the magnificence
of monumental bridges and the grandness
of the skyscrapers makes the images of the
city identify with destruction, flood, disaster, fight and struggle. The city man, who
already has to live in the battle fields of
daily life such as traffic and office, has an
increasing anger at the city, positioned as
a hot bed of terrorism in the news.
The city man, whose power of (envisioning)
forming the future is taken from in such
a way,on the one hand is reluctantly going to his working place which represents
war, but on the other hand, has to contend
for reaching home which represents peace.
As the circulation between places becomes
a source of distress and anxiety itself,
the urban pathology is necessarily built
on aggression. And this aggression works
against thinking and spending time.
So isn’t there a ray of hope in this scene
where the city becomes the absolute hotbed? Is city really the mother of evil, the
hell itself?
City: The Place of Equals Community
More than a little above we said love happens only among equals. Yet, perhaps the
first mission(duty) of the city founded
with the dripping effect and relying on the
centre-periphery distinction is to expectorate the poor to the country(suburbs). The
poor can come to the city with his labour
which is a kind of transpire: for collecting
wastepaper, housekeeping in houses or
apartments, wiping the windows of cars,
begging in the streets, polishing shoes. In
short, the lovelessness and the contrast between the poor and urban people is a result
of classes and status groups produced by
the city. So what should we do? Getting to
the answer: It is necessary to prevent the
city from converting into a place where
equality is damaged.
the public space accordingly and to be in
an ‘ongoing quest’ of these regulations. As
Jacques Ranciére says being satisfied with
the enchanting promises of the consensus
means remaining in between the masters
community and the slaves community. It
is important to see the incorrectness of regarding the equals community as an ideal
hard to realize or exiling the poor to the
suburbs and inviting them to the city to the
extent of exploitation, but to comprehend
this as something feasible at any moment.
Democracy or equality is not an ideal to
be reached by recalling the nature nostalgia every minute or imagining the city as a
battle field. On the contrary, it is the principal ideal of ongoing political, artistic and
cultural struggle. And the environments
are not passively spontaneous ideals but
places realized by subjects targeting equals
community, namely proletarians, artists,
writers and philosophers.
Urban transformation projects, ghettos,
suburbs,streets, neighborhoods, sites, villas, garden houses… The city is rapidly
consuming, disintegrating, rending and
reconstituting the environment metaphors.
And while doing this, it is calling its eternal friend time for help. What we should
do today is to reject clearly the future dystopia against nature nostalgia. If the city
is hell, then this is our hell. The main point
is how to tip the scales in the favour of the
equals community considering the roaring
fire…Because as Ranciére says: ‘And equality, brotherhood and congregation (community) are also subjects of love.’
References
Boym, Svetlana (2001). The Future of Nostalgia, New York: Basic
Books.
Grange, Joseph (1999). The City: An Urban Cosmology, Albany:
State University of New York Press.
Ranciére, Jacques (2007). Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç,
İstanbul: Metis Kitap. (On The Shores of Politics)
Weber, Max (1958). The City, çev. Don Martindale ve Gertrud Neuwirth, New York: The Free Press.
If love is a feeling which happens only
among equals, it is necessary to organize
91
YEŞİM UYSAL
Cehennemden Cennete:
Kente Hak Ettiği Değeri Vermek
Kelebek kokular sürünüyor
Kanatları bulaşmakta
Orkidenin kokusuna.
M. Basho (1644-1694)
Biz kentlerde yaşayanlar, - ya da sonradan kente yerleşenlerden kendimizi
ayırmak için kullandığımız terimle, biz
“kentliler”- artık ne bir kelebeğin kanatlarını orkideye sürüşünün farkına
varabiliriz, ne de orkidenin kokusunu
yaşadığımız kent yaşamı girdabında kolaylıkla duyumsayabiliriz. Bu durumun
en önemli nedenlerinden biri şüphesiz
Endüstri Devrimi ile keskin bir biçimde ayrılan doğa-medeniyet karşıtlığıdır.
Doğa ve doğal olanın insanlığın ilerlemesi önünde bir engel olarak görülmeye başlanması, “önce “kalkınma”, sonra
çevre” ilkesi yalnızca kentler ve doğa
arasındaki ilişkiyi koparmamış, aynı
zamanda sosyal bir varlık olan insanın
toplumsal gelişimini de sekteye uğratmıştır.
Kentlerin gelişimi ve bugünkü sosyal,
kültürel, ekonomik ve mekânsal yapısının oluşumu 20. yüzyıl başlarına ve bu
yıllardaki şehircilik anlayışına dayansa
da, son yıllarda kent yaşamımızda karşımıza çıkan sorunlar ele alındığında
toplumsal, sınıfsal, kültürel ve etnik
ayırımların özellikle kent mekânları
üzerinden şekillendiğine tanık oluyoruz. Son yıllarda sıkça tartışılan ve
1990’lı yıllardan itibaren dünyanın
92
içinde bulunduğu ekonomik, sosyal,
kültürel ve yönetsel ağları anlamanın
bir yolu olarak öne çıkan neo-liberalizm, kuvvetli iktidar yapısı ile üretim
ilişkileri ve bu ilişkilerin mekâna ve
topluma etkisini belirlemeye devam
ediyor. 20. yüzyıl başında insanlığın
kurtuluşu olarak görülen kent yaşamı,
bu süreç içinde yıkıcı bir şekilde insani
niteliğini yitiriyor, topluluk yaşamlarını yok ediyor, tarımsal yaşamı doğal
halinden uzaklaştırıyor ve böylelikle
bireylerin kent yaşamı içinde kaybolmasına neden oluyor.
Artık yeni bir kent hayatı yaşıyoruz.
Yeni ihtiyaçlar çerçevesinde şekillenen
mekânsal kurgular bireylerin kendine
has özelliklerini asimile ederek, kentsel nüfustaki “kendiliğinden çeşitliliği” bazen ideolojik olarak, bazen de
farkında olmadan toplumsal bir kabulle baltalayabiliyor. 20. yüzyıl başında
üretim odak alınarak tasarlanan kentsel mekânlar, tüketim çılgınlığı içinde
daha ışıltılı, ancak bir o kadar da insandan ve doğadan uzak duvarlarla çevirili
yapay alanlar olarak kent yaşamında
yerini alıyor. Dev binaların aynalarla,
neon ışıklarıyla, ekran ve reklam panolarıyla “süslendiği” bir kent yaşamı
içinde, kentin bileşenleri olduğu kadar,
onun asli unsuru olan insan da yeniden
tanımlanarak, farklı sosyal yaşam alanları oluşturuluyor. Yalnızca belirli sınıfların rahat yaşamlarını kolaylaştırmak
üzere tasarlanan yüksek duvarlarla çevrili, özel güvenlikli mekânlar misafirlerine diğer toplumsal sınıflarla temasın
yok edildiği “huzur ortamını” yaşatıyor.
Işıltılı, ancak bir o kadar da insan algısında bozukluklara neden olan bu
yaşam içinde bireylerin temel hakları
ise sönmek üzere olan yıldızları anımsatıyor. Pazar ekonomisinin bireyin her
türlü sorunlarını çözeceği varsayımına
dayanan yeni dünya düzeninde içinde
kendi içinde kapalı mekânları ile kent
imgeler yığını haline geliyor. Ve bu imgeler ancak hâkim ideolojinin izin verdiği ölçüde toplumsal, kültürel, ekonomik ve sosyal nüveleri barındırabiliyor.
İzin verilmeyen gruplar, düşünceler ve
duyarlılıklar toplumsal hayat içinde
kendiliğinden eleniyor. Bu süreçte çoğu
zaman kentsel alt kültürlere hâkim ideoloji tarafından ya yokmuş gibi davranılıyor, ya da bu grupların elde ettikleri
erkleri yok edecek yöntemler geliştiriliyor. Hakim ideolojinin birey üzerindeki
“sömürü, kıyısallaştırma(marjinalleşt
irme), erksizlik, kültürel emperyalizm
ve şiddet” gibi baskı türleri tüm hızıyla
kent yaşamı içinde hedefini “marjinal”
grupların kent yaşamından ayrıştırılmasını ve homojen bir tüketim toplumunu hedefliyor. Bireylerin kendine
has özelliklerini asimile etme eğiliminde olan bu girdap içinde kendiliğinden
toplumsal çeşitlilik yerini nefret kültürüne bırakıyor.
Ancak, kentlerin en önemli özelliği insanları bir arada tutması, farklı grupları, bireyleri ve düşünceleri sayısız
araçlarla zenginleştirerek kültürel çeşitliliğe izin vermesi olmalıdır. Birey
olma ve topluluğa ait olma duyguları-
mızı yitirmiş olsak da, bu duyguların
geri kazanılacağı yer yine kent yaşamı
içinde olacaktır. Kentlerin oluşturduğu
bu kültürel ve sosyal çeşitlilik, topluluk
olma ve dayanışma ruhu ancak kamusal alanı özgürleştirerek elde edebilir.
Bu kamusal alanın önemli bir bileşeni
de pek tabi ki sanattır.
Sanayi Devriminin sonrasında Benjamin üretim biçimlerinde yaşanan dönüşümün kültürü etkileyeceğini ve sanatın artık başka araçlar ve yöntemlerle
başka türlü bir sanat haline geleceğini
ilan ediyordu. Benjamin’den bu yana
madde, uzam ve zaman da artık aynı
konumda değildir. Şimdi ise içinde bulunduğumuz ve ismini ne koyarsak koyalım, toplulukları çatışmaya iten, insanı doğadan uzaklaştıran ve bireyleri her
gün kendisine daha fazla bağlamak için
binbir türlü araçlar üreten ve bireyleri
adeta cehennem zebanilerine dönüştüren bu sistem içinde sanatın yeniden
kendini var etmesi, ortaya çıkan sosyal,
toplumsal ve çevresel adaletsizliklere
baş kaldırması gerekmiyor mu?
Bookchin’in tanımından yola çıkarak,
kent ile kırsalı, toplum ile doğayı ayıran görüşün bir karşıtı olarak kente hak
ettiği yeri vermek üzere sanat yeniden
yola çıkmalıdır ve artık kent “çevre için
bir tehdit olarak değil, çoğu kez doğayla denge içinde yaşamış, insanın doğal
ve toplumsal mekân duyusuna ilişkin
bilincini keskinleştiren kurumlar yaratmış, görülmemiş derecede insani, etik
ve ekolojik bir topluluk olarak gözler
önüne serilmelidir.”
Harvey, D.2002, “Toplumsal Adalet, Postmodernizm ve Kent”, 20.
Yüzyıl Kenti der. B. Duru, A. Alkan, İmge Kitabevi Yayınları.
Jacobs, J. 1961, The Death and Life of Great American Cities, Vintage, New York.’den alıntı. Alıntı yapan a.g.e.
Young, I.M. 1990, Justice and Politics of Difference, Princeton University Pres, Princeton’den alıntı. Alıntı yapan a.g.e.
Benjamin, W. 2004, Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Bookchin, M. 1999, Kentsiz Kentleşme- Yurttaşlığın Yükselişi ve
Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
93
The butterfly is perfuming
It’s wings in the scent
Of the orchid.
M. Basho (1644-1694)
From Hell To Heaven:
Cherishing City As It Deserves
We, who are living in cities, - or “citizens”
as the term, we like to use for distinguishing ourselves from the people, who has
moved to cities recently- can no more feel
a butterfly’s wings touching an orchid; or
we can easily sense the smell of an orchid
in the engulfment of city life. One of the
most significant reason of such a situation
is doubtlessly nature-civilization contradiction, which had been sharply separated
from each other with the Industrial Revolution. Initial evaluation of nature and
natural beings as an obstacle against the
progress of human being, “fist development, then environment” understanding
not only break off the ties between cities
and nature, but also interrupted human’s
social progress.
Although the development and the recent
formation of social, cultural, economic
and spatial structures of cities has been established with reference 20th century and
its urban vision, owing to the problems,
we faced in our city lives in recent years,
we witness that social, class, cultural and
ethical divisions are being formed especially on urban spaces. Noe-liberalism, which
was on debate in recent years, as one of the
leading ways to understand economical,
social, cultural and administrative networks of the world, is designating moods
of production and its relation to space and
society with its strong hegemonic structure. City life, which was evaluated as the
94
salvation of social life at the beginning of
the 20th century, is destructively loosing
its humanity, destroying community life,
separating agricultural life from its natural forms and by this way causing individuals to get lost in city life.
Now we are living in a new form of city
life. Spatial constructions, formed according to recent needs, is undermining “exuberant diversity” in urban population by
assimilating authentic traits of individuals sometimes ideologically, sometimes
with social acceptance. Urban spaces, designed with a specific focus on production
at the beginning of the 20th century, are
being situated at the center of city life as
artificial areas, surrounded by walls, more
brighter with consumption, frenzy, but distant from human and nature. In an urban
life, where giant buildings are being embellished with mirrors, neon lights, monitors and advertisement boards, new social
spaces are being formed by re-defining
urban components and as well as human,
who is the essential aspect of cites. Spaces,
protected by high walls and high security
systems, which are designed to ease a specific class’ comfortable lives, serve relaxation to its guests, in which no connection
with other classes are guaranteed.
In such kind of life, which is sparkling, but
at the same time causing damages in human perception, the rights of individuals
resemble stars that are going to die soon.
In the new world order, in which it is believed that all of the problems of individuals can be solved by market economy, the
city is becoming a mass of images. And
such images can only contain social, cultural, economic and social cores as much
as the hegemony allowed.
The groups, ideas and sensibilities which
are not allowed in public sphere, are being
assimilated in community life. Under these
circumstances, dominant ideology mostly
ignores urban sub-cultures, or develop new
methods to destroy the power, that those
groups had earned. Oppressions of dominant ideology on individuals, such as “exploitation, marginalization, disempowerment, cultural imperialism and violence” ,
aims a homogenized consumer society and
elimination of marginal groups in urban
context. In such an engulfment, in which
individual’s authentic traits are tried to be
assimilated exuberant diversity is leaving
itself to hate culture.
However, the most significant characteristics of cities should be its enlargement, that
compass masses and its freedom to allow
cultural diversity by uncountable media,
which enriches various groups, individuals
and thoughts. Even though we had forgotten the sense of belonging to a community,
such a sense would be regained only in city
life. The community and solidarity spirit,
formed by urban life can only be gained by
liberation of public sphere. One of the significant components of the public sphere is
doubtlessly art.
After the Industrial Revolution, Benjamin
declared that the changes in the moods of
production would affect culture and that
art would become another art by new ways
then of media and methods. Since by Benjamin media, space and time are not in
the same location. Now; shouldn’t art be
re-borned and revolt against the systemwhatever we call- that we are living in;
forcing communities to conflict, separating human from nature, and turning individuals into demons of hell?
Owing to Bookchin’s definition and as the
opposite of the idea that separates city and
rural, society and nature, art should be
on the road again to cherish the city as it
deserves and the city should be applauded as a humanitarian, ethical and social
community, mostly lived in balance with
nature, formed institutions that sharpens
awareness towards people’s natural and
social space needs, not as a treat against
nature.
95
ALİ ALIŞIR
‘Sanal Mekanlar’
Ali Alışır’ın ‘Sanal Mekanlar’ projesi dünyanın önemli sayılabilecek tarihi mekanlarının fotoğraflarını kapsıyor. Ortaçağ ve
Rönesans’tan günümüze insanların yaşadığı, çalıştığı, sosyal ortamını paylaştığı, ticaret yaptığı ya da ibadet ettiği mekanları
günümüz fotoğraf anlayışıyla tekrar yorumluyor. Bu yorumu günümüzün hızlı bilgi
akışını ve iletişimini sağlayan ağ temsilleri
ve ara yüzlerinin çalışma şekillerini düşünerek biçimlendiriyor. Alışır, bunu uygularken
de elektronik devrelerin formundan yararlanıyor.
Ali Alışır’a göre yeni dünya düzeni içinde
tüm devrimlerin ve yeniden canlandırma
mekanizmalarının dönemi kapanırken, kapalı devreler ve dijital işlemcilerle insanların birbirine bağlandığı sanal evren ‘fiziki
gerçeklik’le mesafemizi her gün biraz daha
saydamlaştırıyor. Fotoğraf da icat edildiği
ilk günden bu yana bu büyük devrimden nasibini alarak, bir tür eş zamanlı kitle aracına
dönüşüyor. Eskiden tek işlevi imgeleri yakalamak, o anda hapsetmek iken günümüzde,
imge aktarım aracı görevini üstleniyor.
Ali Alışır’ın çalışmalarında kullandığı elektronik devrelerle mekanların bir araya gelişi
resimde ya da fotoğrafta gereken alan derinliğini ortadan kaldırıyor. Alışır’ın çalışmalarında vurgalamak istediği,günümüzde
fotoğrafın bir algı oyunun parçası değil, bir
bilgi bütünü oluşudur.Diğer önemli yönü
ise, günümüzde artık bir ‘yer’e gitmek ya
da ‘biri’leriyle iletişim kurmak için alışıla96
gelmiş zaman ve mekan kavramlarının kullanılmıyor olmasıdır.Alışır, bu doğrultuda,
Ortaçağ’ın fiziki etkenlerle üretilmiş ağır
kasvetli mimari yapılarını, günümüzün anlayışıyla yerçekimsiz, ebat ve ölçü kurallarına bağlı kalmadan etkileşimli bir dünyaya
taşıyor.
‘Sanal Mekanlar’ projesi sürekli yer değiştiren bilgi ve imgelerin, fiziki mekanından
zihnen uzaklaşan bireylerin üzerindeki etkisinin, sonsuz sayıda kopyalama ve çoğaltma
ve müdahaleye imkan veren sayısal teknoloji ile oluşturulmuş sanatsal bir eleştirisidir.
‘Virtual Places’
Ali Alışır’s ‘Virtual Places’ project includes the photographs of historical places
around the world which are considered
to be important. He is re-interpreting the
places where people live, work, share the
same environment, trade or worship from
the Middle Ages and Renaissance Era to
the present day by means of modern photography. He is shaping this interpretation
by considering the functioning of network
system and network interfaces which provide today’s fast flow of information and
communication. While applying this, he
benefits from the electronic circuits form.
According to Ali Alışır, while the period of
all revolutions and mechanisms of reanimation is ending, the virtual world where
people connect each other with closed circuits and digital processors is day making
our distance to the physical reality more
transparent each day. Photography, while
taking its share of this great revolution,
turns out to be a simultaneous image tool
to the masses. It’s only function was capturing images until now but today it takes
the role of an image transfer tool.
game but integrity of information. Another point that Alışır emphasizes is that the
conventional concepts of time and space
are no longer being used to go “somewhere”
or to communicate with “someone.” Alışır,
in this context, is transforming the gloomy
architectural structures of the Middle Age
built by physical factors to an interactive
world with today’s perspective regardless
of gravity, size and measurement rules.
‘Virtual Places’ project is a critique of art
created with digital technology which allows making an infinite number of copies and replications of the impact of the
constantly shifting information and images on individuals who mentally go away
from their physical space.
The electrical circuits and places that Ali
Alışır pictured together in his work remove
the sense of depth of field in photography.
The point Ali Alışır wants to make is that
photography is not a part of a perception
97
98
Sanal Mekanlar 05 / Virtual Places 05,
Dijital Fotoğraf / Digital Photography, 155x103 cm
Sanal Mekanlar 06 / Virtual Places 06,
Dijital Fotoğraf / Digital Photography, 195x130 cm
Sanal Mekanlar 07 / Virtual Places 07,
Dijital Fotoğraf / Digital Photography, 195x130 cm
Sanal Mekanlar 03 / Virtual Places 03,
Dijital Fotoğraf / Digital Photography, 155x103 cm
Sanal Mekanlar 08 / Virtual Places 08, Dijital Fotoğraf / Digital Photography, 477cm x 237 cm
Sanal Mekanlar 01 / Virtual Places 01, Dijital Fotoğraf / Digital Photography, 477 cm x 237 cm
1978 yılında İstanbul’da doğan Ali Alışır
sanat yaşamına 1996 yılında Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden aldığı başarı bursu ile grafik eğitimine başladı.Eğitim süresi boyunca çeşitli akademik
programlardan yararlanarak resim ve fotoğraf dallarında deneyim kazandı.Eğitim sonrası İtalya’ ya taşındı dijital fotoğraf sanatı
alanında çalışmalarda bulundu.2004 yılında
Floransa’ da Accademia Italiana’ da fotoğraf
bölümünü kazanıp bu alanda master yaptı.
Yüksek Lisans eğitimi boyunca fotoğrafta
dijital kurgu üzerine yoğunlaştı.(Bu dönem
içerisinde Giorgio Armani, Salvatore Ferragamo gibi dev firmaların moda direktörlüğü
ve stilistliğini yapan bir çok isimle beraber
çalışma fırsatını yakaladı.)
Ali Alışır was born in İstanbul, in 1978. He received an art scholarship from Yeditepe University Faculty of Fine Arts in 1996 and started to
acquire training in graphic design. During his
education he took courses in painting and photography and gained some experience in these
disciplines.After completing his education, Alisir moved to Italy where he worked as photographer. He attended the program of photography
as a graduate student in Accademia Italiana
in Florence.(Alisir jumped at the opportunity to
work with various notable artists working for
renowned companies like Giorgio Armani, and
Salvatore Ferragamo.)
99
ALİ KAZMA
İnsanın kendi bedeni ve diğer bedenler
ile kurduğu ilişki benim uzun süredir
çalışmalarimda kullandığım bir tema.
Bu konuda şimdiye kadar mezbaha,
tahnitçi, kasap, beyin cerrahi, dansçı
ve dans topluluğu adli video işlerini
yaptım. Diğer bedenlerin içine tabii ki,
hayvan bedenleri de girmekte. İnsanların hayvan bedenleri ile kurduğu ilişki
üzerinden, insanın doğa ile ilişkisi üzerine de bir çok ipucu elde edilebileceğini, yeni tartışma alanlari açılabileceğini
düşünmekteyim.
I have been using for a long time the relation between the human bodies as a theme
on my works. Till now, on this theme, I
have produced some video projects called,
slaughterhouse, taxidermy, butcher, neurosurgeon, dancer and dance group. Of
course other bodies consist of the animal
bodies as well. I think that some new arguments can be created over the relation
between the human bodies and the animal
bodies; and some hints over the relation between human and nature can be obtained.
Mezbaha / Slaughterhouse, 2007
100
1971, İstanbul duğumlu olan Ali Kazma
yüksek lisans derecesini Te New School,
Newyork’dan aldı. 2000 yılında, hala yaşamakta olduğu istanbula döndü. Video çalışmaları, insan aktivitelerinin ve işgücünün
anlamı ve önemi ile ekonominin, üretimin
ve sosyal organizasyonların anlamını sorgulayan temel soruları ortaya çaıkarır.
Önemli sergileri arasında; İstanbul Bienali(2001), Tokyo Operar City(2001), Garanti
Platform(2004), San Francisco Art Institute
(2006), ve Lyon Binali (2007) yer alır.
Born in 1971, Istanbul, Ali Kazma is a video
artist who received his MA degree from The
New School in New York City. In 2000, he returned to Istanbul, where he still resides. His
videos raise fundamental questions about the
meaning and significance of human activity
and labor and the meaning of economy, production, and social organization. He has exhibited
his work in the Istanbul Biennial (2001), Tokyo
Opera City (2001), Platform Garanti, Istanbul
(2004), Cetinje Biennial (2004), Istanbul Modern (2004), 9th Havana Biennial (2006), San
Francisco Art Institute (2006), and Lyon Biennial (2007) among others.
Mezbaha / Slaughterhouse, 2007
101
ALİ TAPTIK
“Temel Situasyonist pratiklerden biri
de “dérive”1, çeşitli ortamlardan/ çevrelerden/ ambiyanslardan hızlıca geçiştir.
Dérive’ler oyuncu ve yapıcı bir tavır ve
psikocoğrafik etkilerin farkında olmayı
barındırır ve bu nedenle klasik seyahat
ya da yüyürüş kavramlarından farkılıdır.
Bir dérive’de bir ya da daha fazla kişi,
belli bir zaman için ilişkilerini, iş ve
dinlenme/keyif aktivitelerini ve tüm
alıştıkları hareket ve eylem güdülerini
bir kenara bırakıp, kendilerini arazinin/
alanın cazibelerine ve orada gerçekleşecek karşılaşmalara bırakmalarıdır. Şans
burada sanılan daha önemsiz bir etkendir: Dérive bakış açısıdından, şehirlerin
belli alanlara girmeyi vey a çıkmayı
zorlaştıran psikocoğrafik kontürleri, sürekli akımları, sabit noktaları ve anaforları vardır. …
…. Dérive’ ler genellik bilinçli olarak
sınırlı bir kaç saatlik sürede gerçeklleşir, bazen raslantı üzeri bir birine takip eden kısa anlar da olabilir, zaman
zaman da aralıksız olarak günlerce sürebilir. Uyku ihtiyacının getirdiği sınırlara rağmen, yeterince şiddetli olan
bazı Dérive’ler 3 ya da 4 gün sürmüştür. Böyle bir durumda belli bir bilinç
durumunun bir başka Dérive’nin etkilerne ne zaman yol vereceğini anlmak
güçtür. Bir Dérive sekansı, önemli bir
kesinti olmadan iki ay boyunca sürdürüldü. Böylesi deneyimler yeni davranış biçimlerinin oluşması ve eskilerinin
yokulmasına neden oluyor2”
Derive’ lerden çıkarılan dersler modern
şehrin psikocoğrafik artikülasyonlarının ilk araştırmalarını oluşturabilme102
mizi sağlar. Tekil ortamların/ çevrelerin/ ambiyansların ve onların mekansal
yerelliklerin keşfedilmesi dışında, insan aynı zamanda temel geçişleri akslarını, bu ortamların çıkışlarını ve direnç
noktalarını algılar. Psikocoğrafik pivot
noktalarının varolduğu hipotezine ulaşır. Bir şehrin iki bölgesi arasındaki,
fiziksel uzaklıklarıyla ilişkili olmayan
mesafeleri ölçer. Eski haritalar, hava
fotoğrafları ve deneysel derive’lerle,
bugüne kadar varolmayan ilişkilerin
haritalarını çıkarabilir. Bu haritalar çok
ilkel olsalar da ilk deniz seferleriyle ilgili haritalardan farklı değillerdir. Birinde önemli olan, kıtaların yerlerini
sürekli daha doğru bir şekilde çizgilendirmekken diğerinde şehir planlamasını ve mimariyi değiştirmek olması
aralarındaki tek farktır.
1 Dérive, tam anlamıyla akıntıya bırakmak, asılı
kalarak akıntıda olmak anlamına Gelmektedir.
2. Dérive (eylem akışlarıyla, tavırlarıla, yürüyüşleri ve karşılaşmalarıyla) bütünüyle tamamen
psikoanalizde dilin yeriyle aynıdır. Kendinizi kelimelerin akışına bırakın der psikanlizci. Bir söyleyişe karşı çıkıncaya ya da bir kelimeye bir ifadeye müdahale edinceye kadar (yol değiştirmek de
denebilir) dinler. …”
Alıntı;
“Théorie de la dérive” Internationale Situationniste #2 (Paris, Aralık 1958)’ de yayınlanmıştır.
Biraz değişik bir versiyonu Belçikalı Surrealist
Jurnal ‘ de iki Dérive’de olanların beyanları ile
birlikte Les Lèvres Nues #9 (November 1956)
yayınlanmıştır. Ken Knabbs’ ın Situanist International Anthology (Revised and Expanded Edition, 2006)‘nde yer alan İngilizce çevirisinden
Ali Taptık tarafından türkçeleştirilmiştir. İzinsiz
kullanılabilir.
“One of the basic situationist practices is
the derive1, a technique of rapid passage
through varied ambiences. Dérives involve
playful-constructive behavior and awareness of psychogeographical effects, and are
thus quite different from the classic notions of journey or stroll. In a dérive one
or more persons during a certain period
drop their relations, their work and leisure
activities, and all their other usual motives
for movement and action, and let themselves be drawn by the attractions of the
terrain and the encounters they find there.
Chance is a less important factor in this activity than one might think: from a dérive
point of view cities have psychogeographical contours, with constant currents, fixed
points and vortexes that strongly discourage entry into or exit from certain zones.
…
But this duration is merely a statistical average. For one thing, a dérive rarely occurs
in its pure form: it is difficult for the participants to avoid setting aside an hour or
two at the beginning or end of the day for
taking care of banal tasks; and toward the
end of the day fatigue tends to encourage
such an abandonment. But more importantly, a dérive often takes place within a
deliberately limited period of a few hours,
or even fortuitously during fairly brief
moments; or it may last for several days
without interruption. In spite of the cessations imposed by the need for sleep, certain
dérives of a sufficient intensity have been
sustained for three or four days, or even
longer. It is true that in the case of a series of dérives over a rather long period of
time it is almost impossible to determine
precisely when the state of mind peculiar
to one dérive gives way to that of another.
One sequence of dérives was pursued without notable interruption for around two
months. Such an experience gives rise to
new objective conditions of behavior that
bring about the disappearance of a good
number of the old ones.2 “
1. dérive: literally “drift” or “drifting.” Like détournement, this term has usually been anglicized as
both a noun and a verb.
2. “The dérive (with its flow of acts, its gestures, its
strolls, its encounters) was to the totality exactly
what psychoanalysis (in the best sense) is to language. Let yourself go with the flow of words, says the
psychoanalyst. He listens, until the moment when he
rejects or modifies (one could say detourns) a word,
an expression or a definition. The dérive is certainly
a technique, almost a therapeutic one. But just as
analysis unaccompanied with anything else is almost always contraindicated, so continual dériving
is dangerous to the extent that the individual, having gone too far (not without bases, but...) without
defenses, is threatened with explosion, dissolution,
dissociation, disintegration. And thence the relapse
into what is termed ‘ordinary life,’ that is to say, in
reality, into ‘petrified life.’ In this regard I now repudiate my Formulary’s propaganda for a continuous
dérive. It could be continuous like the poker game in
Las Vegas, but only for a certain period, limited to a
weekend for some people, to a week as a good average;
a month is really pushing it. In 1953-1954 we dérived
for three or four months straight. That’s the extreme
limit. It’s a miracle it didn’t kill us” (Ivan Chtcheglov,
excerpt from a 1963 letter to Michèle Bernstein and
Guy Debord, reprinted in Internationale Situationniste #9, p. 38).
Exerpt from:
“Théorie de la dérive” was published in Internationale
Situationniste #2 (Paris, December 1958). A slightly
different version was first published in the Belgian
surrealist journal Les Lèvres Nues #9 (November
1956) along with accounts of two dérives. This translation by Ken Knabb is from the Situationist International Anthology (Revised and Expanded Edition,
2006). No copyright.
103
104
Derivé - 2004-2010
Derivé - 2004-2010
Derivé - 2004-2010 fotoğrafçının doğduğu ve hala yaşadığı
şehir Istanbul’da çektiği fotoğraflardan bir düzenlemedir. Farklı
boyutlardaki baskılar, fotoğraf denemelerinin seçkisinde sıkça
kullanılan galvanize saç üzerine mıknatıslarla asılırlar. Derivé
kavramı kabaca “akıntıya bırakmak” şeklinde çevirlebilir ve
Debord ve Sitüasyonistlerden ödünç alınmıştır.
Derivé - 2004-2010 is an arrangement of various photographs,
taken by the photographer in the city he is living, Istanbul. The
prints in various sizes are hanged with magnets on galvanized
iron plate which is used as common technique in editing of
photographic essays. The term derivé, which can be translated as
“drifting”, is borrowed from Debord and Situationists.
İ.T.Ü. Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü
mezunu olan Taptık lise çağlarından itibaren fotoğraf alanında kendisini yetiştirmiş
ve 2004 yılında İsveç Enstitüsü bursuyla Stockholm Nordens Fotoskola’da Halil
Koyutürk’ün yönetiminde belgesel fotoğraf
konusunda eğitim almıştır.Şu anda İ.T.Ü.
Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Tarihi bölümünde yüksek lisans tezi üzerine çalışmaktadır. İlk iki çalışması, ortak özellikleri
İstanbul’a kişisel hikayelerden bakmak olan
“Beni Hatırlamak” ve “Kaza ve Kader”dir.
Bunu izleyen “Tanıdık Yabancılar” kamusal
alan ve kentin özneleri arasındaki ilişkiyi
incelemektedir. Serileri Türkiye ve Avrupa’
da birçok kişisel sergide ve grup sergisinde
gösterilmiştir. Geniş Açı, Betonart ve XXI
gibi dergiler için sergi eleştirileri, çeviriler ve makaleler kaleme almıştır. İlk kitabı
“Kaza ve Kader” Kasım 2009’da Filigranes
Editions tarafından yayınlanmıştır. Bu kitabın ardından Uğur Tanyeli’ nin “Türkiye’nin
Görsellik Tarihine Giriş” kitabıyla birlikte
yayınlanan “İstanbul’u resmetmek” izlemiştir
Ali Taptık was born on 1983, in Istanbul,
where he continues to work and live. Taptik
graduated from Architecture Program in Istanbul Technical University and is self-taught
on photography. He finished a master class on
documentary photography in Nordens Fotoskola, Sweden. Presently he is working on his
master’s thesis in the Program History of Architecture at I.T.U..His first two projects are “remembering me” and “Kaza ve Kader” which are
portraits of the city through personal encounters. “Familiar Strangers”, his third work is a
research on the rtelationship between public
space and its users. Widely exhibited in Europe
and Turkey, Taptik published “Kaza ve Kader”
with Filigranes Editions in Paris in 2009. This
was followed by “Depicting Istanbul” published
as a double book with Ugur Tanyeli’s “Introduction in History of Visuality in Turkey”. He
also writes essays and reviews on architecture
and photography in various magazines such as
Geniş Açı, XXI and Betonart.
105
ANNA HEIDENHAIN
Yaşadığımız Yer Bir Cam Ev
It´s a Glasshouse We are living in
Camdan bianarın yapılabilmes olasılığı
ortaya cıkınca, mimarlar bu malzemenin farklı ideolojilere hizmet edebileceğini farkettiler. Cennet gibi inanılmaz ev tasarımları ortaya çıktı. Ütopik
fikirlerin farklı ve radikal değişimi ile
toplumun vizyonu ve geleceği sürece
eşlik etti. Mimari mekan bireyleri ve
“sera”lardaki varoluşlarının doğasını
organize etmeli. Cam malzeme olarak
hala sembolik bir biçimde ışık, Kristal,
su, çıplaklık ve saflık ile pozitif yönde
ilişkilendirlmesine karşın, aynı zamanda; teşhircilik, gözetleme ve bu koşullara dayanamama duygusunu yaratmaktadır.
When it became possible to create glass
buildings, architects discovered that this
material could serve different ideologies.
Fascinating designs of houses as paradise
emerged. Diverse and radical exchanges of
Utopian ideas and visions towards society
and its future accompanied the process.
The architectural space should organize individuals and their nature of being
in these “greenhouses”. Although glass as
a material is still symbolically connected
with light, crystal, water, nakedness and
purity in a positive way, it also creates the
fear of total exhibitionism, surveillance
and the feeling of being incapable of bearing these conditions.
Günümüzde güvenilirlik imajını canlandırmaya çalışırken bizi etkileyen ve
baştan çıkaran cam binalar gündelik
çevremizi sekillendirmektedir. Şehri
geçerken, alışveriş yaparken, bu hala
var olan tartışmalı nesneler arasında
yaşamaktayız. Cam malzemeye ek olarak, bilgi, medya ve haraketlilik bizi çok
merkezli bir posizyona sokar.
Now glass buildings that impress and seduce while trying to arouse the image of
trustworthiness shape our daily surroundings. We live among these objects of discussion that are still present and appropriate,
but as we pass through the city we shop or
fly away. In addition to glass as a material, information, media and mobility put us
into a polyfocal multi-focal and polycentric position.
“Tranparanlığın meydan okumasına hazır mıyız?” Temel soru hiç değişmemiş
gibi görünüyor; ancak bu aynı zamanda
kalıcı bir bakış açısı değişimine sahip
olma arzulamuz değil midir?
Şehirlerden uzaklaşırken camevlerdeki
yansımalarımız, görüntülerinden yola
çıkarak inşaat limitlerine ulaşıp ulaşmadıkları konusunda spekülasyon yapmamıza sebep olur; ve inşaat alanlarındaki iskeletlerin bir “camev” olabilme
potansiyelini sorgulatır.
106
“Are we ready for the challenge of transparency?” The basic question seems not to
have changed, but isn’t it also our desire to
have a constant change of viewpoints?
Reflecting on glasshouses as we drive out
of cities makes us speculate as to whether
not their appearances have really reached
the potential their construction limitations promised; and if the skeletons of the
construction sites have the potential to become a “glasshouse” causing sensation.
İçeride ve Dışarıda / In and Out, Kolaj / Collage, Değiken boyut /variable dimensions, 2011
Dışarıda ve İçeride / Out and In, Kolaj / Collage, Değiken boyut /variable dimensions, 2011
107
Transparanlık için hazır mıyız?
Are we ready for transparency?,
Eskiz / Sketch, 2011
Kimin İhtiyacı Var?
Who needs it?
Sergiden Görüntü / Exhibitionview
Ahşap, İpek / Wood, Silk
290x160x120 cm,
Haus am Waldsee, Berlin, 2010
Fotoğraf / Photocredit:
Christoph Westermeier
108
Olmak İçin Yerler / Places to be,
“Görüntünün Değişimi” görsellerinden fotomontaj serisi
out of a series of fotomontages with images of “Change of scenes”
Tuval Üzerine Akrilik (Acrylic on canvas),
12x18cm, 2009
1979, Wiesbaden, Almanyada doğdu. Kunstakademie Düsseldorf’da sanat eğitimini
tamamladı. 2007’den beri İstanbul ve Berlinde yaşıyor. 2006’da Elmar Hermann ve
Maki Umehara ile beraber “nüans” sanatçı
inisiyatifin kurdu. 2008 ve 2009’da Kristina Kramer ile birlikte İstanbulda manzaraperspectives I organize etti. 2010 yılında
Villa Romana ödülünü aldı ve 10 ay boyunca Floransa’da yaşadı. Rezidanstaki sanatçılarla birlikte bir grup sergisi açtı;Haus am
Waldsee, Berlin ve Düsseldorf and La Spezia, Italy.
Anna Heidenhain, born 1979 in Wiesbaden,
studied at the Kunstakademie Düsseldorf; since
2007 she has been living in Istanbul and Berlin.
In 2006 she founded with Elmar Hermann and
Maki Umehara the artists initiative “nüans” .In
2008/9 her and Kristina Kramer founded and
organized manzara-perspectives in Istanbul. In
2010 she received the Villa Romana-Price and
was in Florence for a ten months residency and
she showed in groupshows in Haus am Waldsee,
Berlin, Düsseldorf and La Spezia, Italy.
109
AYÇA TELGEREN
110
‘’Bir insan bir hayvanı kafese tıktığında, o hayvanın sahipliğini üstlenmiş
olur. Ama hayvan bir bireydir, ona sahip olunmaz. Bir insana bir bireye sahip olmaya çalıştığında, bu birey ister
başka bir insan, hayvan, hatta ağaç
olsun, doğal olmayan bu hareketinin
ruhsal sonuçlarına katlanmak zorunda
kalır. Vahşi hayvanların sergilendiği
bir mekanı yada bir hayvanat bahçesini
ziyaret edenleri- gerizekalıca davranmalarını, nasıl sırıttıklarını, gülmekten
kırılmalarını, nasıl tacizde bulunduklarını, eğlendirilmeyi talep etmelerini,
hayvanlara sataşmalarını seyrettin mi
hiç? Kafese kapatılmış hayvan, tıpkı
aşırı alkol gibi, insana en müptezel boyutlarına indirger. Ve hapishane yada
hastane sakinlerini incelerken sadece
bir parça daha edepli davranir insan. İnsan yada başka birşey olsun, özgürlüğü
kısıtlanmış bir yaratık aşağılanmıştır.
Kafese koyulanların bekçileri de- hatta
kafestekileri seyredenler de- aşağılanmıştır; bunlar bilinçaltında suçluluk,
korku ve nefret karışımı bir duygu beslerler. Kafes iki yönlü bir aşağılamadır.
Yaşayan bir varlıkla özgürlüğü arasında
soyut yada somut herhangi bir engel,
muhattabı olan herkesin akıl sağlığını
tehdit eden bulaşıcı bir sapkınlıktır.’’
‘’When a man confines an animal in a
cage, he assumes ownership of that animal. But an animal is an individual; it
cannot be owned. When a man tries to own
an individual, whether that individual be
another man, an animal or even a tree,
he suffers the psychic consequences of an
unnatural act. Have you ever watched the
visitors at a menagerie or zoo- the fools
they make of themselves, the way they leer
and snigger and vex and demand entertainment and taunt? A caged beast, like an
excess of alcohol, reduces man to his most
banal dimensions. And he is only slightly
better behaved when observing human inmates of prisons and institutions. A creature, human or otherwise, that has had its
freedom compromised has been degraded.
In a subconscious reaction that combines
guilt, fear and contempt, the keepers of the
caged- even the observers of the caged- are
degraded themselves. The cage is a double
degrader. Any bar whether concrete or intangible that stands between a living thing
and its liberty is a communicable perversity, dangerous to the sanity of everyone
concerned.’’
Amanda’nın konuşması, syf.76, ‘’Dur
Bir Mola Ver’’, Tom Robbins.
Amanda’s speech, page70, ‘’Another Roadside Attraction’’ novel by Tom Robbins.
Dom- dom- dom,
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas
150x210 cm, , 2010
Aromaterapi / Aromatherapy,
Tuval Üzerine Akrilik ve Yağlıboya / Oil and Acrylic on Canvas,
106x177cm, 2010
111
Oldukça Sessiz / So Quiet,
Cut-Out, 145x136cm, 2010
Güzel ve Çirkin / Beauty and the Beast,
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas,
120x100 cm, 2010
112
Basının Günlük Hayatımızdaki Yeri ve Önemi III / Importance of Press in our Daily Life III,
Cut-out karışık malzeme / Cut-out and mixed media, 60x75 cm 2009
Büyük Uyku / Big Sleep,
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas, 106x177 cm, 2009
1975 yılında Kocaeli Gölcük’te doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünden mezun oldu.
2007 yılında aynı üniversite de yüksek lisansını tamamladı. 2009 yılında arkadaşıyla
birlikte “216 Düşünce ve Üretim Alanı”nı
kurdu ve birlikte birçok sergiyi organize
etti. Sanatçı İstanbul da yaşıyor ve üretiyor.
Born in Kocaeli in 1975. She’s graduated from
Mimar Sinan Fine Arts Academy Painting department and finished her master degree program in the same university at 2007. She has
founded “216 Thinking and Production Zone”
with her friends in 2009 and organized various exhibition. Her first solo exhibition will be
showed at Galerist-Tabanlıoğlu building on
March. Lives and works in İstanbul.
113
BASHIR BORLAKOV
Karaçay’da doğdu, İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor.
Born in Karachaevsk, lives and works in Istanbul.
114
Panaroma Series, 2006
115
116
117
BURCU PERÇİN
“….Aslında, içerisi/dışarısı ayrımını bu
denli fark edilir kılan Burcu Perçin’in
dahil olduğu mekandaki belirsiz, kaotik boşluğun toplumsal ve kültürel bir
algı sorunu olarak dışarıya etki yapma
gücünü yitirdiği gerçeğidir. Geçmişte
teknolojik anlamda bir üretim yeri olan
bu mekan, günümüzdeki yıkılmış yok
edilmiş ve/veya terk edilmiş durumuyla daha insancıl bir görünüme sahiptir.
Perçin; ısrarla bu gerçeği ayırt etmemizi ister. Tahakküm gücünü, ekonomik
önemini ve en önemlisi işlevini yitiren
bir üretimhane’nin görsel boyutu, giderek izleyenin içini burkan patetik bir
hüznün göstereni gibidir. Artık derin
anlamların yoğunlaştığı, tahrik edici
bir boşluğun egemenliği söz konusudur.
Kendi makûs talihine sıkışıp kalan alanların, dünyevî bir kayıtsızlığın yarattığı
hafıza kaybını, bir boşluk haline getirerek görünür kıldığını da vurgulamak
gerekir. Post-endüstriyel sürecin seçilmiş bu tür simgesel bir mekanına yönelen bakışlar, sürece ilişkin bir gözlemi,
zamandizinsel gelişmede yaşanan radikal bir kırılmayı da görselleştirmektedir. Çünkü modernizmin gerçekleşmeyen vaadlerini ifşa eden yeni değerler
sistemi, bir çöküşü hikaye eder gibidir.
Sözgelimi, işlevsizlik bir mekanın intiharı ya da melankolisi için yeterli bir
sebeptir. Sanki burada bir yıkım anı sabitlenmiş ve zaman durmuştur artık…”
Mümtaz Sağlam
“….As a matter of fact, what differentiates
so much the interior from the exterior is
the reality that as perceived by Burcu Perçin from where she stands, the vague and
chaotic emptiness of the locale, have lost
their social and cultural powers to affect
the outside world.
The aspect of what once was a active production place in its present ruined, destroyed and/or abandoned state, creates a
much more humane appearance. That is
exactly the difference that Perçin insists
on showing us. The loss by this production center, of its dominating powers, of
its economic importance and above all, of
its real functions, induces in the viewer an
acute and pathetic sense of sadness. From
now on, all that’s left are sentiments whose
main significance concentrates on a profound and provocative emptiness. One
should also point out that when as a result
of the loss of memory due to this world’s
indifference, such areas with twisted luck
turn into emptiness which make them even
more visible. In fact, these observations directed towards this type of symbolic locales
of the post industrial process, are just a
visualization of the breaks that normally
occur in the series of events which characterize this period...
Because it looks as if this image represents
the failure of a system that did not succeed in realizing the promises of modernization. In other words, it is as if the loss
of its functions have provided a sufficient
causes for its suicide or its fall into such a
melancholic state and if as if the process of
destruction was frozen and time had been
stopped at that instant….”
Mümtaz Sağlam
118
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas, 160x160 cm, 2010
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas, 190x230cm, 2010
119
Suyun Bittiği Yer / The Place where The Water has finished
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas, 190x230cm, 2011
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas 180x230cm, 2010
120
Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil on Canvas 200x150cm, 2011
Burcu Perçin, 1979 yılında Ankara’da doğdu.
2002 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden
mezun oldu. İlk kişisel sergisini 2005 yılında İstanbul’da açan Burcu Perçin, çok sayıda
karma sergiye katılmıştır.
Burcu Perçin was born in Ankara in 1979. She
graduated from Mimar Sinan University Faculty of Fine Art Painting Department. Burcu
Perçin whose first solo show exhibited in Istanbul in 2005 and she has participated in a lot of
exhibitions.
121
CEM SONEL
Dikte
Dictate
18.yy sonunda ve 19yy. başlarında sanayi devrimi ile birlikte oldukça çoğalan ışıklı tabelaların aslında artık bizim
doğal yaşamımızın arka planını oluşturur hale gelmesi ve her ne kadar harfler
“DOĞAL” kelimesini gösterse de görünümün, gösterdiği duyguyu veremediği, gelişi güzel bu görüntü kirliliğine
dikkat çekmeyi hedefleyen üç boyutlu
tipografik bir yerleştirme.
A 3D typographic installation aimed to
draw attention to visual pollution by using the word “NATURAL” written on an illuminated sign.Since the late 19th century
and early 20th century, increasing number of illuminated signs became “natural”
backgrounds of our everyday lives. Even
though the sign reads “Natural” the feeling created is far from it.
4 Şehir / 294 Duvar / 2930 km Yol: Tek Animasyon
122
123
124
anne ben ROBOT oldum!
Duygudan uzak
Koşullanmış
Programlanmış
ROBOT!
1985 yılında Ankara’da doğdu. Hacettepe
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümün’den mezun oldu. Profesyonel tasarım hayatının yanı sıra sokak
sanatı ile uğraşmaktadır. 2010 yılından beri
kurucularından olduğu bağımsız sokak sanatı ekibi ile aktif sanat yaşamına devam
etmektedir.
Mum, I became a ROBOT!
Far from feeling
Conditioned
Progammed
ROBOT!
He was born in Ankara in 1985 and graduated
from Hacettepe University Fine Arts Faculty
Graphic Design Department. Apart from his
professional life as a graphic designer, he is the
co-founder of a street art group with which he
creates installations since 2010.
125
ERDAL DUMAN
...Savaş, günümüz dünyasında neredeyse bütün bir haritayı kaplayacak şekilde
yayıldığı halde en görünmez hale gelen
olgulardan biri. Her an her yerde bir
ayaklanma, bir toplumsal kalkışma ya
da topyekün seferberlik durumu yaşanıyor. Önplanda insanlar acı çeker ve
ölürken, resmin görünmeyen kısmında
silah teknolojileri üzerine büyük pazarlar kurulup dağılıyor. Erdal Duman işlerinde resmin bu görülmeyen kısmına
odaklanıyor. Daha doğrusu hepimizin
bilmesine ve apaçık göz önünde olmasına karşın, iktidar odaklarının ustaca
sümen altı etmeyi başardıkları, dikkati
başka bir tarafa çekmeyi becerdikleri bu
illüzyona işaret ediyor...
War, although running rampant over almost whole a map in today’s world, has
become one of the most invisible facts.
Anywhere, anytime a riot, a revolt or a
total mobilization is taking place. While
people suffer and die in the foreground, big
markets on hi-tech improved ordnance are
being held and closed in the latent image.
Erdal Duman focuses in this latent image
in his works. More precisely, he is pointing
out the illusion which is diversionary and
skillfully swept under the carpet by the ins
despite the fact that it is crystal clear apparent and we all know it…
Barış Acar “mühimmat” sergisinden alıntı
Barış Acar quotation from
the ‘ammunition’ exhibition
Bu Tank Var Ya / This Tank is..., Ahşap Çıta- Neon Boya, 600x300x350 cm, 2010
126
Kalashnikov 06, Metal- Neon Boya, 86x25x4 cm, 2011
M16 / 03, Metal-Neon Boya, 87x27x4 cm, 2011
Tahterevalli / Teeter Totter, Metal-Neon Boya, 300x230x100 cm, 2011
127
Sarışın Bomba / Blonde Bomb, Metal- Neon Boya, 110*r60cm, 2011
128
1975 yılında Almanya’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Heykel bölümünde lisans
ve yüksek lisansını tamamladı. Daha sonra
Yaygara Güncel Sanat İnisiyatifini kurarak
sergiler ve paneller düzenledi. Birçok sanat
ve gönüllü projelerde yer aldı. Ankarada yaşıyor ve çalışıyor.
He was born in Germany in 1975. He graduated and got his MA degree from Hacettepe
University , Fine Arts Faculty, Department of
Sculpture. He founded the Yaygara Contemporary Arts Initiative and organized exhibitions
and panel discussions. He took a part in many
art and voluntary projects. He lives and continues performing his art in Ankara.
129
ERİNÇ ULUSOY
Bu Sevmediğim Cehennem / This is the Hell Which I Hate, Video Performance
Balkonumu seviyorum, daha da çok seviyordum.
Sarmaşık vardı bahçemizden uzanan.. Günün birinde cehennemden bir adam geldi
ve onu kesti.
Balkonum eskisi kadar şirin değil!
Geçenlerde lüks sayılabilecek.. ne derler.. bir residance.
Oradan bir ev baktım. O tüm şehir manzarasına sadece geceleri mi bakabilirim?
Gün ışığı tüm detayları gösteriyor: Gri Bir Cehennem.
Neredeyse dışarı her çıktığımda düşünüyorum: şehrim eskiden daha yeşildi sanki.
Şimdi diyorlar ki; daha da yeşil olmuş.
Peki nerede o lanet yeşil?
Eskiden bedavaya sahip olduğum şeyin içine gösterişli bir ev yap, bana 500bin
liradan başlayan fiyatlara sat.
En azından diğerlerinden daha az lanetlenmişsin tabiat aşığı iblis. Ya da öyle mi
düşünmemizi istiyorsun?
Dediler ki Vadi aslında projede Central Park gibi bir yermiş.
S**** Central Parkı sen cebimi doldur ufaklık.
Gördüğüm en melek insansın sen, seni göt herif.
Bu cehennemi seviyorum!
Cennet diyorsun, kimin umurunda?
Tamam, tamam sen gene de faturamı mailime yolla.
Bir de söyle bakalım güneşe ihtiyacım olduğunu da kim söyledi?
Gökdelenlerin gölgesinde güneşe sahip olacak kadar param var ya..
130
Bin Kelime / A Thousand Words, Video Performance, 2008
I like my balcony, ah i used to like it more
There was an ivy which used to come down from our garden. Then some day, a man came
from hell and he cut it...
My balcony is not cute as it was..
Well the other day, there was a luxurious place, what do you call it ? a residence..
I toured a house there. Could i look at the cityscape just at night?
Daylight shows all the details: A Grey Hell
About everytime i go out, i think: my city was much greener. And now they say “it’s
greener!”
Then where the hell is all the green?!
Make a house in the middle of something which i used to have for free, and then sell it to
me “starting from 300 grand”
You are much less damned you green loving devil. Or do you want us to think that way ?
They said Vadi was a place like Central Park in the blueprints
Fuck Central Park, how about you fill up my pocket, shortly?
You are the most holy asshole i have ever seen.
I like this hell...
You call it “heaven’, but who cares?
Okay, okay, anyways send the bill to my e mail, ok?
And who needs sunlight anyways?
When you have enough money to sunbath under the shadow of the skycrapers.
131
1985 Ankara doğumlu. 2008 Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel
Bölümü mezunu. 2006 yılından bu yana
çektiği kısa filmler ve belgeseller ulusal ve
uluslararası festivallerde gösterimler aldı.
45.Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde
Belgesel katagorisinde, en genç yönetmen
olarak finalde yarıştı. 2006 yılında yazıp yö132
nettiği reklam filmiyle Philips Reklam Filmi Yarışması’nda birincilik elde etti. Bir diğer yandan ise yaptığı video performans ve
düzenlemeler ile çeşitli sanat platformlarında sergilere katıldı. Kurduğu Kelle Koltukta
tayfası ile çalışmalarına devam etmektedir.
Ölü Toprağı Haftasonu, Video Yerleştirme
He was born in Ankara,1985. He attended the
faculty of fine arts, department of sculpture in
Hacettepe University. He graduated in 2008.
The short movies and documentaries, he made
since 2006, were shown in various festivals. The
latest documentary which was created by him,
was shown at the biggest film festival of Turkey and he was the youngest director in that
competition. The advertisement which he has
written and directed won the first price from
Philips Advertisement Competition in 2006. On
the other hand he had many screenings with his
video performances and installations in contemporary art exhibitions. He continues his activity with independent filmmaking crew (Kelle
Koltukta) which he has founded.
133
ERSİNHAN ERSİN
Kenarlar ve Ruhlar / Sides&Souls
Kareografi / Performans
Göksu Kunak
İnteraksiyon Programlama / OF Artist
Serkan Sökmen
Kostüm Tasarımı
Meriç Canatan
134
Ersinhan Ersin Sakarya’da doğdu. Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel
İletişim Tasarım bölümünü bitirdi. Tasarımın bir çok alanında profesyonel olarak
çalışmalarını sürdürürken bir yandan da
Video, Animasyon ve Görsel yerleştirme &
performans alanlarında çalışmalar üretmektedir. Ulusal ve uluslararası çeşitli yarışmalarda ödüller kazanan tasarımcının çalışmaları, İtalya, Hollanda , Belçika ve Çin başta
olmak üzere birçok ülkede karma sergiler
dahilinde sergilenmiştir. Ersinhan Ersin
Londra’da yaşamaktadır.
Ersinhan Ersin was born in Sakarya . He is
graduated in Visual Communication Design at
Gazi University .
Whilst working professionally in various sectors of design, he also produces video, animation, visual installation and performance work
on the side. Having won several awards both
locally and internationally, Ersinhan’s work
has also been exhibited in various collective
exhibitions in Italy, Holland, Belgium, China
and USA. Ersinhan Ersin lives in London now.
135
FIRAT ENGİN
Iki Yüzlü Resim / Hypocrite Painting, Karışık Teknik / Mixed Technique, 250x150x90 cm, 2010
136
Benim Senin / Mine Yours, Ses Düzenlemesi / Sound Installation,
Değişken Ölçü / Variable Sizes, 2010
Yüzleşme / Face To Face, Polyester, 300x160x160 cm, 2010
137
Gregor Samsa Anısına / In Memory Of Gregor Samsa,
Video Yerleştirme / Video Installation 230x180 cm, 2010
Ben ve Biz / I And We,
Dijital Baskı / Digital Print, 140x100 cm, 2009
138
“1+1+1+1+1” Neon Düzenleme / Neon Installation 160x30 cm, 2010
Nötr / Neutral,
Neon Düzenleme / Neon Installation
120x120 cm, 2010
1982, Ankara
2000 – 2004 Hacettepe Üniversitesi G.S.F.
Heykel Bölümü Lisans
1982, Ankara
2000 – 2004 Hacettepe University Fine Arts
Faculty Department of Sculpture
2004 – 2007 Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Heykel Ana Sanat Dalı –
Yüksek Lisans
2004 – 2007 Hacettepe University Social Sciences Institute Department of Sculpture – MA
2007 – 2008 Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Heykel Ana Sanat Dalı –
Sanatta Yeterlik
2008 – 2009 Ecole Nationale Superieure
D’art De Bourges – Sanatta Yeterlik
2009 – 2010 Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Heykel Ana Sanat Dalı –
Sanatta Yeterlik
2007 – 2008 Hacettepe University Social
Sciences Institute Department of Sculpture –
PHD
2008 – 2009 Ecole Nationale Superieure D’art
De Bourges - PHD
2009 – 2010 Hacettepe University Social
Sciences Institute Department of Sculpture –
PHD
139
GÖZDE İLKİN
Kamufle Olmuş hareketsiz Tehdit / Hidden Motionless Threat,
Nevresim Üzerine Boya, Dikiş, / Paint and Stitch on Protective Case,
212x202 cm, 2011 (Arka / Behind)
140
Kamufle Olmuş hareketsiz Tehdit / Hidden Motionless Threat,
Nevresim Üzerine Boya, Dikiş, / Paint and Stitch on Protective Case,
212x202 cm, 2011 (Ön / Front)
Gezek / At Home Day, Nevresim Üzerine Boya, Dikiş / Acrylic And Stitching On Bundle Fabric, 62x62 cm, 2009
141
Uyum Fonu (UF), Kumaş Üzerine Baskı, Dikiş, 2010
Ev Ödevi, Okul Seti, Yerleştirme, 2011
142
Uyum Fonu (UF), Kumaş Üzerine Baskı, Dikiş, 2010
Gözde İlkin, 1981 Kütahya’da doğdu. Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi resim bölümünden mezun oldu. Marmara Universitesi
Resim bölümünde yüksek lisans çalışmasını sürdürmekte olan sanatçı, Hollanda ve
Almanya’da sanatçı değişim programlarında yer aldı. Stokholm, Viyana, Berlin gibi
merkezlerde sergilere katıldı. ‘Atılkunst’
kollektifi üyelerinden, İstanbul’da yaşıyor
ve çalışıyor.
Gözde İlkin was born in Kütahya, Turkey. She
studied painting at the Fine Arts Faculty of Mimar Sinan University and is studying towards
a master’s degree at Marmara University in Istanbul. She has taken part in international artist exchange programs in the Netherlands and
Germany and in exhibitions in several centers,
including Stockholm, Vienna and Rotterdam. A
member of Atılkunst since 2006. The artist lives
and works in Istanbul.
Sanatçı çalışmalarını, biriktirdiği hikaye,
imaj ve fotoğraflardan çıkışla evsel kumaşlar üzerine gerçekleştiriyor.
She works with accumulated things, images,
stories, objects and clothes that help describing
particular situations that she is interested in.
She applies her stitching techniques on different
clothes or materials.
143
GÜNEŞ TERKOL
Bilimsel anlamda toprak bir karışımdır. Toprağın katmanları arasında;
saklananlar, bekleyenler ve arananlar
vardır. Toprağın içinde kökler, altınlar,
dişler, kalıntılar, mezarlar, fışkırmayı
bekleyen lavlar, yeşerecek tohumlar,
türlü böcekler yan yanadır. Kimsenin
ve herkesin bir arada olduğu bir yerdir.
Toprağın üstünde ise kentler, kentlerde
ise başları okşananlar, yerin dibine itilenler, ayrı düşenler ve farklı yaşamlar
aynı zemine basarlar.
4 parçadan oluşan iş; üzerinde farklı
kalabalıkları taşıyan toprak katmanları
üzerinedir.
“Scientifically speaking, soil is a mixture.
Between the layers of soil, there are those
who hide, wait and seek. In the soil, there
live side by side roots, golds, teeth, remnants, graves, lava awaiting to erupt, seeds
to turn green and all sorts of bugs. It’s a
place where everybody and nobody lives.
Above the soil the cities, and in the cities,
those whose heads are caressed, those who
are pushed to the bottom, those who drift
apart and different lives set foot on the
same ground.
This work composed of 4 pieces is about
the soil layers that bear different crowds
on it. “
Çeviri: Deniz Ulusoy
Göz Bebekleri Oynamıyordu / Their Pupils Were Not Moving, Kumaş Üzerine Dikiş / Embroidery On Fabric, 100x80 cm, 2010
144
İsimsiz Hayvan / Anonym Animal, Kumaş Üzerine Dikiş / Embroidery On Fabric, 84x87.5 xm, 2009
Jenerik / Generic, Kumaş Üzerine Dikiş / Embroidery On Fabric, 234x240 cm, 2010
145
Londra’nın Sesleri / The Sounds Of London, Kumaş Üzerine Dikiş / Embroidery On Fabric,
Açık Stüdyo Gasworks, Londra / Open Studio At Gasworks, London 220 Cm X 265 Cm 2010
- “Women’s Song”, embroidery on fabric, 190 cm x 300 cm, The 2nd International Antakya Biennial, curators:
Arzu Yayıntaş & Dessislava Dimova, Antakya, 2010
“Kadınların Şarkısı”, kumaş üzerine dikiş, 190 cm x 300 cm, 2.Uluslararası Antakya Bienali, küratörler: Arzu
Yayıntaş & Deddislava, Antakya, 2010.
146
Port İzmir 2, Silence Stormi Curator: Necmi Sönmez
‘The Desire Just Sweeped Past Marching Band’, 27 pieces 100x150 cm, 2010
Gunes Terkol 1981 yılında Ankara’da doğdu.
Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi, Resim Bölümü ve Yıldız Teknik
Üniversitesi Sanat ve Tasarım bölümünde
yüksek lisansını tamamladı. İstanbul’ da çalışıyor ve yaşıyor.
Gunes Terkol was born in Ankara in 1981. She
completed her B.A. at the Mimar Sinan University, Fine Art Faculty, Painting Department
and her M.F.A. at the Yildiz Technical University. She lives and works in Istanbul.
147
HATİCE ÇİÇE
Kuklacı İle Kukla / Puppeteer With Puppet,
Yağlıboya / Oil Painting, 200x150 cm, 2010
148
Yağlıboya / Oil Painting, 120x100 cm, 2010
Kuklalar
Puppets
Kukla, özgürlüğün ne demek olduğunu
bilmez. Birilerine ya da bir şeylere bağımlı olduklarını idrak bile edemezler.
Özgürlük ve bağımlılık, ancak bir cümlede yan yana durabilir. Gerçekte böyle
bir durum söz konusu değildir. Özgür
olan bağımlı olup olmadığıyla ilgilenmez. Bağımlı olan ise özgürlüğün ne
olduğunu kavrayamadığı için inkâr yoluna gider. Ve kendine özgür olduğuyla
ilgili en büyük yalanı söyler.
A puppet doesn’t know what freedom is.
It can’t even realize that it is attached to
something or someone. Freedom and dependance can only stand side by side in a
sentence. In reality, that’s not possible. The
free one doesn’t care about if he is dependent or not. The depentent one chooses the
path of denial since he can’t understand
what freedom is. Therefore, tells himself
the greatest lie, that he is free.
Kuklalar bir nevi esirdirler. Bu esaretin
farkına bile varamadan yaşadıklarını
sanırlar. Onları yönlendiren, kontrolü
elinde tutan görünmeyen bir el vardır.
Bu elin tuttuğu iplerin hâkimiyetinde
didinir dururlar. Bu askıların ucunda
sallananlar ve bu askıları koparmak
gayreti hissetmeyenler, askıyı elinde
tutan otorite sahibinin yarattığı samimiyetsiz koruyuculuğun etkisiyle güvenli bir yaşam sürerler. Etraflarında
ne kadar çok kukla varsa o denli rahatlarlar. Çünkü herkesin kukla olduğu bir
grupta hastalıklı bu durum göze çarpmaz. Herkes gibisindir. Göze batmazsın. Fark edilmezsin. Hataların anında
telâfi edilir ki yeniden yanlış yap diye.
Yanlışların anında kapatılır ki ders alıp
doğruyu bulama diye. Kukla olan insan
kendi gücünün farkında olmaz, kendi
sesini dinleyemez, görmek istediğini
değil görünmesi istenileni görür. Sorumluluk sende değildir. Kuklayı yöneten senin yerine kararlar verir. Sen
de uygularsın. Kendin yapmış sanırsın.
Sana öğretilen, ezberletilen bir hayatı
sürdürüp bir gruba ait olmanın rahatlığını yaşarken, onaylanmama riskini de
önlemiş olursun.
Kuklalıkla hayat yaşanmaz. Yaşanılan
sadece yaşadığımızı sanışlarımızdır.
Oysa kendi oyunumuzu oynama özgürlüğümüzü, başkalarının esareti altındayken gerçekleştiremeyiz.
Puppets are sort of prisoners. They think
that they live, without realizing this imprisonment. There is an invisible hand
which manipulates and controls them.
They slog hopelessly under the domination
of the strings held by this hand. The ones
hanging by these strings and not eager to
rip the stings off, live a secure life within
the perimeter of fake protectiveness created by the authority, the one holding the
strings. The more puppets they see around
them, the more comfortable they feel. Because in a group where everyone is a puppet, this sick situation doesn’t feel awkward. You’re just like everyone. You don’t
stick out. Your mistakes are immediately
compensated so that you can make the
same mistakes again, and never learn the
true way. A puppet-person can not realize
his own power, can’t listen to himself, sees
what they command him to see, not what
he wants to see. You don’t have any responsibility. The puppet master decides for
you. And you obey. You think that you’ve
done it yourself. You live comfortably with
the feeling of belonging to a group, living
a pre-written life, while preventing the risk
of not being approved.
You can’t live a life by being a puppet. It’s
just a projection of life. We can’t have the
freedom to play our own game under slavery of someone else.
149
Bir Dakka! Kukla Olmuşum / One Minute! I Have Caught Puppe
200x150 cm, 2010
Yağlıboya / Oil Painting, 200x150 cm, 2010
150
Yağlıboya / Oil Painting, 200x150 cm, 2011
Yağlıboya / Oil Painting,100x150 cm, 2010
Yağlıboya / Oil Painting, 200x150 cm, 2010
1990, Bursa
2004 Bursa Zeki Müren Anadolu Güzel
Sanatlar Lisesi Resim Bölümü
1990, Bursa
2004 Zeki Müren Anadolu Fine Arts High
Scholl, Bursa
2008 Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Resim Bölümü
2008- Hacettepe University, Fine Arts Faculty,
Painting Department, Ankara
151
İREM TOK
Nakavt / Knockout, Polyester, 80x100x20 cm, 2011
152
Kavuşma / Convergence, Lenticular Baskı / Lenticular Print, 70x100 cm, 2010
Tansiyon 2 / Tension 2, Video Animation-Detail, 2011
153
Neresi / Where, Karışık Teknik / Mix Media, 2009
154
İsimsiz / Untitled, Karışık Teknik / Mix Media, 2009
Her Canlı Ölümü Tadacaktır / , Karışık Teknik / Mix Media, 2009
1982 yılında İstanbul’da doğan İrem Tok,
İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktadır.
Marmara Üniversitesi Resim bölümünde
eğitimini tamamlayan sanatçı şuan Yıldız
Teknik Üniv. Sanat ve Tasarım Bölümde
yüksek lisans eğitimine devam etmektedir.
Yurtiçinde ve yurdışında pek çok sergiye
katılmıştır.İlk kişisel sergisi “Gözden Kayıp” Outlet - İstanbul’da gerçekleştirmiştir.
Katıldığı diğer karma sergiler: Fikirler Suça
Dönüşünce(İstanbul), Elzem Kitaplar (Paris), Ruh Halleri Çığırından Çıkmış Bir Nesil
(Paris) 26. Ve 28. Günümüz Sanatçıları Sergisi (İstanbul), Düşünce Modelleri (istanbul) Ambivalance Video (İstanbul), Korean
Curry (Kore), Somewhere, Sometime (İstanbul), Kendine Ait Bir Oda (İstanbul), 10.İstanbul Bienali / Nightcomers sergilerinden
birkaçıdır. Sanatçı, Borusan Art Center (İstanbul), Litmus Air (Güney Kore) ve Inchan
Culture Foundation (Güney Kore) residency
programlarına katılmıştır.
Irem Tok (b.1982 Istanbul) graduated from
Marmara University, Painting Department in
2007. She got residency in Istanbul Borusan
Music and Art Center and in Korea within
the scope of Litmus Air Program. Among the
group exhibitions she contributed to are When
Ideas Become Crime, DEPO, Istanbul (2010),
Mind Models, Borusan Music House, Istanbul
(2010), A Room of One’s Own, Outlet, Istanbul (2009), Korean Curry on Roti, Community
Space Litmus, Korea (2009), the 28th Contemporary Artists Exhibition, Aksanat, Istanbul
(2009), Ambivalance Video, Siemens Art Gallery, Istanbul (2008), Nightcomers project of
10th Istanbul Biennial (2007). She lives and
works in Istanbul.
155
İRFAN ÖNÜRMEN
Panik Serisi Devre / Panic Series Circuit, Gazete Kağıdı / Newspaper, 350x315x72 cm, 2009
156
Panik Serisi Rölyef2 / Panic Series Relief2 , Gazete Kağıdı / Newspaper, 57x233cm, 2009
Panik Serisi Rölyef1 / Panic Series Relief1 , Gazete Kağıdı / Newspaper, 57x130cm, 2009
157
Günlük yaşamın sıradanlığını figüratif bir
yaklaşımla resmeder. Resimlerinde etkiyi
tualin tamamına yaymaya çalışır. Tuvallerinin yanı sıra, kağıt, gazete ve tül işleri
vardır.
“Toplumsal katmanlar arasındaki çelişkileri,
bu çelişkilerin yarattığı toplumsal olayları
konu edinip, figürleri (sanki) rastlantısal
olarak karşılaştığı içeriksiz biçimler olarak
resmeder.” (Emre Zeytinoğlu)
1987 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdiki adıyla Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Resim
Bölümü Neş’e Erdok Atölyesi’nden mezun
oldu. 1988 yılından itibaren çok sayıda
kişisel sergi açtı. “Contemporary Art From
Istanbul”, Museo Comunale d’Arte Contem158
poranea, Polignano a Mare (2010, İtalya),
“6 positions in critical art from Istanbul”,
Akademie der Künste, Hanseatenweg (2009,
Berlin), “Intersections”, Yeni Bağdat Müzesi
ve Terrör Fabrikası, Selanik Çağdaş Sanatlar
Müzesi (2009, Yunanistan), “Made in Turkey,
Frankfurt (2008, Almanya), “9. Çağdaş Türk
Ressamı”, Brüksel (2004, Belçika) katıldığı
uluslararası etkinliklerden bazılarıdır. İrfan
Önürmen’in eserleri, İstanbul Modern dahil, yurtiçi ve yurtdışında birçok önemli
koleksiyonda yer almaktadır. İstanbul’da
yaşamakta ve çalışmalarına devam etmektedir.
Panik Serisi Rölyef5 / Panic Series Relief5 , Gazete Kağıdı / Newspaper, 57x355 cm, 2009
He depicts the daily life’s mediocrity with a
figurative approach. He aims to deploy the
effect of the painting to the whole canvas.
In addition to his works on canvas, he also
works on paper and with tulle.
“Subjecting the contradictions between social layers and the social events caused by
these contradictions to his work, he depicts
the figures (as if) they are random pithless
formats.” (Emre Zeytinoğlu)
In 1987, he graduated from Istanbul Fine
Arts Academy (now called Mimar Sinan
Fine Arts University) Department of Fine
Arts, Painting Division, Neş’e Erdok Atelier. Since 1988, he had many solo exhibi-
tions. “Contemporary Art From Istanbul”,
Museo Comunale d’Arte Contemporanea,
Polignano a Mare (2010, Italy), “6 positions in critical art from Istanbul”, Akademie der Künste, Hanseatenweg (2009,
Berlin), “Intersections”, “New Baghdad
Museum and Terror Factory”, Thessaloniki Contemporary State Art Museum
(2009, Greece), “Made in Turkey”, Frankfurt (2008, Germany), “9 Contemporary
Turkish Painters”, Brussels (2004, Belgium) are some of the international events
he got involved. Irfan Önürmen’s works
take part in many important international and local collections, including Istanbul
Modern. He lives and continues his works
in Istanbul.
159
JOSÉ M. RODRIGUES
1951, Lizbon, Portekiz. Pariste ve
Amsterdamda yaşadı. Halen Evora,
Portekiz’de yaşıyor. Koninklijke Akademie voor Beeldende Kunsten (Royal
Academy for the Arts) (1977-78)‘ de
ve the Polytechnic College for Photography , Apeldoorn (1975-1989) ‘de
fotoğraf eğitimi aldı. Hollanda orijinli
Perspektief derneğinin kurucularından, ve the Amsterdamse Kunstraad
(Arts Council of the City of Amsterdam)1987-1992 üyelği yaptı. from the
Calouste Gulbenkian Foundation (1986’87, 1995 and 1996), the Fine Arts Foundation of the Netherlands, (1992), ve
the National Centre for Culture (Portugal, 1997)’den burslar aldı. His work
was awarded 1982’de yaratıcı fotoğraf
ödülü ve 1999 Portekizde Prémio Pessoa (Pessoa Prize, Portugal) ödülünü
aldı. İşleri bir çok özel ve kamusal koleksiyonlarda yer almaktadır. (Culturgest, Museu de Serralves, BES-foto,
Centro Português de Fotografia, Centro
das Artes Visuais, Portekiz; Dutch Art
Foundation, Van Reekum Gallery, Prentenkabinet, Hollanda; La Bibliotheque
Nationale, Paris). Bir çok üniversitenin
fotoğraf bölümlerinde eğitmenlik yaptı.
Halen Évora Üniversitesi’nde, fotoğraf
dersleri vermektedir.
160
Born in Lisbon, 1951. Lived in Paris (France)
and Amsterdam (Netherlands). Currently lives
Évora (Portugal).
Studied photography at the Koninklijke Akademie voor Beeldende Kunsten (Royal Academy
for the Arts) in the Hague (1977-‘78), and at
the Polytechnic College for Photography in
Apeldoorn (1975-1989). Was co-founder of the
Dutch Art Association Perspektief, and member of the Amsterdamse Kunstraad (Arts Council of the City of Amsterdam)1987-1992.
Received scholarships from the Calouste Gulbenkian Foundation (1986-’87, 1995 and
1996), from the Fine Arts Foundation of the
Netherlands, (1992), and from the National
Centre for Culture (Portugal, 1997). His work
was awarded the Creative Photography Prize
(Amsterdam, 1982), and the Prémio Pessoa
(Pessoa Prize, Portugal, 1999) for his artistic oeuvre and his contribution to the Arts in
Portugal. His work is represented in various
private and public collections in Portugal and
abroad (Culturgest, Museu de Serralves, BESfoto, Centro Português de Fotografia, Centro
das Artes Visuais, in Portugal; Dutch Art Foundation, Van Reekum Gallery, Prentenkabinet,
in the Netherlands; La Bibliotheque Nationale,
in Paris, amongst others).
Taught photography in various higher education institutions, both in Portugal and abroad,
is currently invited professor of photography at
the Arts Department of the University of Évora.
01a
01b
161
02a
162
02b
03a
03b
163
164
Untitled (2010)
165
04a
166
04b
05a
05b
167
LÜTFİ ÖZDEN
“Ayrıntılarını yaşamaya çalıştığım kent
çelişkilerle dolu. Zift rengi niye tercih
edilir diye bir soru takılıyor bazen aklıma. Ya da insan huzursuz olduğu yerde
yaşamayı ısrarla niye sürdürür. Soluksuz kaldıkça kalabalığına karıştığım
kentte nefes alıyorum. Sarhoş olduğum
mekânlar da kent mekânları. Tüm yaşadıklarımdan geriye kalanı sunuyorum
aslında. Mekânlarla olan iletişimim de
kapladığım alanlarla sınırlı. Dışına taştığımı düşündüğüm alanlarsa hayalden
ötesi değil.”
“The city whose details I want to experience is full of conflicts. Sometimes the
question of why the colour of tar is prefered comes to my mind. Or why the man
insistently continues to live at the place
where he is restless. I breathe in the city
which I merge into its crowd when I become
breathless. The places that I get drunk are
also the city cites. In fact, I present what
remains from all I experience. My communication with the spaces is also limited to
the spheres that I cover. The spheres I think
that I overflew is nothing but a vision.”
Ya-Ya-Ya Kapalı Alan / No Pedestrian Area, Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media, 160x180 cm, 2010
168
Havalandırma / Ventilation, Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media, 120x140 cm, 2009
Bariyer / Barrie, Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media, 130x 150 cm, 2010
169
Kentin Sırrı / The Mystery of the City, Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media 130x 160 cm, 2009
Derenin Sırrı / The Mystery of the Creek, Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media, 130x 160 cm, 2009
170
İnsandan Arındırılmış 2 / Dehumanized 2 , Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media, 130x150 cm, 2010
1974-Manavgat. 1997 Eskişehir Anadolu
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim
Bölümü’ nde lisans eğitimini tamamladı.
2001 “Eleştirel Yaklaşımla Kentsel Yaşamdan Plastik Çözümlemeler” isimli tez çalışmasıyla Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 2006 Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Resim Bölümü’nde Öğretim Görevlisi oldu. Halen Gazi Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalışmaktadır.
1997 Graduated Anadolu University Fine Arts
Department of Painting. 1999 Appointed to Resaearch Assistant in Hacettepe University. 2001
M. A. at Hacettepe University (Thesis: “Visual
Analysises from Urban Life with Critical Approach”). 2006 Ph. D. at Hacettepe University
(Thesis: “ Body and Space”) 2006 Qualified as
a university teacher at Gazi University Faculty
of Fine Arts Department of Painting. He works
at Gazi University Faculty of Fine Arts as a
Proffessor Assistant.
171
MEHMET ALİ UYSAL
172
Askıda Serisinden
from Suspended Series,
Polyester, 2010
“Askıda” sergisinde, Jean Dubuffet’nin
deyimiyle “boğucu kültür” eleştirisi
mevcut ve Mehmet Ali Uysal, bir piyasa değeri olarak “kültür’ü” yayma
etkinliğini sorgulamakta. Sanat eserlerini çevreleyen çerçeveler eğilip, büküldükçe – diğer bir deyişle formları ile
oynandıkça -, simgeledikleri üst-bakış
yapı-bozuma uğratılabilir. Çünkü çerçeveler, barındırdıkları eserleri dikte
ederek, kabul ettirmek arzusundadırlar. Onların bu statik formu eğildikçe,
hem bu durağan egemen yapıları afişe
edilebilir hem de barındırdıkları sanat
yapıtlarının her şeyden önce birer “kültürel varlıklar” oldukları hatırlanabilir.
Egemen kültür bu çerçevelerde sunuldukça, izleyicilerden bu yapıtlara ve
üretildiği kültürlere karşı “saygı” duyulmasını istiyor, halbuki sanat adına
ihtiyaç duyulan şey, Jean Dubuffet’nin
ve Susan Sontag’ın geçmişte dikkat
çektiği gibi daha çok “sevgi”.
Burada insanları ürküten, onların müzelere ve galerilere girişlerini caydıran
kalıpların sorgulandığını da görebilmek mümkün. Bir tuvalin giysisi olarak isimlendirilen çerçeve, diğer bir
yanıyla belirli bir hamurun – kültürel
kalıbın – döküldüğü katı bir kalıp olarak
da görülebilir. Algılanan, biraz da, bu
yaldızlı görüntülerin insanları kültür
ve sanattan ve dolayısıyla da bunları
temsil eden, gösteren müze ve galerilerden uzaklaştırdığıdır. Ayrıca, çerçeveler, birer “reklam” olarak da görülmelidir. Çerçeveler, resimlerden önce daha
ilk bakışta izleyiciyi kendisine çekerler
ve böylece içerikten ziyade, biçimsel
bir form üzerinden kodlama sunulduğu görülür. Böylece reklam değerlerini
simgeleyen çerçeve resmin içeriğini
saklamaktadır. Zaten modern dünyanın
özünde reklamcılık vardır dediğinde,
Baudrillard’ın kastettiği de bu değil midir?
In “Suspended” series, there is a kind
of “suffocating culture” critic, like Jean
Dubuffet stated. Mehmet Ali Uysal questions the activity of spreading the “culture” as a market value. Deforming the
frames around artworks can deconstruct
the over view symbolized by them. Yet the
frames wish the artworks to be accepted
by dictating them. As long as their static
forms got bended, either their static and
dominant structure can be displayed or
it can be remembered that above all, their
sheltered artworks are “cultural creatures”
.So long as dominant culture is presented
in these frames, viewers are supposed to
respect to these artworks and to the culture where they were produced. However,
the thing which is needed in the name of
art is “love”; like Jean Dubuffet and Susan
Sontag stated before.
In this series, it is also possible to see that
the pattern which is startling the people
and deterring them to go to the museums
and the galleries is questioned. The frame,
named as the cloth of the canvas, on the
other hand, can be seen as the strong cast
where some dough is poured. What is
perceived is that these gilded images are
taking people away from art and their
spatial symbols, the museums and the
galleries. Separately, these frames should
be seen as an “advertisement” material.
They attract people/viewers to themselves,
thus, instead of the content, a formal
perception is offered. So the frames hide
the content of the paintings. Anyway,
when Baudrillard said that “In the origins
of the modern life is advertisement”, didn’t
he mean this?
Fırat ARAPOĞLU
173
174
1976 Mersin, Türkiye doğumlu olan Mehmet Ali Uysal lisans derecesini, ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama
Bölümünden, yüksek lisans ve doktora derecesini, Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Heykel Bölümünden aldı.
1997-1998 yıllarında değişim programı ile
Fransaya gitti. Ecole nationale Supérieure
d’Dart de Bourges. YAYAGARA Güncel
Sanat İnisiyatifi üyesidir. Çalışmaları genellikle Mekansal Algılama üzerinedir.
Mimari mekanın ideolojileri doğrultusundaki mekansal algımızla oynar.
Born in 1976, Mersin. Turkey, Mehmet Ali
Uysal received his BS from METU, Faculty
of Architecture, Department of City and Regional Planning and MFA and Phd. Degrees
from Hacettepe University, Faculty of Fine
Arts, Department of Sculpture. In 1997-1998
He went to France, for an exchange program,
Ecole nationale Supérieure d’Dart de Bourges.
He is a member of YAYGARA Contemporary
Art Initiative. His works are mostly related
with Spatial Perception. He questions our
spatial perceptions in terms of the ideologies
of the architectural spaces.
175
MUSTAFA DUYMAZ
Kent 1 / City1, Karışık Teknik / Mixed Media, 200x175 cm, 2010
176
Kent 2 / City 2, Karışık Teknik / Mixed Media, 200x90 cm, 2010
Kent 3 / City 3, Karışık Teknik / Mixed Media, 200x90 cm, 2010
177
Kent 4 / City 4, Karışık Teknik / Mixed Media, 200x90 cm, 2010
178
Kent 5 / City 5, Karışık Teknik / Mixed Media, 200x90 cm, 2010
Kent 6 / City 6, Karışık Teknik / Mixed Media, 200x175 cm, 2010
1972’ de Van’da doğdu. 1999 yılında Gazi
Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim
Bölümü’nden mezun oldu. Ankara’da yaşıyor.
Born in 1972, Van. He graduated in 1999 from
Gazi University Faculty of Education, Painting Department. He lives in Ankara.
179
MÜMTAZ DEMİRKALP
180
181
182
‘‘alın yazısı‘‘ 2011
1961 yılında Ankara’da doğdu.
1985 yılında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü Heykel Anasanat Dalı’ndan mezun oldu.
1987 yılında Hacettepe Üniversitesi Heykel Anasanat Dalı’nda yüksek lisans,
1993’te aynı kurumda sanatta yeterlik eğitimini tamamlayan Demirkalp,
Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görevini sürdürmektedir.
Sanatçı çok sayıda ulusal ve uluslararası karma sergilere, ulusal ve uluslararası uygulamalı heykel sempozyumlarına
katılmış ve altı kişisel sergi açmıştır.
183
NEJAT SATI
Nejat Satı’nın
Çalışmaları Üzerine
Genç kuşak sanatçılar arasında tuval
resmini farklılaştırmaya yönelik deneyleriyle dikkati çeken Nejat Satı’nın
en önemli özelliği malzeme ve renk
tutkusudur. Bilinmeyen, kıyıda köşede
kalmış, “resim dünyasının” tanımadığı
malzemeleri çalışmalarında kullanırken onları sıradışı renk ve renklendirme metodlarıyla ele alan sanatçı, henüz
öğrencilik sürecinde bile “kendi dünyasını” kurarak içgüdüsel olarak belli
alanlar, kavramlar üzerinde yoğunlaşmayı başardı. Araştırmalarında kendi
dünyasından yola çıkmasına rağmen
Nejat Satı, bulduğu imgeler, büyüteç
altına aldığı kavramlar yardımıyla,
özellikle 1980 doğumlu kuşağın dünyaya bakış açısını yorumlar.
1982’de İzmir’de doğan ve 2010 yılının
ilk yarısına kadar bu şehirde yaşadıktan
sonra İstanbul’a yerleşen sanatçı, birbiri arkasına geliştirmiş olduğu dizileri
resimleri, projeleri ve mekan araştırmalarıyla, “arayış içindeki bireyin dünyasına dair” imgeler geliştirdi. Satı’nın
soyut, figüratif ya da semi-figüratif gibi
ayrımların dışında kalarak formlandırdığı çalışmalarında, “mekan olgusunu”
devreye sokarak izleyicileri kelimenin
tam anlamıyla farklı bir kurgu alanına çeker. Bu kurgu alanı, yerleştirme,
performas gibi tekniklerle güçlenen,
müzik, dans, ışık gibi elemanların dev184
reye girmesiyle farklılaşan hatta izleyicilerin katılımıyla anlamını geliştiren, kuşatıcı bir etkiye sahiptir. Kendi
atölyesine “Agora” adını vererek diğer
sanatçıların katılımıyla da ortak araştırmalara giren sanatçı, grup dinamizminin getirdiği olguları önyargısız olarak kabul ederek bunları dönüştürmeye
çalışır. Nejat Satı’nın Apartman Projesi çerçevesinde açmış olduğu “Aferin”
isimli sergisi (22.04.- 14.05.2010) bu
özelliklerin tamamını kapsadığı gibi
sanatçının yeni deneylerinin de formlandığı bir alan olarak tanımlanabilecek
olan bir karaktere sahipti.
Nejat Satı, tuval resmini farklı arayışların odağına yerleştirmekle kalmayıp
ona kavramsal bir açılım getirerek, el
değmedik görselliklerin peşinde koşarken, etrafına ya da arkasına arkasına
bakmıyor. Onun son çalışmalarını ilginç kılan, yanlızlık içindeki hesaplaşmayla, tutkulu olarak üretilmiş olmaları.
Necmi Sönmez
Eylül 2010, Düsseldorf
On the Work of Nejat Satı
Garnering attention among the new generation of artists with his experiments
aimed at transforming canvas paintings,
the foremost characteristic of Nejat Satı
is his passion for materials and color. The
artist approaches the materials he uses
in his work through unusual colors and
coloring methods, which are unknown,
disused, and unrecognized by the ‘world
of painting,’ and had succeeded even as a
student in concentrating instinctively on
specific areas and concepts by creating ‘his
own world’. While Nejat Satı sets out from
his own world during his explorations, the
imagery he discovers and the concepts he
scrutinizes help interpret the viewpoint of
particularly those born in the 1980s.
Born in İzmir in 1982 and now settled in
İstanbul after living there until the second half of 2010, the artist has developed
imageries ‘pertaining to the world of the
searching individual’ through his continuously produced series, paintings, projects
and field studies. The works of Satı, which
he formulates outside of discriminations
such as figurative or semi-figurative, draw
the viewers into a precisely different narrative area by setting into motion ‘the idea
of space.’ This narrative area is strengthened by the techniques of installation and
performance and transformed by the addition of elements such as music, dance, and
lighting. It has a besieging effect. Taking
part in collaborative explorations with
other artists in his aptly named ‘Agora’
studio, the artist unjudgementally accepts
the ideas brought about by this group dynamism and attempts to convert them.
Nejat Satı’s exhibition ‘Aferin’ (22.04.14.05.2010) held at the Apartment Project
encompassed all these attributes as well as
possessing a character definable as an area
within which the artist’s new experiments
were taking shape.
Nejat Satı does not just situate canvas
painting in the limelight of diverse searchings, but also expands it conceptually. He
chases untouched visuals while doing so
and does not look back or around. What
makes his latest works attention-worthy
is the way they were created, through the
reckoning with one’s loneliness and with
passion.
Necmi Sönmez
September 2010, Düsseldorf
185
Kriz / Cris, Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic on Canvas, 240x130 cm, 2011
Kadifekale, Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic on Canvas, 170x140 cm , 2009
186
Demokrasi / Democracy,
Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic on Canvas,
r 150, 2011
1982’ de izmir de doğdu.
2004 yılın da dokuz eylül üniversitesi, güzel sanatlar fakültesi, resim bölümü’nden
mezun oldu
2010 dan itibaren çalışmalarına İstanbul da
devam etmektedir.
Born in İzmir , 1982.
Graduated from Dokuz Eylül University,
Faculty of Fine Arts in 2004, Lives in istanbul
and İzmir. And work İstanbul in artcenter and
İzmir in home studio.
187
OLCAY KUŞ
“…Halkı zenginleştirmek için tüm genç
kızlara birer zümrüt gerdanlık armağan
etmenin çaresini bulan kişi, ancak zümrüt taşların tüm değerlerini yitirmesi
ve artık hiçbir kızın onları istememesi
sonucunu elde eder. “
“… a person who, figures out to give an emerald neckless to all young girls to make
the citizens richer. will only receive a result
that all emeralds aren`t precious and any
girls won`t want them any more.”
Jean DUBUFFET
Jean DUBUFFET
Kuzu / Lamb
Tuval Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media on Canvas
150x200 cm, 2010
188
Misal / For Example
Kağıt Üzerine Karışık Teknik / Mixed Media on Paper
35x50 cm, 2010
Gibi / Like, Karışık Teknik / Mixed Media 100x120 cm, 2011
189
!
T.Ü. Karışık Teknik
Mixed Media on Canvas
46x55 cm,
2010
Sakıncalı Düşünce
Inconvenient Idea
T.Ü. Karışık Teknik
Mixed Media on Canvas
46x55cm, 2010
190
Fare / Mouse, T.Ü. Karışık Teknik / Mixed Media on Canvas 150x200 cm, 2010
Olcay Kuş, 1985 yılında İzmir’de doğdu. İlk
ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra İzmir Işılay Saygın Anadolu Güzel Sanatlar
Lisesi’ni kazandı. 2003 yılında Dokuz Eylül
Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Resim
bölümünü kazandı ve Fahri Sümer atölyesinden 2007 yılında mezun oldu. Daha
sonra 2008 yılında kazandığı Dokuz Eylül
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim
Bölümü Yüksek Lisans eğitimini tamamlamadı. İki kişisel ve birçok karma sergiye
katılan sanatçının iki ödülü bulunmaktadır.
Çalışmalarına İstanbul’da devam etmektedir.
Olcay Kus was born in Izmir in 1985.After he
finished primary school he won Izmir Isilay
Saygin Anatolian High School.In 2003 he won
Dokuz Eylul University Buca Education Faculty Painting department and in 2007 he graduated from Fahri Sumer`s studio. After that he
successfully finished Dokuz Eylul University
Fine Arts Faculty Painting Department Graduate Degree in 2008.He joined many group exhibitions and he has two personal exhibitions
with honorable prices.Now he is living and
working in Istanbul.
191
ONUR GÜLFİDAN
Doğa insan denen hastalığa “çözüm”
bulduğunda herşey yoluna girecek, önden politikacılar, katiller, silah tüccarları, ırkçılar, din tacirleri ve size bu türlü çağrışım yapanlar buyursun lütfen…
William Blake demişki...
Kimilerini gözyaşlarına boğan ağaç,
kimileri için yalnızca yolu tıkayan bir
engeldir. İnsanın kendi neyse, gördüğü
de odur.
When the mother nature finds out ‘’solution’’ for great ilness named “mankind”,
everything will be allright for her...
Politicians, murders, gun merchants, racists, religion mongers, and any kind of
this… you go ahead please...
william blake said
“The tree which moves some to tears of joy
is in the eyes of others only a green thing
that stands in the way. Some see nature all
ridicule and deformity... and some scarce
see nature at all. But to the eyes of the man
of imagination, nature is imagination itself.”
Gerçek Yalancı / True Liar, Tuval Üzerine Akrilik Ve Yağlıboya / Oil And Acrylic On Canvas, 50x50 cm, 2010 (özel koleksiyon/private collection)
192
Süperturgut, Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil On Canvas, 60x85 cm, 2010
Ay / Moon, Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil On Canvas, 125x185 cm, 2010 (özel koleksiyon/private collection)
193
Koruma / Guard, Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil On Canvas,
60x80 cm 2010 (özel koleksiyon/private collection)
194
Öte / Beyond, Tuval Üzerine Yağlıboya / Oil On Canvas, 110x130cm, 2010 (özel koleksiyon/private collection)
Çarpışma / Crash, Tuval Üzerine Akrilik ve Yağlıboya / Acrylic And Oil On Canvas, 95x145 cm, 2010.
1974’te İstanbul’da doğdu.
2000 MSÜ Resim Bölümü.
2005 MSÜ Resim ve Grafik Yüksek Lisans
Born 1974, İstanbul
2000 MSU Painting Department.
2005 MSU Painting and Graphic Design
Master
195
SERAP ÖNEY
Otoportre, Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic And Oil On Canvas, 170x190 cm, 2010
‘‘Bob’’ Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic And Oil On Canvas, 150x170 cm, 2011
196
Portreler
Portraits
Portreler, insan kimliklerini etkileyici
bir şekilde analiz etmek için en doğru
araçlardan biridir. İnsanları bu amaç
doğrultusunda tanıyıp, analiz etmeyi
seviyorum. Bende bıraktıkları izlenimleri ise renklerle inşa ediyorum.
Portraits are one of the most honest tool to
analyze personal identitys. I like to explore
and decompose human for this purpose,
and build their impression on me by colors.
Hayatta hemen hemen herkes karşısındaki insanı kendi insan tanıma süzgecinden geçirerek analiz ediyor. Analiz
deyince, düşünceler iyi insan tanımlamasında derinleşiyor. Herkes dünyada
mükemmel bir insan arıyormuşçasına,
iyi insan bulma yolunda, düşüncelerini haklı çıkarma uğruna insanları didik
didik ediyorlar. Fakat tanımlamalarda
varılan neticelerin ucu açık bırakılıyor,
bir türlü istedikleri sonuca ulaşamıyorlar. Analiz eden kişiler, güvensizlik ve
negatif ihtimalleri göz önünde bulundurarak insanları iyi nitelendirmeyi zihinlerinden tartarak geçiriyorlar, ya da
hazır bulunan insan tanımlamalarına
kişileri yapıştırarak ezbere bir sonuca
varılıyor.
Analiz yapmak gelişigüzel çıkarımlar
yapmak değildir. Ben, insanların bende
bıraktıkları her türlü etkiyi renklerle
yansıtmaya çalışıyorum. Renkler, bilindiği gibi insan psikolojisini etkileyen
en önemli unsur. İnsanların kişilik özelliklerinin renk seçimlerini etkilediği de
bilinmekte. Çocukluğumdan beri doğayı, gün ışığını, gök mavisini, rengarek
çiçekleri seviyor olmam, o zamandan
itibaren bilinçaltıma kazınmış ve şimdi tekrar ortaya çıkmış gibi. Renklerle
üç boyutlu bir görüntü elde etmeye çalışıyorum. Sıradan, tek düze bir portre
anlayışı değil, renklerle farklı ırktan insanları analiz etme yolundayım.
Almost everybody filter out the person they
meet by their own personality-analyzing
criterias. In terms of analyze, the main
idea is focused on good-person description.
In order to find perfect human of the world,
to prove their consideration is right, they
deeply exemine people ID’s in unpleasent
way. But the conclusion of the descriptions
are always incomplete, they can’t reach to
objective results that have been looking for.
Under the sway of disbelief and negative
possibilitys, the analyzers doubt to qualify
somebody is good and also obtain wrong
decisions by putting them into preconcieved character-templates.Analyzing is
NOT an indiscriminate inference.
What I am trying to do is reflecting the
influences of people via infinit wealth of
colors. As known well, colors have a significant role over human psychology. Since my
childhood fancy of nature, day light, sky
blue and colorfull flowers have all been settled in my subconscious, and now it looks
like they all emerge in form of art. Colors
provide 3D view in my works. Not like an
ordinary and monoton portrait concept,
by colors I express characters from different races.
197
‘‘Lola’’
Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic And Oil On Canvas,
70x100 cm, 2010
198
‘‘Kimora’’
Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic And Oil On Canvas,
70x100 cm, 2010
‘‘Jones’’
Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic And Oil On Canvas,
70x100 cm, 2010
‘‘Cudi’’
Tuval Üzerine Akrilik / Acrylic And Oil On Canvas,
70x100 cm, 2010
1986 yılında Ankara’da doğdu. 2003 yılında
Zübeyde Hanım Meslek Lisesi Tekstil Bölümünden mezun oldu. 2005 yılında Gazi
Üniversitesi Moda Tasarımı Bölümü eğitimini tamamladı. Hacettepe Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde
eğitimine devam etmektedir.
She was born in Ankara in 1986. She graduated from Zübeyde Hanım Trade School Department of Textile in 2003. In 2005 she graduated
from Gazi University Fashion Design. She has
been studying Hacettepe University Faculty of
Fine Arts Painting Department.
199
SERKAN DEMİR
Kara Delik / Black Hole, Yerleştirme / Installation, 2009
İsimsiz / Untitled, Karıştırıcı / Mixer, 43x25x12 cm, 2010
200
Bir Silme Anı / A Moment Of The Clean, Kasetçalar,
Kaset, Metal, Ses Yerleştirme / Wolkman, Casette, Metal, Sound Installation, 2009
201
202
Zikirmatik / Mentiomathic, 28x25x22 cm, 2009
1975 Kahramanmaraş / Göksun’da doğdu.
1999 Gazi Üniversitesi Resim Bölümünden
mezun oldu.
2003 Hacettepe Üniversitesi G. S. F. Heykel
bölümünde Yüksek Lisansını tamamladı
2009 Hacettepe Üniversitesi G. S. F. Heykel
bölümünde Sanatta Yeterlik Programını tamamladı.
1975 Born in Kahramanmaraş / Göksun.
1999 Graduated from Gazi Universty Faculty
Of Fine Arts department.
2003 He had his MFA from Hacettepe Universty, Faculty of Fine Arts, Department of Sculpture.
2009 He had his PhD in Art from Hacettepe
Universty, Department of Sculpture.
203
ŞEVKET ARIK
Büyük şeffaf oda,
simülatif gerçekler diyarı.
Büyüttü ağzımızı, karnımızı, iştahımızı.
Işıklı vitrinlerinde arzularımızı dondurdu…
Aşk’ı “anal saplantı”,
“Ruhu” kara şeytana satılmış.
Kötülük tohumları büyüten.
Perdesi, arsız bir iyimserlik.
Katil, kalpazan, kapitalist…
İnsan yiyen, insan kusan…
Kimsin sen doğaya meydan okuyan?
Sen; “soylu kent yaşamı”
Şevket Arık
Adalet / Justice, T.Ü. Akrilik / Acyrlic on Canvas, 150x150 cm, 2010
204
Girdap / Vortex, T.Ü. Akrilik / Acyrlic on Canvas, 150x150 cm, 2010
Moda / Fashion, T.Ü. Akrilik / Acyrlic on Canvas, 150x150 cm, 2010
205
Kurbağa / Frog, T.Ü. Akrilik / Acyrlic on Canvas, 150x150 cm, 2010
206
Sazan / Carp, T.Ü. Akrilik / Acyrlic on Canvas, 150x150 cm, 2010
1973 yılında Kayseri’de doğdu.
2002 Gazi Üniversitesi Resim-İş Eğitimi Bölümünden mezun oldu.
2006 Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Resimde Prematüre
Figürler” isimli teziyle Yüksek Lisansı tamamladı.
2006 Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Resim-İş Öğretmenliği Bölümü’nde
Doktora’ya başladı. Ankara’da yaşıyor ve
çalışıyor.
1973 He was born in Kayseri.
2002 Graduated from Gazi University, Department of Art Education
2006 Hacettepe University Institute of Social
Sciences, “The figures are premature in the picture, “ completed his Master’s thesis
2006 Gazi University Institute of Educational
Sciences Department of painting teaching programme began his PhD. He is living and working in Ankara
207
VOLKAN ASLAN
Dünyanın En Güvenli Yeri / The Most Secure Place in the World, Metal Dedektör, 2011
208
Dünyanın En Güvenli Yeri / The Most Secure Place in the World, Metal Dedektör, 2011
209
Dünyanın En Güvenli Yeri / The Most Secure Place in the World, Metal Dedektör, 2011
210
Dünyanın En Güvenli Yeri / The Most Secure Place in the World, Metal Dedektör, 2011
211
Dünyanın En Güvenli Yeri / The Most Secure Place in the World, Metal Dedektör, 2011
212
Dünyanın En Güvenli Yeri / The Most Secure Place in the World, Metal Dedektör, 2011
213
YAŞAM ŞAŞMAZER
Evden Kaçış 3 / Escape from Home, Polyester, 13x12.5x4 cm, 2008
214
Evden Kaçış 5 / Escape from Home, Polyester, 16x14x2.5 cm, 2008
215
Muhafız / The Guardian, Ahşap / Wood, 126x52x47 cm, 2010
216
Beatiful as My Mother, 119x42x23 cm, Ahşap / Wood, 2009
1980 yılında İstanbul’da doğan sanatçı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Heykel Bölümünde lisan ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Yurtiçinde ve yurtdışında
birçok sergiye katıldı. Istanbul’da yaşıyor ve
çalışıyor.
Born in 1980, İstanbul. She had her BA and
MFA from Mimar Sinan Fine Arts University.
She has participated in a lot of national and
international exhibitions. She is living and
working in İstanbul.
217
ZOÉ BARATON
218
Serigideki çalışmada, “ The philanthropist murderer / İnsancıl Katil”, mekan
ve onun beden üzerindeki fiziksel ve
psikolojik etkisi üzerine yoğunlaştım.
Farkında olmadan ne olduğumuzu ya
da ne olacağımızı etkileyen farklı mekanlarda yaşıyoruz. Mekanın ve mimarinin kötü kullanımından kaynaklanan
delilik fikri üzerinde çalışmak ve bunu
sorgulamak istedim. Sınırlanmış bir
mekanda tekrar eden hareketler üzerine
yoğunlaştım ve bunu sergi mekanında
tekrar ortaya koydum. Sesin ve hareketin hipnotik etkisiyle bizleri bir çeşit
deliliğe taşımak istedim. Aynı zamanda
çerçeve olarak mekan fikrini daha açık
bir halde sunmak istedim; içeride,
dışarıda, görünüşü ve kayboluşu.
“ Çerçevelenmiş resim gözlerimizin görüş alanının limitlerinden
değil, kapıdan yada
pencereden
yakaladığımız
doğa
görsellerinin
sıradan çerçevesizliği gerçeğinden türer.” Eisenstein,
In this work, “The philanthropist murderer”, I want to focus on space and its influence on body, as physical and psychological. We live in different areas and this
determine very often what we are or what
we are going to be, without being aware of.
I wanted to question and work on the idea
of madness created by a bad use of space or architecture. I focused myself on the
movement’s repetition imposed by a restrained space, and I chose to reactivate it in
the exhibition space. I wanted to use space
and sound so that it bring us to a kind of
madness, by creating an hypnotic power.
I also wanted to make clearer the idea of
space as a frame; inside and outside, its
appearance and disappearance.
Mekanın, tanımlı bir olgu olmaktan
öte, sürekli olarak bizler tarafından
tekrar tekrar tanımlanabilen karasız bir
form olabileceğini göstermek istedim.
Diğer bir çeişit atorite tanımllamaya
uğraşmamız gibi.
I wanted to show the space as an unstable
form that we can try to redefine continuously instead of being defined by it. As we
should try to redifine anyother form of
authority.
“Framed picture derives not from the limits of the view field of our eyes but from
the fact of usual framed-ness of the glimpse of nature we catch thought the frame of
the window or the door.” Eisenstein, Film
essays and a lecture.
219
Ein Bauhaus film, Video, 9’11’’, 2010
220
1987, Mougon, Fransa’da doğdu. Zoé,
fotoğraf ve video çalışmaları yapmaktadır. “Dil” in anlamı ve limitleri üzerine
çalışmlar yapmaktadır. Aynı samanda
“mekan” fikri üzerine çalışmaktadır.
“Mekan” ı aksiyon fikrini içinde bulunduran bir sahne olarak görmektedir.
İçindeki her elemanı bir olayın oluşmasındaki bahane olarak tanımlamaktadır. Çoğ zaman, mekan ve içindekiler
üzerine hikayeler ve kurgular oluşturarak mekanın güvenlirliğinden çok gerçekliğinin sınırlarını sorgulmaktadır.
İşlerinde etnolojik bir yaklaşım kullanan sanatçı, kültürle olan ilişkimizi ve
kimliğimizin oluşum sürecini sorunsal
olarak seçmektedir. Eğitiminin bir bölümünü weißensee kunsthochschule,
Berlinde; bir bölümünü ise Odtü, Ankarada sürdürmüş olan sanatçı, halen “Ecole Européenne Supérieure de
l’Image” Fransa da Post-dipmlom’unu
yapmaktadır.
1987, Mougon, France. Zoé Baraton is
working on photographs and videos. She
is making some researches on the idea of
language, by trying to think its meaning and limits. She is also working on the
idea of space. She considers it as a stage,
that contains the idea of actions in itself;
a place in which each element is a pretext for an event to happen. Most of the
time, she is clearing or creating narrations
and fictions, to test the borders of reality
more than its reliability. By using kind
of ethnologic approach in her work, she
questions the building of our identity and
our relation to culture. She was student
“Kunsthochschule Weißensee” in Berlin
and at ODTU in Ankara. She is actually
attending a post-graduate programme in
“Ecole Européenne Supérieure de l’Image”
in France.
221
222
223
Fotoğraf: Erdal Duman
Veysel’in Cetveli / Veysels’ Ruler, 2011
224

Similar documents

Urban Istanbul Through Young Eyes Gençliğin Gözünden İstanbul

Urban Istanbul Through Young Eyes Gençliğin Gözünden İstanbul İki nedenden dolayı, bu kitabın yayınlanmasıyla bağlantılı olmak bana gurur veriyor. Birincisi,çalışmanın İskoçyalı vatandaşım John Thompson' un öncülüğünü yaptığı fotoğrafçılık akımının devam etme...

More information

Benzersiz Çağrişim Kartlari - OH

Benzersiz Çağrişim Kartlari - OH of cards are by nature undogmatic and allow participants to be authentic without being evaluated or judged. OH Kartları – Her birinde 88 kart olmak üzere iki deste. Birinde resimler, diğerinde sözc...

More information