BOZCAADA MACERASI

Transcription

BOZCAADA MACERASI
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Özge Lokmanhekim
www.seyahatperest.com
BOZCAADA
MACERASI
Günaydın. Saat 6:00. Bünyem
Bozcaada’da da güne İstanbul modunda
erken başlıyor. Hava güzel, güneşli. Ne?
İstanbul’da yağmur mu var? Kahvaltı öncesi
yazıyorum bu yazıyı. Zeynep daha ortalarda
yok.
Zeynep kullanıyor arabayı. O yoldan, ben
yemeklerden sorumluyum. Ona sabah
kahvaltısı için çavdar ekmeğine keçi peynirli
ve domatesli bir sandviç yaptım. Adada da
nerede yesek işlerine ben bakıyorum. Bu
yüzden günde 6 kere az az değil çok çok
yiyoruz. Nerede ne yedik hepsini anlatacağım.
BOZCAADA
MACERASI
BOZCAADA
ADVENTURE
Good morning. It is 6:00 a.m. I start the
day in Bozcaada with all my existence in
the same mood as I do in İstanbul. It is
nice and sunny here. I wonder if it is rainy
in İstanbul. I am writing before breakfast.
Zeynep is still not around.
Zeynep is driving. She is responsible for the
road and I am for the food. I made a cheese
and tomato sandwich with rye bread for her
breakfast. I am in charge of where to eat
business. Therefore, we don’t eat six times,
but many more times. I will tell you what and
where we have eaten.
82
AĞUSTOS 2011
ISSUE
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
83
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
İstanbul’un yağmurlu havasını arkamızda
bıraktıktan sonra Tekirdağ, Malkara,
Keşan yolunu takip ederek Gelibolu’dan
Lapseki feribotuna biniyoruz.
Çanakkale’den Geyikli’ye doğru yol
alıp Geyikli’ye gelince de Bozcaada
feribotuna biniyoruz. Yol boyunca yeşil
erik ve armut yiyor ve Joss Stone dinliyoruz. 1,5 saat feribot beklediğimiz için
(gelsin tavla yanında 2 çay) saat 16:00
gibi ilk otelimiz 9 ODA’ya varıyoruz. 9 ODA
merkezde, Cumhuriyet Mahallesi’nde
geçen sezon ortasında açılmış butik bir
otel. Başladıklarında 9 odaları olduğu için
otel 9 ODA adını almış ama şu anda tam 19
odaları var.
Ben otelin işletmecisinin söylediğine göre
en güzel odada kalıyorum (Güzelden
kasıt manzaralı ve en geniş oda benimki
= 301 numara). Eşyaları odaya bırakıp
hemen kendimizi sokağa atıyoruz. Makinem boynumda. Kısa bir yürüyüş sonrası
akşamüzeri yemeği için (Öğle yemeği yemiş
ve akşam yemeği de yemeyi planlayan
bizler için saat 17:00’daki yemeğe verilecek
daha güzel bir isim bulamadım) Cumhuriyet
Mahallesi’de, postanenin karşısında Çınar
Çarşı Caddesi’nin köşesinde (İstiklal Sokak)
Corvus Şarap Dükkanı’ nın yanındaki
Lodos’a gidiyoruz. Ahşap masalar, kareli
masa örtüleri, beyaz ahşap sandalyeler,
fonda Rum müziği… Ada rüzgarlı ancak bu
ara sokağa güneş vuruyor. Menüyü ince
eleyip sık dokuyarak on beş dakika inceliyoruz. Bunu gören Türkan Hanım (Sonradan
Lodos’ un sahibi olduğunu öğreniyoruz)
masamıza geliyor ve “ Ne yesek acaba?”
sorumuzu yanıtlıyor. Çekirdekleri alınmış
kırma zeytin, İzmir tulum peyniri, ceviz ve
sarımsaktan oluşan Ege mezesi, sakızlı
enginar, zahter salatası, radika, turp otu,
akdiken ve kaya koruğundan oluşan ot
tabağı, soslu taze iç bakla, rezeneli sübye
yahni ve Girit usulü mücver masamıza ilk
gelenler. Yemeği sevdiğimizi anlayınca
Türkan Hanım’la sohbete dalıyoruz ve onu
masamıza buyur ediyoruz. Ada, yemek
tarifleri, yemek blogları üzerine konuşuyoruz.
Türkan Hanım adanın en eskilerinden,
Lodos’ u 1999’da açmış.
O zamanlar adada pek restoran yokmuş
sonra sonra gelişmeye başlamış. Lodos’
un mutfağında doğal olmayan, genetiği
ile oynanmış ürünler yok. Örneğin mısır
kullanmıyorlar, konserve ürün almıyorlar.
Zahteri Antakya’dan, salçayı ve baharatları
Antep’ten, börülceyi Balıkesir’den alıyorlar.
Çiftlik balığı mutfak kapısından girmiyor.
Lodos’ un hemen arkasındaki Simyon
Meyhane’nin de işletmesini üstlenmiş
Türkan Hanım. Ama iki restoranın konsepti
tamamen farklı. Adı üstünde Simyon tam
bir meyhane. Eski usul reçina kadehlerde
84
AĞUSTOS 2011
ISSUE
şarap, balık mezesi, küçük bardakta rakı
istersen, Simyon’da kendine bir masa
ayırtmalısın (Meraklısına: Türkan Hanım’ın
da bir yemek blogu var: http://lodosbozcaada.blogcu.com).
Leaving the rainy weather of
İstanbul behind and riding in the
direction of Tekirdağ, Malkara
and Keşan, we board the Gelibolu
Lapseki ferry. After leaving Çanakkale
and arriving Geyikli we get on the Bozcaada ferry. We eat green plums and
pears and listen to Joss Stone all the
way long. Since we wait for the ferry
for 1.5 hours (and ask for a backgammon and teas), we arrive at our first
hotel 9 ODA at about 16:00. 9 ODA is a
boutique hotel in Cumhuriyet District in
the centre, which opened in the middle
of the last high season.
As they had only 9 rooms at the beginning, it is called 9 ODA but now they
have just 19 rooms. The hotel manager
says that I am staying in the best room
no. 301 (he means it is the largest room
with the best view). Leaving our things
in the room we rush out into the street.
My camera is hanged on my neck.
After a short walk, in order to have an
afternoon meal (I can’t find a better
expression since we have already
eaten lunch and planning to have dinner too), we go to Lodos, which is near
the Corvus wine shop on the corner
of Çınar Çarşı Street (İstiklal Sokak)
opposite the post office in Cumhuriyet
Street. Wooden tables, checked table
clothes, white wooden chairs and
Greek background music... It is windy
on the island, however, this street is
sunny at the moment.
etable patty). As we realizes that we
like the food, we invite Türkan Hanım
to our table and start chatting with
her. We talk about the island, recipes
and on different cuisine blogs. Türkan
Hanım is one of the oldest people of
the island. She started Lodos in1999.
There used to be not so many restaurants on the island, they devleoped
later on. In the cuisine of Lodos you
can’t find genetically modified
products. For instance, they don’t use
any corns and conserved food products. They bring zahter from Antalya,
tomato sauce and spices from Gaziantep and kidney-bean from Balıkesir.
They don’t use seafood from fishfarms.
Türkan Hanım is also in charge of Simyon Pub, which is just behind Lodos.
However, the design concepts of two
restaurants are quite different. Simyon
is a real pub. You should reserve a
table at Simyon if you wish to have
wine in old style wine cups made
of pine wood, fish as appetizer and
Turkish rakı in small glasses. (Here is
the meal blog of Türkan Hanım if you
are interested: http://lodosbozcaada.
blogcu.com).
We browse the menu for fifteen minutes
in detail. Noticing us, Türkan Hanım
(who we learn later that is the owner
of the Lodos) comes to our table and
responds to our question “What shall
we eat?” The first things brought to
our table are cracked olives without
cores, İzmir goat’s milk cheese made
in a skin, an Aegean appetizer made
with walnut and garlic, artichoke with
mastic, zahter salad, radika, radish
leaves, a dish herbs composed of hawthorn and sour grapes, marinated fresh
broad beans, stewed meat with fennel
and Crete style mücver (a kind of vegİST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
85
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Türkan Hanım diğer müşterileri ile ilgilenmek
üzere gidince masamızda sessizlik kaplıyor
Zeynep’le beni. Ben adayı anlamaya,
çözmeye çalışıyorum. Zeynep ise yandaki
boş evi satın alıp üstünü 2 odalı bir pansiyon, altını minik bir kafe yapsak mı diye
planlar kuruyor. Bunları düşünürken adanın
şaraplarından Corvus-Karga’yı deniyor.
Zaten sonra ne zaman satılık ev görsek
Zeynep hep “Alsak mı?” diye bana soruyor.
Bunlar olurken benim içimde “It’s just a perfect day” çalıyor. Türkan Hanım’ın karadut
reçeli ile servis edilen sakızlı muhallebisinden adada kaldığımız süre zarfında kaç
tane yediğimi sizinle paylaşmak ister miyim
bilmiyorum…
Yediklerimizi eritelim diye yürüyoruz.
Dükkânlara girip çıkıyoruz. Adanın merkezinde süs eşyaları, magnetler, takılar
satan tezgâhlara bakıyoruz. Akşama doğru
Polente’de oturuyoruz, çay söyleyip tavlanın
kapağını açıyoruz. Polente adını adanın en
batı ucundaki fenerden alıyor. Sahibi Hüseyin Bey 4 yaşından beri adalı. Burası adanın
girişinde mavi beyaz masa & sandalyeleriyle
adaya ayak basanları karşılayan ilk mekan.
İçeriden güzel müzikler geliyor. Sonradan
Hüseyin Bey ile bir akşam yemeğinde tanışıyor, sohbet ediyoruz. O zaman oğullarından
birinin DJ olduğunu, burada çalan harika
parçaları da onun seçtiğini öğreniyorum.
Yaşasın 90’lar!!! Polente’ de bir süre gelen
geçeni seyrediyoruz. Mutluyuz.
Tom Hodgkinson’un “Tembel Ayaklanması”
isimli bir kitabı var, kitabında yan gelip yatmanın manifestosunu anlatır. Kitapta “tembellerin gerçek dünyanın dışında yaşadığını
söylüyorlar” der. Galiba doğru. Şu anda
tembellik yapıyoruz ve burası gerçek dünyadan o kadar uzak ki. Yetişmesi gereken
projeler, yapılması gereken işler, yazılması
gereken yazılar. Hepsi kilometrelerce uzakta.
86
AĞUSTOS 2011
ISSUE
When Türkan Hanım leaves us to deal with
her other customers, silence dominates me
and Zeynep at our table. I try to understand
and analyse the island. Zeynep dreams of
buying a nearby house and changing it into
a pension with with rooms on the second
floor and making the first floor a small
café. While imagining these things, she
tries Corvus-Karga, one of the wellknown
wines of the island. From then on whenever
we see a house on sale she keeps asking
me if we can buy it. Meanwhile, “It’s just a
perfect day” plays inside me. By the way, I
don’t know if I would like to share with you
how many of the mastic puddings of Türkan
Hanım served with black mulberry jam I
have eaten during the time I stay on the
island...
We go for a walk to digest what we eat. We
just go in and out of shops. We have a look
at the stalls selling souveniers, magnets
and accessories. We go to Polente, sit at a
table, ask for tea an d open the cover of a
backgammon box towards evening. Polente
is named after a lighthouse bult on the west
end of the island. Hüseyin Bey, the owner,
is a native islander since he was 4. With
its blue and white chairs, this café, located
at the entrance to the island, is the place
which first welcomes the visitors arriving
at the island. He hear nice music echoing
from inside the café. Later on,, we meet
Hüseyin Bey at dinner and have a chat with
him. Then I know that one of his sons is a
DJ and he is the one who chooses these
wonderful songs. Cheers for 90’s!! We
watch the passers by at Polente for a while.
Weare happy.
In his book called “How to be Idle” Tom
Hodgkinson gives a manifesto for being
idle. He says “the idlers are said to be to
be living outside the real world.” I think
he is right. Now we are idle and we are so
far away from the real world that all the
projects to be carried out, things t be done
and the texts to be written are many kilometers away.
Akşam rakı & balık muhabbeti istemeyene alternatif et, makarna ve risotto yapan
Bakkal’a gidiyoruz. Burada Bakkal’ın
sahibi Burak’ın köpeği Paris ile tanışıyoruz.
Bakkal’ın hikayesini daha sonra anlatacağım. Akşamları ada serin, Bakkal’ın polar
şalları yetişiyor imdadımıza. Zeynep farklı
farklı şarapların tadına bakıyor. Her şeyden
biraz sohbet ediyoruz. Yeni kararlar alıyoruz,
yeni planlar yapıyoruz. Adaya ne zaman
tekrar gelsek diye takvime bakıyoruz. Keyfimize diyecek yok, yol yorgunluğu çöküyor
üzerime yavaştan. Otele gidip yatıyoruz.
Dedim ya erken kalktım, makinemi aldım
sokağa çıktım. Yandaki evde oturan Rum
teyzelerle sabah sohbeti yaptım. Yarın pazara gideriz diye sözleştik. Zeynep geldi az
önce; “Hadi kapat şu bilgisayarı da denize
gidelim” diyor.
İkinci gün sabah erkenden Bozcaada’nın
en ünlü plajlarından biri olan Habbele’ye
gidiyoruz. Günün büyük kısmını burada
tembellik yaparak geçiriyoruz. Bozcaada’nın
plajlarının çoğunda tesis yok. Habbele
Mitos Beach istisna olanlardan. Ancak
tesis diyorsam gözünüzün önüne BodrumTürkbükü gelmesin. Hasır şemsiye, plastik
şezlongtan söz ediyorum. Mitos Beach’te en
hoşuma giden şey kuma ilk adım attığımda
gözüme çarpan tabela oluyor. Tabelada ne
mi yazıyor; “Lütfen ayak izinizden başka iz
bırakmayınız”.
We go to Bakkal, which serves malama
and risotto as an alternative for those who
wouldn’t like rakı&fish chat. There we meet
Paris , the dog of the owner of Bakkal.
I will tell you the story of Bakkal later. It
is cool in the evening, however, the polar
shawls of Bakkal are of great help. Zeynep
tastes various wines. We talk about almost
everything. We make new plans and decisions. We check the calendar about when to
come to the island again. We are enjoying
ourselves fully and we naturally feel tired
after all our long journey. We leave for our
hotel and go to bed.
I get up early, take my camera and go out. I
have a morning chat with the Greek women
living in the opposite house and agree to
go to the market the next morning. Zeynep
comes then and says, “Turn off your computer and let’s go swimming.”
On our second day we go to Habbele
early in the morning, one of the best known
beaches of Bozcaada. Most of the beaches of Bozcaada aren’t well- equipped.
But Habbele Mitos Beach is an exception.
You shouldn’t picture e a kind of Bodrum
Türkbükü in your mind. By well -equipped
I mean we have straw sun shades, plastic
lounge chairs. The thing I like best on the
Mitos Beach when I first stepped in is the
notice which says “Please don’t leave any
other trace except your foot steps.”
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
87
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Ayazma’da Vahit’in Yeri’ne gidiyoruz
akşamüzeri atıştırması için. Ancak öyle
methedildiği gibi nefesimi kesmiyor burası,
manzarası güzel, o ayrı. Yemekleri bana
göre biraz fazla yağlı ve tuzlu. Menüde
kabak çiçeği dolma, ahtapot ızgara, peynir
ezmesi ve sigara böreği var. Zeynep bu
sefer Talay’ın şaraplarını deniyor. Vahit’in
Yeri’nin hemen aşağısında Ayazma Plajı var.
Hafta içi olmasına rağmen kalabalık.
Zeynep Polente’ de gün batımı keyfi yapmak
istiyor, ben makinemi alıp sokak aralarında
dolanmak istiyorum. Yemek saatinde buluşmak üzere ayrılıyoruz. Arnavut kaldırımı
sokaklar, beyaz boyalı evler, renkli kapılar.
Ada gerçekten güzel. Turizmin gelişmesi ile
adanın her yerinde bir inşaat başlamış. Ada
yeniden yapılanıyor.
Ben yemek öncesi Bakkal’a Paris’i görmeye gidiyorum. Bakkal’ın sahibi Burak
İstanbul’da işletmeciymiş. O da şehir
hayatından kaçanlardan. 3 yıl önce gelmiş
adaya. Bakkal ilk zamanlar adada olmayan
şeyleri (%50 organik ürünler, Ipod, güneş
gözlüğü, şarküteri ürünleri vb.) satıyormuş.
Sonra Burak’ın İtalyan bir arkadaşı gelmiş,
yemek yapmış. İtalyan arkadaş gitmiş ama
müşteriler yemek yemeğe gelmeye başlamış. Burak da önlüğü takmış, mutfağa girmiş. Mutfakta Burak’tan başka yemek yapan
biri yok. Zaman içerisinde ekibe garsonluk
yapan, dövmelerine hayran olduğum Nisan
ve bulaşık ve temizliğe yardımcı sevgilisi
dahil olmuş. Bakkalın nesi meşhur derseniz
kokteylleri, gelincik ve üzüm likörü. Ben
içmiyorum ama Zeynep’e faydam dokunsun
diye Burak’a ada şaraplarını soruyorum.
Adanın en çok bilinen üreticileri; Corvus,
Talay, Çamlıbağ, Gülerada, Ataol ve bu sene
şaraplarını satışa sunan Amedeus. Burak
Corvus’un Bornova-Misket (beyaz), Cabernet Sauvignon & Kuntra (kırmızı) ve Cruturk
(kırmızı) şaraplarını, Çamlıbağ’ ın Vasilaki’
sini (beyaz) ve Talay’ın da Tenedos (kırmızı)
şaraplarını öneriyor.
Akşam yemeği için sahile iniyoruz. Burada
sıra sıra balık restoranları var. Yakamoz,
Tenedos, Koreli. Listemde Gümüş Otelin
önünde, Cümle Alem Cafe & Bar’ın yanındaki Yosun var. Denizin dibinde bir masaya
oturuyoruz. Doğru yeri tercih ettiğimizi
hemen arka masamıza Mehmet Gürs ve
ailesinin oturmasından anlıyoruz. Meze dolabı olayını pek sevmesem de sahilde işler
böyle yürümüyor. Susam otu, börülce ve
istifno dolu bir ot tabağını bir çırpıda mideye
indiriyorum. Midye dolmaları Zeynep ile
paylaşmak zorunda kaldığım için kendime
ikinci bir tabak söylüyorum. Zeynep deniz
tarağı yiyor.
Yemek sonrası çocukluğumun tatlısı
lokma alıp yürüye yürüye otele dönüyoruz.
Yosun’un çaprazında MADO var. Ada tüm
88
AĞUSTOS 2011
ISSUE
zincir restoranlar, kafelerden uzakken neden
MADO var diye kendimce sitem ediyorum.
Bu durumu beğenmiyorum. Bakkal’ın orada
çay molası veriyoruz. Burak’ın misafirleri
var. Beni adada geçen yaz açılan Limani
Otel’in sahibi Akın ile tanıştırıyor. Akın 9 sene
Sidney’de yaşadıktan sonra o adadan çıkıp
bu adaya gelmiş. Sohbet güzel ama yorgunluk çöküyor. Akın bizi Limani’yi görmeye,
kahve içmeye davet ediyor. Sabah için
sözleşip odamızın yolunu tutuyoruz. Paris
çoktan uykuda.
A young boy is walking a boxer, a sixmonth old dog. He is wearing Crogs
sandals.. He meets the girl in bikini who
has been smiling at since morning, thanks
to his dog. After having lunch there we set
off in the direction of Ayazma. Just about
to move I realize that the girl in bikini is
wearing the boy’s Crogs. The sand is so
hot that the girl can’t walk barefooted. Our
boy is just a gentleman. By the way, 2 lounge chairs + 1 sunshade = 27 TL. no credit
cards. Showers and toilets are available as
long as you aren’t too hygienic minded.
In order to have an afternoon snack we go
to Vahit’s place at Ayazma. Here is not so
breathtaking as it is praised, but it has a
nice view. I found the food somewhat fatty
and salty though. The menu includes stuffed
zucchini flowers, mashed octopus and
pies in cigar forms. Zeynep tries Talay wines this time. Just down Vahit’s place is the
Ayazma Beach, which is crowded although
it is during week.
Zeynep prefers to enjoy the sunset at Polente and I want to wander around the streets
with my camera. Agreeing to meet for
dinner, we separate. Cobbled streets, whitewashed houses, multicoloured doors…
This is a really nice island. Together with
the growth of tourism,construction works
are in progress everywhere on the island.
The island is being reconstructed.
I go to Bakkal to see Paris before dinner.
Burak, the owner of Bakkal, used to be
manager in İstanbul. He is also one of those
who escapes from city life. He came to
the island 3 years ago. He sold the things
which didn’t use to be found on the island
then (such as 50% organic products, ipods,
sunglasses, delicacies etc.). Then, a friend
of Burak’s comes and starts cooking. After
the Italian friend leaves, the customers
flock in. Putting on his apron, Burak goes
in the kitchen. He is the only person cooking then. In the course of time a waitress,
whose tattoos I love, joins the team and
helps the washing up and cleaning as a
girl friend. Bakkal is famous for its cocktails,
poppy and grape liquors. I personally don’t
drink, but ask Burak about the wines of
the island just to help Zeynep. The bestknown producers of the island are Corvus,
Talay, Çamlıbağ, Gülerada, Ataol and
Amedeus, who starts selling its wines this
year. Burak recommends Bornova-Muscat
(white), Cabernet Sauvignon&Kunta (red),
Cruturk (red), Vasilaki of Çamlıbağ (beyaz)
and Tenedos of Talay wines. We go down
the seaside for dinner. There are a lot of fish
restaurants lined along . On my list is Yosun
next to Cümle Alem Café Bar in front of
Gümüş Hotel. We found a table just by the
sea. Seeing Mehmet Gürs and his family
sitting at he next table, I know that I make
the right choice. Though I don’t like the idea
of the appetizer cabinet, it isn’t easy to deal
with things at the seaside. I quickly eat
up a dish of herbs full of sesame leaves,
kidney beans and istfno. Since I have to
share stuffed mussels with Zeynep, I order
another dish just for myself. Zeynep eats a
dish of escallops.
After dinner we go back to our hotel walking
and eating some doughnuts, which reminds
me of my childhood days. We see MADO
almost opposite Yosun. Since there aren’t
any chain businesses, I protest the idea of
the existence of Mado on the island. We
give tea break at Bakkal. Burak has some
guests. He introduces me to Akın, the owner
of Limani Hotel, which started last summer.
He came to this island after living in Sidney
for 9 years. Although the talks are nice, we
feel exhausted. Akın invites us to see Limani
and have coffee there. We agree on that and
head for our room. Paris is alredy asleep.
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
89
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Adada 3. günümüz. Zeynep kahvaltı sonrası
üzüm bağlarını görmeye ve şarap tatmaya
gidiyor. Ben yürüyüşe çıkıyorum. Komşu teyzelerle pazara, sonrasında kartlarımı göndermek için postaneye gidiyorum. Akşam
yemeği için Maya’ ya rezervasyonumuz var.
Sahibi Selçuk Aykan arıyor. Kendisi sizli-bizli
hitap şeklinden hoşlanmıyor, “Türkiye’de
iş adamları sizli-bizli hitap eder birbirine”
diyor. “Et mi, balık mı?” diye soruyor. “2
gündür öğlen akşam balık yiyoruz, bu sefer
et olsun” diyorum. Bize ne hazırlayacak
meraktayım. Sabah kahvaltısında akşam
yemeğini düşünür haldeyim ama zaten adada yapacak daha iyi bir şey yok. Ya yemek
yiyeceksin ya ne yiyeceğini düşüneceksin.
Zeynep gelince Limani’ ye gidiyoruz. Adadan dönmek yerine bir gece de Limani’ de
kalmaya karar veriyoruz. Zeynep Rıfkı ile samimiyet kurarken ben Limani’nin sahibi Akın
ile o Asos’a gitmeden kısa da olsa sohbet
ediyorum. Rıfkı, Akın’ın Fransız bulldog cinsi
henüz yavru köpeği.
Öğreniyorum ki Limani (eski Zafer Otel) adanın ilk oteliymiş. 40 yıldır bakım & onarım
görmeyen bu otelin işletmesini almış Akın.
Otel işletmecisi dedim ama Akın 29 yaşında
genç bir girişimci. Kıbrıs’ta okurken oradan
öğrenci olarak Sidney’ e gidiyor. Halkla
ilişkiler, reklamcılık dersleri arasında harçlık
kazanırım diye restoranlarda çalışmış. Sonra
pub & restoran işletmiş. Türkiye’ye dönmeye
karar verince de kendine yer bakmaya
başlamış. Ailesinin Çanakkale’de de Limani
isimli bir oteli var (www.limanihotel.com).
Akın hafta sonları adaya sık sık gelir, arkadaşlarının evlerinde kalırmış. O tatillerden
birinde bulmuş burayı. 8-9 ay gibi kısa bir
sürede inşaatı tamamlamış ve 11 odalı bir
butik otel yaratmış. Odaların dekorasyonu
sade ancak her ihtiyaca cevap veriyor.
Sabah kahvaltılarının ve akşam yemeklerinin yendiği Raki restoranın hafif retro tarzı
dekorasyonuna ise bayılıyorum. Tezgah üzerindeki manav tartısı, mavi koltuklar ile eski
telefon benim olsun istiyorum. Akın otelle
ilgili projelerini, hayallerini de anlatıyor. Arka
bahçede doğal tarım yaparak kendi sebze
ve meyvelerini yetiştirmek istiyormuş. Doğal
üretimden söz ederken çevre konusuna da
değiniyoruz. Otelde plastik şişe kullanılmıyor, sular bile cam şişede ikram ediliyor,
mutfakta kullanılan yağlar ayrıştırılıyor ve
Çanakkale’deki sanayiye gönderiliyormuş.
Çevreye duyarlı olması ile de Limani kalbimi
kazanıyor. Zeynep Rıfkı ile geliyor, Akın’a iyi
yolculuklar diliyoruz ve denize girmek üzere
Akvaryum koyuna gidiyoruz. Akvaryum
koyunda su cam gibi ve çok soğuk. Dün
denize ayağını sokmaktan ileri gidemeyen
ben koşarak giriyorum suya. Zeynep kıyıdan
bana el sallıyor, onun suya girmeye niyeti
yok. Denizde adada yazlığı olan teyzelerle
90
AĞUSTOS 2011
ISSUE
sohbet ediyorum. “Sulubahçe’ye de gidin
denize girmeye” diyorlar. Akvaryum’ da tesis
yok, duş, yok, tuvalet yok. Bikinisini havlu
altından iki dakikada değiştiren kadınlara
şapka çıkartıyorum.
It is our third day on the island. Zeynep
goes to visit vineyards and to taste vine.
I go for a walk. I drop in our neighbours,
the women opposite our hotel then I go to
the open market and to the post office to
send some postcards. We have reservation
for dinner at Maya. Selçuk Aylan, the owner
of the restaurant calls us. He doesn’t like to
be addressed formally and says Turkish businessmen speak to each other in a formal
way. “Meat or fish?” he asks. “We’ve always
eaten fish for lunch and for dinner , we’d
better eat meat this time” I say. I wonder
what he is going to prepare for us. I think
of dinner while I eat breakfast just because there isn’t any better thing to do on the
island. You should either eat something or
think what you are going to eat next. We go
to Limani when Zeynep comes. We decide
to stay at Limani one more night. While
Zeynep is getting acquainted with Rıfkı, I
have a short chat with Akın, the owner of
Lİmani, before we leave for Assos. Akın’s
French boxer is still a puppy.
sent to Çanakkale for the related industry.
Being so sensitive to the environment, this
hotel appeals to me further. Zeynep shows
up with Rıfkı, we wish Akın a nice trip and
go swimming in the Akvaryum Bay. Water
is crystal clear but rather cold in the bay.
Although I didn’t dare to go any further than
walking at ankle deep yesterday, today I run
into the sea excitedly. Zeynep waves at me
at the seaside; she doesn’t wish to swim at
all. I talk to
the women who own summer resort houses
on the island. They say, “Why don’t you go
to Sulubahçe to swim?” There aren’t any
facilities here in Akvaryum, no showers, no
toilets. I admire the women who change their bikinis in a few minutes under their towels.
I learn that Limani (the former Zafer Hotel) is
the first hotel on the island. Akın isin charge
of this hotel, which hasn’t been renovated
for 40 years. The hotel manager Akın is a
29 year old enterpriser. He went to Sidney
when he was a student in Cyprus. While
studying public relations and advertising, he
worked at restaurants so as to make his living. Then he runs a pub& restaurant there.
When he decides to get back to Turkey, he
starts looking for a place to run. His family
has got a hotel called Limani in Çanakkale
(www.limanihotel.com). Akın used to come
to the island and stay there at his friends’
house. He finds this place during one of
those trips to the island. He completes the
construction in a short time as 8-9 months
and creates a 11- room boutique hotel. The
correlation of the rooms is simple but they
serve all needs. I love the light traditional
decoration of the Raki restaurant where
breakfast and dinner are served. I’d like to
own the greengrocer scale placed on the
counter, the blue armchairs and the old
telephone.
Akın tells us his projects and dreams about
the hotel. He wishes to grow his own vegetables and fruits with natural farming in the
back garden. Besides natural production, we also talk about the environmental
issues. No plastic bottles are used in the
hotel, water is served in glass bottles, the
oil used in the kitchen is separated and
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
91
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Acıktığımıza karar verip Sulubahçe tarafına
gidiyoruz. Adanın en eski restoranı olan ve
üç kuşaktır işletilen Koreli’ de öğle yemeği
yiyoruz. Mücver, zeytinyağlı fasulye ve
semizotu salatası sipariş veriyorum, her birinden yarım porsiyon. Zeynep mantı istiyor.
Benim fasulyeme ekmek banmaya başladığı
zaman garsona dönüp; “ Bu kadının yemeğini hemen getirin yoksa aç kalacağım”
diyorum. Garson halimize gülüyor, biz daha
çok gülüyoruz. Yemek sonrası “Bi tavla patlatsak, bi de demli çay olsa” diyor Zeynep.
Koreli’ de demli çay olmadığını öğreniyoruz.
Hayal kırıklığı. Zeynep; “Nasıl demli çay
olmaz, bunu da yaz bloguna” diyor.
Sulubahçe’ ye gelince havlumu seriyorum,
benim için uyku vaktidir diyerek gözlerimi
kapatıyorum. Çalışan insan için ne büyük
lütuftur öğle uykusu. Akşamüzeri Zeynep’le
denize giriyoruz. Otele dönerken Lodos’
a uğrayıp karadut reçeli ile servis edilen
sakızlı muhallebiden gene yesek mi diye
düşünürken kendimizi Lodos’ ta sakızlı
enginar, zahter salatası, taze iç bakla, Girit
mücveri sipariş ederken buluyoruz. Türkan
Hanım bizi tekrar görmekten memnun.
Kendisini masamıza buyur ediyoruz. Sohbet
gene ada hayatı ve yemek üzerine. Bendeniz halimden memnun, ağzım, gözlerim,
kulağım, midem bayram etmiş oturuyorum.
Biz tam kalkarken Lodos’un garsonları için
özel dikilmiş mavi t-shirtler geliyor. Türkan
Hanım bizi de demirbaştan sayıyor ve t-shirt
hediye ediyor. İyi, güzel yedik de 2 saat
sonra akşam yemeği rezervasyonumuz var.
Bu mide sınırlarını ne kadar zorlar? Adadan
kaç kilo alınıp dönülür? Otele gidip, derhal
hazırlanıp çıkıyoruz.
92
AĞUSTOS 2011
ISSUE
We head towards Sulubahçe making sure
that we feel hungry. We have lunch at Koreli,
the oldest restaurant on the island which
has been run for three generations.
I order half portion of each of mücver, beans
cooked with olive oil and purslane salad
dishes. Zeynep asks for mantı. When she
started to dip her piece of bread into the
stew of my beans, I call the waiter and say,
“Please bring this lady’s food or else I will
die of hunger.” The waiter smiles at us and
we laugh a lot. After lunch Zeynep says,
“What about playing a game of backgammon and have some nice cup of tea?” We
feel disappointed when we know that they
Koreli don’t serve any tea at Koreli. Zeynep
says to me angrily, “How come they don’t
serve tea? Take a note of this in your blog,
please.”
When we arrive at Sulubahçe, I spread my
towel on the ground and lie down on it and
close my eyes. What a nice gift it is for a
working person to have a nap in the afternoon! I have a swim with Zeynep in the evening. We are just about to wonder if we eat
that pudding with mastic served with black
mulberry jam then we change our minds
and happen to order artichoke with mastic,
zahter salad, fresh kidney beans, Crete
mücver at Lodos. Türkan Hanım is pleased
to see us again. We invite her to our table.
The talks are again on life on th island and
foods. I am personally quite satisfied with
what I hear, see and eat. Specially made
blue T-shirts for the waiters of Lodos are
brought. Considering us as the members
of the staff, Türkan Hanım gives us each a
T-shirt as a present. Though we have eaten
very well, we still have a reservation for dinner in two hours. I don’t know how long this
stomach of mine is going to bear so much
food? How much weight am I going to put
on? We go to our hotel, get prepared and
leave for dinner again.
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
93
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Selçuk Aykan’ın bağ evini akşam karanlığında bulmak o kadar da kolay olmuyor. Adanın
içerisine giden yolda 2. Amerikan Çeşme’yi
geçtikten hemen sonra sola döndüğünüzde
toprak yolu takip edip ulaşıyorsunuz bağ
evine. Selçuk bizi kapıda karşılıyor. Maya’ da
sadece 3 kişi çalışıyor ve maksimum 12 kişi
için yemek yapılıyor. Tüm yemekleri Selçuk
kendi yapıyor ama yakın zamanda işe başlayan bir de yardımcısı var. Masamıza önce
hepsi kendi imalatı olan farklı peynirlerle
dolu bir tabak geliyor. Sonrasında da bir
şarküteri tabağı, zeytinyağlı fasulye, havuçlu
meze, sebze ızgara. Etlerimiz lüks restoranlardaki gibi tahta servis üzerinde sunuluyor,
seçiyoruz ne istediğimizi. Selçuk mangalın
başına geçiyor. “Çok çeşit yok bizde ancak
her şey taze, siz gelmeden 2 saat önce
yapılıyor” diyor.
İlk sorusu “Burcun ne?” oluyor. Burcunu
bilen ama yükselenini bilmeyen ben hemen
canlı bağlantı ile anneme soruyorum.
Doğum saatim öğreniliyor, Ipad’ten bakılıyor
yükselenime. Selçuk’la burcumuz aynı
ama yükselenimiz farklı. Sonra muhabbet
işe geliyor. Selçuk Rusya, İngiltere, Suudi
Arabistan gibi birçok ülkede çalışmış finans
sektöründe. Sonra danışmanlık vermeye
başlamış. Adaya yerleşmeye de kızı Konca
Aykan sayesinde karar vermiş. Kızı bulmuş
bu evi ona. Üç senedir yılın nerdeyse 10
ayını bu evde geçiriyormuş. “finans sektöründe başkaları için yaşıyordum, şimdi ise
kendim için yaşıyorum” diyor. Küçük ama
profesyonel bir mutfak yaptırmış. Şimdilerde
kahvaltı ve akşam yemeği sunuyor misafirlerine. Evini çevreleyen yaklaşık 10 dönümlük
bağda Merlot, Cabernet Sauvignon ve
Kuntra üzümleri yetiştiriyor ve kendi şarabını
kendi yapıyor. Bize de şaraplarından ikram
ediyor. Bir arkadaşımın evinde yemeğe
gelmiş hissindeyim. Neden peynir ürettiğini
sorduğumda ise; “İstediğim damak tadında
peyniri adaya getirmek çok pahalı olduğu
için ve zaman zaman da istediğim gibi peynir bulamadığımdan, yani sırf kendim için
üretmeye başladım” diyor. Selçuk arada
içeri gidiyor, bilgisayarda çalan CD’yi değiştiriyor. Yemek sırasında ortak tanıdıkların
listesi dökülüyor.
Bir dönem Manajans’ta çalışan Zeynep,
Manajans’ın eski ajans yöneticisi Deniz
Barlas’ın Selçuk’un komşusu olduğunu
öğrenince çok şaşırıyor. Selçuk bir-iki telefon
konuşması yapıyor. Yarım saat sonra Deniz
Barlas ve Polente’nin sahibi Hüseyin Bey
geliyor. Masamıza oturuyorlar. Bu sırada
Zeynep köpekleri görmek istiyor. Selçuk’un
Tara ve Uzo adında iki tane kurt köpeği var.
Yeni şaraplar geliyor, purolar yakılıyor. Sohbet alıp başını gidiyor. Keşke diyorum Sakallı
da burada olsaydı. Hüseyin Bey 4 yaşından beri adalı. Adada herkesi tanıdığı gibi
94
AĞUSTOS 2011
ISSUE
İstanbul’da da nerdeyse tanıdığım herkesi
o da tanıyor. Adada yaptıklarımızı ve ertesi
gün yapacaklarımızı anlatınca; “Böyle olmaz
canım, sizi bir gün de ben gezdireyim,
adayı turist gözü ile değil, adalı gözü ile görürsünüz” diyor. Bu teklife nasıl hayır derim?
Polente’ ye tekrar gidersek Karadut, vişne
ve gelincik votkalarını denememizi öneriyor.
Deniz Barlas’ın hikayesi de Selçuk’ inkinden
farksız. Uzun yıllar yoğun tempo reklam sektöründe çalış, ajans yöneticisi ol, sonra “Ben
ne kadar böyle devam edeceğim, hayat
geçiyor” de ve yaşamak istediğin hayatı bul.
Deniz’in adadaki evi Selçuk’un evinin yanında. Komşular. Ancak bir de şehirde (Adalılar
adanın merkezine “şehir” diyor) bir evi var.
Şimdilerde dükkan olmuş. Bizi davet ediyor.
Bu sezon ilk defa yaptığı takıları, çantaları
satacak, orayı hem dükkan hem atölye gibi
kullanacakmış. Ertesi gün yola çıkmadan
uğrayacağımızı söylüyoruz. Aslında kalkmak
istemiyoruz ama ertesi gün dönüyoruz, yola
yorgun çıkmayalım diyoruz…
It isn’t easy to find Selçuk Aykan’s house in
the vineyard in the dark of the evening. Just
after passing the second American fountain
on the road leading to the inner parts of the
island, we turn left and follow the unpaved
road and reach the house in the vineyard.
Selçuk welcomes us at the gate. Only 3
personnel work and maximum 12 people
eat at Maya. Selçuk cooks all the food but
he has got also an assistant who has just
started to work there. First, we are served a
dish full of different kinds of cheese which
are all made by Selçuk himself. After that a
dish of delicacy, beans cooked with olive
oil, an appetizer made with carrots, vegetables and grilled meat are served. Meat is
served on a wooden counter and we make
our choice just as in luxurious restaurants.
Selçuk is in charge of the barbecue. “We
don’t have so many choices here, however,
all is fresh and everything is cooked 2 hours
before you arrive,” Selçuk says. The first
question he asks is, “What’s your star?” I
know what my star is but as I don’t know
what my rising one is I try to ask my mum
with live connection. The time I was born is
recorded and I search for my rising star on
he ipad. I am the same star with Selçuk but
our rising ones are different. Then, we start
talking about business life.
Selçuk worked in finance sector in many
countries like Russia, England and Saudi
Arabia. Later he worked as a consultant.
And he decided to settle on the island when
his daughter insisted on it. It was his daughter who discovered this house for him. Now
he spends almost 10 months of the year in
his house. “In the finance sector I used to
live for the others but now I live for myself,”
he says. He’s had a small but professional
kitchen designed. Nowadays, he offers his
guests breakfast and dinner. In the vineyard
of about 10 hectares surrounding his house
he grows Cabernet Sauvignon and Kuntra
grapes and makes his own wine. He offers
us wine and I feel as if I am at a friend’s
house. When I ask him why he produces
his own cheese, he replies, “As it is rather
expensive to bring the cheese I want to
the island and I can’t always find the right
cheese, I started to make my of cheese just
to suit to my palate.” Selçuk comes in from
time to time and changes the CD playing
in the computer. The names of common
acquaintances are mentioned during the
dinner. Zeynep gets amazed when she
hears that her old agency manager Deniz
Barlas in Manajans she worked for is
Selçuk’s neighbour. Selçuk makes a few
telephone calls. Deniz Barlas and the owner
of Polente, Hüseyin Bey show up in half
an hour. They sit at our table. Meanwhile,
Zeynep wants to see the dogs. Selçuk has
two wolves named as Tara and Uzo. More
wine is offered, cigars are lit. chatting goes
on and on. I wish Sakallı was here, I think to
myself. Hüseyin Bey is an islander since 4.
He not only knows everybody on the island,
but he also knows almost everyone I know
in İstanbul. When I tell him what we do and
what we are going to do on the island, he
says, “That’s not the way to see this island, I
am going to guide you and you will observe
the island not through the eyes of a tourist
but through the eyes of an islander.” How
could I say no to an offer like this? He also
suggests that we try black mulberry, sour
cherry and poppy vodkas the next time we
visit the island. The story of Deniz Barlas
isn’t so different from that of Selçuk’s. Having worked hard for the advert sector for a
long time promoting to be the manager now
he says, “I wonder how long this will last,
life is getting shorter.” Fortunately, he finds
at last the way of life he prefers. Deniz’s
house is near that of Selçuk’s. They are
neighbours. But he has another house in
the “city” (the islanders call the centre of the
island “the city”). Now it serves as a shop.
He invites us there. He is planning to sell the
accessories and bags there he first made
for this season. We promise him to drop in
before we set off the next day. Although we
don’t want to leave the restaurant, thinking
that we shouldn’t be tired the next morning
we get back to our hotel.
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
95
SEYAHAT - TRAVEL
26
İSTANBUL & ISTANBUL
Son gün sabah aynı zamanda Raki restoran
olan otelin kahvaltı salonunda harika bir
kahvaltı ediyoruz. Tabaklarımıza konan “pişi”
ile (Bir tür pişmiş hamur –içi boş ya da peynirli olarak servis edilir) çocukluk günlerime
dönüyorum. Fonda Radyo Beyoğlu çalıyor.
Şarkılar süper. Zeynep dün akşam Rıfkı ile
birlikte yatmış, ancak akşam resepsiyonda
bekleyen görevli bu durumu diğer arkadaşlarına söylemeyi unutmuş. Tevekkeli değil
sabah herkes Rıfkı’yı göremeyince panik
halinde dolanıyordu ortalıkta. Kahvaltı sonrasında uğrayacağımız iki yer var. Adada yeni
açılan Eski Postane Oteli ve Deniz Barlas’ın
Namazgah Meydanı’ndaki dükkanı. Eski
Postane Oteli 1800’lü yıllarda Bozcada
Gümrük Karakolu olarak inşa edilen bina
Cumhuriyet döneminde postane olarak hizmet vermiş, adını da zaten buradan alıyor.
Otelin sahibi, aslında mühendis olan Füsun
Hanım (Ölmez) uzun yıllardır yaz tatillerinde adaya gelenlerden. Sonrasında o da
adaya yerleşme ve burada bir şeyler yapma
kararı vermiş. 2010 yılının Şubat ayında bu
binayı bulunca da isteğine kavuşmuş. Biz
gittiğimizde mutfak henüz kahvaltı servisini
yeni bitirmişti. Kolalı beyaz örtüler, çeşit
çeşit poğaçalar, gelincik, karpuz, domates,
portakal kabuğu reçelleri, patlıcanlı börek,
incir marmelatı… Eski Postane’nin kahvaltısı meşhur dememe gerek var mı? Otelin
7 odası var. Füsun Hanım her şeye çok
özenmiş, bembeyaz dantelli, kenarlarında
E.P. işli nevresim takımları, havlular, buram
buram lavanta kokan yüksek tavanlı odalar.
Sandviç diye de bir pencere yapmışlar.
Adada denize gitmeden yanında içeceğini,
yiyeceğini götürmek isteyenleri düşünmüşler. Haklılar da, zira adadaki her plajda
yemek yiyebileceğiniz bir kafe, restoran
vs. bulunmuyor. Füsun Hanım’ın ada ilgili
daha pek çok hayali var. İlk arzusu, otelin
oda sayısını arttırabilmek. Daha oturmak
istiyorduk ancak feribota binmeden Deniz
Barlas’ın da butiğine uğramak istediğimiz
için Füsun Hanım’a veda etmek zorunda
kalıyoruz. İstanbul’a dönüş yolunda yiyelim
diye meyve alıyorum. Meyveler kese kağıdı
ile veriliyor, poşet torba yok. Sonradan
öğreniyorum ki 5 Haziran 2011’de Belediye
naylon, plastik poşet kullanımını yasaklamış
adada. Mutlu oluyorum, keşke diyorum büyük şehirlerde de bu sistem benimsense.
On our last day, we have a wonderful
breakfast in the breakfast lounge of the
hotel which also serves as a raki restaurant.
When I am served a dish of “pishi” ( a kind
of cooked dough hollow or with cheese
inside), I recall my childhood days. Super
songs are heard from the Radio Beyoğlu in
the background. I hear that Zeynep slept
with Rıfkı last night, however, the attendant
in charge of the reception forgot to tell
96
AĞUSTOS 2011
ISSUE
this to his friends. Now I understand why
everybody is rushing around in panic when
they can’t see Rıfkı. We still have two places
to visit after breakfast. The Old Post Office
Hotel, which is new on the island and the
store of Deniz Barlas in the Namazgah Square. The Old Post Office Hotel, which was
build as a Customs House in 1800s, served
as a post office during the Republic days
and named after it. Füsun Hanım (Ölmez),
actually an engineer and the owner of the
hotel, is one of those who used to come
to the island during summer holidays for
many years. Then, she decides to settle and
do some work here. She achieves her aim
when she finds this building in February in
2010. When we arrive, the kitchen is about
to end the breakfast service. We notice white table clothes, variety of pastries, poppy,
water melon, tomato, orange jams, eggplant
pies and fig marmalade. I don’t think I need
to tell you that the breakfast in The Old
Post Office is famous. The hotel has got 7
rooms. Füsun Hanım cared too much about
everything in the hotel, which quite clearly
reflects on the laced snow white bed sheets, towels and the rooms with high ceilings
smelling lavender. The hotel prepares a
kind of lunch box called sandwich for those
who wish to take their food and drink to
the seaside. Considering that there are no
cafés, restaurants etc. where you can have
something to eat and drink at the beaches
of the island, this seems to be good idea.
Füsun Hanım has got many more dreams
about the island. Her first wish is to increase
the number of the rooms of her hotel. We’d
like to stay here more, but because we
want to call at the boutique of Deniz Barlas
before we get on the ferry, we have to say
goodbye to Füsun Hanım. I buy some fruits
to eat on our trip back to İstanbul. Fruits are
sold here not in nylon but in paper bags. As
I know later, the municipality bans the use
of nylon and plastic bags on the island in
June 5, 2011, which makes me feel happy
and I wish the same system was applied in
big cities as well.
bırakmak, işten sıyrılmak gerektiğinden söz
ediyoruz. Ortak noktamız ada. Zeynep’le
Deniz’e komşu olmayı planlıyoruz. Deniz
bu kararımızdan çok memnun; “O vakte
kadar beklemeyin, sık sık gelin adaya”
diyor. İstemesek de kalkıyoruz. Yol üzerinde
gördüğüm Bozcaada Kitapçısı’na uğramak
istiyorum ancak kapalı. Dükkanın kapısındaki yazı Bozcaada’nın felsefesini ve aslında
çoğumuzun hayalini anlatıyor; “Bazen
Kapalıyız”.
Zeynep and I walk towards the Namazgah
Square. At no 27 on the Namazgah street
we see the store of Deniz Barlas, which
she calls “Swiss Pocketknife”. The handmade bead necklaces from Deniz Barlas,
silver accessories designed by her, bags
made with flowered material each of which
is in different patterns, Lisa Corti pillows,
specially made armchairs are all sold in this
tastefully decorated store. It also has an excellent garden. Deniz offers us homemade
plum drink. We begin talking sitting in the
garden. They are planning to transform this
store into a painting and ceramic workshop
in winter. We talk about the difficulties the
women suffer during their work and giving
up all that stressful routine when we get old
enough when the time comes. The island is
our common subject. Zeynep and I plan to
be neighbours with Deniz and she is very
pleased to ear our plan. She says, “You
don’t need to wait for such a long time, you
should come here very often.” We leave the
store unwillingly. I want to call at the Bozcaada Bookstore but it is closed. The notice
which says, “We are sometimes Closed” on
the door of the store actually reflects the
philosophy of Bozcaada
Otele dönüp eşyalarımızı arabaya koymadan önce ModAda’yı keşfediyoruz.
Kendi üretimleri olan seramik biblolar ve
kıyafetlerin satıldığı bu dükkândaki melek
figürlerine bayılıyorum. Mavi tonlarda iki
meleği başucuma koymak üzere satın
alıyorum. Zeynep’in tercihi kırmızıdan yana.
Dükkândaki kıyafetler de gene dükkânın
sahibi Hülya Koloğlu tarafından tasarlanıp
dikilmiş. Alışverişimizi tamamlayıp öğle yemeği için Limani Otel’e geri dönüyoruz. Raki
Restoran’ın en güzel manzaralı masasına
oturuyoruz. Mutfak Ramazan Bey’den soruluyor. Menüde asma yaprağında enginar,
kabak çiçeği dolması, kabak çiçeği kızartması, kalamar, ahtapot, lor peynirli biber
kızartması var. Yemek sırasında Ramazan
Bey’le koyu bir yemek sohbeti yapıyoruz.
Yemeği sevdiğimizi ve değişik tatlar denemek istediğimizi anlayınca bize tereyağında karides getiriyor, böcek ayıklama işini
Zeynep’e bırakıyorum. Tatlı olarak ise fırında
helva deniyoruz. Ramazan Bey bizim yeme
potansiyelimizden biz onun yemeklerinden
memnun masadan kalkıyoruz. “Müşterilerimizin yaptığımız yemekleri beğenmesi,
tabakların boşalması bizim için en büyük
mutluluk” diyor. Biz adadan ayrılırken Ramazan Bey’in pek mutlu olduğunu söylememe
gerek var mı? Zeynep’in Rıfkı ile vedalaş-
ması uzun sürüyor. Dönüş yolunda ikimiz de
gayet sessiz haldeyiz. “Neden dönüyoruz?”
diye soruyoruz birbirimize. Sonra bu soruyu
sormanın bizi mutsuz ettiğini fark edip onun
yerine “ Ne zaman adaya dönüyoruz?” diye
sormaya başlıyoruz.
Before we go back to our hotel and pack
our suitcases and put them in the car, we
explore ModAda. I love the items in angel
figures among the other things such as
handmade ceramics souvenirs and garments sold in this store. I buy two of those
blue angels to put on my bedside table.
Zeynep prefers the red ones. The garments
in the store are designed and made by the
store owner Hülya Koloğlu herself. After
finishing our shopping, we go back to Hotel
Limani for lunch. We sit at the table with the
best view in the Raki restaurant. The kitchen
is in the responsibility of Ramazan Bey.
On the menu are artichokes wrapped in
vine leaves, stuffed zucchini flowers, fried
zucchini flowers, squids, octopus, fried green peppers with special cheese. We start
an enthusiastic conversation with Ramazan
Bey at lunch time. When he understands
that we love eating and try different tastes,
he brings us shrimps fried in butter and I
give the task of cleaning the shrimps from
their crusty covers to Zeynep. As dessert we
try helva baked in the oven. When we leave
the table, Ramazan Bey is as much satisfied
with our eating manner as we are with his
foods. “It is the happiest thing for us to see
our customers empty their plates satisfied
with our foods,” he says. Do I have to tell
you how happy Ramazan Bey is when we
leave the island? It takes some time for Zeynep to say so long to Rıfkı. On our way back
both of us are silent and ask each other the
same question, “Why are we getting back?”
Zeynep ile Namazgah Meydanı’na yürüyoruz. Namazgah Caddesi üzerinde 27
numarada Deniz Barlas’ın “İsviçre Çakısı”
olarak nitelendirdiği dükkanı. Deniz Barlas’ın
elde yaptığı boncuk kolyeler, kendi tasarladığı gümüş takılar, her biri ayrı desende
çiçekli kumaştan yapılmış çantalar, Lisa
Corti yastıklar, özel yapım koltuklar satılıyor
dükkanda. Özenle döşenmiş. Harika da bir
bahçesi var. Bize erik şurubu ikram ediyor
Deniz. Bahçede oturup sohbete dalıyoruz.
Kışları bu dükkanı resim ve seramik atölyesine çevirmeyi planlıyorlar. İstanbul’dan, iş
hayatının kadınlar üzerindeki zorluklarından,
yaş kaça gelince artık yetti deyip tempoyu
İST&IST
AĞUSTOS 2011
ISSUE
26
97

Similar documents

FİNANS TERİMLERİ TÜRKÇE

FİNANS TERİMLERİ TÜRKÇE New York Stock Exchange ve World Bank gibi uluslararası beş önemli finans kurumunun HaziranTemmuz 2010 basın bültenlerini ve yıllık faaliyet raporlarını inceledim. Hepsinde sıkça tekrarlanan teriml...

More information

tık tık! - Seyahatperest

tık tık! - Seyahatperest üst hem alt kattaki mağaraları gezebilirsin. Hava güzelse şehre yarım saat uzaklıktaki Harissa’ya git. Her gün sabah 10:00’dan akşam 22:00’ye dek çalışan teleferiğe binerek binalara dokunacak kadar...

More information

Deneme sınavı

Deneme sınavı yerleştirilen kameralar aracılığıyla da yapılan araştırma, televizyon açıkken gençlerin cep telefonu, bilgisayar, dergi gibi başka şeylerle uğraştıklarını ya da kendi aralarında sohbet ettiklerini ...

More information

Tasted Journal - Patricius Borház

Tasted Journal - Patricius Borház These criteria are in place at caveCo’s tasting facilities, located in the isolated basement of the building. The room temperature oscillates around 20°C (+/-2°C), the humidity of the air is perman...

More information

Basecamp bir proje yönetim yazılımıdır. Yürüttüğünüz projeyi

Basecamp bir proje yönetim yazılımıdır. Yürüttüğünüz projeyi 1. Discussions : Bu alan tartışma başlatma alanıdır. Örnek pojede 19 adet tartışma başlığı açılmış. Detaylı açıklamada nasıl kullanıldığını göreceğiz. 2. To-dos : Yapılacaklar listesidir. Kişilere ...

More information