SAĞLIK ve SU KÜLTÜRÜ - Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği

Transcription

SAĞLIK ve SU KÜLTÜRÜ - Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği
SAĞLIK ve SU KÜLTÜRÜ
GESUNDHEIT und WASSERKULTUR
HEALTH and WATER-CULTURE
Editörler
ARIN NAMAL
AYŞEGÜL DEMİRHAN ERDEMİR
BOZENA PLONKA SYROKA
Istanbul 2014
ISBN: 978-605-85322-0-5
SAĞLIK ve SU KÜLTÜRÜ
GESUNDHEIT und WASSERKULTUR
HEALTH and WATERCULTURE
Editörler
ARIN NAMAL,
AYŞEGÜL DEMİRHAN ERDEMİR,
BOZENA PLONKA SYROKA
© Arın Namal, Ayşegül Demirhan Erdemir, 2013
Birinci Baskı: 2014
Baskı: Reis Dijital Baskı Sistemleri (0212 501 59 57)
Kapaktaki minyatür: Ressam Gaye Özen
Kitap kapağındaki minyatür çalışmasından dolayı
değerli sanatçı Gaye Özen’e teşekkür ederiz.
Bu kitabın, 5846 ve 2936 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası Hükümleri gereğince yazarın yazılı izni
olmadan kitabın bir bölümünden alıntı yapılamaz, fotokopi yöntemiyle çoğaltılamaz, resim, şekil,
grafik, vb.’ler kopya edilemez. Her hakkı Editörlere aittir.
İçindekiler
Önsöz .......................................................................................................................................................................... v
Vorwort ...................................................................................................................................................................... vi
Preface ....................................................................................................................................................................... vii
DIE NATUR NACHAHMEN UND ÜBERTREFFEN: DIE MINERALWASSERANSTALTEN DES
DR. FRIEDRICH ADOLPH AUGUST STRUVE (1781-1840)....................................................................................1-13
Ingrid Kästner
THE EUGANEAN THERMAL BATHS. A HISTORICAL PROFILE FROM APONUS TO PRESENT ........... 14-24
Giorgio Zanchin
DIE ERFAHRUNGEN DES TÜRKISCHEN REPUBLIKGRÜNDERS MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK (1881-1938) IN KARLSBAD und SEINE FÖRDERUNG DES WISSENSCHAFTLICHEN
UMGANG MIT HEILBÄDERN IN DER TÜRKEI ................................................................................................... 25-40
Arın Namal
PROF. DR. BESİM ÖMER AKALIN’S PAPER ON AFYONKARAHİSAR MINERAL WATER AND
ITS IMPORTANCE FROM THE POINT OF HISTORY OF MEDICINE ............................................................. 41-49
Ayşegül Demirhan Erdemir
KURORT ŚWIERADÓW ZDRÓJ [BAD FLINSBERG] – GESCHICHTE UND GEGENWART....................... 50-54
Bożena Płonka-Syroka, Andrzej Syroka
HEILWASSER, POLITIK, WISSENSCHAFT, KUNSTHANDEL, ENTERTAINMENT –
HUMBOLDTS NETZWERK AUF KUR ..................................................................................................................... 55-60
Petra Werner
DIE J.-A. GÜLDENSTÄDTS VERSUCHPROBEN FÜR DIE KRANKENKUR DURCH DIE
MINERALWARMBÄDER AM FLUSS TEREK .......................................................................................................... 61-68
Olga V. Iodko
„HAST DU GENOMMEN EIN BAD?“ BAD UND KUR IM JÜDISCHEN WITZ .............................................. 69-83
Gerald Kreft
DIE BEHANDLUNG PSYCHISCHER STÖRUNGEN UND FUNKTIONELLER ERKRANKUNGEN
in DEUTSCHEN NATURHEILANSTALTEN VOR DEM ERSTEN WELTKRIEG ............................................. 84-91
Marina Lienert
DISEASE OF THE BARD JULIUSZ SŁOWACKI AT EUROPEAN HEALTH RESORTS ................................... 92-98
Aldona Senczkowska
HEALING WATERS AND HOLY WELLS................................................................................................................ 99-106
Belinda Heathcote
HEALING BATHS IN XIV CENTURY KINGDOM OF NAPLES – POZZUOLI ............................................ 107-114
Małgorzata Chudzikowska-Wołoszyn
DIE GEORGIANISCHE BADEKULTUR IM SPIEGEL DER ROMANE JANE AUSTENS ............................ 115-125
Uta Kästner
THE XIXTH CENTURY PRESS PICTURES IN POLISH KINGDOM AS A SOURCE FOR
A STUDY OF HEALTH RESORT CULTURE ........................................................................................................ 126-130
Jarosław Kita
ORYANTALİST RESSAM JEAN LEON GÉROME’UN “BURSA’DA BÜYÜK HAMAM”
TABLOSUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ................................................................................................................ 131-139
Elvan Topallı
iii
MILITARY SANATORIUM TREATMENT IN THE SECOND POLISH REPUBLIC ..................................... 140-147
Martyna Jurzyk
THE FIRST SUMMER CAMP FOR CHILDREN in RYMANÓW ZDRÓJ........................................................ 148-152
Nina Kapuścińska-Kmiecik
ENGLISH SPAS IN AMERICAN JOURNEY REPORTS AT THE TURN OF
18TH AND 19TH CENTURY................................................................................................................................... 153-160
Katarzyna Stelmasiak
TÜRKÇE TIP YAZMALARINA GÖRE HAMAM ve SAĞLIĞA ETKİSİ........................................................... 161-169
Nil Sarı
BURSA ÇEKİRGE’DEKİ ESKİ KAPLICA ve KENTİN SAĞLIK TURİZMİ POTANSİYELİ.......................... 170-180
Yusuf Oğuzoğlu
HEKİM DAVUD EL-ANTAKİ’NİN HAMAM VE YIKANMA KİTABI ............................................................ 181-184
Sadık Nazik, Funda Kadıoğlu, Selim Kadıoğlu
SLAV MİTOLOJİSİNDE SUYUN İZLERİ............................................................................................................... 185-190
Gönül Uzelli
İNANCIN KUTSALLIĞINDA SU YA DA SUYUN KUTSALLIĞINDA İNANÇ ............................................. 191-195
Zühre İndirkaş
BURSA’DA HAMAM GELENEKLERİ .................................................................................................................... 196-199
Hülya Taş
BURSA KAPLICALARININ ISLAHINA YÖNELİK BİR GİRİŞİM: BURSA KAPLICALARI
TÜRK ANONİM ŞİRKETİNİN KURULMASI ...................................................................................................... 200-210
Seher Boykoy
YALOVA TERMAL KAPLICALARI VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ......................................................... 211-221
Saime Yüceer
TUZLA İÇMELERİ: İSTANBUL’UN YAKININDA ÜNLÜ BİR KAPLICA MERKEZİ ................................... 222-226
Mahmut Gürgan
ESKİ TÜRKLER’DE ÇADIRLARIN SAĞLIK ALANINDA KULLANILIŞLARI .............................................. 227-231
Engin Çoruh
ANKARA’NIN KAPLICALARINA BİR ÖRNEK KIZILCAHAMAM KAPLICALARI
VE MADEN SULARI ................................................................................................................................................. 232-236
Esin Kâhya
“Nevsal-i Afiyet”’de DERİ SAĞLIĞI VE KAPLICALAR ....................................................................................... 237-239
Öztan Usmanbaş
ANKARA İLÇELERİNİN TERMAL TURIZM AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.................................. 240-249
Sevgi ŞAR
BURSA’DA SULAR, KAYNAKLARI İLE KAPLICALAR ..................................................................................... 250-255
Gönül Cantay
KAZ DAĞLARINDA ANTİK DÖNEM KAPLICALARI ..................................................................................... 256-262
Betül Bakır
KONGRE ve SOSYAL PROGRAM ........................................................................................................................... 263-288
iv
Önsöz
Sayın Okuyucu,
Türkiye termal suları, hem debi ve sıcaklıkları, hem de çeşitli fiziksel ve kimyasal
özellikleriyle üstün nitelikler taşımaktadır. Busular, eriyik maden değeri açısından yüksek,
kükürt, radon ve tuz bakımından da zengindir. Jeotermal merkezlerin bazılarında uygun
iklim koşullarının etkisi ile kür mevsimi 200 güne kadar çıkabilmektedir. Araştırmalara göre
Türkiye, termal kaynak zenginliği açısından dünyadaki ilk 7 ülke arasında yer almaktadır.
Tarihimizde kaplıcaların ve şifalı suların önemi çok eski zamanlarda fark edilmiş, sağlıklı
olmak ve sağlığa kavuşmak için onlardan yararlanılmıştır. Anadolu coğrafyasında kaplıcalar,
çok eski zamanlardan itibaren sayfiye kültürü içinde karşımıza çıkar. Ailece kaplıcalara gidip,
orada dinlenmek, tatil yapmak, bir çok aile için gelenek olarak yaşanmıştır. Elbette halk, bir çok
hastalığı için de kaplıcalarda şifa aramış, şifalı su kaynaklarından da yararlanmaya çalışmıştır.
Kaplıcalar hakkında, etkileyici efsaneler, nesilden nesile aktarılmıştır. Polonya da aynı şekilde,
kaplıcaları ve şifalı suları ile büyük bir zenginliğe ve bu zenginliklerden yararlanmaya yönelik
uzun bir geçmişe sahiptir. Türkiye ve Polonya, kaplıcaları ve şifalı sularından yararlanmak
isteyen bir çok insanı tarih boyunca kendisine çekmiştir ve çekmeye devam etmektedir.
Aslında doğanın bir parçası olan insanın, endüstrileşmiş toplumlarda, doğadan kopuk
yaşar hale gelmiş olması ile stres yüklenmesi ve özellikle kronik hastalıkların bu zeminde
arttığı herkesçe bilinmektedir. Bu nedenle günümüzde sağlığın desteklenmesi, hastalıkların
önlenmesi, bunun için doğal tedavi yöntemlerinden yararlanılması ayrı bir önem kazanmıştır.
Kaplıcalar ve şifalı sular, sağlığını korumak isteyen sağlıklı insanı ya da iyileşmek isteyen hasta
insanı, doğanın kucağına davet etmektedir. Sadece bu bile, insanın sağlığına olumlu etki için
atılmış kocaman bir adım, daha ilk hamlede elde edilmiş büyük bir kazanımdır.
Günümüzde hem Türkiye’de, hem de Polonya’da kaplıcalar ve şifalı sular, sağlık turizminin
önemli dallarından biri halini almıştır. Kaplıcaların ve şifalı suların zenginliği ve gördüğü ilgi
bakımından büyük bir benzerliğe sahip iki ülke olan Polonya ve Türk bilim insanları olarak,
su ile tedavilerin insan sağlığındaki önemini ortaya koymak, insanların tarih boyunca bu
tedavilere verdikleri önemi göstermek üzere, 2011 yılında Polonya ve Türkiye bilimsel işbirliği
niteliğinde bir sempozyum serisi başlattık. Bu kitap, her yıl sırayla Polonya ve Türkiye’de
yapılmakta olan sempozyumların ikincisine aittir. Sempozyum bildirilerini bir kitap halinde
toplamanın, gittikçe ilgi odağı halini alan su ile tedavilerin öneminin, daha geniş bir kapsamda
anlaşılmasına hizmet edeceğine inanıyoruz.
Bu sempozyumlara katkısı olan konuk Polonyalı, Alman, Rus, İtalyan, İngiliz ve ülkemizden
meslektaşlarımıza teşekkür ediyoruz.
Saygılarımızla.
Prof. Dr. Arın Namal
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka
v
Vorwort
Verehrte Leserinnen und Leser,
die Thermalwasser der Türkei sind hinsichtlich Strömung und Temperatur sowie ihrer
diversen physikalischen und chemischen Eigenschaften von herausragender Qualität. Auch
enthalten sie einen hohen Anteil löslicher Mineralstoffe und sind reich an Schwefel, Radon und
Salz. In einigen Geothermalzentren beläuft sich die Kursaison aufgrund günstiger klimatischer
Verhältnisse auf bis zu 200 Tage. Studien zufolge steht die Türkei in Bezug auf ihren Reichtum
an Thermalquellen unter den ersten sieben Ländern weltweit. Schon früh in der Geschichte
wurde die Bedeutung von Thermalquellen und Heilwassern bei uns erkannt und man bediente
sich ihrer, um gesund zu werden und zu bleiben. In Anatolien erleben wir die Thermalquellen
schon in alten Zeiten als Teil der Sommerfrische und Erholungskultur. In vielen Familien war
es Tradition, Thermalquellen aufzusuchen, dort Urlaub zu machen und sich zu erholen. Breite
Kreise der Bevölkerung suchten für verschiedenste Krankheiten Heilung bei Thermalquellen
und machten sich möglichst ihre Heilkräfte zunutze. Faszinierende Legenden um die
Thermalquellen wurden von Generation zu Generation überliefert. In vergleichbarer Weise
verfügt auch Polen über großen Reichtum an Thermalquellen und Heilwassern und eine lange
Tradition, Gebrauch von diesem Reichtum zu machen. Im Laufe der Geschichten haben die
Türkei und Polen viele Menschen angezogen, die von ihren Thermalquellen und Heilwassern
zu profitieren hofften, und tun das noch heute. Jeder weiß, dass der Mensch, der ja ein Teil
der Natur ist, in Industriegesellschaften losgelöst von der Natur lebt und sich dadurch Stress
einhandelt, vor allem chronische Krankheiten gedeihen auf diesem Boden gut. Aus diesem
Grund ist es heute von besonderer Bedeutung, die Gesundheit zu bewahren, Krankheiten
vorzubeugen und sich dazu natürlicher Behandlungsmethoden zu bedienen. Thermalquellen
und Heilwasser laden den gesunden Menschen, der seine Gesundheit bewahren möchte, wie
auch den erkrankten Menschen, der Heilung sucht, in den Schoß der Natur ein. Allein dies
ist schon ein großer Schritt, um die menschliche Gesundheit positiv zu beeinflussen, und
ein Pluspunkt gleich beim ersten Schritt. Heute sind Thermalquellen und Heilwasser in der
Türkei und Polen ein wichtiger Zweig des jeweiligen Wellnesstourismus. Wir Wissenschaftler
aus Polen und der Türkei, zwei Ländern, die hinsichtlich des Reichtums ihrer Thermalquellen
und Heilwasser und des Interesses daran große Ähnlichkeiten aufweisen, haben 2011 auf der
Ebene wissenschaftlicher Kooperation zwischen unseren beiden Ländern eine Symposienreihe
ins Leben gerufen, um auf die Bedeutung der Behandlung mit Wasser für die menschliche
Gesundheit hinzuweisen und aufzuzeigen, welches Gewicht die Menschen im Laufe der
Geschichte dieser Therapieform beimaßen. Dieses Buch dokumentiert das zweite dieser
Symposien, die im Jahresrhythmus reihum in Polen und der Türkei stattfinden. Wir sind
überzeugt, dass die Dokumentation der Symposiumsbeiträge in einem Buch dazu dienen kann,
die Bedeutung von zunehmend ins Interesse rückenden Thermal- und Heilwassertherapien
noch weiteren Kreisen deutlich zu machen.
Wir danken den wissenschaftlichen Gästen und Kollegen aus Polen, Deutschland, Russland,
Italien und Großbritannien für ihre Beiträge und wünschen Ihnen eine anregende Lektüre.
Prof. Dr. Arın Namal
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka
vi
Preface
Dear Reader,
Thermal springs in Turkey hold superior qualifications because of both their flow rates and
temperatures and their various physical and chemical features. They have high molten mineral
contents and rich in sulphide, radon and saline. In some of the geothermal centers, under the
effect of appropriate climate conditions, cure season can increase to 200 days. According to
research studies, Turkey places 7th among countries which are rich in thermal springs. The
importance of thermal springs and healing waters has been known since time immemorial
and they have been benefited from to become healthy or recover one’s health. In Anatolian
geography, thermal springs have been a countryside culture since time immemorial. Going to
spas to have a rest and take a holiday as a family has been lived as a tradition for many families.
Of course, people have sought healing at thermal springs for many illnesses of theirs and tried
to benefit from healing water resources as well. Similarly, Poland has a rich number of thermal
springs and healing waters and a long history in relation to the use of this richness. Turkey
and Poland have attracted a lot of people desiring to benefit from thermal springs and healing
waters throughout history and are still attracting.
As a matter of fact, everybody knows that because man, who is a part of the nature, has
ended up in living broken up with the nature in industrialized societies, s/he has a big stress
load and especially the number of chronic diseases has increased in this environment. For this
reason, supporting health, preventing illnesses and benefiting from natural treatment methods
have gained special importance today. Thermal springs and healing waters invite healthy
people who want to protect their health or ill people who want to get well to the bosom of the
nature. But even just this alone is a big step taken for a positive effect on human health, a big
acquisition obtained at the very first attempt.
Today, in both Turkey and Poland, thermal springs and healing waters have become an
important branch of health tourism. As science persons from Poland and Turkey, which are
very similar to each other in terms of richness and popularity of thermal springs and healing
waters, we have started a series of symposia having the characteristic of a scientific cooperation
between Poland and Turkey in 2011 to emphasize the importance of treatments with water on
human health and indicate the importance which people have attached to these treatments
throughout history. This book belongs to the second of the symposia held every year in Poland
and Turkey in regular turn. We believe that collecting symposium papers in a book will serve
to the understanding of the importance of treatments with water, which are becoming the
center of interest, in a broader scope.
We thank and give props to Polish, German, Russian, English, Italian science person
colleagues who have made contributions to these symposia.
Prof. Dr. Arın Namal
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka
vii
Prof. Dr. Arın Namal’ın Açış Konuşması
Sayın Rektör,
Sayın Dekan,
Alman Konsolosluğu’nun Sayın Temsilcisi
DAAD’nin Sayın Temsilcileri,
Sayın Bay ve Bayan Katılımcılar,
Türkiye’nin batısındaki en yüksek dağ olan Uludağ’ın (ermaechtigter Berg), aslında sönmüş
bir volkanın eteklerinde, M.Ö. 4 000’lerde kurulmuş bir kentte, bilinen en eski adı ile Prusa’da
buluştuk. Etrafımız yeşil bir tabiatla ve pek çok maden buyu kaynağı ile çevrili. 2 542 m.
yükseklikteki heybetli dağ, üniversiteye de adını vermiştir. Antik çağın ilk tarihçilerinden
Herodot (MÖ 490-420)’un yazdığı Herodot Tarihiisimli kitapta bu dağın adı “Olympos” dur.
Roma İmparatorluğu’nda resmi din Hristiyanlık olduktan sonra bu dağda keşişlerin yaşadığı
ilk manastırlar kurulmaya başlanmıştır. Bursa, 1326 yılında Osmanlıların eline geçtikten sonra
sayısı 28’e ulaşan manastırların bazıları terk edilmiş, bazılarına Müslüman dervişler yerleşmiş
olsa da, dağ, Keşiş Dağı adıyla anılmıştır. Doğa güzellikleri ile bezeli bu güzel tarihi kentte,
Almanya, Rusya, İtalya, Polonya, İngiltere ve ülkemizden çok değerli bilim insanları ile,
kaplıcaların ve şifalı suların tarihi, kültürlerdeki yeri hakkında bilgi üretmek üzere buluşmuş
olmaktan çok mutluyuz. Bu sempozyum serisini 2011 yılında Polonya’da başlatan, 2013
yılında 3.’sünü Polonya’da düzenleyecek olan ve sempozyumumuzun Onursal Başkanı Sayın
Bayan Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka’ya bizle yakın bir işbirliği kurduğu için gönül dolusu
teşekkürlerimizi sunuyorum. Sempozyumumuzu Deutscher Akademischer Austauschsdienst
parasal olarak desteklemiştir. Hepinize, Sempozyumun Eş Başkanı olarak çok büyük bir sevinç
duyarak hoş geldiniz diyorum. Burada, çevreye bazı geziler de yaparak bilim ve dostluk dolu üç
güzel gün geçireceğiz ve inanıyorum ki bu günler güzel bir anı olarak kalacak, bilim alanındaki
dostça ilişkilerimiz güçlenecek. Biraz sonra başlayacak oturumlarda sunulacak bildirilerin, bu
yıl içinde bir kitapta yayınlanacagını da duyurmak isterim.
Sempozyuma yarin tarihi bir mekanda acilisi yapilacak ve hep birlikte orada bulunacagimiz
Turk hamam ve kaplicalari konulu bir minyatür sergisi armagan eden Hocamız Sayın Prof. Dr.
Nil Sari ve Ressam Jale Yavuz’a da, bilimsel etkinligimize sanatin guzel renklerini ekledikleri
icin ictenlikle tesekkur ediyorum.
Tekrar hoş geldiniz.
Saygılar sunarım.
Prof. Dr. Arın Namal
viii
Begrüssungsrede von Prof. Dr. Arın Namal
Verehrter Herr Rektor,
verehrter Herr Dekan,
verehrte Vertreterin des Generalkonsulats der Bundesrepublik Deutschland,
verehrte Vertreter des DAAD,
verehrte Damen und Herren, liebe Teilnehmende,
Wir treffen hier an den Hängen des Uludağ [mächtiger Berg], dem höchsten Berg im
Westen der Türkei, der eigentlich ein erloschener Vulkan ist, in einer Stadt zusammen, die um
4.000 v. Chr. gegründet wurde und deren ältester bekannter Name Prusa lautet. Um uns herum
liegen grüne Natur und viele heilkräftige Schwefelquellen. Dem imposanten Berg von 2.542 m
Höhe verdankt auch die Universität ihren Namen. In den Historien des Herodot (490-420 v.
Chr.), einem der ersten Geschichtsschreiber der Antike, kommt dieser Berg unter dem Namen
„Olympos“ vor. Als das Christentum im Römischen Reich zur offiziellen Religion wurde,
gründeten Mönche an diesem Berg die ersten Klöster. Als Bursa im Jahre 1326 an die Osmanen
überging, wurden einige der İnsgesamt 28 Klöster verlassen, in manche zogen muslimische
Derwische ein, der Berg aber wurde Mönchsberg – Keşiş Dağı – genannt. Wir sind sehr
glücklich, dass wir in dieser schönen historischen Stadt, die so reich mit Naturschönheiten
gesegnet ist, mit hoch geschätzten Wissenschaftlerinnen und Wissenschaftlern aus Deutschland,
Russland, Italien, Polen, Großbritannien und unserem Land zusammengekommen sind, um
Wissen über die Geschichte der Heilquellen und Heilwasser und ihren Platz in den Kulturen
hervorzubringen und auszutauschen.
Ganz besonders herzlich möchte ich Frau Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka, der
Ehrenvorsitzenden unserer Tagung, dafür danken, dass Sie diese Kooperation mit uns
eingegangen ist. Sie hat diese Tagungsreihe im Jahre 2011 in Polen ins Leben gerufen und
wird auch das 3. Symposium 2013 wieder in Polen abhalten. Vom Deutschen Akademischen
Austauschdienst wird die Tagung finanziell unterstützt.
Als Ko-Vorsitzende der Tagung heiße ich Sie alle mit großer Freude herzlich willkommen! Wir
werden auch Ausflüge in die Umgebung unternehmen und schöne Tage in freundschaftlicher
Atmosphäre verbringen. Ich bin überzeugt davon, dass diese schönen Tage uns allen in
Erinnerung bleiben und unsere freundschaftlichen Beziehungen in der Wissenschaft stärken
werden. Auch möchte ich schon ankündigen, dass die Referate, die wir auf den verschiedenen
Podien, die gleich starten, zu hören bekommen, noch in diesem Jahr in einer Publikation
dokumentiert werden sollen.
Von Herzen danke ich der Medizinhistorikerin Prof. Dr. Nil Sari und der Malerin Jale
Yavuz dafür, dass sie unsere wissenschaftliche Veranstaltung um die schönen Farben der
Kunst bereichern und morgen an einem historischen Ort eine Ausstellung mit Miniaturen zu
türkischen Hamams und Heilbädern eröffnen, und wir alle dabeisein dürfen.
Noch einmal herzlich Willkommen!
Prof. Dr. Arın Namal
ix
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir’in Açış Konuşması
İnsan sağlığını desteklemede ve hastalıkları tedavide suyun iyileştirici gücü, tarih
boyunca bilinmekle birlikte, gittikçe daha iyi anlaşılmakta ve ilgi çekmektedir.19-20 Mayıs
2011 tarihlerinde Zakład Humanistycznych Nauk Wydziału Farmaceutycznego Akademii
Medycznej we Wrocławiu tarafından Polonya Duszniki’de gerçekleştilen “Avrupa’da Spa
Kültürü ‘’ adlı sempozyumun ikincisi, Polonya ve Türkiye arasında tıp tarihi alanında ilk
işbirliğini gerçekleştirmek üzere 7-8 Haziran 2012 tarihlerinde Türkiye’nin kaplıca zenginliği
bakımından dünyaca ünlü kenti Bursa’da düzenlenmektedir. Sempozyum ,Uludağ Üniversitesi
Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi
Tıp Tarihi ve Etik Anabilim dalları tarafından gerçekleştirilmektedir. Sempozyuma Polonya,
Almanya, İngiltere ,İtalya, Bulgaristan ve Rusya’dan tanınmış bilim insanları davet edildiler.
Sempozyumun iki amacı vardır: Birincisi ,Türkiye’deki spaların tarihi üzerindeki çalışmaları
desteklemek, ikincisi , su ile ilgili tedaviler ve tıbbi sular ile ilgili gelenekler ve tarihi çalışmalarla
ilgili Avrupa ülkelerinin çalışmalarını değerlendirmektir.
Sırasıyla Romalıların, Bizanslıların, Anadolu Selçukluların ve son olarak da Osmanlı
Devletinin himayesi altına giren ve Osmanlıların ilk başkenti olan Bursa, tarihi boyunca
birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan eski bir Türk kentidir. Böylece kuruluşundan
itibaren, her döneme ve her kültüre ait geniş bir tarihî mirasa da ev sahipliği yaptı. Bursa, bir
kaplıca ve hamamlar kentidir. Kaplıcalar tarih boyunca tedavi amacıyla kullanıldılar. Bursa’da
fiziksel tedavi yerleri olarak bilinen hamamlar ise çok sayıda olup halkın çok rağbet ettiği
mimari yapılardır. Hamamlar, insanlar tarafından ortaklaşa kullanılan yerlerdir.
Sempozyum Eş-Başkanları, bir bilim tarihi konusu olan spa tarihi üzerindeki çalışmalara
özel bir önem veren Avrupalı ve Türk katılımcıların, bu sempozyumda dostluk bağlarını
geliştireceklerine ve bu bu konuya ilgi duyan herkesi sempozyuma katılacağına inanıyorlar ve
bu konuya ilgi duyan herkesi davet ediyorlar.
Saygılarımla.
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
x
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir’s Opening Speech
Although the healing power of water in supporting human health and curing diseases has
been known throughout history, it is increasingly better understood and attracting attention.
Zakład Humanistycznych Nauk Wydziału Farmaceutycznego Akademii Medycznej we
Wrocławiu carried out the symposium called‘Spa Culture in Europe’ on 19th and 20th May
2011 in Duszniki, Poland. Having participated in this symposium, we, members of Istanbul
University, Istanbul Faculty of Medicine and Bursa Uludag University Faculty of Medicine,
have decided to carry out the second of this symposium as an international one in Bursa, a
city of Turkey which is famous for its spas, on 7th and 8th June 2012 by inviting distinguished
sciencepersons from Poland, Germany, England, Italy, Bulgaria and Russia. The symposium
has two aims. The first of these is to encourage studies on history of spas in Turkey, which
fall short of meeting needs yet, and the second is to introduce relevant studies of European
countries, having strong traditions and important history related to medicinal waters and
therapy with water.
Bursa is an old city of Turkey and it is famous with many Hot Springs and baths. We see
these characteristics of Bursa in some Ottoman Archives. Turkish water architecture had
begun to develop with the Seljukians. Function of the Moslem Religion, for developing of the
baths, was absolutely important, because cleanliness was one of its necessities. The buildings
had been done as paralel to this, because the Moslem Religion had determinated the style of
washing. Turks had arranged a characteristic of inner architecture according to their social
rules and customs.
Bursa, having gone under the hegemonies of Romans, Byzantines, Anatolian Seljuks and
finally the Ottoman Empire and become the first capital of the Ottomans, is a city of spas and
public baths, having hosted a lot of civilizations along its history. Carrying out the symposium
called ‘Spa Culture in Europe’ in this city, which has become very famous for its spas throughout
history, will also enable our foreign scienceperson guests interested in history of spas to see
some of these places.
Symposium Chairpersons believe that European and Turkish sciencepersons attaching
particular importance to studies on history of spas included within the history of science
studies will develop friendship ties in this symposium and this symposium will become the
first of a series of others, and invite everybody showing interest in the matter to become a
participant.
Best regards.
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
xi
Onursal Başkan Prof. Dr. M. Zeki Karagülle’nin Mesajı
Sayın Prof. Dr. Arın NAMAL,
Sayın Prof. Dr. Ayşegül DEMİRHAN ERDEMİR
Değerli Meslektaşlarım,
Avrupa’da Spa Kültürü Sempozyumu’nda aranızda olamayacağım için çok önceden
planlanmış olan aynıtarihlerdeki Japon Balneoloji Derneği Kongresi nedeniyle- çok üzgünüm.
Spa kültürü üzerine toplantının bu kültürün oluşmasında önemli katkıları olan Osmanlı
İmparatorluğu’nun ilk başkenti “Su Şehri“ Bursa’da yapılmasını takdirle karşılıyorum.
Cumhuriyet Türkiye’sinde kaplıcalara verilen önem Mustafa Kemal ATATÜRK’ün destekleriyle
Hıfzısıhha Kanunu’nda 10 maddeninkaplıcalara ve maden sularına ayrılmasında yansımasını
bulmuştur. Bu alanda bilimsel geleneğeöncülük etmek üzere halen başkanlığını yürüttüğüm
Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı daAtatürk’ün direktifleriyle 1938’de
kurulmuştur. Avrupa’nın Kaplıca Tıbbı alanında en eski üniversitebirimlerinden olan Anabilim
Dalımız hem mezuniyet öncesi hem de mezuniyet sonrası tıp eğitiminde, bilimselkaplıca
tıbbı çalışmalarında ve kaplıca tedavisi hizmetlerinde aktif bir şekilde faaliyet göstermektedir.
Bana iletmek nezaketi gösterdiğiniz Avrupa’da Spa Kültürü Sempozyumu Programı ve Özet
Kitabı ilgi çekici sunum ve bildiriler ve kapsamlı bir içerik ile karşı karşıya olduğumuzu
gösteriyor. Desteklemektenonur duyduğum başarılı ve yararlı olacağına yürekten inandığım
toplantınız için sizleri kutluyor, katkıda bulunanlara ve destekleyenlere teşekkür ediyorum.
Bir sonraki toplantınızda sizlerle birlikte olmaktan duyacağım memnuniyeti şimdiden iletmek
istiyorum.
Saygılarımla,
Prof. Dr. M. Zeki Karagülle
xii
Prof. Dr. M. Zeki Karagülle
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi
Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı Başkanı
Gruβwort des Ehrenpräsidenten Prof. Dr. med. M. Zeki Karagülle
Sehr geehrte Frau Prof. Dr. Arın Namal und Frau Prof. Dr. Ayşegül DEMIRHAN ERDEMIR,
Verehrte Kolleginnen und Kollegen, es tut mir außerordentlich leid, dass ich - aufgrund des
Kongresses des Japanischen Balneologischen Vereins, der zeitgleich stattfindet und lange im
Voraus geplant war - nicht an der Tagung Spa-Kultur in Europa teilnehmen kann.
Ich begrüße es sehr, dass die Tagung über Spa-Kultur in der „Wasserstadt“ Bursa, der ersten
Hauptstadt des Osmanischen Reiches, stattfindet, die wichtige Beiträge zur Entwicklung
dieser Kultur geleistet hat. Die Bedeutung, die den Heilbädern in der Türkischen Republik
beigemessen wurde, hat ihren Niederschlag mit Unterstützung Mustafa Kemal ATATÜRKs
darin gefunden, dass zehn Absätze des Hygienegesetzes Heilbädern und Mineralwassern
gewidmet sind. Um dieser wissenschaftlichen Tradition voranzuschreiten, wurde auf Anweisung
Atatürks 1938 der Fachbereich Medizinische Ökologie und Hydroklimatologie gegründet,
den ich derzeit leite. Unser Fachbereich, der zu den ältesten universitären Einrichtungen auf
dem Gebiet der Spa-Medizin in Europa gehört, ist in der medizinischen Ausbildung in der
Vor- und Postdiplomphase bei der wissenschaftlichen Forschung zur Spa-Medizin und bei
Dienstleistungen der Spa-Therapie aktiv tätig.
Programm und Abstract-Band der Tagung Spa-Kultur in Europa, die Sie mir
freundlicherweise haben zukommen lassen, zeigen, dass wir es hier mit attraktiven Angeboten,
Referaten und einem umfangreichen Inhalt zu tun haben. Zu Ihrer Tagung, die ich zu
unterstützen die Ehre habe und von deren Erfolg und Nutzen ich von Herzen überzeugt bin,
gratuliere ich Ihnen und danke allen Beteiligten und Unterstützern.
Bereits jetzt möchte ich zum Ausdruck bringen, dass ich gern an der nächsten Tagung
dieser Reihe teilnehmen werde. Mit freundlichen Grüßen.
Prof. Dr. M. Zeki Karagülle
Vorstand des Fachbereichs Ökologie und Hydroklimatologie
der Medizinischen Fakultät Istanbul der Universität Istanbul
xiii
Begrüssungsrede von Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka,
Ehrenpräsidentin der Tagung
Sehr geehrte Damen und Herren,
ich freue mich ganz besonders, unsere Konferenz zu eröffnen. Ihre zahlreiche Beteiligung
ist Ausdruck des Interesses an der Problematik der Geschichte der Kurkultur, die ein wichtiges
Element der medizinischen Tradition in allen Ländern Europas darstellt. Die Kurbehandlung
stellt auch heute ein wichtiges Element des Gesundheitssystems dar, sowohl im Bereich
Prophylaxe als auch in der Rehabilitation. Die Forschungen zur Geschichte der Kurkultur
hat also auch praktischen Charakter, können sie doch zur Verbesserung der Qualität der
Kurleistungen und zu ihrer besseren Anpassung an die Erwartungen der Patienten beitragen.
Die erste Konferenz aus dem Zyklus “Geschichte der Kurkultur” hat 2011 in Polen
stattgefunden, im bekannten Kurort Duszniki. Zwei Bände mit Materialien dieser Konferenz
werden derzeit gedruckt und erscheinen im Herbst 2012. Das Programm zur Geschichte der
Kurorte wird fortgesetzt. Schon jetzt möchte ich Sie nach Polen einladen Im Mai 2013 wird
im Luftkurort Zachełmie in den Sudeten die nächste Konferenz aus diesem Zyklus stattfinden,
deren Materialien in Polen veröffentlicht werden, in der Reihe „Geschichte der Kurkultur”,
unter meiner Redaktion.
Ich möchte meine Hoffnung zum Ausdruck bringen, dass die diesjährigen Beratungen
einen wichtigen Beitrag zur Forschung zur Geschichte der Kurkultur in Europa leisten und
Gelegenheit bringen, Informationen zu diesem Thema zwischen Forschern aus vielen Ländern
Europas auszutauschen. Unsere Forschungen machen es möglich, bisher unbekannte Aspekte
der Geschichte der Medizin kennen zu lernen, im breiteren historischen Aspekt der Epoche.
Danke für Ihre Aufmerksamkeit.
Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka
xiv
Begrüssungsrede von Dr. Isabell Aydan Risch
Leiterin des DAAD-Informationszentrums Istanbul DAAD - Istanbul
Bilgi ve Danışma Merkezi Müdürü
Sehr geehrte Teilnehmer,
Sehr geehrte Organisatoren dieses Symposiums Frau prof. Dr. Namal und
Frau Prof. Dr. Demirhan Erdemir
Sehr geehrte Ehrenvorsitzende des Symposiums Frau Prof. Dr. Plonka-Syroka
und Herr Prof. Dr. Karagülle
Sehr geehrter Dekan der Medizinischen Fakultät der Uludag Universität
Herr Prof. Dr. Dilek
Sehr geehrter Rektor der Uludağ Universität Herr Prof. Dr. Güllülü
Sehr geehrter Herr Bürgermeister Herr Recep Altepe
Mit wenigen Ländern unterhält Deutschland so enge, vielfältige, komplexe und intensive
Beziehungen auf allen Ebenen wie mit der Türkei. Diese Verflechtungen haben tiefe historische
Wurzeln, die bis in die Zeit des Osmanischen und Deutschen Reiches zurückreichen und
sie werden von einem breiten Spektrum gesellschaftlicher und menschlicher Kontakte
getragen. Die Türkei war, nach den USA, 1933 das bedeutendste Emigrationsland für
deutsche Wissenschaftler, die aus politischen und rassischen Gründen Deutschland unter
dernationalsozialistischen Herrschaft verlassen mussten. Sie sind zumgrößten Teil in den
späten vierziger Jahren des 20. Jahrhunderts wieder nach Deutschland zurückgekehrt. Ihre
Schülerinnen und Schüler sind ihnen als Postdocs nachgefolgt. Dabei trafen in denfrühen
dreißiger Jahren zwei Bewegungen aufeinander: die dynamische Reformpolitik der jungen
türkischen Republik des Staatsgründers MustafaKemal Atatürk und die Vertreibung der
wissenschaftlichen und künstlerischen Eliten aus Deutschland. Dass deutsche Wissenschaftler
in der ersten Hälfte des 20.Jahrhunderts maßgeblich zum Aufbau eines modernen türkischen
Hochschulwesens, insbesondere auch der Medizinischen Fakultät Istanbul beigetragen
haben, ist auch heute noch allerorts imBewusstsein. Zu nennen sind hier beispielsweise Julius
Hirsch,Rudolf Nissen, Hugo Braun, Berta Ottenstein oder Philipp Schwartz,um nur Einige zu
nennen. Die heutige Veranstaltung zeigt die Lebendigkeit des wissenschaftlichen Austausches
zwischen denFachkolleginnen und Fachkollegen beider Länder. Positiv beeindruckend ist die
große Dynamik, mit der das türkische Hochschulsystem im allgemeinen und die medizinische
Ausbildung im Besonderen in den letzten Jahren ausgebaut worden sind: Die Zahl der
Studierenden in der Türkei hat sich innerhalb der letzten zehn Jahren rund verdoppelt und lag
zuletzt bei rund 3,8 Mio. Auch die Zahl der medizinischen Fakultäten ist in den vergangenen
Jahren enorm gestiegen - von 47 medizinischen Fakultäten im Jahr 2000 auf 66 im Jahre 2008
auf aktuell 80. Die deutsch-türkischen Beziehungen sind aber nicht nur mit dem Blick auf die
Vergangenheit ungewöhnlich. Vor 50 Jahren trat das Anwerbeabkommen zwischen Deutschland
und der Türkei in Kraft, das beiden Ländern außergewöhnliche Entwicklungsimpulse gegeben
hat. Bis heute gibt es zudem einen lebendigen Austausch zwischen deutschen und türkischen
Hochschulen:
xv
Insgesamt sind derzeit 731 Hochschulkooperationen (davon 619 ERASMUSAbkommen) zwischen deutschen und türkischen Universitäten im Hochschulkompass der
Hochschulrektorenkonferenz registriert. Die Zahl der Kooperationen hat sich innerhalb
von vier Jahren mehr als verdoppelt. Auch der Deutsche Akademische Austauschdienst trägt
diesen intensiven Beziehungen gegenüber der Türkei Rechnung. Im Austausch mit der Türkei
sind von 1993-2011 mit Mitteln des DAAD 15.059 Studierende, Graduierte sowie Wissenschaftler und andere Hochschulangehörige gefördert worden. 2011 wurden insgesamt (ohne
die europäischen Mobilitätsprogramme) 936 Personen gefördert, davon 635 aus der Türkei
und 301 aus Deutschland. Finanzielle Unterstützung erhalten nicht nur Personen durch
Individualstipendien, sondern auch Hochschulen bei Sommerakademien, Studienreisen,
gemeinsamen Doppeldiplomstudiengängen, Gastprofessuren und wissenschaftlichen
Konferenzen. Ausserdem ist der DAAD in der Türkei flächendeckend präsent mit zwei
Informatioszentren und 21 Lektoren und Sprachassistenten. Am Ende möchte ich die
Verbundenheit des DAAD mit seinen ehemaligen Stipendiaten, den sogenannten Alumni,
hervorheben: Gegenwärtig haben wir Kenntnis von 2.633 türkischen Alumni, die in der
DAAD-Datenbank erfasst sind. Sie bilden für uns als Bildungselite eine wichtige Brücke zum
türkischen Wissenschaftssystem.
Eine dieser Alumni ist Frau Professorin Arin Namal, die diese und frühere wissenschaftliche
Veranstaltungen mit großem Engagement und Regelmäßigkeit organisiert – vielen Dank dafür!
Dr. Isabell Aydan Risch
Leiterin des DAAD-Informationszentrums Istanbul DAAD
xvi
Dr. Isabell Aydan Risch’in Açış Konuşması
DAAD - Istanbul Bilgi ve Danışma Merkezi Müdürü
Sayın Katılımcılar,
Sempozyumu düzenleyen Sayın Bayan Prof.Dr. Namal ve
Sayın Bayan Prof. Dr. Demirhan Erdemir
Sempozyumun Onursal Başkanları Sayın Bayan Prof. Dr. Plonka-Syroka ve
Sayın Bay Prof. Dr. Karagülle
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Sayın Bay Prof. Dr. Dilek
Uludağ Üniversitesi Rektörü Sayın Bay Prof. Dr. Güllülü
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Recep Altepe
Almanya, Türkiye ile olan bu denli yakın, çeşitli, karmaşık ve yoğun ilişkileri çok az
ülke ilesürdürmektedir. Bu bağların Osmanlı ve Alman imparatorlukları zamanına kadar
uzanan derin tarihsel kökleri bulunmakta, geniştoplumsal ve beşeri temaslar üzerinde
sürdürülmektedir. Türkiye 1933 yıllında, Nazi iktidarın siyasi ve ırkçı baskısından dolayı
Almanya’yı terk eden Alman bilim insanların göç ettiği Amerika Birleşik Devletlerinden
sonraki en önemli ülkeydi. Bunların birçoğu 40’lı yılların sonlarında Almanya’ya geri
dönmüştür. Onların izlerini öğrencileri akademisyen olarak sürdürdüler. 30’lu yılların
başları iki büyük gelişmenin birbiriyle kesişmesine sahne olmuştur, bunlar: Biri genç Türkiye
Cumhuriyetin kuruyucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün dinamik reform politikası ve diğeri ise
bilim ve sanat elitinin Almanya’dan sürgün edilmesidir. Alman bilim insanların 20. Yüzyılın
ortalarında modern Türkyükseköğrenim sisteminin yapısına, özellikle de İstanbul’daki Tıp
Fakültesine olan katkıları herkesin bilgisi dâhilindedir. Bir kaç örnek vermek gerekirse, Julius
Hirsch, Rudolf Nissen, Hugo Braun, Berta Ottenstein ya da Philipp Schwartz bu kişilerden
bir kaçı olaraksayılabilir. Bugünkü etkinlik her iki ülkenin meslektaşları arasındaki bilimsel
değişimin canlılığını göstermektedir. Son yıllardaki büyük dinamizmi ile Türk yükseköğrenim
ve Tıp eğitimindeki gelişmeler son derece etkileyicidir: Son 10 yıl içerisinde Türkiye’de okuyan
öğrenci sayısı iki katına çıkmıştır ve son olarak 3,8 milyon civarındaydı. Aynı zamanda tıp
fakültelerinin sayısında yüksek bir artış görülmektedir. 2000 yıllında 47 olan tıp fakültesi
sayısı, 2008 yıllında 66’ya yükselmiş ve şuan 80’e ulaşmıştır. Türk-Alman ilişkilerindeki sıra
dışılık sadece geçmişe yönelik değildir: 50 yıl önce Almanya ve Türkiye arasında yürürlüğe
giren işgücü anlaşması her iki ülkenin gelişimine büyük bir ivme kazandırmıştır. Günümüze
kadar Alman ve Türk üniversiteleri arasında sürekli canlı bir şekilde etkileşim söz konusudur:
Bugün Alman Üniversitelerini tanıtan “Hochschulkompass” websitesinde toplam 731 Türk
Alman akademik işbirliği kayıtlı bulunmaktadır (bunların 619’ü Erasmus anlaşmasıdır).
Akademik işbirliklerin sayısı son 4 yıl içerisinde iki katın üzerine artış göstermiştir.
Türkiye ile olan yoğun ilişkiler Alman Akademik Değişim Servisi tarafından da dikkate
alınmaktadır: Türkiye ile sürdürülen değişim programları kapsamında 1993 yıllından 2011
‘e kadar DAAD kaynakları ile 15.059 öğrenci, mezun, araştırmacı ve diğer yükseköğrenim
mensuplarına destek olunmuştur. 2011 yıllında toplam 939 kişi desteklenmiş olup (Avrupa
hareketlilik programları dışında), bunların 635’i Türkiye, 301’i Almanya’dandır. Maddi
destekten sadece kişiler bireysel burs şeklinde faydalanmamaktadır, aynı zamanda üniversiteler
xvii
de yaz akademileri, öğrenci gezileri, müşterek çift diploma programları, misafir öğretim üyeleri
ve bilimsel konferanslar için maddi destek almaktadır. Ayrıca DAAD Türkiye genelinde iki
Bilgi ve Danışma Merkezi, 21 öğretim görevlisi ve genç okutmanları ile faaliyet göstermektedir.
Son olarak DAAD’nin “Alumni” olarak adlandırılan eski bursiyerlerine olan bağlığını
vurgulamak istiyorum: Şu anda DAAD’nin veritabanında 2.633 türk “Alumni” kayıtlı olarak
bilgi dâhilimizdedir. Bunlar eğitimli eliti oluşturarak Türk bilim sistemine önemli bir köprü
oluşturmaktadır. Eine dieser Alumni ist Frau Professorin Arin Namal, die diese und frühere
wissenschaftliche Veranstaltungen mit großem Engagement und Regelmäßigkeit organisiert –
vielen Dank dafür!
Bugünkü ve geçmişte yapılan bilimsel toplantıları büyük bir özveri ve süreklilik ile
gerçekleştiren “Alumni”lerden biri de Profesör Arın Namal’dır. Bunun için kendisine
teşekkürlerimi sunuyorum!
Dr. Isabell Aydan Risch
DAAD - Istanbul Bilgi ve Danışma Merkezi Müdürü
xviii
DIE NATUR NACHAHMEN UND ÜBERTREFFEN:
DIE MINERALWASSERANSTALTEN DES
DR. FRIEDRICH ADOLPH AUGUST STRUVE (1781-1840)
DOĞAYI TAKLİT ETMEK ve AŞMAK:
DR. FRIEDRICH ADOLPH STRUVE’NİN (1781-1840)
MADEN SUYU TESİSLERİ
Ingrid Kästner*
* Prof. Dr., Universität Leipzig Medizinische Fakultät Karl Sudhoff Institut für Geschichte der Medizin und der Naturwissenschaften/
Leipzig Üniversitesi Tıp Fakültesi Karl Sudhoff Tıp ve Doğa Bilimleri Tarihi Enstitüsü
Özet
Mineral kaynakları ve kaplıcaların suları muhtemelen tarih öncesi zamanda ve kesin olarak da eski çağlarda, henüz etkileri hakkında
bilimsel bir temel bulunmadan önce de kullanılmıştı. Ortaçağın sonlarına doğru bu suların hidrokimyasal olarak araştırılması devreye girdi ve
16. yüzyılın başlangıcından itibaren kaynak suları sadece banyo yapmak için değil, aynı zamanda içilmesi için de tavsiye edilmeye başlandı.
Böylelikle kaynak suyu havuzlarından, maden suyu kuruluşlarına geçiş başladı. Maden suyu kuruluşlarında banyo kürlerinin yeri çok azdı
veya hiç yoktu, bu kuruluşlar asıl olarak içme kürleri üzerinde özelleşmişlerdi. Kaplıcalardaki maden sularını içme geleneği, içme ve gezinme
salonlarının kuruluşu, hatta bu suların cam şişelerde dağıtımı,16./17. yüzyıllara dayanmaktadır. 18.yüzyılın başlangıcından itibaren yapılan
kimyasal analizlerle ve maden suyu tüketiminin giderek artmasıyla, doğayı taklit etme ve böylece yapay maden suları üretme düşüncesi akla
yatkın bulunmuştur. Hatta 19 yüzyılda,sağlığa faydalı etkiyi arttırmak amacıyla, doğada bulunmayan suları üretme aşamasına geçiş yaşanmıştır.
Kısa sürede dünya çapında üretimi yapılan yapay şifalı suların kaşifi, Dresdenlı doktor ve eczacı Friedrich Adolph August Struve(1781-1840)’dir.
Struve, Leipzig ve Halle’de tıp okumuş, sonrasında 1803’te eczacı olarak Stolpen’a yerleşmiş ve 1805’te Dresden’da Salomonis eczanesinin
sahibi olmuştur. Onun doğa bilimsel ve teknik araştırmaları, daha sonra gerçekleştireceklerinin esasını ve gerekçesini teşkil ediyordu. Hidrojen
siyanid ile yaptığı deneyler sırasında zehirlenmesi, Struve’yi Marienbad’daki bir içme kürü sırasında,su ve minerallerden yapay şifalı su
üretme fikrine götürdü. 19. yüzyılda gerçekleşen, tıbbın doğa bilimlerinden temelini alan bir disipline dönüşümü, Struve’nin doktor, eczacı
ve kimyager olarak gösterdiği aktivitelerde yansımalarını bulur. Sadece kimya alanında değil, aynı zamanda teknik alandaki gelişmeler,
örneğin karbondioksitin üretimi ve şişelenmesi için gerekli aygıtlar,yine bu zamanda ortaya çıkmıştır. 1822’de Dresden’da Struve’nin „Saksonya
Krallığı’na Ait Maden Suyu Kuruluşu“ açıldı. Bunu kısa süre sonra Leipzig’de ve 1823’te Berlin’de böyle bir kuruluşun açılması takip etti. 1825’te
Brighton’da Royal German Spa ve Königsberg, Varşova, Moskova, St.Petersburg, Kiew, Odessa ve bazı diğer şehirlerde benzeri kuruluşlar açıldı.
Struve yaşlılığında komünal politik olarak aktivite gösterirken ve bilimsel konularda yazarlık yaparken, oğlu Gustav Adolf Struve (1812-1889)
yapay maden sularının yaygınlaşmasını ve bununla ilgili kuruluşların açılmasını önemli ölçüde destekledi. Bu kuruluşlar genellikle babasının
öğrencileri tarafından idare ediliyordu. Yabancı ülkelerdekiler de dahil olmak üzere, diğer içme suyu kuruluşları hakkında geniş çaplı bir literatür
mevcutken, Leipzig’deki kuruluş hakkında çok az bilgiye ulaşılabilmiştir. Zamanın gazeteleri, gezi rehberleri ve o döneme tanıklık etmiş kişilerin
açıklamaları sayesinde bu boşluğun kapanabileceği düşünülse de, arşivlerde Leipzig’teki kuruluşa ait literatürün bulunmayışı ve döneme ait
basılı kaynaklardaki ipuçlarının tek tük olması nedeniyle bunun çok zor olduğu görülmüştür. Bununla birlikte, derin bir araştırma sonrasında bu
gün, Leipzig’deki kuruluşun nerede bulunduğu, nasıl çalıştığı ve başlangıçta bir içme kuruluşuyken nasıl ürünleri henüz 1960’larda satılmış bir
sanayi işletmesine dönüştüğü gösterilebilmiştir.
Einführung
Die Wässer von Mineral- oder Heilquellen wurden wahrscheinlich schon in prähistorischer Zeit
und nachweisbar im Altertum angewendet, lange Zeit bevor man eine wissenschaftliche Begründung
für ihre Wirkung suchte. Heathcote1 gibt an, dass die zahlreichen Heilquellen in den keltischen
Gebieten der Britischen Inseln schon vor den Römern durch die Kelten genutzt wurden. Keil2 zeigt,
wie die hydrochemische Untersuchung von Quellwasser bereits im ausgehenden Mittelalter einsetzte,
Heilwässer nach den vorliegenden Quellenanalysen imitiert und auch die mineralischen Ablagerungen
aus den Wässern zur Herstellung von Mineralwasser Verwendung fanden. Die Anwendung der
Heilwässer wurde im 16. Jahrhundert dahingehend erweitert, das Wasser nicht nur für Badekuren
anzuwenden, sondern auch nach individueller ärztlicher Verordnung zu trinken,3 womit Badeorte
entstanden, in denen kaum oder nicht mehr gebadet, sondern in speziellen Trink- und Wandelhallen
1 Heathcote, Belinda: Healing waters and holy wells. In: Namal, A.; Demirhan Erdemir A., Plonka-Syroka, B.(Hg.): Sağlık ve Su Kültürü. Istanbul
2014., p. 99 (Beitrag in diesem Band).
2 Keil, Gundolf: Die Berg-Art des Wassers. Geologische Hydrologie spätmittelalterlicher Bäderheilkunde. In: Kästner, Ingrid; Kiefer,
Jürgen (Hrsg.): Beschreibung, Vermessung und Visualisierung der Welt. Aachen: Shaker Verlag 2012, S. 17-40 (Europäische
Wissenschaftsbeziehungen; 4).
3 ebenda, S. 29-31.
1
2
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
Mineralwasser getrunken wurde. Auch das Abfüllen und der Versand der Wässer in Tonkrügen, später in
Glasflaschen, waren bereits üblich. Chemiker und Apotheker untersuchten das Wasser und garantierten
dessen Qualität, spezielle Badeärzte kümmerten sich um die medizinische Seite der Kuren. Doch sei
angemerkt, dass die Kenntnisse über die biologischen Wirkungen der Mineralien sehr mangelhaft und
die Indikationen für entsprechende Kuren bis ins 19. Jahrhundert höchst vage waren. Ein Beispiel –
das durch zahlreiche weitere aus der medizinischen und auch aus der belletristischen Literatur ergänzt
werden könnte – ist die Kur des Chemikers Wilhelm August Lampadius (1772-1842) in Bad Godelheim,
wohin dieser wegen „traurige[r] Gemüthsstimmung, Hypochondrie und Nervenfieber“ geschickt
wurde.4 Wie in den meisten solcher Fälle waren die Erholung und angenehme Gesellschaft in schöner
Umgebung eher als das Wasser die eigentlichen Therapeutika. Das exzessive Trinken von Mineralwasser
– wirklich wurden am Tag oft mehrere Liter des meist schlecht schmeckenden Wassers getrunken –
bot auch Anlass für Spott, wie zeitgenössische Karikaturen beweisen. So betitelte Honoré Daumier
eine seiner um 1850 entstandenen Lithographien, auf der ein Arzt seinem Patienten mit dem Trichter
literweise Wasser einfüllt, während ein Gehilfe zwei weitere Wassereimer anschleppt, mit „Übertreibung
der Hydrotherapie“.
Friedrich Adolph August Struve und die Erfindung künstlicher Mineralwässer
Mit welcher Berechtigung kann man Friedrich Adolph August Struve den „Erfinder künstlicher
Mineralwässer“ nennen? Der Gedanke, die Natur nachzuahmen und künstliche Mineralwässer
herzustellen, war nicht neu, und zahlreiche Apotheker betrachteten zu Beginn des 19. Jahrhunderts
die Herstellung eines künstlichen Mineralwassers als einträgliches Nebengeschäft, doch war die
Qualität sehr schwankend und unzureichend. Inzwischen hatten sich aber alle Voraussetzungen für
eine industrielle Herstellung und den massenhaften Vertrieb solcher Wässer ergeben: Die chemische
Zusammensetzung der Quellwässer war durch verbesserte analytische Untersuchungsmethoden genau
zu bestimmen, es gab die technisch-apparativen Voraussetzungen zum Einbringen von Kohlensäure, und
der Mineralwasserverbrauch war so stark gestiegen, dass sich das Geschäft in größerem Maßstab lohnte.
Personen, die aus finanziellen oder gesundheitlichen Gründen nicht in die Badeorte reisen konnten,
nutzten nun die Möglichkeit, künstlich hergestellte Wässer sowohl für Bäder (durch genau bestimmtes
Auflösen der „Badesalze“ in Wasser) oder zum Trinken in einer Mineralwasseranstalt zu nutzen.
Schließlich ging man dazu über, auch in der Natur selbst nicht vorkommende Wässer zu produzieren
in der Absicht, die gesundheitsfördernde Wirkung zu steigern. In alledem war der Dresdener Arzt
und Apotheker Friedrich Adolph August Struve ein Pionier und wird somit zu Recht als „Erfinder“
der bald weltweit erzeugten künstlichen Heilwässer bezeichnet, die er national und international
vermarktete. Seine Trinkwasseranstalten und Betriebe zur Herstellung von Mineralwässern und
Limonaden existierten z. T. bis weit in das 20. Jahrhundert. In der Person von Struve verbanden sich auf
glückliche Weise wissenschaftliches Interesse, experimentelles Geschick, gesunder Geschäftssinn und
kommunalpolitisches Engagement.
Hier soll nach einer kurzen Einführung zu Leben und Werk von Struve vor allem auf seine Leipziger
Trinkwasseranstalt eingegangen werden, da zu dieser im Gegensatz zu den Anstalten in Dresden
und selbst zu seinen Einrichtungen im Ausland kaum etwas bekannt ist. Dazu wurden neben der
Sekundärliteratur über Struve und der Primärliteratur Quellen aus dem Museum und der Bibliothek für
Stadtgeschichte sowie Annoncen aus dem Leipziger Tageblatt5 herangezogen.
Zur Biographie von Struve
Biographisches zu Struve findet sich in allen größeren biographischen Lexika; stellvertretend sei
hier nur Pagel in der Allgemeinen Deutschen Biographie genannt.6 Besonders hilfreich sind die auf
4 Kästner, Ingrid: „... traurige Gemüthsstimmung, Hypochondrie und Nervenfieber“ - zu Klassifikation und Therapie von Nervenleiden zu
Lampadius‘ Zeit. Beiträge der Tagung über den Chemiker, Erfinder, Fachschriftsteller und Hüttenmann Wilhelm August Lampadius (17721842) aus Anlass seines 170. Todestages, Freiberg, 11. bis 13. April 2012. Freiberg: Drei Birken Verlag 2012 (im Druck).
5 Herrn Peter Uhrbach, Leipzig, bin ich dankbar für die Hilfe bei der Durchsicht des Leipziger Tageblatts.
6 Pagel, Julius Leopold: Struve, Friedrich Adolf August. In: Allgemeine Deutsche Biographie 36 (1893), S. 676-677. Online auch unter http://
www.deutsche-biographie.de/pnd117350176.html (letzter Zugriff 25. Mai 2012).
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
3
gründlichen Recherchen basierenden jüngeren Arbeiten von Adamek7, Kiefer8 und Grosse9. Darauf
beziehen sich auch die folgenden biographischen Ausführungen.
Friedrich Adolph August Struve wurde am 9. Mai 1781 als Sohn des Arztes und Apothekers Ernst
Friedrich Struve (1739-1806) in Neustadt (Sachsen) geboren. Dieser hatte 1774 die Stadtapotheke von
Neustadt gekauft, nachdem er bereits 1766 als Amtsphysikus des Amtes Hohnstein geführt wird. Der
Großvater väterlicherseits, Ernst Gotthold Struve (gest. 1743), war um 1740 als Leibarzt des Herzogs
Karl Peter Ulrich von Holstein-Gottorp (1727-1762), des späteren Zaren Peter III., mit diesem nach St.
Petersburg gegangen. Die Beziehungen der Struve-Familie nach Russland, wo der Name Struve häufig
auftaucht,10 blieben auch nach dem frühen Tod des Großvaters bestehen. Dafür spricht nicht nur, dass
Struve zahlreiche Trinkwasseranstalten in Russland errichten konnte, sondern auch der Umstand, dass
Struves Neffe Carl Julius von Fritzsche (1808-1871),11 ein bedeutender Chemiker und Mitglied der St.
Petersburger Akademie, 37 Jahre in Russland arbeitete und u. a. den Aufbau von Struves St. Petersburger
Unternehmen für künstliche Mineralwässer leitete.12
Abb.1: Friedrich Adolph August Struve (1781-1840)13
Da es unter den Vorfahren und in der Verwandtschaft zahlreiche Ärzte und Apotheker gab, scheint
der Berufswunsch von Friedrich Adolph August Struve folgerichtig. Nach dem Besuch der Fürstenund Landesschule St. Afra zu Meißen immatrikulierte er sich 1799 an der Universität Leipzig für
Medizin, wechselte aber schon 1800 nach Halle, wo er 1802 zum Dr. med. promoviert wurde. Noch
im selben Jahr ging er zur Vervollkommnung seiner medizinischen Kenntnisse nach Wien an die
Klinik von Johann Peter Frank (1745-1821), des Begründers der öffentlichen Hygiene. Sein späteres
Engagement auf diesem Gebiet dürfte den Anregungen der Wiener Zeit entsprungen sein. 1803 zur
Unterstützung seines erkrankten Vaters nach Neustadt zurückgekehrt, erwarb er nach dessen Tod in
Dresden die Salomonis-Apotheke. Die Biographen Struves sind sich nicht einig, ob er eine Pharmazie7 Adamek, Helene: Leben und Werk von Friedrich Adolph August Struve. Diss. med., Medizinische Akademie „Carl Gustav Carus“, Dresden
1969.
8 Kiefer, Klaus: Mineralwässer. Der Beitrag deutscher Apotheker zur Erforschung von Mineralquellen und zur Herstellung künstlicher
Mineralwässer. Eschborn: Govi-Verlag 1999.
9 Grosse, Ingrid: Friedrich Adolph August Struve (1781-1840), ein sächsischer Wissenschaftler, Erfinder, Politiker. In: Sächsische Heimatblätter
56 (2010), Heft 2, S. 109 -120; auszugsweise auch online unter http://wiki-de.genealogy.net/Friedrich_Struve (letzter Zugriff 25. Mai 2012).
10 Grosse, Ingrid: Dem Chemiker und Akademiker Carl Julius von Fritzsche. In: Sächsische Heimatblätter 54 (2008), Heft 2, S. 126-138.
11 Grosse, Ingrid: Dem Chemiker und Akademiker Carl Julius von Fritzsche. In: Sächsische Heimatblätter 54 (2008), Heft 2, S. 126-138.
12 Grosse, Ingrid: Dem Chemiker und Akademiker Carl Julius von Fritzsche. In: Sächsische Heimatblätter 54 (2008), Heft 2, S. 126-138.
13 Diese in fast allen Arbeiten zu Struve wiedergegebene Abbildung enthält weder eine Signatur des Künstlers noch ein Entstehungsjahr.
4
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
Ausbildung absolviert oder sich nur als chemisch interessierter Arzt die nötigen Kenntnisse angeeignet
hatte, doch ist aktenkundig, dass er beim Erwerb der Salomonis-Apotheke vor dem Dresdener Stadtrat
mit Handschlag als Apotheker vereidigt wurde.14 Seine ärztliche Praxis gab er gänzlich auf und arbeitete
nur noch in seiner Apotheke auf technisch-naturwissenschaftlichem Gebiet. Hier führte er auch die
Experimente zur Herstellung der künstlichen Mineralwässer durch. Darüber hinaus engagierte er sich
als Kommunalpolitiker, wobei ihm besonders soziale Probleme wie das städtische Armenwesen am
Herzen lagen. Struve wurde in zahlreiche Ämter gewählt und war Ehrenmitglied des Norddeutschen
Apothekervereins. Nach mehreren Schlaganfällen und durch ein Blasenleiden stark beeinträchtigt, ließ
seine Schaffenskraft nach, und am 29. September 1840 starb er beim Besuch seiner Tochter in Berlin.
Die Grabstätte der Familie Struve befindet sich auf dem Dresdener Trinitatisfriedhof.
Betrachtet man das wissenschaftliche Umfeld von Struves Wirken, so muss hervorgehoben
werden, dass seit der zweiten Hälfte des 18. Jahrhunderts Apotheker aufgrund ihrer experimentellen
Ausbildung und der Voraussetzungen zum Experimentieren in ihrem Laboratorium viel zum
Aufschwung der Chemie beigetragen und bedeutende Entdeckungen gemacht hatten. Zuweilen
heißt es sogar „Pharmazie erfand Chemie“.15 So beschäftigten sich nach Friedrich Sertürners (17831841) Entdeckung des Morphins (1804) viele Apotheker mit Alkaloiden; Franz Carl Achard (17531821) brach 1801 mit der ersten Rübenzuckerfabrik der Welt in Cunern (Schlesien) das Monopol des
Importzuckers aus Zuckerrohr; Johann Bartholomäus Trommsdorff (1770-1837), der sich auch stark
für die Qualifizierung der Apothekerausbildung engagierte, gründete eine chemische Fabrik – in der
Folge sind im 19. Jahrhundert bedeutende pharmazeutische Unternehmen, so Merck oder Schering,
aus Apotheken hervorgegangen. Neben den Ärzten waren es vor allem die Apotheker, die sich für die
Zusammensetzung des Wassers von Heilquellen interessierten.16 Doch in Struves Aktivitäten als Arzt,
Apotheker, Chemiker und Kommunalpolitiker widerspiegelt sich auch die im 19. Jahrhundert sich
vollziehende Entwicklung der Medizin zu einer naturwissenschaftlich fundierten Disziplin. Außerdem
hatten sich gravierende soziale Veränderungen im Zusammenhang mit der verstärkten Urbanisierung
ergeben, und auch bei der weniger begüterten Bevölkerung war seit dem 18. Jahrhundert ein
zunehmendes Gesundheitsbewusstsein entstanden. So lässt sich zusammenfassen, dass die chemischen
Forschungen und technischen Entwicklungen dieser Zeit sowie Bedarf und Nachfrage es Struve und
seinen Nachfolgern ermöglichten, die Herstellung künstlicher Mineralwässer bis zu industrieller
Produktion und gewinnbringender Vermarktung zu führen.
Die Entwicklung der künstlichen Mineralwässer durch Struve
Die Idee, künstliche Heilwässer aus destilliertem Wasser und Mineralien herzustellen, soll Struve
1818 in Marienbad gekommen sein, wo er sich zu einer Trink- und Badekur wegen einer Vergiftung
aufhielt, die er sich bei einem Experiment mit Blausäure (Cyanwasserstoff ) zugezogen hatte.17
Das eigentlich Neue und der Impetus für Struves Arbeiten war seine Feststellung, dass die an der
Quelle abgefüllten Wässer durch Transport bzw. Lagerung viel von ihrer Wirkung verloren und auch
die Wirksamkeit von künstlich hergestellten Wässern nicht mit der von an der Quelle getrunkenen
vergleichbar war. Zehn Jahre lang experimentierte er im Labor seiner Apotheke und versuchte, die
Qualität der künstlichen Mineralwässer so zu verbessern, dass sie in allen Eigenschaften den aus der
Quelle entspringenden glichen. Als Lösung des Problems entwickelte er die Methode, destilliertes
Wasser unter Kohlensäure-Druck mit der genau bestimmten Salzmischung zu sättigen. Zur Erklärung
der Entstehung der natürlichen Mineralwässer entwickelte Struve seine „Auslaugungstheorie“ über
das Auswaschen von Mineralien durch das Oberflächenwasser, womit sich auch die Abhängigkeit der
Zusammensetzung der Wässer von den örtlichen Bodenverhältnissen erklärte. Die diesen Erkenntnissen
vorausgehende wissenschaftliche Arbeit ist bei Kiefer anhand von Struves Publikationen ausführlich
beschrieben.18
14 vgl. Kiefer: wie Anm. 8, S. 155.
15 „Pharmazie erfand Chemie – und wie geht es weiter?“. Festvortrag von Christoph Friedrich. In: CLB 62 (2011), H. 10, S. 446-449.
16 Eine Zusammenstellung aller deutschen Apotheker, die sich mit der Analyse von Mineralquellen und mit Mineralwässern befasst haben,
findet sich bei Kiefer: wie Anm. 8, S. 224-240.
17 Struve hat seine Krankengeschichte und die heilsame Wirkung der Bäder in einem unpublizierten Manuskript unter der Überschrift
„Fragmente zur Geschichte des Marienbader Gasbades“ beschrieben, aus dem Kiefer (wie Anm. 8), in dessen Besitz es sich befindet, auf S.
157-158 zitiert.
18 Kiefer: wie Anm. 8, S. 160-185. Hier sind auch Struves Publikationen, in der er seine Methode darlegt, aufgeführt.
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
5
Abb. 2: Apparate zur Herstellung von Kohlensäure und von künstlichen Mineralwässern (Meyers
Konversationslexikon 1888, Bd. 11, S. 653, „Künstliche Mineralwässer“)
1824 hat Struve seine Erfahrungen „Ueber die Nachbildung der natürlichen Heilquellen“ publiziert,19
wozu der königlich-sächsische Leibarzt, Hof- und Medizinalrat Friedrich Ludwig Kreysig (1770-1839),
Professor an der chirurgisch-medicinischen Akademie zu Dresden, eine Vorrede beisteuerte, in der
er die Vorzüge und die praktische Bedeutung der künstlichen Heilwässer würdigte. Das Monopol zur
Herstellung seiner künstlichen Mineralwässer ließ sich Struve vom sächsischen König Friedrich August
I. (1750-1827) für 10 Jahre durch ein Patent sichern, in dem auch an anderen Orten die Errichtung
ähnlicher Anstalten wie in Dresden befürwortet wird. Dieses Privileg wurde letztmals 1851 für weitere
10 Jahre erneuert.
Die Mineralwasser-Trinkanstalten von Struve
Ein Anonymus, der offenbar die Anfänge der ersten Trinkanstalten genau kannte - möglicherweise
der Sohn Gustav Adolf Struve (1812-1889) – veröffentlichte 1853 eine kleine Schrift über „Die
Struve‘schen Mineralwasser-Anstalten“.20 Die Schilderung der Anfänge ist so interessant, dass sie hier
im Wortlaut wiedergegeben werden soll. Dort heißt es:
„Erst nachdem Struve‘s Genialität, Scharfsinn und unermüdliche Ausdauer, begünstigt durch die in
jene Zeit fallenden mächtigen Fortschritte der Scheidekunst überhaupt und treulich unterstützt von dem
mechanischen Talente des jetzigen Commissionsrathes Herrn Blochmann, alle diese Schwierigkeiten
siegreich überwunden hatte, war es möglich, die ersten Versuche der Ausführung in kleinem Maßstabe
zu machen, was im Jahre 1820 geschah. Ein kleiner Kreis befreundeter Männer und mehrere andere
19 Struve, Friedrich Adolph August: Ueber die Nachbildung der natürlichen Heilquellen […] nebst praktischen Beobachtungen mehrerer
Aerzte über die Wirksamkeit der in der Struveschen Anstalt künstlich dargestellten Mineralwässer. Erstes Heft mit einer Vorrede von Dr.
Friedrich Ludwig Kreysig, […]. Dresden: in der Arnoldischen Buchhandlung 1824 (Band 2: Dresden 1826).
20 [Anonym:] Die Struve‘schen Mineralwasseranstalten. Mit einem Porträt von Friedrich August Adolph Struve, den Ansichten der
Trinkanstalten in Berlin, Dresden, Brighton, Cöln und Petersburg und einer Ansicht des Laboratoriums in Dresden. Leipzig: J. J. Weber 1853.
6
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
für den Mineralwassergebrauch geeignete Kranke bildeten auf diese Weise die erste Saison in Struve‘s
Garten, wo natürlich alle Vorrichtungen für die kurmäßige Verabreichung der neugeschaffenen
Wässer sich noch ziemlich im Zustande der Kindheit befanden. Allein die unverkennbar günstigen
Heilwirkungen [...] lenkten dem Unternehmen bald die Aufmerksamkeit vorurtheilsfreier Ärzte zu, [...].
In dessen Folge fand noch im Jahre1820 die wirkliche Eröffnung des Trinkgartens in Dresden und fast
gleichzeitig die eines solchen in Leipzig statt, worauf im Jahre 1823 die Errichtung der Trinkanstalt in
Berlin gemeinschaftlich mit Hofrath Soltmann erfolgte.“21
Auf die unterschiedlichen Angaben zur Eröffnung der ersten Anstalten wird noch eingegangen;
erwähnt sei zunächst, dass bereits in den Folgejahren weitere solcher Einrichtungen entstanden. 1825
war Struve eigens nach England gereist, um die Errichtung der Anstalt (des „Royal German Spa“) in
Brighton zu vermitteln. Im Jahr 1853 gab es bereits 14 solcher Mineralwasser-Trinkanstalten im In- und
Ausland, und zwar (in der Reihenfolge ihrer Eröffnung) in Dresden, Leipzig, Berlin, Köln, Brighton, St.
Petersburg, Moskau, Warschau, Kiew, Odessa, Riga, Königsberg, Breslau und Hannover.
Abb. 3: Die Struvesche Mineralwasser-Trinkanstalt in Dresden, 1822 (Bildersammlung Institut für Geschichte
der Medizin der TU Dresden; freundlicherweise zur Verfügung gestellt durch Dr. Marina Lienert)
Auf die Häufung im Russischen Zarenreich ist bereits verwiesen worden im Zusammenhang mit
den Russland-Kontakten der Familie Struve. Das Interesse an den zahlreichen Heilquellen in Russland
war aber nicht zuletzt auch deshalb so groß, weil seit dem 18. Jahrhundert dort zahlreiche deutsche
Chemiker, Apotheker und Ärzte wirkten. Schon der Arzt Friedrich Joseph Haass (1780-1853), bekannt
geworden als der „heilige Doktor von Moskau“, wollte Zar Alexander I. (1777-1825) für die Erschließung
und Nutzung der Heilquellen des Kaukasus gewinnen.22 Die Arbeiten von Ferdinand Friedrich von
Reuss (1778-1852), Professor für analytische Chemie an der Moskauer Universität, besaßen größten
Wert nicht nur für die Kenntnis der russischen Heilquellen, sondern allgemein für die medizinische
Hydrologie.23 In Odessa nahm 1829 eine spezielle „Odessaer Gesellschaft für künstliche Mineralwässer“
ihre Arbeit auf, und 1854 kam als Leiter der ebenfalls dort seit 1829 arbeitenden Einrichtung zur
Herstellung künstlicher Mineralwässer der Chemiker Albert Chr. Gillich, ein Dresdener Struve-Schüler,
nach St. Petersburg.24 Iodko hat ausführlich über die Herstellung der künstlichen Mineralwässer25 und
21 ebenda, S. 10.
22 vgl. Haass, Friedrich Joseph: Meine Reise zu den Alexanderquellen in den Jahren1809 und 1810. Aus dem Französischen übersetzt und
bearbeitet von Dietrich M. Mathias. 2. überarb. Auflage. Aachen: Shaker Verlag 2007 (Originalausgabe: Ma visite aux eaux d’Alexandre en 1809
et 1810. Moscou: de l’imprimerie de N. S. Vsévolojski 1810).
23 Zaitseva-Baum, Elena A.: Ferdinand Friedrich v. Reuss und die Mineralwässeruntersuchungen. In: Kästner, Ingrid; Pfrepper, Regine (Hrsg.):
Deutsche im Zarenreich und Russen in Deutschland: Naturforscher, Gelehrte, Ärzte und Wissenschaftler im 18. und 19. Jahrhundert. Aachen:
Shaker Verlag 2005, S. 137-150.
24 Vasylyev, Konstantin K.: Deutsche Pharmazeuten und das Apothekenwesen in Odessa. In: ebenda, S. 167-184.
25 Iodko, Olga V.: wie Anm. 12, S. 151-165.
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
7
über einige frühe Versuche ihrer therapeutischen Anwendung26 im Russischen Reich berichtet. Von
allen Struveschen Trinkanstalten war offenbar die St. Petersburger auch die schönste, denn sie wird
folgendermaßen beschrieben: „Am großartigsten aber erscheinen jedenfalls die Anlagen in Petersburg,
wo die Anstalt durch kaiserliche Munificenz ausgestattet wurde. Die mächtige Säulenhalle, mit einem
besonderen Pavillon für die kaiserliche Familie, gewährt einen überraschenden Anblick und ist in jeder
Beziehung dieser Stadt der Paläste würdig.“27
Abb. 4: Die Struvesche Mineralwasser-Anstalt in St. Petersburg28
Abb. 5: Trinkhalle der Struveschen Mineralwasser-Trinkanstalt in St. Petersburg29
26 Iodko, Olga V.: Die Versuche von Johann Anton Güldenstädt (1745-1781) zur Behandlung von Patienten mit dem Mineralwasser der heißen
Quellen am Flusse Terek im Kaukasus. [Beitrag in diesem Band! Seitenzahlen ergänzen!]
27 [Anonym:] Leipzig 1853: wie Anm. 20, S. 25.
28 ebenda, unpag. Abbildungsanhang.
29 ebenda, unpag. Abbildungsanhang.
8
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
Die Leipziger Mineralwasser-Trinkanstalt
Während über andere Struvesche Trinkwasseranstalten, auch über die im Ausland befindlichen,
hinreichend Literatur existiert, ist über die Leipziger Anstalt kaum etwas bekannt. Das beginnt bereits
mit dem Datum der Eröffnung, das von 1820 über 1822 bis1861 variiert, wobei sich zum Datum 1822 der
Hinweis „im Gerhardschen Garten (damals Naundörfchen, jetzt befindet sich dort der Goerdelerring)“
findet.30 Zum Ort, dem Reichelschen Garten, werden noch unten Ausführungen gemacht. Beim
Eröffnungszeitpunkt wird meist vom selben Jahr wie bei der Dresdener Einrichtung, von „gleichzeitiger
Eröffnung“ gesprochen, doch ließ sich dazu keine genauere Angabe in archivalischen Quellen finden,
ebensowenig ein eigener Bestand in Leipziger Archiven zur Struveschen Trinkanstalt. Eine Werksschrift
gibt gar für die Gründung der Leipziger Mineralwasser-Anstalt erst 1861 an, für Dresden aber 1821.31
Korrekt dürfte für Leipzig das Eröffnungsdatum „20. Juni 1822“ sein, wie bei Richter32zu lesen,
obwohl auch er als den Ort der Eröffnung der Anstalt „im Gerhardschen Garten“ schreibt.
Hier soll, soweit möglich, anhand von zeitgenössischen Reiseführern, Zeitungen, Berichten von
Zeitzeugen und gegenständlichen Quellen die Leipziger Trinkanstalt beschrieben und dabei gezeigt
werden, wo sie sich befand, wie sie arbeitete und wie aus der „Trinkanstalt“ ein industrieller Betrieb
hervorging, dessen Produkte noch in den 50er Jahren des 20. Jahrhunderts verkauft wurden. Diese
Entwicklung ist zugleich beispielhaft für viele, ursprünglich von Apothekern geleitete Einrichtungen,
seien es Apotheken oder Mineralwasseranstalten, aus denen durch sich ändernde Rahmenbedingungen
Industriebetriebe entstanden.
Zur Zeit der Gründung von Struves Anstalt in Leipzig war die spätere Industriestadt noch berühmt für
zahlreiche parkartige Gärten, die nach den Prinzipien hoher Gartenkunst angelegt, mit Pavillons, seltenen
Pflanzen und kleinen Menagerien ausgestattet und meist für die Öffentlichkeit zugänglich waren.
Abb. 6: Titelkupfer von Sperontes „Singende Muse an der Pleiße“ mit dem Blick auf
Thomaskirche, Pleißenburg und Apels Garten33
In der Beschreibung eines dieser Gärten findet sich auch ein Hinweis auf die gerade eröffnete
Struvesche Anstalt. Im 1823 erschienenen Buch „Gemälde von Leipzig und seiner Umgebung für Fremde
30 vgl. Grosse: wie Anm. 9, S. 112.
31 [Anonym:] Dr. Struve Königl. Sächs. concessionirte Mineral-Wasser-Anstalt in Dresden gegründet 1821 und Leipzig gegründet 1861.
Dresden [ohne Verlagsangabe] 1900.
32 Richter, Hermann Eberhard: Zur Jubelfeier der Struve’schen Mineralwasseranstalten. Dresden: Ramming’sche Buchdruckerei 1871, S. 6.
33 Sperontes [= Scholze, Johann Sigismund]: Singende Muse an der Pleisse/ in 2. mahl 50 Oden, der neuesten und besten musicalischen
Stücke mit den darzu gehörigen Melodien zu beliebter Clavier-Übung und Gemüths-Ergötzung/ Nebst einem Anhange aus J. C. Günthers
Gedichten. Leipzig: Nachdruck der Ausgabe von 1736 in 75 Exempl. für die Mitglieder des Leipziger Bibliophilen-Abends [ausgegeben 1905].
Titelkupfer gezeichnet von Richter und gestochen von C. F. Boetius.
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
9
und Einheimische„34 ist der berühmte Apelsche Garten (seit 1786 Reichelscher Garten) gewürdigt. In
diesem Garten gab es demnach Pavillons, Springbrunnen, Orangerien und Promenaden, Laubengänge
und Hecken, in den Nischen und an den Wegen standen Plastiken bedeutender Bildhauer, so die Statuen
Jupiter, Juno, Mars und Venus, geschaffen vom berühmten Bildhauer Balthasar Permoser (1652-1732).
Auch Goethe war davon begeistert und schrieb 1765 an seine Schwester Cornelia: „Die Leipziger Gärten
sind so prächtig, als ich in meinem Leben etwas gesehen habe. Ich schicke Dir vielleicht einmal das
Prospekt von der Entrée des Apelgarten, der ist königlich.“35
Der Großkaufmann und Manufakturbesitzer Andreas Dietrich Apel (1662-1718) hatte 1700 das
große Grundstück erworben, teils durch Kauf, teils durch Heirat, und einen Teil des Areals hatte König
August der Starke (1670-1733), der gerne im gastfreundlichen Hause von Apel weilte, dessen schöner
Gattin Dorothea Elisabeth (gest. 1727) geschenkt. Bis heute existiert in Leipzig der Dorotheenplatz, und
die damals in Gestalt eines Fächers opulent gestaltete Gartenanlage ist in der Grundstruktur von Straßen
und Plätzen der Leipziger Westvorstadt immer noch erkennbar.36 Im bereits zitierten Reiseführer lesen
wir auch, dass schon in jener Zeit der Garten „in Leipzig mit seinen Gebäuden eines der ansehnlichsten
Grundstücke [war], worin am 7ten Juni 1723 der erste Kaffeebaum blühte.“37 An Apels Garten grenzte
unmittelbar der zeitweise berühmteste Leipziger Barockgarten, der seit 1727 im Besitz des Rats- und
Handelsherren Johann Zacharias Richter und seit 1784 im Besitze von dessen Sohn befindliche Richters
Garten. Verbunden mit Veränderungen der Größe und der Gestaltung bzw. Bebauung, übernahm
diesen Garten 1797 der Ratsherr und Bürgermeister Christian Gottfried Herman (1743-1839).
Nach Apels Tod hatten zunächst seine Kinder den Garten gepflegt, aber 1770 wurde er versteigert
und fiel schließlich 1786 an den Kaufmann Erdmann Traugott Reichel (1748-1832), der „nun fast
ununterbrochen alle Jahre neue Gebäude und Anlagen machen ließ“; erwähnt werden „eine Essigfabrik,
ein Trockenplatz, drei Badehäuser, ein großes, drei Stockwerke hohes Mittelgebäude [ ]. Im letztern
war im Jahr 1822 zum ersten Male die berühmte Struve‘sche Anstalt zum Trinken künstlicher
Mineralwasser.“38 Die Angabe „Die Trinkanstalt zu Leipzig befindet sich in dem durch Poniatowsky’s
Grabdenkmal weltbekannten Gerhard’schen Garten“ aus der Arbeit von 1853 über die Struve‘schen
Mineralwasser-Anstalten,39 von anderen Autoren übernommen, ist also für die Gründungszeit der
Leipziger Anstalt nicht korrekt; erst später wird das Grundstück durch Besitzerwechsel Gerhardscher
Garten heißen.40 Nach 1827 verwenden Reiseführer bei der Beschreibung der Leipziger Gärten dann
den Namen „Gerhard’s Garten“ mit der Struveschen Trinkanstalt.41
In Gretschels „Leipzig und seine Umgebungen“ von 1828 ist das erwähnte Mittelgebäude in Reichels
Garten genau beschrieben: „Das lange, zwei Stock hohe Vordergebäude zeigt sich mit einer Front von
39 Fenstern. An das Mittelgebäude schließt sich eine Colonade, welche jetzt ebenfalls in Wohnungen
umgeschaffen wird. Eine Menge kleinerer Abtheilungen werden als Gärtchen an Leipziger vermiethet,
und eine nicht geringe Anzahl anderer Gebäude fesselt das Auge. Unter ihnen zeichnen sich besonders
die Badehäuser aus, in denen man zur Sommer- und Winterzeit warme Bäder erhalten kann. Im
Mittelgebäude befindet sich während des Sommers die bekannte Struv‘sche [sic] Anstalt zum Trinken
künstlicher Mineralwasser.“42 Reichel ließ auch ein neues Badehaus mit achteckigem Grundriss für
34 [Anonym:] Gemälde von Leipzig und seiner Umgebung für Fremde und Einheimische, mit besonderer Rücksicht auf die Schlachten bei
dieser Stadt etc. Leipzig: J.C. Hinrichssche Buchhandlung 1823.
35 zit. nach Lichtenberger, Gertraute (Hrsg.): Promenaden bey Leipzig. Leipzig: F.A. Brockhaus Verlag 1990 (Reprint der „Promenaden bey
Leipzig“. Leipzig 1781), S. 139.
36 Innere Westvorstadt - Eine historische und städtebauliche Studie. Leipzig: Pro Leipzig e.V. 1998; Klank, Gina; Griebsch, Gernot: Lexikon
Leipziger Straßennamen. Leipzig: Verlag im Wissenschaftszentrum 1995.
37 [Anonym:] Leipzig 1823: wie Anm. 34, S. 137.
38 ebenda.
39 [Anonym:] Leipzig 1853: wie Anm. 20, S. 24. Dazu bei Weidinger: „Der Gerhard‘sche Garten ist ebenso durch seine Schönheit wie durch
geschichtliche Erinnerungen merkwürdig. Der Rückzug der Franzosen nach der Schlacht wälzte sich am 19. Oct. 1813 theilweise durch
diesen Garten und unter der großen Zahl derjenigen, welche in der Elster ertranken, befand sich auch der französische Marschall Fürst
Joseph Anton Poniatowski. Die verhängnisvolle Stelle bezeichnet ein Steinwürfel [ ].“ Siehe Meidinger, Carl: Leipzig. Ein Führer durch die Stadt
und ihre Umgebungen. Leipzig: Verlagsbuchhandlung von J. J. Weber 1860, S. 121. Das Poniatowski-Denkmal existiert noch heute und ist
insbesondere für polnische Touristen in Leipzig ein Anziehungspunkt (I. K.).
40 1814 wurde das durch den napoleonischen Rückzug Grundstück vom Bankier Christian Wilhelm Reichenbach gekauft und
wiederhergestellt, 1827 aufgegeben und schließlich vom Handelskaufmann und Legationsrat Wilhelm Gerhard erworben, wegen der hohen
Steuerlast stets verkleinert und schließlich nach dem Tode von Gerhards Tochter 1906 versteigert. Damit war ein Rest der einst berühmten
Bürgergärten Leipzigs verschwunden. Vgl. dazu Hecht, Alice: Gerhards Garten - ein traditionsreicher Bürgergarten in Leipzig. In: Leipziger
Kalender 2003. Leipzig: Universitätsverlag 2003, S. 147-159.
41 [Anonym:] Leipzig und seine Umgebungen. Neuester Wegweiser für Fremde und Einheimische. 3., geänderte u. stark vermehrte Auflage.
Leipzig: Verlag von Karl B. Lorck 1846, S. 65.
42 Gretschel, C[arl] C[hristian] C[arus]: Leipzig und seine Umgebungen. Leipzig: bei Friedrich Fleischer 1828, S. 245-246.
10
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
Wannen- und Dampfbäder bauen, das 1822 nachweislich bereits existierte, 1853 unter dem Namen
„Petersbrunnen“ erwähnt wird43 und noch bis Anfang des 20. Jahrhunderts in Betrieb war.
Während der Badesaison versammelte sich „eine Menge Curgäste, welche in schöner Umgebung
und bei Concert ein oder das andere der daselbst künstlich bereiteten Mineralwasser genießen.“44 Da
sich auch schon im Reiseführer von 1838 die Bemerkung über die „Struve‘sche Trinkanstalt, in welcher
Mineralwässer künstlich bereitet werden“,45 befindet, kann man davon ausgehen, dass das dreistöckige
Gebäude, in dem sich die Trinkanstalt befand, zugleich der Herstellungsort dieser künstlichen Wässer
war. Das beschriebene repräsentative dreistöckige Mittelgebäude existierte, nur wenig verändert, bis
zum Jahr 1943, als es ein Opfer des verheerenden Bombenangriffs auf Leipzig wurde.46
Abb. 7: Mittelgebäude in Reichels/Gerhards Garten, rechts wahrscheinlich das Badehaus „Petersbrunnen“
(Aquarell eines unbekannten Künstlers, um 1830)
Zahlreiche Hinweise bei der Erwähnung bzw. Beschreibung der Trinkanstalt wie „während der
Badesaison“ oder „während des Sommers“ beweisen ebenso wie Zeitungsannoncen den saisonalen
Charakter der Trinkanstalt. So lautete 1839 eine Anzeige im Leipziger Tageblatt: „Die Anstalten für
künstliche Mineralwässer in Dresden und Leipzig werden Montag, den 27. Mai, eröffnet. Dresden, den
23. Mai 1839. Dr. Struve“.47
Am 12. Mai1850, als im Leipziger Tageblatt annonciert wurde, dass die „Trinkanstalten für künstliche
Mineralwässer in Dresden und Leipzig [ ] den 27. Mai eröffnet, den 7. Septbr. geschlossen [werden]“,
gab Struve zugleich alle vorrätigen künstlich hergestellten Wässer an - vom Sprudel, Neu-, Mühl-und
Theresienbrunnen von Karlsbad über die verschiedenen Brunnen von Ems, Vichy, Marienbad, Eger,
Kissingen, Kreuznach usw. usf. bis zum Narzan von Kislowodsk im Kaukasus. Entsprechende Brunnen
wurden auch warm angeboten, und man bat die Patienten, die das Wasser „mit Milch oder süssen
Molken trinken sollen“ (eine damals nicht unübliche Verordnungsweise), dies am Tag vorher zu melden.
Zugleich wurde der Versand einer größeren Anzahl verschiedener Wässer angezeigt.48 Der Hinweis, dass
außer der Struveschen Anstalt in Leipzig „sämmtliche Herren Apotheker, so wie Herr Samuel Ritter“ ein
43 Müller, Ernst: Die Häusernamen von Alt-Leipzig. Leipzig: Selbstverlag des Vereins 1931, S. 1 (Schriften des Vereins für die Geschichte
Leipzigs; 15).
44 [Anonym:] Ganz Leipzig. Neuester Wegweiser für Fremde und Einheimische. Leipzig: Verlag von J. J. Weber 21844, S. 89-90.
45 [Anonym:] Ganz Leipzig für Acht Groschen. Neuer und vollständiger Wegweiser durch Leipzig für Fremde und Einheimische. Leipzig:
Verlag von J. J. Weber 1838.
46 Lehmstedt, Mark (Hrsg.): Leipzig brennt. Der Untergang des alten Leipzig am 4. Dezember 1943 in Fotografien und Berichten. Leipzig:
Lehmstedt Verlag 2003.
47 Leipziger Tageblatt Nr. 144/1839 vom 24. Mai 1839, S. 1086.
48 Leipziger Tageblatt Nr. 132/1850 vom 12. Mai 1850, S. 1637.
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
11
Lager der Struveschen Mineralwässer hielten, zeigt bereits, dass die Trinkanstalten selbst unwichtiger
wurden. Auch die Besitzer der Mineralbrunnen in den Bäderorten drängten immer stärker auf den
Versand-Markt und warben für ihre Wässer, die in Leipzig ebenfalls bei Samuel Ritter erhältlich waren.
Dabei versprach die Liste der Indikationen, z. B. zur Anwendung der Bad Kissinger Rakoczy-Quelle,
wahre Wunder; sie liest sich so: „[ ] Am heilkräftigsten zeigte er [der Rakoczy-Brunnen, I. K.] sich bis
jetzt in folgenden Krankheitsformen:
1) Die meisten chronischen Unterleibskrankheiten, besonders die Hämorrhoiden, dann Leber-, Gallenund Milzleiden, träge und schwache Verdauung, Verschleimung, Blähungen, Fettsucht, Würmer,
Plethora des Unterleibs, Stuhlverstopfung etc.
2) Hypochondrie, Melancholie, Hysterie und verschiedenen andere Nervenkrankheiten.
3) Rheumatismus und Gicht.
4) Krankheiten der Niere und Blase, Steinbeschwerden etc.
5) Rothlaufformen von Störungen im Pfortadersystem bedingt.
6) Hautausschläge, Finnen, Flechten.
7) Unregelmäßige Menstruation, weißer Fluß, Unfruchtbarkeit.
8) Verschleimung der Lungen auf Laxität beruhend.
Eine Kissinger Rakoczykur eignet sich aber auch prophylaktisch als Vorbeugungsmittel gegen
Bildung chronischer Unterleibsleiden für viele Personen [ ] auch als ein treffliches Vorbeugungsmittel
gegen asiatische Cholera […].“49
Die Badeverwaltung des Curhauses von Bad Kreuznach warb für die ebenfalls bei Herrn Samuel
Ritter in Leipzig erhältliche „Kreuznacher Mutterlauge, sowohl flüssige wie eingedickte, wie sie die
chemische Analyse in den Schriften über Kreuznachs Heilquellen nachweist“, und warnte zugleich vor
Verfälschungen.50
Auf die zahlreichen Schriften, meist von Ärzten, in denen über Vor- und Nachteile der „natürlichen“
und „künstlichen“ Mineralwässer diskutiert und polemisiert wird, kann hier nicht eingegangen
werden. Erwähnt sei nur das bereits 1825, also kurz nach Struves ersten Gründungen erschienene Buch
„Brunnendiätetik oder Anweisung zum zweckmäßigen Gebrauche der natürlichen und künstlichen
Mineralwasser“, in dem einleitend launig zitiert wird, dass „Der Gebrauch der Mineralwasser [ ] eine
Art von Casteyung [ist], die man sich anthut, um die Sünde zu büßen, dass man die Gesetze der Natur
in seiner Lebensordnung übertreten hat.“51
Neben dem Versand der an der Quelle abgefüllten natürlichen Mineralwässer und der Produktion
und dem Vertrieb künstlicher Heilwässer durch die Struveschen Anstalten stellten bald auch andere
Firmen, ausgehend von den Ergebnissen und Erfahrungen Struves, künstliche Mineralwässer her, so
dass die Konkurrenz sehr groß wurde. Mit einer Preisliste, die sich als lose, undatierte Beilage in einem
Heft der Deutschen Medizinischen Wochenschrift von 1881 fand, warb z. B. die „Königl. Sächs. conc.
Mineralwasser-Fabrik von C. A. Engelhardt in Leipzig, Querstrasse No. 22“ für ihr umfangreiches
Sortiment Heilwässer, Selters- und Sodawasser, Apollinaris-Brunnen, Gieshübler Sauer-Brunnen sowie
„Ingredienzien zu moussierenden Soda-Kochsalz-Stahl-Bädern“, versicherte aber auch, es könnten
außer den genannten Kurwässern „alle anderen bekannten Quellen, ebenso von Aerzten gewünschte
besondere Zusammensetzungen hergestellt werden“.
Am 1. Dezember 1875 existierten, wie Kiefer anhand der Reichsstatistik angibt,52 bereits 997
„Betriebsstätten für künstliche Mineralwässer“, deren Zahl bis 1895 auf 2530 Unternehmen stieg.
Struves Firma konnte allerdings mit mehreren Anerkennungen und Auszeichnungen werben: Auf der
ersten internationalen balneologischen Ausstellung 1881 in Frankfurt am Main erhielten die Wässer
von Struves Anstalt die goldene Medaille und in Wien auf der ersten internationalen pharmazeutischen
Ausstellung 1883 die höchste Auszeichnung, ein Ehrendiplom.
Sämtliche Wässer waren außer in den Struveschen Anstalten „in allen Apotheken, grösseren Drogen49 Leipziger Tageblatt Nr. 143/1850 vom 23. Mai 1850, S. 1753.
50 ebenda.
51 Ammon, Friedrich August von: Brunnendiätetik oder Anweisung zum zweckmäßigen Gebrauche der natürlichen und künstlichen
Mineralwasser. Ein Buch für solche welche zu den Heilquellen reisen, die Struveschen Trinkanstalten besuchen, oder die versendeten
natürlichen wie die künstlichen Mineralwasser zu Hause trinken. Dresden: Paul Gottlob Hilscher 1825.
52 Kiefer: wie Anm. 8, S. 199.
12
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
und Materialwaaren-Geschäften etc. erhältlich“,53 und das Sortiment umfasste im Jahr 1900 „Tafelwässer
und Limonaden“, „Kurwässer“, die alle nachgeahmten, also künstlichen Wässer der Kurbäder
bezeichneten, und „Arzneiwässer“, worunter in der Natur nicht vorkommende Wässer verstanden
wurden. Hierzu zählten z. B. „Kohlensaures Bitterwasser des Dr. H. Meyer“, „Nervenstärkendes
Eisenwasser Dr. Struve“ oder „Salicylsäure-Wasser nach Prof. Dr. Kolbe“. Angepriesen wurde auch
ein „neu eingeführtes Sauerstoffwasser“ als angenehmes Tafelgetränk. Neben den Mineralwässern,
Tafelwässern und Limonaden enthält die Werkschrift von 1900 eine Preisliste für Bäder, z. B.
„Franzensbader Stahl-Bäder“, „Stahlbäder nach Dr. Struve“ oder „moussirende Soda-Bäder“, zu denen
die Ingredienzien erworben werden konnten.
In allen Fällen enthalten Kataloge und Preislisten „künstliche Wässer“, mit denen zum einen die
Heilwässer der bekannten Quellen und Brunnen nachgeahmt, zum anderen durch eigene Rezepturen
die Natur noch übertroffen, d. h., die Wirksamkeit entweder gesteigert oder neue Wirkungen produziert
werden sollten. Aus Prospekten und Werbeanzeigen geht hervor, dass man eine Vielzahl von „neu
erfundenen“ Mineralwässern zum Trinken, aber auch als moussierende Bäder vertrieb. Die Konkurrenz
war so groß, dass Struve junior, der nach dem Tode seines Vaters das Privileg zur Herstellung der
künstlichen Mineralwässer übernommen hatte, streng gegen Konkurrenten im lukrativen Geschäft des
Vertriebs dieser Wässer vorging. Aus der nur in der Saison geöffneten Leipziger Trinkanstalt war im
zweiten Drittel des 19. Jahrhunderts eine permanente Anstalt zur Produktion von Mineralwässern und
Limonaden geworden, die sich seit 1861 im Besitz von Struves Enkel Dr. Oscar Struve (1838-?) befand,
der 1881 auch die Leitung der Dresdener „Mutteranstalt“ übernahm.54 Eine Annonce im „Leipziger
Kalender“ auf das Jahr 1910 weist darauf hin, dass die Mineralwasseranstalt als Produktionsbetrieb 1861
gegründet und konzessioniert wurde.
Abb. 8: Werbung im Leipziger Kalender 191055
Die Trinkanstalt findet im letzten Drittel des 19. Jahrhunderts keine Erwähnung mehr und hatte
offenbar ihren saisonalen Betrieb eingestellt. Dafür sind wahrscheinlich mehrere Gründe verantwortlich:
-- Die besseren Möglichkeiten, Mineralwässer in großen Mengen zu produzieren und auch an
den Quellen sicher in Flaschen abzufüllen, ein Netz von Vertriebs- und Verkaufsstellen sowie der
ausgedehnte Versand der Wässer erlaubten es den Bürgern, die Mineralwässer daheim zu trinken;
-- Die zunehmende Konkurrenz auf dem Mineralwasser-Sektor machte den Unterhalt einer eigenen
Trinkanstalt ökonomisch nicht mehr sinnvoll;
-- Das Einengen und schließlich das Verschwinden der meisten Leipziger Garten- und Parkanlagen
bedeuteten, dass sie nun nicht mehr als attraktive Erholungsstätten zur Verfügung standen. So waren
53 [Anonym:] 1900: wie Anm. 31, S. 11.
54 Die Dresdener Salomonis-Apotheke und der Betrieb zur Herstellung der künstlichen Mineralwässer wurden nach dem Tod von Struve sen.
durch dessen Sohn weitergeführt.
55 Merseburger, Georg (Hrsg.): Leipziger Kalender. Illustriertes Jahrbuch und Chronik. 7. Jahrgang. Leipzig: Verlag von Fr. Richter GmbH 1910,
S. 23.
Sağlık ve Su Kültürü / Gesundheit und Wasserkultur / Health and Water-Culture
13
mit der Industrialisierung und der zunehmenden Bebauung des innerstädtischen Gebietes, aber
auch wegen der nicht mehr durch Privatbesitzer zu tragenden Unterhaltskosten, bis Anfang des 20.
Jahrhunderts fast alle Reste der berühmten Leipziger Bürgergärten verschwunden. Die Kurbäder
hatten dagegen ihr Gesundheits-Angebot um komfortable Hotels, Gaststätten und Gesellschaftssäle für
zahlreiche Möglichkeiten der Zerstreuung wie Konzerte und Tanzveranstaltungen ergänzt, womit auch
stark geworben wurde;
-- Das erweiterte Eisenbahnnetz machte es auch einer breiten Mittelschicht möglich, in vertretbarer
Zeit – je nach Finanzkraft – bequem in beliebige Kurorte zu fahren. Zum Beispiel war es nun von Leipzig
aus möglich, in weniger als einer Stunde nach Bad Lausick mit seiner damals stärksten „Stahlquelle“
Mitteleuropas zu gelangen.56 Damit waren wesentliche Gründe für die Errichtung der MineralwasserTrinkanstalten weggefallen.
Die Herstellung und das Abfüllen der Struveschen Heilwässer, Tafelwässer und Limonaden – um
letztere Produkte musste das Sortiment längst erweitert werden – erfolgte jetzt in Leipzig fabrikmäßig
in einem zweistöckigen Gebäude in der Zeitzer Straße 28, mit dem Eingang neben der städtischen
Bücherhalle, die sich im selben Gebäude in der 2. Etage über der Fabrik befand.57
Von dieser Struveschen Produktionsstätte hat sich im Leipziger Museum für Stadtgeschichte eine
Foto-Serie aus der Zeit um 1920 erhalten, die einen Einblick in die Räume und den Produktionsablauf
gibt. Noch aus den 1950er Jahren existiert, inzwischen als museales Objekt, eine grüne Glasflasche mit
der Aufschrift „Dr. Struve Tafelwasser. Künstliches Mineralwasser hergestellt nach den altbewährten
Rezepturen des Hauses Dr. Struve“ und der Firmenangabe „Dr. Struve – Leipzig – Mineralwasseranstalt“.58
So lange zumindest muss die Struvesche Firma in Leipzig unter diesem Namen noch bestanden haben.59
Abschließend lässt sich sagen, dass sich im Schicksal der Leipziger Struveschen MineralwasserTrinkanstalt und der Mineralwasserfabrik vom 19. bis in das 20. Jahrhundert zahlreiche Neuerungen
und Veränderungen widerspiegeln: Wissenschaftlicher Fortschritt und gesellschaftliche Entwicklungen,
Neuerungen in Technik und industrieller Fertigung, Veränderungen in Fachgebieten wie Pharmazie,
Balneologie oder Kommunalhygiene – aber die Geschichte der Struveschen Einrichtungen beinhaltet
ebenso interessante Einblicke in die Leipziger Stadtgeschichte.
56 Kästner, Ingrid: Bad Lausick in Sachsen - Zwei Jahrhunderte Kurbetrieb vor den Toren der Großstadt Leipzig. In: Plonki-Syroki M,
Kazmierczak A (Eds.) Historia kultury uzdrowiskowej w Europie. Wroclaw 2012, p. 65-77.
57 Vgl. Leipziger Adreßbuch, Jahrgang 98 (1919). Leipzig: August Scherl Deutsche Adreßbuch-Gesellschaft 1919.
58 Leipzig, Museum für Stadtgeschichte, Inv. Nr. V/346/2006.
59 Da sich im Archiv für Stadtgeschichte keine Angaben dazu finden ließen, soll im Staatsarchiv Leipzig und bei der Industrie- und
Handelskammer Leipzig der Frage des Erlöschens des Namens der Mineralwasserfabrik noch nachgegangen werden. Es könnte damit
zusammenhängen, dass in der DDR dem privaten Großhandel 1952 die Gewerbegenehmigung entzogen wurde. Ich danke Herrn Peter
Uhrbach, Leipzig, für diesen Hinweis.
THE EUGANEAN THERMAL BATHS.
A HISTORICAL PROFILE FROM APONUS TO PRESENT
Giorgio Zanchin*
*President of the International Society for the History of Medicine.
Director, Interdipartimental Headache Center, Department of Neurosciences, Padua University Medical School
Summary
Close to the Euganean Hills near Padua, Abano and Montegrotto Terme are thermal centers renowned for their springs utilized for
therapeutic purposes . The actual exploitation of the thermal water started in 18th century, when Vallisneri (1733),Vandelli (1761), Mandruzzato
(1789) among others set up systematic investigations on its physico-chemical properties and medical effects.
The interest for the therapeutic action of the Euganean thermal water, albeit without the support of analytical data on the water itself nor
of scientific clinical investigations on patients, had regained momentum after the Middle Ages, thanks mainly to Pietro d’Abano (1257-1315),
Michele Savonarola (1384-1462), and Gabriele Falloppia (1523- 1562).
But Euganean hot springs have a much more ancient history, discovered at the beginning of 20th century when the use of this thermal
water was documented as getting back to the 8th-7th century BC in a sacral frame.
Recent archaeological findings by the Department of Archaeology of the Padua University, give us new insight on the complexity of the
structures and on the relevance of these thermae, celebrated by authors such as Pliny the Elder and Claudius Claudianus, during the Roman
Empire. In this paper we will briefly consider the writings of different Authors on Euganean steaming baths, since Classic Antiquity up to
contemporary investigations.
The thermal water which springs close to the Euganean Hills is utilized for therapeutic purposes in
different locations, mostly in the renowned Abano and Montegrotto Terme. These hot sources are the
result of a long and complex geothermic process, which requires about fifty years. Cold waters, which
come down from mountains called Piccole Dolomiti, penetrate through rocky clefts into an underground
path, getting a depth of up 4000 meters. In this way they acquire their thermal and mineral properties,
and arrive in the Euganean basin. Here, finding impermeable layers, they are forced on the surface.
The actual exploitation of the springs started in 18th century, when Vallisneri (1733),Vandelli (1761),
Mandruzzato (1789) among others set up systematic investigations on their physico-chemical properties
and medical effects.
The interest for the therapeutic action of the Euganean thermal water, albeit without the support
of analytical data on the water itself nor of scientific clinical investigations on patients, had regained
momentum after the Middle Ages, thanks mainly to Pietro d’Abano (1257-1315), Michele Savonarola
(1384-1462), and Gabriele Falloppia (1523-1562).
But Euganean hot springs have a much more ancient history, discovered at the beginning of 20th
century when the use of this thermal water was recorded as getting back to the 8th-7th century BC in a
sacral frame (Lazzaro 1981; Marano 2011; Bassani et al. 2011-2012).
Earlier excavations had been carried out in the second half of XVIII century, documented by an
authoritative scholar of the Euganean baths, Salvatore Mandruzzato, who included a map of the ruins
(fig. 1) in his treaty (1789–1804 ) Dei bagni di Abano (On the Abano baths). Later, the site became the
object of several sacks, and was consequently buried.
Recent archaeological findings by the Department of Archaeology of the Padua University give us
new insight on the complexity of the structures and on the relevance of these thermae, celebrated by
authors such as Pliny the Elder and Claudius Claudianus during the Roman Empire. Today, the ruins
of a wide bath complex, built in the second half of the 1st century B.C. and afterwards enlarged and
employed until the 3rd century A.D, are still visible in the state-owned area near the local railway station.
Some buildings are partially preserved, among which three big pools equipped with water adduction
and draining system, a little theatre, a building with a central circular basin and side apses.
In this paper we will briefly consider the writings of different Authors on Euganean steaming baths,
since Classic Antiquity through Middle Age, Renaissance, XVIII and XIX centuries, up to contemporary
investigations (Zanchin 2013).
An ally of Rome, the Euganean territory received its cultural influence since the 2nd century B.C.,
becoming soon, with the nearby town of Padua, one of the most important area of Roman civilization
both under commercial, cultural and also military aspects, given its strategic location in northeast Italy. In
keeping with their traditional habits, Romans paid a particular attention to Euganean thermal baths, which
developed as a renowned health resort, so that we find reference to them among important Roman authors.
14
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
15
Fig 1. Plan of Euganean baths with archaeological findings. From Salvatore Mandruzzato,
Dei bagni di Abano. Per Giuseppe e fratelli Penada, Padova 1789-1804. Courtesy of
Pinali Library Ancient Section, School of Medicine, Padua.
In the VII book of its historical poem Pharsalia (fig. 2), Marcus Annaeus Lucanus (39 AD – 65
AD) quotes Aponus as the god protecting these famous hot springs; and he attributes to them the name
of the mythical founder of the nearby Padua, the Troian prince Antenor: “..on Euganean hills,.. where
fumes disclose the rise of Aponus from earth and where the waters flow of the Antenorean Timavo river..”
[“..Euganeo colle, .. Aponus terris ubi fumifer exit atque Antenorei dispergitur unda Timavi..”] (Lucanus
1782).
Fig 2. Marcus Annaeus Lucanus (39 AD- 65 AD), Pharsalia. Frontispiece of a 18th century edition.
Ex officina Jacobi Tonson & Johannis Watts. Londini 1719.
Keen observer of nature, Pliny the Elder (23-24 AD - 79 AD) in its encyclopedic treaty Naturalis
Historia (fig. 3) makes reference to the “..natural vertues of the Paduan springs..” twice. In the Liber II he
16
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
states: “Verdant herbes thrive in the hot springs of Paduan dwellers” [“..Patavinorum aquis calidis herbae
virentes innascuntur..”]; and further on, in Liber XXXI: “Neither the color changes occurring in bronze or
silver, as many believe, is a proof of the healing properties [of thermal waters], since the Paduan sources
do not cause.. such effects” [“..Nec decolor species aeris argentive, ut multi existimavere, medicaminum
argumentum est, quando nihil eorum in Patavinis fontibus.. depraehenditur..”] (Plinius 1552).
Fig 3. Plinius Secundus (23/24 -79 AD), Naturalis Historia. Apud Ioannem Frellonium,
Lugduni 1552. Personal Collection
Gaius Suetonius Tranquillus (70 AD – 140 AD) in his De vita Caesarum mentions the oracle of
the Euganean springs, Geryonis, visited by the Emperor Tiberius during his journey to Illyria: “..while
[Tiberius] was getting to Illyria, after consulting the oracle Geryonis near Padua, having obtained a
response that prompted him to throw golden dices in the springs of Aponus..” [“ .. cum Illyricum petens
iuxta Patavium adisset [Tiberius] Geryonis oraculum, sorte tracta, qua monebatur ut de consultationibus
in Aponi fontem talos aureos iaceret..”] (Suetonius 1670).
Geryonis is a monster, who communicates to the mortals from the underworld through the fractures
of the rocky soil: the fumes of thermal waters witness his presence, explaining his worship in the area.
This imperial visit casts no doubts on the relevance of the area among Romans.
Finally, at the sunset of the Empire, Claudius Claudianus (370 –404 AD ), in a short poem dedicated
to Aponus, gives an enthousiastic description of the healing vertues of these waters: “..Fount that
prolonges life for the dwellers in Antenor’s city, banishing by your neighbouring waters all harmful fates,
while your marvels stir utterance even in the dumb..”.
[“..Fons, Antenoreae vitam qui porrigis urbi
fataque vicinis noxia pellis aquis,
cum tua vel mutis tribuant miracula vocem..]
(Claudianus 1665).
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
17
These verses express the great appreciation and the confidence in the therapeutic efficacy of the
Euganean hot baths in different ailments: they are considered even able to prolonging the human life.
The long period of political and social crisis, which accompanies the fall of the western Roman
Empire, along with the new religious attitude, aimed to a spiritual growth which implies the despise of
the corporal pleasures, limit for centuries the use of the Euganean steaming waters, mainly reduced to a
local utilization: nevertheless, the existence of a church located in Abano, with an annexed xenodochium
- a hospice devoted to poor and sick people - is documented in the second half of the 10th century.
Only during the 14th century a progressive recovery takes place of the practical use and of the
theoretical interest for the properties of thermal baths. This revival is due to the University of the very
close town of Padua, traditionally established in 1222, and to the illuminated Signoria of the noble
family Da Carrara, which rules the town from 1316 to 1405: both are interested, although for different
reasons, to the development of the knowledge and to the widespread utilization of the hot springs of the
Abano basin.
The first character who inaugurates the renewed attention to these thermal waters is Pietro d’Abano
(ca.1257 – 1315), an icon figure who is considered as the father of the Paduan Medical School. Physician
and philosopher, he had stayed in Constantinople to learn Greek and to get a privileged access to the
works of Classical Antiquity. Before becoming professor in Padua, he had also teached medicine in Paris.
In his main work, Conciliator controversiarum quae inter philosophos et medicos versantur (fig. 4), he aims
to converge abstract speculation and empirical experience (D’Abano 1548). Some scholars maintain that
he introduced in Padua a line of thought called Averroism, from the Arab philosopher Averroes (11261198). Following his interpretation of Aristotle’s thinking, Averroes elaborated the doctrine of the double
truth that, by stating the net separation between a religious dogma and data emerging from the study
of nature, focused on protecting the freedom of investigation; a philosophical attitude expressed in the
motto Universa universis Patavina libertas which will characterize the University of Padua in the entire
course of its history. Answering to the question “..balneum quid sit et unde ducatur” [“..what is a bath and
which are its effects..”], Pietro deals with the diversity of the baths, their actions and the problems arising
from their use in different situations. For instance, he queries about the possibility of having a bath the
same day of a drug treatment.
Fig 4. Pietro d’Abano, Explicit of the Conciliator controversiarum quae inter philosophos et medicos versantur.
In officina haeredum Lucantonii Iuntae Florentini. Venetiis 1548. Personal collection.
18
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
Around the half of 14th century, a pupil of Pietro d’Abano, Jacopo Dondi writes the Tractatus de causa
salsedinis aquarum et modo conficiendi salis ex eis [Treaty on the cause of salted waters and how to extracts
salts] (Dondi J. 1553), were he deals with the recovery of crystallized salts of thermal waters through
evaporation and with their alimentary use in medicine.
It seems to be a familiar interest, since his son Giovanni Dondi (1330 – 1389) also writes a work on
the subject, De fontibus calidis agri patavini consideratio [Consideration on the hot springs of the Paduan
territory] (Dondi G. 1553). Besides distinguishing different kinds of thermal waters, according to their
mineral content -“sulfuree, nitrosae, aluminosae, salsuginosae, bituminosae, ferrae” – he put forward a
pioneering, and nowadays accepted, hypothesis: the high temperature of thermal waters results from
subterranean heat, not from the heat emanated by sulphur mines as claimed by previous authors.
In 1405 Padua falls under Venetian rule. Given the cosmopolite relations of the Serenissima Republic,
the Euganean baths see an increased Transalpine attendance, mainly by German visitors.
Among the authors of the period, we find Bartolomeo Montagnana. Whereas in his Consilia (fig. 5)
he reveals clinical accuracy and competence even in the field of surgery, in De balneis patavinis [On the
Paduan thermal baths] he proposes several ways of exploiting spa therapy, while informing the reader
about potential side-effects.
Fig 5. Bartolomeo Montagnana (ca. 1380-1452), Consilia. Frontispiece of a 1525 edition.
Also Michele Savonarola (1384 – 1462), the most authoritative professor of the period, is interested
to the termal springs. Beside other important work such as Practica maior, Tractatus de vermibus, De
regimine pregnantium and noviter natorum, Savonarola writes De balneis et thermis naturalibus omnibus
Italiae... [About all the natural baths and spa of Italy...](Savonarola 1553), where he considers many
bathing resorts and their difference in mineral composition and therapeutic properties.
The following century, the 16th, is considered the golden age of the Paduan School of Medicine
(Zanchin 1986), called “the cradle of modern medicine” because of its pivotal role in the scientific revolution
in this field (Zanchin 2012). In 1543 Andeas Vesalius (1514-1564) publishes De humani corporis fabrica,
whereas his colleague Giovanni Battista da Monte (1489-1551) inaugurates clinical lessons on wards at the
San Francesco Grande Hospital: therefore, first in Padua, the new critical attitude of the anatomist finds its
contemporary counterpart in the physician who teaches now at the bedside of the patient.
Three years later the Venetian Senate, on the request of the professor of botany, Francesco Bonafede,
creates the Hortus Simplicium, the first botanical garden devoted to the study of plants of medical interest.
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
19
It is therefore possible to establish (1564) a chair Ad Ostensionem Simplicium [To the demonstration of
plants], that is aimed at the practical, direct presentation on the field. This chair adds to the already
existing Ad Lecturam Simplicium [To the lecturing on plants], which since 1533 envisaged only abstract
description of plants provided by books, thus exposing to serious mistakes the choice of the correct
ingredients for the preparation of drugs, then largely based on herbal remedies. Plants of therapeutic
interest can now be directly observed and compared. This event is a further evidence, in the botanical
field, of the naturalistic attitude of the Paduan Medical School in the 1500s.
Also Euganean baths benefit from this vigorous, renewed interest for the physical world, as
documented by the publication in Venice (1553) of De balneis omnia qui extant apud Graecos, Latinos,
et Arabas…[About all the baths which are existing among the Greeks, the Latins, and the Arabians…], an
accurate collection of about seventy pieces of work on the subject of the use of hot waters from antiquity
until 16th century (fig. 6), written by authors such as Hippocrates, Galen, Plinius, Celsus, Dioscorides,
Oribasius Avicenna, Averroes, Savonarola, Fuchs. A year later, the restoration of the baths is entrusted
by the board of Physicians of the Padua University to professors of Practical and Ordinary Medicine
Paolo Crasso, Oddo degli Oddi and Francesco Frigimelica “..with the necessary tools for take off land and
uproot the prickles that covered the baths..”[“..con gli istrumenti necessari a cavar terra et estirpar le spine
che coprissero li detti Bagni...”]
Fig 6. De balneis omnia quae extant apud Graecos, Latinos et Arabas. Apud Iuntas, Venetiis 1553.
Courtesy of Pinali Library Ancient Section, School of Medicine, Padua.
Even more, in 1556 spring the Paduan anatomist and clinician Gabriele Falloppia (1523-1562),
who will become renowned for the publication of the treaty Observationes anatomicae (1561) and for
the description of uterine tubes, starts classes on Euganean water properties, De medicatis aquis, in
the School of Medicine (fig. 7). He will publish later (1563) De thermalibus aquis [On thermal waters]
(Falloppia 1584), “Opera genuina omnia tam practica quam theorica” [“An entirely genuine work both
practical and theorical”], where he expresses a convinced appreciation of termal therapies: “..mud is
an excellent treatment..[for] diseases that receive relief.. first of all those of nerves and articulations.. One
treatment can be given two, three times a day.. it can be carried on for fifteen days and each application
should not last more than one hour..”.
20
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
Fig 7. Portrait of Gabriele Falloppia (1523-1562). Hall of the School of Medicine,
Bo Palace, University of Padua.
A further evidence of the strong renewed attention for the Euganean thermal basin is given by a
report by the community of German students, who during the summer of 1578 are accompanied by
professors Oddo degli Oddi and Albertino Bottoni to Abano in order to get a direct acquaintance of
baths and muds (Premuda 1981).
Modern advancement in the scientific knowledge on the subject has to wait until the 1700s, however.
In 1733 Antonio Vallisneri publishes Balnea patavina Aponi (Paduan baths of Abano) (Vallisneri
1773), where auroral physical and chemical investigations are reported on the therapeutic properties
of these hot waters. A few years later, Domenico Vandelli (1735-1816 ) in his Tractatus de thermis agri
patavini (Treaty on the spa of the Paduan territory) (Vandelli 1761) tries also to perform analytical studies
on the composition of Euganean waters (fig. 8).
Fig 8. Domenico Vandelli, Tractatus de thermis agri Patavini. Ex typographia Conzatti, Patavii 1761.
Courtesy of Pinali Library Ancient Section, School of Medicine, Padua.
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
21
In the second half of this century important institutional novelties are introduced. In 1755 the
Riformatori dello Studio, i.e. the Venetian officers in charge of the teaching programs of the University of
Padua, ask Giovan Battista Morgagni, Giuseppe Antonio Pujati and Bartolomeo Lavagnoli to elaborate
a comprehensive plan in order to foster the medical exploitation of the Euganean basin. These professors
suggest to implement the scientific research, to improve the structure of thermal building, and to remit
the elaboration of a detailed planning to a colleague with a direct, local experience. Antonio Pimbiolo
1740–1824, professor of Theorical Medicine, is chosen. He presents a “..plan of observations to be done
in these baths and thermes, through analysis and experiments as well as through collection of medical
records”[“..piano delle osservazioni da farsi in questi Bagni e Terme, tanto per via d’analisi et esperimenti,
quanto per via di raccolta di mediche osservazioni..”] (Premuda 1984),where he stresses the need of
constant presence of a doctor, underlines the shortage of hotel management and urges the struggle
against fraude water.
Of utmost importance is the institution, in those years, of specific university chairs devoted to the
subject, even on its historical aspects. In 1768 Ad Thermas Aponenses chair is conferred to Giuseppe
Mingoni (1768-1796) and later (1796) to Salvatore Mandruzzato (1796-1806); whereas in 1769
Giovanni Lavagnoli (1769-1804) is entrusted with the new chair Ad scribendam Historiam Thermarum
Aponensium. Although short lived (Ad Thermas Aponenses will be abolished in 1805), these chairs will
raise the quality of scientific research on the subject, documented mainly by the impressive treaty in
three volumes Dei bagni di Abano trattato [Treaty on the Abano baths] published in the years 1789–1804
by Salvatore Mandruzzato (fig. 9) (Mandruzzato 1789-1804). This comprehensive, multifaceted work
includes, beside chapters on history of Abano baths, data on physical-chemical composition and medical
properties of mud and water. Proposals on how to ameliorate the place of Abano are also advanced.
Fig 9. Salvatore Mandruzzato, Dei bagni di Abano. Per Giuseppe e fratelli Penada, Padova 1789-1804.
Courtesy of Pinali Library Ancient Section, School of Medicine, Padua.
The dawn of 1800s sees a progressive growth of the investigations on the thermal water, and
specifically on the presence in it of vegetal and microbial organisms, in parallel with the advancement
of different scientific domains, especially physics, chemistry, microscopy. Also the management of the
area experiences a rapid development, the effects of which continues even today (fig. 10) (Marson 2001).
Favored by sound governance structure of the Habsburg rule, proposals find space to reorganize the
general use of the spa. The medical inspector Giovanni Maria Zecchinelli publish (1820) Istruzioni
22
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
sanitarie e mediche per li medici assistenti degli stabilimenti dei bagni Termali della Provincia di Padova
[Health and medical instructions for doctors operating at the thermal baths of the Padua province]
(Zecchinelli 1820). With a very large and modern view, he faces the problem of the medical assistance in
the spa in its complexity, including, beside health issues, even managerial considerations on “bagnajuoli;
proprietari; albergatori” [“bathing attendants; owners; hoteliers”]. In his Saggio sull’uso medico delle
terme padovane [Essay on the medical use of Paduan baths] (1835), he gives detailed indications on the
application of mud therapy: “..it is used in heaviness and rheumatic headache, stiff neck.. back and lumbar
pains…articular rheumatic aches” [“…si usa nelle gravedini e cefalalgie reumatiche, nei torcicolli, …nelle
dorsaggini, nelle lombaggini...nelle reumatalgie articolari..”] (Zecchinelli 1835).
Fig 10. Abano Terme. The thermal hotel “Orologio” (1825) by architect Giuseppe Jappelli
in a photograph of the beginning of the XX century.
Organization and management of the entire area have a decided promotion in the second half of
the century, with the centralization of private properties. Since the eighties, a pivotal figure in new hotel
construction and modernization of existing buildings, the lawyer Giorgio Sacerdoti, assures managerial
and environmental improvements, including the lightning by acetilene gaz followed by electricity
(Premuda 1981).
In the same period, the clinician Achille De Giovanni, recognized leader of the Paduan neoconstitutionalism based on anthropometry, takes over the medical management of the health spa,
becoming its consultant physician and sanitary administrator. Beside the rheumatic , ENT and
gynaecological diseases, the future Rector of the University of Padua identifies the diseases of the
nervous, musculoskeletal and circulatory systems and, of course, the constitutional ones as particularly
treatable with Euganean water and mud (De Giovanni 1983).
At the turn of the century, the thorough analysis on gases and salts (Nasini et al. 1894) is enriched
by the first investigations on radioactivity of the sources (Nasini et al. 1904/05). This field, which is
cultivated also by De Giovanni (De Giovanni 1904), will have further development in the following
decades (Drigo 1942-43).
More generally, thermal cures receive a first detailed regulation with the Law of July 16, 1916,
No. 947. If used for therapeutic purposes the water of each thermal spring must to be certified by the
Department of Health, which demands a series of relations and studies in order to verify the long-lasting
qualities, hygienic conditions and therapeutic efficacy of mineral waters. Therapies have to be prescribed
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
23
and given under medical control and thermal sites have requirements, rules, duties and personnel which
equalize them to other health care centres.
The law of 24 October 2000, no. 327, which includes the discipline of the teaching courses of the
School of Specialization in Thermal Medicine, reorganizes the contemporary clinical training of this
field.
The main aim of research in spa medicine is to understand the mechanisms by which therapeutic
effects are achieved. The efficacy of the various forms of crenotherapy is related mainly to the analgesic
and anti-inflammatory action of thermal mud and water. Nowadays, scholars of the University of Padua
are investigating with basic and clinical research the specific anti-inflammatory effect (Cozzi et al. 2004)
and, under their analgesic profile, the changes induced in blood level of pituitary and adrenal hormones,
and of opioid peptides (Bellometti et al. 1998; Fioravanti et al. 2007; Cozzi et al. 2007). More recently, a
study of patients with ankylosing spondylitis has shown that the thermal therapy and rehabilitation will
allow a long lasting clinical improvement (Ciprian et al. 2013).
In addition to the results provided by research on experimental models, continuous acquisitions are
therefore being obtained with clinical studies, despite some methodological obstacles inherent in the
appraisal of thermal treatments, such as the difficulty in conducting double-blind investigations.
It remains, nevertheless, still largely actual the consideration made in this regard in the last century
by the aforementioned Giovanni Maria Zecchinelli (1835), which only future surveys will be able to
refute: “..I would say that those baths have.. another power, that right now I will say mysterious, as we can
not determine it; for that they bring relief, without understanding the way and the reason they do it”[“..Direi
ch’esse Terme hanno… un’altra azione, che per ora chiamerò arcana, non sapendo determinarla; in forza
della quale giovano senza che si arrivi a capirne il modo e il perchè…”] (Zecchinelli 1835).
Acknowledgement
The kind help of Dr. Martina Bruno MD in the preparation of the manuscript is gratefully acknowledged.
References
Bassani M., Bressan M., Ghedini F. Eds. Aquae Patavinae. Montegrotto: le aree archeologiche e il termalismo in età antica. Proceedings, Ist National
Congress. Antenor Quaderni 21, Padova 2011.
Bassani M., Bressan M., Ghedini F. Eds. Aquae Patavinae. Montegrotto Terme e il termalismo in Italia. Aggiornamenti e nuove prospettive di
valorizzazione, Proceedings, 2nd National Congress. Antenor Quaderni 26, Padova 2012.
Bassignano M.S. La religione: divinità, culti, sacerdozi, in Il Veneto nell’età romana, I, Storiografia, organizzazione del territorio, economia e religione.
Buchi E., Ed. Verona 1987, pp. 311-376.
Bellometti S. and Galzigna S. Serum levels of a prostaglandin and leukotriene after thermal mud pack therapy. J Investig Med 46: 140-145, 1998.
Ciprian L., Lo Nigro A., Rizzo M., Gava A., Ramonda R., Punzi L., Cozzi F. The effects of combined Spa therapy and rehabilitation on patients with
ankylosing spondylitis being treated with TNF inhibitors. Rheumatol Int 33: 241-245, 2013.
Claudianus C. Correctissimus Cl. Claudianus, De Apono. Typis Zachariae Conzatti, Venetiis, 1665, p. 264-267.
Cozzi F., Carrara M., Sfriso P., Todesco S., Cima L. Anti-inflammatory effect of mud-bath applications on adjuvant arthritis in rats, Clin Exp Rheumatol
22: 763-6, 2004.
Cozzi F., Podswiadek M., Cardinale G., Oliviero F., Dani L., Sfriso P., Punzi L. Mud-bath treatment in spondylitis associated with inflammatory bowel
disease. A pilot randomized clinical trial. Joint Bone Spine 74: 436-439, 2007.
D’Abano P. Conciliator controversiarum quae inter philosophos et medicos versantur. In officina haeredum Lucantonii Iuntae Florentini, Venetiis
1548.
De balneis omnia quae extant apud Graecos, Latinos et Arabas. Apud Iuntas, Venetiis, 1553.
De Giovanni A. Le fangature e le acque di Abano. Gazzetta degli Ospedali e delle Cliniche XIV: 722-724, 1893.
De Giovanni A. Intorno alla Radio-attività dei fanghi e delle acque di Abano. Ib XXV, 1904.
Dondi G. De fontibus calidis agri Patavini. In De balneis 1553, pp. 94-108.
Dondi J. Tractatus de causa salsedinis aquarum et modo conficiendi salis ex eis, ex consideratione Jacobi de Dondis. In De balneis 1553, p. 109.
Drigo A. Sul contributo delle diverse radiazioni all’azione biologica delle acque e dei fanghi termali. Atti R. Ist. Ven. SS.LL.AA. 102, parte II: 415-424,
1942-43.
Falloppia G. Per lo studio dell’azione delle acque e dei fanghi di Abano, Padova 1916.
Falloppia G. Tractatus de thermalibus aquis, atque metallis. In Omnia quae adhuc extant opera, Venetiis 1584.
Fioravanti A., Perpignano G., Tirri G., Cardinale G., Gianniti C., Lanza C.E., Loi A., Sfriso P., Cozzi F. Effects of mud-bath treatment on fibromyalgia
patients: a randomized clinical trial. Rheumatol Int 27: 1157-61, 2007.
Lazzaro L. Fons Aponi. Abano e Montegrotto nell’Antichità. Abano Terme 1981.
Lucanus M.A. Pharsalia, vol. II. Typis Imperialis Monasterii S. Ambrosii Maioris, Mediolani, 1782, p. 74.
Mandruzzato S. Dei bagni di Abano. Trattato, voll. 1-3. Per Giuseppe e fratelli Penada, Padova 1789-1804.
Marano Y.A. Cassiodoro e Fons Aponi, in Aquae patavinae Variae II, 39: 195-210, 2011.
Marson P. Le Terme Euganee nella storia della reumatologia. Un breve itinerario attraverso i secoli. Atti XXXVIII Congresso Nazionale della Società
Italiana di Reumatologia, Padova 2001.
Montagnana B. De aspectu situ, minera, virtutibus, et operationibus balneorum in comitatu Pavino repertorum. In De Balneis 1553, pp 37-42.
Nasini R., Anderlini F. Relazione intorno all’analisi chimica dell’acqua della sorgente Montirone in Abano eseguita nell’anno 1894. Padova 1894.
Nasini R., Anderlini F., Levi M.G. Sulla radioattività dei gas di Abano. Comunicazione preliminare. Atti del R. Ist. Veneto di SS.LL.AA., T. LXIV, S VIII, T
24
The Euganean Thermal Baths. A Historical Profile From Aponus To Present
VII, dispensa prima: pp. 44-45, 1904/05.
Plinius Secundus, Naturalis Historia Liber II, cap. CIII, p. 19,45-46 and Liber XXXI, cap. VI, p. 565, 14-16. Apud Joannem Frellonium, Lugduni, 1552.
Premuda L. Il termalismo euganeo: aspetti storici, in XLVII Congresso Nazionale dell’Associazione Medica Italiana di Idroclimatologia Talassologia e
Terapia Fisica. Padova-Abano Terme 1981, pp. 39-58.
Premuda L. La medicina. In Storia della Cultura Veneta, 5/II. Vicenza 1984, pp. 258-266.
Savonarola M. De balneis et thermis naturalibus omnibus Italiae sicque totius orbis, proprietatibusque earum. In De Balneis. Venetiis 1553 pp. 181182.
Suetonius G. De vita Caesarum, La vie de Tibere. Paris 1670, p. 184.
Vandelli D. Tractatus de thermis Agri Patavini. Ex typographia Conzatti, Patavii 1761.
Vallisneri A. Notizie intorno varie Acque Termali, e in primo luogo delle famose de’ Colli Euganei. In Opere fisico-mediche stampate e manoscritte del
Kavalier Antonio Vallisneri raccolte da Antonio suo figliuolo, Tomo Secondo XI, Venezia 1733, pp. 429-441.
Zanchin G. Contributi alla conoscenza del sistema nervoso nel “De humani corporis fabrica” di Andrea Vesalio. In I Secoli d’oro della Medicina. Parma
1986, pp. 51-55.
Zanchin G. The Medical School of Padua. A historical profile from origins to the fall of the Venetian Republic. In In corpore sano. Padova 2012, pp.
121-145.
Zanchin G. Le Terme Euganee. Cenni storici. In Aquae salutiferae – il termalismo tra antico e contemporaneo. Bassani M., Bressan M., Ghedini F. Eds.
Proceedings, Antenor Quaderni 29, Padova 2013, pp.19-28.
Zecchinelli G.M. Istruzioni sanitarie e mediche per li medici assistenti dei bagni Termali della Provincia di Padova, Padova 1820.
Zecchinelli G.M. Saggio sull’uso medico delle Terme Padovane, Padova 1835.
DIE ERFAHRUNGEN DES TÜRKISCHEN REPUBLIKGRÜNDERS
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1881-1938) IN KARLSBAD und
SEINE FÖRDERUNG DES WISSENSCHAFTLICHEN UMGANG MIT
HEILBÄDERN IN DER TÜRKEI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ KURUCUSU M. K. ATATÜRK’ÜN (1881-1938)
KARLSBAD KAPLICALARI DENEYİMİ ve TÜRKİYE’DE KAPLICALARLA
BİLİMSEL OLARAK İLGİLENİLMESİNİ TEŞVİKİ
Arın Namal*
*Univ. Prof. Dr., Abteilung für Geschichte der Medizin und Ethik der medizinischen Fakultät der Universität Istanbul/
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı
Zusammenfassung
Als der spätere Gründer der türkischen Republik Mustafa Kemal Atatürk als Kommandant im I. Weltkrieg von einer Front zur nächsten
eilte, erkrankte er im Oktober 1917 und ließ sich vom 30. Juni bis 28. Juli 1918 in der Hoffnung auf Heilung seines Nierenleidens in Karlsbad
behandeln. Seine Erinnerungen an die dortige Zeit hielt Atatürk auf insgesamt 158 Seiten in sechs Heften handschriftlich fest, zum Teil in
altem Türkisch, zum Teil auf Französisch. Es handelt sich um Aufzeichnungen, die er von Tag zu Tag machte, selbst die jeweiligen Stunden
sind notiert. In seinen handschriftlichen Erinnerungen notiert er Gedanken über sein Land, die er hier mit dem Blick von außen anstellen
konnte, und berichtet von den Kuren, die in Karlsbad bei ihm angewendet wurden, sowie der dortigen Atmosphäre. Karlsbad beeindruckte
Atatürk zutiefst. Deshalb vergaß er auch in den Gründungsjahren der Republik die Heilbäder nicht und sorgte dafür, dass bei den gesetzlichen
Regelungen zur Gesundheit Thermalbädern und Mineralwassern ein eigenes Kapitel gewidmet wurde. Im Jahre 1929 inspizierte Atatürk die
Marmararegion und ließ ein Gutachten für die Heilquellen von Yalova erstellen, anschließend gab er Anweisungen, diesen Ort so auszustatten,
dass dort Dienstleistungen auf dem hohen Standard europäischer Kurbäder erbracht werden konnten. Er lud Nihat Reşat Belger, der damals
in Frankreich tätig war, ein, die administrative Verantwortung zu übernehmen. Belger hatte in der Türkei und in Frankreich Medizin studiert,
sich auf die Bereiche innere Medizin und Hydroklimatologie spezialisiert und war 19301936 als beratender Arzt in den Kurbädern von
Plombieres tätig gewesen. Er bemühte sich mit allen ihm zur Verfügung stehenden Kenntnissen und Erfahrungen, Yalova in einen Ort nach
Art europäischer Kurorte zu verwandeln. Er sorgte dafür, dass Diätschwestern und Physiotherapeuten eingestellt wurden. Als Atatürk am 21.
Januar 1938 mit Anzeichen von Krankheit ins Kurbad Yalova kam, war es wiederum Belger, der als Erster Zirrhose bei ihm diagnostizierte. Drei
Jahre leitete er die Bäder von Yalova als Direktor und Chefarzt, bevor er auf Anordnung Atatürks und mit Ministerratsbeschluss vom 07.12.1938
den Auftrag erhielt, an der medizinischen Fakultät der Universität Istanbul einen Lehrstuhl für Hydroklimatologie zu gründen. Am 14.02.1939
nahm er diese Tätigkeit auf. Belger leitete den Lehrstuhl für Hydroklimatologie, bis er 1950 als Abgeordneter ins Parlament gewählt wurde.
Neben der Ausbildung von neuen Mitgliedern des Lehrkörpers und wissenschaftlichen Publikationen galt sein Streben der Erhöhung der
Unterrichtsstunden im medizinischen Curriculum. Weiter fand Atatürk jedoch nicht die Gelegenheit, die Arbeiten des Instituts zu beobachten
und zu fördern, denn er verstarb noch im Gründungsjahr des Instituts.
I. Einleitung
Als der spätere Gründer der türkischen Republik Mustafa Kemal Atatürk als Kommandant im I.
Weltkrieg von einer Front zur nächsten eilte, erkrankte er im Oktober 1917 und ließ sich zuerst im Juni
1918 füe einen Monat in Wien behandeln. vom 30. Juni bis 28. Juli 1918 in der Hoffnung auf Heilung
seines Nierenleidens in Karlsbad behandeln. Seine Erinnerungen an die dortige Zeit hielt Atatürk auf
insgesamt 158 Seien in sechs Heften handschriftlich fest, zum Teil in altem Türkisch, zum Teil auf
Französisch. Es handelt sich um Aufzeichnungen, die er von Tag zu Tag machte, selbst die jeweiligen
Stunden sind notiert. In seinen handschriftlichen Erinnerungen notiert er Gedanken über sein Land,
die er hier mit dem Blick von außen anstellen konnte, und berichtet von den Kuren, die in Karlsbad
bei ihm angewendet wurden, sowie der dortigen Atmosphäre. Karlsbad beeindruckte Atatürk zutiefst.
Dieses Referat geht darauf ein, wie Atatürk aufgrund seiner Karlsbader Erinnerungen sich in der Türkei
um den Aufbau eines Musterheilbads als Vorbild für die bessere Nutzung der dortigen vernachlässigten
Thermal- und Heilbäder bemühte, wodurch auch die zugehörigen Therapien auf eine wissenschaftliche
Grundlage gestellt werden sollten.
Mustafa Kemal Atatürk, der Gründer der türkischen Republik, war ein in der ganzen Welt bekannter
und anerkannter Staatsmann. Sein Familienname Atatürk, der so viel bedeutet wie der Ahnherr aller
Türken, wurde ihm nach Gründung der Republik mit Beschluss vom Parlament verliehen. Seine
Umwandlung eines Reiches, das bei Aufklärung und industrieller Revolution nur Zuschauer gewesen war,
25
26
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
in einen modernen Nationalstaat, war eine Pionierleistung. Dazu führte er einen Unabhängigkeitskrieg
und setzte anschließend in allen Lebensbereichen Reformen um.1 Das erste und prächtigste Denkmal,
das es in der Türkei von ihm gibt, von wurde von einem österreichischen Bildhauer, namens Heinrich
Krippel (1883-1945) geschaffen. Mustafa Kemal Atatürk hatte sich im Jahre 1918 für einen Zeitraum
von einem Monat zur Behandlungszwecken in Karlsbader Heilquellen aufgehalten. Seine 158 Seiten
lange Notizen wurden 65 Jahre später, als er nicht mehr lebte, veröffentlicht. In diesem Artikel wird
basierend auf die von ihm selbst geschriebenen Memoiren von Atatürk, die Gründe für die Reise nach
Karlsbad und seine Eindrücke vermittelt.
II. Die Krankengeschichte des Nierenleidens von Atatürk und die Gründe für
die Reise nach Karlsbad
Diese große Persönlichkeit der türkischen Geschichte war 1881 in Saloniki geboren worden. Obwohl
die Familie durch den Tod des Vaters stark erschüttert wurde, als er noch sehr jung war, gelang es ihm, eine
glänzende Ausbildung zu durchlaufen. 1905 schloss er im Rang eines Hauptmanns die Militärakademie
ab. Bis zum Ausbruch des I. Weltkriegs führte er an verschiedenen Fronten das Kommando, aufgrund
außerordentlicher Erfolge wurde er früh ausgezeichnet und stieg auf. Über die Gesundheit Mustafa
Kemal Atatürks, der am 10. November 1938 mit 57 Jahren starb, nachdem seine chronisch gewordene
Lebererkrankung zur Zirrhose geworden war, sind zahlreiche Bücher und Aufsätze geschrieben worden.2
Es ist bekannt, dass Atatürk, der viele Jahres seines Lebens an der Front verbrachte, unter Erkrankungen
wie Malaria, Infektionen von Augen und Ohren, Lungenentzündung, Angina, Verwundungen, einem
gebrochenen Arm und der Leberkrankheit, aufgrund derer er sterben sollte, litt.3 In der Jugend, während
seiner Zeit als Student, hatte Atatürk eine Gonorrhoe mit starkem urethralem Ausfluss durchgemacht.
Es gab damals noch keine Antibiotika und keine Therapie dieser Krankheit, weshalb sie sich mehrfach
wiederholte und, so nimmt man an, der Pyelonephritis den Boden bereitete, die er in späteren Jahren
erleiden sollte, mit einem medizinischen Ausdruck also als prädispositiver Faktor wirkte. Aus diesem
Grund wurde in Atatürks Urin immer mal wieder eine Entzündung nachgewiesen.4 Die Beschwerden
Atatürks an der linken Niere traten erstmals im Dezember 1911 auf, als er in Tripolis weilte. Hohes
Fieber und Nierenschmerzen fesselten ihn ans Bett. Als 1912 der Balkankrieg ausbrach, kämpfte Atatürk
an den Fronten von Gallipoli und Bolayır, machte sich um die Rückeroberung von Edirne verdient und
wurde 1913 als Militärattaché in Sofia eingesetzt. Bei Ausbruch des I. Weltkriegs stellte er in Thrakien
die 19. Division zusammen und verteidigte Gallipoli. 1915 während der Schlacht um Çanakkale und
1916, als er an der Ostfront kämpfte, trat das Nierenbeschwerden erneut auf.
Im September 1917 schrieb Mustafa Kemal einen Bericht mit dem Tenor, dass das Land und
die Armee vor dem Zerfall stehe. Im Oktober desselben Jahres trat er vom Oberkommando VII.
Armee Armeeoberkommando zurück und ging nach Istanbul. Während er im Oktober 1917 als
Armeeoberkommandeur der VII. Armee gedient hat, hat er den Dienst quittiert und ist nach Istanbul
zurückgekehrt. Am 11. Oktober 1917 wurde er zum Befehlshaber der II. Armee ernannt. Daraufhin hat
er einen Monat Urlaub genommen und sich danach für drei Monate krank gemeldet und den Dienst
nicht angetreten. Er begleitete Prinz Vahdettin, der zwischen 7. Dezember 1917 und 4. Januar 1918
nach Deutschland reiste, um sich ein Bild über die militärische Kraft des mit dem Osmanischen Reich
verbündeten Deutschland zu machen. Mustafa Kemal und Prinz Vahdettin wollten vor allem eines in
Erfahrung bringen: Wie groß ist die Unterstützung des verbündeten Deutschlands für den verloren
gehenden Krieg tatsächlich noch? Als er Sofia angekommen ist, sagte Mustafa Kemal zum türkischen
Botschafter, der ihn empfing: „Ich bin davon überzeugt und habe vor Ort beobachtet, dass Deutschland
den Krieg verloren hat. Wir müssen alles daran setzen, einen separaten Friedensvertrag zu unterzeichnen
und von dem Krieg mit dem geringsten Schaden davon zu kommen.“ 5 Von dieser Reise kehrte Mustafa
Kemal erneut mit starken Schmerzen der linken Niere heim:
„... wir sind in Istanbul angekommen. Bei der Ankunft habe ich mich elend gefühlt. Die Ärzte sagten,
dass meine linke Niere erkrankt ist. Ich bin etwa einen Monat lang nicht aus dem Bett gekommen. Die
1 Halit Nail KUBALI, Türk Devrim Tarihi (İstanbul 1973)
2 Bedi ŞEHSUVAROĞLU, Atatürk’ün Sağlık Hayatı (İstanbul 1981) Siehe auch Ruşen Eşref ÜNAYDIN, Atatürk’ün Hastalığı (Ankara 1959)
3 Eren AKÇİÇEK, Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü (İzmir 2005)
4 M. KENDIRCI, A. KADIOĞLU, C. MIROĞLU, Atatürk ve Üroloji. Türk Üroloji Dergisi 26/2 (2000), 145-149.
5 Mehmet ÖNDER, Atatürk’ün Almanya ve Avusturya Gezileri (İstanbul 1995) 58.
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
27
Behandlungen der Ärzte konnten mein Leiden nicht lindern. Eine Weile fühlte ich mich dann gut. Dann
wurde ich wieder eingewiesen.“ 6
In der chronologischen Reihenfolge seines militärischen Lebens ist kein Eintrag über einen
Dienst innerhalb von 6 Monaten nach seiner Rückkehr aus Deutschland aufgezeichnet. Allerdings
hat sich inzwischen einiges ereignet. Mustafa Kemal wurde am 19. Februar 1918 im Rahmen einer
Zeremonie in der Deutschen Botschaft vom deutschen Kaiser Wilhelm mit einem Verdienstorden 1.
Ranges ausgezeichnet. General Erich von Falkenhayn wurde als Oberbefehlshaber der Heeresgruppe
Yıldırım abgerufen und Liman von Sanders trat an seiner Stelle. Russland hatte den Friedensvertrag
von Brest-Litowsk unterschrieben und sich aus dem Krieg zurückgezogen. Die Deutschen wurden an
allen Fronten besiegt. Im berühmten Pera Palas-Hotel in Istanbul ruht er sich aus und bemüht sich um
Genesung.7 Als aber der Schmerz in der linken Niere zunimmt, lässt er sich erneut untersuchen und es
fällt der Beschluss, dass er zur Behandlung nach Wien fahren soll. Der damalige Verteidigungsminister
und stellvertretende Oberbefehlshaber Enver Pascha wollte den Mustafa Kemal aus Istanbul entfernen.
Er war auch derjenige, der gemeinsam mit Veliaht Vahdettin die Reise nach Deutschland beschlossen
hatte. Die Vorbereitungen für die Wien-Reise von Mustafa Kemal hatte er persönlich geführt und
hatte ihm eine hohe Summe Reisegeld und einen Soldaten mitgegeben. Nachdem die Vorbereitungen
abgeschlossen wurden, ist Mustafa Kemal am 25. Mai 1919 die Reise nach Wien angetreten.8
Mustafa Kemal war als osmanischer Offizier 1916 auch mit dem Militärverdienstkreuz III. Klasse
und der Militärverdienstmedaille II. Klasse von Österreich-Ungarn ausgezeichnet worden.9 In das Land,
das ihm Orden verliehen hatte, fuhr er nun zu Behandlungszwecken.
Ein Blick auf die bedeutende Meilensteine des Zusammenbruchs des Osmanischen Imperiums, des
Unabhängigkeitskrieges und der Gründung der türkischen Republik zeigt, dass die Erkrankung Mustafa
Kemals und seine Reise zur Behandlung nach Wien und Karlsbad in eine Zeit fällt, da alle Anzeichen
darauf deuteten, dass das Osmanische Reich eine böse Niederlage erleiden würde. Im Anschluss daran
aber begann die Phase, in der er den Unabhängigkeitskampf führen sollte.
III. Die Tage in Wien
Am 25. Mai 1919 trat Mustafa Kemal die Reise von Istanbul nach Wien mit dem Zug an. Am 1.
Juni 1919 kam er in Wien an und stieg im Bristol-Hotel ab (Siehe Abb. 1). Weil sein Gepäck unterwegs
verloren ging, wurden für ihn ein neuer Anzug, Krawatte, Hemd und Unterwäsche gekauft.10 Der Arzt,
der ihm hier empfohlen worden war, empfahl ihm seinerseits, sich von Prof. Dr. Otto Zuckerkandl (18611921) untersuchen zu lassen. Zuckerkandl hatte sich vor allem in der Chirurgie von Pelvis-Organen
und Prostata einen Namen gemacht und darüber publiziert. Zuckerkandl bestätigte die Diagnose der
türkischen Ärzte und empfahl, dass Mustafa Kemal sich drei Wochen im Cottage-Sanatorium im Wald
nahe Wien, das als Luxus-Sanatorium galt, erholte und behandeln ließ, anschließen sollte er eine Bäderkur
in Karlsbad. Wir wissen nicht, mit welchem Status Atatürk im Cottage Sanatorium war. Fakt aber ist,
dass in den Jahren des I. Weltkriegs einige Offiziere in diesem Sanatorium kostenlos untergebracht
waren. Atatürk gehörte zu den prominenten Gästen in der Geschichte des Sanatorium, es heißt, er habe
dort drei Wochen zugebracht. Das Cottage-Sanatorium war 1908 mit 76 Betten eingerichtet worden, es
war nicht nur mit modernster Technik und medizinischer Ausstattung versehen, ebenso wurde großen
Wert auf Komfort gelegt. Es gehörte zu den beliebtesten Therapiezentren seiner Zeit. Innerhalb kurzer
Zeit hatte es sich internationalen Ruhm erworben.11
Dem Brief, den Mustafa Kemal am 5. Juni 1918 von dort an schrieb12, entnehmen wir, dass Prof. Dr.
Zuckerkandl persönlich sich um seine Behandlung im Sanatorium kümmerte:
“Mein lieber Doktor,
vermutlich sind Sie bereits wieder in Istanbul, deshalb schreibe ich Ihnen diesen Brief. Professor
6 ALMAZ Ahmet, Büyük Gazi’nin Hatırat Sahifeleri (İstanbul 2003), 48.
7 N.A. BANOĞLU, Atatürk’ün Istanbul’daki Hayatı (1899-1919,1927-1932) (İstanbul 1973).
8 Sadi BORAK, Ata ve Istanbul (İstanbul 1983) 7.
9 Afet İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları (Ankara 1991)
10 ÖNDER, Atatürk’ün Almanya ve Avusturya Gezileri, 61.
11 Vgl. http://de.wikipedia.org/wiki/Cottage-Sanatorium_f%C3%BCr_Nerven-_und_Stoffwechselkranke
12 Mustafa Kemal hat diesen Brief einem seiner engen Freunde, dem Dr. Rasim Ferit, der zu diesem Zeitpunkt der Generaldirektor für
Gesundheit in Istanbul war, geschrieben. Siehe Hikmet BAYUR Mustafa Kemal’in Üç Mektubu. Belleten (T.T.K.) 24/93 (1960) 129-137. Dieser
Brief belegt, dass zehn Jahre vor der Einführung des lateinischen Alphabets Atatürk dieses bereits benutzte.
28
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
Zuckerkandl, an den ich mich hier auf Empfehlung von Doktor Buyes wandte, hat meine Ihnen bekannte
Erkrankung bestätigt. Außer Kolibakterien hat er nichts gefunden. Ich bin jetzt im Cottage-Sanatorium.
Der Professor behandelt persönlich. Er empfiehlt, dass ich nach dreiwöchigem Aufenthalt hier noch für drei
Wochen in ein Bad zur „Cure“ gehe. Ich fühle mich hier sehr wohl, habe keine Beschwerden.“
Später einmal fand Atatürk folgende freundliche Worte über das Cottage-Sanatorium: „Ich
erfuhr dort gute Behandlung. Da uns beim Wort Sanatorium ganz andere Dinge einfallen, fürchten
und meiden wir solche Orte. Dabei war das ein sehr schöner Ort. Es kam einem gar nicht wie eine
Klinik vor. Darauf waren Ärzte und Pfleger vor allem bedacht. Ich kam mir vor, als wäre ich in ein
vergnügliches Erholungscamp gegangen. Allerdings herrschte dort höchste Disziplin. Da sich jeder an
diese Disziplin hielt, wurde man rasch geheilt und konnte gesund heimkehren.“ Im Cottage-Sanatorium
kümmerte sich Dr. Friedrich Markstein13 um ihn. Dieser schrieb an einen Arztfreund in Karlsbad
zwecks Weiterbehandlung und bat ihn, Mustafa Kemal zu untersuchen, die nötigen Kuren für ihn zu
organisieren und sich weiter zu kümmern.
Als diese Verbindung hergestellt war, reiste Mustafa Kemal in der Nacht vom 28. Juni 1918 mit
der Eisenbahn in Begleitung seiner Ordonnanz von Wien nach Karlsbad, das kurz darauf in den
Grenzen der Tschechoslowakei zu liegen kam, damals aber noch zu Österreich-Ungarn gehörte. Die
Wasser der Bäderstadt waren für ihre heilende Wirkung bei Erkrankungen der Nieren und Lunge, des
Verdauungssystems und bei rheumatischen Krankheiten bekannt.
IV. Atatürks Tagebuch mit Memoiren über Karlsbad
Mustafa Kemal machte sich in den Tagen in Wien und in Karlsbad in sechs 21 cm langen und 15 cm
breiten Heften mit insgesamt 158 Seiten, die er offenbar dort erworben hatte, handschriftlich Notizen.
Die erste Seite datierte er auf den 30. Juni/1. Juli 1918. Obwohl die Aufzeichnungen in der alten Schrift,
also dem arabischen Alphabet gehalten sind, wurden ausländische Namen in Lateinschrift festgehalten.
Die Notizen vom 13. und 14. Juli 1918 sind vollständig auf Französisch verfasst und von Bedeutung,
da sie seine Ansicht zum damaligen Zustand der osmanischen Armee beinhalten. Vom 15. bis 20. Juli
entstanden keine Notizen. Beim Aufzeichnen seiner Tage in Karlsbad ging Atatürk nur wenig auf die
Probleme des I. Weltkriegs ein, ließ sich aber über seinen seelischen Zustand, über die Probleme seines
Landes und die Ansichten bezüglich modernen gesellschaftlichen Lebens, das er in seiner Umgebung
beobachtete, aus. Dass in seinem Land ein neuer Sultan den Thron bestieg, erfuhr Mustafa Kemal hier
am 5. Juli 1918. Ein Blick auf den Inhalt dieser Notizen innerhalb eines Monats, die mit 156 Seiten
als durchaus umfangreich gelten dürfen, zeigt, dass Atatürk hier über die Situation in seinem Land
nachdachte, sich bemühte, mit Türken in wichtigen Positionen zu sprechen, die er hier traf, auf der
Suche nach Unterricht in Französisch und Deutsch war, Werke europäischer Autoren studierte und sich
Notizen dazu machte. Aus den Aufzeichnungen geht deutlich hervor, dass er sich nicht allzu sehr auf
den Therapieplan konzentrierte, sondern für ihn politische Themen und die Sorge um die Zukunft des
Landes im Vordergrund standen. In diesem Tagebuch schrieb Atatürk am Montag den, 22. Juli 1918
über die Lage von Österreich, das sich zu dieser Zeit im Krieg befand:
„...Ich glaube nicht, dass Österreicher ab jetzt irgendetwas machen, diese Offensive war sowieso ein
Fehler. Wahrscheinlich haben sie es unter Druck der Deutschen getan.... Die inneren Angelegenheiten
Österreichs könnte die militärische Stärke der Allianzpartei beeinflussen.“14
Am Ende seiner Aufzeichnungen in Wien und Karlsbad bekannte Mustafa Kemal, er habe nicht
alles, was er erlebt und gedacht habe, notiert, dazu sei keine Zeit gewesen, auch vertraue er nicht sehr auf
schriftliche Dokumentation: „Nicht alle Erlebnisse der vergangenen Tage in Karlsbad habe ich in diesen
Heften aufschreiben können, und nicht genau so, wie sie waren. Dafür gibt es zwei Gründe. Erstens hatte
ich nicht genügend Zeit, um so viel zu schreiben wie nötig. Zweitens, wie hätte ich denn alles, was ich
dachte und tat, also all meine geheimen Gedanken und mein Leben diesen Heften übereignen können?
Werde ich nicht sogar diese Notizen eines Tages, wahrscheinlich sogar eines nahen Tages vernichten … Weil
das immer so war, gibt es bisher keine geordnet festgehaltenen Erinnerungen von mir.“15 Davor hatte er
geschrieben, dass seine Memoiren nicht unbedingt aufgenommen werden mussten:
13 Vgl. URL: http://wikimapia.org/26130921/de/Wiener-Cottage-Sanatorium
14 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 59.
15 İNAN M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 60.
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
29
Abbildung 1: Damals Rudolfshof, heute fünfsterniges spa&wellness Hotel Carlsbad Plaza in
Karlovy Vary (Karlsbad). Auf dem Plakat an der Fassade steht: „Im Juli 1918 Gründer der türkischen
Republik und anerkannter Staatsman Kemal Atatürk hat hier gewohnt.“ Foto: Fahri Şen
„...Ich werde nicht schreiben, wie diese zwei Tage vergangen sind. Was soll passieren, wenn auch
diese Erinnerungen, wie viele andere von mir, einfach verschwinden? Allerdings muss ich eins sagen; die
Menschen verbergen die Wahrheit.“16
Afet Inan17 fand diese Hefte, in denen Atatürk seine Erinnerungen festgehalten hatte, als sie in
seiner Privatbibliothek recherchierte. Sie legte dann die Hefte Atatürk vor und sah, wie tief diese ihn
berührt hatte. Er sagte, er wolle ein paar Erläuterungen hinzufügen, dann sollten diese Aufzeichnungen
veröffentlicht werden, und bat Afet İnan, sie vorerst zu verwahren. Inan veröffentlichte manche Teile
von diesen Aufzeichnungen erstmals 1983, kurz vor ihrem Tod. Heute befinden sich die originalen Hefte
im Archiv des Generalstabs (Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Arşivi), sind aber nicht zugänglich.
V. Trinkkuren und die zusätzlich angewandten Therapien in Karlsbad
Atatürk stieg in der Pension Rudolfshof ab18, in der man für ihn reserviert hatte. Mustafa Kemal
dachte in Karlsbad zunächst, er würde sich in der für ihn ausgewählten Pension nicht wohlfühlen, wo es
doch prächtige Hotels wie das Pupp und das Imperial gab. Doch Dr. Vermer19, der zur Untersuchung zu
ihm kam, sagte, er benötige eine ernsthafte Behandlung, die Atmosphäre des Amüsement in den lauten,
protzigen Hotels vertrüge sich nicht mit der notwendigen Therapie. In den Aufzeichnungen in Karlsbad
erwähnt Atatürk den Namen Dr. Vermer häufig. Dieser Arzt, dessen vollen Namen wir nicht kennen,
16 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 54.
17 Afet Inan (1908-1985), Atatürk’ün Selanik’ten tanıdığı bir ailenin öğretmen olmuş kızıdır. Atatürk ermutigte sie, in Genf Französisch zu
lernen und dort Geschichte zu studieren. 1939 erhielt sie einen Doktorgrad der Soziologie. Sie war auch Mitgründerin und ein führendes
Mitglied des Türk Tarih Kurumu, des türkischen Geschichtsinstituts. Später nahm Atatürk sie in die Reihe seiner Erben auf. Siehe İNAN A Prof.
Dr. Afet İnan (İstanbul 2005).
18 Das Gebäude wird heute als ein Luxushotel benutzt. Das Hotel berichtet auf seiner Webseite, dass der erste Präsident der Türkischen
Republik Mustafa Kemal Atatürk hier übernachtet haben soll. Am Eingang der Gebäude hängt ein Plakat darüber.“…The reconstruction of
the historical building from the late 18th century, which was known as Rudolfshof (Rudolph’s Court) and which, since the beginning of its
existence, had been providing services to travellers and later to spa guests, among others also to the first Turkish President, Kemal Atatürk…”
Vgl. URL: http://www.karlsbadhotels.cz/carlsbad-plaza_e.php (Zugriff : 02.03.2013)
19 Atatürk hat in seinem Tagebuch den ihn behandelnden Arzt mit dem Namen “Vermer” erwähnt und hinzugefügt, dass der 21 Jahre in
Kairo gelebt hatte und Arabisch so gut wie seine Muttersprache beherrschte.Vgl. İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 30.
30
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
den Atatürk auf diese Weise in seinen Notizen verewigte, kümmerte sich während seines Aufenthalts
in Karlsbad sehr um Mustafa Kemal, suchte seine Pension häufig auf und wurde mehrfach von Mustafa
Kemal zum Essen eingeladen. Zweifellos wäre es von großem Wert gewesen, wenn Dr. Vermer seine
Erinnerungen an diese Gespräche aufgezeichnet hätte.
Abbildung 2: Dieses am 19.07.1928 in Karlsbad aufgenommene Foto wurde als eine Postkarte benutzt und
wurde nach Istanbul geschickt. Das Foto ist leider beschädigt. (Kollektion A. Namal). Sie belegt, dass Karlsbad
seit langem auch türkische Besucher anzog. (Privatbesitz Arın Namal)
Abbildung 3: Auf der Rückseite dieses Foto (siehe Abb.2) stand: “Sehr geehrter Herr H…(Name nicht lesbar),
ich war wegen Operation meines Bruders in Wien und wegen den Trinkkuren meiner Mutter in Karlsbad so
beschätigt, dass ich keine Zeit zum Schreiben gefunden habe. Gott sei Dank ist die Operation meines Bruders
gut verlaufen. Die Trinkkuren haben meiner Mutter gut getan. Gestern kam der Arzt meiner Mutter, und ich
habe von ihm erfahren, dass ihre Krankheit Gott sei Dank vorbei war. Er hat empfohlen, bis Ende Juli mit dem
Trinkkur weiter zu machen. Anfang August werden wir nach Wien fahren, danach werden wir hoffentlich
Anfang September in Istanbul sein. Viele Grüße von meinem Vater. In all meiner Liebe. Dieses Foto wurde an
einem Ort namens Sprudel aufgenommen. Ich gebe es als eine Erinnerung an mein Kind weiter.“
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
31
Der Therapieplan, den Dr. Vermer für Mustafa Kemal aufstellte, sah folgendermaßen aus:20
5.30 Uhr Wecken
vor Ort 1 Glas von diesem Wasser
vor Ort 1 Glas von diesem Wasser
Frühstück
jeden zweiten Tag
Kompressen zu Hause
Mittagessen
Ruhe
ein Glas Wasser
leichtes Abendbrot
Abendessen
vor der Bettruhe 1 Glas Wasser
7 h Marktsbrunn
7.20 h
Mühlbrunn
8.20 h Tee oder Kaffee, 2 Eier, Butter
10-11 h Schlammbäder (Moor)
11-12 hSchlammkompressen (Moor)
12-1 h
Fisch-Fleisch-Gemüse, Obst,
Kompott, Mehlspeise, Kroton
3½ - 6 h Mühlbrunn
4-5
wie morgens
8h
Fisch, Hühnchen,
Omelette, Beilagen, Kompott,
Gemüse, Milchprodukte (Reis
oder Milchreis)
10 h
Felsenquelle kalt
Diesen Plan, den Mustafa Kemal in sein Notizbuch übertrug, dokumentiert zugleich die Kur, die
damals bei einem Nierenpatienten in Karlsbad zur Anwendung kam. Offensichtlich herrschte noch
nachkriegliche Knappheit. Beim Aufstellen dieses Plans fragte Doktor Vermer Mustafa Kemal, ob er
Mehl mitgebracht habe, und erinnerte ihn daran, dass die dortige Regierung dafür zuständig sei, ihre
eigenen Staatsbürger mit Mehl zu versorgen, nicht aber Ausländer. Mustafa Kemal dagegen erläuterte,
dass dies in seinem Land genau umgekehrt gehalten werde, in Notzeiten würde man Ausländer, die als
Gäste gelten, auf keinen Fall hungern lassen, unter diesen Umständen könne er nicht hierbleiben. Da
versprach der Arzt, eine Lösung zu finden.21 Die durch den Krieg verursachte Knappheit machte sich
überall bemerkbar. Als Atatürk im Hotel Pupp frühstücken will, findet er nicht, wonach er sucht:
„Keine Butter, kein Brot, kein Zucker, keine Milch, serviert wurden Tee ohne Zucker, zwei Eier und
Honig. Meine Ordonnanz hatte mir beim Verlassen der Pension ein Stückchen trocken Brot in die Tasche
geschoben, damit vervollständigte ich das Frühstück.‘22
Atatürk schrieb später in seinen Memoiren, dass er dieses Hotel mit Brot in seiner Tasche betreten
hat.23 Vom ersten Juli 1918 an begann Mustafa Kemal mit dem ihm von der Pensionswirtin ausgehändigten
Glas gemeinsam mit seiner Ordonnanz das Heilwasser von Marktsbrunn und anschließend das von
Mühlbrunn, von dem er sagt, er befinde sich nur 500 Schritt entfernt, zu trinken. In der Umgebung der
Quellen sind lauter Frauen und Männer mit Gläsern in ihren Händen. Als Fremdenführer betätigte sich
der Pförtner der Pension. Er war beeindruckt, als er den berühmten Sprudel sah, und verewigte ihn in
seinen Erinnerungen mit den Zeilen:
„ … Aus einem anderen Gebäude, das eine Quelle beherbergt, hörte ich Musik. Ich trat ein. Hinter
dem Eingang ein Becken, in dem in Form einer Kaskade warmes Wasser sprudelte, darum herum junge
Mädchen mit hübschen Gesichtern, die ihre Haare und Kleidung mit weißen Kapuzen und Regenmänteln
vor Dampf und Wasserspritzern schützten, in den Händen recht lange Stiele mit beweglichen Krügen, aus
denen sie Wasser verteilten, weiter hinten ein langer Saal, der im Rhythmus von volkstümlichen Melodien
sich von rechts nach links vorwärts bewegte, einige Herrschaften saßen auch an den Rändern und auf den
Bänken in der Mitte … Ich mischte mich unter jene, die sich vorwärts bewegten.“24
Zur Behandlung gehörten Schlammkompressen. Auch diese Therapie beschrieb Mustafa Kemal:
„Nach dem Programm des Doktors brachte eine Frau um 10.00 Uhr eine Schüssel Schlamm für die
Kompressen …Wahrscheinlich kennt Gott den Nutzen, mir jedenfalls erschloss er sich nicht.“25 Er notierte
aber, dass er sich an den Plan hielt, Heilwasser zu trinken: „Um 3.30 Uhr ging ich zum Mühlbrunn
20 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 29-30.
21 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 30.
22 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 32.
23 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 32.
24 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad,31.
25 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad,32.
32
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
und trank ein Glas Wasser.“26 Am nächsten Tag sollte mit der Anwendung von Schlammkompressen
begonnen werden, dazu ging er um 10 Uhr zum Kaisersbad.
Über den weiteren Verlauf der Therapie finden sich folgende Zeilen: 2. Juli 1918:
‘…Von sieben bis acht Uhr am Morgen habe ich Wasser aus den beiden Quellen getrunken....Um 6
Uhr trank ich ein Gläschen am Mühlbrunn … Vor dem Schlafengehen trank ich ein Gläschen Wasser von
der Felsenquelle. Das hatte der Pförtner in einer Flasche hergebracht.“27
Am 4. Juli 1918 beschrieb Mustafa Kemal, wie das Schlammbad angewendet wurde und wie es ihn
zum Schwitzen brachte:
„ … Dem Programm folgend trinke ich um 7 Uhr morgens vor dem Marktsbrunn mein Gläschen,
nach der Hälfte gehe ich los, trinke Schluck um Schluck und gehe in Richtung Mühlbrunn … Heute war
Badetag. Der alte Badewärter wollte wissen, auf welche Temperatur er den Schlamm erhitzen solle. Bevor
ich antworten konnte, sagte er: Dreißig Grad, nicht wahr! und entfernte sich. Dabei hätten es 28-29 sein
sollen. Ich hatte keine Gelegenheit, ihn zu korrigieren. Ich saß im 30°C heißen Schlamm. Nach zwanzig
Minuten läutete ich nach dem Badewärter. Doch es kam niemand! Wieder läutete ich und wieder und
wieder … Zehn Minuten vergingen, niemand. Womöglich haben sie die Nummern verwechselt, dachte
ich. Ich hatte keine Geduld mehr. Ich stand aus der Schlammwanne auf, ein Mann aus Schlamm …
Ich war völlig verschwitzt, als der Alte endlich auftauchte … Nachdem ich mich in der Wasserwanne
gereinigt hatte, streckte ich mich im Liegestuhl aus und fing fürchterlich zu schwitzen an. Es war 11 Uhr
geworden.“28
An dem Tag, an dem er von der Thronbesteigung des Kronprinzen erfuhr, ließ er diese Behandlung
aus:
“ ...Heute ist Zeit für eine Kompresse, hat sich mit dieser deprimierenden Nachricht überschnitten. Ich
habe es vergessen und hatte zum ersten Mal einen Teil des Programms ausgelassen.“ Das Wasser, das er am
6. Juli 1918 um 7.00 Uhr und 7.20 Uhr trinken sollte, hat er dann getrunken, ohne aus dem Bett zu steigen.
Über das Kurprogramm am 8. Juli hat er geschrieben, „...So wie jeden Tag wurde das Programm vom Arzt
durchgeführt.“29
In den nachfolgenden Zeilen erfahren wir, dass er unwillig geworden war, die angesetzte Therapie
punktgenau einzuhalten. Statt das Heilwasser an der Quelle zu trinken, ließ er es in Thermosflaschen in
die Pension bringen:
“Ich wachte morgens um 8 Uhr auf. Ich trank ein Glas Wasser, badete zu Hause. Da das Schlammbad
sehr anstrengt, habe ich darauf verzichtet, ohne den Doktor um seine Meinung zu fragen. Bis 11 Uhr
verbrachte ich Zeit mit Frühstück und Toilette.“ 30 “…Heute morgen fühlte ich mich besser als sonst. Şevki
füllte die Thermoskannen, die wir gestern gekauft hatten, an den Quellen und brachte sie, ich trank im Bett.“
…“Heute traf gerade zur Zeit der Kompressen die bedenkliche Nachricht ein. Ich vergaß die Kompressen
und übersprang erstmals einen Punkt des Programms.“ 31
Am Ende seiner Aufzeichnungen in Karlsbad notierte Atatürk, dass die Therapie, die er in Karlsbad
durchlaufen habe, nicht den erhofften Nutzen gezeigt habe: „Der Nutzen von Karlsbad ist nicht von dem
gewünschten Ausmaße. Meine Hauptbeschwerden bestehen weiter.“32 Am 28. Juli 1918 fing Atatürk mit
dem sechsten Heft an und notierte, dass er nun im Hotel Bristol in Wien sei und dort einige Tage bleiben
würde. Nach diesem Tag aber machte er keine weiteren Aufzeichnungen.
VI. Das Sozialleben von Mustafa Kemal in Karlsbad
Mustafa Kemal nahm auch am sozialen Leben von Karlsbad teil. In den beiden Prachthotels
von Karlsbad, dem Imperial und dem Pupp, aß er häufig zu Mittag und zu Abend. Bei den
Abendeinladungen, die er besuchte, wollte er nicht hinter seiner Umgebung zurückstehen und trug
einen schwarzen Anzug oder Smoking.33 Zu diesen Essen hat er auch oft Dr. Vermer eingeladen. Cemal
26 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad,33.
27 ggf.
28 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 39.
29 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 54.
30 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 55.
31 ggf.
32 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 60.
33 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 46.
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
33
Pascha (1872-1922)34 und Oberst Kâzım Emin Bey waren auch mit ihren Familien nach Karlsbad
gekommen. Er hat sich beim Essen auch mit denen getroffen und lange Gespräche geführt. Am Abend
des 6. Juli saß er dort mit einer türkischen Familie und beobachtete, wie im angrenzenden Tanzsaal
elegante junge Frauen mit Herren im Smoking das Tanzbein schwangen. Als die türkische Dame am
Tisch äußerte, sie bewundere die Tanzenden und bedaure, dass dies in ihrem Land nicht möglich
sei, sagte Mustafa Kemal, er habe als Militärattaché recht annehmbar Walzer getanzt, sobald er die
entsprechende Kompetenz erhalte, gehe er unverzüglich daran, die notwendigen Veränderungen
einzuleiten, um das gesellschaftliche Leben des Volkes auf dem Wege der Bildung zu zivilisieren und
kultivieren. Die aufgezeichneten Gespräche von Mustafa Kemal zeigen, dass er entschlossen ist, später
die Reformreihen durchzuführen:
Abbildung 4: Von links nach rechts: Ali Fethi’s Tochter Nermin Hanım (Kırdar), Mustafa Kemal Pasha (Atatürk)
und Ali Fethi Bey (Okyar) in Yalova, am 13. August 1930.
„Ich sage das immer, zu diesem Anlass betone ich das noch einmal. Wenn ich mal Autorität und
Macht habe, bin ich davon überzeugt, dass ich die Revolution auf unser gesellschaftliches Leben auf
einen Schlag hervorbringen kann. Ich glaube nämlich nicht daran, dass dies dadurch geschieht, dass das
Volk und die Intellektuellen meine Ansichten langsam verstehen, meine Seele rebelliert dagegen. Warum
soll ich auf die Ebene des Volkes absteigen, nachdem ich jahrelang ausgebildet wurde, das zivilisierte
gesellschaftliche Leben studiert habe und mein Leben für die Freiheit geopfert habe? Ich sollte das Volk
auf mein Niveau bringen, nicht ich sollte wie sie sein, sondern sie sollen wie ich werden. Allerdings gibt
es zu diesem Thema einige Punkte zum Prüfen. Ohne diese Prüfung mit den Arbeiten zu beginnen wäre
falsch... Die Verschleierung der Frauen in Islam, dass die Frauen keinen Kontakt zu anderen Männern
als zu ihren eigenen haben dürfen und außerhalb des Hauses kein eigenes Leben haben dürfen, hat die
Frauen zu Sklaven gemacht...“35
Mit beeindruckenden Worten erläuterte er, warum es sehr wichtig sei, dass im gesellschaftlichen
Leben die türkische Frau an der Seite des Mannes steht. Wir wissen, dass Atatürk kurze Zeit, nachdem
er die Republik gegründet hatte, seine Vorstellungen für die türkische Bevölkerung in die Realität
umsetzte.
34 AHMED DJEMAL PASCHA, Erinnerungen eines Türkischen Staatsmannes (München 1922).
35 İNAN, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad, 43.
34
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
Abbildung 5: Diese Postkarte wurde vermutlich in den zwanziger Jahren des
20. Jahrhunderts (17.9.?) vom Karlsbad nach Konstantinopel geschickt.
Abbildung 6: Die Rückseite dieser Postkarte. (Privatbesitz Arın Namal)
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
35
VII. Mustafa Kemals Interesse an den Heilbädern in seiner Heimat nach seiner
Rückkehr aus Karlsbad
Am Samstag, den 27. Juli 1918 kam Atatürk mit seinem Offiziersburschen zum Karlsbader
Bahnhof und stieg in den Zug nach Wien. Um 10.00 Uhr ist der Zug abgefahren und kam am 20.30
Uhr in Wien an. Er ist im Hotel Bristol eingezogen, aber konnte wegen der Spanischen Grippe das
Hotel nicht verlassen. Im August 1918 kehrte er nach Istanbul zurück und wurde im selben Monat
zum zweiten Mal als Kommandant der VII. Armee nach Palästina versetzt. Bis zur Unterzeichnung des
Waffenstillstandsabkommens von Mudros am 30. Oktober 1918 blieb er hier. Mustafa Kemal Pascha
führte am 15. November und am 20. Dezember 1918 mit dem letzten Sultan des Osmanischen Reiches
Vahideddin (Mehmed VI.) (1861-1926) Unterredungen. Am 30. April 1919 wurde er zum Inspektor
der 9. Armee ernannt. Am 16. Mai 1918 fuhr er mit einer Gruppe von 14 Personen nach Samsun. Am
15. Mai 1919, unmittelbar vor Mustafa Kemals Einschiffung nach Samsun, hatte die von der britischen
Regierung unterstützte griechische Invasion in İzmir begonnen. Generalinspekteur Mustafa Kemal
machte sich daraufhin umgehend daran, den Widerstand gegen die Besatzungsmächte zu organisieren
und leistete den Telegrammen aus Konstantinopel, die seine Rückberufung anordneten, keine Folge.
Auf seine Entlassung reagierte er mit dem Ablegen der Uniform und der Einberufung von Kongressen
in Erzurum und dann in Sivas.
Als Atatürk am 19. Mai 1919 in Samsun ankam, klagte er erneut über hohes Fieber und Schmerzen
der linken Niere. Die Ärzte in seiner Begleitung empfahlen nun eine Erholungskur in den Bädern von
Havza. Vom 25. Mai bis 12. Juni 1919 hielt Atatürk sich in Havza auf und machte mit seinem Stab Pläne
zur Befreiung Anatoliens. Den Nutzen der dortigen Kur beschrieb er später wie folgt: „Wie hätte ich für
mein Land arbeiten können, wenn die nützlichen und heilenden Bäder von Havza sich nicht positiv auf
meine Gesundheit ausgewirkt hätten?“ Im Anschluss quälte der Nierenschmerz Atatürk noch zweimal in
den Jahren 1919 und 1923. Dass sich die Beschwerden, die sich bis 1923 zwölf Jahre lang immer wieder
eingestellt hatten, fortan nicht wiederholten, verweist nach Meinung von Spezialisten darauf, dass diese
Niere möglicherweise ihre Funktion verloren hatte. In späteren Jahren traten im Verlauf der Zirrhose
urologische Probleme und Initiativen auf. Es kam vor, dass Hämaturie auftrat, und als er bewusstlos
wurde, litt er unter urinaler Inkontinenz, es wurde ein Katheter zur Drainage gelegt.36
Atatürk vergaß auch in den Gründungsjahren der Republik die Heilbäder nicht und sorgte dafür,
dass bei den gesetzlichen Regelungen zur Gesundheit Thermalbädern und Mineralwassern ein eigenes
Kapitel gewidmet wurde. Atatürk, der 1929 die Region Yalova besuchte, besichtigte auch die Heilbäder
von Yalova und ließ einen Bericht darüber erstellen. Als er erfuhr, dass diese Heilbäder über wichtige
Eigenschaften verfügten, ordnete er an, dort eine Bäderstadt zu errichten, die selbst für Europa
Vorbildfunktion haben sollte. Yalova nannte Atatürk „Wasserstadt“ und „Meine Stadt“.37 Im selben Jahr
wurde dort auf seine Anordnung eine Villa aus Holz für Atatürk erbaut.
VIII: Bei der Errichtung seiner Villa in der Region der Yalova-Thermen gab
Atatürk eine Botschaft über den Umweltschutz an das Volk
Auf Anweisung vom Atatürk wurde am 21. August 1929 mit dem Bau der Residenz begonnen. Die
Bauarbeiten wurden innerhalb von 22 Tagen, also am 12. September 1929 abgeschlossen. Allerdings
wurde diese Villa dadurch berühmt, dass sie nach dem Bau etwas nach Osten verschoben wurde. Als
Atatürk im Jahre 1930 (wahrscheinlich im Juni) zu seiner Residenz kam, haben die Arbeiter dort ihm
vorgetragen, dass die Äste des Ahornbaums nebenan, bis zum Dach der Villa reichen und das Dach
und die Fassade beschädigt wird und baten um die Genehmigung, die Äste abzuschneiden. Atatürk hat
jedoch befohlen, statt die Äste des Ahornbaums abzuschneiden, dass die Villa etwas versetzt wird. Diese
Aufgabe wurde an die Stadt Istanbul erteilt. Architekten und Ingenieure aus Istanbul haben das Bauwerk
um 5 Meter versetzt. So wurde der Ahornbaum vor dem Abholzen gerettet. Atatürk wollte durch den
Ahornbaum eine Botschaft an die gesamte Öffentlichkeit senden. Es wäre nämlich leichter gewesen, ein
kleines Gebäude abzureißen und ein Neues zu bauen. Aber Bäume sollten nicht gefällt werden.
36 M. KENDIRCI, A. KADIOĞLU, C. MIROĞLU, Atatürk ve Üroloji, 148.
37 TEMER N., Her Yönüyle Yalova ( İstanbul 1984) 132.
36
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
Abbildung 7: Atatürks Pavillon aus Holz in Yalova-Bauarbeiten (1929).
Insbesondere die Sommermonate verbrachte er gern dort, arbeitete und traf dort auch manche
Entscheidung von Bedeutung. Es sollte später dann allerdings auch dieser auf seine Anordnung hin
errichtete Ort sein, an den er in der Hoffnung auf Heilung ging, wo dann jedoch eine tödliche Erkrankung
diagnostiziert wurde. Auch die letzten Tage vor seinem Tod im Dolmabahçe-Palast verbrachte er hier.
Seit den Restaurierungsarbeiten von 1984 steht die Villa der Öffentlichkeit als Museum zur Verfügung. 38
IX. Über die kurze Geschichte des Thermalbades Yalova
Die Thermalbäder von Yalova liegen an der Südküste des Marmarameeres, 13 km in südwestlicher
Richtung von der gleichnamigen Provinzhauptstadt entfernt und sind unter der Bezeichnung “Yalova
Termal” bekannt. Im Jailakabad oder Yalova hat die Mutter des Kaisers Konstantin des Grossen, dem
Gründer des byzantischen Reichs, Kaiserin Helene, ihre Gesundheit nach einer schweren chronischen
Krankheit hier wiedergefunden. Daher hiess Yalova in alter Zeit Helenopolis. Dieser Bericht findet sich
im Reisebuch des türkischen Globetrotters Evliya Çelebi (1611-1682) aus dem 17. Jahrhundert. Die
Kleinstadt ging nach den Byzantinern eine Weile in die Hände der Seldschuken über, wurde während
der Kreuzzüge niedergebrannt und zerstört und erhielt nach der Eroberung von Istanbul keine größere
Aufmerksamkeit. Sultan Abdulmecid I. sandte auf den Rat des Hofarztes seine Mutter Bezmialem Valide
Sultan dorthin und ließ als Wohnstätte für sie den nicht mehr erhaltenen Valide-Pavillon errichten.
Zu Zeiten Sultan Abdulhamids II. wurden die Sanierungs- und Neubauarbeiten in Yalova fortgesetzt,
wie die Restaurierungsdokumente in den Umschlägen Nummer 217 und 223 von 1893 (1310 nach der
Hidschra) im Archiv der Nationalpaläste belegen. Dass in der Ära der Republik Atatürk Yalova für
Kurzaufenthalte zur Erholung und für Heilwasseranwendungen nutzte, führte zum Ausbau der Gegend
als vorbildliches Heilbad.
Wie wir wissen, ließen sich Orientreisende aus dem Westen in ihren Reisebüchern lang und breit
über den Reichtum von Heilquellen und die zahlreichen Bäder in den Ländern des Osmanischen Reiches
aus. Einer unter ihnen war der Journalist, Kulturhistoriker und Dichter Bernhard Stern (1867-1924). In
seinem 1903 in Wien publizierten Werk „Medizin, Aberglaube und Geschlechtsleben in der Türkei“,
widmete Stern der Stellung der Heilquellen und Bäder im Leben der Türken ein ganzes Kapitel. Das
38 TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı (Ed.) Yalova Atatürk Köşkleri (İstanbul, 1993).
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
37
Werk erschien in zwei Bänden mit insgesamt 854 Seiten. In seinem Buch gibt er folgende Informationen
über das Heilbad Yalova: „Nur einige Stunden von Konstantinopel entfernt, an der südlichen Bucht des
Meerbusens von Ismidt, liegt Jailakabad oder Jalowa, das alte Sugla oder Drepanon, das durch Kaiserin
Helene, deren Vater hier ein Wirthaus gehalten, bei ihrer Rückkunft von Jerusalem mit Palästen und
Spitälern verschönt, und von Konstantin, dem Gründer der byzantinischen Reichs, seiner Mutter zu
Ehren unter dem namen Helenopolis zu einer Stadt erhoben wurde. Dies ist der Ort, wohin sich das
von Peter dem Einsiedler und Walther dem Habenichts angeführte und bei Nicäa geschlagene Heer
der ersten Kreuzfahrer zürückzog, und wo die Gebeine der Erschlagenen von Sarazenen in Türmen
und Pyramiden aufgeführt wurden. Jalowa war in der ältesten und ist in der neuen Zeit durch seine
warme Heilquellen berühmt. Nahe beidenselben erhebt sich das Grab eines Abdal, eines bis zur Tollheit
begeisterten Derwisches oder Gottesdieners, der die Scharen der Osmanen mit hölzernen Säbeln zur
Eroberung dieses Ortes anführte. Das Mineralbad von Jalowa war seit 1453 in vergessenheit geraten
und erlangte erst 1849 seinen guten Ruf wieder, als die Mutter des Sultans Abdul Medschid durch den
Gebrauch jenes Bades von einem verjährten Rheumatismus geheilt wurde. Das Wasser entsprudelt dem
Fusse eines Hügels. Bekannt sind drei Badeanstalten: Kuri Hamam, Jalowa Hamam, Dagh Hamam. Nicht
fern davon liegen noch die Ruinen der ehemaligen römischen und griechischen Bauten, im Jalowabade
hat die Mutter des Kaisers Konstantin der Grossen, Kaiserin Helene, ihre Gesundheit nach einer
schweren chronischen Krankheit wiedergefunden, daher hiess Jalowa in alter Zeit auch Helenapolis. Als
1846 ein Armeiner den Ort prachtete, um ihm wieder zu seiner alten Blüte zu verhelfen, da fand man
die Wasserleitungen noch so gut erhalten, dass sie keiner Reparatur bedurften. Die Quellen von Jalowa
gehören den warmen Schwefelwassern an.“39
Die Wasser von Yalova sind salz- und schwefelhaltig und ähneln den Wassern von Bursa.40 Silisli wird
zu den Thermalquellen gerechnet, in einem Liter Wasser befindet sich über 50 Milligramm metasilikate
Säure. Es heißt, die Thermalwasser von Yalova seien gut bei Rheuma, verdickten Adern und bei
Altersbeschwerden, sie werden als Kur angewendet und gleichen den Thermalquellen von Baden Baden,
Betrich und Brembach.41 Kurşunlu-Hamam (Kurşunlu-Bad) ist ein byzantinischer Bau in Yalova, der
von Türken restauriert und erhalten wurde. Die Außenmauern des Kurşunlu-Hamams zieren Reliefs
von Herakles (Herkules), dem Gott der Kraft, Asklepios, dem Gott der Heilkunst, und Nymphen, den
Naturgeistern des warmen Wassers und der Gesundheit. In dem unter dem Namen Kurşunlu Hamam
bekannten Thermalbad befindet sich ein „Hämorriden-Zimmer“. Auf dem Boden dieses Raumes sind
Dampflöcher vorhanden. Solche Räume sind in der byzantinischen Thermalbäderarchitektur bekannt,
da es in den gesellschaftlichen Regeln der Türken keine Tradition des unbekleideten Beisammenseins
gibt, wurden sie beizeiten allerdings nicht in die Pläne der türkischen Bäderarchitekten übernommen.42
Der deutsche Ingenieur Dr. Klinghardt untersuchte die türkischen Hamams und das türkische
Kulturleben. In jenen Jahren, in denen von den touristischen Hotels von heute nicht einmal zu träumen
war, berichtete er, dass die Türken für die Unterbringung während der Kur in der Umgebung der
Thermalbäder Hütten aufstellten, er erzählte weiter, wie arme und reiche Leute gemeinsam und ohne
einander zu stören an den Kurorten weilten, sich anfreundeten und voneinander profitierten, wie es
für Europäer doch recht ungewöhnlich war:“ “…Für einen größeren Badbetrieb sind natürlich die
Umkleideräume nicht ausreichend und vor allem ist der Mangel an einem eigentlichen Auskleideraum
störend. Um das Gebäude herum werden daher während der Saison teils aus Brettern, teils aus
Laubwerk zwischen Latten Hüten errichtet, in denen die Badebesucher auf die Zeit Ihrer Kur Wohnung
nehmen. Von dort aus begeben sie sich im Badegewand in die Bassinshalle, und dorthin kehren sie
nach vollendetem Bade zum Ausruhen und Kaffeetrinken zurück. Etwas eigene Dienerschaft ist dabei
nicht entbehrlich, entspricht aber durchaus den Gewohnheiten auch des einfacheren Reisenden im
Orient. Kaffeeküchen und Speisehändler siedeln sich natürlich auch um das Bad an und es entwickelt
sich während der Hauptbademonate ein malerisch-buntes Treiben. Oft suchen angesehenste Leute in
diesem bescheidenen Bade Heilung, und man kann beobachten, wie in demokratisch schlichter Weise
39 STERN Bernhard, Medizin Aberglaube und Geschlechtsleben in der Türkei. (Berlin, 1903), 88-89.
40 ÖZER Nurten, Yalova Kaplıcalarının Tarihsel Gelişimi, Doğal Özellikleri, Tıbbi Değerlendirilmesi [Historische Entwicklung, Natürliche
Eigenschaften und Medizinische Bewertung der Heilbäder von Yalova]. (İstanbul, 1981).
41 UNGAN Abdullah, Sıcak ve Soğuk Şifalı Sular Kimyası. Kaynakta Yapılacak İncelemeler, Laboratuar Analizleri Şifalı Kaynaklar Bakımından
Türkiye [Chemie heißer und kalter Heilwasser. Studien an Quellen, Laboranalysen, die Türkei und ihre Heilquellen]. (Ankara, 1949), 229-230.
42 REMAN Rıza, Şifalı Su Kullanmak İlmi Balneoloji ve Şifalı Kaynaklarımız [Balneologie, die Wissenschaft von der Heilwasseranwendung, und
unsere Heilquellen]. (Istanbul, 1942), 393.
38
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
der Begüterte sich mit dem armen Schlucker in Unterkunft und Bad teilt.” 43 In den Sommermonaten,
wenn die Zahl der Hütten für die Unterbringung nicht ausreichte, wurden in der Umgebung der
Thermalquellen Zelte aufgestellt.
X. Kurzbiografie von Nihat Reşat Belger, Begründer der Balneologie in der
Türkei und Leibarzt Atatürks, seine Dienste für das Heilbad Yalova
Nihat Reşat Belger (1882-1961) kam 1881 in Istanbul zur Welt. Im Jahr 1900 schloss er die militärische
Medizinschule Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane in Istanbul ab. Damals war es für alle Absolventen
der militärischen Medizinschule obligatorisch, ein Jahr in der Istanbuler Gülhane-Klinik mit Schule für
angewandte Medizin zu arbeiten. Dr. Nihat Reşat (bei Inkrafttreten des Familiennamensgesetzes 1937
nahm er den Nachnamen Belger an) ließ sich ein Jahr lang an dieser Klinik weiterbilden, die in den Jahren
1898-1904 unter der Leitung von Prof. Dr. Robert Rieder (1861-1913) stand. Aufgrund seiner Beteiligung
an einem Boykott von Kommilitonen, denen ihre Stipendien vorenthalten worden waren, wurde er zu
einer Haftstrafe verurteilt. Da damals Fälle von Pest in Istanbul auftauchten, wurde er vom Sultan nach
Indien entsandt, um Kenntnisse und Erfahrungen in der Pestbehandlung zu sammeln (eigentlich aber,
um ihn aus Istanbul zu entfernen), dort war er rund zwei Jahre mit Forschungen beschäftigt. 1903 wurde
er ans Militärhospital nach Beirut versetzt. Unter der Anschuldigung, gegen den Sultan eingestellt zu
sein, wurde er dort verhaftet und inhaftiert. Nihat Reşat entkam aus der Haft und ging von Beirut über
Nikosia und Ägypten nach Paris. Ab 1904 hörte er Vorlesungen an der medizinischen Fakultät in Paris.
Jahrelang nahm er dort Kompensationsstunden an diversen Universitätskliniken. 1916 schloss er die
medizinische Fakultät in Paris mit einer Arbeit zum Thema „Neue Methoden der Magenkrebsdiagnose“
ab. Beim Internationalen Kongress des Roten Kreuzes 1912 in Washington hatte er die Türkei vertreten
und kehrte 1919 in die Türkei zurück. Im Gureba-Krankenhaus Istanbul übernahm er die Leitung
der Klinik für Innere Medizin. Ihm fiel ein Bericht der Entente-Mächte über Unrecht, das Griechen
in Izmir begangen hatten, in die Hände und er fuhr 1920 nach Paris zurück, um diesen Bericht in
Europa zu veröffentlichen. Aufgrund seiner hervorragenden Französisch- und Englischkenntnisse
wurde er einer 1921 vom Außenministerium nach London entsandten Delegation beigestellt und
1922 auch der Delegation, die an der Lausanner Konferenz teilnahm. Nach der Unterzeichnung des
Lausanner Vertrags 1923 wollte er auf seinen Posten in Istanbul zurückkehren. Als das nicht möglich
war, ging Nihat Reşat erneut nach Paris und war bis 1927 an der Klinik des für seine Diabetes-Forschung
berühmten Internisten Dr. Marcel Labbe tätig. Von Prof. Labbe wurde er für den Zeitraum 1934-1936
beauftragt, den Dienst „Endoscopie recto-sigmoïdienne“ einzurichten und zu leiten. Ebenfalls auf
Empfehlung Marcel Labbes hin war er zudem 1930 bis 1936 als beratender Arzt im Heilbad Plombieres
tätig.44 Atatürk bat Dr. Nihat Reşat Belger (1881-1961), der an der Sorbonne in Paris promoviert hatte
und in berühmten Heilbädern Frankreichs tätig gewesen war, ins Land zurückzukommen, und übertrug
ihm im Jahre 1936 die Leitung des Heilbades Yalova.
Dr. Nihat Reşat trat den Dienst als Direktor und Facharzt des Heilbades Yalova an. In Yalova stellte
er eine Reihe von Defiziten an den Heilbädern fest. Zunächst holte er einen Spezialisten aus Frankreich
und ließ ihn sicherstellen, dass das Heilwasser sich nicht mit anderem Wasser mischte. Er machte sich an
die Planung einer modernen Anlage zur Nutzung der Heilwasser und setzte den Bauplan auch um. Das
Heilbad Yalova sollte den Heilbädern in Europa ähnlich sehen. Das moderne Thermal-Hotel, das mit
der Idee erbaut wurde, die Balneotherapie durch physische Therapie zu ergänzen, ließ er entsprechend
ausstatten und mit Instrumenten ausrüsten. Er setzte auch eine Diätschwester im Heilbad ein. Mit der
Ergänzung um Freizeiteinrichtungen machte er das Heilbad Yalova zu einem touristischen Ort. Belger
wusste, dass Balneotherapie durch Physiotherapie ergänzt werden muss, richtete ein PhysiotherapieZentrum mit der nötigen Ausstattung ein und legte bedeutende Publikationen zur wissenschaftlichen
Nutzung der Heilquellen vor.45
43 KLINGHARDT Karl, Türkische Bäder, ( Stuttgart, 1927), 41.
44 Archiv der Personalabteilung des Rektorats der Universität Istanbul, Akte Nihat Reşat Belger.
45 BELGER Nihat Reşat, Tabii Maden Suları nasıl mütalaa edilmelidir? İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 20 (1942) 2576-2580. Nihat
Reşat BELGER, Yalova Termal Kürü endikasyonları ve teknikleri, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 2 (1942) 3596-3600. Nihat Reşat
BELGER, Bursa Kaplıcaları, Bursa, o.J. BELGER Nihat Reşat, İdrar taşlarında maden suyu tedavisi Türk Tıp Cemiyeti Mecmuası 1 (1949) 4-10.
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
39
XI. Nihat Reşat Belgers Dienste für Atatürks Gesundheit
Wiederum war es Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, der bei Atatürk, der sich zu einem Kuraufenthalt in
Yalova aufhielt, Zirrhose diagnostizierte. Atatürks Gesundheitszustand hatte sich 1936 verschlechtert,
er litt unter Schwäche und Juckreiz als Symptom der Zirrhose. Niemand aber war geneigt, eine Zirrhose
zu diagnostizieren, Nasenbluten wurde mit Tamponage gestoppt, gegen den Juckreiz diverse Lotionen
verabreicht. Es hieß sogar, Bisse von Ameisen in der Matratze lösten den Juckreiz aus, so dass beschlossen
wurde, die Villa zu desinfizieren. Als das hartnäckige Jucken aber nicht nachließ, suchte Atatürk
Linderung im Heilbad Yalova. Am 21. Januar 1938 reiste er nach Yalova, am nächsten Tag wurde er von
Dr. Nihat Reşat Belger untersucht. Belger untersuchte zunächst die Beine, wo der Juckreiz am stärksten
war, und fand auf der Haut Fingernagelspuren vom Kratzen. Er stellte fest, dass die Leber um drei Finger
vergrößert und verhärtet war. Als Atatürk nach der Ursache fragte, erklärte er, er leide an einer durch
Alkoholkonsum verursachten Leberkrankheit. Damit war er der Erste, der Atatürk gegenüber diese
Feststellung traf. Am 23. Januar 1938 wurde auch Atatürks Leibarzt Prof. Dr. Neşet Ömer Irdelp nach
Yalova gerufen. Er bestätigte Belgers Diagnose. Auf dem Weg von Yalova nach Istanbul erkrankte Atatürk.
Nun wurde Belger in den Palast nach Istanbul gerufen, wo er bei Atatürk Pneumonie diagnostizierte.
Der damalige Ministerpräsident Celal Bayar schlug vor, Fachleute aus dem Ausland zuzuziehen. Da
aber damals die Lösung einer für das Land wichtigen Angelegenheit (der Hatay-Frage) anstand, lehnte
Atatürk diesen Vorschlag ab. Bis zum Tode Atatürks gehörte Nihat Reşat Belger fortan zum Stab seiner
Leibärzte.46 Am 27. Februar 1938 untersuchte eine Gruppe türkischer medizinischer Koryphäen Atatürk
und erklärte, es handele sich bei seiner Erkrankung um eine Leberkrankheit, die hauptsächlich vom
Alkohol verursacht sei. Atatürk hatte zuvor keinen Fachmann aus dem Ausland holen lassen wollen,
ließ sich nun aber überzeugen, und Prof. Dr. Noël Fiessinger (1881-1946) von der Pariser medizinischen
Fakultät wurden gerufen. Fiessinger untersuchte Atatürk am 28. März 1938 und bestätigte die Diagnose.
Vier Monate später wurde Belger auf die Jacht eingeladen, auf der Atatürk zu Erholungszwecken weilte.
Mittlerweile hatte sich in Atatürks Bauch Säure angesammelt. Als Atatürk sagte: „Es heißt, ich hätte
zugenommen, aber das ist krankhaft“, gab Belger zur Antwort: „Bedauerlicherweise ist Ihr Leiden
in ein neues Stadium eingetreten“, und organisierte die Behandlung. Da Atatürks Zustand sich aber
weiter verschlechterte, wurden Prof. Dr. Ernst von Bergmann (1836-1907) aus Deutschland und Prof.
Dr. Hans Eppinger (1879-1946) aus Österreich, der sich auf Leberleiden spezialisiert hatte, gerufen.
Als sich der Allgemeinzustand verschlechterte, wurde erneut Prof. Dr. Fiessinger hinzugezogen. Unter
seiner Aufsicht wurde erstmals eine Bauchpunktion vorgenommen. Da Atatürk diesen Eingriff als eine
Art Operation verstand, machte er sein Testament. Kurz darauf setzten komatöse Phasen ein. Am 8.
November 1938 begann das letzte Koma. Einer der Ärzte, die Atatürk während dieses Komas das letzte
Glukose-Serum verabreichten, war Nihat Reşat Belger. Am Morgen des 10. November 1938 verstarb
Atatürk.
XII. Nihat Reşat Belgers Tätigkeit am Institut für Hydrologie und Klimatologie
der medizinischen Fakultät der Universität Istanbul
Atatürk wollte 1938 ein hydroklimatologisches Institut an der Universität Istanbul einrichten und
berief Belger als Direktor.47 Das Institut für Hydrologie und Klimatologie der medizinischen Fakultät
der Universität Istanbul wurde auf Anordnung Atatürks, wie er sie beim Ausstellen seines Testaments
erteilt hatte, mit Beschluss des am 28.11.1938 unter Vorsitz von Ismet Inönü zusammen tretenden
Ministerrats gegründet, in die Leitung wurde Dr. Nihat Reşat Belger berufen. Weiter fand Atatürk
jedoch nicht die Gelegenheit, die Arbeiten des Instituts zu beobachten und zu fördern, denn er verstarb
noch im Gründungsjahr des Instituts.48
In seiner Antrittsvorlesung richtete sich Belger im Jahre 1939 mit folgenden Worten an seine
Studenten:
„Einst werden Sie mit Ihrem Diplom in der Tasche in alle Ecken des Landes gehen und Ihren Platz
im Gesundheitsheer einnehmen, dann werden Sie selbstverständlich auch auf Thermalquellen stoßen.
46 Bedi ŞEHSUVAROĞLU, Atatürk’ün Sağlık Hayatı [Atatürks Gesundheitsleben]. (Istanbul, 1981), 15.
47 Archiv des Rektorats der Universität Istanbul. Akte: Nihat Reşat BELGER.
48 ÖZER Nurten, Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Dünü, Bugünü, Yarını (İstanbul, 1985), 14.
40
Die Erfahrungen Des Türkischen Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) In Karlsbad
und Seine Förderung Des Wissenschaftlichen Umgang Mit Heilbädern In Der Türkei
Wenn Sie dann mit dem Wissen aus Ihrem Hydrologie-Studium, in dem ich höchsten Wert auf die
Theorie wie auch auf die Praxis legen werde, dafür sorgen, dass unser Volk in den Nutzen dieser Wasser
kommt, und sich auf diese Weise darum bemühen, das Gesundheitsniveau in unserer geliebten Heimat
zu heben, werde ich ewig glücklich sein.“49
Zunächst wurde seinem Lehrstuhl lediglich ein einziges Klinikzimmer zugewiesen, doch Belger
setzte alles daran, eine Klinik mit 25-30 Betten zu bekommen. Der erste Assistent (Dr. Orhan Yenal)
an seiner Abteilung wurde erst acht Jahre später, 1947, eingesetzt. Belger schickte Yenal zur Ausbildung
nach Paris, wo er zwei Jahre lang eine Arbeit über Therapie auf hydrologischer Grundlage verfasste.
Bis 1950 leitete Belger den Lehrstuhl für Hydrologie und Klimatologie. 1952 wurde er zum Mitglied
der Pariser Medizinischen Akademie gewählt und zum Ehrendoktor der Universität Paris ernannt.
Zwischen 22. Mai-19. September 1950 war er für vier Monate Gesundheitsminister. Er verstarb am 29.
September 1961.
Quellen
Archiv des Rektorats der Universität Istanbul. Akte: Nihat Reşat Belger.
Literatur
AHMED DJEMAL PASCHA, Erinnerungen eines Türkischen Staatsmannes. (München 1922).
AKÇİÇEK Eren, Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü (İzmir 2005).
ALMAZ Ahmet, Büyük Gazi’nin Hatırakt Sahifeleri (İstanbul 2003).
BANOĞLU Niyazi Ahmet, Atatürk’ün Istanbul’daki Hayatı (1899-1919,1927-1932) (İstanbul 1973).
BAYUR Hikmet, Mustafa Kemal’in Üç Mektubu. Belleten (T.T.K.) 24/93 (1960) 129-137.
BELGER Nihat Reşat, Tabii Maden Suları nasıl mütalaa edilmelidir? İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 20 (1942) 2576-2580.
BELGER Nihat Reşat, Yalova Termal Kürü endikasyonları ve teknikleri. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 2 (19424) 3596-3600.
BELGER Nihat Reşat, Bursa Kaplıcaları, Bursa, o.J.
BELGER Nihat Reşat, İdrar taşlarında maden suyu tedavisi. Türk Tıp Cemiyeti Mecmuası 1 (1949) 4-10.
BORAK Sadi, Ata ve Istanbul (İstanbul 1983).
İNAN Afet, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları (Ankara 1991).
İNAN Arı, Prof. Dr. Afet İnan ( İstanbul 2005).
KENDİRCİ M., KADIOĞLU A., MIROĞLU C., Atatürk ve Üroloji. Türk Üroloji Dergisi 26/2 (2000), 145-149.
KLINGHARDT Karl, Türkische Bäder (Stuttgart, 1927).
KUBALI Halit Nail, Türk Devrim Tarihi (İstanbul 1973).
MANSEL A.M., Yalova ve Civarı ( İstanbul 1963).
ÖNDER Mehmet, Atatürk’ün Almanya ve Avusturya Gezileri (İstanbul 1995).
ÖZER Nurten, Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Dünü, Bugünü, Yarını (İstanbul 1985).
ÖZER Nurten, Yalova Kaplıcalarının Tarihsel Gelişimi, Doğal Özellikleri, Tıbbi Değerlendirilmesi [ Historische Entwicklung, Natürliche
Eigenschaften und Medizinische Bewertung der Heilbäder von Yalova] (İstanbul, 1981).
REMAN Rıza, Şifalı Su Kullanmak İlmi Balneoloji ve Şifalı Kaynaklarımız [Balneologie, die Wissenschaft von der Heilwasseranwendung, und
unsere Heilquellen] (Istanbul, 1942).
STERN Bernhard, Medizin Aberglaube und Geschlechtsleben in der Türkei. Mit Berücksichtigung der moslemischen Nachbarländer und der
ehemaligen Vasallenstaaten. Eigene Ermittlungen und gesammelte Berichte. (Berlin, 1903).
ŞEHSUVAROĞLU Bedi, Atatürk’ün Sağlık Hayatı (İstanbul 1981).
TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı (Ed.) Yalova Atatürk Köşkleri (İstanbul 1993).
TEMER Nuri, Her Yönüyle Yalova ( İstanbul 1984).
ÜNAYDIN Ruşen Eşref, Atatürk’ün Hastalığı (Ankara 1959).
Online-Ressourcen
http://www.karlsbadhotels.cz/carlsbad-plaza_e.php (Zugriff: 02.03.2013)
http://wikimapia.org/26130921/de/Wiener-Cottage-Sanatorium (Zugriff: 12.03.2013)
Anmerkung der Autorin
Die Autorin stellte auf der vom Verein für Sozialgeschichte der Medizin in Österreich vom 27.-28. April 2012 in Bad Radkersburg veranstalteten
Tagung „Vom alten Heilbad zum modernen Wellnesstempel“ zu demselben Thema einen Beitrag unter dem Titel „ Mustafa Kemal Atatürk
(1881-1938), Gründer der Türkischen Republik, verbringt im Sommer 1918 einen Monat in Karlsbad“ vor. Dieser Text ist eine erweiterte Fassung
des dort gehaltenen und in der Zeitschrift Virus-Beiträge für Geschichte der Sozialmedizin 12 (2013), pp. 97-106, herausgegesen von Alfred Stefan
Weiβ, Elisabeth-Dietrich-Daum und Carlos Watzka veröffentlichten Referats.
49 BELGER Nihat Reşat, Universitätsvorträge (1939-1940), 313-333.
PROF. DR. BESİM ÖMER AKALIN’S PAPER ON
AFYONKARAHİSAR MINERAL WATER AND ITS IMPORTANCE FROM
THE POINT OF HISTORY OF MEDICINE
PROF. DR. BESİM ÖMER AKALIN’IN
AFYONKARAHİSAR MADEN SUYU HAKKINDAKİ YAZISI VE
TÜRK TIP TARİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ
Ayşegül Demirhan Erdemir*
* Prof. Dr., Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği Başkanı
Özet
Modern obstetriğin Türkiye’de gelişmesini sağlayan ve 4 ciltlik ansiklopedik bir eser olan Nevsali Afiyet’i yazan Prof. Dr. Besim Ömer
Akalın’ın (1863-1940) bu çalışmanın 1904 yılında yayınlanan 3. cildinde bulunan Hamidiye Etfal Hastahane-i Âlisi’nin Karahisarı Sahib Maden
Suyu adlı yazısı ülkemizde bugün de çok revaçta olan bu kaynak suyumuz hakkında orijinal bilgileri kapsar. Yazar bu yazısında bu maden
suyunun çok faydalı olduğunu ve ayrıca şişeleme tekniğinin çok dikkatli yapılması gerektiğini bildirir. Sodalı sular özelliğinde olan bu maden
suyunun karaciğer iltihabında, böbrek kumlarında, şeker hastalığında, sıtma ve kansızlıkda v.b de iyi etkileri bulunduğunu anlatan yazar,
bileşimi hakkında da bilgiler verir. Afyonkarahisar maden suyunun ilk işletme hakkı Hamidiye Etfal Hastahanesine verilmiş olup 1926 da
Kızılay’a devredilmiştir. Afyonun Gazlıgöl Beldesinde bulunan bu maden suyu hakkında Osmanlı Arşivlerinde de bazı belgeler bulunmaktadır.
Bu çalışmada Dr. Akalın’ın 1900 lü yılların başında yayınladığı bu makalesi incelenmekte ve arşiv belgeleri ışığında dün olduğu kadar bugün de
bu şifa kaynağımıza verilen önem vurgulanmaktadır.
Introduction
Besim Ömer Akalın’s book called Nevsâl-i Âfiyet is important and is 4 volumes. Akalın (1863-1940)
provided the development of modern obstetrics in Turkey. An article of Prof. Akalın with the name of
Hamidiye Etfal Hastahane-i Âlisinin Karahisarı Sahib Maden Suyu (Afyonkarahisar Mineral Water of
Hamidiye Etfal Hospital) in the third volume of this book dated 1904 contains the original knowledge
about this mineral water. Akalın wrote in his book that this mineral water was very useful and bottle
technique should be made as very careful. Afyonkarahisar mineral water is very useful in anemia, liver
inflammation, diabetes, kidney stones etc. Akalın gave some knowledge about the composition of
Afyonkarahisar mineral water in his paper. The right of the first business of Afyonkarahisar Mineral
Water was given to Hamidiye Etfal Hospital and afterwards, this patent was delegated to Turkish Red
Crescent in 1926. The source of this mineral water is in Gazlıgöl in Afyonkarahisar and some documents
on mineral water are in the Otoman Archives. In this paper, the article of Akalın belonging to the
beginnings of the twentieth century is commented and the importance of this healing water is stressed
in the light of Ottoman Archives.
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’s Paper on Afyonkarahisar Mineral Water and
Its Importance
Born in 1863 in Istanbul, Dr. Besim Omer (Akalın) Pasha (1863-1940), the son of Omer Sevki Pasha
of Narda, studied in a Rustiye (Secondary School) in Kosova for a while. Later, he finished Gulhane
Military Rustiye (Secondary School) and went to Kuleli Military Medical High School and finished it in
1879. Receiving a diploma from the Military medical school as a lieutenant between 1884-1885, Besim
Omer Pasha, was assigned as a deputy teacher to Fenn-i Kıbâle (medicine of midwifery) lessons in
Military medical school in 1885. In 1887, he was sent to France to get education in the field of obstetrics
and gynecology. Returning to Istanbul in 1891, Besim Omer Pasha became a professor of Fenn-i Velâde
(obstetrics and gynecology) in the military medical school. Later in 1892, he opened the first clinic of
obstetrics and gynecology. Then in 1895, he was appointed as the head of Midwifery School and started
to modernize this school. In 1896, he became a professor of Seririyatı Vilâdiye (he was appointed as
Head). Getting the rank of pasha in those times, Dr. Besim Omer functioned as the directors of both the
clinic of obstetrics and gynecology and Midwifery School together. In 1909, after the establishment of
41
42
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
Haydarpasa Medicine Faculty, a new clinic of obstetrics and gynecology and a midwifery school were
established in the empty buildings left by the civil medicine school in Kadırga and Dr. Besim Omer
(Akalın) became the head of them. Moreover, in 1928, Besim Omer Pasha moved the whole clinic to
Haydarpasa. Retired in 1933 University reform, Dr. Besim Omer took the surname of Akalın after the
surname law. Working as a free-lance doctor in his house in Cagaloglu after having retired, Dr. Besim
Omer later became the Deputy of Bilecik and died on 19 March 1940 in Ankara.
Besim Omer Pasha was an estimable science person who made valuable contributions to Turkish
medicine. Not only did he help modern obstetrics develop in Turkey, but he was also the founder of
modern pediatrics in our country. What’s more, Dr. Besim Omer laid the foundations of the institution
now known as child protection as well. Again, realizing the establishment of the midwifery school for
the first time, Dr. Besim Omer also developed the profession of nursing. Moreover, Besim Omer Pasha
worked on tuberculosis and became the head of the association called “Association for Fight against
Tuberculosis” established in 1918 (8). Charged with different administrative duties, Dr. Besim Omer
Pasha published 61 books and monographs and about 400 articles. 3 of 61 books and monographs were
published in French and the rest were published in Turkish. Dr. Besim Omer (Akalın) Pasha is known
as the popular author of health-related issues. His 4-volume encyclopedic work, Nevsâli Afiyet, which
includes actual and scientific articles in different fields of medicine, is a good example of this (9). The
article entitled ‘Karahisarı Sahib Mineral Water of Hamidiye Etfal Hastahane-i Alisi’, which is included
in the third volume of Nevsal-i Afiyet, mentions about the sanative mineral water, which is also used
in Turkey today. The author refers to the importance of this mineral water and gives information about
its composition. According to Akalın, there are thermal springs, hot springs, streams, rivers, forests,
mines and mineral waters in different natures and features throughout Turkey. Explaining the fact that
the administration of these mineral waters belonged to Hamidiye Etfal Hastanesi (children’s hospital)
at the beginning of the 20th century, the author suggests in his article that the mineral water be bottled
carefully: “To make the most of a mineral water, it should be bottled under healthy conditions and
with great care”. Moreover, Akalın states that Ibrahim Pasha, the chief physician of Hamidiye Children’s
Hospital, and Muallim Ali Rıza Bey, the chemist of the hospital, showed every kind of effort and self
devotion in relation to the keeping of the water in depots and its transportation. He explains that
meticulous care was shown to such matters as the shape of bottles and bottling of water in accordance
with sanitary requirements (15).
As it is known, today as potable water are used city supply water or natural spring waters. Potable waters
are obtained from surface waters, underground waters or mixed waters composed of these waters. While
city supply waters are surface waters such as river, lake or dam waters, the mineral waters composing our
subject are those coming from underground. Natural mineral waters are formed underground as a result
of mixing of meteorological waters and magma-originated waters in different rates during the water
cycle. As a matter of fact, as it was stated by Besim Omer in the early 20th century, extremely modern
techniques are used to keep mineral waters in depots, bottle and transport them and great care is shown
to protect their freshness and pureness and keep them away from microorganisms (10). Water must be
free from microorganisms while obtaining from its source and keeping in catchments and depots. It is
necessary that ventilation pipes in depots should have filters to prevent contaminations from outside
and water inside should be given continuously to the system. Meanwhile, attention should be paid to the
ground and ceiling cleanliness of depots. In such a water treatment facility, hygiene should be achieved
so as not to let pathogenic bacteria occur. Karagulle writes that the cleanliness of working environment,
equipment used and personnel is very important (11). Again, in the Regulations on Natural Mineral
Waters dated 2004, too, these matters are discussed. As it is known, mineral waters are bottled under the
names of mineral water or soda water.
Again, Akalın claims that Karahisarı Sahib Mineral Water is superior to all the existing mineral
waters and writes that Chemist Ali Rıza Bey shows great effort related to this matter. The author states
that the reports coming from Paris and Berlin prove this as well. The report coming from the chemistry
laboratory in Berlin, too, mentions about this mineral water like this: “A pleasant-tasting, easy-to-digest,
very pure and strongly recommendable mineral water which is rich enough in phosphoric acid to attract
the attention of all physicians.” Again in this report, it is mentioned that this water is included among
cold waters with soda, is good for stomach, increases bile juice, augments urine, and is good for hepatitis.
Moreover, it also writes that this water helps remove renal calculi. Also, the phosphoric acid in it is used
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
43
in neurasthenia. About this matter, Besim Omer writes that: “There is no other soda water which is as
digestible and pleasant-tasting as this water. Again, by mentioning about this mineral water as “Nice and
pleasant-tasting mineral water”, Besim Omer states that in that period the only sanative underground
mineral water was Afyonkarahisar Mineral Water. Explaining that it was bottled in accordance with
sanitary requirements and with great care, the author states that in that period this mineral water was
presented to the benefit of the people in a salesroom at an appropriate price around Eminönü in Istanbul.
As it was stated by Besim Omer Akalın in the early 20th century, the data obtained from the report also
exists only in more detail today (12). The following license approval analysis report taken from Refik
Saydam Health Center proves this as well.
As it is known, with the consumption of magnesium-rich mineral waters, the incidence of heartrelated sudden deaths decreases and also prostate and breast cancers are observed less frequently. The fat
and calcium depositions in vessels occurring as a result of magnesium deficiency cause arteriosclerosis;
magnesium is the second most densely existing cation in the cell after potassium. It has effect on
many biological events occurring in the cell membrane, inside the cell and in the cell nucleus and
helps transmit electrical impulses in muscles and nerves. Calcium and magnesium help vessels and
muscles work properly. Mineral waters which are rich in magnesium protect magnesium balance of
the body broken under excessive stress (16,17). Besides contributing to bone formation, calcium also
contributes to regulation of muscular contractions, transmission of nerve impulses, ion exchanges in the
cell membranes and secretion of hormones, digestive enzymes and neurotransmitters. It prevents agerelated bone loss and breaks. Calcium-rich natural mineral waters provide sufficient calcium support in
the prevention and treatment of osteoporosis observed in the menopausal period in women and at later
ages in men and it can also be preferred in the puberty period because it supports the growing of bones
and teeth. Since it contains fluoride, it especially prevents tooth decays in children (18,19).
With its high bicarbonate and acid content, it suppresses excessive gastric acid accompanied by
heartburn in stomach diseases, plays an important role in the treatment of peptic ulcer disease, has a
supportive effect on diabetes and regulates blood pressure. Moreover, sulphate helps liver, gall bladder
and bile ducts and large bowel work properly and is good for constipation and waters containing
calcium and magnesium are effective in preventing complaints like diarrhea developed as a result of
stress (20). Afyonkarahisar Kızılay Mineral Water, known as a natural mineral water including sodium
and bicarbonate, is produced by Afyonkarahisar Mineral Waters Operation Directorate of the Turkish
Red Crescent. As it is known, one of our cities known for its healing hot springs, cream sugar and
poppy, Afyonkarahisar is the gate of Aegean opening to Mediterranean and Central Anatolia and an
important cultural center. In many tumuli were found historical riches belonging to Hittites, the first
owners of Afyon. The person who built the Castle of Afyon was the Hittite emperor, “Mürsil”. After
Hittites, Phrygians reigning on the banks of Sakarya river captured Afyon. Phrygians named this city as
“Sineda”. After Phrygians, the region went under the control of Lydians.
The city of Afyon having gone under the rule of Persians in the 6 century B.C. was invaded by
Alexander the Great, the king of Macedonia, in the 4th century A.D. After his death, it was captured by
Seleucids and then by the Bergama Kingdom. In the 2nd century B.C., with the Bergama Kingdom, it
joined the Roman Empire. When the Roman Empire was divided into two in 395 A.D., this city was left
in the hands of the Eastern Roman (Byzantine) Empire. Muslim Arabs and Iranian Sassanians came as
far as Afyon. Byzantines gave Afyon the name Akronium (Akroenos) meaning “high castle”. After the
1071 Battle of Manzikert, Kutalmısoglu Suleyman Shah, the conqueror of Anatolia and the founder of
the Turkish State in Anatolia, conquered Afyon like he conquered all of Anatolia. In 1146, Kılıçaslan
the First defeated the Byzantine Emperor, Manuel Komnesos around Bolvadin. In the first crusade, the
crusader army recaptured Afyon. Around the city of Afyon, great and bloody battles took place between
Turks and Byzantines. Seljuks took Afyon back from Byzantines. The Seljuk Sultan, Alaeddin, had the
city of Afyon built up. The state treasury was kept here. For this reason, in the time of Seljuks, another
name of Afyon was “Hisar-ı Devlet” (Castle of the State), too, and it became a castle where the State
Treasury was kept. Timurtas, the Anatolian Governor of the Mongols, surrounded Afyon after invading
the throne city, Konya, but the Seljuk Vizier, Sahib Ata, did not surrender the city.
In the second half of the 13th century, Sahib Ata Fahreddin Ali Beg and also his sons and grandsons
served as governors of Afyon until the end of the century. Later, the city went under the rule of the
Anatolian beylik of Germiyan. In 1390, Sultan Bayazid I annexed Afyon to the lands of the Ottoman
44
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
State. In 1402, Timur Han bestowed here to the Beylik of Germiyan again. Upon the death and will
of Germiyanoglu Yakub Bey, Afyon became a part of the Ottoman land. It was connected to the
Beylerbeylik of Anatolia existing in Kutahya in 1451 and took the name “Sanjak of Karahisar-ı Sahib”.
Karahisar and its vicinity was called “Karahisar-ı Sahib” due to the “Sahip” title of the Seljuk Vizier
Sahip Ata Fahrettin Ali. Karahisar-ı Sahip means “Karasihar of Vizier “. The sanjak having connected to
the Province of Hudavendigar (Bursa) in 1685 became a district connected to Kutahya after Tanzimat.
Being an independent sanjak in 1914, Afyon became a city with the name of Afyonkarahisar in the
Republican period. Gazlıgöl, where the source of Afyonkarahisar Mineral Waters exists, is located in
the Village of Hamam, which is 21 kilometers away from Afyon. It is famous for its healing potable
waters (3,14). Baths are good for rheumatism, sciatic, waist and back aches, neuralgia and gynecological
diseases and mineral springs are good for stomach, renal diseases and gall bladder stones. Uyuz and
Çoban Springs, which are near to this hot spring, are the extensions of this water. Karasihar Mineral
Water, which is in the south of the Gazlıgöl Hot Spring and about 200 meters away from the railway, has
a rather known history (21,22). Especially, its being near to the city of Ayazin, which was the center of
Phrygians, increases its historical importance once more. In the recent excavations, encountering old
construction ruins about 30 meters deep around the source is the evidence of the fact that the sources
were used even in prehistoric times. Centuries ago, the mineral water was known as “sour water”. In
an archive document dated 1894, it is reported that the physicians of Hamidiye Children’s Hospital to
go to Afyonkarahisar for the mineral water were awaiting for the orders of Sultan Abdulhamid II (1).
In 1900, upon the recommendation of a Belgium physician related to Afyonkarahisar mineral water,
Abdulhamid II ordered the analysis of the water and keeping the land title for the person of Sultan
Abdulhamid, the royalty of the water was given to Sisli Children’s Hospital. With a decree in 1903, this
water was put into operation. Again, another archive document dated 1905 includes information about
the report of the medical board of Etfal Children’s Hospital in relation to the analysis of the mineral
water springing in Afyonkarahisar (2). A document dated 1906 is about the transportation of the empty
bottle crates belonging to Afyonkarahisar mineral water enterprise, whose royalty had been given to
Hamidiye Etfal Children’s Hospital, on the Railway free of charge and charging a freight tariff for filled
bottles (3). Moreover, another document dated 1907 gives information about the transportation method
of the mineral waters springing in Karahisar-ı Sahib and in/around Sarıköy and details about it (4).
And a document dated 1909 includes information about the capital and size of revenue of Hamidiye
mineral waters (5). Moreover, another document dated 1910 is about the pricing of freight charges of
the mineral waters to be transported from Karahisarı and Sarıköy (6). Moreover, a document dated 1911
is about the further action about the handing of Karahisar-ı Sahib Mineral Waters in Meclis-i Maarif
Commission as it was in the past (7). After the 1914 war, the royalty was handed over to the private
accountancy of Afyonkarahisar and in 1924 it was rented by a person from among merchants. In 1926,
among the resources handed over the government with the Mining Law was Karahisar Mineral Water,
which was transferred to the Red Crescent Society with a special contract. Since that date, it has been
under the management of the Red Crescent.The Kızılay (Red Crescent) Mineral Water won a medal in
the Paris Exhibition in 1900 and the London Exhibition in 1932 (25,30). The manufacturing having been
continued with using a very simple method for a long time was supported with an automatic machine
brought from France(12,13,23,24,26,27,28).
Analysis Report of Refik Saydam Institute with the date of 2006/ İZMİR
Anions
Florure (F)
(mg/lt)
5,0
0,81
Fosfat (PO4)
(mg/lt)
0,033
Bicarbonate (HCO3)
(mg/lt)
2123
Carbonate (CO3)
(mg/lt)
0
Chlorure (Cl)
(mg/lt)
97,4
Nitrate (NO3)
(mg/lt)
50
0
Nitrite (NO2)
(mg/lt)
0,1
0
Siliciumdioxide (SiO2)
(mg/lt)
55,4
Sulphate (SO4)
(mg/lt)
5,35
Sulphur (S)
(mg/lt)
0,05
0,006
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
Kations
Auiminium (Al)
Amonyum (NH4)
Calcium (Ca)
Magnesium(Mg)
Potassium (K)
Sodium (Na)
Demir +2 (Fe+2)
Conductivity
(mg/lt)
(mg/lt)
(mg/lt)
(mg/lt)
(mg/lt)
(mg/lt)
(mg/lt)
(μS/cm)
0,2
-
0,07
0
40,8
13,3
5,4
770,4
0,01
3100
Mikrobiyolojik
Klor Miktarı
Total Koliform
Fecal Koliform
Escherichia Coli
Fecal Streptokok
Colony number
Colony number
Salmonella spp.
Shıgella spp.
Vıbrıo Cholerae
Pseudomonas Aerugınosa
Anaerob sporlu sülfat red. ed. Bak.
Patojen Staphylococcus
Aeromonas spp.
(ppm)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
(37ºC’de 24 saat 1 ml.)
(22ºC’de 72 saat 1 ml.)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
(250 ml)
0
0
0
0
0
5
20
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
45
Sıcak ve Soğuk Maden Sularının İstismarı İle
Kaplıcalar Tesisatı Hakkında Kanun
No: 927
Kabul Tarihi: 10/06/1926
Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 30/06/1926
Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 408
Madde 1- Elyevm mekşuf sıcak ve soğuk maden sularının istismarı imtiyazı maadin idaresi heyeti
fenniyesince kaybedilecek hudud dahilinde olmak üzere, 12 Nisan 1341 tarihli kanun mucibince
maadini mekşufe misillü ihale olunur.
Madde 2- Birinci madde mucibince imtiyazı verilen hudud dahilinde hakiki ve hükmi eşhasa ait
olarak halen mevcut hukuk ve menafi ile imtiyazın işletilmesine muktazi arazi ve üzerindeki mebani
değer bedeli verilmek suretiyle sahibi imtiyaz ile alakadarları arasında birriza takvim ve tesbit edilerek
alınamadığı takdirde Ticaret Vekaletince bu hukuk, menafi ve arazinin İstimlak Kanununa tevfikan
istimlakine mezuniyet verilir. Muamelei istimlakiye neticesinde takarrür edecek bedeli, sahipleri
nakden alabilecekleri gibi arzu ederlerse imtiyazı işletecek olan Türk Anonim Şirketi müessis ve hisse
senedatından tercihan almak suretinde de istimal edebilirler. İmtiyaz hududu dahilinde olup sahibi
imtiyaz tarafından temellük edilmeyen hukuk, menafi ve arazi ashabının hakkı istifadeleri bakidir
Madde 3- Birinci madde mucibince imtiyazı verilen hudud dahilindeki şehir ve kasabalar ile sahipli ve
sahipsiz arazide sahibi imtiyaz yeniden her türlü sıcak ve soğuk maden suları taharri edebilir. Ancak bu
taharriyat sebebiyle, sahibi imtiyaz, vukua getirilecek zarar ve ziyanın tazminine mecburdur.
Madde 4- Birinci madde mucibince ihale edilecek imtiyazın işletilmesi için sahibi imtiyaz tarafından
ihale tarihinden itibaren beş seneye kadar memaliki ecnebiyeden ithal edilecek inşa ve tesis levazımı,
Ticaret Vekaletinin tasdikı ile, gümrük resminden muafen imrar olunur.
46
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
Madde 5- Birinci madde mucibince imtiyazı verilen hudut dahilindeki araziden yalnız resmi mukarrer
alınıp rüsumu nisbiye istifa edilmez. İmtiyazın işletilmesi için sahibi imtiyaz tarafından vücude
getirilecek tesisat on sene müddetle, musakafat, ihale tarihinden itibaren beş sene müddetle sahibi
imtiyaz, işbu imtiyazın işletilmesinden dolayı kazanç vergisinden muaftır.
Madde 6- İşbu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 7- İşbu kanunun ahkamını icraya Adliye, Maliye ve Ticaret Vekilleri memurdur.
Ek Madde 1- Maden suyu imtiyaz sahipleri İktisat ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletlerince
müştereken tensip edilen evsafa muvafık olmak üzere fenni ve sıhhi tesisat yaptıkları takdirde dahilde
mümasili yapılıncaya kadar hariçten getirecekleri membaa mahsus soğuk damga işaretli boş maden
suyu şişelerinden gümrük resmi ve muamele vergisi alınmaz.
Yukarki fıkra mucibince hariçten getirilecek veya dahilde toplanıp tekrar doldurulmak üzere membaına
gönderilecek boş şişeler ile membada maden suyu doldurularak muhtelif mahallere sevkolunacak
dolu şişelerin Devlet Demir ve Denizyolları vesaitiyle yapılacak nakliyatından cari tenzilatlı tarifeler
üzerinden azami yüzde elli ücret alınır.
Ek Madde 2- Bu şişelere diğer ticaret ve sanat müesseseleri tarafından imal edilen maddeler konup
satılamaz. Bu hüküm hilafında hareket edenlerin şişelerine içindekilerle beraber elkonulur ve
sorumlularına beher şişe için onikimilyon lira idari para cezası verilir, el konulan şişelerin içindekilerle
beraber müsaderesine sulh ceza mahkemesince karar verilir.
(Ek fıkra: 24/04/2003 - 4854 S.K./5. md.) Bu Kanunda yazılı olan idari para cezaları o yerin en büyük
mülki amiri tarafından verilir. Verilen idari para cezalarına dair kararlar ilgililere 11/02/1959 tarihli ve
7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edilir. Bu cezalara karşı tebliğ tarihinden itibaren
en geç yedi gün içinde yetkili idare mahkemesine itiraz edilebilir. İtiraz, idarece verilen cezanın yerine
getirilmesini durdurmaz. İtiraz üzerine verilen karar kesindir. İtiraz, zaruret görülmeyen hallerde evrak
üzerinde inceleme yapılarak en kısa sürede sonuçlandırılır. Bu Kanuna göre verilen idari para cezaları
21/07/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre
tahsil olunur.
Ek Madde 3- 927 sayılı kanun mucibince ihale edilmiş ve ihale tarihinden itibaren bu kanunun dördüncü
maddesindeki beş senelik tesis müddeti geçmemiş olan müesseselerin tesis müddetleri sekiz seneye
çıkarılmıştır.
Ek Madde 4- Bu Kanunun neşrinden evvel ihale edilmiş olupta ihale tarihinden itibaren sekiz sene
geçmemiş bulunan müeseseler de bu hükümden istifade ederler.
Ek Madde 5- (Değişik madde: 24/05/1957-6977/1 md.)
İçmeye ve yıkanmaya mahsus olup halen mekşuf veya henüz keşfedilmemiş şifalı sıcak ve soğuk maden
sularının rüsum ve temettü hisseleri vilayet hususi idarelerine aittir. Hususi idareler bu suları doğrudan
doğruya işletebilecekleri gibi, taliplerine işletme ruhsatnamesi vermek suretiyle ihale de edebilirler.
Hususi idarelerce işletilmek istenilmiyen veya ihale edilmeyenlerin rüsum ve temettü hisseleri vilayetçe
belediyelere, köylere devredilebilir.
Bu sulardan terkibi itibariyle kıymetli veya mevkii bakımından ehemmiyetli olanlar lüzum görüldüğü
takdirde doğrudan doğruya Devletçe işletilebileceği gibi imtiyaz suretiyle taliplerine de ihale edilebilirler.
Bu hususta 927 sayılı kanun hükümleri caridir. Bu kanunun neşrinden evvel gerek hususi kanunlarla ve
gerek imtiyaz suretiyle hakiki veya hükmi şahıslara verilmiş olan haklar mahfuzdur.
(Üçüncü fıkra iptal: Anayasa Mahkemesi’nin 16/02/1965 tarih ve E. 1963/126, K. 1965/7 sayılı kararı
ile.) Bu idareler bu suların mülkiyetini hakiki ve hükmi şahıslara devir ve temlik edemezler. İçmeye
ve yıkanmaya mahsus bütün sıcak veya soğuk şifalı maden sularının işletilmesi ve sıhhi murakabesi
hususunda 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu hükümleri tatbik olunur. Bu suretle her türlü
tesisatın yapılmasından evvel Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’ne müracaat olunur.
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
Resim 1: Besim Ömer Akalın’ın Yazısının bulunduğu Nevsali Afiyet kitabının kapağı
Resim 2: Besim Ömer’in yazısından bir sahife
47
48
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
Resim 3: Bugünkü Maden Suyunun Şişesi ve kapakları
Resim 4: Maden Suyuna 1932 de Londra’da verilen Onur Diploması
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri: YPRK.SH. Dosya.4, Gömlek 28,1894 tarihli
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri: YPR.K.SH. Dosya:7, Gömlek:2, 1905 tarihli.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri:. Y. MTV. Dosya:258, Gömlek:130,1906 tarihli)
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri : BEO, Dosya.1693, Gömlek: 201974,1907 tarihli.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri: Y. PRK. KOM, Dosya:16, Gömlek: 22,1909 tarihli.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri: ŞD, Dosya:16, Gömlek: 22,1910 tarihli.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri: MF. MKT. Dosya:1105, Gömlek: 13,1911 tarihli.
Demirhan, E. A.: Prof.Dr.Besim Ömer Akalın’ın ‘’Tütün’’ adlı eserinin Türk Tıp Tarihi Açısından Önemi ve Bazı Sonuçlar, Türk Dünyası
Araştırmaları , Sayı:3,Ağustos 1996, sah. 45-52.
Özden, A. M.: Besim Ömer (Akalın) (1863-1940) ,Tedavi Kliniği ve Laboratuarı Mecm, 10: 60- 66,1940.
Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Afyonkarahisar Maden Suyu Hakkındaki Yazısı ve Türk Tıp Tarihi Bakımından Önemi
49
10. Onur, A.: Büyük Ölü: Besim Ömer Akalın (1863-1940) ,Poliklinik Derg 7: 290-300, 1940,
11. Karagülle M.: Bikarbonatlı Sular, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı (Balneology) (Ed. Prof. Dr. Zeki Karagülle), Nobel Tıp Kitabevleri (2002), pp.191193.
12. Knusel, O.: Balneology-Myth Versus Reality, Therapeutische Umschau 58(8), (2001), pp. 465-9.
13. Reman R.: Balneologi ve Şifalı Kaynaklarımız (Balneology), Cumhuriyet Matbaası, İstanbul (1942), pp.41-64, 236-269.
14. Türkiye Maden Suları (Mineral Waters in Turkey), İç Anadolu Bölgesi, İ.Ü. Tıp Fakültesi, Tıbbî Ekoloji ve Hidroklimatoloji Kürsüsü, Sermet
Matbaası, İstanbul (1975), pp. 54-55.
15. Besim Ömer(Akalın): Hamidiye Etfal Hastahane-i Âlisinin Karahisarı Sahib Maden Suyu, Nevsâli Âfiyet, Salname-i Tıbbi, Üçüncü Sene,
Matbaai Ahmed İhsan ve Şürekası,1320, s.417-421.
16. Karagülle, Z.; Şişelenmiş Doğal Mineralli Sular ve Kaynak Suları, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002, s.161-171.
17. Karagülle, M.: Doğal Mineralli Sularda Kalsiyum ve Osteoporoz, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002, s.123-176.
18. Karagülle, M.: Doğal Mineralli Sularda Sodyum ve Hipertansiyon, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002, s.177181.
19. Karagülle, M.: Sülfatlı Sular, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002, s.183-189.
20. Karagülle, M.: Bikarbonatlı Sular, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002, s.191-193.
21. Yüzbaşıoğlu, N.: Demirli, İyotlu ve Florlu Sular, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002, s.195-198.
22. Yüzbaşıoğlu, N.: Eser Elementler, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002 , s.199-204.
23. Karagülle, Z.: Klimaterapi, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002 , s. 205-209.
24. Karagülle, M.: Talassoterapi Merkezleri, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri,İstanbul 2002 , s.211-213.
25. Karagülle, Z.: Balneoloji, Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002 , s.227-234.
26. Dönmez, A., Demirtaş, H.: Şişelenmiş Doğal Mineralli Sular ve Kaynak Sularında Hijyen. Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp Kitabevleri,
İstanbul 2002, s.241-246.
27. Doğal Mineralli Sular Hakkında Yönetmelik, Resmi Gazete,No: 25657, 1.12.2004 tarihli.
28. Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği, Resmi Gazete No: 26786, 13.2.2008 tarihli.
29. 1926 tarihli ve 927 sayılı Sıcak ve Soğuk Maden Sularının İstismarı ile Kaplıcalar Tesisatı Hakkında Kanun.
30. Remzi, R.: Her Yerde Yapılması Kolay “Hydrotherapie’’ Usulleri, Askeri Sıhhiye Mecm., 63(8): 1-12 (1934).
Editör Notu: Fotoğrafların kaynakları yazardadır.
KURORT ŚWIERADÓW ZDRÓJ [BAD FLINSBERG] –
GESCHICHTE UND GEGENWART
KURORT ŚWIERADÓW ZDRÓJ HEALTH RESORT- HISTORY AND PRESENT
Bożena Płonka-Syroka*, Andrzej Syroka**
*Zakład Humanistycznych Nauk Wydziału Farmaceutycznego Akademii Medycznej im.
Piastów Śląskich we Wrocławiu / Instytut Historii Nauki Polskiej Akademii Nauk w Warszawie
**Muzeum Farmacji Akademii Medycznej im. Piastów Śląskich we Wrocławiu
Summary
The first information about the existence of mineral waters with healing properties in the area that later became Świeradów health resort
th
th
th
is preserved in a legend originating in the 12 century. At the turn of the 13 /14 century, Flyns settlement was created here, established by
Lusatia tribes living in the Jizera Mountains in the Middle Ages. By 1524, the settlement was appearing in sources under the name Fegebeutel,
and from 1559 until 1945 the town was named Flinsberg. The fi rst scientific record of these mineral waters can be found in the work of the
physician Leonard Thurneysser in 1572. Later the local healing waters were described by Kasper Schwenckfeldt, in the studies Stirpium et
fossilium silesiae of 1600 and another one of 1607, as well as
I. Nason (1667) and Fryderyk Luca (1683). In 1754, the upper source of the mineral water was timbered and covered with a roof. A small
shelter was constructed next to it. It is assumed that the beginning of organised health resort activities at Świeradów took place in 1768 when
a house for health resort visitors, containing 14 rooms, was constructed near this source. In 1770 a resort visitor book was set up in which
names of the health resort guests were recorded. In 1783, examinations of the properties of the local mineral waters were conducted thus
confirming previous descriptions. They were regarded as effective for diseases of the gastrointestinal tract and having a positive effect on
th
the psyche, treating anxiety states. Development of the resort was speeded up in the second half of the 19 century in connection with the
establishment of railway lines to Gryfów which was located 15 km away. In 1909, the resort was provided with a direct railway connection with
Mirsk. Facilitation of access resulted in the growth of the number of visitors from 500 people in 1873 to 5000 in 1893. Before the first world
war, the resort was equipped with waterlines and it was electrified. The basic portion of the health resort structures, including the Health
Resort House, hotels, treatment buildings, walking hall, sports facilities, were erected before 1914. In the years 1920-1939, the resort was
still developing, conducting, among other things, radon therapy (baths and inhalations) fashionable at that time. In 1935, it obtained a road
connection with a known centre of winter sports, Szklarska Poręba, and then with Czech Harrachov. In the resort, in its lower part at the Kwisa
nd
river, another health resort house, known as Leopold’s Baths (Łazienki Leopolda), and a band-shell were constructed. During the 2 world war,
the resort was assigned to the army. It was not destroyed in the course of war operations. In 1945, the resort was included within the borders
of Poland. It received the name Świeradów. In 1946, it obtained town privileges. In 1973, the town was combined with Czerniawa health resort
located nearby. In the years 1945-1989, the health resort was the property of the state and patients were treated free of charge. After 1989,
as a result of reforms of the healthcare system in Poland connected with system transformation, the way health resort facilities were utilized
changed and they were privatized. Currently, most patients stay for treatment in Świeradów against a charge, and only a dozen percent are
still treated as a part of insurance. During the last 20 years, the resort underwent serious modernization. Most hotels were modernized and
equipped with pools. The treatment facilities were also modernized. Thanks to numerous investments (for instance, ski lifts and a mountain
railway were built), the town was protected from crises and unemployment. Scientific research, managed by the Academies of Medicine in
Wrocław and Poznań, is also carried out in the resort. Currently, the resort enjoys a well-deserved reputation both among Polish patients and
tourists and among foreign visitors.
Der Kurort Świeradów Zdrój gehört heute zu den polnischen Luxus-Kurorten, in denen sich
neben dem traditionellen Angebot zur Heilbehandlung eine neue Form der Prophylaxe und Erholung
in Verbindung mit Wellness-SPA, entwickelt1. In den ersten Jahren nach der gesellschaftlichen
Transformation in Polen, d.h. nach 1989, hatte der Kurort allerdings ernsthafte Probleme und es war
schwer abzusehen, wie sich sein Schicksal weiter entwickeln würde. Kurbehandlungen wurden in
Polen in den Jahren 1945-1989 nämlich fast ausschließlich aus staatlichen Mitteln finanziert, und der
Aufenthalt und die Behandlung waren entweder vollkommen kostenlos oder gegen geringe Zuzahlung,
die der Patient leistete, um den Standard seines Aufenthalts zu verbessern2. Nach den politischen
Veränderungen waren die Grundsätze für die Nutzung der Kurorte nicht mehr geregelt, aufgrund
fehlender Konsequenz bei der Einführung eines neuen Modells für die medizinische Betreuung. Die
Situation der Kurbehandlung verbesserte das Gesetz über den Gesundheitsschutz von 1997 nicht, das
in Polen ein liberales Modell für die medizinische Betreuung einführte. Im Wesentlichen schränkte
es die Aufwendungen des Staats für die Basisversorgung sowie die Prophylaxe ein und verschob ihre
Kosten auf die Patienten. Erst nach 2004, d.h. nach dem Beitritt Polens zur Europäischen Union,
erfolgten weitere Änderungen in dem Standard für die medizinische Betreuung in unserem Land. Die
Aufwendungen für Prophylaxe und Kurbehandlungen stiegen wieder. In den Jahren 2004-2012 erfolgte
1 http://www.swieradowzdroj.pl/index.php?p=strony_druck@print=true@id=1
2 Vgl. K. Prętki, Podstawy prawne funkcjonowania lecznictwa uzdrowiskowego w systemie ochrony zdrowia w Polsce w latach 1918-2005, [in:]
B. Płonka-Syroka, A. Syroka (Hrsg), Historia polskiej kultury uzdrowiskowej. Kultura uzdrowiskowa w Europie, Bd. 2, Wrocław 2012, S. 180-189.
50
Kurort Śwıeradów Zdrój [Bad Flinsberg] – Geschichte und Gegenwart
51
in diesem Zusammenhang ein erneuter Anstieg der Zahl der Kurgäste. Die Zahl der Patienten, die
unentgeltlich behandelt wurden, war jedoch bedeutend geringer als vor 1989. Einen großen Anteil an
den Kurgästen haben derzeit in Polen Patienten, die für ihren Aufenthalt zahlen und in Verbindung
damit hohe Anforderungen an den Komfort und das Angebot von Heilleistungen haben. Nicht alle
Kurorte in Polen haben die politische Transformation erfolgreich durchlaufen, viele von ihnen sind
zu Grunde gegangen (wie z. B. Janowice oder Długopole), andere erleben eine Stagnation. Vor diesem
Hintergrund sieht die Lage von Świeradów sehr gut aus, was in diesem Artikel dargestellt werden soll.
Quelle für die Popularität von Świeradów unter den heutigen Patienten sowie den kommerziellen
Erfolg dieser Ortschaft sind mit Sicherheit die natürlichen Bedingungen in Verbindung mit der
geografischen Lage sowie die dokumentierten heilenden Eigenschaften des hiesigen Klimas sowie der
Mineralwässer. Świeradów liegt zu Füßen des Bergs Izerski Stóg (ca. 1500 m), in einem breiten und
sonnigen Tal auf einer Höhe von 300 bis 600 m über dem Meeresspiegel. Den Kurort wird von dichten
Fichtenwäldern umgeben, die ein heilendes Mikroklima bilden3. Die Ortschaft verbindet die bequeme
Verbindung (18 km) zum nahe gelegenen Skiferienort Szklarska Poręba, am Fuße des Karkonosze, was es
den fitteren Kurgästen ermöglicht, den Berg Śnieżka zu besteigen, den höchsten Gipfel der Sudeten (1603
m) sowie zahlreiche Abfahrtsrouten zu nutzen. Świeradów liegt ca. 50 km von der tschechischen Grenze
in Harrachov sowie ca. 70 km von der deutschen Grenze in Görlitz. Mit der Hauptstadt Woiewodschaft
Dolny Śląsk - Wrocław, in einer Entfernung von ca. 150 km verbindet es eine Schnellstraße sowie eine
bequeme Busverbindung. Świeradów verfügt über gute Bedingungen für Abfahrtsski und Langlaufski
sowie für das Bergwandern im Massiv des Izerski Stóg, auf den man mit dem Lift hinauffahren kann. Die
natürlichen Bedingungen, die den Reichtum des Kurorts darstellen und seit langem Patienten anziehen,
haben es ermöglicht, 1989 den staatlichen Kurort in einen Kurort mit hohem Standard umzugestalten,
in dem sich die meisten Hotels in Privathand befinden. Die Geschäftsführung des Kurorts Świeradów,
die städtischen Behörden und die Hoteleigentümer betonen im kommerziellen Angebot des Kurorts
seine alten Traditionen, um Klima und Heiltraditionen dieser Ortschaften wiederherzustellen.
Erste Informationen darüber, dass im hiesigen Gelände Mineralwässer mit heilenden Eigenschaften
existieren, haben sich in einer Legende erhalten, die aus dem 12. Jh. stammt. An der Wende vom 13. auf
das 14. Jh. entstand hier die Siedlung Flyns, die 1524 in Quellen unter dem Namen Fegebeutel auftritt.
In den Jahren 1559-1945 trug die Ortschaft den Namen Flinsberg und im 19. Jh. Bad Flinsberg. Die erste
wissenschaftliche Erwähnung der hiesigen Mineralwässer enthält die Arbeit von Leonard Thurneysser
von 1572. Später wurden diese Wasser von Kasper Schwenckfeldt (1600 und 1607), I. Nason (1667)
und Friedrich Luca (1683) beschrieben. In einer Arbeit von 1600 unter dem Titel Stripium et fossilium
Silesiae catalogus, schrieb der aus dem ca. 20 km von Bad Flinsberg entfernten Greiffenberg stammende
Schwenckfeldt von sauren Mineralwässern, die aus einer Quelle unweit des Dorfes Fegebeutel unterhalb
des hohen Walds entspringen. 1607 beschrieb Schwenckfeldt auch eine andere hiesige Quelle, gelegen
ca. 2 km unterhalb der ersten, direkt am Fluß Kwisa (Queis), der wegen der Farbe seines Wassers
von der Bevölkerung Bierquelle genannt wurde. Der Geschmack des aus ihm stammenden Wassers
ist häuslichen Getränken unähnlich, leicht säuerlich. Dieses Wasser löscht sehr gut den Durst, wirkt
erfrischend, regt außerdem Verdauung und Appetit an. Es hat außerdem abführenden Eigenschaften.
An der von Schwenckfeldt 1607 beschriebenen Stelle am Ufer des Flusses Kwisa wurde Ende des 18. Jh.
eines der ersten Kurgebäude errichtet. Die Quelle hingegen, die von ihm 1600 beschrieben wurde, wurde
Grundlage für die Bebauung des oberen Teils des Kurorts, die von im 18. Jh. begonnen wurde. Im 17.
Jh. bemerkten die Autoren, die die heilenden Eigenschaften der Quellen in Flinsberg, dass der Genuss
der hiesigen Wässer nicht nur die physische Gesundheit, sondern auch die psychische Gesundheit
der Patienten günstig beeinflusst. Diese Wässer wurden anerkannt, um psychische Erschöpfung und
Angstzustände verschiedener Herkunft zu heilen.
In der 2. Hälfte des 18. Jh. erfolgte gleichzeitig mit der Entwicklung der klinischen Medizin in Europa
die Entwicklung der Kurorte, die gemäß den Anweisungen der Ärzte gerne aufgesucht wurden4. Es kam
auch die Mode von Familien- oder individuellen Reisen in die Kurorte auf, in denen sich wohlhabende
Kurgäste die ganze Sommersaison aufhielten. Diese Mode erforderte es, vor Ort eine entsprechende
Kurinfrastruktur zu schaffen, die den Erwartungen der vermögenden Patienten entsprach5. Investitionen
3 Vgl. E. Szczeklik, Świeradów Zdrój, [in:] A. Falkiewicz, M. Starzewska (Hrsg.), Uzdrowiska dolnośląskie i ich okolice, Wrocław 1975.
4 Vgl. B. Płonka-Syroka, A. Kaźmierczak (Hrsg): Kultura uzdrowiskowa w Europie, Bd. 1, Wrocław 2012.
5 Vgl. N. Kapuścińska, „Urządzenia dotyczące wygód, urządzenia pod względem rozrywek i przyjemności” – przegląd oferty uzdrowisk
galicyjskich w XIX w,, [in:] B. Płonka-Syroka, A. Syroka (Hrsg.), op.cit., S. 97-128.
52
Kurort Śwıeradów Zdrój [Bad Flinsberg] – Geschichte und Gegenwart
dieser Art waren sehr kostenintensiv, was im 19. Jh. dazu führte, dass das Niveau der Kurleistungen
sehr differenziert war, in Abhängigkeit von den finanziellen Möglichkeiten der Eigentümer der
Kurbäder. Die ein Mal getätigten Investitionen hatte man aber schnell wieder drin, da reichere Kurgäste
angezogen wurden, was es ermöglichte, dass die Eigentümer höhere Einnahmen erzielten. Die Ortschaft
Flinsberg in einer günstigen Lage, denn sie gehörte dem vermögenden Geschlecht der von Schaffgotsch,
die beschlossen, ihr Luxuscharakter zu geben, was Patienten aus der Aristokratie und vermögenden
Industriellenkreisen anziehen sollte. Diese Entscheidung beeinflusste sowohl die Architektur des
Kurorts als auch die Raumplanung.
Die Investitionen der Schaffgotschs in Bad Flinsberg begannen 1768, als die obere Quelle des
Mineralwassers eingefasst und mit einem Dach überdeckt wurde. In ihrer Nähe wurde ein Haus für
Kurgäste mit 14 Zimmern gebaut. 1770 wurde ein Kurbuch angelegt, in dem die Namen der Kurgäste
vermerkt wurden. Im Jahre 1783 wurden Untersuchungen zu den heilenden Eigenschaften der hiesigen
Mineralwässer durchgeführt. Es entstanden weitere Kurgebäude, darunter die sog. Alte Quelle. Ein
Hindernis für die Entwicklung des Kurorts war jedoch die ungünstige Zufahrt. Die Ortschaft lag nämlich
weitab von Städten und Verkehrswegen und die Anreise dauerte viele Stunden. Dieses Hindernis hörte
auf zu bestehen, je mehr sich die Eisenbahn in der Region weiterentwickelte. Nach 1850 wurde die
Eisenbahn bis in die nächste Stadt Greiffenberg gebaut, die ca. 20 Kilometer entfernt lag. Nur die letzte
Etappe bis zum Kurort mussten die Kurgäste mit der Kutsche zurücklegen. Im Jahre 1909 bekam Bad
Flinsberg Bahnverbindung mit Friedeberg am Queis, es wurde hier ein stilvoller Bahnhof errichtet,
um ihn herum wurde ein Park mit künstlichem Teich angelegt. Eine bequeme Straße verband den
Bahnhof mit dem Zentrum des Kurorts, das ca. 2 Kilometer entfernt lag. Die erleichterte Anreise hatte
einen lawinenartigen Anstieg der Zahl der Kurgäste zur Folge. Hatten sich 1873 in Bad Flinsberg ca.
500 Personen jährlich aufgehalten, waren es schon 20 Jahre später jährlich etwa 5.000 Gäste. Noch vor
dem Ersten Weltkrieg wurde der Kurort elektrifiziert und mit Wasserleitungen ausgestattet. Die schnell
steigende Popularität des Kurorts unter den Patienten war für seine Eigentümer Grund genug für weitere
Investitionen in die Kurinfrastruktur. Bis 1914 wurde in Bad Flinsberg das neue Kurhaus mit stilvoller
Wandelhalle gebaut, in der sich die Trinkhalle, Cafés, Geschäfte und Platz für ein Orchester befanden.
Im Kurhaus selbst befand sich ein Konzert- und Tanzsaal, im Sommer spielte das Kurorchester auf den
sonnigen Spazierterrassen für die Gäste. Es wurden auch Gebäude für die Anwendungen gebaut, in
denen sich Räume für Bäder, Duschen, Schlamm- und Paraffinkompressen, Räume für Massage und
Übungen befanden. Im Keller des Kurhauses gab es ein kleines Becken mit warmem Thermalwasser aus
der oberen Quelle. In der Kurstätte entstanden auch ein Kino, Kasino und Freibad und Tennisplätze.
Die Kurobjekte waren von Park umgeben, die von dem Ende des 19. Jh. modischen Platanen und
Rhododendron geschmückt wurden, die im Kontrast zur natürlichen Pflanzenwelt der Umgebung
standen, in der Nadelbäume dominierten. Bad Flinsberg zog vor 1914 fast ausschließlich vermögende
Patienten an, für die die Kurinfrastruktur geschaffen wurde.
Die Jahre des Ersten Weltkriegs überstand der Kurort ohne größere Zerstörungen. Er wurde für Zwecke
des Militärs bestimmt und hielt seinen Betrieb ständig aufrecht. Nach 1918 entwickelte er sich weiter.
Ein weiterer Impuls für seine Entwicklung wurde die Entdeckung des Phänomens der Strahlenbildung
einiger Elemente. Dazu gehörte Radon, an dem der Kurort sehr reich war, wie es sich herausstellte. 1933
wurden infolge von Forschungen des Ingenieurs Schmidt die radioaktiven Eigenschaften der hiesigen
Mineralwässer entdeckt. Seinen belebenden Eigenschaften wurde die hohe Effektivität der hiesigen
Kuren zugeschrieben, darunter bei chronischen Krankheiten, Zuständen nervlicher Erschöpfung sowie
bei der Rehabilitation nach Verletzungen. 1934 wurde in Bad Flinsberg ein spezieller Pavillon für RadonKuren gebaut, in denen radioaktive Bäder und Inhalationen angewandt wurden6. 1935 bekam der Kurort
Straßenanschluss über die Berge zum Wintersportzentrum in Schreiberhau, das 18 km entfernt ist. Auf
dieser Straße wurde in Höhe von etwa 800 m ein attraktiver Aussichtspunkt eingerichtet, Todeskurve
genannt, der zum Ausflugsziel für die Kurgäste wurde. Von hier kann man das Panorama der gesamten
Sudeten bewundern. Auf dem Weg nach Schreiberhau wurde auch eine große Herberge gebaut, an
der so genannten Iser-Weggabelung, von der die Wanderrouten durch das Isergebirge begannen. Vor
1939 wurde im unteren Teil des Kurorts ein zweites Kurhaus gebaut, das sog. Leopoldsbad sowie eine
Konzertmuschel. Charakteristisch für den Stil der hiesigen Bebauung waren ihr luxuriöser Charakter
sowie die Gewährleistung der Möglichkeit des ganzjährigen Aufenthalts.
6 Vgl. T. Heimrath, Z dziejów leczenia w Świeradowie Zdroju, [in:] B. Płonka-Syroka, A. Syroka (Hrsg..), Życie codzienne w XVIII-XX wieku i jego
wpływ na stan zdrowia ludności. Studia z Dziejów Kultury Medycznej, Bd. 6, Wrocław 2003, S. 488.
Kurort Śwıeradów Zdrój [Bad Flinsberg] – Geschichte und Gegenwart
53
Während des Zweiten Weltkriegs war der Kurort ähnlich wie während des Ersten Weltkriegs für
das Militär bestimmt. Er wurde weder während der Kriegshandlungen noch unmittelbar nach ihnen
zerstört, mit Ausnahme einiger Objekte, die am Fluß Kwisa lagen, darunter das Leopoldsbad.
Im Mai 1945 wurde der Kurort Bad Flinsberg nach der Westverschiebung der Grenzen Polens von
den polnischen Behörden übernommen. Die gesamte Infrastruktur des Kurorts wurde verstaatlicht. Sie
wurde in das Netz der polnischen staatlichen Kurorte eingegliedert. Dem Kurort wurde anfangs der
Name Wieniec Zdrój gegeben, der an die geografischen Gegebenheiten des Orts, der von allen Seiten
mit Bergen umgeben war, angepasst wurde. Im Jahre 1947 wurde dieser Name in Świeradów Zdrój
geändert, nach dem Namen der beliebtesten hier wachsenden Pflanze Fichte (świerk) sowie dem im
Kurort vorhandenen Radon (radon). 1946 erlangte der Kurort Stadtrechte. Im Jahre 1973 wurde er mit
dem einige Kilometer entfernten Kurort Czerniawa ( vor 1945 Bad Schwarzbach) zusammengelegt, mit
dem es gegenwärtig eine Stadt bildet. In den Jahren 1945-1989 spezialisierte sich der Kurort Świeradów
auf die Behandlung von Unfruchtbarkeit, Frauenkrankheiten, Stoffwechselstörungen, darunter Diabetes
sowie Krankheiten des Nervensystems. Das ehemalige Kurhaus wurde in 1945 in ein staatlichen
Kurkrankenhaus umgewandelt und früher private Pensionen in Abteilungen dieses Krankenhauses.
Die erste polnische Patienten haben hier seine Kurbehandlung in derselben Jahr begonnen. In 50. und
60. Jahre Kurort entwickelt sich systematisch. Die Zahl von Patienten sich vergrossert und stabilisiert
(jährlich etwa 20 Tausend).
Es war Am 11. Februar 1971 wurde das Kurhaus durch einen Brand zu großen Teilen zerstört. Sein
Wiederaufbau in neuer Gestalt dauerte einige Jahre7. Alle Zimmer wurden mit Bädern ausgestattet,
es wurden auch zahlreiche Fahrstühle, ein Gymnastiksaal und ein Konferenzsaal eingebaut. In Kurort
wurden auch neue Komunalgebaude, wie neue Schule und Komunal- und Privathäusen einegabaut.
In 80. Jahre Świeradów hat schon 5 Tausend Bewöhner. Bis 1989 nahm der Kurort jährlich Tausende
Patienten auf, was die Beschäftigung der Bewohner beeinflusste. Die meisten von ihnen arbeiteten im
Kurkrankenhaus und dessen Abteilungen, die übrigen erbrachten Dienstleistungen für die Patienten.
Im Jahre 1989 brach das staatliche System der Kurbehandlung in Polen zusammen. Das
Gesundheitsministerium verringerte radikal die Zahl der unterhaltenen Gebäude und der in ihnen
behandelten Patienten, um die Mittel für die Grundversorgung und die Prophylaxe einzuschränken. In
Świeradów stellten die meisten Objekte ihre behandelnde Tätigkeit ein und die bei ihnen beschäftigten
Personen verloren ihre Arbeit. Die Stadt leerte sich und die Arbeitslosenquote erreichte fast 80%. In
dieser Lage entschieden sich die Stadtoberen für eine Privatisierung des vorhandenen Vermögens. Die
meisten Objekte wurden zum Verkauf freigegeben, außer dem Hauptgebaude dem Kurkrankenhaus und
einigen dazugehörigen Filialgebäuden, die von der Gesellschaft Uzdrowiska Dolnośląskie übernommen
wurden. Die Stadtverwaltung setzte günstige Preise für die verkauften Immobilien fest, wobei sie
jedoch Bedingungen für die Durchführung einer Generalsanierung durch die neuen Besitzer und die
Wiederaufnahme der Kurtätigkeit stellte, in Verbindung mit der Beschäftigung örtlicher Arbeitskräfte.
Innerhalb eines Jahres erfolgte der Verkauf der fast hundertjährigen Kurobjekte, die nach Renovierung
und Verbesserung des Standards schnell ihre Arbeit aufnahmen.
Die Anfänge der Tätigkeit für das private Netz von Kurobjekten waren sehr schwierig. Die Entwicklung
des Kurbetriebs begünstigte nicht die Wirtschaftskrise der Neunziger Jahre, die für viele Polen die
Möglichkeit, vollständig kostenpflichtige Leistungen in Anspruch zu nehmen, deutlich einschränkte.
Rationales Management der Kurstätte durch die Stadtoberen sowie das Engagement der neuen
Eigentümer für den Ort führten dazu, die bestehende hoffnungslose Situation zu durchbrechen. Man
entschied sich, zum ehemaligen Charakter des Kurorts zurückzukehren, der vor allem für ein reicheres
Publikum bestimmt war. In der Stadt wurden also Investitionen getätigt, die Vertreter dieser Gruppe zu
einem Besuch bewegen sollten. Viele Hotels hoben radikal ihren Standard, wurden mit Schwimmbädern
und modernen Anwendungsräumen ausgestattet. Es wurden auch Marketingmaßnahmen ergriffen,
um für eine Behandlung im Kurort zu interessieren. Das Behandlungsangebot der Kurstätten wurden
auf Messen für Behandlungsleistungen in Wrocław und Poznań vorgestellt. Es wurden auch Angebote
für Kurleistungen für ausländische Kunden gemacht. Der hohe Standard des Kurorts, die zahlreichen
neuen Investitionen und die intensive Reklame haben Effekte gebracht. Schrittweise stieg die Zahl der
Privatpatienten aus Polen und dem Ausland. Der Kurort hat sein Profil deutlich festgelegt, indem er
sein Angebot vor allem an Patienten im mittleren und fortgeschrittenen Alter richtet, indem er eine
7 Ibidem, S. 489.
54
Kurort Śwıeradów Zdrój [Bad Flinsberg] – Geschichte und Gegenwart
Therapie für chronische Krankheiten gewährleistet. Als Durchbruch bei der Entwicklung des Kurorts
erwies sich die Unterzeichnung von Verträgen mit deutschen Krankenkassen durch die Eigentümer
einiger Hotels, die über das volle Anwendungsangebot verfügen. Im Ergebnis ist Świeradów bei den
deutschen Patienten sehr beliebt geworden, die mehrfach im Laufe des Jahres auch privat anreisen. Es
kommen auch Patienten aus den Niederlanden, Großbritannien und in letzter Zeit auch aus Rußland. In
diesem Zusammenhang wird die Kurinfrastruktur weiter ausgebaut, es entstehen zahlreiche neue Hotels
mit hohem Standard, es wurde eine Seilbahn auf den Izerski Stóg gebaut und 2012 wird ein Spaßbad
eröffnet.
Die Entwicklung des Kurorts fördert der Beitritt Polens zur Europäischen Union 2004, was es
den Eigentümer der Hotels ermöglicht, vielfältige Formen der Beihilfe bei der Modernisierung der
bestehenden Übernachtungsmöglichkeiten und Behandlungsinfrastruktur zu erhalten, auch für den
Bau neuer Objekte. Ein wichtiger Faktor, der sich auf den Erfolg des Kurorts ausgewirkt hat, war auch
die Öffnung der Grenzen zwischen den Ländern der Europäischen Union. Świeradów hat die von der
Europäischen Union geschaffenen Chancen voll ausgeschöpft, indem es zu einem Kurort geworden ist,
der auf die Aufnahme zahlreicher ausländischer Gäste eingestellt ist. Es steht in dieser Hinsicht zwar
noch ein wenig in der Popularität hinter polnischen Kurorten wie Zakopane, Krynica oder Polanica, wo
sich zahlreiche auslandische Gäste erholen, aber die Zukunft von Świeradów zeichnet sich optimistisch
ab. Der Kurort zeichnet sich durch seine Sorge um den Erhalt des historischen Charakters und die
Kurtraditionen aus. Die historischen Kurobjekte werden restauriert und der alte Kurpark wird ständig
schöner. Es sind die Elemente der Tradition, die die allgemeine Atmosphäre in diesem Ort betonen
sollen, der am Berührungspunkt von zwei Kulturen und zwei Ländern des vereinten Europas liegt für
Gäste aus jedem von ihnen.
HEILWASSER, POLITIK, WISSENSCHAFT, KUNSTHANDEL,
ENTERTAINMENT – HUMBOLDTS NETZWERK AUF KUR
ŞİFALI SU, POLİTİKA, BİLİM, SANAT TİCARETİ, EĞLENCE-HUMBOLDT’UN KÜR AĞI
Petra Werner*
* Dr., Berlin-Brandenburgische Akademie der Wissenschaften/Berlin-Brandenburg Bilimler Akademisi
Özet
Bilimadamlarının 19. yy.‘da yazdığı bir çok mektupta kür yerlerinden, inzivaya çekilerek dinlenilen, ama aynı zamanda da bilimsel
araştırmalar yapılan (örneğin su kaynaklarının kimyasal analizi), yaratıcı çalışmalar için fikir geliştirilen, umulmadık kişilerle karşılaşılan ve politik
pazarlıkların yapıldığı yerler olarak söz edildi. Bildiride, 19. yy.‘dan bazı bilimadamları örnek verilmiştir: „Origin of Species“ adlı eserinin büyük
bölümünü kür yerlerinde yazmıştır. Justus von Liebig, kaynakları kimyasal açıdan incelemiştir, iki Prusya Kralı’na refakat eden bir görevi olan
(Alm. Kammerherr, İng. Chamberlain) ve bir kür mahallinde iki yabancı gücün gözetiminde Prusya için bir sanat kolleksiyonunu satın almaya
çalışan Alexander von Humboldt.
1. Einleitung
Das Zentrum des Kuraufenthalts in europäischen Bädern waren stets Heilquellen – so haben der
belgischen Industrie-Stadt Spaa in der Provinz Lüttich nicht die Spinnereien, Gerberei, Eisengießereien
und andere Industrie zu Ruhm verholfen – es waren die 15 km außerhalb der Stadt gelegenen
Mineralquellen, darunter Pouhon. Ihr Wasser wurde als „Spaawasser“ in alle Welt verschickt. Die
Tatsache, dass dieses Wasser zum einen als Heilmittel verschrieben wurde, zum anderen mit Wein oder
Zucker vermischt als Erfrischungsgetränk genossen werden konnte, macht deutlich, dass es bei den
Kuren nicht nur um Heilung ging, sondern um Erfrischung, Hebung des allgemeinen Wohlbefindens
und alle damit verbundenen Geschäfte.
Unter den Besuchern von Kurbädern, die im 18. und 19. Jahrhundert allerorten in Europa gegründet
wurden, gehören Wissenschaftler und Künstler aus Humboldts Netzwerk. Legendär sind Goethes
Besuche in Marienbad und die dort entstandenen Marienbader Elegien, Schillers Visiten in Karlsbad,
wo er sich für seine künftige Frau entschied. Auch der Bildhauer Christian Daniel Rauch, den Humboldt
regelmäßig traf und mit dem eine Korrespondenz von mehr als 150 Briefen belegt ist, weilte in Kurorten
bei Dresden, Karl Friedrich Schinkel, Robert von Mohl, Hermann Fürst von Pückler, Wilhelm Prinz von
Preußen usw. usf. besuchten regelmäßig Bad Kissingen. Es ging um intellektuellen Austausch, Kontakte,
Aufträge – das gilt auch für Maler wie Ludwig Libay, ein berühmter Orientreisender, der auch das
damalige Konstantinopel künstlerisch festhielt. Kurorte waren Plätze der Besinnung, Ruhe, Anregung –
ein Beispiel ist Tschechows Erzählung „Die Dame mit dem Hündchen“, die in Jalta auf der Krim spielt.
2. Humboldt in Teplitz als Forscher und Kammerherr von
Friedrich Wilhelm III.
Alexander von Humboldt war nach Rückkehr von der Amerikareise als Kammerherr zweier
preußischer Könige tätig, nämlich Friedrich Wilhelms III. und Friedrich Wilhelms IV., er begleitete
beide auch in Kurorte. Auf Fahrten nach Putbus auf Rügen nahm beispielsweise Alexander von
Humboldt kalte Waschungen bzw. kalte Güsse - noch wichtiger war Teplitz (auch Teplitz-Schönau oder
Schlangenbad genannt), der berühmte Kurort in Böhmen. Hier wurden nicht nur Kriegswunden geheilt
– daher der Name „Bad der Krieger“, – hier wurde Geschichte geschrieben. U. a. im September und
Oktober 1813 war Teplitz das Hauptquartier der alliierten Monarchen, die am 3. September hier ihre
Siege feierten und einen Allianztraktat gegen Napoleon beschlossen, auch später fanden dort wichtige
Verhandlungen statt, an denen Alexander von Humboldt teilnahm.
Für Alexander von Humboldt war der Ort zunächst von geologischem Interesse – bereits Mitte
August 1791 reiste er als junger Geowissenschaftler mit seinem Freund Carl Freiesleben durch das
Böhmische Mittelgebirge. Später begleitete Humboldt den König, Friedrich Wilhelm III., insgesamt
10mal auf dessen jährlichen Badereisen, 1828, 1830 und von 1832-1839. Alexander von Humboldt
55
56
Heilwasser, Politik, Wissenschaft, Kunsthandel, Entertainment – Humboldts Netzwerk Auf Kur
zu Ehren wurde ein Teil der Badeanlagen an der damaligen Steinbadgasse, wo Humboldt wohnte,
„Humboldtanlagen“ genannt. Im Juli 1828 war der Gelehrte das erste Mal in Begleitung des Königs dort,
das, was er tat, ist genau bekannt:
Humboldt im Jahre 1828 im Kurort Teplitz
Datum
11. 7. 1828
19.und 20. 7. 1828
21. 7. 1828
23. 7. 1828
Humboldt maß die magnetische Inklination auf dem Spitalberg bei Teplitz
H. reiste von Teplitz nach Prag, um erdmagnetische und barometrische Messungen mit
dem Physiker und Astronomen Cassian Hallaschka und Obrzistwy durchzuführen
Humboldt machte mit dem Bau-Kondukteur Ferdinand Böhm eine Exkursion durch
das böhmische Mittelgebirge und stellte barometrische Höhenmessungen an
Reise nach Altenberg, um dort den Geisingberg zu besteigen und Höhenmessungen und
Temperaturmessungen in einem Schacht von Hinter-Zinnwald durchzuführen
Am 11.7. maß er die magnetische Inklination auf dem Spitalberg bei Teplitz, danach reiste er
von Teplitz nach Prag, wo er am 19. und 20. 7. erdmagnetische und barometrische Messungen mit
dem Physiker und Astronomen Cassian Hallaschka) und Obrzistwy durchführte. Am 21. Juli war
Humboldt wieder in Teplitz und machte, begleitet von dem Bau-Kondukteur Ferdinand Böhm, eine
Exkursion durch das Böhmische Mittelgebirge und stellte barometrische Höhenmessungen an. Am 23.
7. 1828 reiste er nach Altenberg, um dort den Geisingberg zu besteigen und Höhenmessungen und
Temperaturmessungen in einem Schacht von Hinter-Zinnwald durchzuführen. Aber am 20. 7. 1828
geschah noch etwas Interessantes, Konspiratives. Einzelheiten verdanken wir u. a. einem Bericht eines
Beobachters. Humboldt führte nämlich nicht nur Messungen durch, sondern leitete für Preußen die
Verhandlungen wegen des Ankaufs der Antikensammlung des verstorbenen Generals Franz Freiherr
von Koller. Dass Humboldt gerade dann, wenn er den preußischen König begleitete, auf Reisen unter
argwöhnischer Beobachtung stand, geht aus einem „Meldezettel“ eines sogenannten „Unterstandgebers“
in Prag vom 20. Juli 1828 hervor, wo über ein Treffen Humboldts mit dem Physikprofessor Franz Ignaz
Cassian Hallaschka, der in Prag ab 1832 Physik lehrte berichtet wird – der Observierer hatte Humboldt
in Gegenwart des Physikprofessors angetroffen und offenbar die Gespräche belauscht. Schilderung und
Schlussfolgerung lassen auf einige Intelligenz schließen:
„Humboldt war von Teplitz hierher gekommen, um die von dem verstorbenen Generalen Baron
Koller in Neapel gesammelten, zu Obristwi aufgestellten Alterthümer für den König von Preussen
anzukaufen, weil der oest[e]rreichische Staat und die böhmischen Stände wie immer so borniert,
indolent und karg waren, diesen Schatz im Lande zu behalten. Nebenbei stellte Humboldt Versuche u.
a. Beobachtungen über den Erdmagnetismus an…“ 1
Die Fakten dieses Berichtes stimmen im Wesentlichen, der Berichterstatter wertete den zu
verhandelnden Ankauf der 1348 antiken Vasen, der tatsächlich zustande kam, als kulturelle Niederlage für
Böhmen und Österreich. Interessant ist, dass solche Kurreisen auch zu kunstpolitischen Verhandlungen
genutzt wurden.
Auch im Jahre 1838 reiste Humboldt nach Teplitz (er weilte dort vom 29. 6. 1838 bis 26. 7. 1838). Bei
seinem Aufenthalt kam es zu politischen Gesprächen über die Weltlage, wobei auch die Befürchtungen
Russlands vor den Engländern in Ostindien eine Rolle gespielt haben. Über seinen Aufenthalt merkte
Karl August von Varnhagen in seinen Tagebuchblättern vom 9. August 1838 Folgendes an:
„Humboldt erzählte mir, in einem langen Besuch, die Neuigkeiten von Teplitz. Der König von
Preußen und der Kaiser von Rußland haben es beiderseits vermieden, mit einander allein zu sein, indem
jeder nur Verlegenheit davor befürchtete. Der Kaiser sprach bei mehreren Anlässen ganz verächtlich
von dem jetzigen französischen Regierungswesen und noch schlimmer von dem Könige Ludwig Philipp
insbesondre .“2
1 Vgl. Petra Werner, Naturgewalten und unter Spionageverdacht. In: Dietrich von Engelhardt, Hg, Verrat. Geschichte, Medizin, Philosophie,
Kunst, Literatur. Heidelberg 2012, S. 93.
2 In: Ludmilla Assing, Briefe Alexander von Humboldts an Varnhagen von Ense aus den Jahren 1827 bis 1858 nebst Auszügen aus Varnhagens
Tagebüchern und Briefen von Varnhagen und Andern an Humboldt. Leipzig: F. A. Brockhaus, 1860, S. 53-54. Am 9. April 1839 berichtete
Varnhagen in seinen Tagebüchern, Humboldt habe viel über die „Verwicklung russischer und englischer Bezüge in Ostindien und Persien
[berichtet] und erzählte, was er aus dem Munde des russischen Kaisers selbst hierüber gehört; der Kaiser war sehr erbittert gegen die
Engländer und legte den größten Werth darauf, ihrer Herrschaft in Asien entgegenzuwirken.“ Ebenda, S. 54-55.
Heilwasser, Politik, Wissenschaft, Kunsthandel, Entertainment – Humboldts Netzwerk Auf Kur
57
Dass Humboldt lebenslang eine Beziehung zu Teplitz behielt, beweist sein Kunstnachlass3, der 1860
öffentlich versteigert wurde. In der Aufstellung finden sich auch zwei Lithographien mit Ansichten zu
Teplice (Ansicht v. Teplitz vom Hospitalberg, gez. nach der Natur v. O. Wagner, gestochen von Schütz),
sowie ein Blatt aus der mehrere Blätter umfassenden Sammlung Erinnerung an Teplitz, „Badesaison 1833“
gezeichnet von Hüllesheim und lithographiert von Hosemann. Nehmen wir einfach an, dass es jene beiden
Blätter sind, die sich heute in der Kunstsammlung des Deutschen Historischen Museums befinden.
3. Humboldts Netzwerk auf Kur
3. 1. Die Ruhe des Königs nutzen, um ihn zur Förderung junger Wissenschaftler zu inspirieren
Im Kurort als Ort der Ruhe und Besinnung war es Humboldt möglich, dem König die Förderung
junger Künstler anzutragen. Zu ihnen gehörte auch der tschechische Botaniker und botanische Zeichner
August Corda. Humboldt empfing ihn während des Kuraufenthaltes in Teplitz u. a. im Jahre 1836
und gab dem jungen Mann die Gelegenheit, dem König seine Blätter vorzulegen. Die beiden standen
etwa ab 1833 bis 1842 in Briefkontakt – auch fanden gelegentliche Treffen statt. Nach einer Reise, die
Corda nach Dresden, Leipzig und Halle geführt hatte, wo er Naturwissenschaftler traf, ließ sich Corda
auf Anraten von Alexander von Humboldt in Berlin nieder. Dort war Corda bis 1834 mit vielfältigen
Untersuchungen und zeichnerischer Dokumentation beschäftigt. Bereits 1833 hatte Humboldt den
jungen Mann, der zahlreiche Arbeiten veröffentlichte,4 kennengelernt. In den folgenden Jahren sollte
er an insgesamt 19 Arbeiten beteiligt sein, von denen Humboldt in seiner Bibliothek mindestens 45
besaß – hervorzuheben ist die mehrbändige Prachtausgabe Icones Fungorum Hucusque Cognitorum,
cum Descriptionibus Latinis et Germanicis in fünf Bänden - die Möglichkeit verschafft, seine „herrlichen
Arbeiten“ dem österreichischen Staatsmann Edmund Moritz Fürst von Clary und Aldingen, dem
Zoologen Martin Hinrich Lichtenstein sowie dem Chemiker Eilhard Mitscherlich vorstellen zu können
– Humboldt unterstützte die Arbeit des jungen Mannes, kündigte ihm ein „kleines Geldversprechen“ an
und schenkte ihm einige Geräte:
„Ich bitte Sie außerdem, da Sie kein Microscop besitzen, das meinige von Blochmann aus Dresden,
als ein Geschenk und Andenken von mir zu behalten. Es ist nicht sehr vorzüglich, aber Sie könnten sich
noch hier (und ich rathe baldigst dazu) für meine Rechnung, bei Pistor einige Linsen und Verbesserung
am Micrometer machen lassen. Vergessen Sie dies nicht, da man hier besser als in Prag arbeitet.“6
Auch hatte sich Humboldt 1834 für Corda beim preußischen Kultusminister Altenstein eingesetzt und
ließ an Altenstein, um den Minister von der guten Arbeit des jungen Mannes zu überzeugen, eine kleine
„Auswahl von anatomisch-physiologische[n] Darstellungen von Gegenständen […] [zu schicken, d.
A] deren Befruchtungstheile und Sporen bisher streitig waren.“7
Humboldt war davon überzeugt, dass Corda zur wissenschaftlichen Aufklärung der Befruchtung
von Kryptogamen einen Beitrag leisten konnte. Es handelte sich um Darstellungen von farnartigen
Gewächsen, Schachtelhalmen und Pilzen, die Humboldt in seiner frühen Jugend interessiert hatten.
Humboldt kam 1834 in einem Brief an Corda darauf zurück und teilte ihm mit, dass die Akademie
der Wissenschaften entschlossen zu sein scheint, Ankäufe zu machen. Humboldt erteilte noch einige
Ratschläge zur Beschriftung, erbat beispielsweise neben einer Nummerierung mit Feder noch die
vollständige Legende. Tatsächlich wurde angekauft - Corda erhielt von der Berliner Akademie 500 Taler
für 15 Tafeln „Über den Bau der Palme“ und 3 Tafeln „Über den Bau der Pflanzen und die Formen des
3 Anonym (1860) Alexander von Humboldts Kunstnachlaß, welcher am 17. September 1860 täglich von 9-1 Uhr Vormittags zu Berlin, in dem
Hause Oranienburger Strasse 67 durch […] Th. Müller […] versteigert werden soll.
4 Vgl. Sturm (Verf.) /Corda (Bearbeiter): Deutschlands Flora in Abbildungen nach der Natur mit Beschreibungen / Deutschlands Jungermannien,
1. bis 3. Heft oder II. Abtheilung, 19. bis 21. Heft. Nürnberg, Jacob Sturm, 1829/1832. 1830 waren außerdem mikroskopische Zeichnungen in
Monographica rhizospermorum et hepaticarum erschienen – sie hatten durch neuartige künstlerische und drucktechnische Qualität Aufsehen
erregt.
5 Vgl. Henry Stevens, The Humboldt Library. A Catalogue of the Library of Alexander von Humboldt. London: Henry Stevens, London
1863, Neudruck Leipzig 1967, S, 147-148. Dort wurden aufgeführt: August Karl Joseph Corda, Icones Fungorum Hucusque Cognitorium, cum
Descriptionibus Latinis et Germanicis, 5 Bd., 1837-1842, Prag; Corda (1839), ders., Pracht-Flora Europäischer Schimmelbildungen, Prag; derss.
Über den Bau des Pflanzenstammes, Prag 1836; derss. Essais ur les Oscilatoires des Thermes de Carlsbad, Prag 1836; ders., Deutschlands Algen,
Part 1 und 2, Nürnberg 1839; ders., Beiträge zur Flora der Vorwelt, Prag 1845.
6 Brief Alexander von Humboldt an August Karl Joseph Corda o. D., 1833. In: Ingo Schwarz, Zum Briefwechsel zwischen Alexander von
Humboldt und August Corda. In: Alexander von Humboldt und die böhmischen Länder, Prag 1996, S. S24.
7 Vgl. Brief Alexander von Humboldt an Karl Freiherr von Stein zum Altenstein vom 15. 2. 1834. In: Kurt-Reinhard Biermann, Alexander von
Humboldt. Vier Jahrzehnte Wissenschaftsförderung. Briefe an das preußische Kultusministerium 1818-1859, Berlin 1985, S. 66.
58
Heilwasser, Politik, Wissenschaft, Kunsthandel, Entertainment – Humboldts Netzwerk Auf Kur
Wachstums.“8 Als es Corda dennoch nicht gelang, in Deutschland eine Position als Wissenschaftler zu
bekommen, nahm er 1835 eine Stelle als naturwissenschaftlicher Kustos in Prag an. Er veröffentlichte
u. a. 1835 eine Arbeit, die sich mit Mikroorganismen in den heißen Quellen von Karlsbad befasste.9
Der Kontakt zwischen Corda und Humboldt blieb erhalten und der greise Gelehrte bemühte sich um
Förderung des jungen Mannes.
Die Begegnung zwischen Corda und Friedrich Wilhelm III., die im Kurort Teplitz stattfand, war insofern
für Corda wichtig, dass er dort Gelegenheit gehabt hatte, Friedrich Wilhelm III. einige Zeichnungen
persönlich vorzulegen, die den Monarchen sehr beeindruckten. Humboldt vermittelte dem jungen
Wissenschaftler die königliche Auszeichnung mit einer goldenen Dose und gab dem jungen Mann auch
eine Bescheinigung über den Erhalt – denn leider war der in armen Verhältnissen lebende Wissenschaftler
gezwungen, das Ehrengeschenk zu verkaufen. Er berichtete am 24. 7. 1836 an Graf Sternberg darüber:
„Corda hat hier meinen König sehr unterhalten. Es wurde ihm eine kleine goldene Dose von dem
Monarchen, als einer von Ihnen begünstigten, Ihrem Institut angehörigen Person geschenkt; da aber
solch ein Möbel dem talentvollen jungen Mann sehr unnütz ist, so habe ich es gleich hier (nach Art des
Russischen Hofes) in die freilich sehr mässige Summe von zwanzig F[riedrichs] d´or übersetzen lassen.“10
Offensichtlich erregte die Förderung den Neid von Kollegen, die auf ähnlichen Gebieten arbeiteten,
darunter von Matthias Jacob Schleiden und Christian Gottfried Ehrenberg. Ehrenberg und Schleiden
hatten sich kritisch geäußert – Humboldt, ansonsten sehr diplomatisch, hatte beide zurechtgewiesen –
insbesondere Schleidens Angriffe ärgerten ihn. Er schrieb im August 1837 an Schleiden, der mit vielen
Wissenschaftlern in erbittertem Streit lag, u. a. mit Justus von Liebig. In diesem Brief tadelte Humboldt
Schleiden nicht nur, sondern führte aus, was er an Cordas Arbeiten schätzte:
„Da Sie selbst in ihrem Briefe Ihres Urteils über Corda erwähnen, so gebietet die Freimütigkeit meines
Charakters, darauf zu antworten. Wie können Sie besorgen, dass ich, der Verteidiger aller Öffentlichkeit
und in einem vielbewegten Leben oft so bitteren Urteilen ausgesetzt, wegen der Lebhaftigkeit Ihrer
Äußerung S. 313, das Treffliche Ihrer Arbeiten verkennen würde. Ich glaube aber, dass in literarischen
Meinungsverschiedenheiten man vermeiden muß, den Gegner geflissentlicher Verfälschungen zu
zeihen. Robert Brown ist von dieser Anklage sehr entfernt, und Herr Corda hat ihm schon als Künstler
eine hohe Meinung eingeflößt, da seine Darstellungen organisch das tiefste, von der Dürre und Magerkeit
geometrischer Blechfiguren so vieler unserer phyto-anatomischen Darstellungen entfernt liegen.“11
Als Ehrenberg meinte, Corda hätte lieber Kaufmann bleiben sollen, widersprach Humboldt.12 Zwar
räumte er ein, dass der junge Mann etwas großmäulig sei (und er habe ihn auch so genannt),
„doch hat er mich, was ich hier von seinem Pflanzen-Anatomischen der Pflanzen-Gefäße in
Zeichnung und Microscop sah, sehr angezogen.“13
Aber bereits 1836 hatte Humboldt gegenüber verschiedenen Freunden, so gegenüber dem
Astronomen Franz Enke14 und Ehrenberg bestätigt, dass Corda bescheidener, stiller und angenehmer
geworden sei.15 1839 bemerkte Humboldt in einem Brief, dass man auf dem „wogenden stürmischen
Meer der Pflanzenphysiologie“, auf dem man nicht allen gefallen könne.16
Corda erwies sich Humboldt gegenüber als sehr dankbar. Den zweiten Band dieses zwischen
1837-1842 erstmalig erschienenen Prachtwerkes widmete Corda Alexander von Humboldt. Seinem
1837 erschienen Werk Uiber Spiralfaserzellen in dem Haargeflechte der Trichien stellte er ein Schreiben
an Humboldt voran, in dem er ihm nicht nur für die geschenkten Geräte dankte, sondern auch für
Anregung zum wissenschaftlichen Thema und der Idee der Parallelität:
„Als einst Ihre hohe Huld mein Streben ermunterte, und die zu wandelnde Bahn deutete, da erwachte
8 Vgl. u. a. Ingo Schwarz (1996), wie FN 6.
9 August Karl Joseph Corda, Observations on the Microscopic Animalcules about the Hot springs of Carlsbad. In: Jean de Carro, Essays on the
Mineral Waters of Carlsbad for Physicists and Patients (Jean de Carro) with Observations on the Animalcules about the Hot springs and a Flora
of Carlsbad. Prag 1835. Dieses Buch wurde kürzlich ohne Hinweis darauf, dass es sich um eine historische Ausgabe handelt, wieder aufgelegt,
10 Brief Alexander von Humboldt an Graf Sternberg. In: Schwarz (1996), S. 130. Wie FN 6.
11 Brief Alexander von Humboldt an Matthias Schleiden vom August 1837. Vgl. Karl Förster, Die Entdeckungsgeschichte der Befruchtung bei
den Blütenpflanzen. Zum 150. Gedenkjahr einer Pionierarbeit von C. A. Corda, In: Glediditschia 12, 1984, S. 193-211, zit. S. 204.
12 Brief Alexander von Humboldt an Christian Gottfried Ehrenberg ohne Datum, 1842, ABBAW, Nr. 421. Vgl. Jobst/Knobloch, Hgg., Alexander
von Humboldt - Christian Gottfried Ehrenberg. Briefwechsel, 2008. http://telota.bbaw.de/AvHBriefedition.
13 Ebenda.
14 Humboldt bezeichnete Corda in seinem Brief als größten aller Pflanzenmaler und meinte gleichzeitig, er sei inzwischen viel bescheidener
und sittlicher geworden. Vgl. Brief Alexander von Humboldt an Johann Franz Encke vom 25. August 1836. In: Oliver Schwarz/Ingo Schwarz,
Briefwechsel Alexander von Humboldt mit Johann Franz Enke, erscheint voraussichtlich 2013.
15 Vgl. Brief August Carl Joseph Corda an Alexander von Humboldt vom 28. 7. 1836. In: Jobst/Knobloch (2008). Wie FN 12.
16 Vgl. Brief Humboldt an August Carl Joseph Corda vom 4. 4. 1839. In: Schwarz (1996), S. 126. Wie FN 6.
Heilwasser, Politik, Wissenschaft, Kunsthandel, Entertainment – Humboldts Netzwerk Auf Kur
59
von neuem mein Forschersinn, und bald erblühte mir höhere Naturanschauung durch vergleichende
Studien hervorgerufen. Grosse Hülfsmittel, kostbare Instrumente, zahlreiches Material und Erfahrungen
zu sammeln, verbunden mit mir ewig unvergesslichem Rathe, begründeten einen neuen freudigen
Cyclus meines Lebens, das in seiner ganzen Dauer und seinen Stürmen, der Wissenschaft, der Wahrheit
und dem an Ew. Excellenz schuldigen Danke geweiht sein soll.“17
Er bekräftigte sein Anliegen,
„ähnliche Formen durch die Bande des Parallelismus an einander zu reihen (zu, d. A.) versuchen.“18
Corda endete sein Schreiben mit dem Wunsch nach der Aufmerksamkeit und ferneren Liebe des
Gelehrten.
Diese blieb ihm tatsächlich gewiss. Nachdem ein wichtiger Gönner Cordas, Graf Sternberg,
verstorben war, schrieb Humboldt diverse Empfehlungsbriefe – wie der lange Brief Cordas vom 20.
5. 1839 an Humboldt erkennen lässt, erwies es sich trotz aller Mühe als unmöglich, eine Professur zu
bekommen. Offensichtlich war Corda auch da zwischen widerstreitende Interessengruppen geraten.
Sein Plan, nach Wien zu gelangen, misslang. In einem sehr langen Brief, in dem Corda alle Einzelheiten
des Wiener Klüngels erklärte, erklärte der die Schwierigkeiten bei der Herausgabe seines Werkes und
drückte die Hoffnung aus, Humboldt anlässlich seines erneuten Aufenthaltes in Teplitz (der Monarch
weilte dort etwa 10mal, meist zusammen mit Alexander von Humboldt) sein Prachtwerk über die
Schimmelbildungen vorlegen zu können. Tatsächlich findet sich dieses Werk Pracht-Flora europäischer
Schimmelbildungen19 neben anderen Monographien Cordas in Humboldts Privatbibliothek…
Leider kam Corda schon mit 40 Jahren ums Leben – als er 1848 die Möglichkeit zur Teilnahme an
einer Forschungsexpedition nach Übersee erhielt, verunglückte er auf der Rückreise mit dem Schiff
„Victoria“ tödlich.
3. 2. Wissenschaftliche Rechtfertigung durch Justus von Liebig
Auf die Entdeckung und Pflege der Heilquellen wurde großer Wert gelegt, wie die Vielzahl der
im 19. Jahrhundert erscheinenden Literatur anzeigt. Die Indikationen waren m. W. immer dieselben:
verdauungsfördernde Wirkung, entgiftend, gut gegen Adipositas, Hautirritationen, Elektrolytbalance.
Im Zeitalter der sich entwickelnden Naturwissenschaften lechzte man nach naturwissenschaftlicher
Begründung der heilenden Wirkung und diese lieferte die Chemie dank ihrer Autoritäten. Das war in
Deutschland Justus von Liebig, der ebenfalls zu Alexander von Humboldts Netzwerk gehörte, ein Papst
der organischen aber auch anorganischen Chemie.
Bereits 1827 findet sich in einem Werk von Prieger „Kreuznach und seine Heilquellen“ der Hinweis
auf Liebig:
„VII. Bestandtheile der Heilquelle
Nach sorgfältiger und vielfacher genauer chemischer Analyse, welche Herr Wilhelm Mettenheimer
aus Frankfurt/Main unter den Augen des rühmlich bekannten Professors der Chemie, Herrn Dr. Liebig
zu Gießen, mit der Theodorshaller, Herr Dr. Prestinari aus Heidelberg und Herrn Georg Dühring mit
der Carlsbader Quelle vorgenommen, enthielten 10 000 Theile der Theodorshaller Mineralquelle 114,48
feste Bestandtheile“. Die Rede war von Bromid, Jodid, Natriumchlorid usw. 20
Liebig wurde dann später auch direkt beauftragt, eine Mineralquelle zu analysieren, er veröffentlichte
in der 1842 erschienenen Schrift „Die Mineralquelle zu Geilnau in der Herrschaft Schaumburg“ die
detaillierte chemische Analyse des Wassers und wurde seitdem immer wieder als Berater von der
Brunnenverwaltung in Anspruch genommen. Es ist bemerkenswert, dass es sich um einen starken
Glauben an einzelne Ionen, Mineralien handelte. Berzelius, ein enger Freund Liebigs, litt an starken
Gichtanfällen und kurierte sie mit Marienbader Quelle, auch besuchte er regelmäßig Karlsbad – wie aus
seiner Korrespondenz hervorgeht.
Die im Gutachten bestätigte Zusammensetzung ähnelt jener, die auch in zwei türkischen Quellen (z.
B. in Bursa) zu finden ist:
17 August Carl Joseph Corda, Icones Fungorum Hucusque Cognitorium, cum Descriptionibus Latinis et Germanicis, 6 Bd.. Prag 1837-1854.
18 Ebenda, S. 1.
19 Vgl. August Karl Joseph Corda, Pracht-Flora euroäischer Schimmelbildungen, Leipzig 1839.
20 Johann Erhard Peter Prieger, Kreuznach und seine Heilquellen. Mainz 1827. Brom wurde als neues Element entdeckt, das 1826 zunächst
in Meerwasser nachgewiesen worden war. Darauf wurden in späteren Neubearbeitungen des Buches immer wieder verwiesen. „So wie die
Jodine, hat auch das Brom in den hiesigen Quellen zuerst Herr Professor Liebig in Giessen entdeckt.“ In: Johann Erhard Prieger, Kreuznach
und seine brom- und jodhaltigen Heilquellen in ihren wichtigsten Bezeichnungen. Kreuznach 1837, S. 50.
60
Heilwasser, Politik, Wissenschaft, Kunsthandel, Entertainment – Humboldts Netzwerk Auf Kur
Bursa/Oylat: Schwefel, Bikarbonat, Kalzium, Wasserstoffionen, Eisen, pH 3,04-7, 26, auch die
Indikationen ähneln sich, Diurese, Fettsucht und nervöse Leiden. Bursa/Cekirge: Bikarbonat, Sulfat,
Natrium, Kalzium, Magnesium, pH 6,44-6,98
Liebig reiste auch zur Kur, so im Jahre 1871 nach Bad Kissingen. Angeblich soll er persönlich das
Heilwasser dort schätzen gelernt haben.
3.3. Charles Darwin und der Glaube an die Hydrotherapie
Charles Darwin, Verehrer und Briefpartner Alexander von Humboldts, hatte ein besonders
intensives Verhältnis zu Kurorten – er, aus mehreren Gründen ständig überfordert – erstens durch den
Konflikt mit der Religion, er versteckte seine Manuskripte vor seiner Frau, zweitens durch die Fülle an
Material, die er für die Begründung seiner Evolutionstheorie für nötig hielt, war er ständig überarbeitet
und versuchte, Symptome von Überforderung zu bekämpfen. So besuchte er regelmäßig Kurorte wie
Great Malvern (u. a. 1849) und Illkley (u. a. 1859).
Auch hier ist zu beobachten, dass es hauptsächlich die Ruhe war, der Umgang mit völlig anderen
Menschen und die Anregung, die ihn unerwartet traf, die ihn in den Kurort trieb. In den Kurorten
erhielt er so manche Anregung, z. B. durch Pferdezüchter, mit denen er sich über Auslese unterhalten
konnte und die ihm ihre Beobachtungen mitteilten, aber vor allem genoss er Ruhe und Entspannung.
Hier schrieb er Teile seines Manuskripts und korrigierte seine Druckfahnen, hierher wurde ihm das
erste Exemplar von Origin of Species geschickt. Im Kurprogramm wurden Behandlungsmethoden
angewendet, die geschickten Inszenierungen ähneln, die neben frühem Aufstehen, gesunder
Ernährung, die aus „plain, nutritios and abundant“21 bestand, auch abenteuerliche Gymnastik und
Wasserbehandlungen gehörten dazu. Den Patienten wurde in Büchern wie „The Ben Rhydding book of
gymnastics“, der richtige Spaziergang mit seinen richtigen Bewegungsabläufen ausführlich erklärt - in
einer Art “Belastungstraining“ wurde den Patienten eine schwere Eisenkrone, die mit künstlichen Steinen
besetzt war, aufgesetzt und sie stiegen Berge hoch. An Wasserbehandlungen gab es die so genannte „wet
sheet cure“, bei der Patienten zur Abhärtung nackt, in nasskalte Laken gehüllt, eine definierte Zeit, die
genau eingehalten werden musste, herumliefen. Rain-Bath bedeutete, dass Patienten 15 Minuten lang
in eine Kabine22 gesperrt wurden, wo sie kaltem Wasser, das von allen Seiten kam – nicht nur von
oben – ausgesetzt wurden. Eine andere Methode war die Anwendung turbanähnlicher Aufbauten aus
nasskalten Tüchern, die man sich um den Kopf wickelte. Darwin empfand durch alle diese Prozeduren
große Linderung, zum einen bot es Abwechselung, außerdem war man hier zu einem sehr regelmäßigen
Lebensstil gezwungen, denn die Patienten wurden wie beim Militär streng kontrolliert.
Darwin führte diese Wasserkur sogar zu Hause fort, so gibt es in Down/GB, jenem Haus, das er
Jahrzehntelang bewohnte, direkt im Arbeitszimmer eine Kabine für die Wasserbehandlung. Darüber,
dass er zuweilen mit diesem Turban aus kalten nassen Tüchern in der Wohnung und im Garten
herumlief, machten sich seine Kinder – was sich denken lässt – sehr lustig. Sie erkennen also, dass
Kurbehandlung und Entertainment zwangsläufig zusammengehören, besonders die Briten haben
diese Kunst mit einem Schuss Humor bis zur Perfektion entwickelt. Mir gefällt die Vorstellung, dass
der Begründer der Evolutionstheorie, der übrigens viel Sinn für Selbstinszenierung hatte, wie sich an
seiner Zusammenarbeit mit der Fotokünstlerin Julia Margaret Cameron nachweisen lässt (das heute
bekannteste Photo von ihm weckt bewusst inspirierte Moses-Assoziationen), mit einer schweren
Eisenkrone bzw. nassen Tüchern auf dem Kopf herumgelaufen ist, lässt schmunzeln.
Alexander machte viele witzige Bemerkungen über Ärzte und sogenannte Quacksalber, denen sich
seine Freunde wie Christian Daniel Rauch aussetzten. Er hatte ein gutes Verhältnis zu Ärzten, aber er
ging nur hin, wenn es nötig war. Er wehrte sich auch gegen Versuche von Frau Seifert, Ehefrau seines
Dieners, ihn mit Rheumaeinreibungen und Heilwässern zu traktieren. Allerdings erlag er selbst der
Versuchung, dann und wann Heilwasser zu trinken: So bekannte er in einem Schreiben aus dem Kurbad
Teplitz vom 9. Juli 1837 an Kultusminister Karl Freiherr von Stein zum Altenstein:
„Ich selbst habe die Schwachheit, zu baden und Kissinger Brunnen zu trinken, was ich noch nie
gethan. Bisher bekommt mir beides überaus wohl.“23
Er wurde fast 90 Jahre alt.
21 Vgl. Mike Dixon, History Guide Illkley, Stroud/Gloucestershire 2002, S. 84.
22 Wie FN 21.
23 Brief Alexander von Humboldt an Karl Freiherr von Stein zum Altenstein vom 9. 7. 1838. In: Kurt-Reinhard Biermann, Vier Jahrzehnte
Wissenschaftsförderung. Briefe Alexander von Humboldts an das preußische Kultusministerium. Berlin 1985, S. 83.
DIE J.-A. GÜLDENSTÄDTS VERSUCHPROBEN
FÜR DIE KRANKENKUR DURCH DIE
MINERALWARMBÄDER AM FLUSS TEREK
J.-A. GÜLDENSTÄDT’İN TEREK IRMAĞI HAVZASINDAKİ
SICAK MİNERALLİ SU BANYOLARI İLE TEDAVİ DENEMELERİ
Olga V. Iodko*
* * St. Petersburger Filiale des Archives der Russischen Akademie der Wissenschaften/Rusya Bilimler Akademisi Arşivi.
i
Özet
18. yy. Rusya için ülkenin iyice tanınmaya çalışıldığı bir yüzyıl oldu. 1739’da Bilimler Akademisi’nin Coğrafya Departmanı, Rusya haritalarını
hazırlama ödevi ile kuruldu. Buradaki çabalarla 1745 yılında Rusça Atlas yayınlandı. Ülkenin daha geniş çaplı incelenmesi için Bilimler Akademisi
1768-1774 yılları arasında 5 ekspedisyon düzenledi. Bunlardan 1768 yılındakine Johann-Anton Güldenschtedt (1745-1781) davet edildi. O,
Riga’da doğmuş, Berlin’de tıp eğitimi görmüş, 1767 yılında Frankfurt’da «De theria virum corporis humani primitivarum» başlığı ile yazdığı
doktora tezini savunarak tıp doktoru ünvanı almıştır. Akademik ekspedisyon çerçevesinde Güney Rusya, Kuzey Kafkasya ve Gürcistan’I
dolaşmıştır. Oralarda toprağı, su yollarını, tarımı, el sanatlarını ve maden sularının şifalı etkilerini incelemiş, o zamanlar Astrahan Valiliği sınırları
içinde kalan Terek ve Sunchi nehirlerinin havzalarında bazı kaynakları açığa çıkararak, hemoroid, skorbüt, gut hastalığı, lepra, uyuz, katarakt
hastalıklarını içten ve dıştan tedavi etmeye çalışmıştır. Bu araştırmalarının sonuçlarını ve tedavi edici kaynakları, Latince olarak yazdığı «Descriptio
Thermorum ad fluvium Terek in Gubernio Astrachanensi sitorum geographica, chemical et medica» başlıklı yazısında ortaya koydu. Bu eser ve
aynı yıl yazdığı “Hastalıkların Tarihi” adlı esere ait manuskript, Rus Bilimler Akademisi’nin St. Petersburg Arşivi’nde muhafaza edilmektedir. Bu
eser 1777, 1780 ve 1790 yıllarında, Rusça olarak «Географическое, химическое и врачебное описание теплиц в Астраханской губернии
при реке Тереке находящихся» başlığı ile, 1782 yılında Almanca olarak «Geographisch-Physisch-Medicinische Beschreibung der in dem
Astrachanschen Gouvernement an dem Terek-Fluss befindlichen warm Bäder» başlığı ile yayınlanmıştır. Kitap şu bölümlerden oluşmaktadır:
1. Kaplıcaların yerleri ve sayıları 2.Sıcak suların fiziksel ve kimyasal özellikleri. 3. Sıcak banyoların tıbbi yararı 4. Sıcak banyoların genel iyileştirici
özellikleri 5. Sıcak su kürlerinin uygulanması. Günümüzde Güldenschtedt’in bahsettiği faydalar, Çeçenistan Sernowodsk’da modern balneoloji
yaklaşımlarıyla hayata geçirilmekte, kalp-damar, sinir sistemi, iskelet sistemi ve deri hastalıkları, kadın hastalıkları ve kronik zehirlenmelerin
tedavisi için kullanılmaktadır.
Das XVIII. Jahrhundert war für Rußland eine Zeit dafür, um die Kenntnisse über das Land intensiv zu
erwerben. Im Jahre 1739 wurde bei der Akademie der Wissenschaften das Geographische Departement
gegründet, dessen Aufgabe war, die Karten Rußlands zusammenzustellen. Im Jahre 1745 wurde mit
seinen Bemühungen der Athlas Rußlands herausgegeben. In den Jahren von 1768 bis zum 1774 hatte
die Akademie der Wissenschaften 5 Expeditionen ausgerüstet, um das Land weiter zu untersuchen.
Johann-Anton Güldenstädt (1745-1781) wurde im Jahre 1768 in Petersburg eingeladen, um an einer
der Expeditionen teilzunehmen. Im Personalbestand der akademischen Expedition hat er Südrußland,
Nordkaukasus und Georgien besucht. Es wurde ihm beauftragt, die Boden, die Schiffahrtwege,
die Landwirtschaft, die Seidenzucht, die Handgewerben zu erforschen, auch die Heilwirkung der
Mineralwarmbäder zu untersuchen. In dem Flußbecken von Terek und Sunsha auf dem Territorium
des ehemaligen Astrachanischen Couvernements hat er einige Bäder entdeckt, mit denen Wässern er
die Krankheiten des breiten Diapasons wie Hämorrhoiden, Skorbut, Harnsteinleiden, Podagra, Lepra,
Krätze, Katarakt geheilt hatte, in Gebrauch sie sowohl äußerlich als auch innerlich.
In der letzten Zeit war die Gestalt von Johann-Anton Güldenstädt (russisch ausgesprochen
Gildenstedt) mehrfach belebt. Im Jahre 1997 wurde im Verlag «Nauka» das Buch der petersburgischen
Geschichtsforscherin Ju. H. Kopelewitsch «Johann -Anton Gildenstedt» und im Jahre 2002 das
mit Kommentaren sowie mit Redigierungen von Ju.Ju. Karpov, ins Russisch übersetzte von T.K.
Schafranovskaja Buch «Gildenstedts Reise im Kaukasus in den Jahren 1770-1773» heraugegeben.
Güldenstädt hatte 35 Jahre und etwas über gelebt, war seiner Bildung nach ein Artz, aber das hatte
ihn vor dem frühen Tod nicht gerettet.
Leider wurde sein Bild nicht erhalten und die Spuren des Bildes aus der Galerie der Unabhängigen
Wirtschaftsgesellschaft, deren Mitglied, dann Vorsitzender er gewesen war, gehen nach 1918 verloren.
Aber es gibt eine schriftliche Beschreibung, die von seinem Zeitgenossen, Mitarbeiter und später
Herausgeber seiner Reisenotitzen P.-S.Pallas zusammengestellt wurde: «Er war im Leben ein schöner
Mann, von ansehnlicher Gröβe, aber nicht robust gebaut und von Jugend auf schwächlich und an der Brust
beschweret. Das Sanfte seines Charakters war in seinen Gesichtszügen deutlich zu lesen und er hat gewiβ
61
62
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
nie aus eignen Triebe irgend jemand beleidigt oder feindselig verfolgt. Im Umgang war er leutselig, artig,
kein Vielsprecher, obwohl er sich mit Zeichtigkeit und Gründlichkeit ausdruckte, und blieb sich immer
gleich. Sein Fleiβ gab seinen gründlichen Kenntnissen nichts nach und er würde mit weniger Pünktlichkeit
und Autorfurcht, auch in der kurzen Zeit seines Lebens, unendlich mehr geleistet haben»1
Geboren in Riga und der Rigabewohner in den drei Generationen wurde J.-A. Güldenstädt (17451781) nach der Absolvierung von Medizin-Chirurgie-Collegie in Petersburg zur Teilnahme an einer
der von der Akademie der Wissenschaften im Auftrag von der Kaiserin Katharina II untergenomenen
Expeditionen für die komplexe Überprüfung Rußlands eingeladen.
Die Teilnehmer der Expedition waren mit den Anweisungen versorgt, sie waren verpflichtet, in die
akademische Kanzlei regelmäßig die Berichte von dem verlegten Weg, die gesammelten Kollektionen zu
schicken und die Reiserouten zu koordinieren.
Die Expedition bestand aus 4 Truppen. Die allgemeine Leitung wurde dem Doktor für Medizin
und dem Adjunkten der Akademie der Wissenschften I.I. Lepjechin,² beauftragt, der die Kurse der
Akademischen Universität in Sankt Petersburg und der Universität in Straßburg beendet hatte. An
der Spitze der zwei anderen Truppen standen die aus Deutschland angekommenen und zu russischen
Akademiker gewordenen P.-S.Pallas 2 und S.-G Gmelin 3. Als Leiter der vierten Truppe wurde J.-A.
Güldenstädt ernannt, er war damals noch keinen Mitglied der Akademie.
Vor dem Verlassen Deutschlands verteidigte er in Frankfurt an der Oder am 20./31. Dezember
1767 die Dissertation für den Medizindoktorgrad zum Thema: «De theoria virum corporis humani
primitivarum» (Über die Theorie der Anfangskraft des Menschenkörpers) und 3 Monate davor am
14. September d.J. schoß die Kaiserliche Akademie mit ihm einen Vertrag über die Teilnahme an der
Expedition ab 4.
Die Expedition fuhr aus Petersburg am 19. Juni 1768 ab. Deren Leiter waren jung: Lepjechin war von
28 Jahren, Pallas von 27 Jahren, Gmelin und Güldenstädt von 23 Jahren. Es wurde zuerst vorausgesetzt,
daß die Güldenstädts Truppe sich nur in den Astrachanischen Gebiet begeben wird, aber dann wurde
sich die Reiseroute bis zum Kaukasus verlängert. In der Güldenstädts Truppe waren einige Studenten, ein
Maler, ein Präparator und ein Jäger. Gemäß der Anweisung sollten von ihm die Boden, die Schiffahrtwege,
die Landwirtschaft, die Seidenzucht, die Handgewerben untersucht werden. Ein der Aspekten der ihm
beauftragten großen Arbeit war die Untersuchung der Heilwirkung von Mineralwässern.
Zu den Bädern kam die Expedition im Sommer 1770, d.h. zwei Jahre nach der Abreise aus Petersburg.
Während der Güldenstädts Reise waren sich die Grenzen des Astrachanischen Gebiets von jetzigen
unterschieden, und wenn er in allen Beschreibungen die untersuchten Bäder zu dem Astrachanischen
Gebiet zugeschrieben hätte, so gemäß des heutigen Zustandes bifinden sie sich auf dem Territorim von
Tschetschen im Flußbecken von Terek und Sunsha.
Am Fluß Sunsha hatte Güldenstädt ein von Doktor G. Schober 5 vor einem halben Jahrhundert
beschriebenen und Petersbad genannten Warmbad untersucht. Nicht weit von ihm, bei der Siedlung
Dewalkiregent wurde noch ein Warmbad entdeckt, das Güldenstädt Katharinabad genannt und deren
Mineralwassser- heilwirkung vor allem untersucht hatte.
Die Situation in diesen Gegenden war unstabil gewesen: die Arbeit der Expedition wurde durch
die Raubzüge der Bergbewohner und durch die Falschheit der orteingesessenen Fürsten, die sich vor
kurzem die Rußlandsangehörigkeit naturaliesiert ließen, beschwert. Güldenstädt hatte darüber so
geschrieben: «Die Treulosigkeit, Falschheit, Raubsucht, List, Gewaltherrschaft und Veränderlichkeit der
Kaukasischen Fürsten ist unvergleichbar. Ein Fürst, der sich gestern feierlich für Rußland erklärte, wird
morgen Ränke spielen und übermorgen erklärter Feind sein. Ohne die möglichste Vorsichtigkeit und
Behutsamkeit, wäre ich gewiβ ein Märtyrer der Naturgeschichte»6
Die Expedition sollte sich oft zusammen mit den Soldatenabteilungen bewegt werden, so im Juni
1 Güldenstädt J.-A. Reisen durch Rußland und im Kaukasischen Gebürge. St. Petersburg. 1787. Bd. 1. S. XV.
2 Pallas Peter Simon (1741-1811), geboren in Berlin, der Naturforscher, der Forschungsreisende, der Professor für die Naturgeschichte in der
Mitte 1767.
3 Gmelin Samuel Gottlieb (1744-1774), geboren in Tübingen, der Botaniker, der Forschungsreisende, der Professor für die Botanik vom 4.
April 1767, wurde in der Expedition in der Nähe von Derbent in Dagestan untergegangen.
4 Sankt Petersburger Filiale des Archivs der Russischen Akademie der Wissenschaften (weiter – SPF АRAW) F. 3. Inventarverzeichnis 1. Akt.
308. Bl. 50
5 Schober Gotlieb (1670-1739), geboren in Leipzig, der Doktor der Medizin. Seit 1713 im russischen Dienst, der Leibartz der Schwester des
Kaisers Peter I Natalii Alexewny, im 1717 im Auftrag von Peter I untersuchte die Mineralbäder am Fluß Terek¸ seit 1732 - der Leibartz des
georgischen Zaren Wachtang, der damals in Moskau gewohnt hatte.
6 Güldenstädt J.-A. Reisen durch Rußland und im Kaukasischen Gebürge. St. Petersburg. 1787. Bd. 1. S. 153.
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
63
1770 war Güldenstädt mit solcher Abteilung im Feldzug gegen Tschetschenen migegangen. Am 8. Juli
kehrte er sich in Kizlar zurück, wo er an «kalter Fieber » erkränkte. Er hatte damit zwei Monate verloren
und konnte nach Georgien der Militärabteilung nicht nachgefolgt werden. Im Oktober hatte sich
herausgestellt, daß die Fahrstraßen nach Georgien mit den Bergbewohnern gesperrt sind. Güldenstädt
war gezwungen, die Reise auf den Frühling des nächsten Jahres zu verschieben und in Kizlar zu bleiben.
In 15 Werst von den Katharinabad fand er noch ein Warmbad, das er Paulbad nannte, auf. Er war
bei dem Warmbad neben der tschetschenischen Siedlung Isses gewesen, man konnte zu ihm keinen
Eingang wegen der Feindlichkeit der Tschetschenen finden.
Aus dem Weg hatte Güldenstädt 43 Berichte in die Akademie geschickt, außerdem hatte er die
Tagesbuchnotize geführt. Das alles war mit der deutschen Gotik geschrieben, deren Umschau im Buch
von Ju. H. Kopelewitsch gegeben ist (d.h. die Angaben zeigen darüber, daß Güldenstädt die russische
Sprache beherrscht hat, aber unsere Akademie hatte in jenem Zeitraum Deutsch gesprochen und
geschrieben und nur mit der Präsidentschaft von S.S. Uwarow 7 sich der russischen Sprache zugewandt
wurde).
Im 17-ten Bericht in die Akademie von 29. Dezember 1770 hatte Güldenstädt die Ergebnisse der
Untersuchungen von Mineralbädern dargelegt und seine Beobachtungen mit den Ergebnissen von
Schober vergliechen, auch die vorläufigen medizinischen Empfehlungen zum Gebrauch der Bäder
gegeben und eine Karte des untersuchten Regions beigelegt.
Inzwischen wurde er in Petersburg zuerst zum Adjunkten ausgewählt (in der Konferenzsitzung von
2. Oktober 1769 wurde er noch Doktor und am 12. Oktober schon Adjunkten 8 genannt).
Am 8. April 1771 wurde Güldenstädt für den Fleiß in den Untersuchungen zum Akademiker
9
ernannt. Im frühen Frühling 1771 reist er wieder unter dem Schutz der Militärabteilung, die aus
Kizlar abmarschiert. Unterwegs macht er viele Beobachtungen, die im 18ten Bericht in die Akademie
wiederspiegelt.
Die Reise nach Georgien sollte wieder wegen des Bergbewohnersturms der russischen Abteilung bei
Kizlar verschoben werden. Die frei gegebene Zeit hatte Güldenstädt der Überprüfung der Heilwirkung
der Bäder am Fluß Terek gewidmet.
In 2 Monaten war er zusammen mit den 18 Kranken aus dem Kizlarhospital in den Katharinabad
angekommen.
Seine ausführlichen Beobachtungen jedes Kranken wird er später zusammenfassen, als die
Beschreibung aller von ihm erforschten Bäder zusammenstellt. «Die Kur wurde nach Verlauf eines
Monats genau unterbrochen, als von den Kizlar-Komandanten eine Nachricht erhalten wurde, daß die
Kubankasaken und Tscherkessen aus Großkabarda ausmarschiert sind, um die russischen Ansiedlungen
am Terek10 zu zerstören». In diesem Monat bestätigte Güldenstädt seine Voraussetzungen, daß die
Kaukasus-Warmbäder bei Arthritus, Rheumatismus, Skorbut (Scharbock), schweren Fiebern, alten
Wunden heilkräftig sind. Er schickt aus Katharinabad den 19ten Bericht, wo teilt mit, daß die Kur mit
den Wässern des Katharinabades effektiv ist, und bedankt sich elegant bei der Akademie, die ihn zu
ordentlichem Mitglied gewählt hatte:
«Solcher Umstand, daß Ihr, meine Herren, mein Bestreben Ihre besten Beispiele nachzuahmen
bemerkt hatten, mich für würdig erachten, ein Mitglied Ihrer in der aufgeklärten Welt geachteten
Gemeinschaft zu sein, sagt eher von Ihrem zu mir Wohlwolen als von meinen Verdiensten. Als die
besten Schätzer der Begabungen der Menschen weißt Ihr, daß wenige Irdischen genug Kräfte haben, um
den Wissenschaftsgipfel zu erklettern, den nur Euler erreicht hatte, noch weniger gibt es diejenigen, die
imstande sind, die ganze Gesamtheit der Wissenschaften zur Perfektion zu bringen. Und diese wenige
ihrer Mögichkeit, den Gelehrten zu unterstützen, berechtigt vertrauend, nehmen in Ihre Reihen die
Menschen mit den bescheiden Befähigungen an, in denen man nur die guten Strebungen anmerkt – zu
diesen zähle ich mich »11.
7 Uwarow Sergei Semenowitsch (1786-1855), der Staatsmann, ein der gebildeten Menschen seiner Zeit, der Mitglied der wissenschftlichen
Inlands-und Auslandsgesellschaften, der Minister für die Volksbildung (1833-1849), der Präsident der Kaiserlichen Akademie der
Wissenschaften (1818-1855).
8 Die Protokole der Konferenzsitzungen der Kaiserlichen Akademie der Wissenschaften von 1725 bis zum 1803. Bd. II. 1744-1770. SPb. 1899.
S. 706, 709; SPF АRAW. F. 1. Inventarverzeichnis 1а. Akt 2.
9 Die Protokole der Konferenzsitzungen der Kaiserlichen Akademie der Wissenschaften von 1725 bis zum 1803 ». Bd.. III. 1771-1785. SPb.
1900. S. 12; SPF АRAW. F. 1. Inventarverzeichnis 1а. Akt 3.
10 Kopelewitsch Ju.H. Johann -Anton Gildenstedt 1745-1781. M. 1997. S. 40
11 Ebenda. Zit. nach der Übersetzung ins Russisch von Ju.H. Kopelewitsch.
64
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
Güldenstädt machte für Medizin-Collegie die Beschreibung der Heilbäder auf Latein: «Descriptio
Thermorum ad fluvium Terek in Gubernio Astrachanensi sitorum geographica, chemica et medica»,
deren Handschrift in SPF ARAW aufbewahrt ist12.
In der russischen Sprache wurde dieses Werk unter dem Titel «Географическое, химическое и
врачебное описание теплиц в Астраханской губернии при реке Тереке находящихся» in den
Jahren 1778 13, 1780 14, 1790,15 2002 16, und in der deutschen Sprache im Jahre 1782 unter dem Titel:
«Geographisch-physisch-medicinische Beschreibung der in dem Astrachanschen Gouvernement an
dem Terek-Fluss befindlichen Warmbäder»17 veröffentlicht. Der Artikel hatte folgende Abschnitte:
1. Von der Lage und Anzahl der Warmbäder. 2. Von den physischen Eigenschaften und chimischen
Bestandteilen der Bäder. 3. Von den medizinischen Kräften der warmen Bäder. 4. Von der allgemeinen
Heilmetode bei den warmen Bädern. 5. Von den einzelnen Kuren bei den Warmbädern.
In diesem Fall sind für uns der 4. und der 5. Abschnitt der Beschreibung am interessantesten.
Güldenstädt schrieb über den allgemeinen Heilmethoden: «Den ersten Tag wurde durch ein Aderlaβ
am Arm bei allen Kranken die Menge des Geblüts vermindert, einige wenige ausgenommen, welche
offenbar zu wenig Blut hatten. Man lieβ 6 bis 14 Unzen Blut, damit die von dem Gebrauch des
schweflichten warmen Wassers herrührende etwainige starke Wallung nicht etwa einen tödlichen
Schlagfluβ verursachen möchte»18.
«Den Tag nach dem Aderlaβ wurden Laxiere gegeben, nehmlich denen mit Schleim beschwerten,
kaltblütigen und schwachen Kranken, zwei Skrupel bis eine ganze Drachme Rhabarber; denen
cholerischen Kranken, und denen, bei welchen ich eine Neigung des Geblüts zur Entzündung bemerkt
habe, 1 bis 1 1/2 Unze astrachanisches Laxier – Salz, worzu oft noch einige Drachmen gereinigter
Weinsteins kamen; endlich denen venerischen Kranken 8 bis 12 Grane sublimirten Merkurs»19.
«Nachdem ich die Kranken auf beide Weise vorbereitet hatte, streng ich am dritten Tage die Cur
mit den Wässern selbst an. Die Kranken nahmen früh um 6 Uhr 3 bis 5 Apotheker Pfunde warmes
Wasser entweder rein aus der Quelle oder mit dem vierten Teil Milch vermischt: um 9 Uhr saβen sie
in der Badwanne, und um 4 Uhr nachmittags setzten sie sich entweder wieder in die Wanne, oder
gingen auf eine halbe Stunde in die Badstube, wo sie das warme Wasser von einer 4 Fuβ hohen Höhe
zu wiederholten, malen auf die verschiedenen Teile des Körpers, welche mir kalten Geschwülsten,
Unbeweglichkeit in den Gelenken und Gicht befallen waren, träufeln ließen. Nach dem Bade bedeckten
die Kranke ihren Körper leicht und lagen eine Stunde zu Bett, damit sich der bei ihnen hervorgetriebene
Schweiβ wieder langsam verlöre»20.
«Da diese Wässer wegen des ihnen mangelnden Bittersalzes keine abführende Kraft haben, so sind
während der vier Wochen dauernden Kurzeit obenbenannte Purgiermittel einige Male wiederholt
worden, um nicht dem Körper durch eine überflüssige Menge Wasser beschwerlich zu fallen. Dabei
ist zugleich Sorge getragen worden, daβ die Wässer keine Verstopfung verursachen. Der Stuhlgang der
Kranken hat allzeit seine natürliche, und nicht, wie Herr Schober sagt, eine schwarze Fare gehabt»21.
«Vor der Mittags- und Abendmahlzeit wurden jeden Tag bitte Extracte aus Gentiana rubra,
Centaurium minus und Wermuth zur Stärkung des Magens gegeben, welchen diese Wässer, die auch
nicht geringste eisenartige Materie mit sich führen und dabei seifartig und heiβ sind, sehr schwächen. Ich
habe geraten, mit diesen Arzneimitteln auch nach Endigung der Kur einige Wochen lang fortzufahren,
und zur Stärkung der Kräfte etwas peruvianische Rinde und Eisenfeilspäne hinzugefügt»22.
«Das kaltgewordne Wasser, welches schon weder Schwefelgeruch noch Geschmack mehr hatte,
wurde entweder rein oder mit Milch vermischt, wie gewöhnliches Getränk gebraucht; äusserte sich aber
nach dem Bade eine auβerordentliche Wallung des Geblüts, so tranken die Kranken auch oft statt dessen
einen Gerstentrank mit Salpeter. Ihre Speisen bestanden aus frischem Lamm- Schaff- und Hünerfleisch,
12 SPF ARAW. R I. Inventarverzeichnis 100. Akt 13.
13 «Der historische und geographische Kalender für 1778 ». SPb. 1778. S. 55-92.
14 Akademische Nachrichten für 1780. Teil 5. S. 385-422.
15 Die aus den Kalendern für verschiedene Jahre ausgewählten Sammelwerke. Teil IV. SPb. 1790. S. 42-74
16 Die Beschreibung der Heilwarmbäder am Fluß Terek // Iohann- Anton Gildenstedt. Die Reise im Kaukasus in den Jahren von 1770 bis 1773.
SPb. 2002. S. 63-74.
17 «Neues St.Peterburgisches Journal vom Jahre 1782». Bd. 2. S. 134-162.
18 Güldenstädt J.-A. Reisen durch Rußland und im Kaukasischen Gebürge. St. Petersburg. 1787. Bd. 1. S. 209-210
19 Ebenda. S. 210.
20 Ebenda.
21 Ebenda.
22 Ebenda. S. 210-211
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
65
aus Milch, Butter, Reiβ, Hirsen, Gersten- und Haber-Grüβe, wobei gemeine russische Zwiebäcke und
frisches Weizenbrot gegessen wurden»23.
In Sankt-Petersburger Filiale der Russischen Akademie der Wissenschaften gibt es einen Akt unter
dem Titel: «De Thermis. H. Prof. Güldenstädt schwarze medizinische und physikalische Beschreibungen
über die warmen Bäder am Terek». Der Akt erhält eine Reihe der kurzen «Krankheits-geschichten» im
Zusammenhang mit der Kur mit diesen Wässern, es gibt dort die von Güldenstädt ausgeschriebenen
medizinischen Rezepte 24.
Zur Beobachtung des Kurganges waren folgende 19 Kranken ausgewählt:
Alexander Fyrsoff von 38 Jahren; Fedor Katschenkoff - ein Soldat des ersten Bataillons von 40 Jahren;
Makar Sergeeff von 36 Jahren; Iwan Tschernoff – ein Soldat des ersten Bataillons von 50 Jahren; Iwan
Karpoff - ein Soldat des virtich Bataillons von 22 Jahren; Savelei Uschkoff - ein Soldat der 2. Bataillons
von 50 Jahren; Matfei Gorschkoff von 30 Jahren; Andrei Aphanasieff - ein Soldat des 2. Bataillons von
37 Jahren; Nasar Jekimoff von 30 Jahren; Nikifor Kokoroff von 42 Jahren; Peter Reis – Wachmister der
Husarschwadron von 31 Jahren; Michail Santovsky von 20 Jahren; Wasilei Orlow – ein Husar der 2.
Eskadron von 36 Jahren; Iwan Tschernitzky - ein Husar der 2. Eskadron von 34 Jahren; Johann Yisoupof
- ein Husar der 2. Eskadron von 47 Jahren; Nicola Jgoroff - ein Husar der 2. Eskadron von 36 Jahren;
Andrei Doldschensky von 32 Jahren; Sergei Schutoff von 40 Jahren; Iwan Andreev von 46 Jahren25.
Es gibt auch einige Dokumente auf der russischen Sprache, die mit den Redearten und Fachbegriffen
des XVIII Jahrhunderts illustrieren, an was die Leute litten und wie man sie behandelte. Ein Dokument ist:
«Die Beschreibung der Krankheiten des Hofrates, des Mitgliedes des Hauptsalzamtes Alexander Schapkin.
Das Jahr 1771. Der 24. Mai»: « Im ganzen Körper hat solche scharfe Akutät, von der zwar an dem
Äußeren des Körpers keine Zeichnen waren und jetzt nicht, aber fühlt sich allstündlich und immer
folgende Anfälle:
1. Die Fieberhitze durch den ganzen Körper diffluiert und die Nerven sich abschwächen
2. In den Ligamenten (d.h. Bändern – O.I.) ist ein unerträglicher Schmerz und deshalb in den Gelenken
eine Weichlichkeit
3. Antispasmen (Angiospasmen, Spasmen der kleinen Gefäße – O.I.)
4. Podagra und Chiragra (Schmerz in den Hand-und Beingliedern – O.I.)
5. Wegen der Auffüllung des Körpers mit der scharfen und ätzenden Materie wird das Augensehen
stumpf und kleiner
6. Und deshalb die Leiden der ganzen Natur, die Hypochondrie und Nachdenklichkeit, an diese
Krankheiten litt er schon 20 Jahre»26.
Das zweite ins Russisch geschriebene Dokument unter dem Titel «Attestat» ist für die Erwähnung der
medizinischen Situation, wie die Kur durchgeführt wurde, vom Interesse: «Herr Neronow, Brigadeleiter
und der Mitglied des Staats-Militär-Kollegiums, ankommend in Kizlar in Begriff stehend, um gegen
seine schmerzlichen Anfälle die an Terek befindlichen Warmbäder zu gebrauchen, erforderte von mir
die medizinische Anweisung. Ich las ninein, daß er die Rückfälle der zeitweiligen Fieber, dabei noch
Skorbut und Hämorrhoiden mit dem Bauchkrampf oft hatte, riet ihm an, zu den von mir chemisch
probierten in der Nähe von tatarischen Siedlung Dewalkiregen befindlichen und von mir genannten
Katharinabädern zu fahren. Am 20. Mai kam er an die Bäder an und machte nötige Anstalte. Vom 27.
Mai begann er sich täglich am Morgen in der Wanne sitzen, am Abende in den Dämpfen. Bei diesem
dreiwochigen Gebrauch der Warmwässer und dazu gehörten Arzneimittel stellte sich heraus, daß
einige Anfälle ganz obliteriert, die anderen nicht so stark wurden, die er zu tilgen hoffte, wenn er um
der Gefahr des Angriffs der kubanischen und ortseingesessenen Tataren willen weiter an den Bädern
bleiben könnte. Der 17. Juni 1771 bei Katharinabädern».27
In der erwähnten Veröffentlichung führte Güldenstädt einige Fälle der Wiedergesundheit von
den verschieden Krankheiten auf: «Ein dreiβigjähriger Mann litt nach einem dreitägigen Fieber
an Verstopfung der in den Eingeweiden liegenden Drüsen und der Milz, wie aus einem gespannten
Geschwulst um den Nabel und in der linken Seite deutlich zu bemerken war, ingleichen an Reiβen im
23 Ebenda. S. 211
24 SPF АRAW. Kl..I. Inventarverzeichnis 100. Akt 21
25 Ebenda. Bl. 2-18, 21-73
26 Ebenda. Bl.. 19
27 Ebenda. Bl.. 20-20 Rückseite.
66
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
Leibe, Durchfall und scorbutischen Flecken an den Füβen. Er brauchte die warme Wässer innerlich,
ging dabei einige Male ins Bad, wusch sich die Füβe oft, und war am 5ten Tag vom Reiβen im Leibe und
am 6ten vom Durchfall vollkommen befreit, der Geschwulst am Unterleibe verlor sich allmählig so, daß
den 17ten Tag nichts mehr davon zu sehen war, und die natürliche zum menschlichen Leben nötigen
Verrichtungen litten dabei im geringsten nicht. Der innerliche und äußerliche Gebrauch der warmen
Bäder wurde hierauf noch einige Tage fortgesetzt, um die verdeckte scorbutische Schärfe im Geblüt
gänzlich zu vertilgen, welche noch den 15ten Tag der Kur an den losen Zähnen und dem Bluten des
Zahnfleisches zu bemerken war. Sie ist bald hernach durch einen mit warmen Milchwasser vermischten
Trank und durch den wiederholten Gebrauch einer bei dieser Gelegenheit vorgeschriebenen Wurzel,
welche an dem Ort selbst Katran (Crambe tatarica) genannt wird und dem gemeinen russischen
Meerettich vollkommen ähnlich ist, ganz und gar ausgerottet worden»28.
«Ein anderer dreiβigjähriger Mann, welcher ebenfalls nach einem dreitägigen Fieber an Verstopfung
der Leber, Übelkeiten, einen schweren Athem und den blinden Hämorrheiden litt, erlangte seine vorige
Gesundheit in zwei Wochen wieder»29.
«Ein junger Mensch von 20 Jahren, welcher seit vier Wochen schreckliche Schmerzen, bald an dem
linken, zuweilen an beiden Knien, zugleich bei einem damit verbundenen sehr starken Geschwulst und
Durchfall litt, curirte sich durch den inneren und äußeren Gebrauch der warmen Bäder. Er trank sie
mit Milch vermischt, saβ in der Wanne, ging in die Badstube und setzte seine Knie unter das von oben
herabtraufelnde Wasser. Auf diese Weise nahm die Krankheit schon am 4ten Tage etwas ab, am 9ten war
sie curirt; dennoch aber wurde der Gebrauch der warmen Wasser noch 14 Tage fortgesetzt, in welcher
Zeit die Krankheit gänzlich gehoben wurde»30.
«Ein Mann von 45 Jahren, welcher seinen mit sandigter und zäher Materie vermischten Urin mit
vielen Schmerzen lieβ, und zugleich die blinden Hämorrhoiden hatte, wiederholte einige Male das Sitzen
in dem warmen Bade, lieβ sich in dasselbe bis an den Gürtel hinein, trieb es sowol in die Harnröhre als
auch den Gang des Gefäßes und brauchte noch überdem die warmen Bäder innerlich. Schon am ersten
Tage fühlte dieser Mann Erleichterung, nach Verlauf von 14 Tagen war er aller Schmerzen los»31. «Zwei
von der gemeinen Krätze angesteckte junge Leute sind durch den innern und äußern Gebrauch der
warmen Wasser in 14 Tagen ganz und gar davon gereiniget worden»32. «Drei von einer verborgenen
venerischen Schärfe angesteckte Kranke empfanden an dem oberen Teil der Hände und Füβe ein
beständiges Jucken, welches gegen Abend zunahm; dabei hatten sie viel von den bei ihnen in denselben
Orten hervorkommenden und mit beiβender Schärfe angefüllten Ausschlag, ingleichem von den
zwischen Fett und Fleisch sitzenden Geschwüren, und waren an den Augen krank. Dennoch war auch
hier den innerlichen und äuβerlichen Gebrauch der warmen Bäder ohne Mühe die Ursache aller dieser
Übel vollkommen gehoben»33. «Bei 9 Menschen wurden böse, zur Zeit durch keine Arzneimittel zu
überwindende Geschwüre im dicken Bein, welche entweder von einer scorbutischen Schärfe im Geblüt
oder von irgend einer mechanischen Ursache herkamen, und gegen welche wegen der zu tief in die Säfte
gegangenen scorbutischen Schärfe die gemeine Arzneimittel, wodurch man sie zu heilen versuchte, ganz
und gar ohne Wirkung blieben, durch den inneren und äuβeren Gebrauch der Warmbäder und eines
Dekokts peruvianischer Rinde vollkommen geheilt»34.
«Eine Mannsperson von 50 Jahren, welche schon seit 2 Monaten schwere Schmerzen an den Augen
gelitten und daher am rechten Auge den schwarzen Staar hatte, ist durch das Fußbad und den innern
Gebrauch der warmen Wässer, besonders durch die Dünste, welche er oft in die Augen gehen lieβ,
innerhalb 3 Wochen so weit gekommen, daß sein linkes Auge vollkommen gesund wurde, und an dem
rechten, ob er gleich mit demselben nur wenig sah, dennoch aller Schmerz vorüber war»35. «Einem
jungen Menschen, der von einem tollen Hund gebissen war, habe ich, nachdem er sich die Wunde
schneiden lassen, geraten, sie einige Male mit neapolitanischer oder Lause-Salbe zu schmieren, und
dabei die warmen Bäder innerlich und äuβerlich zu brauchen. Man hat nachdem nicht einen einzigen
von den Zufallen mehr bemerkt, welche der Biβ eines tollen Hundes zu verursachen pflegt»36.
28 Güldenstädt J.-A. Reisen durch Rußland und im Kaukasischen Gebirge. St. Petersburg. 1787. Bd. 1. S. 211
29 Ebenda. S. 212
30 Ebenda. S. 212
31 Ebenda. S. 212
32 Ebenda. S. 215
33 Ebenda. S. 215
34 Ebenda. S. 215
35 Ebenda. S. 216
36 Ebenda. S. 216-217
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
67
«Eine Mansperson von 47 Jahren litt schon 2 Jahre an einen Blutfluβ aus der Lunge, der von einem
Schlag auf die Brust herkam, auf welchen wenig Tage nachher ein mit Eiter vermischter und bis zu der
Zeit mit Husten anhaltender Auswurf gefolgt war. Er hatte noch gar kein Fieber gespürt, sondern nur
einen ziemlichen Schmerz an der Herzgrube und sich oft übergeben. Er trank kaltgewordnes, beinahe
von allem Geruch befreites, mit Milch vermischtes Warmwasser, zog zuweilen die warmen Dünste in
die Lunge ein und nahm jeden Tag 4 Drachmen peruvianischer Rinde, wozu er noch einige Male etwas
von dem Extrakt der gemeinen Camillen fügte und dabei die vorgeschriebene Kur des Milchtranks
brauchte. Nach 3 Wochen nahm die schon angefangene Schwindsucht ab, und Husten und Auswurf
verloren sich ganz, ohne mehr in den zum Leben notwendigen Berrichtungen irgend einige Unordnung
oder Schaden zu verursachen»37.
Heutzutage können sich die von J.-A. Güldenstädt beschriebenen Bäder auf die Region des
modernen balneologischen Bades Sernovodsk in Tschetschenien bezieht werden, wo die Behandlung
des Herz – und Nervensystems, der Bewegungsorgane, der Haut – und Frauenkrankheiten, sowie
chronischer Intoxikationen durchgeführt wird. Zum ersten Mal wurden die heilsamen Eigenschaften
der Warmbäder von Kaukasus, darunter von Sernovodsk, im Jahre 1717 von Doktor für Medizin G.
Schober beschrieben.
Das Bad «Sernovodsk-Kaukasisch» hatte die Blütezeit in den Jahren von 1970 bis zum 1990
erlebt, in diesem Zeitraum wurden 90% der Kranken mit den Blut,- Herz, - Endokrinologie, – und
Nervensystemskrankheiten, sowie mit den Muskel-Skelet, - und Bindegewebserkrankungen, Haut- und
Unterhautzellstoffkrankheiten, der Krankheiten der Verdauungsorgane, des Urogenitalsystems, der
Fraueninfertilität, der Zuckerkrankheit wieder gesund.
Güldenstädt hatte 35 Jahre und etwas über gelebt, war seiner Bildung nach ein Artz, aber das hatte
ihn vor dem frühzeitigen Tod nicht gerettet.
Das hat Pallas im Vorwort zu den von ihm veröffentlichen Materialen der Güldenstädts Reise
geschrieben: «Allein auch eben diese menschenfreundliche Betriebsamkeit war, bei der Ausübung seiner
medizinischer Praxis, Ursache an seinem frühzeitigen Tode. Er half im Jahr 1781 mehrere Personen, die
an den damals vorzüglich in St. Petersburg grassirenden Faulfiebern schwer da niederlagen, zu ihrer
Gesundheit, entging aber endlich selbst der Ansteckung nicht, und unterlag, mit einem ohnehin schon
durch Kränklichkeit geschwächten Körper dem hefftigsten Fieber dieser Art am 23ten März im 36ten
Jahr seines Alters, von jedermann bedauert, sowie er von jedermann geliebt wurde»38
Als Faulfieber nannte man Typhus, aber gibt es keine Angaben davon, daß im Jahre 1781 in St.
Petersburg eine Epidemie dieser Krankheit gewesen war, dafür aber war es bekannt, daß im Jahre 1781
in unserer Stadt die Influenza -Epidemie, d.h. Grippe gewesen war. Es ist möglich, daß gerade diese
Krankheit das Güldenstädts Leben ohne Erbarmen abgestellt hätte.
Am 10. Dezember 1787 hatte P.-S. Pallas im Vorwort zu der «Reise im Kaukasus» so gesagt: «Sein
erblaster Körper wurde am 26ten März, mit allgemeinem Beileid und unter Begleitung seiner Kollegen
und Freunde, zur Erde bestattet»39 Diese Worte wurden nach Verlauf von 6,5 Jahren nach dem traurigen
Erreignis geschrieben. Leider wurde es nicht gelungen, den Güldenstädts Beisetzungsort sicherzustellen.
Im «Petersburger Nekropolis» von W.I. Saitow40 ist sein Grab nicht eingetragen. Wir sind nur auf die
Vermutungen angewiesen, daß wenn sein Ende nach Verlauf von 2,5 Jahren findende Leonhard Euler
allererst am luteranischen Smolensk-Friedhof beigesetzt würde, so sei es möglich, daß das Güldenstädts
Grab auch dort gewesen wäre, aber blieb nicht erhalten.
In der Akademie wurde über den Güldenstädts Tod am Tag seiner Beerdigung am 26. März
gemeldet: «Am Dienstag, am 23. März um 11 Uhr nachmittags starb von böser Fieber JohannAnton Güldenstädt, Doktor für Medizin, ordentlicher Akademiker der Naturgeschichte, Mitglied
der Gesellschaften der Naturfreunde in Berlin und in Frankfurt an der Oder, der Unabhängigen
Wirtschafsgesellschaft in Petersburg, in der er ein Versitzender vom 1.Mai 1780 war. Der aufrichtige
Tugend - und Humanitätsfreund, wurde er von allen, die ihn so gut kannten, wie die Akademie, die in
ihm fruchtbringenden und aufgeklärten Mitglied verloren hatte, geweint»41
37 Ebenda. S. 217
38 Ebenda. S. XV
39 Ebenda. S. XVI
40 Saitow Wladimir Iwaniwitsch (1849-1938), der Literaturgeschichtsforscher, der Bibliograph
41 Die Protokole der Konferenzsitzungen der Kaiserlichen Akademie der Wissenschaften von 1725 bis zum 1803». Bd. III. 1771-1785. S. 521;
SPF АRAW. F. 1. Inv. 1а. Akt 3. Die Übersetzung vom Französisch.
68
Die J.-A. Güldenstädts Versuchproben Für Die Krankenkur Durch Die Mineralwarmbäder Am Fluss Terek
Am 19. April an der Konferenzsitzung der Akademie wurde berichtet: «2) Der Sekretär hatte in
Archiv der Konferenz die 2 mit dem Stempel Seiner Exzellenz Herren Domaschnew 42 (des Direktors
der Akademie – О.I.) versiegelten und enthaltenden alle Werke des gestorbenen Herren Güldenstädt
mit einem vorläufigen Verzeichnis Kasten übergegeben».43 Am 23. April hatte die Akademie die
Zusammenstellung der genauen Beschreibung seines Archivs der Kommission im Bestand von P.-S.
Pallas, I.I. Lepjechin und Adjunkten W.F. Zuew 44 beauftragt, am 28. Mai wurde P.-S. Pallas beauftragt,
die Vorbereitung zur Veröffentlichung der Materiale der Reisen von Gmelin und Güldenstädt 45 zu
beginnen.
Die Kurorten in Rußland sind ziemlich jung, sie sind einen schwierigen Weg vergangen. Das
XVIII. Jahrhundert war durch die Entdeckung und die Beschreibung von Bädern gekennzeichnet, die
Nachrichten darüber waren nicht immer veröffentlicht und bis jetzt sind sie die potentielle Archivbasis
für die Forscher.
Im Jahre 1915 wurde im System der Akademie der Wissenschaften die Kommission für die
Erforschung der Naturproduktivkräften Rußlands geschafft, die bis zu 1930-er Jahren unter dem Titel
«Die Kommission für die Erforschung der Naturproduktivkräften der UdSSR» existiert wurde. Eine
der Tätigkeitsrichtungen dieses Amtes war die Erforschung der Mineralbäder. Im Archivfond der
Kommission sind die Dokumente für die Jahre von 1917 bis zum 1918 über die Einberufung eines
Kurortkongresses zurückgelegt, etwa 200 Archivakten enthalten die Angaben über die Mineralbäder
auf dem Territorium des russischen Reiches, sowie über die Gebiete, über die Autonomie- und
Unionsrepubliken der Sowjetunion, dabei nehmen einige Akten, sowohl die Angaben aus den
Literaturquellen, als auch die Ergebnisse der speziell durchgeführten Untersuchungen der Bäder auf.
42 Domaschnew Sergei Gerasimowitsch (1743-1795), der Dichter, Direktor der Kaiserlichen Akademie der Wissenschaften vom Juli 1775 bis
zum Januar 1783.
43 Ebenda. S. 524. Die Übersetzung vom Französisch.
44 Ebenda. S. 525. Zuew Wasilij Födorowitsch (1754-1794), der Naturforscher, Reisender, Adjunkt für Naturgeschichte vom 12. Oktober 1779,
Professor vom 27 September 1787.
45 Ebenda. S. 532
„HAST DU GENOMMEN EIN BAD?“
BAD UND KUR IM JÜDISCHEN WITZ
„BİR BANYO ALDIN MI?“ YAHUDİ HİCVİNDE BANYO ve KAPLICA
Gerald Kreft*
* Dr. rer. med. Dipl.-Soz., Neurologisches Institut (Edinger-Institut)
Neuroscience Center Frankfurt am Main/Frankfurt Nöroloji Enstitüsü (Eddinger Enstitüsü)
Summary
Geride kalan 19. yy.’da kür yerleri, Avrupalı yahudilerin vatandaşlaştıkları yerlerdi. Batı Bohemiya’nın önde gelen kaplıcalarında (Karlsbad,
Marienbad, Franzensbad) Nazi Almanyası’nın el koyduğu zamanlara dek, yaz misafirlerinin çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Buralarda
karşılaşanlar sadece yahudiler ve yahudi olmayanlar değildi, aynı zamanda farklı kültürlerden ve farklı uluslardan yahudiler de karşılaşıyorlardı
(asimile olanlar, ortodokslar ya da Polonya’dan, Rusya’dan, Çek, Avusturya ve Almanya’dan). Zaman olarak ve mekan olarak sınırlılık taşıyan
bu koşullarda tabiat içinde verilen mola, gündelik yaşamın doğurduğu çatışmaları iyileştirmeyi vaadediyor, yeni sosyal karşılaşmaların da yeri
oluyordu. Bu karşılıklı etkileşimin çok yönlülüğü, sayısız yahudi fıkrasında keyif verici yansımasını bulmaktadır. Bununla birlikte, tıp tarihçileri
tarafından şimdiye dek çözümlenmemiş özel değerde bir kaynak durumundadır.
Ancak Yahudi Hamam ve Kaplıca fıkralarının bu anlamda enstrüman olarak kullanılması, benim sunumumu aşan bir yöndür. Benim
sunumumum merkezinde bu fıkraların kendisi yer alacak, ancak onların sadece hangi gerçekleri konu aldıkları değil, bunu nasıl yaptıkları,
yani banyo ve kaplıcanın yahudi fıkralarında nasıl belirdiği ve imajlaştığı üzerinde durulacaktır. Biçim ve içerik burada (çelişki yüklü) bir birim
oluşturacaktır. Özgün yahudi fıkra yapısı yanısıra yahudilerin sağlık ve hijyen konularına ya da antisemitik stereotiplere de vurgu yapılacaktır.
Yahudi fıkralarının çoğu kez övülüşünün, hemfikir olunuşunun etkileyiciliği, kendini serbestçe hicvetme esaslı oluşlarındadır. Bu nedenle kür
yerini terketmekte olan bir yahudi misafir, kendisine “Banyo aldın mı?” diye sorulursa, “Neyi eksik gördün ki?” sorusuyla karşılık verir.
Jeder Spezialist hat seinen Buckel.
(Friedrich Nietzsche)
Wer den Widerspruch nicht aushält, sollte die Finger vom jüdischen Witz lassen. Insbesondere, wenn
er ein nichtjüdischer Deutscher ist. Und auf einer türkisch-polnischen Veranstaltungsreihe spricht.1 Was
die Aufdringlichkeit der Frage steigert: Darf er das überhaupt? Haben wir es hier nicht mit einer subtilen
Spielart dessen zu tun, was Henryk M. Broder – dieser 1946 geborene deutsch-jüdische Provocateur
professionelle mit polnisch-israelischem Migrationshintergrund – einmal so in Umlauf brachte: „Die
Deutschen werden den Juden Auschwitz nie verzeihen“?
Natürlich darf er das. Sie übrigens auch. Der deutsche Nichtjude darf über jüdische Witze lachen. Er
darf sie auch (weiter-)erzählen. Eigentlich sogar öffentlich. Wir leben in einem freien Land. Warum aber
tut er das so selten (warum scheut selbst der politische Kabarettist Jüdisches)? Weil der Ton die Musik
macht. Und der Kontext entscheidet, ob es sich um einen antisemitischen Witz handelt oder nicht.2
Immerhin ist die Marktlücke eines jüdischen Stand-up-Comedian in Deutschland inzwischen besetzt.
Doch wollen wir hier nicht länger Angstlust zelebrieren. Lasst uns nüchtern und ernsthaft sein. Lasst
uns Witzenschaft treiben! Die folgenden Ausführungen verstehen sich als Fortführung meines ersten
Versuchs, den jüdischen Witz medizinhistorisch zu befragen. Blieb in der Nachzeichnung des Bildes
vom Arzt im jüdischen Witz der Hygiene-Aspekt bloß angedeutet, so konturiert er sich in der Motivreihe
Bad und Kur ungleich markanter.3
I. Jüngere jüdische Badwitze
Können Nichtjuden einen jüdischen Witz überhaupt verstehen? Der jüdische Witz sagt nein.
Recht hat er. Zumindest darin, dass Verstehen nicht voraussetzungslos ist und mit Vorwissen – hier:
der Vertrautheit mit jüdischer Kultur und Geschichte – wächst. Nicht zu vergessen Religion und
Sprache. Für unsere multikulturelle Annäherung an die Geschichte der Gesundheitskuren in Europa
ist es daher ratsam, bei Bekanntem anzusetzen. Wer verstünde nicht Produkte der kulturindustriellen
1 Beide Nationen sind gezeichnet von je eigenen Kontroversen über spezifische Erfahrungen ihrer jüdischen Mitbürger: Polen etwa in der
Auseinandersetzung über das „Massaker von Jedwabne“ (Musiol 2012; Polonsky und Michlic 2004); die Türkei durch die Problematisierung
ihrer Haltung während der nationalsozialistischen „Endlösung der Judenfrage“ (Gottstadt 2008). – Nicht überflüssig, hinzuzufügen: Der Tod ist
ein Meister aus Deutschland (Paul Celan). Bis auf weiteres.
2 2010 musste Michael Lerchenberg nach dem Eklat, den ein KZ-Vergleich in seiner satirischen Fastenpredigt während des politischen
Aschermittwochs auf dem Nockherberg auslöste, als Bruder Barnabas zurücktreten (http://de.wikipedia.org/wiki/Michael_Lerchenberg). –
Im angelsächsischen Sprachraum wird die Frage nach dem Verhältnis von jüdischem Witz und Antisemitismus professionalisiert diskutiert
(Davies 1986; Saper 1993; Raskin 1993).
3 Kreft 2012, Anmerkung 50.
69
70
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
Globalisierung? Und die kommen meist aus den USA. Hollywood sells.
Zwar entstammt unser erstes Beispiel nicht einer Fernsehserie auf Comedy Central, aber es ist
vergleichsweise jüngeren Datums. 1974 ist dieser Witz erstmals schriftlich verbürgt.
Mrs. Markowitz was walking along the beach with her grandson when suddenly a wave came and
washed the three-year-old boy out to sea.
“Oh Lord!” cried the woman. “If you´ll just bring back that boy back alive I´ll do anything. I´ll be
the best person, I´ll give to charity. I´ll go to the temple. Please, God! Send him back!”
At that moment, a wave washed the child back up on the sand, safe and sound. His grandmother
looked at the boy and then up to the heavens.
“Okay!” she exclaimed. “So where´s his hat?”4
Gewiss, es handelt sich im strengen Sinne nicht um einen Bad-Witz, schon eher um einen Bade- und
noch eigentlicher um einen Strand-Witz. Nehmen wir also ein Strandbad als Kulisse. Mindestens drei
Momente machen ihn zu einem genuin jüdischen: der Bund zwischen Gott und seinem auserwählten
Volk; dessen Hadern mit seinem Schicksal; schließlich die Protagonistin, die moderne US-Innovation
der jiddischen Mame mit ihrer eigentümlichen Melange aus osteuropäischer Schtetl-Magie, Entfremdung
aus den traditionellen Lebensformen und unerschütterlicher Hoheit über das Wohl ihres (Enkel-)
Kindes, deren Ansprüche niemand, selbst Gott nicht zu befriedigen vermag. Wer überdies gewillt ist,
das gerüttelt Maß Selbstironie dieses Witzes zu genießen, sofern ihn ein Jude erzählt, wird an der Pointe
– dem offenkundigen Missverhältnis zwischen dem Wert des Lebens und dem eines Dinges, zumal einer
Mütze – auch die Parodie antisemitischer Zuschreibungen nicht übersehen.
Was aber sagt uns das alles über das Bad im jüdischen Witz? Zunächst ganz schlicht, dass dem
Wasser übernatürliche Kräfte zukommen. Bedrohliche wie rettende (ein Motiv, das von Ferne an die
Teilung des Roten Meers beim Auszug aus Ägypten erinnert). Es geht um Leben oder Tod. Das ist nicht
wenig. Auf jeden Fall genug, um allen (ärztlichen) Versuchen, gesundheitliche Leiden mit Hilfe des
feuchten Elements zu lindern, eine – letztlich unergründliche – mythische Dimension zu verleihen.
Etwas anders stellt sich der folgende Fall dar.
One hot summer´s day in Hempstead, Jack steps out of his shower and says to his wife, Hetty, „It´s
just too hot to wear any clothes today, honey. What do you think the neighbors would say if I mowed
the lawn without anything on?”
Hetty replies, “That I married you for your money.”5
Sie fragen, was an diesem Witz jüdisch sein soll? Machen wir uns also einen Reim: Die Anthologie,
aus er unser Beispiel stammt, annonciert jüdische Witze. Jüdischer und US-amerikanischer Humor
erscheinen inzwischen weitgehend synonym, da Juden im dortigen Comedy Business dominieren. Und
der Witz ist gut (so gut, dass insbesondere Frauen darüber lachen).6 Reicht das?
Nicht jedem. Sehen wir genauer zu. Orte namens „Hempstead“ existieren auf beiden Seiten des
Atlantic. Da der Herausgeber jener Anthologie, die zuerst in Großbritannien erschien, in London lebt,
ist er vermutlich Engländer. Gemäß der in Europa (wir zählen das Eiland einmal dazu) verbreiteten
Wahrnehmung darf davon ausgegangen werden, dass jene Nachbarn einen beschnittenen Penis zu
Gesicht bekommen hätten. (In den Vereinigten Staaten, wo die Zirkumzision männlicher Säuglinge
weit verbreitet ist, gälte dieser Körper dagegen nicht als jüdisch, sondern als schlechthin männlich).7
Unser sexistischer Witz – wir beeilen uns hinzuzufügen: ein gutartiger – anverwandelt sich nicht nur
phatasmagorische oder pornographische, sondern erneut antisemitische Klischees. Der beschnittene
als der kürzere Penis. Size matters. Da kann – wie die weibliche (Selbst-)Verständigung über das eigene
Heiratsverhalten augenzwinkernd verbürgt – nur Geld entschädigen. Juden, pardon: Jüdinnen und Geld
4 Raskin 1993, 87. Vgl. Raskin 1992, 101. Raskins Analyse der Genealogie und Transformation eines ursprünglich antisemitischen zu diesem
ausgezeichneten jüdischen Witz ist faszinierend!
5 Minkoff 2005, 251.
6 Dass Juden witziger seien als andere Ethnien, ist ein weitverbreiteter Topos. Es bleibt daher unbedingt angesagt, ihn experimentell zu
überprüfen (Miller 1993).
7 Gilman 1998, 245 ff. Gleichwohl ist die Zahl der beschnittenen Neugeborenen in den USA seit 1980 rückläufig (Glick 2005). Zur Geschichte
der Beschneidung in England vgl. Darby 2005.
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
71
halt. Wir hatten es geahnt.8
Und wen das nicht überzeugt? Den rettet dann auch nicht mehr, dass „Hetty“ eine Namensvariante
der hebräischen Mehitabel, „Jack“ eine des alttestamentarischen Jacob ist. Tatsächlich funktioniert der
Witz ja auch mit einem unbeschnittenen Penis (oder gänzlich ohne: es reicht die unschuldige Vorstellung
einer ausgeprägt leptosomem oder pyknischen Statur). Hier hilft womöglich nur eine Reflexion darauf,
was die Schwierigkeit, eine wasserdichte Trennscheide zwischen jüdischem und nichtjüdischem Witz
auszumachen, möglicherweise über den modernen jüdischen Witz in angelsächsischen Ländern
aussagt. Dort kennt man den alteuropäischen kontinentalen Antisemitismus so nicht. Jüdisches und
allzumenschliches (middle class) Schicksal wirken ununterscheidbar. Alle sind (nur noch) Individuen.
Auch wenn sie verschiedene (ethnische) Familiengeschichten haben. Das Bad befindet sich in den
eigenen vier Wänden und lässt die vielfältigen historischen Formen kollektiver Badeanstalten, die uns
noch begegnen werden, verblassen. Gleichwohl bleibt es ein intimer Ort, dessen Atmosphäre wie ein
Katalysator zur lustvollen Enthüllung von Unausgesprochenem fortwirkt. Vor allem zwischen den
Geschlechtern – seien sie auch gleich. Sex sells.
Das war nicht immer so. Doch seit es den jüdischen Witz gibt – d.h. nicht als humoristische
Anekdote, Schwank oder Volksweisheit (mit oder ohne talmudische Wurzeln), sondern als eigenständige
Gattung – ist er Reaktion, Produkt und Verarbeitung der Erfahrung eines jeweils eigentümlichen
Dazwischen, von spezifisch jüdischen Differenzen. Nach Außen Abwehr, nach Innen Selbstkritik. Ein
Akkulturationsphänomen, etwas Drittes.9 Und Viertes. Untrennbar verbunden mit dem Aufkommen
der Aufklärung und ihren Verheißungen der Judenemanzipation im Namen der Vernunft. Überlebte
Traditionen in Frage zu stellen, wiewohl aus ihnen zu erwachsen; überkommene Lebensformen zu
verlassen, ohne den neuen zu entsprechen; aufgrund fortbestehender Vorbehalte und Anfeindungen
niemals anzukommen im Gelobten Land der Integration, oder in Israel, skizziert im Groben die
Frontstellungen seines ätzenden oder feinen Spottes, dessen leicht zu überhörende, traurige Klänge
selbst in den absurdesten Momenten eines Utopischen nicht vollends entbehren.10
II. Ältere Badwitze
Zum Verständnis des folgenden Witzes stellte ihm Salcia Landmann (1911-2002), die vielgeschmähte
Grande Dame jüdischer Witzanthologien im Nachkriegsdeutschland, eine Erklärung voran:
Nach biblischem Gesetz gilt die Frau während der Monatsregel als »unrein«. Sie darf mit ihrem
Mann erst wieder Umgang pflegen, wenn sie die Mikwe, das rituelle Tauchbad, aufgesucht hat.
In der Mikwe streiten sich die Rebbezen (Rabbinerin) und die jüdische Dorfchonte (Chonte =
Hure), wer zuerst baden soll. Da keine nachgibt, wird der Rebbe [Rabbiner] geholt. Er entscheidet,
dass die Chonte zuerst baden soll. Die Rebbezen ist empört.
Der Rebbe: „Das werde ich Dir gleich erklären: Auf die Chonte wartet das ganze Dorf, auch Dich
aber warte nicht einmal ich.“11
8 Insofern der beschnittene Penis als kleinerer Penis gilt, handelt es sich um das Pendant zum antisemitischen Stereotyp der langen
jüdischen Nase. („What happens when a Jew with an erection walks into a wall? – He breaks his nose”). Als nur bedingt zutreffend erscheint
im vorliegenden Fall daher die im Rahmen einer feministischen Analogisierung von jüdisch-sexistischen und nichtjüdisch-antisemitischen
Witzen – beide belachen die oder den auf seine Physis reduzierten Anderen (die Frau bzw. den Juden) – vertretene These, „it is rare to find
authentic Jewish jokes jibing at Jewish stereotypes as defined by anti-Semitic humor“ (Fuchs 1986, 115). Möglicherweise haben heute, 25
Jahre später, weibliche Comedians die Frage, ob Frauen als Erfinderinnen von Witzen über männliche Potenzschwäche oder die Größe des
Penis denkbar sein könnten (ebd., 122, Anm. 4), auch ohne sozialwissenschaftliche Studien gegenstandslos gemacht. – Anders noch Davis
1990, der nicht nur seine eigene Kritikstrategie an jener „patriarchal misogyny thesis“ (ebd., 367), sondern auch das „Jewish wife script“ im
jüdischen Witz – gemeint ist „a woman who avoids withold sexual relations, who demands an endless supply of luxurious status symbols, and
is obsessed with displaying them to impress other Jewish wives“ (ebd., 364) – aus spezifischen Sozialisationsbedingungen jüdischer Männer
ableitet.
9 Zum hier angedeuteten Konzept der Akkulturation vgl. Kreft 2003, 387 ff., Kreft 2005, 118 ff.; Kreft und Lilienthal 2011, 7 ff. et passim.
10 Zu Strategien, den jüdischen Witz zu theoretisieren, siehe Kreft 2012. Der Autor sieht sich weit davon entfernt, hier einen eigenständigen
Beitrag oder auch nur seinen eigenen Ansatz konzeptionell auszubuchstabieren. Und zwar nicht nur wegen seiner eigenen Insuffizienz
(angesichts einer sich ihm immer wieder neu erweiternden Quellenlage). Ihn treibt vielmehr die Intuition um, jüdischer Witz habe etwas mit
Philosophie gemein: Form und Inhalt ihres Gegenstandes, Weg und Ziel ihres Treibens sind einander nicht gleichermaßen äußerlich wie in
der Wissenschaft.
11 Landmann 2010, 129 f.
72
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
Ich weiß nicht, wie es Ihnen geht. Ich kann über diesen Witz nicht lachen. Dabei könnte er
eigentlich ganz gut sein: als Zerrbild rabbinischen Schließens. Doch der letzte Halbsatz macht ihn
zu einem abgestandenen Altherrenwitz, dessen Runde sich selber richtet. Tatsächlich kommen ältere
Varianten ohne diese irritierende Zutat aus. Möglicherweise wurde sie angedichtet, als deren Sinn sich
verflüchtigte.12
Unabhängig davon erkennen wir hier im Bad einen Ort besonderer Dignität. Innen und Außen
sind scharf voneinander getrennt, ganz so wie das patriarchalische Menstruationstabu alle Frauen ohne
Ansehen der sozialen Stellung auf ihr Geschlecht reduziert. Regeln und Hierarchien der Außenwelt
verlängern sich nicht ungebrochen in seine Ordnung hinein, sondern konstituieren eine Sphäre sui
generis, die historischem Wandel unterliegt.
Traditionell hatte der Bau einer Mikwe für eine jüdische Gemeinde größere Priorität als der einer
Synagoge.13 So auch in einem berühmten ostjüdischen Schtetl, im polnischen Chelm, dessen Schelme in
der jüdischen Folklore dieselbe Rollen spielen wie die Schildbürger des schwäbischen Schilda (oder in
Syrien die weisen Narren von Homs, das beim gegenwärtigen Aufstand gegen Baschar al-Assad erneut
tragische Berühmtheit errungen hat).
When the new bathhouse was about to be completed in Khelm, a serious controversy arose as to
how the floor should be laid. One faction insisted that the boards should be planed in order to
obviate the danger of splinters. Another faction maintained that a smooth floor would be slippery.
The arguments were long and bitter, until the matter was referred to the chief parnas [Vorsteher]
for final decision.
After a great deal of deliberation, the parnas announced that in order to satisfy both sides the boards
should be planed but they should be laid with the smooth side down.14
Ihres folkloristischen Rahmens entkleidet, funktioniert diese Schelmengeschichte auch als Witz, in
dem die undankbare Rolle des Gemeindevorstehers vom Rabbiner eingenommen wird.15 Unter Juden,
so wird augenzwinkernd vermittelt, gleicht die Suche nach einem zufriedenstellenden Konsens dem
vielzitierten Stück aus dem Tollhaus. Wir Demokraten kennen es.
III. Begegnungen im Bad
Über Beziehungen zwischen Witz und Realität lässt sich mancherlei räsonieren. Wie immer man
den imaginativen Brechungswinkel ansetzen mag – fraglos wirkte er im ersten (mir bekannten), in
einem modernen Seebad spielenden Witz:
Major von Trensenburg (aus dem Wasser steigend und dabei dem Commerzienrath Meyerstein
begegnend, der soeben in´s Wasser gehen will).
„Morgen lieber Commerzienrath!“
Meyerstein: „Gott soll schützen, Barönchen, so in civil hätte ich sie beinahe nicht erkannt.“16
Dieser Witz erschien vor der Zweiten Deutschen Reichsgründung 1871, irgendwann zwischen dem
preußischen Sieg über Österreich und dem deutschen Sieg über Frankreich. Im Klima von Blut und Eisen
durfte ein preußischer Major (vermutlich ostelbischer Junker) fraglos Respekt erwarten. Insbesondere
von einem Parvenü, dem sein Ehrentitel allein durch (gespendetes) Geld zufiel und nicht durch blaues
Blut. Die wechselseitige Begrüßungshandlung suggeriert geselligen Verkehr von (reichen) Juden mit
12 In einer vulgärjiddischen Fassung dieses Witzes ist der „Mikvejude“ (Badepächter) dem Vorwurf ausgesetzt: “Wissen Se denn nix, dass dos
e groisse Nevere [Aweyre = Sünde] ist, wenn der Rebbe tut warten auf´s koschere [fromme] Weib!“ Das aber lässt der Beschuldigte nicht auf
sich sitzen und entgegnet so scharfsinnig wie ein Rabbiner: „Die Rebbezin hat Racht [Recht], der Rebbe hat ach Racht. Ich man aber, ganz Khol
[Kehillah = Gemeinde] is doch koidemes [koydem = an erster Stelle], wie der Rebbe, weil auf die Rebbezin tut nur warten der Rebbe, aber auf der
Jüdine tut warten ganz Khol. Nü, wer is kojdemer, der Rebbe oder ganz Khol?“ (Reitzer 1901, 46).
13 „This is so for a simple reason: private and even communal prayer can be held in virtually any location [...] But Jewish married life, and
therefore the birth of future generations in accordance with Halachah [religious laws for Jews], is possible only where there is accessibility to
a mikvah” (Slonim 1996, xxvii).
14 Mendelsohn 1956, 101.
15 Harris und Rabinovich 1988, 255. Eine jiddische Fassung findet sich bei Olsvanger 1925, 51 f.
16 Omeinsager (1865-1870), 15.
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
73
Adligen. Dass sich Juden dabei Vertraulichkeiten herausnehmen könnten (bzw. konnten), erscheint
im Witz nicht als Effekt gesellschaftlicher Machtverschiebungen, sondern der subversiv-egalisierenden
Badekleidung. Ohne seine Uniform ist der dekorierte Adlige nur ein Mensch wie Du und ich. Oder ein
Jude.
Doch treffen im modernen Bad nicht nur Bekannte unterschiedlicher Herkunft aufeinander, sondern
auch einander Unbekannte gleicher Kultur, etwa in der Männerumkleidekabine.
In der Badeanstalt fragt ein Jude den anderen:
„Entschuldigen Sie, sind Sie nicht aus Berdytschow?“
„Ja, aber woher kennen Sie mich?“
„Ich kenne Sie nicht, ich habe den Schnitt erkannt.“17
In Verlegenheit bringen können schließlich Begegnungen zwischen Unbekannten verschiedenen
Geschlechts.
Mordechai zur Badefrische am Balatonsee. Er sieht im Wasser eine reizende Dame, geht auf sie zu
und küsst sie.
Die Dame: „Sie unverschämter Don Juan! Das werden Sie mir bezahlen!“
Mordechai: „Aj waj! Bezahlen?! Ich dachte, ich habe es mit einer Dame zu tun!“18
IV. Vom Bad zur Kur
Mit Mordechais Badefrische sind wir schon mitten in der Kur. Seit der zweiten Hälfte des 19.
Jahrhunderts erfreute sich die Badekur bei Juden Mitteleuropas zunehmender Beliebtheit – sei es als
Statussymbol ihres dramatischen sozialen Aufstiegs im Zeichen der Verbürgerlichung, vor allem im
deutschsprachigen Kulturraum, sei es als anerkannte medizinische Therapie zahlloser Leiden. Dies
illustriert das berühmte westböhmische Bäderdreieck (Karlsbad – Marienbad – Franzensbad). Hier
trafen nicht nur Juden und Nichtjuden, sondern Juden verschiedener Kulturen und Nationalitäten
aufeinander (Assimilierte, Orthodoxe oder Zionisten aus Polen, Russland, Tschechien, Österreich und
Deutschland). Zeitlich befristet, räumlich begrenzt, wurde die Idylle einer Genesung versprechenden Kur
zum Ort neuartiger sozialer Begegnungen.19 Solchen „jüdischen Orten“20 kontrastierend, kristallisierte
sich in anderen Kurbädern (z. B. auf Borkum) ein mitunter militanter „Bäder-Antisemitismus“ heraus.21
Vieles, was wir bisher über das Bad erfahren haben, begegnet uns in der Kur wieder. So die
Suspendierung des Alltags.
Im Abteil eines nach den böhmischen Bädern fahrenden Eisenbahnzuges hat sich eine heftige
Diskussion über Politik entsponnen. Nur ein galizischer Jude sitzt ruhig in der Ecke, ohne sich an
dem Gespräch zu beteiligen. Da wendet sich einer der Herren an ihn:
„Und wie sind Sie gesinnt?“
„Wenn ich wär gesünd, tät ich nischt fahrn nach Karlsbad.“22
Dieser unmittelbar einsichtige Wortwitz verschiebt mittels der phonetischen Differenz zwischen
17 Drozdzynski 1974, 221. Unschwer ließe sich der folgende Beschneidungswitz auch in die Herrentoilette eines internationalen Kurhotels
verlegen: Flughafen Boston, Pissoir. Zwei Männer nebeneinander. Fragt der eine: „Sind sie Jude?“ – „Ja“. – „Kommen Sie aus Sudbury?“ – „Ja.“ – „Sind
Ihre Eltern in die Immanuel-Synagoge gegangen?“ – „Ja! Sie kommen mir nicht bekannt vor. Woher wissen Sie soviel über mich?“ – Da antwortet
der Mann neben ihm: „Mohel (Beschneider) Minski von der Immanuel-Synagoge ist der einzige Mohel den ich kenne, der eine Beschneidung schief
durchführt, und Sie pinkeln mir gerade in den rechten Schuh!“ (Weiss 2010, 44; leicht gekürzt von G.K.). Dieser Witz mag unappetitlich sein,
doch Schmerz und Scherz gehen unverkennbar ineinander über. Dabei ist die nichtintendierte Folge einer medizinisch nicht indizierten
Beschneidung in dieser Szene noch vergleichsweise harmlos. – Mir ist nicht bekannt, ob schon einmal erwogen wurde, die so oft (zu recht
oder unrecht) behauptete Affinität zwischen Juden und Witz mit der Vorhautbeschneidung ihrer Säuglinge zu assoziieren.
18 Landmann 2010, 519.
19 Dazu insgesamt die grundlegende Untersuchung von Triendl-Zadoff 2007. Während dort vereinzelt auch jüdische Witze herangezogen
werden, um den Kurort als jüdischen Imaginationsraum zu illustrieren, versuchen meine Überlegungen einen nicht bloß instrumentellen
Zugang.
20 Brenner 2001.
21 Bajohr 2003.
22 Dieser Witz wurde von mir aus mehreren Quellen kompiliert. Vgl. Drozdzynski, 1976, 98, Moszkowski 1911. 27.
74
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
Hochdeutsch und ostjüdischem Idiom den Akzent auf eine zweite Bedeutungsebene. Demgegenüber
setzt das Verständnis der folgenden Szene historische und lokale Vorkenntnisse voraus.
Fremdenführer: Dies hier ist die Kirche für die Protestanten, - dies da drüben die Kirche für die
Katholiken, und das Haus dort (auf die Synagoge weisend) ist die Kirche für die Badegäste.23
Im westböhmischen Bäderdreieck stellten Juden um 1900 die Majorität der Sommerfrischler. Nicht
nur dort waren sie gern gesehen.
„Weinberg steigt jedes Jahr im Negresco ab, dem Grandhotel von Nizza. Für die Geschäftsführung ist
er der liebste Gast im Jahr: Er reserviert die größte Suite, bleibt einen ganzen Monat und lädt täglich
Freunde ein – ein glänzendes Geschäft!
Als er wieder einmal dort zu Gast ist, verlangt er schon nach drei Tagen Aufenthalt die Rechnung.
Bestürzt eilt der Hoteldirektor auf Weinbergs Suite.
„Lieber Monsieur Weinberg, ich bin überzeugt, ein Irrtum: Ich habe gehört Sie wollen das Negresco
verlassen?“
„So ist es, bitte geben Sie mir sofort die Rechnung. Ich reise ab!“
„Also doch, Monsieur Weinberg! Aber was ist denn geschehen? Sind Sie mit dem Zimmerservice
nicht zufrieden? Ich schicke sofort einen anderen Kellner!“
„Ich war mit dem Kellner zufrieden, aber ich reise ab!“
„Gefällt Ihnen die Suite nicht? Ich lasse sofort eine andere herrichten, Monsieur Weinberg!“
„Die Suite gefällt mir, aber geben Sie mir jetzt bitte die Rechnung!“
„Aber Monsieur Weinberg, wir kennen uns seit fünfzehn Jahren. Was ist geschehen?“
„Ich habe erfahren, dass Sie Antisemit sind!“
„Ich? Antisemit? Aber Monsieur Weinberg! Wie könnte ich? Doch nicht in der Hochsaison!“24
Die Genesung versprechende Kuridylle war nicht selten bloßer Schein. Überdies gab es
ausgesprochenen Winterantisemitismus. In Westböhmen büßten die ortsansässigen Juden dann für ihre
im Sommer hofierten Glaubens- bzw. Stammesgenossen.
V. Warum Kur?
Gründe, warum Menschen eine Kur machen, gibt es unzählige. Sie werden nicht weniger, nur weil
es sich um Juden handelt. Hier einige Beispiele:
Ein Jude kommt zu seinem Rabbi und bittet um Rat, wie er abnehmen soll. Der Rabbi betrachtet
seinen dicken Bauch und sagt:
„Das Beste für dich ist, du gehst nach Marienbad und machst eine Kur.“
Als der Jude aus Marienbad zurückkommt, erscheint er wieder beim Rabbi und beschwert sich, dass
die Kur nicht geholfen habe.
Da sagt der Rabbi:
„Du bist meinem Rat nicht gefolgt. Ich habe dir gesagt, du sollst zur Kur nach Marienbad gehen,
und was hast Du getan? Du bist mit der Eisenbahn gefahren.“25
Gesucht wird jedoch nicht nur Erleichterung leiblicher Beschwerden. Auf Seelisches muss
gleichermaßen Rücksicht genommen werden, denn beide zusammen bilden ja eine Einheit.
Mandelbaum ist schwer herzkrank und weilt zur Kur in Karlsbad. Während seines Kuraufenthalts
stirbt ganz überraschend seine Lieblingsnichte Sarah.
Die Familie meint, man müsse ihm diese Nachricht unbedingt schonend beibringen. Die schwierige
Aufgabe übernimmt selbstverständlich die einfühlsame Gattin.
Noch am selben Tag veranlasst sie folgendes Telegramm:
„Sarah ist leicht erkrankt. Begräbnis am Donnerstag“.26
23 Moszkowski 1911, 33.
24 Ouakin und Rotnemer 1998, 302.
25 Drozdzynski, 1976, 83
26 Wüst 2001, 15
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
75
Und vergessen wir nicht eine eher delikate Indikation. Zur Behebung von Frauenleiden erfreute sich
Franzensbad eines ausgezeichneten Rufes.
Frau Bellak schreibt:
„Meine gute Frau Abeles! Ich mache Ihnen die freudige Mitteilung, dass mir die Kur der
vorigen Badesaison wunderbar bekommen ist. Es ist wirklich kein Märchen, was man von der
wundertätigen Wirkung des Brunnens erzählt. Denken Sie sich, ich hab e klan Jingele bekommen
– einen entzückenden kleinen Kerl – und wunderschöne blaue Augen hat er. Nun möchte meine
Freundin, de Frau Salzberger auch de Kur dort gebrauchen, kann Sie bei Ihnen wohnen?
Frau Abeles antwortet:
„Wohnen könnt sie schon bei mir, aber der hübsche Offizier mit den schönen blauen Augen ist dies
Jahr nit hier.
Nachschrift: Vielleicht kommt er noch!27
VI. Witzenschaft
Soweit eine erste Blütenlese qualitativer Motive im jüdischen Bad- und Kurwitz. Denkende Leser
kann es nicht befriedigen, den persönlichen Vorlieben eines Autors solcherart ausgeliefert zu sein.
„Stimmt denn das eigentlich?“ ist dann noch die harmloseste Unmutsäußerung. Oder, salonfähiger:
„Ist die vorgelegte Witzselektion überhaupt repräsentativ?“ – Das sind schwere Bedenken, denen auch
der Autor dieser Zeilen sich nicht leichtfüßig entziehen konnte. Im Gegenteil. Schwer zu Herzen hat
er sie sich genommen und mit Hilfe der liebsten Ehefrau von allen (die ihm eine relationale Datenbank
jüdischer Bad- und Kurwitze schenkte) eine erste statistische Auswertung vorgenommen.28 Deren
Ergebnis muss, realistisch genommen, alle seriösen Mediziner ernüchtern: Wie unsere Graphik
(Abbildung 1) verdeutlicht, werden nur in knapp einem Drittel aller jüdischen Kurwitze medizinische
(23 %) oder naturwissenschaftliche (6%) Aspekte thematisiert. Zu schweigen von der verschwindenden,
mitnichten homöopathischen Minderheit Politisches enthaltender Szenen. Felsenfest steht das Ergebnis:
Im jüdischen Witz dominiert das Soziale.
Abbildung 1: Aspekte im Kurwitz
Nicht von ungefähr erinnert dieser Befund an einen alten Bekannten, dem die vorgeblich
medizinischen Wirkmächte in den Kurbädern nur Fassade waren. Zumindest bei einer bestimmten
– unbestimmt großen – Patientengruppe. Die „gegenwärtige Therapie der Neurasthenie“, erklärte
Sigmund Freud (1856-1939), „setzt sich das Ziel, die Besserung des nervösen Zustandes durch zwei
Momente: Schonung und Stärkung des Patienten zu erreichen. Ich wüsste nichts anderes gegen diese
Therapie vorzubringen, als dass sie den sexuellen Bedingungen des Falles keine Rechnung trägt [...] Die
27 Reitzer 1901, 9.
28 Ausgewertet wurden insgesamt 114 deutsch- und englischsprachige sowie einige jiddische Anthologien jüdischer Witze. Nicht mehr
berücksichtigt werden konnten an die 30 weitere Sammlungen, die mir erst zwischen Abschluss der Auswertung und Niederschrift dieser
Arbeit zugänglich wurden. Sollten honette Humorforscher die Validität meiner Witzenschaft gemindert sehen, da die ausgewerteten Titel
nicht eigens bibliographisch aufgelistet sind, will ich gerne alle erforderlichen Nachweise erbringen: Stellen Sie mir einen entsprechend
umfangreichen Publikationsort zur Verfügung!
76
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
Vernachlässigung dieses ätiologischen Gesichtspunktes rächt sich nachträglich, indem der scheinbar
so befriedigende Heilerfolg sich als sehr flüchtig erweist. Kurze Zeit, nachdem der Patient in seine
Lebensverhältnisse zurückgekehrt ist, stellen sich die Symptome des Leidens wieder ein [...] Es ist also
klar, dass die therapeutischen Aufgaben bei der Neurasthenie nicht in den Wasserheilanstalten, sondern
innerhalb der Lebensverhältnisse der Kranken in Angriff zu nehmen sind.“29
Zusammenhänge zwischen gesellschaftlicher Doppelmoral, unbefriedigtem Liebesleben und
psychosomatischem Leiden einmal angenommen, kann es nicht verwundern, wenn Kur und Sexualität
im jüdischen Witz eine so prominente Stellung einnehmen. Sollte es noch einer Bestätigung der
Psychoanalyse bedürfen, hier also wäre sie. Hatten ihre Kritiker nicht schon immer behauptet, die
Psychoanalyse sei ein Witz? Nicht jeder kann über ihn lachen. Eher schon darüber:
Rabbinowitz hat seine Frau nach Marienbad zur Kur geschickt. Nun will er sie besuchen. Vorher
kündigt er telegraphisch sein Kommen an. In Marienbad ist seine Frau nicht wie erwartet am
Bahnhof. Er eilt ins Hotel und findet sie in den Armen eines jungen Mannes. Wütend fährt er wieder
nach Hause, sucht den Rabbiner auf und erklärt, dass er sich scheiden lassen wolle.
„Rabbi“, klagt er, so was mir anzutun. Ich schufte wie ein Pferd und schicke sie nach Marienbad,
und als ich sie besuchen will, kommt sie nicht mal zum Bahnhof, sondern amüsiert sich im Hotel.“
Darauf sagt der Rabbi.
„Hör mal, vielleicht ist sie unschuldig.“
„Was heißt hier unschuldig?“ ruft Rabbinowitz.
„Nu, vielleicht hat sie das Telegramm nicht bekommen?“30
Dass Ehebruch, Kurschatten und andere Freuden zur Kur gehören wie das Amen in der Synagoge,
ist im jüdischen Witz eine ausgemachte Sache. Dabei unterhält er Beziehungen zur äußeren wie zur
inneren Realität. Bad und Kur sind imaginäre Orte. Selbst dann, wenn nichts von dem, was der jüdische
Kurwitz in immer wieder neuen Variationen durchgespielt, geschehen wäre – man wird doch wohl noch
wünschen dürfen?!
VII. Unser Hit
Nun zu einer weiteren quantitativen Auswertungsmethode der Witzenschaft. Wie Abbildung 2
erkennen lässt, weist unser nach dem – allerdings noch nicht etablierten – Joke Citation Index (JCI)
erstelltes Ranking exzellenter jüdischer Bad- und Kurwitze zwei Spitzenreiter mit gleichem Punktwert
aus. Ausschlaggebend für die Inthronisierung des definitiven Siegers erwies sich die Berücksichtigung
weiterer (graphisch nicht dargestellter) Parameter: Fehlt ein´s? firmierte nicht nur zehnmal als Badwitz,
sondern fünfmal als Kurwitz (d.h. das Bad gehörte zu einer Kureinrichtung); der Zweitplatzierte zwar
zehnmal ein Kurwitz, aber bloß einmal auch Badwitz. Aus Platzgründen können wir im Folgenden nur
auf unsere absolute Nummer Eins eingehen.
Witztitel
Fehlt eins?
Für meine Gesundheit ist mir nichts zu teuer
Lourdes
Wenn ich wär gesünd
Hat der Mann en Umsatz
Kapitalist
Und wo ist die Mütze?
Ich nehme jedes Jahr ein Bad
Synagoge für die Kurgäste
Neues Badhaus - Bodendielen
Abbildung 2: Top 10
29 Freud 1898, 503 f.
30 Drozdzynski, 1976, 219 (der Witz wurde von mir leicht gekürzt wiedergegeben, G.K.).
Anzahl
10
10
8
6
5
5
5
5
4
4
Witzart
Bad
Kur
Kur
Kur
Kur
Bad
Bad
Hygiene
Kur
Bad
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
77
Zwei Juden treffen in der Nähe des Badehauses zusammen.
„Hast Du genommen ein Bad?“ fragt der eine.
„Wieso“ fragt der andere dagegen, „fehlt eins?“31
Wie der Witz funktioniert, scheint klar: über die Verschiebung des Akzents von baden auf nehmen,
unter Ausnutzung eines Doppelsinns im Ausdruck ein Bad nehmen. „Der Witz kommt dadurch zustande,
dass die Antwort nicht an den vom Fragesteller beabsichtigten, sondern an den Nebensinn anknüpft.“32
Sehen wir uns die Szene genauer an. Von welcher Intention des Fragestellers lenkt die Antwort
eigentlich ab? Ob jenes Badehaus nun zu einer Kuranlage gehört oder nicht, ist zwar sekundär, verstärkt
jedoch, einmal angenommen, den Eindruck einer zumindest überflüssigen Frage. Einer konventionellen
Konversation, der unter Kur- oder Badegästen kaum jemand entgeht. Kaum. Solche fatale Situationen
kennt der jüdische Witz zuhauf.
Mit seiner Gegenfrage sprengt unser Protagonist mehr als nur das einengende Korsett kur- oder
badspezifischer Ungangsformen. Die eigentümliche Partizipialkonstruktion der Frage, ihre vorgezogene
Satzstellung des Verbs („Hast Du genommen ein Bad?“), kennzeichnet den Fragesteller als mauschelnden
Ostjuden. Was aber ist mit dem anderen? Seine Art Judentum bleibt unbestimmt. Der Witz schillert
anders, je nachdem, mit welcher Annahme wir diese Leerstelle füllen.
Handelt es sich um einen Assimilierten? Er reagiert, als ob er selbst kein Jude wäre. Seine Gegenfrage
schafft Distanz, weist das Angebot verbindlicher Gemeinsamkeit mit dem Anderen („Du“) zurück,
bestätigt es aber zugleich, indem sie das antisemitische Stereotyp des Juden als Dieb auf- und annimmt.
Selbstironisch gebrochen. Der Assimilierte sagt: So ein Jude (Dieb) bist Du. – So sind (wir) Juden.
Und falls der Zurückfragende ebenfalls Ostjude wäre? Die Pointe des Witzes erschiene schlichter,
wenngleich noch immer selbstironisch: Wir Juden sind Diebe.
Soll das schon alles gewesen sein? Es ist ja nicht so, dass der Zurückfragende allein vom intendierten
Sinn des Fragestellers ablenkt. Der Hauptsinn der Frage („baden“) wird ja auch festgehalten. „Hast Du
genommen ein Bad?“ birgt dann den ungläubigen Vorwurf: Du hast Dich doch nicht etwa gewaschen? Die
Intonation entscheidet. Nunmehr spielt der Witz mit dem antisemitischen Stereotyp des wasserscheuen,
des schmutzigen Juden. Erneut selbstironisch. Als ob der Fragende ein solcher Jude wäre und der
Antwortende nicht. Der ist sauber (ein Assimilationswilliger), muss sich maskieren. Zur Not auch
als Dieb. Immer noch besser als zu stinken. Daran würde man sofort erkannt. Gerade im Kurbad. –
Ostjuden oder Assimilierte, alle kriegen ihr Fett ab.
Der Gewinner unserer Hitparade hat die Palme verdient. Er ist ein wahrer all-inclusive Witz (eine
eierlegende Wollmilchsau). Grandios in seinen unaufhebbaren Mehrdeutigkeiten. Wie von selbst fließen
sie vom Kur- und Bad- zum Hygienewitz, dem peinlichen Schmuddelkind dieser Mischpoke.
VIII. Zum Hygienewitz
Wer von Kultur nicht reden will, sollte auch vom Hygienewitz schweigen. Wir aber wissen vom
Schicksal unseres stammesgeschichtlich ältesten Sinnesreizes, vom Riechen in der Zivilisation, kennen
die Sehnsucht nach dem Unteren, nach der unmittelbaren Vereinigung mit umgebender Natur, mit Erde
und Schlamm.33 Und zwar aus eigener Versagung.
31 Freud 1905, 50.
32 Ebd., 55. Dass „der Witz“ an diesem Witz „nicht in der Frage, sondern in der Antwort, der Gegenfrage liegt“, war für Freud (im
Unterschied zu Pareigis 2012, 95) nur ein vorläufiges Stadium seiner Analyse (Freud 1905, 50f.). Tatsächlich ist die Möglichkeit witziger
Bedeutungsverschiebungen nicht an die Form der Gegenfrage gebunden: “Eisik geht im Januar am Seeufer spazieren: Sieht er plötzlich seinen
Freund Löwenthal in einem Eisloch zappeln. `Löwenthal, bist Du eingebrochen?´ – `Nein, der Winter hat mich beim Baden überrascht!´“ (Martin
und Rothmann 2001, 32). – Ist die Struktur der Gegenfrage im Spitzenreiter unserer Hitparade spezifisch jüdisch? „Das talmudische Denken ist
ein Denken der Frage, die statt einer endgültigen Antwort Gegenfragen erzeugt [...] `Warum antwortet ihr Juden auf eine Frage immer mit einer
Gegenfrage?´ – `Warum nicht?´. Geht man von jener Koinzidenz vom Bersten des Sinns in Witz und Auslegung aus, wird man [...] verstehen,
dass ohne einen Sinn für Humor der Talmud und im weiteren das jüdische Denken ein Buch mit sieben Siegeln bleiben“ (Pareigis 2011,
101). Diese Analogie impliziert, dass Humor und Witz nicht dasselbe sind. Das ist groß gedacht, ohne sich bei fraglichen differentia specifica
aufzuhalten. – Nicht erst jüdische, sondern Witze als solche zeichnet die schlagfertige Replik aus: „Ein Professor stellt im Examen gerne Fragen,
die den Kandidaten in Verlegenheit bringen sollen. So fragt er einen Mediziner: `Sagen Sie einmal, wie lange kann ein Mensch ohne Gehirn leben?´
– `Entschuldigen Sie, Herr Professor, eine Gegenfrage: Wie alt sind Sie?´“ (Röhrich 1980, 17). – Auch die These vom Überlebenswert der jüdischen
Strategie unentwegter semantischer bzw. kontextueller Verschiebungen (Pareigis 2011) setzt (zumindest in den kurzsichtigen Augen eines
witzenschaftlichen Dilettanten) mehr voraus, als sie einlöst. Jenes Mehr am Witz, das in bloßem Überleben oder überleben Wollen nicht
aufgeht: Leben, Lust und Erfüllung. Und dies nicht etwa, weil Leben Lust und Erfüllung sei, sondern, weil es das nicht ist.
33 Horkheimer und Adorno 1947, 217.
78
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
„Bela, hast Du Dich schon gewaschen?“
„Ja Mameleben, schon gestern!“34
Was beim Kindl noch durchgeht und unbeschwert erheitert, ist beim Erwachsenen geächtet.
„Ich nehme jedes Jahr ein Bad – ob ich es nötig habe oder nicht!“35
Wer einem solchen Menschen begegnet, versteht auf einmal sogar das Wort Kulturbeutel. Der
Hygienewitz ermöglicht die Lust, dem verpönten Triebe wenigstens in der Vorstellung zu frönen. „Er ist
die elende Parodie der Erfüllung“.36 Trägt jenes Ich, dem sie gewährt wird, auf einmal den Namen Kohn,
Treitel oder Rabinowitz, wird aus dem Du bist wie ich ein jüdisches Er und Es. Doch eine Grenze ziehen
heißt, sie zu überschreiten. Wie in der Geschichte vom Ostjuden, der im Zug einschläft und dermaßen
laut schnarcht, dass Mitreisende (Gojim) ihm ein Stück Käse unter die Nase reiben. Darauf murmelt der
Jude:
„Sara, mein Goldchen, decke Dich zu – sie stinkt.“37
Schon in der Erstausgabe ihrer umstrittenen Anthologie hatte Salcia Landmann die These vertreten,
Witze, „die sich mit der angeblich mangelnden Körperreinlichkeit der Juden auseinandersetzen“, seien
„gar nicht jüdischen, sondern antisemitischen Ursprungs.“38 Dabei argumentierte sie normativ; dass
nicht sein kann, was nicht sein darf: Eine totale Verschmutzung des Körpers habe bei Einhaltung des
jüdischen Religionsgesetzes gar nicht eintreten können, es handele sich vielmehr um das uralte christliche
Vorurteil vom metaphysischen Gestank des ungetauften Juden.39 Unreflektiert blieb, inwiefern sich –
ungleich spezifischer – in jüdischen Hygienewitzen Irritationen verbürgerlichter Juden des deutschen
Kulturraums ausdrückten, die in der fremdartigen Erscheinung einwandernder Ostjuden ihre ohnehin
prekäre Integration gefährdet sahen. Dabei erkannte Landmann empirische Zusammenhänge durchaus
an, wenn sie ihren eigenen Vorurteilen entsprachen. So boten ihr „die Hippies mit ihren ungepflegten
Bärten und billigen Brillen oft genug auch rein äußerlich das Bild eines armen frommen Ostjuden.“40 In
den USA findet sich dazu sogar ein passender Witz (mit Heiratsvermittler, dem Schadchen).
The modern hippie is no latter-day phenomenon. He had his counterpart in the `old country´ as
witnesses this tale:
A young man with a scraggly, unkempt beard, his clothes filthy, his hair disheveled and uncut,
decided that he would continue his Bohemian way of life without working, by marrying a wealthy
girl. So he went to a shadchan.
The marriage broker made no effort to conceal his distaste for the unwashed speciemen before him,
but he did have a rich girl on his list who was seeking a husband.
“Take me to her right away,” cried the disreputable slob eagerly.
“Not in your condition,” protested the shadchan. “She´d have nothing to do with you. First you must
shave, comb your hair, take a bath and put on some clean clothes.”
“But suppose she still doesn´t like me?”
“In that case”, said the broker, “you can always dirty yourself up again.”41
Wir sehen: Selbst der jüdische Hygienewitz ist ein Akkulturationsphänomen; eine kreative Leistung,
eine szenische Symbolisierung historisch spezifischer Problemkonstellationen. Dies erhärtet erneut
unsere Witzenschaft. Die quantitativ-vergleichende Auswertung der drei Gattungen des Bad-, Kur34 Reitzer 1910, 22.
35 Landmann 2010, 670. Das schlichte Strickmuster, zumeist ohne erweiternde Mehrdeutigkeiten, erklärt wohl, warum es (trotz ihrer
absoluten Überzahl) keine weiteren Hygienewitze in unsere Top Ten geschafft haben.
36 Horkheimer und Adorno 1947, 217.
37 Die Darstellung dieser Pointe ist eine Kompilation aus Gilman 1997, 192 und Landmann 2010, 675.
38 Landmann 1960, 86 f. Was sie hier noch als „vermutlich“ formulierte, stand ihr später „ohne Zweifel“ fest (Landmann 2007, 61).
39 Landmann 2010, 40 und Landmann 1997, 265.
40 Landmann 1974, 37. Zur Wahrnehmung des Ostjuden als Verkörperung von Armut und Unsauberkeit im frühen 19. Jahrhundert siehe
Hüchtker 2003 und Wolff 2000.
41 Spalding 1973, 141.
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
79
und Hygienewitzes nach Ländern und Epochen ergab eine charakteristische Korrelation zwischen
Hygienewitzen und deutschsprachigen Publikationen (Abbildung 3).42 Ganz offenbar spielte das
Motiv des schmutzigen Juden im deutschsprachigen Witz seit dem ausgehenden 19. Jahrhundert eine
ungleich bedeutendere Rolle als im traditionellen ostjüdischen oder modernen angelsächsischen Witz.
Dieses Ergebnis erschiene noch ungleich dramatischer, wäre nicht bloß ein einziges Buch von Salcia
Landmann berücksichtigt worden. Ihr jedenfalls ist die massive Persistenz des jüdischen Hygienewitzes
im wiedervereinigten Deutschland nicht anzulasten.43
Abbildung 3: Hygienewitze in verschiedenen Kulturen
IX. Eine Art Unschärfe
Was es nicht alles gibt: antisemitische und jüdische Witze, antisemitische Witze, die zu jüdischen
Witzen werden, jüdische Witze, bevölkert von antisemitischen Zerrbildern. Überdies glaubt unsere
Witzenschaft noch etwas anderes entdeckt zu haben. Karikaturen von Juden, die Gojim auf sich selbst
beziehen. Witze, die das Leben spielt.
Abbildung 4 zeigt auf der Bildseite einer belgischen Postkarte aus dem Jahre 1913 eine touristische
Szene.44 Frau und Mann in zeittypischen Badekostümen. Beide Juden, rassisch-physiognomisch durch
die Form ihrer Nasen gekennzeichnet. Den Charakter der Fremden, des Anderen, des nicht ganz
Dazugehörenden, verraten Name und Sprache in jenem Satz, der die dargestellte Szene kommentiert.
„Non, Isaak, bas jatouiller“ („Nein, Isaak, nicht kitzeln“). „J“ statt „ch“. Mauscheln á la française. Die
Körperhaltung der Frau, insbesondere die der linken Hand, geben ihrer abwehrenden Pose zugleich
etwas Lockendes, Einverstandenes. Dann der Herannahende. Sein zupackendes Grinsen lässt erahnen,
dass er nicht gewillt ist, auf gute Sitten zu achten. Der Jude als personifizierte sexuelle Triebhaftigkeit.
42 In die Auswertung eingeflossen sind 100 Badwitze, 77 Kurwitze und 111 Hygienewitze.
43 Niemand hat den jüdischen Hygienewitzes so vor dem Vergessen bewahrt wie Landmann. Kein Wunder, dass ihr das nicht gedankt wurde.
Gewiss lassen sich jüdische Witze besser erzählen. Dass deren Protagonisten bei Landmann „genauso sind, genauso reden, genauso handeln
und vermutlich genauso aussehen, wie es der übelste Vulgär-Antisemitismus seit jeher wahrhaben wollte“ (Torberg 1961, 62), markiert
freilich nur die halbe Wahrheit. Wenn überhaupt. Es ist „unwesentlich, ob dieser oder jener Witz schlecht, d.h. geschmacklos ist; es gab diese
Witze nun einmal, und wir sollen uns damit auseinandersetzen, und zwar geschichtskritisch, nicht geschmackskritisch“ (Meyerowitz 1997,
119).
44 Pierett et Silvain 2009, 210.
80
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
Abbildung 4: Belgische Postkarte
Wer diese Postkarte gezeichnet oder vertrieben hat, wissen wir nicht. Ebenso wenig, wer sie kaufte
und verschickte. Was wir aber sehen ist, dass der jüdische „Isaak“ handschriftlich gestrichen und durch
„Albert“ ersetzt wurde. Natürlich gab es auch Juden dieses Vornamens. Albert könnte gleichwohl
Nichtjude gewesen sein. Eine bestimmte, befreundete, vertraute Person. Gerade über den Umweg,
über die Projektion auf den Juden, scheint es für Gojim möglich gewesen zu sein, intime, wenngleich
nicht ganz koschere Regungen als eigene zu bekennen. (Mitermöglicht wird dies zweifelsohne durch die
ambivalente Darstellung der Frau).45
Lässt sich aus dieser Möglichkeit in Belgien auf eine Unmöglichkeit im deutschsprachigen Fin de
Siecle schließen? Auch hier könnte die Lage vielschichtiger gewesen sein, als es die rückwirkende Macht
des faktischen Geschichtsverlaufs nahezulegen scheint. Zumindest gab es im böhmischen Bäderdreieck
jüdische Entertainer. „Ich hatte einmal Gelegenheit“, schrieb der Berliner Jude Edmund Edel (18631934) im Jahre 1909, „in Marienbad einem jüdischen Jargontheater beizuwohnen und konnte sehen, was
für kolossale Heiterkeit das Unterstreichen der Rasseneigentümlichkeiten beim Vortrag hervorbringt.“46
Müssen wir annehmen, dass Gojim jüdische Selbstkarikaturen immer nur auslachten, niemals aber
dabei auch über sich selber? Dass es überhaupt kein Miteinander lachen gab?47
X. Aus dem Niemandsland
Es gibt jüdische Witze aus dem Dritten Reich, über Nazis, in Konzentrationslagern. Nur Bad- und
Kurwitze sind mir keine begegnet. Bis auf einen. Unverhofft, deplaziert, wie könnte es anders sein,
tauchte er auf. Erzählt von Insassen des Warschauer Ghettos. Die wandelnden Leichen ausgezehrter
Juden vor Augen, deren Bilder wir alle kennen und keiner versteht, bemerkt der eine zum anderen:
45 „Da hinsichtlich der zeitgenössischen Wahrnehmung der [judenfeindlichen] Bilder durch Laien nur spekuliert werden kann“ (Schäfer 2005,
72), liefert unsere Witzenschaft mit dem analysierten Beispiel einen bescheidenen Beitrag zum Iconic Turn in den der Kulturwissenschaften.
Jedenfalls ist mir nicht in Erinnerung, dass ein vergleichbarer Fall in der Literatur über judenfeindliche (Bad- und Kur-) Postkarten im
deutschen Sprachraum bemerkt worden wäre. Vgl. Gold und Heuberger 1999, Jüdisches Museum Wien 1995.
46 Edel 1909, 55.
47 Bis auf diesen Hinweis auf die Existenz eines Jargontheaters in Marienbad ist mir hierzu bislang nichts bekannt. Dass sich die jüdischen
Schauspieler hier vor nichtjüdischem Publikum „prostituiert“ hätten (ebd.), war zwar keine Einzelmeinung, aber auch nicht verbindlich (Otte
2001, 124 f. et passim). Zur reflexiven Unschärfe unserer Einschätzung des Wilhelminischen Kaiserreichs aus der nachträglichen Perspektive
zur Endlösung der Judenfrage vgl. Kreft 2003, 389 bzw. Kreft 2005, 118 ff.
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
81
They no longer have to travel to Carlsbad, for the spa has come to them.48
Noch im opaken Zwielicht zwischen Leben und Sterben ist das Kurbad präsent. Als Schimäre der
Rettung. Wer Karlsbad überlebt hat ... Eindrücklicher lässt sich sein Rang in der Vorstellungswelt jenes
Judentums, das in der Endlösung vernichtet wurde, kaum verdeutlichen.
Und auch Motive des jüdischen Hygienewitzes gingen nicht unverwandelt durch die Vernichtungslager.
Beispielsweise in der deutschen Ausgabe von „La Danse de Gengis Cohn“, geschrieben von dem in
Litauen geborenen, in Frankreich lebenden jüdischen Schriftsteller Romain Gary (1914-1980). Hier
wird der einstige SS-Führer Schatz, inzwischen Kriminalhauptkommissar im bundesrepublikanischen
Nachkriegsdeutschland, heimgesucht von einem Dybukk, einem Untoten, dem Geist eines auf seinen
Befehl hin erschossenen ostjüdischen Kabarettisten, dessen Gegenwart er sich zu erwehren sucht.
„Ich hatte meine Befehle! Befehle, Cohn! Ich habe nur meine Pflicht erfüllt. Ich möchte nun ein für
allemal von diesen Beschuldigungen reingewaschen werden. Mehr will ich nicht als mich rein fühlen.“49
Irgendwann muss damit doch einmal Schluss sein. Wir kennen das. Wie der Dialog allerdings weiterging,
durfte der deutschsprachige Leser nicht erfahren.
Clean? Jawohl, very good, at your service. I instantly appear in front of Schatz, soap in hand. I like
to help people. I´m a good dybukk. The Commissioner notices the bar of soap, screams, jumps up,
knocking over his chair.
“Soap? What soap? For twenty years I haven´t touched a bar of soap! You never know who´s in it!”
I hold that soap under his nose, with an inviting gesture. The Commissioner points at it with a
trembling hand.
“Who is that, huh?” he screams. “Who is it, that soap?”
I shrug my shoulders. How should I know? It was mass production, they made soap wholesale,
nobody marked Jasza Geshundheit or Tsatsa Sardinenfish on it. Those were difficult times. Germany
was short of essential commodities. “I refuse,” bellows the Commissioner. “It looks filthy, your soap.
It´s not a good, honest, Catholic soap…”
[…] But he´s mistaken. This is luxury soap. I heard an SS at Auschwitz admit it himself, with a
big belly laugh. “This is a de luxe cake of soap, because it was made with the chosen people.” In
German, a khokhme [Weisheit] is called a Witz. I put my soap back in my pocket and sink deeper
into Schatzchen´s subconscious.50
Dass vergaste Juden zu Seife verarbeitet wurden, ist Gerücht und Legende.51 Diese Tatsachenfeststellung
reicht jedoch nicht hin, um die Streichung einer Seite und mehr aus einem Werk der fiktionalen Literatur
zu erklären. Offenbar waren nicht nur der Ex-SS-Mann Schatz, sondern auch Lektoren deutscher
Verlage seinerzeit von Dybukks besessen. Als ob diese ihnen die Vorstellung verdorben hätten – jene
elende Parodie der Erfüllung. Man macht hierzulande keine Witze über Deutsche, in denen Juden
vorkommen.52
XI. Ich darf das nicht, ich bin kein Jude
Mein Dybukk setzt mir zu. Mit Sätzen, wie in Stein gemeißelt: Der Schein hat sich so konzentriert,
dass ihn zu durchschauen objektiv den Charakter der Halluzination gewinnt. Oder: Suspekt ist nicht die
Darstellung der Wirklichkeit als Hölle, sondern die routinierte Aufforderung, aus ihr auszubrechen.53
48 Lipman 1991, 145.
49 Gary 1967, 109.
50 Gary 1968, 84 f.; vgl. Gary 1967a, 90 f.
51 Neander 2006; Neander 2004.
52 Das war in den USA zwar anders, aber nicht besser. Auch hier haben Dybukks „The Dance of Gengis Cohn“ bereinigt. „`O nein!´ schreit
Schatz. `Wir Deutsche werden es nicht dulden, dass man den Juden zu nahe tritt!´ Es läuft mir kalt über den Rücken. Plötzlich ahne ich, dass
eine furchtbare Gefahr unsere Rasse bedroht, die Gefahr von Nazis, die keine Antisemiten sind. Stellen Sie sich einmal vor, was für einen
Schaden ein Hitler anrichten kann, der nichts gegen Juden hätte, im Gegenteil, der nur gegen die Schwarzen wäre!“ (Gary 1967, 137). In der
US-amerikanischen Version lautet der zuletzt zitierte Satz: „Just think of the terrible, irreparable harm that could be done to us by a new Hitler
who was not at all against the Jews, who was only against the Chinese?” (Gary 1968, 101; kursiv von G.K.). Siehe dazu auch Poier-Bernhard
2007 und Kauffmann 1998.
53 Horkheimer und Adorno 1947, 241 und 307.
82
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
Wie kann man Leser in eine solche Welt entlassen? Gewiss, ein Spritzer negative Theologie würde für
alle an unserer Tagung beteiligten Kulturen reichen.54 Am liebsten würde ich Ihnen empfehlen: Machen
Sie eine Kur! Warum nicht in Bursa? Dort treffen Sie nur arabische Touristen, hören kein Wort Deutsch,
es sei denn, aus Türkenmund, und freundliche Sephardim zeigen Ihnen ihre Synagogen, selbst wenn
diese eigentlich geschlossen sind. Doch meine Frau, was wäre ich ohne sie, hat natürlich recht: Eine Kur
– das ist ja gut und schön. Aber bis dahin kann es noch dauern. Nehmen Sie sich also eine Genossin zum
Vorbild. Immerhin ist die UDSSR inzwischen Geschichte.
You won´t find this in Pravda.
“Comrade Shapiro, we want to do an article on the life of the typical female Soviet citizen,” explained
the journalist. “How do you spend an average day?”
“I wake up at 5 a.m., prepare breakfast for my family, take the children to school, rush to my job,
spend the whole day at work, rush to school to pick up the children and take them home, stand
in line for hours to do the shopping, do the laundry and house cleaning, prepare dinner, wash the
dishes, put the children to sleep, do some ironing for my husband, and go to sleep,” she replied on
one breath.
“And what do you do in your free time?” the journalist continued.
“Go to the bathroom,” was the forthright reply.
Warum dieser Witz als Jewish political humor erschien, 55 kann ich nicht erklären. Ich bin halt a Goj.
Gleichwohl: You don´t have to be Jewish um zu verstehen. Er ist nicht lustig.
Literatur
Bajohr, Frank (2003): »Unser Hotel ist judenfrei«. Bäder-Antisemitismus im 19. und 20. Jahrhundert. Frankfurt am Main 2003.
Brenner, Michael (2001): Zwischen Marienbad und Norderney: der Kurort als »Jewish Space«. In: Orte und Räume. Hrsg. v. Gisela Dachs
(Jüdischer Almanach des Leo Baeck Instituts). Frankfurt am Main 2001, S. 119-137.
Darby, Robert (2005): A Surgical Temptation. The Domestization of the Foreskin and the Rise of Circumcision in Britain. Chicago/London 2005.
Davies, Christie (1986): Jewish Jokes, Anti-Semitic Jokes and Hebredonian Jokes. In: Jewish Humor. Edited by Avner Ziv. Zweite Auflage.
Brunswick, N.J., 1998, S. 75-96.
Davies, Christie (1990): An explanation of Jewish jokes about Jewish women. In: Humor 3-4 (1990), S. 363-378.
Drozdzynski, Alexander (1974): Jiddische Witze und Schmonzes. Düsseldorf 1974.
Freud, Sigmund (1898): Die Sexualität in der Ätiologie der Neurosen. In: Ders. Gesammelte Werke Band I. Fünfte Auflage. Frankfurt am Main,
S. 491-516.
Freud, Sigmund (1905): Der Witz und seine Beziehung zum Unbewussten. In: Ders. Gesammelte Schriften Band VI. Sechste Auflage, Frankfurt
am Main 1978.
Fuchs, Esther (1986): Humor and Sexism. The Case of the Jewish Joke. In: Jewish Humor. Edited by Avner Ziv. Zweite Auflage. Brunswick, N.J.,
1998, S. 111-122.
Gary, Romain (1967): Der Tanz des Dschingis Cohn. München 1967.
Gary Romain (1967a): La Danse de Gensis Cohn. Paris 1967
Gary, Romain (1968): The Dance of Genghis Cohn. New York/Cleveland 1968.
Gilman, Sander L. (1994): Freud, Identität und Geschlecht. Frankfurt am Main 1994.
Gilman, Sander L. (1998): Die schlauen Juden. Über ein dummes Vorurteil. Hildesheim 1993.
Glick, Leonard B. (2005): Marked in your Flesh: Circumcision from Ancient Judea to Modern America. New York 2005.
Gold und Heuberger (1999): Abgestempelt. Judenfeindliche Postkarten. Hrsg. v. Helmut Gold und Georg Heuberger. Frankfurt am Main/
Heidelberg 1999.
Guttstedt, Corry (2008): Die Türkei, die Juden und der Holocaust. Berlin/Hamburg 2008.
Harris, David und Rabinovich, Izrail (1988): The Jokes of Oppression. Northvale, N.J., 1988.
Hüchtker, Dietlind (2002): Der »Schmutz der Juden« und die »Unsittlichkeit der Weiber«. Ein Vergleich der Repräsentation von Armut in Stadtund Reisebeschreibungen von Galizien und Berlin (Ende des 18./Mitte des 19. Jahrhunderts). In: Zeitschrift für Ostmitteleuropaforschung
51 (2002), Heft 2, S. 351-369.
Jüdisches Museum der Stadt Wien (1995): Die Macht der Bilder. Antisemitische Vorurteile und Mythen. Hrsg. v. Jüdischen Museum der Stadt
Wien. Wien 1995.
Kauffman, Judith (1998): Gallows Humor and Jewish Humor. A reading of “The Dance of Genghis Cohn”, by Romain Gary. In: Jewish Humor.
Edited by Avner Ziv. Zweite Auflage. Brunswick, N.J., 1998, S. 99-108.
Kreft, Gerald (2003): Tilly Edinger im Kontext ihrer deutsch-jüdischen Familiengeschichte. In: Tilly Edinger – Leben und Werk einer jüdischen
Wissenschaftlerin. Hrsg. v. Rolf Kohring und Gerald Kreft. Stuttgart 2003, S. 385-608.
54 Es sind schon ganz andere dafür erschlagen worden, weil sie immer dieselben jüdischen Witze erzählten (ich sage nur: Kain und Abel). Den
Witz, mit dem ich meinen mündlichen Vortrag in Bursa beendete, steht schon in Kreft 2012: „1945. Der liebe Gott hat beschlossen, sich wieder
einmal persönlich auf der Erde umzusehen und Gutes zu tun. In einem Park sieht er auf einer Bank einen Mann sitzen, der verzweifelt vor sich hin
weint. - Der liebe Gott geht auf ihn zu und sagt freundlich: `Sag mir, was Dir fehlt, ich bin allmächtig und kann Dir sicher helfen.´ Der Mann schweigt
und schluchzt noch lauter. ´Willst Du mir nicht doch sagen, worin Dein Kummer besteht?´ Der Mann schluchzt weiter. Endlich, bei der dritten
Aufforderung, stößt er bitter hervor: `Ich bin Jude.´ Da setzt sich der liebe Gott neben ihn und weint noch viel verzweifelter.“ – Zum theologischen
Abschied vom allmächtigen Gott siehe Schiwy 1995.
55 Harris and Rabinovich 1988, 148 f.
„Hast Du Genommen Ein Bad?“ Bad und Kur Im Jüdischen Witz
83
Kreft, Gerald (2005): Deutsch-jüdische Geschichte und Hirnforschung. Ludwig Edingers Neurologisches Institut in Frankfurt am Main. Frankfurt
am Main 2005.
Kreft, Gerald (2012): „...nehmen sie danach ein kaltes Bad“. Das Bild des Arztes im jüdischen Witz. In: Der jüdische Arzt in Kunst und Kultur. Hrsg.
v. Caris-Petra Heidel (Medizin und Judentum 11). Frankfurt am Main 2012, S. 59-87.
Kreft, Gerald und Lilienthal, Ulrich (2011): „... beşeriyetin ezeli ve lâyetegayyer ahlâkî gayesi ...“/„... das ewige und unveränderliche moralische
Ziel der Menschheit ...“ Philipp Schwartz (1894-1977): Drei Vorträge in Istanbul (1936-1944). In: Jüdische Medizin – Jüdisches in der Medizin
– Medizin der Juden? Hrsg. v. Caris-Petra Heidel (Medizin und Judentum 10). Frankfurt am Main 2011. Corrigendum:
http://www.mabuse-verlag.de/chameleon//outbox//public/4/Corrigendum_Kreft_Lilienthal.pdf
Landmann, Salcia (1960): Der Jüdische Witz. Soziologie und Sammlung. Olten/ Freiburg im Breisgau 1960.
Landmann, Salcia (1974): Juden und Nichtjuden – Wirkung und Rückwirkung. In: Dies.: Der ewige Jude. München 1974, S. 9-37.
Landmann, Salcia (1997): Als sie noch lachten. Das war der jüdische Witz. München 1997.
Landmann, Salcia (2007): Jüdische Witze. Der Klassiker. München 1980.
Landmann, Salcia (2010): Der jüdische Witz. Soziologie und Sammlung. Vollständig neu bearbeitete und wesentlich ergänzte Ausgabe. 15.
Auflage. Olten 2012.
Lipman, Steve (1991): Laughter in Hell. The Use of Humor during the Holocaust. Northvale, N.J. 1991.
Martin, Andreas und Rothmann, Robert (2001): Nu, man lacht! Jüdische Witze und Anekdoten. Leipzig 2001.
Meyerowitz, Jan (1997): Der echte jüdische Witz. Zweite Auflage. Berlin 1997.
Mendelsohn, S. Felix (1956): Let Laughter Ring. Siebte Auflage. Philadelphina 1956.
Miller, Carolyn (1993): Are Jews Funnier than Non-Jews? In: Semites and Stereotypes. Characteristis of Jewish Humor. Edited by Aver Ziv und
Anat Zajdman. Westport, CT, 1993, S. 59-69.
Minkoff, David (2005): Oy! The Ultimate Book of Jewish Jokes. New York 2005.
Moszkowski, Alexander (1911): Die jüdische Kiste. Der unsterblichen Kiste zweiter Teil. 399 Juwelen. Berlin 1911.
Musiol, Anna Zofia (2012): Erinnern und Vergessen. Erinnerungskulturen im Lichte der deutschen und polnischen Vergangenheitsdebatten.
Wiesbaden 2012.
Neander, Joachim (2004): „Seife aus Judenfett“ – Zur Wirkungsgeschichte einer urban legend.
http://www.history.ucsb.edu/faculty/marcuse/dachau/legends/NeanderSoap049.htm.
Neander, Joachim (2006): The Danzig Soap Case: Facts and Legends around „Profesor Spanner“ and the Danzig Anatomie Institute 1944-1945.
In: German Studies Review 29, No.1 (2006), pp. 63-86.
Olsvanger, Immanuel (1935): Rejte Pomeranzen. Ostjüdische Schwänke und Erzählungen. Berlin 1935.
Omeinsager, Mortche (1865-1870): Was meinen Sie, wie gesund das ist. Gedichte und Scherze in jüdischer Mundart Nr. 23. Berlin [ca. 18651870].
Otte, Marline (2001): Eine Welt für sich? Bürger im Jargontheater. In: Bürger – Juden – Deutsche. Zur Geschichte von Vielfalt und Differenz 18001933. Hrsg. v. Andreas Gotzmann, Rainer Liedtke und Till van Rahden. Tübingen 2001, S. 121-146.
Ouaknin, Marc-Alain und Rotnemer, Dory (1998): Die große Welt des jüdischen Humors. Stuttgart 1998.
Pareigis, Christina: »Der Beredsamkeit der Sieger den Hals umdrehen«. Jüdischer Humor als Strategie zum Überleben. In: Überleben. Historische
und aktuelle Konstellationen. Hrsg. v. Falko Schmieder. München 2011, S. 93-108.
Pareigis, Christina (2012): Ödipus, Schnödipus. Der jüdische Witz und seine Beziehung zur Psychoanalyse. In: Der jüdische Arzt in Kunst und
Kultur. Hrsg. v. Caris-Petra Heidel (Medizin und Judentum 11). Frankfurt am Main 2012, S. 89-100.
Poier-Bernhard, Astrid (2007): La Danse de Gengis Cohn – von und „in“ Romain Gary. Mit Blick auf zwei Passagen, die dem deutschsprachigen
Publikum vorenthalten wurden. http://www.findthatdoc.com/search-5718245-hDOC/download-documents-2005-05-0144.doc.htm
Polonsky und Michlic (2004): The neighbors respond. The controversy over the Jedwabne massacre in Poland. Edited by Antony Polonsky and
Joanna B. Michlic. Princeton, N.J., 2004.
Raskin, Richard (1992): Life is like a Glass of Tea. Studies of Classic Jewish Jokes. Aarhus 1992.
Raskin, Richard (1993): The Origin and Evolution of a Classic Jewish Joke. In: Semites and Stereotypes: characteristics of Jewish humor. Edited
by Aver Ziv und Anat Zajdman. Westport, CT, 1993, S. 87-104.
Reitzer, Avrom (1901): Rebbach. Rituelle Scherze, Lozelech, Meisses und koschere Schmonzes für unsere Leut. Wien/Leipzig [Dritte Auflage,
1901].
Reitzer, Avrom (1902): Solem Alechem. Nix für Kinder. E Waggon feiner, rescher saftiger Lozelech, Schmonzes tekef pickfeiner Schmüs für
unsere Leit. Wien/Leipzig [Zweite Auflage, 1902].
Reitzer, Avrom (1910): Gut Jontev. Rituelle Scherze und koschere Schmonzes für ünsere Leut. Wien/Leipzig [Zweite Auflage, 1910].
Rörich, Lutz: Der Witz. Seine Formen und Funktionen. München 1980.
Saper, Bernard (1993): Since when is Jewish Humor not Anti-Semitic? In: Semites and Stereotypes: characteristics of Jewish humor. Edited by
Aver Ziv und Anat Zajdman Westport, CT, 1993, S. 71-86.
Schäfer, Julia (2005): Vermessen – gezeichnet – verlacht. Judenbilder in polulären Zeitschriften 1918-1933. Frankfurt am Main 2005.
Schiwy, Günther (1995): Abschied vom allmächtigen Gott. München 1995.
Slonim, Rivkah (1996): Understanding Mikvah and the Laws of Family Purity. In: Total Immersion. A Mikvah Anthology. Edited by Rokvah Slonim.
Northvale, N.J./London 1996, S. xxiii-xxxvi.
Spalding, Henry D. (1973): Encyclopedia of Jewish Humor. From Biblical Times to the Modern Age. Vierte Auflage. New York 1973.
Torberg, Friedrich (1961): „Wai geschrien!“ oder Salcia Landmann ermordet den jüdischen Witz. Anmerkungen zu einem beunruhigenden
Bestseller. In: Der Monat 14 (1961), S. 48-65.
Triedl-Zadoff, Mirjam (2007): Nächstes Jahr in Marienbad. Gegenwelten jüdischer Kulturen der Moderne. Göttingen 2007.
Weiss, Ilan (2010): Sex am Sabbat? Moderne jüdische Witze. Leipzig 2010.
Wolff, Eberhard (2000): Juden als Verkörperung von Armut und Unsauberkeit in ärztlichen Berichten über die Choleraepidemie in Osteuropa
1830/31. In: Judentum und Armut in Mittel- und Osteuropa. Hrsg. v. Stefi Jersch-Wenzel. Körn/Weimar/Berlin 2000, S. 123-148.
Wüst, Hans Werner (2001): Massel braucht der Mensch. Der klassische jüdische Witz. München 2011.
DIE BEHANDLUNG PSYCHISCHER STÖRUNGEN UND
FUNKTIONELLER ERKRANKUNGEN in DEUTSCHEN
NATURHEILANSTALTEN VOR DEM ERSTEN WELTKRIEG
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDE ALMAN DOĞAL TEDAVİ KURUMLARINDA RUHSAL
BOZUKLUKLARIN ve FONNKSİYONEL HASTALIKLARIN TEDAVİLERİ
Marina Lienert*
*Dr., Technische Universität Dresden Medizinische Fakultät Carl Gustav Carus Institut für Geschichte der Medizin/
Dresden Üniversitesi Carl Gustav Carus Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü
Özet
Hafif psikiyatrik hastalıkların ve fonksiyonel bozuklukların tedavisi, Alman dilini konuşan ülkeler içerisinde geleneksel olanak Sanatoryumlar
ve Su tedavileri yapılan yerlerde gerçekleştirilmiştir. 1880’li yıllardan itibaren Asabiye Kurumları, bu hastaların bir kısmına bakmaya başlamışsa
da, 20. yy. başından I. Dünya Savaşı’na kadar olan, “asabi zaman” denilen süreçte de bu hastaların bir çoğu, Doğal Tedavi Sanatoryumlarında
ya da Okul tıbbı anlayışıyla hizmet veren Sanatoryumlarda bakılmışlardır. Doğal tedaviler uygulayan hekimler, ruh ve bedenin bir birim
olmasından hareket ettikleri ve her psikolojik bozuklukta sinir sistemi dokusunun hastalandığını düşündüklerinden, onların öngördükleri
tedaviler, psikoterapötik etki taşıyan fiziksel düzenlemeler olmuştur (güneş ışığı altında ve açık havada hareket, banyolar, beslenmeyi
düzenleme, elektrotıbbi yöntemler vd.) Bunun için, o zamanlar modern olan telkin ve hipnoz, meşguliyet terapileri ve davranış terapilerine baş
vurmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı öncesindeki bir Doğal Tedavi Merkezi’ni örneklemek üzere Lahmann’ın Dresden’daki Sanatoryumu Weißer
Hirsch [Beyaz Geyik] tanıtılacaktır.
Von Edward Shorter stammt die These, dass die Ursprünge der Psychotherapie in den deutschen
Kaltwasserheilanstalten des 19. Jahrhunderts zu suchen seien: »Seit 150 Jahren haben die deutschen
(Kalt-)Wasserheilanstalten eine therapeutische Rolle in der Behandlung funktioneller Erkrankungen
gehabt. «1 Während insbesondere seit dem zweiten Drittel des 19. Jahrhunderts mit Entwicklung der
naturwissenschaftlich fundierten Medizin viele Schulmediziner (akademische gebildete und approbierte
Ärzte) die Meinung vertraten, dass jede Krankheit auf ein „Krankheitssubstrat“ zurückzuführen sei, also
eine organische Ursache haben müsse, hingen die Naturheilkundler weiter der seit der Antike tradierten
und von der romantischen Medizin in Deutschland wiederbelebten Auffassung an, dass jeder Mensch
individuell in seiner Einheit von Psyche und Leib betrachtet werden müsse und seelische Probleme sehr
wohl organische Erkrankungen hervorrufen können und umgekehrt.
Vorgeschichte
Die von Vinzenz Prießnitz (1799-1851) seit den 1830er Jahren äußerst erfolgreich praktizierte
Kaltwasserheilkunde, eine unblutige und arzneilose Heilweise, gewann rasch viele Anhänger.2 Von
1833 bis 1855 gründeten medizinische Laien, aber auch Ärzte mindestens 150 Kaltwasserheilanstalten.3
Weitere Laienpraktiker, wie Johann Schroth (1798-1856) und Arnold Rikli (1823-1906), entwickelten
weitere heilkundliche Konzepte, die alle so genannte natürlicher Heilfaktoren nutzten: feuchte Wärme,
Fasten, Licht und Luft.
Der bayrische Militärarzt Lorenz Gleich (1789-1865) bot diesen nebeneinander bestehenden
Heilsystemen eine verbindende theoretische Basis, indem er Mitte des 19. Jahrhunderts den Begriff
der Naturheilkunde definierte. Dafür verwendete er die »Ur-Gesundheitskunde« von Ernst Mahner
(eigentlich Carl Friedrich Wilhelm Schlemmer, 1808-1876). Gleich ersetzte die Vorsilbe »Ur« durch
das Wort »Natur« und postulierte, »dass dieselben Lebenselemente, […] welche Gesundheit und Leben
eines Organismus ungetrübt zu erhalten vermögen, richtig und rechtzeitig nach den Anforderungen
des Naturinstinkts gemäß den Regeln des Naturheilverfahrens auf den Organismus angewandt, auch in
allen nur erdenkbaren Krankheitsformen, den jedem Organismus innewohnenden in und durch sich
selbst thätigen Lebenstrieb anregen, und somit […] die Heilung veranlassen […]«.4 Damit waren alle als
»natürlich« oder »naturgemäß« geltenden alternativen Heilverfahren in die Naturheilkunde einbezogen
und konnten um weitere Verfahren ergänzt werden.
Dazu gehörte die vegetarische Lebensweise, deren Heilpotential von Theodor Hahn (1824-1883) in
die Naturheilkunde eingeführt wurde. Untersucht man seine Auffassungen zur Krankheitsentstehung,
so findet man einen bemerkenswerten Unterschied zu den naturwissenschaftlich geprägten Ansichten
84
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
85
der Ärzte seiner Zeit, da Hahn auch psychische Probleme als ursächlich für die Erkrankung eines
„Nervengewebes“ ansah : »Jede Störung des gesunden Zustandes des Organismus hat eine materielle
Grundlage, sei es als Ursache, sei es als Folge.«5 Funktionelle Störungen und alle anderen psychischen
Erkrankungen konnten demnach als Ursache haben »einseitige, verkehrte Geistesrichtung in der
Erziehung, widrige, das Gemüth tief aufregende, erschütternde oder langsam verzehrende Ereignisse
und Erlebnisse, Überanstrengungen und rauhe, harte Schicksale oder umgekehrt thatenloses,
Geist und Gemüth verflachendes, den Körper verweichlichendes Leben, Gemüthsweichheit und –
Empfindsamkeit oder endlich Gemüths- oder Sittenroheit, niedere Sinnlichkeit […] alle möglichen
tieferen constitutionellen und organischen, chronische wie akute Krankheiten, Krankheiten des Hirns
insbesondere […]«.6 Demzufolge musste das erkrankte Nervengewebe physisch behandelt werden,
andererseits auch die zur Erkrankung führenden seelischen Probleme behoben werden. Die Patienten
wurden mit der Anerkennung einer organischen Erkrankung psychisch entlastet – sie waren nicht
Schuld an ihrem Zustand – und akzeptierten infolgedessen eher auch eine seelische Beeinflussung.
Die Heilungs- und Besserungsraten bei heute so genenannten funktionellen Störungen lagen in
den Naturheilanstalten daher, wenn man ihre Beliebtheit gerade bei dieser Klientel als Gradmesser
heranzieht, relativ hoch.
Geleitet wurden die Naturheilsanatorien zumeist von Naturärzten – akademisch gebildeten,
approbierten Ärzten, die sich der Naturheilkunde zugewandt hatten. Wenn Naturheiler, also Personen
ohne ärztliche Approbation, einem Sanatorium vorstanden, verfügten diese oft über eine charismatische
Ausstrahlung und ein ausgeprägtes Einfühlungsvermögen, gespeist aus gesundem Menschenverstand.
Erfolgreichen Sanatorien standen in der Regel beeindruckende Persönlichkeiten vor, die ihren Patienten
zumindest den Eindruck vermittelten, dass sie sich aller seelischen und leiblichen Probleme annehmen
würden.
Das ›nervöse Zeitalter‹
Die Zeit um 1900 wird auch das ›nervöse Zeitalter‹ genannt. Viele Schulmediziner empfahlen wie
der Jenenser Psychiater Otto Binswanger (1852-1929) allen Neurasthenikern den Aufenthalt in einer
Nervenklinik oder einer Wasserheilanstalt.7 Diese stellten damals einen bedeutenden Anteil an der
Klientel der Naturheilanstalten. Als die Diagnose Neurasthenie nicht mehr nur den Bildungsbürgern,
Beamten und Geschäftsleuten vorbehalten blieb, sondern auch zunehmend Arbeitern und Angestellten
zugestanden wurde, erfolgte ihre Verknüpfung mit dem Entartungs-Diskurs, der bereits von einer
breiteren Öffentlichkeit geführt wurde.8 Die Naturärzte nahmen an dieser Diskussion selbstverständlich
teil. Obwohl sie von der naturwissenschaftlichen Medizin teilweise ignoriert oder sogar bekämpft
wurden, hatten sie ihrerseits alles ihnen sinnvoll Erscheinende aus der Schulmedizin in ihren
Therapiekanon aufgenommen, wie in den letzten Jahrzehnten des 19. Jahrhunderts die modernen
psychotherapeutischen Verfahren der Hypnose und Suggestion nach Jean-Marie Charcot (1825-1895)
und Hippolyte Bernheim (1837-1919).9
Um 1900 war es also durchaus den meisten Naturärzten eine Selbstverständlichkeit, dass »die
ungesunden sozialen Verhältnisse eine der Hauptursachen für die zunehmende Degeneration, für die
Vermehrung der Nerven- und Geisteskrankheiten bildet. Wie ein Teil des Volkes durch Überarbeitung,
so degeneriert ein anderer durch Unthätigkeit, durch freiwillige und erzwungene Muße.«10 Exemplarisch
soll die Auffassung Peter Simon Ziegelroths (gest. 1930)11 herangezogen werden, der neben den
sozialen Einflüssen auch die vererbten Anlagen ursächlich für die Ausbildung einer Nervenkrankheit
ansah: »Was wir erben, ist nicht die Krankheit, sondern die Disposition, ein gewisses labiles
Gleichgewicht unserer Nervensubstanz.« Daraus schlussfolgerte er: »Leben wir mit unserer Disposition
unzweckmäßig, unhygienisch weiter, dann kann allerdings aus der Disposition die Krankheit werden,
die umso ernster sein kann, je stärker wir belastet und je mehr wir die Grundregeln der Hygieine mit
Füßen treten.«12 Eine gesunde Lebensweise konnte also einer Disposition entgegenwirken, man war
ihr nicht ausgeliefert. Nervöse Störungen sollten demnach naturheilkundlich behandelbar sein, wozu
die Naturärzte psychotherapeutische Verfahren zählten, waren diese doch unblutig und bedienten sich
keiner Medikamente: »Wir verstehen sonach […], dass der Arzt in der hypnotischen Suggestion, in
der seelischen Beeinflussung ein gewaltiges Hilfsmittel für die Behandlung vieler nervöser Krankheiten
hat.«13
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
86
Der eben zitierte Peter Simon Ziegelroth hatte sich seine naturheilkundlichen Kenntnisse während
seiner Tätigkeit als Assistenzarzt an Lahmann’s Sanatorium Weißer Hirsch (bei Dresden) angeeignet.
Sein Lehrer war der Naturarzt Heinrich Lahmann (1860-1905). 14 Dieser vertrat die Auffassung: »Wir
müssen [das Nervensystem] schulen, systematisch kräftigen. Allerdings ist die Sache nicht so einfach
wie bei dem Muskelsystem, da wir das Nervensystem fast nur mittelbar beeinflussen können. Um aber
zu wissen, wie man das Nervensystem durch Vermittlung, der Ernährung, der Muskeltätigkeit, des
Hautorganes, der Schleimhäute, ferner durch mechanische Einwirkungen (Massage usw.) und endlich
durch seelische Behandlung beeinflussen kann, dazu gehört die umfassendste ärztliche, physiologische
und soziologische Bildung, die man selbst bei Nervenspezialisten oft nicht vereint findet […]«.15
Die Patientenklientel
Seit seiner Gründung 1888 hatte Lahmann das Sanatorium zu einem der größten und international
bekanntesten Naturheilsanatorien entwickelt. Hier kurten Angehörige der deutschen kaiserlichen
Familie ebenso wie russische Adlige und Künstler. Heinrich Lahmann hatte ein pathologisches Konzept
zur Begründung der Naturheilkunde entworfen und aus diesem Konsequenzen für die Ernährung
gezogen. Viele Naturheilsanatorien warben mit einer „Diät nach Lahmann“. Lahmann’s Sanatorium
galt also damals in vielerlei Hinsicht als nachahmenswert und soll deshalb als Beispiel dafür dienen,
mit welchen Verfahren an psychischen Auffälligkeiten und funktionellen Störungen Leidende in
Naturheilsanatorien betreut wurden.
Die Behandlungsdauer betrug meist vier bis acht Wochen. Der Anteil der an Neurasthenie und anderen
funktionellen Störungen sowie psychischen Erkrankungen Leidenden an der Gesamtpatientenzahl
variierte in den Jahren bis 1914 nur leicht und betrug im Schnitt 24%. Wie viele mit einer anderen
Diagnose versehene Patienten aber möglicherweise ebenfalls eher psychosomatisch erkrankt waren,
ist nicht eruierbar. So waren beispielsweise im Jahr 1910 von den insgesamt 6 718 Personen in
ärztlicher Behandlung 887 Neurastheniker und 791 Personen mit anderen psychischen Leiden, zudem
727 Patienten mit Fettsucht, 120 Astheniker (allgemeine Kraftlosigkeit), 21 nervöse Asthmatiker,
28 Patienten mit Muskelrheumatismus (entspricht weitgehend dem heute unter der Bezeichnung
Fibromyalgie subsumierten Krankheitsbild), 43 mit nervöser Dyspepsie, 17 mit Magenneurose und 45
mit Herzneurose. Da aber generell die Behandlung eines Jeden auch die psychische Betreuung einbezog,
mochte eine falsche oder unvollständige Diagnose den Behandlungserfolg nicht beeinträchtigt haben.
Die Behandlung mit natürlichen Wirkfaktoren wie Ernährung, Licht, Luft,
Bewegung, Wasser, Elektrotherapie
Die schon erwähnte „Diät nach Lahmann“ war fettarm, aber eiweiß- und kohlenhydratreich und
aufgrund ihres hohen Gemüse- und Obstanteils sehr vitamin- und mineralstoffreich. Der völlige Verzicht
auf alle Genussmittel, wie Kaffee, schwarzen Tee, Tabak, Alkohol und andere Drogen sowie auf kräftiges
Würzen der Speisen bewahrten den »Nervenschwachen« vor zu starken Reizen. Natürliche Reize
zum Training des Nervensystems und des Gesamtorganismus sollten hingegen sollten die klassischen
Naturheilverfahren setzen, wie die Prießnitzschen Kaltwasseranwendungen oder Massagen. LichtLuft-Bäder galten ebenso als probates Mittel. Deren Bedeutung für die Behandlung von Depressionen
ist heute allgemein anerkannt. Im Sanatorium konnte man im Licht-Luft-Bad wenig bekleidet – aber
streng getrennt nach Geschlecht – entweder ruhen oder sich sportlich betätigen. Auch eine sinnvoll
erscheinende Tätigkeit, wie Holz hacken oder sägen, wurde an der frischen Luft durchgeführt. Hierbei
erfolgte eine bewusste Verknüpfung mit einer Beschäftigungstherapie, wie Ziegelroth
1894 ausführte: »Fast so schwer sind diejenigen nervösen Störungen, die durch […] Unthätigkeit
entstehen, und die man füglich Unthätigkeitsneurosen nennen könnte. […] Dass auch hier die Gymnastik,
ein Sport, Rudern, Reiten, Ballspiel etc. Erleichterung verschaffen […] kann, ist selbstverständlich. Noch
wirksamer ist freilich irgend eine nützliche Beschäftigung, die zugleich eine gewisse innere Befriedigung
gewährt. So ist gar manche nervöse, gar manche hysterische Dame gesund geworden, wenn ihr das
Schicksal oder energischer Rat den Besen in die Hand gedrückt hat.«16
Die Naturheilsanatorien griffen auch die von dem Schweden Jonas Gustav Vilhelm Zander (18351920)17 inaugurierte Bewegungstherapie an Geräten auf. Abbildungen aus Lahmanns Sanatorium lassen
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
87
vermuten, dass für die aktive Bewegung Apparate genutzt wurden, die Fahrrädern ähneln. Masseure,
Masseusen und Bademeister/innen sorgten für die passive Bewegung, aber auch für die verordneten
Bäder, Packungen, Wickel, Güsse, Dampfbäder, Duschen und anderen Anwendungen des kalten und
warmen Wassers.
Auf der Höhe ihrer Zeit befanden sich die Naturheilsanatorien auch mit der Anwendung
elektrotherapeutischer Verfahren, die sie als naturgegebene, unblutige und arzneilose Heilmethoden
umstandslos in ihr Repertoire aufnahmen. So nutzte Lahmanns Sanatorium auch: »Elektrisation,
Franklinisation, d’Arsonvalisation, Röntgenbehandlung«.18 Behandelt wurden damit alle möglichen
Krankheiten; dazu gehörten auch die meisten auf Schädigung des Nervensystems zurückgeführten
Leiden. Schon George Beard (1839-1883), der 1869 das Krankheitsbild der Neurasthenie beschrieben
hatte, bezeichnete die allgemeine Faradisation und zentrale Galvanisierung als beste Methoden
zur Behandlung der Neurasthenie.19 Binswanger empfahl nicht nur allen Neurasthenikern für eine
gründliche Kur den Aufenthalt in einer Nervenklinik oder einer Wasserheilanstalt, sondern auch die
Anwendung der allgemeinen Faradisation.20 Ziegelroth vertrat auch in dieser Frage den Standpunkt er
Naturärzte, keine zu starken Reize zu setzen und diese individuell zu dosieren, als er warnte: »Und vor
allen Dingen vermeide man ängstlich starke Ströme; dass der und jener sie ›aushalten‹ kann, darf nie ein
Grund zu ihrer Anwendung sein. Die schwächsten Ströme sind gerade für Nervenleidende stark genug.
Und man vergesse nie, dass die Naturen in den einzelnen Patienten speziell der Elektrizität gegenüber
sich außerordentlich different verhalten.«21
Psychotherapie in der Naturheilkunde vor dem Ersten Weltkrieg
Lahmann war sich seines großen Einflusses auf seine Patienten immer bewusst und suchte diesen
durch Schriften und Vorträge zur gesunden Lebensweise auszuweiten. Er praktizierte die damals in
vielen Sanatorien und Nervenkliniken geübte Urform der Psychotherapie, die Shorter definiert als
»therapeutische Ausnutzung des Arzt-Patienten-Verhältnisses […] im Rahmen einer von Vertrauen
geprägten informellen Atmosphäre«22. Lahmann bediente sich der verschiedenen Formen der
Suggestionen und kannte auch die Möglichkeiten der Hypnose.23 Sehr einfühlsam ging er auf Neurotiker,
beispielsweise an Platzangst Leidende, ein. Aus eigenem Erleben entwickelte er die These, dass sich bei
diesen Patienten »eine Angst vor der Angst ausbildet, nämlich vor der Angst, die ihn einmal überfiel, dass
endlich dieses Angstgefühl rückläufig die Erscheinungen des Schwindels, der Bewegungsbehinderung
auslöst, wenn der Betreffende es versucht, Straßen und Plätze zu überschreiten«.24 Lahmann vertrat
die Auffassung, dass auch die Patienten nach Erkenntnis dieses Mechanismusses in der Lage seien,
den Zwang zu überwinden: »Der Einblick, den der Patient durch derartige Darlegungen seitens
des Arztes gewinnt, wirkt beruhigend, und er kann jetzt selbst an seiner Genesung arbeiten – ein
nicht zu unterschätzender Faktor – , indem er an der Bekämpfung der leichteren und schwereren
Zwangsvorstellungen seine Energie üben kann, dass sie endlich auch zur Bewältigung der Angst vor
der Angst ausreicht.«25 Diese durchaus moderne Vorstellung wurde an seinem Sanatorium auch mit
sehr unorthodoxen Mitteln umgesetzt, wie die Behandlung zweier als »sehr mutlos« beschriebener
Patienten 1913 beweist. Nachdem ein Oberarzt des Sanatoriums, Emil Kruse (1870-1915), mit ihnen
eine Zeppelin-Fahrt unternommen hatte, konnten sie sich geheilt wieder ihrem Alltag stellen.26 Kruse
hat also eine Verhaltenstherapie durchgeführt, indem er seine Patienten eine Konfrontation in vivo
(Aufsuchen Angst auslösender Situationen) bewältigen ließ.
Neben der schon erwähnten Beschäftigungstherapie sollte auch die künstlerische Betätigung –
insbesondere das Singen und Musizieren als frühe Form der Musiktherapie – zur Heilung beitragen.
Zusammenfassung
Da die Naturärzte und anderen Vertreter der Naturheilkunde generell von einem engen
Zusammenwirken von Leib und Seele ausgingen und deshalb ihre Therapien immer physikalische
Maßnahmen und psychische Beeinflussung zugleich umfassten, suchten viele psychisch Kranke,
Neurotiker, Neurastheniker und an anderen funktionellen Störungen Leidende Heilung in
Naturheilanstalten. Die Behandlung erfolgte unter Anwendung „natürlicher Wirkfaktoten“, wie
Ernährung, Licht, Luft, Bewegung, Wasser und Elektrotherapie. Die Patienten gewannen in den
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
88
Sanatorien Abstand zu ihrer bisherigen Lebensweise, was durch sportliche oder künstlerische Aktivitäten
oder einer auf die Individualität des Patienten abgestimmten Beschäftigungstherapie unterstützt wurde.
Eine vertrauensvolle Arzt-Patienten-Beziehung war die Voraussetzung für eine erfolgreiche psychische
Beeinflussung. Naturärzte sind dabei teilweise sehr einfallsreich vorgegangen und nahmen dabei Formen
der modernen Verhaltenstherapie vorweg, die auf einer ganzheitlichen Betrachtung des Menschen in
seiner Komplexität von Psyche und Physis basieren.
(Endnotes)
1.
2.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
Edward Shorter: Über die Ursprünge der Psychotherapie in deutschen Wasserheilanstalten des 19. Jahrhunderts. In: Ernst-Jürgen Borgart,
Rolf Meermann (Hrsg.): Stationäre verhaltenstherapeutische Psychosomatik auf dem Weg in das Jahr 2000, [Schriftenreihe der
Psychosomatischen Fachklinik Bad Pyrmont Bd. 10], S. 12 .
Zur Geschichte der Naturheilkunde vgl. Robert Jütte: Geschichte der Alternativen Medizin. Von der Volksmedizin zu den unkonventionellen
Therapien von heute, München 1996; Uwe Heyll: Wasser, Fasten, Luft und Licht. Die Geschichte der Naturheilkunde in Deutschland, Frankfurt
am Main 2006.
Lorenz Gleich: Über die Nothwendigkeit einer Reform der sogenannten Hydropathie, (Kaltwasserheilkunde) oder über Geist und Bedeutung der
Schroth’schen Heilweise, [München] 1860, S. 22.
Theodor Hahn: Praktisches Handbuch der naturgemäßen Heilweise, Berlin 2. Aufl. 1867, II. Abt., S. 3.
Hahn: Praktisches Handbuch, II. Abt., S. 138.
Georg Ostermaier: Über Nervosität – Zur Geschichte der funktionellen Nervenkrankheiten, Norderstedt 2005, S. 326.
Roelcke: Krankheit und Kulturkritik, S. 131-133.
Zur Geschichte der Psychotherapie um 199 vgl. Edward Shorter: Geschichte der Psychiatrie, Reinbek 2003, S. 175-221.
Peter Simon Ziegelroth: »Die Nervosität unserer Zeit, ihre Ursachen und Abhilfe«, in: Hygieia 8 (1894/95), S. 351.
Peter Simon Ziegelroth: »Luftbad und Nervosität«, in: Hygieia 8 (1894/95), S. 272-279.
Ziegelroth, Die Nervosität, S. 352f.
Ebda., S. 348.
Zur Biographie Heinrich Lahmanns und zur Geschichte seines Sanatoriums Weißer Hirsch bis zum Ersten Weltkrieg vgl. Marina Lienert:
Naturheilkundiges Dresden, Dresden 2002, S. 32-64.
Heinrich Lahmann: Die wichtigsten Kapitel der natürlichen (physikalisch-diätetischen) Heilweise, Dresden 61923, S. 189.
Ziegelroth: Die Nervosität, S. 378.
Allgemein zu Zander und seiner Methode vgl. Hans Christoph Kreck: »Die medico-mechanische Therapie Gustav Zanders in Deutschland
– Ein Beitrag zur Geschichte der Krankengymnastik im Wilhelminischen Kaiserreich«, in: Krankengymnastik 42 (1990), 40–46, 164–173,
294–306, 441–444, 537–553, 685–693, 799–804; Noyan Dinckal: »Medikomechanik. Maschinengymnastik zwischen orthopädischer
Apparatebehandlung und geselligem Muskeltraining 1880-1918/19«, in: Technikgeschichte 74, Berlin (2007), S. 227-250.
Dr. Lahmann’s Sanatorium Weißer Hirsch in Weißer Hirsch bei Dresden. Prospekt und Jahresbericht 31 Dresden 1914, S. 41.
Ostermaier: Über Nervosität, S. 322.
Ebda., S. 326, 331.
Ziegelroth: Neue Wege, S. 122.
Edward Shorter: Geschichte der Psychiatrie, S. 213.
Lahmann, Die wichtigsten KApitel, S. 199.
Ebda., S. 192.
Ebda., S. 193f.
Eine Abwurfkarte und Eintragungen aus dem Bord-Gästebuch des Zeppelin-Luftschiffes Sachsen belegen diese Anekdote. Vgl. Günter
Sperling: »Abwurfkarte vom Zeppelin-Luftschiff LZ17 ›Sachsen‹ 1913 – Endgültiger Echtheitsbeweis nach 85 Jahren erbracht«, in: philatelie
Nr. 268, Febr. 1999, S. 52f.
Abbildungen alle Privatbesitz Lienert
Blick auf Dr. Lahmann‘s Sanatorium Weißer Hirsch. Ansichtskarte von 1907
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
Die Gräfenberger Wasserkur. Kupferstich von Joseph Eißner, 1839
Die Kalte Küche zur Vorrichtung von Salat und Kompott. Ansichtskarte von 1907
89
90
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
Kuranstalt auf der Waid, 1854 von Theodor Hahn als Kuranstalt „Untere Waid“ gegründet.
Lithographie nach 1873
In Lufthütten konnten die Patienten sich Tag und Nacht aufhalten, auch bei schlechtem Wetter.
Ansichtskarte von 1908
An der frischen Luft konnten die Männer auch Holz sägen und hacken, schaufeln und rechen.
Ansichtskarte um 1910
Die Behandlung Psychischer Störungen Und Funktioneller Erkrankungen
In Deutschen Naturheilanstalten Vor Dem Ersten Weltkrieg
Massagen und die zielgerichtete Bewegung an den Zanderapparaten gehörten vor dem Ersten Weltkrieg
zum Standard an Naturheilsanatorien. Ansichtskarte von 1913
Im Herrenbad wurden Unterwassermassagen ebenso verabreicht wie Dampfluftbäder oder Teilbäder.
Ansichtskarte um 1910
91
DISEASE OF THE BARD
JULIUSZ SŁOWACKI AT EUROPEAN HEALTH RESORTS
Aldona Senczkowska*
* University of Wrocław, Instytut Filologii Polskiej-POLAND
i
Summary
Juliusz Słowacki’s numerous health problems started at a very young age; for the most part of his life he had been struggling with
tuberculosis – a disease that also took the life of his father Euzebiusz Słowacki. Moreover, his mother – Salomea, also faced many difficulties
concerning her physical condition. She often visited health resorts to remedy her problems. In many of Słowacki’s letters one may find a great
amount of complaints that the poet made about the state of his health – tuberculosis had been a persistent obstacle that prevented him from
undertaking risky ventures. On the other hand, the figure of a weak and sickly man fit the image of a romantic artist, and in this manner he
wanted to be perceived by others. Juliusz Słowacki – Polish poet, emigrant, romantic pilgrim. During his life he resided in many European cities
that at the time were considered to have a “positive” influence on one’s health: i.e. Genewa, Pornic and others. On the other hand, the figure of a
weak and sickly man fits the image of a Romantic artist, and he wanted to be in this manner by others. The whole life of the poet was a struggle
with the disease. Despite the problems with his breathing and febrile state, the poet traveled a lot. He visited the Middle East among other
places. He also took a trip to the Alps. Juliusz Słowacki – Polish poet, emigrant, romantic pilgrim. During his life he resided in many European
cities that at the time were considered to have a “positive” influence on health, including Geneva and Pornic. Should the disease be regarded
as an obstacle in the poet’s life if it was merely a typical element in the biography of a Romantic writer?
Juliusz Słowacki was a 19th century Polish Romantic. He was born in 1809 in Krzemieniec. He died
in 1849 in Paris. This was during the period of the Partitions of Poland. For most of his life, the poet was
an expatriate who lived far away from his beloved country and family. Słowacki was a child of his age.
The poet had an eccentric temperament and melancholic disposition. These were not the only qualities
which contributed to his Romantic image. He was ill; he suffered from consumption. Tuberculosis is
an infectious disease. In ancient times it was referred to as phthisiss from the Greek verb phthisen – to
devour, destroy or as consumption from the Latin term consumption, meaning unfortunate1. Mateusz
Szubert has written about the cultural dimension of this disease: „Lung disease begins to be treated after
that time [the 19th C] as a disease of the spirit”2.
Tuberculosis was an illness of the age. Consumption was the illness of artists and writers. In the
nineteenth century, mortalities caused by Koch bacillus varied between 20-30% of all deaths. Szubert
has written about “tuberculin culture”3. In his opinion the place which is revealed to be most infected
is not the body but the imagination4. Tuberculosis contributed to the development of the culture of
Romanticism.
Climate research investigating the impact of weather conditions on patients was started in France
during the eighteenth and nineteenth centuries. The main interest focused on diseases of the lungs5.
The medical community recognized the medicinal value of sea air and bathing6. The mountain climate
was used to treat tuberculosis. The treatment involved the exposure of a patient for a specified time to
natural environments (rarefied air, reduced oxygen pressure, lower temperatures, increased exposure to
sunlight, lower content of impurities)7.
In Poland during the nineteenth century, Jędrzej Śniadecki, a Polish scholar, contributed to the
dissemination of climatotherapy. He was the head of the clinic in Vilnius where lung diseases were
treated with diets, herbal products, bloodletting and leechs. It is interesting that his daughter Ludwika
was the first love of Juliusz Słowacki.
Juliusz Słowacki, one of the greatest Polish romantic poets, was a sickly child. He was a frail boy with
melancholy in his eyes. He wrote in a poem about two “strange” friends:
1 M. Juchniewicz, Gruźlica, Warszawa 1968, p. 5. Translation: A.S.
2 M. Szubert, Kulturowe wzory prezentacji gruźlicy i gruźlików w literaturze polskiej przełomu XIX i XX wieku, Katowice 2008, p. 82. Translation: A.S.
3 Ibidem.
4 Ibidem.
5 M. Migała, Rozwój terapii balneoklimatycznej na Górnym Śląsku w aspekcie leczenia gruźlicy (druga połowa XIX i pierwsza połowa XX wieku),
Opole 2009, [accessed: 1.06.2012], available online: Dolnośląska Biblioteka Cyfrowa: http://www.dbc.wroc.pl/publication/10076, p. 30.
Translation: A.S.
6 Ibidem.
7 Ibidem.
92
Disease of the Bard Juliusz Słowacki At European Health Resorts
93
The younger announced hopes smaller,
His breast rises with severe gasps8;
The poet suffered and eventually died from tuberculosis like his father Euzebiusz Słowacki. His
mother - Salomea z Januszewskich Słowacka secundo voto Bécu also faced many difficulties concerning
her physical condition. She knew that her son was consumptive when she wrote a letter to her friend
Antoni Odyniec in 1827: “[…] it seems to me that his tuberculosis threatens his life and I worry about
that very much […]”9.
Juliusz often left school and college because of health problems. However the disease developed later.
Słowacki travelled a lot in Europe. He also visited the Middle East. His voyages had different purposes
sometimes to recuperate from illness. Unfortunately there are few written records concerning Słowacki’s
sojourns in health resorts. However, these visits were crucial in his battle against the illness.
In Słowacki’s letter to his stepsister Aleksandra, he writes that his mother Salomea had been treated in
Karlsbad and Marienbad: “I feel sad because the waters have not given her any relief from her sickness”10.
Salomea frequently complained of chest pain.
Karlovy Vary is a health resort in the Czech Republic, situated 380 metres above sea level. The climate
is mild and rather dry. The thermal waters, which have a depth of between 2,000 – 2,500 metres, range
in temperature from 40 -70˚c11. In 1847 Słowacki planned a journey to Karlsbad to meet his mother, but
his plan was not successful.
Słowacki’s mother – Salomea planned to go to Wiesbaden (at that time the capital of the Principality
of Nassau, a health resort famous for its mineral waters), Eger (city on the river Ohrza, at the foot
of the mountains, a one hour journey from Franzensbad, famous for mineral baths) and to Warsaw
because The Medical Waters Organisation (Zakład Sztucznych Wód w Warszawie) was located there.
The founder of the company was the German doctor Friedrich Adolf Struve (1781-1840), who founded
similar facilities in Berlin, Dresden, Köln, Moscow and Petersburg12.
Her frail sickly son went to Odessa where he wrote the letter to Erazm Słowacki between the 6th and
th
18 December 1827:
The journey to Odessa and bathing in the sea had a very good influence on my health and I did
not feel any pain in my chest all summer. However now when I am in Vilnius, the pain returns
from time to time13.
In letters from Słowacki and his relatives we can find descriptions of journeys to spas which are
characteristic of the Romantic epoch. The poet remembered his stay in Drezno, where he liked to bathe
in the Elba. He wrote that the water of the Elba contains iron from the mountains14. He felt healthier after
baths but he wrote that every evening he had a fever15.
Unfortunately on arriving in Paris in 1832, his consumption returned. Juliusz planned another trip
– to Geneva. He had a diplomatic mission and … yet another reason concerning Mickiewicz’s work
“Dziady” part III. In this drama, Mickiewicz had included a negative portrayal of Juliusz’s stepfather August Bécu, as a Doctor who is loyal to the Tsar.
He stayed in Switzerland from December 1832 to February 1836, where he felt very good. While
there was no cure for tuberculosis, everyone who had money went to Switzerland, where the climate
had a positive influence on the lungs. Many tuberculosis patients, like Słowacki, sometimes felt as if the
disease had disappeared16.
8 J. Słowacki, Godzina myśli, [in:] J. Słowacki, Powieści poetyckie, Wrocław 1986. Translated: Aldona Senczkowska.
9 List Salomei Słowackiej-Bécu do Antoniego Odyńca, Wilno 24 marca 1827, [in:] W kręgu bliskich poety. Listy rodziny Słowackiego, Warszawa
1960, p. 220. Translated: Aldona Senczkowska.
10 List Juliusza Słowackiego do Aleksandry Bécu, Warszawa 8 września 1829 r., [in:] Korespondencja Juliusza Słowackiego, (ed.) E.
Sawrymowicz, Vol.1, Wrocław 1962, p. 42. In not there it is information that Salomea suffered from gallstones. Translated: Aldona
Senczkowska.
11 M. and R. Łazarkowie, Uzdrowiska w Europie. Teraźniejszość i rys historyczny, Lublin 2007, p. 119.
12 List Salomei Bécu do Antoniego E. Odyńca, Wilno 1826 r., [in:] W kręgu…, op. cit., p. 116. Translation: A.S.
13 List Juliusza Słowackiego do Erazma Słowackiego, Wilno 6/18 grudnia 1827 r., [in:] Korespondencja…, op. cit., p. 26. Translated: Aldona
Senczkowska.
14 See List Juliusza Słowackiego do matki, Drezno 6 lipca 1831, [in:] J. Słowacki, Listy do matki, oprac. Z. Krzyżanowska, Wrocław 1987, p.18.
15 See ibidem.
16 See M. and R. Łazarkowie, op. cit., s. 137.
94
Disease of the Bard Juliusz Słowacki At European Health Resorts
From Słowacki’s letter to his mother from Geneva on 15th July 1833:
During the warm days I always wake up at 6 a.m. and take baths in the lake. These baths have
been very good for my health and I feel healthier than I have ever felt before. I no longer feel pain
in my chest. You can not imagine what a pleasure it is to take baths in the lake under the trees of
the beautiful garden17.
Słowacki stayed for about four years in Geneva, during which time he noticed that his lungs were
stronger and his breath was steady and deep18. He believed this was the effect of the specific climate. The
poet was also enthralled by Swiss nature.
He liked swimming in the river Arve. The Arve is a French river which has its source at the base of
Mont Blanc. Its waters are fed by melting ice and snow19.
In a letter to Salomea written in June 1834, Juliusz recalls the river which flowed not far from Mrs
Pattey’s guesthouse where he stayed while in Geneva. Słowacki wrote:
The waters from the Arve carry along pieces of mountain minerals and the water is amazingly
cold. People with nervous conditions come from many places in order to bathe in the river. For
six days, I have been going there. It’s not possible to spend too long in the water. One simply leaps
in, immerses oneself, and climbs out again20.
In his memories, the beautiful bathing-rooms were situated in a garden full of flowers. He paid 5
francs a month for their use. The water had a good effect on his physical condition and on his „humours”.
The poet told his mother that the doctors believed that the water of the Arve had as good an influence
on health as bathing in the sea21.
The poet bathed at about 2 p.m., which he described as three immersions in the water. After the
water treatment he loved to relax in the small house looking at the flowers22.
He felt so good in Switzerland that he decided on an expedition in the Alps with the Wodziński
family.
In 1837 Juliusz began his journey through Europe and the trip to the East. He wrote to Salomea from
Beirut that despite his discomfort his health was very good23.
In his later life, Słowacki used health baths many times on doctors’ advice. He visited Ostend twice.
Słowacki stayed in Ostend in July 1847 where he met Joanna Boborowa. He was there a second time
when he was returning from Drezno to Paris in 1848. After bathing in the sea, he wrote: “Bathing in the
sea helped me, because it caused catarrh”24.
The story of Ostend is very interesting. The town changed hands many times. In 1830 it was a Port
which belonged to Belgium. At this time Ostend became famous as a sea-side health resort25.
Słowacki was not the only member of his family to suffer from health problems. Słowacki’s stepsister
Hersylia and her husband Teofil decided to go to the Italian city of Livorno. The Italian doctor and
professor Riguoli recommended bathing in sea waters. They were there for 5 weeks during which times
Hersylia, who also had tuberculosis, took 26 baths26. Her sister Aleksandra Bécu Mianowska died of
tuberculosis with her small baby. Słowacki stayed in Livorno in 1837 when he was returning from a trip
to the East because he had to be held in quarantine.
Słowacki knew the customs prevailing in European spas. Evidence of this is contained in a letter to
his mother and Teofil. He wrote that Hersylia, who had gone to Wiesbaden, had to take a “sac-de-voyage”,
which is a bag locked with a padlock containing items of daily use. He advised her not to take anything
more than plain linen and plain clothes, because German spas had everything she would need27.
17 List J. Słowackiego do matki, Genewa 15 lipca 1833, op. cit., p. 121. Translated: Aldona Senczkowska.
18 He wrote about his good health in a letter to his mother –see List Juliusza Słowackiego do matki, Genewa 3 stycznia 1834, op. cit., p. 142.
19 Arve, [in] Nowa encyklopedia powszechna PWN, Vol.1, Warszawa 1995, p. 238.
20 List Juliusza Słowackiego do matki, Genewa 6 czerwca 1834, op. cit., pp. 159-160. Translated: Aldona Senczkowska.
21 List Juliusza Słowackiego do matki, Genewa 13 lipca 1834, op. cit., p. 164
22 Ibidem.
23 List Juliusza Słowackiego do matki, Bejrut 17 lutego 1837, op. cit., p. 245.
24 List Juliusza Słowackiego do matki, Ostenda 14 lipca 1848, op. cit., p. 455. Translated: Aldona Senczkowska.
25 M. and R. Łazarkowie, op. cit., p. 137.
26 List Hersyli i Teofila Januszewskiego do Jana Mianowskiego, Florencja 24 sierpnia 1835, [in] W kręgu…, op. cit., p. 599.
27 List Juliusza Słowackiego do matki oraz Teofila i Hersyli Januszewskich, Paryż 10 października 1847 r., op. cit., p. 146.
Disease of the Bard Juliusz Słowacki At European Health Resorts
95
Exacerbation of the disease followed after Słowacki’s stay in Paris. Often on the advice of doctors,
he tried to save his health. He visited Pornic, a small fishing village, twice. In the nineteenth century
it was a popular health resort. The village was famous for its healthy atmosphere and reasonable
prices28.
Słowacki stayed there in September 1843. Barbara Kryda has written about his stay in this spa:
For Słowacki, Pornic was a dual theatre. He noted this in the letters of his observations from
successive visits to the seaside town, emphasizing the convention and banality of human
civilization […]. However, he was struck by the power of nature; it influenced his philosophies
of genesis. From the depths of the ocean arose a mystical understanding of the cosmos, a great
spiritual metaphor of Being29.
When Słowacki first arrived in Pornic, he stayed in a small farmhouse near the sea. Through the one
window he could see the sea. He liked this place as he wrote in a letter:
I entered the water and lay down in the waves. I felt good because there are no servants or bathing
huts where it is necessary to change like in other spas. The entire freedom of the village is left to
the men. Women have bathing huts, servants and bathing costumes and I believe they are 100
times less fortunate30.
The playwright wrote to his mother about his life in Pornic in 1843 – “It was a poetic and wild life”31.
He wrote about “a double life” – when he was alone by himself and when he had to eat breakfast in the
hotel with other guests. But he said that he met there dear and real friends. He befriended a certain
doctor and a young Spanish couple.
The second time he stayed in a hotel. His daily routine in Pornic was as follows:
In the morning in simple clothes everyone goes to the baths and mineral water springs. After
bathing, breakfast is at 10 o’clock. Later the ladies meet in the salon where they practise music,
singing and handicrafts. The gentlemen accompany the ladies at the piano, play billiards,
backgammon or chess. Some read newspapers32.
But this routine was not the most important aspect of his stay. There he wrote his philosophical work
„The Genesis of the Spirit”. He wrote to his friend Joanna Bobrowa that he was going back to the ocean
to Pornic not for health but for some Druidic moment33.
Słowacki’s last years were a struggle with the disease. His appearance also changed. This is how the
poet is described in his last years:
He lost weight, his face turned paler and paler, and his big and meaningful eyes sank in deep. But
still the fire of his titanic spirit shined inside, conscious of his immortality34.
The physical symptoms of tuberculosis were a characteristic feature of the image of the Romantic
artist – habitus phthisicus35. The symptoms which accompanied tuberculosis were fever, perspiration,
weight-loss, a sharp-featured face, anaemia, pale skin and a specific anatomic build of the chest36.
However, the poet’s health was deteriorating. Sea baths did not help. The poet tried to disguise his
28 A. Kowalczykowa, Słowacki i Pornic, „Przegląd Humanistyczny” 4/1980, p. 72.
29 B. Kryda, Słowacki i Miłosz na skałach Pornic, [in:] Studia i szkice o twórczości Czesława Miłosza, (ed.). A. Staniszewskiego, Olsztyn 1995, pp.
108-109. Translated: Aldona Senczkowska.
30 List Juliusza Słowackiego do matki, Paryż 2 października 1843, op. cit., p. 363. Translated: Aldona Senczkowska.
31 Ibidem. Translated: Aldona Senczkowska.
32 A. Gulmin, Pornic et ses bains, [b.m.] 1841. Za A. Kowalczykowa, op. cit., p. 73. Translated: Aldona Senczkowska.
33 List Juliusza Słowackiego do Joanny Bobrowej, Paryż 6 czerwca 1844 r., [in] Korespondencja…, Vol. 2, op. cit., p. 45.
34 Memory Aleksander’s Niewiarowski about Juliusz Słowacki. From the article Aleksandra Półkozica Kartki z nie wydanego pamiętnika, „Echo”
164/1877, [in] J. Starnawski, Juliusz Słowacki we wspomnieniach współczesnych, Wrocław 1956, p. 142. Translated: Aldona Senczkowska.
35 M. Szubert, s. 86.
36 Ibidem.
96
Disease of the Bard Juliusz Słowacki At European Health Resorts
bad health when writing to his mother. He wrote that he felt well. However, this pretence harassed the
fever37.
He also claimed that his doctor Antoni Hłuszniewicz advised him to drink Bussang water. Słowacki
wrote: “„This water is not at all innocent, containing a bit of iron and pleasant to drink”38 From the
„Kalendarz życia i twórczości Juliusza Słowackiego” we know that the poet’s health was bad39.
The poet’s last years were very difficult for him. In a letter from the middle of 1849 to Teofil
Januszewski, his uncle, the poet told him the truth about his condition.
[...] A few days ago, I suffered from a very strong attack, which made me spit blood. It’s over now
and my life has returned[...]40.
At this time the poet wrote of his illness. In a letter from March to his doctor Antoni Hłuszniewicz,
the poet complained of a high fever with a nervous state41. He asked a friend for a visit and help42.
Eglantyna Patey, his friend from Geneva, wrote about Słowacki’s health at this time:
We saw in him an extraordinary change; his complexion was yellow like parchment, he was breathing
with difficulty, coughing interrupted his speech43.
By April, the poet was completely under the power of the disease. He wrote to Hłuszniewicz in a
letter of 2nd April 1849 that the fever was consuming him, his channels of breathing were blocked and
his stomach contained bile44.
From Konstanty Gaszyński’s memories of the poet we know that he had been taking opium for pain
relief45.
Juliusz Słowacki was one of many Romantic artists who were victims of tuberculosis. However, he
continued to fight the disease until his death. Feliński wrote in a letter to Eufemia Rogawska that the
Polish poet was active every day. Even on the morning of the day of his death he was dressed and on his
feet46.
The figure of a weak and sickly man – like Słowacki - fits the image of a Romantic artist, and he
wanted to be perceived in this manner by others. He was a dandy and a poet from his birth to death.
Tuberculosis was the cause of his death and the cause of his short life. But it was a truly poetic life.
Słowacki spent his life traveling and visited European spas, where he not only saved his health, but also
wrote and lived extraordinary moments.
Can the disease be regarded as an obstacle in the poet’s life if it was just an element of romantic
biography? Alina Kowalczykowa, expert biographer of Słowacki, has argued that:
Juliusz could dance the longest waltz. When he went to the Holy Land, his travel companions fell
down from exhaustion, yet he mounted a horse. He climbed the mountains and hills - he couldn’t
have been very sickly47.
The problem is much more complicated for me. The fact is that the poet was ill and died young.
However, he made the best use of his life that he could.
37 List Juliusza Słowackiego do matki, Paryż 8 listopada 1845, op. cit., pp. 410-412.
38 Ibidem, p. 410.
39 Kalendarz życia i twórczości Juliusza Słowackiego, oprac. E. Sawrymowicz, Wrocław-Warszawa 1960, p. 508.
40 List Juliusza Słowackiego do Teofila Januszewskiego, Paryż od połowy lutego 1849 r., [in:] Korespondencja…, Vol. 2, op. cit., p. 246.
Translated: Aldona Senczkowska.
41 List Juliusza Słowackiego do Antoniego Hłuszniewicza, Paryż, 31 marca 1849 r., [in]: Korespondencja…, Vol. 2, p. 250.
42 Ibidem.
43 S. Duchińska, Wspomnienie o Juliuszu Słowackim, 1874, [in] J. Starnawski, op. cit., p. 121. Translated: Aldona Senczkowska.
44 List Juliusza Słowackiego do Antoniego Hłuszniewicza, Paryż 2 kwietnia 1849 r., [in]: Korespondencja…, Vol. 2, op. cit., p. 251.
45 Z listu K. Gaszyńskiego do Zygmunta Krasińskiego, Baden-Baden 13 lipca 1851 r., [in:] J. Starnawski, op. cit., p.124-125.
46 List A. Felińskiego do Eufemii Rogawskiej (Słowacki’s friend), Paryż 31 października 1893, for Leopold Meyet, Mogiła na Monmartre, „Gazeta
Lwowska” 194/1896, [in:] J. Starnawski, op. cit., p. 171.
47 J. Sobolewska, Kocham Julka!, Interviev with A.Kowalczykowa [online], [access: 30.06.2012]. Available on the Internet: http://www.
polityka.pl/kultura/rozmowy/300644,1,rozmowa-z-alina-kowalczykowa.read. Translated: Aldona Senczkowska.
Disease of the Bard Juliusz Słowacki At European Health Resorts
97
Bibliography
Juchniewicz M., Gruźlica, Warszawa 1968.
Kalendarz życia i twórczości Juliusza Słowackiego, oprac. E. Sawrymowicz, Wrocław-Warszawa 1960.
Korespondencja Juliusza Słowackiego, (ed.) E. Sawrymowicz, Vol.1, 2, Wrocław 1962..
Kowalczykowa A., Słowacki i Pornic, „Przegląd Humanistyczny” 4/1980.
Kryda B., Słowacki i Miłosz na skałach Pornic, [in:] Studia i szkice o twórczości Czesława Miłosza, (ed.). A. Staniszewskiego, Olsztyn 1995.
Łazarkowie M. and R., Uzdrowiska w Europie. Teraźniejszość i rys historyczny, Lublin 2007, p. 119.
Migała M., Rozwój terapii balneoklimatycznej na Górnym Śląsku w aspekcie leczenia gruźlicy (druga połowa XIX i pierwsza połowa XX wieku), Opole
2009, [accessed: 1.06.2012], available online: Dolnośląska Biblioteka Cyfrowa: http://www.dbc.wroc.pl/publication/10076.
Nowa encyklopedia powszechna PWN, Vol.1, Warszawa 1995.
Słowacki J., Godzina myśli, [in:] J. Słowacki, Powieści poetyckie, Wrocław 1986.
Słowacki J., Listy do matki, oprac. Z. Krzyżanowska, Wrocław 1987.
Sobolewska J., Kocham Julka!, Interviev with A.Kowalczykowa [online], [access: 30.06.2012]. Available on the Internet: http://www.polityka.pl/
kultura/rozmowy/300644,1,rozmowa-z-alina-kowalczykowa.read
Starnawski J., Juliusz Słowacki we wspomnieniach współczesnych, Wrocław 1956.
Szubert M., Kulturowe wzory prezentacji gruźlicy i gruźlików w literaturze polskiej przełomu XIX i XX wieku, Katowice 2008.
W kręgu bliskich poety. Listy rodziny Słowackiego, Warszawa 1960.
Autograph letter from J. Słowacki to J. Bobrowa
Available on the Internet: Cyfrowa Biblioteka Narodowa Polona,
http://www.polona.pl/dlibra/doccontent2?id=20058
98
Disease of the Bard Juliusz Słowacki At European Health Resorts
Juliusz Słowacki, Pastereczka w Pornic. Raptularz, Biblioteka Zakładu Nauk im. Ossolińskich we Wrocławiu.
HEALING WATERS AND HOLY WELLS
Belinda Heathcote*
* London, United Kingdom
Summary
The use of water for healing has as long a history in the British Isles as elsewhere. Healing springs were dedicated to saints whose origins
are lost in mythology, particularly in the west of England and Wales. The dating of the miraculous happenings is equally vague, many being in
the 6th and 7th centuries but the Romans who left Britain very early in the 5th century had developed the City of Bath into the only non-military
settlement in England, providing both healing and relaxation at the only hot spring in the country well before that. Sophisticated installations
like this fell into disuse when the Romans left but “holy” wells with reputed healing properties continued to be part of community life, often
with complex rituals, throughout the country. By the 17th century the idea of water as a curative medium had extended to sea-bathing which
became as fashionable as “taking the waters” at an inland spa, particularly in the 18th century creating “seaside resorts” like Scarborough in
Yorkshire and Margate in Kent. It also led to the invention of bathing huts and bathing gowns to protect public morality. In 1856 the hot-dry-air
bath with its accompanying cold plunges, washing and massage as in Roman times was re-introduced under the name of “Turkish Bath” after
a campaign by David Urquhart, a one-time Consul in Constantinople who saw them as a socially unifying, classless phenomenon – including
the (in)famous Jermyn Street baths.
From the earliest days of human existence water has been an important part of healing within a
religious context, and there are few places with as many traces of the importance of these practices as
in the Celtic areas of the British Isles.1 Since Roman times the theory of the Four Elements, air, fire,
earth and water and Four Qualities, heat, cold, moisture and dryness, meant that medical treatment
had been based on the preponderance and interaction of these elements and qualities. The Romans
brought their faith in the healing and therapeutic powers of bathing and water to Britain and made
use of some already existing springs and wells, such as in the most famous still existing in the City
of Bath. What is less well known is that these springs had already been made use of by the Celts long
before the Romans came.2
After the Romans left in the 5th century there was a period, roughly from the 6th to the 9th century,
known as “The Dark Ages” when little is known about what exactly was happening in the British Isles
but it was during this period that the Celtic saints came to Cornwall leaving their names, their churches
and their wells as witness to their progress. Cornwall was on the route from the Celtic country of
St. Nectan’s Church, Hartland, Devonshire
1 Meyrick, J. A Pilgrim’s Guide to the Holy Wells of Cornwall, Falmouth, 1982.
2 Richmond, I., & Toynbee, J. Temple of Sulis-Minerva at Bath. Jnl. Roman Studies, v. 45; 97-106.
99
100
Healing Waters and Holy Wells
Armorica (Brittany) to another Celtic Country , Cymru (Wales), pilgrims would land in Padstow when
going south and Fowey when going north. The network of paths used has recently been re-built and
forms a network of walking paths across Cornwall known as “The Saints’ Way”. Little, if anything, is
known about the majority of these saints apart from their names, like St. Piran. St. Mawes. St. Nectan,
St. Clether, St. Petroc, St. Keyne, St. Merryn, represented in place names, church names , Holy Wells and
Crosses. Holy Wells are dedicated to the saint whose name they hold, some being renowned for healing
specific diseases, some having general restorative powers and some for having divinatory powers3.
There were other wells outside of the Celtic area, such as Glastonbury, Tunbridge and Malvern,
but not the large number found in Cornwall, Wales and Scotland. Whether this had more to do with
geography and geology than with religious or therapeutic beliefs, i.e. that there were simply more springs
in the Celtic lands which needed an explanation for their warmth, permanence or taste would be a
subject in itself.
The hiatus left by the Romans began to be filled by the Saxons who started as barbarian invaders soon
after the Romans departed about 410AD and ended as devout Christian missionaries 600 years later,
having been converted by two streams of Christianity, one stemming from St. Augustine of Canterbury
who had been sent by Pope Gregory to convert the pagan British, and the other from St. Columba who
left Ireland in 563AD to evangelise Scotland. His influence was so great that even after his death in 597
new monasteries, including the famous Lindisfarne off the Northumbrian coast, carried on his work.
As Christianity spread it obviously had to accommodate the faith and belief in the therapeutic qualities
of these wells but during the Middle Ages the stress on healing/medicine moved more to acceptance
of illness as something sent by God to test faith, and the care of the sick as a Christian duty, making
actual healing slightly less important. This did not however, affect local faiths and beliefs and most of the
“sacred” wells continued to have their constant stream of pilgrims.
With the advance of scientific knowledge, the detailed and accurate description of anatomy by
Vesalius, the revolution against Galen’s ideas on medical practice by Paracelsus and others, the concept
of medicine as being a scientific discipline made slow but steady progress during the 16th and 17th
centuries, so that by the end of the latter people had begun to query what exactly it was in the water
which produced medicinal effects from these so-called “Holy” wells and springs. Robert Boyle seems
to have been the first to try scientific methods to detect the chemical substances contained in “mineral
“waters as many of the Waters had been called. He started his experiments in 1663 and by 1678 it had
been decided that “waters” could be divided into four classes, acidulous, sulphurous, chalybeate and
saline, the last being further subdivided into alkaline, hard (i.e. those containing carbonate or sulphate
of lime), salt (i.e. those containing muriate of soda) and purgative (i.e. those containing sulphate of
magnesia). This was the beginning of the realisation that analysis of which substances affected human
beings, and how, could be used to plan which treatments might be efficacious.4
Robert Boyle
Although the famous spa towns still attracted plenty of custom, as the 18th century progressed there
was a growth of interest in sea-bathing as a therapeutic treatment, with sea-bathing being prescribed
as early as the 1750s and considered an extension of the indoor bathing practised at the various bath3 Orme, N. The Saints of Ccornwall. OUP; 2000
4 Boyle, R. Short Memoirs for the Experimental History of Mineral Waters. 1683-84.
Healing Waters and Holy Wells
101
houses in the Spas scattered around the country. The fashion gave rise to an economic boom for places
like Brighton, Ramsgate, Lyme Regis and Weymouth and this was not only in the summer – it became
fashionable for doctors to prescribe bathing in the coldest water possible so an order for a dip in the
seas in December or January was not unknown. In 1791 a “sea-bathing hospital” was opened in Margate
making the claim that it could cure tuberculosis. At first patients were taken to the sea at Westbrook
Bay but later, after the invention of the bathing machine pulled by horses right into the water to protect
modesty, they were taken to the nearest beach.5
The Sea Bathing Hospital in Margate was by founded by a Quaker physician in London, Dr. John
Coakley Lettsom to offer treatment to poor, deprived children from the East End of London who were
suffering from “scrofula”. The reports of “improvement” and actual “cures” probably lay far more in
the effect of fresh air, good food and the cleanliness achieved by the sea-bathing than anything else
but obviously many poor children benefitted from Lettsom’s philanthropy. For the first 100 years the
concentration was on the medical treatment of TB but later on this was extended to surgical and
orthopaedic procedures and a wider range of patients was treated. One famous name which appears in
the records is that of Karl Marx who spent a month there in 1866 convalescing after an attack of “boils”?
The Royal Sea Bathing Hospital, Margate
According to some sources bathing machines were developed about 1750 by Benjamin Beale
at Margate although there are arguments that they did not appear until later. However Scarborough
Public Library has an engraving by John Setterington dated 1736 showing people bathing from such a
machine which is generally accepted as the first real record. In 1805 the bathing machines at Margate
were described as “ … four-wheeled carriages, covered with canvas, and having at one end of them
an umbrella of the same materials which is let down to the surface of the water, so that the bather
descending from the machine by a few steps is concealed from public view, whereby the most refined
female is enabled to enjoy the advantages of the sea with the strictest delicacy.”6 Although most common
on English beaches they were also used in France, Germany, the United States and other places. Until
1901 segregation of the sexes on bathing beaches was a legal requirement in England but after that was
repealed the demise of the bathing machine began and by the time WW1 was over they were almost
extinct.
5 St. Clair Savage. F. G. The history f the Royal Sea Bathing Hospital, Margate, 1791-1991. Meresborough Books, 1991.
6 Oulton, W.C. The Traveller’s Guide, or, English Itinerary. II. 245. London 1805.
102
Healing Waters and Holy Wells
During the 19th century water as a therapeutic agent became more and more important and popular.
As early as 1702 a physician in Lichfield, Sir John Floyer (1649-1734) inventor of the “pulse watch” for
the more accurate measurement of the pulse, had noticed that the local peasantry used certain springs
and wells for remedial purposes, either by drinking or bathing, which led him to investigate the history
of cold baths as a therapeutic agent and the writing of a book, “The Ancient Pyschrolousia Revived”
which was published in 1702
Sir John Floyer
At the end of the 18th century, 1797, another book, which is regarded as setting the subject on a
true scientific basis, was published by Dr. James Currie (1756-1805), “Medical Reports on the Effects of
Water, Cold and Warm, as a Remedy in Fevers and Other Diseases.”
Dr. James Currie
However, the person considered to be the father of the hydrotherapy-nature cure movement in the
19th century was not a doctor, nor English, but a Silesian farmer named Vincent Priessnitz (1799-1851).
He had observed how animals often seemed, intuitively, to dip an injured limb regularly in water until it
healed. As a farmer he had also had injuries himself and had aided healing by the use of water. He started
sharing his observations with others and was invited to both Bohemia and Moravia to show people how
his treatments worked. At first he gave his services free of charge but he noticed that those people who
paid for their treatment seemed to recover more quickly. This is an interesting observation that seems
to fit in with the basic psychological instinct in most people that there is “no such thing as a free lunch”
– if you pay for it, it must be better value than anything which is free. At the early age of 26 Priessnitz
established his first water-cure institute in Graefenberg, achieving curative success and subsequent fame
in his homeland, working with the slogan “Our task is not to treat the disease but the patient.” His work
was taken up by a trained doctor, Wilhelm Winternitz, M.D. whose efforts popularised therapeutic
use of water in his native Vienna. He presented his findings in 1867 in his work “Hydrotherapy on a
Healing Waters and Holy Wells
103
Physiological and Clinical Basis” an initial endeavour to collect and analyse previous work and results.
Dr. Wilhelm Winternitz
It needs to be remembered that the interface between religion and healing is a very blurred line.
Many people accept that a belief that something will cure, actually produces a cure. On the other hand
things which can be used for healing like “magic” springs and wells can also supply services like public
baths which contribute to the well-being of a population, which in turn promotes health. If scientific
medicine then sees these results and questions why such things as bathing improve general health it
can lead to the discovery that one particular agent is actually having an active effect on the human
organism which can be scientifically measured. The impossibility of disentangling “truth” from “fiction”
is what makes it impossible to say why there was a resurgence of interest in “medicinal bathing” in the
19th century. There is no doubt that in the early part of the century, going to a spa to “take the waters”,
or to the sea for a “sea-water treatment” was as much, if not more, a social activity as a medical one 7
The adventures of Jane Austen’s heroines are a perfect description of how important spas and baths had
become on the social scene. But by the middle of the century there had been a serious change in attitudes
which can best be illustrated by looking at the rise of popularity in the “Turkish Bath”.
The Victorian “Turkish bath” might have been Victorian but Turkish it was not. The definition of
the Victorian “Turkish” bath is a type of bath in which the bather sweats freely in a room which is
heated by a continuous flow of hot, dry air, followed by a full body wash (sometimes preceded by a cold
plunge,), then by a massage and finally by a period of relaxation in a cooling room. It is the dryness of the
David Urquhart
7 Cornfield, P. Georgian Spa – the magical Meeting Place. History Today, 40: 1; 1990
104
Healing Waters and Holy Wells
air which differentiates the Victorian “Turkish” bath from the original Turkish “Hammam”, the vapour
bath, the Russian steam bath and the Finnish sauna.
One of the most influential proponents of “Turkish” baths in England was a man named David
Urquhart (1805-77) a sometime MP for Stafford and a diplomat in, amongst other places, Constantinople.
At the end of the 1840s Urquhart wrote a book “The Pillars of Hercules” about his travels in Spain
and Morocco in which he rather vaguely describes his experiences with “Moorish baths” prefacing the
description with a more detailed account of a similar type of bath as used by the Turks. 8
He suffered severely from neuralgia and considered that “Turkish baths” had given him more relief
from his suffering than anything else. Urquhart was also something of a social reformer, taking an
interest in the education of working men and he regarded “Turkish baths” as great social equalisers and
wanted to see them provided by public authorities in every town as in Roman days. Back in England
he met up with Dr. Richard Barter (1802-70) an Irish doctor who was an early advocate of hydropathy
and also a social reformer, who had already opened the “People’s Turkish Bath” for the poor of Cork
(Cobh) in Ireland in 1863. Barter asked Urquhart to help him design and build a new hydropathic
establishment, St. Anne’s, in Blarney which was opened in 1843.
Another philanthropist and social reformer who believed in the power of hydropathy in the
improvement of the toiling masses was Titus Salt the far-sighted owner of a woollen mill in Yorkshire.
Concerned about the squalid conditions in which most of his workers lived he re-located his mill from
Bradford to a purpose-built mill near Shipley and built a village, Saltaire, next to it to house his workers.
He provided schools, a library, a Congregational church, billiard rooms and a gym, a cottage hospital
and a clothes wash-house, slipper baths and a Turkish bath – but there were no pubs. The Saltaire Baths
and Wash-house opened in Caroline Street on 6th July, 1863, designed by architects Lockwood and
Mason and cost Titus Salt £7,000.9
Another “sufferer”, from gout, was Charles Bartholomew who became convinced of the therapeutic effect
of Turkish baths and who also read Urquhart’s “Pillars of Hercules” and approached him with the offer to
build a Turkish Bath to Urquhart’s design, the first being opened in Bristol in 1859. This was followed by
Manchester, 1875, Worcester, 1877, Birmingham, 1878 and Bath in 1881. In 1861 the journal of the building
trade “The Builder” noted that Turkish baths were springing up all over the place and a year later the famous,
very luxurious Jermyn Street Baths were opened having cost the large sum of £6000 to build.
Charles Bartholomew: The Turkish Bath
8 Urquhart, D. The Pillars of Hercules, or, A Narrative of Travels in Spain and Morocco in 1848. 2 vols. NY; 1850
9 Belgarvie, R. Sir Titud Salt, Baronet. His life and its Lessons. London, Hodder and Stoughton, 1877.
Healing Waters and Holy Wells
105
The fact that social reformers were pressing for improvement in the living conditions for working
people, plus a belief that Turkish baths could cure almost anything including tuberculosis, did a lot to
support the fashion for Turkish baths and some doctors became advocates of the treatments but the
medical profession in general remained sceptical because of lack of scientific evidence from properly
conducted trials. In an editorial in the “Lancet “in 1861 the Editor wrote “…. We really wish to know
how the air bath operates on the human organism” 10. This did not stop those who were supporters from
introducing Turkish baths as part of a medical regime in various well-known hospitals. The first hospital
to install Turkish Baths as part of the hospital routine was the Newcastle-upon-Tyne Infirmary, later the
Royal Newcastle Infirmary, who built custom-made baths in 1858. A controversy at St. Thomas’ Hospital
about whether to build Turkish baths or not, claimed that they already existed in Newcastle, Shrewsbury,
St, Mary’s (London) and the Brompton Consumption Hospital, the Reading (Royal Berkshire Hospital)
and the Radcliffe Infirmary by 1860.
Newcastle-upon-Tyne Infirmary 1792
Another aspect of the popularity of Turkish Baths was their use in Mental Hospitals and Institutions.
It is true that in the early days the use of water could be brutal, although in the context of the time calming
an out-of-control patient by dousing him or her with cold water might be regarded as preferable to other
forms of physical constraint and in many cases the baths were used to good effect as part of treatment.
Turkish baths had been installed in a number of mental asylums as early as the 1860s e.g. Cork District
Lunatic Asylum, 1861, Sussex County Lunatic Asylum, 1861, Hayward’s Heath. 1861, Limerick District
Lunatic Asylum, 1862, Middlesex County Pauper Lunatic Asylum, Colney Hatch, 1865, North Wales
County Lunatic Asylum, Denbigh, 1871, Metropolitan Asylum for Pauper Imbeciles, Leavesden, 1876.
However at The Retreat in York, a famous mental hospital founded by the Quaker philanthropist William
Tuke11 in 1792 with the aim of handling mental illness with kindness and gentleness, Turkish Baths had
been installed by 1877 and fully incorporated into his philosophy of treating mentally sick people as
gently and kindly as possible. The claims for early “cures” were greeted with justifiable scepticism by
the medical profession in general but it seems obvious that the whole idea of relaxation and gentleness
would have a positive effect on any mentally disturbed person.
By the end of the 19th century public support for Turkish baths was waning. A great deal of this was
due to the fact that, although still primitive by modern standards, personal opportunities for bathing
and cleaning were improving even in working class areas. However this did not mean that they all
disappeared at once. The baths built for the London and Provincial Turkish Bath Company at No. 76
Jermyn St., in London, opened in 1862 under the supervision of Urquhart, managed to continue in
use until the beginning of WW2 when they closed because of lack of demand and were never rebuilt
after being demolished by a German bomb on April 17th, 1941. The exclusively male baths at No. 92,
10 Goolden, R. Lancet, 1861, 1, 95-7
11 Tuke, D. H. William Tuke, the Founder of the York Retreat. J. Psychol. Med. And Mental Pathology, 8, 507-512. 1855
106
Healing Waters and Holy Wells
Jermyn Street remained open after the war ended and became particularly attractive to homosexuals
with people like Christopher Isherwood the writer, W.H.Auden, poet, Benjamin Brittain, composer and
Alec Guinness, actor reputedly making use of them as a rendezvous centre. However changing attitudes
meant that the police appeared to turn a blind eye to these activities while they were technically still
illegal and it also saw the end of “closeted” homosexuality with the de-criminalisation of homosexuality
in 1967 and the last baths closed for good in 1975. In recent years however there has been a revival in the
popularity of Turkish baths as part of the “Health Spa” movement and they are often to be found amongst
the services offered in “Health Farms” and similar establishments offering exercise, diet, massage and
similar treatments to combat the stresses of modern life.
The Cooling Room in the Jermyn Street baths
The “rote Faden” in the story of the use of water as a therapeutic agent is that it is impossible to
divorce it from some form of emotional involvement. A belief that it will cure bodily ills, improve one’s
physical state or beauty, allow for suppressed emotional ideas to be expressed, work as a social equaliser
or just “make one feel better” makes one wonder if the Ancients did not have something when they
classified “Water” as one of the four essential Elements but on the other hand perhaps one day the
scientists will actually prove that there is something chemical in all of these “Healing Waters” which
actually does affect the chemical formula from which we are all made.
HEALING BATHS IN XIV CENTURY
KINGDOM OF NAPLES – POZZUOLI
Małgorzata Chudzikowska-Wołoszyn*
* Institute of History and International RelationsUnivesity of Warmia and Mazury in Olsztyn, Poland
Summary
In the European Middle Ages the turn of the XIIth and XIIIth centuries turned out to be a carrier of deep and permanent transformation;
especially the evolution of the society, which gradually started to become more secular. The long-existing and fossilized threefold system,
based on a church criterion and including oratores, bellatores et laboratories, collapsed. Urban evolution gradually changed the features of the
medieval civilization. New dynamic social classes appeared: merchants, townspeople, jurists, doctors and students, all of which were attracted
by universities arising in city centres. Interest for intellectual goods of antiquity burst with a new force. This new world of science was dominated
by scholasticism, obviously focused on philosophy and theology. The medicine was slowly reviving and thanks to it the human body became
again an object of attention. The thirst dragging and developing science could be seen especially in Italy, where a web of universities and high
schools appeared – Salerno, Pavia, Padua, Naples, Siena, Rome and Perugia. The society started to believe that the human body was not only
a tool of sin but it was also an object that they could not disregard or neglect. It turned out that the human body could be a value and it could
serve a spiritual cause as well. At last, the body became a residence of soul and the medicine started to be understood as a treatment to the very
soul. The medieval rulers began to gradually understand and support the idea of mercy towards society. The medieval institution of a hospital
appeared. Foundations of these care facilities was especially seen in the XIIIth and XIVth century Kingdom of Naples. In 1298 the King of Sicily
Robert approved the foundation of a hospital in Tripergole near Naples. This hospital was to care for the poor and ailing, who were arriving to
the hot spring located in this region. Tripergole was joined with the primeval city of Puteoli (Pozzuoli today) which was abundant in thermal
water springs. This city in the Roman period experienced an enthusiastic appreciation. It was a huge commercial and luxurious resort as well.
The Emperor Caligula united it with the famous Baiae. The XIV century gives Puteoli the new splendour. Bathers arrived to the city and enjoyed
the healthy water baths. In the honour of the spa Peter of Eboli wrote De balneis Puteloaneis which was popularised in whole Italy and thanks
to it these primeval sources gained new fame.
In medieval history corporeality, with its intimacy and sexuality, occupied a very varied status. The
beginning of the Middle Ages ruthlessly suppressed and depreciated the human body. While antiquity
worshipped it, the Middle Ages at its beginning – fuelled with the teachings of the Church Fathers –
turned it into a specific “ruin, prison and poison to the soul”1. The autumn of the Middle Ages brought
a marked change in the approach to human matter. Slowly, more civilized, and endowed with freedom,
the human body became a subject of intense care2.
The XIVth century Europe was characterized by an ever-growing health alertness. This attitude was
shaped by several factors. First of all, interest in the body and its functions became increasingly popular.
Medicine spread from monasteries onto universities and colleges3. Empirical knowledge regained its
lost position. Caring for the body also became necessary in the light of the spreading epidemics that
decimated the medieval society. In addition, the concept of the monarch’s power evolved. Monarchs were
increasingly obliged to offer custody to their poor and sick. The XIIIth and XIVth centuries witnessed
a development in hospital care. Health awareness was growing together with care for the body and its
hygiene.
In 1309 the king of Sicily, Robert the Wise (1277/1278 – 1343) of the House of Anjou approved the
foundation of a hospital in Tripergole, close to Pozzuoli, in a small cove to the west of the Bay of Naples4.
This hospital was to admit up to a hundred and twenty bed-ridden patients from among those coming
for treatment to the hot sulfur springs located in this region. The institution was maintained from the
taxes on the extraction of sulfur and the production of alum, paid by the residents of Pozzuoli. Assets
endowed by the king constituted additional source of material support5.
1 J. Le Goff, Historia ciała w średniowieczu, Polish tranls. I. Kania, Warszawa 2006, p. 31.
2 D. Barthélemy, P. Contamine, G. Duby, P. Braunstein, Problemy, in: G. Duby (ed.), Historia życia prywatnego, vol. 2, Wrocław 2005, p. 707.
3 Synod of Clermont (1095) officially ended the period of the so-called monastic medicine. Along with that date the clergy was forbidden
from medical practices and medicine was passed into the hands of the laity. Cf. Z. Domosławski, Propedeutyka i historia medycyny, Jelenia
Góra 2005, p. 17.
4 In the Middle Ages a hospital – hospitale – was an institution of canon law established to care for the poor and other needy. Cf. M. Słoń,
Hospitale et civitas. Miejsce szpitala w życiu komuny miejskiej w Europie Środkowej do reformacji, in: A. Barciak (ed.) Curatores pauperum. Źródła
i tradycje kultury charytatywnej Europy Środkowej, Katowice 2004, p. 43. Hospital care was initially performed by monks, especially the
Hospitallers, Cistercians and Duchacy. Over time hospitalia were also founded by monarchs or established by a city commune.
5 P. K. Gąsiorczyk, Próby walki z ubóstwem w XIV-wiecznym Królestwie Neapolu, na przykładzie szpitala w Tripergole, in: L. Kostuch, K. Ryszewska
(ed.), Zbytek i ubóstwo w starożytności i średniowieczu, Kielce 2010, p. 392.
107
108
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
At this point it is worth to note that the Kingdom of Naples was one of the first academic centers
specializing in the field of medicine. In the IXth century the Salerno Medical School was founded, and
in the XIIIth century Frederick II of Hohenstaufen (1194-1250) founded the University of Naples.
Frederick II became famous as a lover and patron of science. The Anjevin rulers, in turn, who occupied
the throne of Naples since the end of the XIIIth century, widely supported the development of hospital
care in Europe, hurrying with thorough medical assistance for the poor6.
The land in the vicinity of Pozzuoli, chosen by Robert I, was not selected randomly. Since ancient
times it enjoyed a remarkable reputation for beneficial sulfane fumes, produced by the nearby Solfatara
volcano7. Since time immemorial there were muddy geysers and hot springs on the so-called Phlegraean
Fields8 around Solfatara. To date there is a significant number of exhalations of sulfur around the crater
– they are called mofettas and fumaroles9. It is easy indeed to believe that this place could have been
associated by the ancients with the vestibule of Hades and the forge of Hephaestus. Already in the
Hellenistic period the numerous pools forming in the Phlegraean Fields were encircled with stones and
used for healing purposes. In this ancient resort there were many baths, saunas and wells with mineral
water. Most written sources citing the healing properties of the springs come from the Ist century BC.
At that time Pozzuoli, as well as the neighboring Baiae were experiencing huge popularity. They were
mentioned by Horace, Tibullus, Ovid, Propertius, Martial, Seneca and Statius.
With the end of the XIIIth century – the period of the early medieval oblivion –Pozzuoli was again filled
with patients. It obviously did not regain its ancient rank and atmosphere. In the Christian world spas and
baths radically changed their status. They were far from the typical ancient thermae. Baths were no longer
accompanied by long feasting, fun and disputes. Their use was significantly narrowed. Pozzuoli became
a medical facility, which primarily sought help for the sick and tormented body. The popularity of this
seaside resort was reaffirmed in a Latin poem by Peter of Eboli, entitled The Baths of Pozzuoli10. The work
was probably created between 1211 and 1220, but most of its copies were made in the XIVth and XVth
centuries. Therefore, it can be assumed that at that time the resort experienced the largest renaissance. It
was then that most of the ancient baths located within and around Pozzuoli were rebuilt.
Twenty copies of the poem remain to this day, ten of them filled with beautiful illuminations depicting
particular baths of Pozzuoli together with patients using them. Multi-colour miniature illustrations help
us understand the specific character of the medieval resort and its bathing routines. The illustrations
are dominated by nudity, which in the medieval period had not yet been rejected and condemned. The
bathing body was associated with baptism11. In the portrayed ponds, bathing buildings, brick bathtubs
or caves we can see groups of people. Women bathe together with men, there is no customary gender
separation yet. The characters are not ashamed of their nakedness. Each illustration is a very valuable
source of information about the healing properties of each particular spring or reservoir. The human
figures have their stomachs marked – thus the painter stressed stomach, liver and spleen disease, which
could be cured in different waters. Often we can see the characters on the illustrations washing their
heads, eyes, chests or wombs. Some illuminations have an additional space above the so-called bathing
sequence. In these symbolic scenes we can also see people feasting, sleeping or praying. Among these
we also see figures shooting bows or looking at the sky. Each of these illustrations provides symbolic
information about the beneficial properties of the particular bath, which could restore appetite, sleep,
humour and vitality. The illustrations also contain some topographical and architectural details that
characterized particular baths. The work, decorated with illuminations, can be seen as a medieval folder
advertising Campania with its balneotherapeutical properties.
6 Seven hospitals were founded in the kingdom of Sicily in the XIIIth century. The Kingdom of Naples had hospitals in the towns of
Chiaromonte, Diano near Salerno, Marsico near Potenza, Paterno and Palermo. Ibid, p. 394.
7 The name Solfatara comes from the Greek sulpur, sulpuris – sulfur. The Solfatara volcano appeared about 4000 years ago. The last recorded
eruption occurred in 1198 and was accompanied by a strong earthquake. Currently Solfatara is considered a dormant volcano. The gases that
are still exhaled are volatile components of volcanic magma, mainly water vapour, carbon dioxide and hydrogen sulfide, from which sulfur
precipitates.
8 The term – Phlegraean comes from the Greek word flegyros – fiery, flaming, blazing. In the area known as Phlegraean Fields there are other,
smaller volcanoes apart from the mentioned Solfatara – about 40 of them.
9 A fumarole is a gas exhalation with a temperature between 300 and 1000°C, a mofetta, in turn, is a so-called cold exhalation (under 100°C).
10 All references to the text of The Baths of Pozzuoli (hereafter De balneis), which will be presented later in this article come from the first
anthology of Latin texts on balneotherapy – De balneis omnia quae exstant apud Graecos, Latinos et Arabas. In this collection of work De
balneis Puteolanis was erroneously credited to Alcadinus of Syracuse. See Alcadini poetae Siculis De balneis Puteolanis (hereinafter: De
balneis ...), in: Tommaso Giunti (ed.), De balneis omnia quae exstant apud Graecos, Latinos et Arabas, Venice 1553, pp. 203–208
11 J. Le Goff, Historia ciała w średniowieczu, p. 126.
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
109
Written in hexameter, the poem was dedicated to the king of Germany and Sicily, Frederick II (11941250), who favoured Italy and spent most of his time there. Peter was the court poet of the king. But
posterity was very ungrateful to him - until the XVIIth century The Baths of Pozzuoli was thought to
be created by Alcadinus of Syracuse, the court physician of Henry VI (1165-1197). Only in 1604 the
creation of the poem was officially attributed to Peter12. Very little is known about the poet himself.
Originally it was thought that he was a doctor educated at the University of Salerno. This hypothesis
was based on the medical knowledge documented in The Baths of Pozzuoli. In the poem Peter included
quite detailed information about the therapeutic effects of Pozzuoli waters on particular diseases. The
theory of Peter’s medical education, however, is not confirmed in any way, and today it is believed he was
more of a poet and chronicler than a doctor13. He certainly drew his medical knowledge from Oribasius
of Pergamon (325–403), the personal physician of Emperor Julian the Apostate, and the author of a
17-volume medical encyclopedia. Only the tenth book, treating about healing baths, had remained out
of the whole work, and Peter based his poem on it.
The complete work most likely consisted of 37 parts14. It was opened by a prologue, followed by 35
descriptions of individual baths, finalised by a dedication constituting an epilogue. Subsequent copies
contain a more or less modified content of the poem.
The baths presented by the poet can be divided into three topographical groups. The first group
included healing reservoirs situated between Naples and Pozzuoli. The second group, most numerous,
those situated between Pozzuoli and Baiae. And finally, the third group, which included the treatment
reservoirs located in Baiae. In the first group we may name, for example, Balneum Bullae, ie. water
bubble bath. Near the pond there was a volcanic mountain of the same name – Mons Bulla. The water
in the reservoir reached boiling point, which was accompanied by the emergence of bubbles and foam.
And following Peter of Eboli - “(...) for this reason, it (the bath) is rightly referred to as bulla – a bubble15”
Hot water brought invaluable relief to those suffering from headaches. In addition – as the poet of Eboli
wrote – it cleared the spleen and liver16. The miniature illustration in a Roman manuscript by Angelico
(XIIIth century) shows that particular bath in the form of an open arcaded loggia. A group of naked
people is concentrated around a jug of water, which was brought from a small cave in the hillside.
Near the sea coast, next to the Posillipo cave17, located between Pozzuoli and Naples, there was
another bath – Balneum Foris Cryptae. The literal translation would be a Bath outside a cave. The Baths
of Pozzuoli says that the water springing from this place “repels any weakening of the stomach”18. In the
following verses of the poem Peter warned that a bath in this pool could harm people suffering from
dropsy19. But it was the perfect antidote for lungs and liver, a remedy for heart and a friendly cough
medicine20. This bath also soothed people suffering from skin diseases21. A XVth century manuscript –
called Barberini – belonging to Biblioteca Apostolica Vaticana - allows us to see this bath as a small room
shaped as a rotunda roofed by a dome.
The healing reservoir called Balneum Sanctae Anastasiae also had extraordinary properties. Like the
two previous baths, it was situated by the road between Naples and Pozzuoli. The name originated from
the nearby St. Anastasia’s shrine. The power of the water springing there - as we read in The Baths of
Pozzuoli – “removes signs of fatigue, as long as one endures the fever of the water”22. The same water also
“restores the vitality of every body”23. The miniature illustration in Angelico’s manuscript presents Saint
Anastasia’s Bath in the form of a natural pond. On both sides of the reservoir we can see two men in
short tunics with axes, hitting the ground with them. Peter of Eboli wrote that in this place it was enough
12 The poem was also credited to a Neapolitan doctor Eustasius of Matera, Arnaldus de Villa Nova, as well as Gervasius of Tilbury. Cf. C. M.
Kauffmann, The Baths of Pozzuoli. A Study of the Medieval Illuminations of Peter of Eboli’s Poem, Oxford 1959, p. 8.
13 Ibid, p. 9.
14 This is the layout of the oldest remaining Angelico’s manuscript. It was created around 1211–1220 in southern Italy. It is currently located
in Biblioteca Angelica in Rome.
15 De balneis, p. 203: Est bulla que bullit, & ob hoc bene Bulla vocatur. (The translation of De balneis in this article comes from the author).
16 Ibid: Quam metuenda magis, tanto magis vtilis egris, si studeant in ea sepe lauare caput. (…) Hec caput emendat: matricem purgat: & inguen
liberat & splenem purgat, & ipsa iecur.
17 The name comes from the Greek word pausilypon – relieving pain, removing worries.
18 Ibid: A stomacho pellit debilitatis onus.
19 Ibid: (…) sed nocet hydropicis, cum sit dulcissima potu, (…).
20 Ibid: Pulmonem lesum sanat et inde iecur. Pectorisa antidotum, tussi medicame amicum.
21 Ibid: Ipsa per occultos telluris ducta meatus subuenit aegrotis, est quibus aegra cutis.
22 Ibid: p. 204: Illa recens in fonte suo symptomata tollit languenti, ardorem si patiatur aquae.
23 Ibid: Virtutes omneis corporis vnda nouat.
110
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
to slightly drill through the sand for the invigorating, hot water to spring24. The men in the illustration
are most probably bath attendants who stimulated the flow of water by rhythmically hitting the ground;
thus ensuring the continued hot temperature of the bath.
The baths of Pozzuoli gained great fame and popularity in the Middle Ages. They stood open to all
social classes. The previously snobbish resort turned into a charitable sanatorium. Founded by Robert I,
the hospital sheltered the sick, poor pilgrims, orphans and single mothers. A bath was free of charge. In
the prologue to The Baths of Pozzuoli Peter of Eboli wrote: “You who have no wealth in gold nor silver,
seek waters, these will help you for free”25. Every year, the hospital received royal donations in the form
of wheat, barley and legumes. The institution had the right to fish freely. It also enjoyed special favours
from the Anjevin rulers. Any violation to the hospital property was punishable by a fine. It was similar
with blasphemers who harassed people working at the hospital.
Pozzuoli grew so popular in the Middle Ages that it began to compete with the medical community
from the nearby Naples and Salerno. There is even a legend reported by Gervasius of Tilbury (ca 1150
– ca 1235) that tells about an attack of outraged doctors on the famous resort. A group of physicians,
jealous of the success of the Pozzuoli baths, which threatened the prosperity of their practice, secretly
crossed the Bay of Naples and destroyed votive inscriptions placed around the town. However, nature
punished the wicked. On the way back a raging storm engulfed the greedy doctors.
Photos:
(Phot. 1) A miniature illustration from the oldest remaining manuscript of The Baths of Pozzuoli (c. 1211-1220).
The manuscript belongs to the Biblioteca Angelica in Rome. It owns 37 miniatures, each depicting a different
bath of Pozzuoli. In the picture you can see Sudatorium Trituli - Trituli steam bath. Tritulum is the name of the
region between Lake Averno and Baiae. A group of nude bathers in a rock cave. A bath in this place was the
antidote to stomach diseases and the so-called dropsy. This is highlighted in the illustration – the characters
have enlarged abdomen areas, are holding their hands against their stomachs. Peter of Eboli also informed
that the bath helped cure the cold and cough. In the background of the illustration you can see the Solfatara
volcano.
Source: C. M. Kauffmann, The Baths of Pozzuoli. A Study of the Medieval Illuminations of Peter of Eboli’s Poem,
Oxford 1959.
24 Ibid: Res miranda quidem est, vbicunque cauaris arenam, (…).
25 Ibid: p. 203: Copia quaeis nulla est argenti, aut diuitis auri, querite, que gratis auxilientur, aquas.
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
111
(Phot. 2) Balneum Sudatorium – bath and steam room. The miniature illustration from the same Angelico’s
manuscript. You can see the room – an arcade hall, which served as a sauna and a bath. A group of people
gathered around a jug of water, which was brought from a nearby spring. Bathing in this place – according to
The Baths of Pozzuoli – was to relieve weakness, heal ulcers. Above you can see two praying figures. One of them
is Saint German, the bishop of Capua, who is praying for the soul of Saint Paschasius (died after 511) residing in
purgatory. According to the legend included by Gregory the Great in Dialogues, Paschasius was to appear to St.
German here, in this bath, which was also his place of torment, purgatory.
Source: http://it.wikipedia.org/wiki/File:Petrus_de_Ebulo_-_Balneum_Sudatorium.jpg
(Phot. 3) Balneum Sulfutara – the bath of Solfatara. It was located in the immediate vicinity of the volcano
(458 m). A miniature illustration from the manuscript of Angelico. As you can see, the bath was dominated
by women. According to Peter of Eboli it was to heal infertility, but also help with stomach aches, headaches,
vomiting, fever and eye diseases. The character with bellows shown at the top is a symbol of the still active
Solfatara, whose last eruption took place in 1198 (briefly before The Baths of Pozzuoli was created).
Source: http://it.wikipedia.org/wiki/File:Petrus_de_Ebulo_-_Balneum_Sulphatara.jpg
112
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
(Phot. 4) Balneum Tripergulae – Tripergula bath. A miniature illustration from the manuscript of Angelico. The
name Tripergula comes from the Latin tres pergulae – three galleries. It may refer to the original shape of the
bath. In the immediate vicinity a hospital was founded by Robert I in 1309. The bath was situated near Lake
Averno, which was regarded by the ancients as the entrance to Hades, hence in the lower part of the illustration
you can see the figure of Christ breaking the gates of hell. The illustration depicts a bathing and changing room.
This bath – according to The Baths of Pozzuoli – freed from heaviness of body and mind.
http://it.wikipedia.org/wiki/File:Petrus_de_Ebulo_-_Balneum_Tripergulae.jpg
(Phot. 5) The area around the Solfatara volcano – the so-called Phlegraean Fields. The term – Phlegraean comes
from the Greek word flegyros – fiery, flaming, blazing. In the area known as Phlegraean Fields there are other,
smaller volcanoes apart from the mentioned Solfatara – about 40 of them. The fuming sulfur vapours come
from the constantly emerging volcanic exhalations. The yellow colour of stone indicates the ever-present sulfur.
Source: http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Solfatara_volcano_Fumarole_6785.JPG
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
(Phot. 7) A sulfur fumarole (a solfatara) – also a hot reek.
Source: / http://en.wikipedia.org/wiki/File:Fumarola_Vulcano.jpg
(Phot. 8) The crater of Solfatara.
Source: www.incampania.com
(Phot. 9) The crater of Solfatara. An old machine used to package the Solfatara’s thermal mud.
Source: www.solfatara.it
113
114
Healing Baths in XIV Century Kingdom of Naples – Pozzuoli
(Phot. 10) A XVIth century painting by Girolamo Macchietti – The baths of Pozzuoli – showing the Pozzuoli
resort in the Roman Empire period.
Source: www.intofineart.com
(Phot. 11) Angelico’s manuscript. Balneum Imperatoris – the Imperial bath, also called Balneum Sol et Luna – the
bath of sun and moon. In the reservoir located in the ruins of ancient Roman baths a group of naked patients.
They point to the symbols of the sun and moon above. Bathing in this place cured gout.
Source: http://commons.wikimedia.org/wiki/File:De_Balneis_Puteolanis_MS_1474_Biblioteca_Angelica_de_
Rome.jpg
DIE GEORGIANISCHE BADEKULTUR IM SPIEGEL
DER ROMANE JANE AUSTENS
JANE AUSTEN ROMANLARINA YANSIYAN GEORGIAN BANYO KÜLTÜRÜ
Uta Kästner*
* B.A. (Pol. Sc.), NGO Management (DSA) amedes Medizinische Dienstleistungen GmbH, Leipzig/Germany
Zusammenfassung
Ingiltere’de banyo kültürü, Roma egemenliği zamanlarına dayanır. Böylelikle kür yeri Bath daha M.S. 43 yılında Latince ad olan Aquae sulis
olarak anılıyordu. erwähnt. Aydınlanma çağının, doğa içinde hareket etmeyi ve banyo yapmayı tavsiye eden sağlık ve hijyen fikirleri gibi, buna
eklenen keyif için seyahat etme anlayışı, kür yerlerinin kür yerleri kurma akımı doğurdu. Her toplum katmanı ve her yaş için uygun bir yer vardı.
Jane Austen (1775 - 1817) 1801 und 1806 yılları arasında Bath’da yaşadı, burası 18. yy.’da Avrupa’nın en büyük kaplıca yeri olarak gelişmişti. Bu
yeri, sonbahar ve kış aylarında yaklaşık 8ooo misafir ziyaret ederdi. Onlar sadece sudan içmek için değil, sohbet ortamlarından yararlanmak için
de yeğlerlerdi. Nitekim Defoe, Bath için „the resort of the sound rather than the sick“diyordu. Bath, kapsamlı kültür etknliklerine karşın sıkıcı
ve küçük bulunsa da, şehir tüm ülkede yine de örnek bulunuyordu: Malvern Wells, Cheltenham, Buxton, Harrogate und Scarborough daha
az iyi dirimda olan daha yaşlı olanların yeğledikleri yerlerdi. Austen’in iki romanının– Persuasion und Northanger Abbey (posthum yayınlanışı,
1817) –büyük kısmı Bath’da geçer ve bir kür yerindeki sosyokültürel yaşamı detaylı olarak tasvir eder. Pride and Prejudice (1813)’de iki kür yeri
olan Ramsgate ve Brighton – orada ticaret için çok canlı olaylar cereyan etmektedir – bundan ötürü anılır, ancak Jane Austen son iki romanında
kür yerlerine gidenleri, hastalıkları, tedavileri ve nasıl uygulandıklarını, sosyal çevre ve çok yönlü toplumsal yaşamı tasvir eder. 18. yy.’ın ikinci
yarısında deniz banyoları popülarite kazanır. O yüzyılın ortalarında deniz suyu içilecek bir terapötik olarak reçete edilirken, denizde banyo
yapmak bir tedavi uygulaması olarak tavsiye edilmeye başlanır, 19. Yy.’ın ortalarında ise bir eğlence biçimi olarak yerleşir. George III., bir deniz
banyosu yapılan yer olarak Weymouth’u ziyaret eder, Prens ve maiyeti Brighton’u yeğler, Londra’nın orta tabakası ise Margate’a gider. Jane
Austen’in, tamamlanmamış ve deniz banyosu alınan yerde geçen romanı Sandition (1816)’da, sarkastik-humor dolu tarzı kendini ortaya koyar:
„Sea air and Sea Bathing together were nearly infallible, one or the other of them being a match for every Disorder …“.
One would think that the English were ducks, they are forever waddling to the waters.
Horace Walpole (1717-1797)
Heutzutage gilt Jane Austen (1775 - 1817) als eine der bedeutendsten Schriftstellerinnen des englischen
Realismus und ist eine der meistgelesenen Autoren im englischsprachigen Raum. Zunehmend wird ihre
Bedeutung für die europäische Literaturgeschichte auch in anderen Ländern erkannt und zum Thema
literaturwissenschaftlicher und historischer Arbeiten über das 18. und 19. Jahrhundert herangezogen.
Lange wurde Austens sozialkritischer Ansatz ignoriert, heute werden ihre Romane, die vorrangig
im beengten Milieu des niederen englischen Landadels spielen, vor allem hinsichtlich der detailliert
beschriebenen sozialen und finanziellen Situationen und Abhängigkeiten der als privilegiert geltenden
Frauen geschätzt. Jane Austen, die selbst zum niederen Landadel - der gentry - zählte, beschreibt in ihren
Romanen das ihr bekannte Umfeld.1 Trotz der politischen Unruhen der Zeit konzentriert sie sich auf
die Beschreibung zwischenmenschlicher Beziehungen, gesellschaftlicher Themen und des Alltäglichen.
Dies macht ihr Werk heute zu einer Fundgrube für sozialhistorische Studien. Schon Sir Walter Scott
(1771-1832) äußerte sich voll des Lobes über ihre Fähigkeit, Dinge zu beschreiben:
„[to copy] from nature as she really exists in the common walks of life, and presenting to the reader
… a correct and striking representation of that which is daily taking place around him“ 2
Ihr Mangel an politischem Kommentar rührt nicht von Desinteresse - ihre eigene Familie war von
Krieg und Unruhen betroffen3 - sondern lässt sich auf die von ihr verstandene Aufgabe von unterhaltender
Literatur zurückführen. So soll diese amüsieren, anregen und belehren. Berühmt ist in diesem
Zusammenhang der Kommentar der Protagonistin in ihrem kurzen Roman Northanger Abbey (1819):
„History, real solemn history, I cannot be interested in … I read it a little as a duty; but it tells me
nothing that does not either vex or weary me. The quarrels of popes and kings, with war and pestilences
in every page; the men so good for nothing, and hardly any women at all – it is very tiresome.” 4
1 Für biographische Informationen siehe: Austen-Leigh, James Edward: A Memoir of Jane Austen, 2nd ed. 1871, Ed. Kathryn Sutherland,
Oxford: OUP, 2002 sowie Le Faye, Deirdre: Jane Austen. A Family Record, 2. Aufl., Cambridge University Press, Cambridge, 2003
2 Southam, Scott in the Quarterly Review, Vol. 1, 58; Waldron, Early Critical Responses, Jane Austen in Context, 86; Duffy, Cristicism 1814-1870,
The Jane Austen Companion, S. 94-96
3 Zwei ihrer Brüder waren in der Navy und ihre französische Cousine Eliza de Feuillide floh nach der Französischen Revolution nach England.
4 Jane Austen, Northanger Abbey, Kapitel 14
115
116
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
So spärlich die Erwähnung politischer Ereignisse und deren Auswirkungen auf das alltägliche Leben
der Menschen so zeigen die Romane eine Zeit der fundamentalen Umwälzung des Privatlebens.5
Jane Austen, gemalt von ihrer Schwester Cassandra, o. J., Ausschnitt, National Gallery London
Die fortschreitende Industrialisierung am Ende des 18. Jahrhunderts half nicht nur, eine wohlhabende
Mittelschicht zu schaffen, sie schuf auch die Voraussetzungen des Reisens als Vergnügen. Das Konzept
der Freizeit und der Bildungs- und Erholungsurlaube ist sowohl ein Produkt der Aufklärung als auch
dem Ausbau der öffentlichen Verkehrsnetze geschuldet. Die Postrouten wurden vermehrt auch privat
genutzt und die Kosten des öffentlichen Transports sanken.
Reisen wurde somit für eine solvente Schicht, die von der (Reise-)Literatur des 18. Jahrhunderts
mit ihrer Verklärung der Natur stark beeinflusst war, immer mehr zum Vergnügen. Man reiste um
des Reisens willen und um seinen ästhetischen Horizont zu erweitern. Die Bildungsreisen der jungen
Adeligen ins kontinentale Europa, welche im 18. Jahrhundert noch zum guten Ton gehörten, wurden
aufgrund der Unruhen und kriegerischen Zustände zur Ausnahme. Das Vereinigte Königreich wurde
somit interessant für Reisende und bald bildete sich eine regelrechte „Tourismusindustrie“.
Schon immer wurden Reisen zu diversen Kurorten innerhalb und außerhalb Englands
unternommen6, doch wandelten sich die Beweggründe der Besucher dieser Orte als auch die Orte
selbst zur Jahrhundertwende. Denn waren auch Krankheiten ständig präsent, entwickelte sich im
18. Jahrhundert eine neue „Modekrankheit“ - die Melancholie, der Spleen. Die Melancholie wurde
als Zustand tiefer Traurigkeit und Lethargie beschrieben, welcher oftmals von suizidalen Gedanken
begleitet sein kann.7 Die geschilderten Symptome würde man heute wohl am ehesten als Depression
beschreiben. Samuel Johnson (1709 - 1784) definierte die Melancholie in seinem Dictionary of the
English Language als eine
“kind of madness in which the mind is always fixed on one object [prone to] sundry contemplation
[resulting in a] most humorous sadness” 8
Johnson war der Überzeugung, dass Hypochondrie der Auslöser dafür war. Jane Austens Mutter war
starke Hypochonderin und ihre beiden Töchter litten sehr darunter. In Austens Büchern sind die wohl
bekanntesten Hypochonder Mr. Woodhouse in Emma (1815) und Mrs Bennet aus Pride and Prejudice
(1813). Über beide macht sich die Autorin lustig, dargestellt werden sie als egozentrisch und die
Umwelt kontrollierend, jedoch nicht depressiv. In einem ihrer Briefe an ihren Bruder schildert sie den
Kuraufenthalt einer Bekannten; deutlich wird, dass oftmals eingebildete Krankheiten genutzt wurden,
um Aufmerksamkeit zu erregen und einen teuren Urlaub zu rechtfertigen.
5 Genannt werden sollen hier nur der angedeutete Sklavenhandel in Mansfield Park, die beiläufige Allusion zu den Aufstände in London in
Northanger Abbey, die Präsenz der Navy in Persuasion sowie die Anwesenheit der Miliz in Pride and Prejudice.
6 Vgl. Vickery, Amanda: The Gentleman’s Daughter. Women’s lives in Georgian England, Yale University Press, New Haven & London, 1998, S.
263: Bereits in den 70er Jahren des 18. Jahrhunderts gab es einen “Genteel Post-Coach”, der im Juni zweimal wöchentlich von Leeds nach
Harrogate fuhr.
7 Midelfort, H. C. Erik: A History of Madness in Sixteenth Century, Stanford University Press, 2000, S. 302
8 Johnson, Samuel: A Dictionary of the English Language, London, Times Books Ltd.,1983
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
117
„They have been all the summer at Ramsgate, for her health, she is a poor Honey – the sort of woman
who gives me the idea of being determined never to be well – & who likes her spasms & nervousness
& the consequence they give her, better than anything else.” 9
Zur Therapie der Melancholie wurden Kuren und therapeutische Bäder empfohlen. In der zweiten
Hälfte des 18. Jahrhunderts kamen zunehmend Seebäder in Mode, sie lösten immer häufiger die alten
Kurorte als Reiseziel ab. Diese galten bald als altmodisch und langweilig.
Die Popularität der Seebäder lässt sich auf zwei Hauptursachen zurückführen. So brachte die
Königliche Familie, vor allem König George III (1738 - 1820) und der Prince Regent (1762 - 1830), mit
ihren Besuchen in Weymouth und Brighton die Seebäder als Tourismusziel in Mode10, und die im 18.
Jahrhundert für ihre Wirkung gerühmte und anerkannte Meerwasser-Therapie wurde immer beliebter.
11
Die Meerwasser-Behandlung bestand aus folgenden Elementen:
 Einem morgendliches Bad,
 dem Konsum von mindestens einem Viertel Liter Meerwasser,
 einer Massage mit frischem Seetang, im Anschluss folgte daraufhin
 eine halbe Stunde Bettruhe, gefolgt von
 körperlicher Aktivität an der frischen Luft.
Auch das Baden an sich unterlag diversen Vorgaben. Man war der Überzeugung, dass es unabdingbar
sei, mit Heftigkeit in das Wasser zu springen, einen Moment des Ertrinkens zu erleben und die Kraft
des Wassers zu spüren. Gleichzeitig wurde Wert auf Sicherheit und medizinische Überwachung gelegt.
Ebenso war man davon überzeugt, dass eine Badekur im Winter am besten sei. Jane Austens Cousine
Eliza de Feuillide (1761-1813) verbrachte mit ihrem Sohn den Winter 1790/91 in Margate und schrieb
in einem Brief:
I had fixed on going to London the end of this Month, but to shew You how much I am attached to
my maternal duties, on being told by one of the faculty whose Skill I have much opinion of that one
month’s bathing at this time of the Year was more efficacious than six at any other & that consequently
my little Boy would receive the utmost benefit from my prolonging my stay here beyond the time
proposed, like a most exemplary parent I resolved on foregoing the fascinating delights of the great
City for one month longer ... Was not this heroic? … […] The Sea has strengthened him wonderfully
& I think has likewise been of great service to myself, I still continue bathing notwithstanding the
severity of the Weather & Frost & Snow which is I think somewhat courageous.12
Die Austen Familie fuhr dagegen bei Krankheit in Kurorte, das Seebad war reinen Vergnügungsreisen
vorbehalten. So besuchte man in den Jahren 1801-1805 die Seebäder Sidmouth, Teignmouth,
Dawlish, Lyme Regis sowie Ramsgate zur Erholung, als sich jedoch Janes Gesundheitszustand rapide
verschlechterte verbrachte sie 1816 mit ihrer Schwester Cassandra einige Wochen im ruhigen und
beschaulichen Cheltenham.13
9 Le Faye, Deidre : Jane Austen’s Letters. Ed. Deirdre Le Faye, Oxford: OUP, 1995, Brief vom 25. September 1813, S. 231
10 Eine der amüsantesten Beschreibung eines Bades stammt von Fanny Burney, Madame d’Arblay (1752-1840) als sie mit dem Hofstaat
George III 1789 in Weymouth war: “The bathing-machines make it [‘God Save the King’] their motto over all their windows; and those bathers
that belong to the royal dippers wear it in bandeaus on their bonnets, to go into the sea; and have it again, in large letters, round their waists, to
encounter the waves. Flannel dresses, tucked up, and no shoes or stockings, with bandeaus and girdles, have a most singular appearance; and when
first I surveyed these loyal nymphs it was with some difficulty I kept my features in order. Nor is this all. Think but of the surprise of His Majesty when,
the first time of his bathing, he had no sooner popped his royal head under water than a band of music, concealed in a neighbouring machine,
struck up ‘God save great George our King’.” Diary and Letters of Madame d’Arblay, vol 5, S. 35-36
11 Vgl. Russell, Richard: “A Dissertation on the Use of Sea Water in the Diseases of the Glands. Particularly The Scurvy, Jaundice, King’sEvil, Leprosy, and the Glandular Consumption”. To which is added a Translation of Dr. Speed’s Commentary on SEA WATER. As also An Account
of the Nature, Properties, and Uses of all the remarkable Mineral Waters in Great Britain by anEminent physician, London, W. Owen, 1760
12 Le Faye, Deidre: Jane Austen’s “Outlandish Cousin”: The Life and Letters of Eliza de Feuillide, The British Library, 2002, S. 97-99
13 Vgl. Memoirs of a Highland lady; the autobiography of Elizabeth Grant of Rothiemurchus, afterwards Mrs. Smith of Baltiboys, 1797-1830,
J. Murray, London, 1911, S. 140: My uncle and aunt, however, remained there till the month of September, when they went to Cheltenham for a
few weeks on account of my uncle’s health, and took us with them. […] We all drank the waters and we all ate famous breakfasts afterwards, and
Jane and I, out most of the day with my uncle, were so happy wandering about the outskirts of what was then only a pretty village, that we much
regretted remaining here so short a time. (1810)
118
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
Auch viele Zeitgenossen sahen einen Urlaub am Meer weniger als Kuraufenthalt, sondern eher als
Vergnügungsreise. Um der Nachfrage gerecht zu werden entstanden immer mehr Seebäder, deren Erfolg
sehr vom „Marketing“ abhing. In Austens letztem (unvollendeten) Roman Sandition (1817) beschreibt
sie dies in der ihr typischen leicht ironischen Art
Sanditon, the success of Sanditon as a small, fashionable bathing place, was the object for which he
seemed to live. A very few years ago, it had been a quiet village of no pretensions; but some natural
advantages in its position and some accidental circumstances having suggested to himself and the
other principal landholder the probability of its becoming a profitable speculation, they had engaged
in it, and planned and built, and praised and puffed, and raised it to something of young renown…
14
Die Kritiker der modernen, neuen Orte waren in der Minderheit, und kamen vor allem aus
dem Milieu der Amüsements und zweifelhaften Vergnügungen abgeneigten streng puritanischen
Mittelschicht. Doch auch der wohlhabende Mr. Heywood steht den aus dem Boden wachsenden Orten
kritisch gegenüber:
Every five years, one hears of some new place or other starting up by the sea and growing the fashion.
How they can half of them be filled is the wonder! Where people can be found with money and time
to go to them! 15
Dennoch wurde der vornehme, elegante Kurort recht schnell von den modischen Strandbädern
abgelöst. Nicht nur die vielen Belustigungen und Geselligkeiten trugen dazu bei, auch die Überzeugung,
dass Seeluft und Meerwasser bei jeglicher Art von Beschwerden helfe. Mr. Parker, der das neue Seebad
Sandition bekannt machen will, liefert eine beindruckende Aufzählung der kurativen Vorzüge:
He held it indeed as certain that no person could be really well, no person (however upheld for the
present by fortuitous aids of exercise and spirits in a semblance of health) could be really in a state
of secure and permanent health without spending at least six weeks by the sea every year. The sea
air and sea bathing together were nearly infallible, one or the other of them being a match for every
disorder of the stomach, the lungs or the blood.
They were anti-spasmodic, anti-pulmonary, anti-septic, anti-billious and anti-rheumatic. Nobody
could catch cold by the sea; nobody wanted appetite by the sea; nobody wanted spirits; nobody wanted
strength. Sea air was healing, softening, relaxing fortifying and bracing seemingly just as was wanted
sometimes one, sometimes the other. If the sea breeze failed, the sea-bath was the certain corrective;
and where bathing disagreed, the sea air alone was evidently designed by nature for the cure.16
Auch wenn man nun denken mag, dass das Baden an sich als Vergnügung angesehen wurde, so war
dies um 1800 noch nicht der Fall, erst in der Mitte des 19. Jahrhunderts wurde es für die Mittel- und
Oberschicht akzeptabel.17 Das mag damit zusammenhängen, dass es üblich war, nackt zu baden. Nur in
den „Römischen Bädern“ gab es seit 1737 eine offizielle Badekleidung.18 Somit waren badende Frauen
trotz separater Strände oft Männerblicken ausgesetzt, daher setzte sich im ausgehenden 18. Jahrhundert
zunehmen das Tragen der bislang den Badehäusern vorbehaltenen Kleidung auch am Strand durch.19
14 Austen, Jane: Lady Susan, The Watsons, Sandition. Ed. Margaret Drabble, Penguin London, 1974, S. 161-162
15 Austen, Jane: Lady Susan, The Watsons, Sandition. Ed. Margaret Drabble, Penguin London, 1974, S. 159
16 Austen, Jane: Lady Susan, The Watsons, Sandition. Ed. Margaret Drabble, Penguin London, 1974, S. 163
17 Jane Austen allerdings gab offen zu, dass ihr das Baden an sich Vergnügen bereitete. So schrieb sie: The Bathing was so delightful this
morning & Molly so pressing with me to enjoy myself that I believe I staid in rather too long, as since the middle of the day I have felt unreasonably
tired. I shall be more careful another time, & shall not bathe tomorrow, as I had before intended. Letter 39, 14. September 1804 aus Lyme
18 It is Ordered Established and Decreed by this Corporation that no Male person above the age of ten years shall at any time hereafter go into any
Bath or Baths within this City by day or by night without a Pair of Drawers and a Waistcoat on their bodies. And that no Female person shall at any
time hereafter go into a Bath or Baths within this City by day or by night without a decent Shift on their bodies. Zitiert in Byrde, Penelope: That
Frightful Unbecoming Dress: Clothes for Spa Bathing at Bath, Costume, No 21, 1987, S. 50
19 1687 beschreibt Celia Fiennes detailliert die von Frauen getragene Kleidung: The Ladyes go into the bath with Garments made of a fine
yellow canvas, which is stiff and made large with great sleeves like a parson’s gown; the water fills it up so that it is borne off that your shape is not
seen, it does not cling close as other linning, which Lookes sadly in the poorer sort that go in their own linning. [The yellow] sort of canvas […] is
the best linning, for the bath water will Change any other yellow. Quoted in Byrde, Penelope: That Frightful Unbecoming Dress: Clothes for Spa
Bathing at Bath, Costume, No 21, 1987, S. 48-49
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
119
“Mermaids at Brighton“ by William Heath (1795 - 1840), c. 1829. Badende Frauen in Brighton.
1736 sollen in Scarborough erstmals Badekarren verwendet worden sein.
Innerhalb kürzester Zeit entwickelte sich auch eine umfangreiche Freizeitmode mit speziellen
Kleidern und Accessoires für Strandurlaube. Oftmals ließ man diese auch direkt vor Ort anfertigen,
ganz wie dies Camilla Stanley in Austens Jugendwerk Catherine, or the Bower plant.
Eines der wenigen Innland-Spas, welches sich der veränderten Situation anzupassen verstand, war
Bath. Auch wenn die Klientel der jungen und reichen Vergnügungssuchenden kaum anzutreffen war, so
war es doch bei Älteren und Kranken sowie der gentry beliebt und gut besucht. Vor allem im Winter fuhr
man gern in für einige Wochen in das als Winter-Kurort bekannte Spa. Seit den Zeiten der römischen
Besatzung war Bath für deine Mineralquellen bekannt, in der Neuzeit wurde die Stadt aber erst wieder
durch den Bau des sogenannten Royal Mineral Water Hospital (1738) als Spa wahrgenommen.
The Comforts of Bath, 1798, Thomas Rowlandson (1756-1827), The Victoria Art Gallery, Bath
Am Ende des 18. Jahrhunderts hatte Bath mehr Apotheker pro Einwohner als jede andere Stadt in England.
120
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
Im ganzen Land wurde versucht, Bath zu imitieren – Malvern Wells, Cheltenham, Harrogate und
Scarborough folgtem dem Diktat von Beau Nash, auch bekannt als arbiter elegantiarum, der es sich
zum Ziel gesetzt hatte, den Landadel zu „zivilisieren“. Dazu zählten u. a. feste Regeln für Männer, die es
ihnen verbot in den Ballräumen Lederstiefel und Jagdhosen zu tragen oder ein Schwert mitzubringen.20
Urbanen Schliff sollten die Besucher auch durch die diversen Freizeitangebote der Stadt, die neben
Konzerten und öffentlichen Frühstücken auch diverse Tanzveranstaltungen, öffentliche Bibliotheken
und Kaffeehäuser umfassten, erhalten.
Jane Austen verband eine besondere Beziehung mit Bath; 1801 zogen die Eltern mit der damals
26jährigen Jane und ihrer Schwester vom ländlichen Steventon in eine der größten englischen Städte,
die um 1800 fast 40‘000 Einwohner zählte und jährlich ebenso viele Besucher verzeichnen konnte.21 Die
junge Schriftstellerin lebte nicht gern in Bath, erwähnt die Stadt jedoch in allen sechs Romanen, zwei
davon - Persuasion und Northanger Abbey - spielen sogar hauptsächlich dort. Man kann nur vermuten
warum sich Jane Austen in Bath so unwohl gefühlt hat - dass sie das Großstadtleben nicht per se ablehnte
bezeugen zahlreiche Briefe, die sie aus London schrieb - wahrscheinlich stieß sie der oberflächliche und
snobistische Charakter der Stadt ab.
Bath galt als Stadt der Quacksalberei, heiratswütiger Frauen, kranker alter Männer und der Intrige.
Defoe nennt es „the resort oft the sound rather than the sick“22 und in einem der damals in Mode
kommenden Reiseführer ist der Autor begeistert von Bath als idealem Ferienort für die gute Gesellschaft.
No place in England, in a full season, affords so brilliant a circle of polite company as Bath. The
young, the old, the grave, the gay, the infirm, and the healthy, all resort to this place of amusement.
Ceremony beyond the essential rules of politeness is totally exploded; every one mixes in the Rooms
upon an equality; and the entertainments are so widely regulated, that although there is never a
cessation of them, neither is there a lassitude from bad hours, or from an excess of dissipation. The
constant rambling about of the younger part of the company is very enlivening and cheerful. In
the morning the rendezvous is at the Pump-Room;—from that time ’till noon in walking on the
Parades, or in the different quarters of the town, visiting the shops, etc;—thence to the Pump-Room
again, and after a fresh strole, to dinner; and from dinner to the Theatre (which is celebrated for
an excellent company of comedians) or the Rooms, where dancing, or the card-table, concludes the
evening. 23
Das Wasser von Bath sollte vor allem bei Tumoren, Magengeschwüren und Rheuma helfen,
besonders gut sei es aber bei Gicht. 24 Austens Charaktere, die Bath besuchen weil sie unter Gicht leiden,
sind Mr. Allen (Northanger Abbey) und Dr. Grant (Mansfield Park); auch Janes Bruder Edward und ihr
Onkel James Leigh-Perrot verbrachten jedes Jahr einige Wochen dort, um ihre Beschwerden zu lindern.
Auch wenn Bath deutlich mehr wirklich Kranke und Alte anzog und es strenge gesellschaftliche
Regeln gab – woher der Ruf als langweilig25 und konservativ rührte – war doch die soziale Kontrolle
deutlich geringer als auf dem Land. Jane Austens Allusionen weisen drauf hin, dass sie der Überzeugung
war, dass man in einem Kurort mit einem nicht den Regeln und Normen entsprechendem Verhalten
weniger auffiel und weniger häufig Konsequenzen tragen musste als im ländlichen Raum, wo die soziale
Kontrolle durch die Nachbarschaft viel stärker war.26
Das unterstützte auch die Reputation als Heiratsmarkt, obwohl niemand dies explizit erwähnt hätte.
Es gibt Vermutungen, dass die Austens auch deshalb nach Bath zogen, um die beiden unverheirateten
Töchter unter die Haube zu bringen.27 Die Chancen dafür waren recht gut, da die begrenzte Auswahl an
Kontakten und das häufige Zusammentreffen oft zu Verbindungen führten, die sonst nicht entstanden
wären. Der Protagonist in Northanger Abbey (1819) verliebt sich in Catherine Morland nur, da
20 Byrne, Paula: The unmeaning luxuries of Bath: Urban Pleasures in Jane Austens World, JASNA, Persuasions, N° 26, S. 14
21 Neale, R. S.: Bath 1680-1850: A Social History, Routledge and Kegan Paul, London, 1981, S. 46
22 Zitiert in: Porter, Roy: English Society in the 18th Century, Penguin, London, 1991, S. 227
23 Anstey, Christopher: The New Bath Guide, or, Useful Pocket Companion, 1799 zitiert in Byrne, Paula: The unmeaning luxuries of Bath: Urban
Pleasures in Jane Austens World, JASNA, Persuasions, N° 26, S. 13-14
24 Vgl. Russell, Richard
25 Elizabeth Montagu wird folgende Äußerung über Bath nachgesagt: The only thing one can do one day one did not do the day before is to die.
Zitiert in: Porter, Roy: English Society in the 18th Century, Penguin, London, 1991, S. 227
26 Siehe auch Pride and Prejudice (George Wickham vergnügt sich nach der Hochzeit oft allein in Bath), Emma (Mr. Elton heiratet die vulgäre
Augusta Hawkins nach einer sehr kurzen Bekanntschaft in Bath), Sense and Sensibility (Willoughby verführt und schwängert die junge Eliza
während eines Aufenthaltes in Bath)
27 Grawe, Christian: Jane Austen, Reclam, Stuttgart, 1988, S. 87
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
121
his affection originated in nothing better than gratitude, or, in other words, that a persuasion of her
partiality for him had been the only cause of giving her a serious thought.
All dies trieb den damals wohl bekanntesten Methodisten John Wesley (1703 - 1791) zu der
berühmten Aussage, Bath sei das Hauptquartier des Satans.28 Liest man den Brief Jane Austens, den sie
schrieb als sie in Bath war, versteht man, warum Seebäder so verrufen waren, wenn es schon im eher
prüden Bath so ausschweifend zuging:
I then got Mr. Evelyn to talk to, & Miss Twisleton to look at; and I am proud to say that I have a very
good eye at an Adultress, for tho‘ repeatedly assured that another in the same party was the She, I
fixed upon the right one from the first […] when Mrs. Badcock thought herself obliged to leave them
to run round the room after her drunken Husband.-His avoidance, & her pursuit, with the probable
intoxication of both, was an amusing scene.29
In den Zeitungen der damaligen Zeit wurden nicht nur diverse medizinische Kuren und Heilmittel
angepriesen (wie das berühmte Cordial of Balm of Gilead, welches bei Blähungen und nervlichen
Unruhezuständen helfen sollte), sondern auch den Besucher und Einheimischen Unterhaltung bietende
Veranstaltungen wie Abonnement-Bälle, Logenplätze für das berühmte Theatre Royal, Konzerte und
natürlich Feuerwerke in den Lustgärten der Stadt. Ebenso wurden illegale Theatervorführungen und
Gerichtsverhandlungen beworben; eines der berüchtigtsten öffentlichen Verfahren war 1802 die
Verurteilung einer Gruppe Soldaten, die eine 22jährige Frau auf der Bath Road vergewaltigt hatten.30
Während in Northanger Abbey vor allem das gesellschaftliche Leben in Bath geschildert wird, ist
Persuasion das Buch mit den meisten Bezügen zu Krankheit. Die Menschen befinden sich in einem
ständigen Zustand der Bedrohung durch Invalidität, Krankheit und Tod. Admiral Croft möchte in den
heißen Quellen seine Gicht heilen, der kleine Charles Musgrove bricht sich das Schlüsselbein und zieht
sich potentiell schwerwiegende Verletzungen am Rücken zu, Louisa Musgrove stürzt von der Mole und
verletzt sich so schwer am Kopf, dass um ihr Leben gefürchtet wird, und Captain Harville ist „lahm“
und hat sich in das weniger teure Lyme in der Nähe Baths zurückgezogen, um die heilende Wirkung
der Meeresluft zu nutzen. Auch psychische Krankheiten werden erwähnt: Benwicks Symptome lassen
auf eine Depression (PTSD) aufgrund der Kriegserlebnisse schließen und Mary Musgrove leidet unter
schwerer Hypochondrie und Depressionen. Auch die in dem Roman erwähnten sechs Todesfälle - alle
aufgrund von Krankheit und in jungen Jahren - zeigen, dass der Tod als Normalität galt. Gesundheit
war kostbar, da selten.
War man krank und arm, dann war es in Bath schwer, eine langwierige Behandlung zu finanzieren.
In Persuasion findet Anne Elliot eine kranke verwitwete Schulfreundin in bedauernswerten Umständen
vor
:
[her] severe rheumatic fever, which finally setting in her legs, had made her for the present a
cripple. […] living in a very humble way […] and of course almost excluded from society […] Her
accommodations were limited […] with no possibility of moving from one to the other without
assistance […] and she never quitted the house but to be conveyed into the warm bath.31
Wer sich auch ein bescheidenes Quartier nicht leisten konnte, den zog es häufig nach Lyme. Das
kleine Dorf am Meer galt als einsam, bescheiden und billig32; berühmt war es doch vor allem für seine
spektakuläre Landschaft. Das erklärt auch, warum die jungen Leute in Persuasion alle „wild to see Lyme“
waren.
28 Porter, Roy: English Society in the 18th Century, Penguin, London, 1991, S. 227
29 Le Faye, Deidre : Jane Austen’s Letters. Ed. Deirdre Le Faye, Oxford: OUP, 1995, Brief vom 12. Mai 1801
30 Byrne, Paula: The unmeaning luxuries of Bath: Urban Pleasures in Jane Austen’s World, JASNA, Persuasions, N° 26, S. 16-17
31 Austen, Jane: Persuasion, Penguin, London, 1994, pp. 150-152
32 Vgl. Feltham, John: A guide to all the watering and sea-bathing places; with a description of the lakes; a sketch of a tour in Wales; and
itineraries, by the editor of The picture of London , London, 1815, p. 231 ff.: [Lyme is a] comparatively retired and humble spot [more economical
than] places which will, in general, be found better calculated to ruin the fortunes, than to mend the constitutions, of their fashionable visitors. […]
Lodgings and boardings at Lyme are not merely reasonable, they are cheap … within the reach of ordinary resources. […] It is frequented principally
by persons in the middle class of life, who go there, not always in search of their lost health, but … perhaps to heal their wounded fortunes, or
replenish their exhausted revenues.
122
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
Während das gesellschaftliche Leben in Bath strengen Regeln unterlag, entwickelte sich in den
Seebädern eine erfolgreiche Freizeitindustrie33, die der Nachfrage kaum gewachsen war und nicht nur die
vergnügungssüchtige gute Gesellschaft anzog; die Glücksritter, Spieler, Verführer und Lebemänner wie
Wickham, Willoughby und Sir Edward Denham in Austens Romanen erklärten die neuen, modernen
Bäder zu ihrem Revier. Immer mehr öffentliche Spazierwege und Parks sowie Konzert- und Ballräume
wurden angelegt und gebaut, um der Nachfrage Herr zu werden. Bei vielen der Veranstaltungen gehörten
Glücksspiel und Tanz zum Programm, wobei ersteres vor allem den jungen, unbedarften Männern zum
Verhängnis wurde, die öffentlichen Bälle jedoch eine Gefahr für die jungen Frauen bargen. Das lag vor
allem daran, dass ein Tanz die wohl einzige Möglichkeit für eine junge, unverheiratete Frau war, mit
einem Mann ungestört zu reden. Ein Tanz dauerte in der Regel eine halbe Stunde, und traditionell tanzte
man ein Set – das heißt man konnte ungestört eine ganze Stunde mit einem oftmals fremden Mann
reden. Dazu kam, dass Konversation zwingend zum Tanzen gehörte, wollte man nicht als unhöflich
gelten. Viele konservative und ältere Besucher standen diesen Bällen skeptisch gegenüber und sahen
Unmoral und unerwünschte Freizügigkeit, die die Moralvorstellungen einer Gesellschaft untergrub.
Karikatur eines Reihentanzes, um 1795, Thomas Rowlandson (1756-1827)
Nicht nur die Bälle und diversen Veranstaltungen bargen eine Gefahr, auch das äußerst gemischte
Publikum34, die geringe soziale Kontrolle und die durch die gelöste Stimmung höhere Risikobereitschaft
waren gefährlich. Die Aufregung des Ortes und der Vergnügungen an sich übertrugen sich leicht auf die
Bereitschaft zu riskanten Handlungen und übereilten Entscheidungen. Zweifelhafte Freundschaften und
Bekanntschaften entstehen auch bei Jane Austen am Meer:
 Tom Bertram trifft den vergnügungssüchtigen Mr. Yates das erste Mal in Weymouth,
 Edward Ferrars verlobt sich in Plymouth überstürzt mit der zweifelhaften Lucy Steele,
 Edward Denham fühlt sich als der Lovelace on Sandition,
 Mr. Elliot kommt aus Sidmouth als er in Lyme auf die Elliots und Musgroves trifft,
 Robert Ferrars hat enge Bindungen zum Devonshire Seebad Dawlish und wählt dieses auch als
Ziel seiner Hochzeitsreise,
 Wickham versucht Georgiana Darcy in Ramsgate zu verführen, erfolgreich ist er später bei Lydia
Bennet in Brighton.
Wie groß die Gefahr war, seine moralischen Grundsätze zu vergessen und wie gering die
gesellschaftliche Kontrolle war, zeigt das Beispiel der geheimen Verlobung zwischen Jane Fairfax und
Frank Churchill in Emma. Es scheint, dass die junge, unverheiratete Miss Fairfax ohne Begleitung
fremde Männer treffen konnte. Bei Jane Austen finden diese skandalösen geheimen Verlobungen und
Verführungen fast ausschließlich in Seebädern statt. Die Tatsache schien damals so bekannt gewesen zu
sein, dass Austen einen Roman plante, der sich ausschließlich mit diesem Sujet beschäftigen sollte. Die
Veränderungen gesellschaftlicher Normen im beginnenden 19. Jahrhundert waren in diesem Umfeld
besonders auffällig und prägnant. So sollte sich ihr unvollendeter Roman Sandition mit einer solchen
33 Vgl. Porter, Roy: Enlightenment, Penguin, London, 2000, S. 268: Zu dieser Zeit gab es das erste Mal professionelle Angestellte einer
Tourismusindustrie, die wirtschaftliche Bedeutung der Freizeitvermarktung wurde schnell erkannt und gefördert und auch die soziale
Bedeutung von Urlaub wurde als Fortschritt angesehen und als zivilisatorische Fortentwicklung gefeiert. Die Kritiker waren in der Minderheit.
34 John Bynge (1743-1813) kommentierte das “vulgäre Weymouth” folgendermaßen: A sandy shore, being excellent for bathing, has first
induced the neighbours to come; and since, by fashion, and the Duke of Gloucester’s having built a house, is become the resort of the giddy and the
gay: where the Irish beau, the gouty peer, and the genteel shopkeeper blend in folly and fine breeding. Zitiert in Porter, Roy: English Society in the
18th Century, Penguin, London, 1991, S. 228
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
123
Beziehung beschäftigen, während Umwälzungen wie die fortschreitende Industrialisierung und die
wachsende Bedeutungslosigkeit des Landadels nur am Rande Erwähnung finden und als Mittel dienen,
den Plot voranzutreiben.
Die Mehrzahl der Kurgäste benutzte eingebildete Krankheiten dazu, Neues und Aufregendes zu
erleben. Dies traf vor allem auf die Besucher von Brighton zu. Dieses Seebad, welches man bevorzugt
in den Sommermonaten besuchte, war bereits im 18. Jahrhundert als Kurort bekannt, aber erst als es
der Prince Regent zu „seinem“ Strandbad erklärte, wurde es populär. Die Bekanntheit wurde durch
den Hauch des Skandalösen nur verstärkt: der Prinzregent lebte dort offen mit seiner Geliebten Mrs
Fitzherbert, und die rauschenden Feste im Brighton Pavillion (Baubeginn 1787) skandalisierten die
puritanische Mittelschicht. Brighton wurde so zum Synonym für Vergnügen und exzessives Feiern.
Für die wilde und freizügige Lydia Bennet in Pride and Prejudice bedeutet ein Besuch in Brighton das
höchste Glück, das man sich vorstellen kann.
“If one could but go to Brighton!” observed Mrs. Bennet.
“Oh, yes! -- if one could but go to Brighton! But papa is so disagreeable.”
“A little sea-bathing would set me up for ever.”
“And my aunt Philips is sure it would do me a great deal of good,” added Kitty.
[…]
In Lydia‘s imagination, a visit to Brighton comprised every possibility of earthly happiness. She saw,
with the creative eye of fancy, the streets of that gay bathing place covered with officers. She saw
herself the object of attention to tens and to scores of them at present unknown. […] she saw herself
seated beneath a tent, tenderly flirting with at least six officers at once. 35
Auch die Vergnügungen wie Pferderennen, Boxkämpfe und Glücksspiel, denen der Prince Regent
frönte, verschafften dem Ort den Ruf moralisch fragwürdig und risqué zu sein. Bei Jane Austen ist
Brighton Synonym für Sittenverfall und impulsive, unüberlegte Handlungen. In ihrem Roman Pride and
Prejudice wird dies noch verstärkt durch die Anwesenheit des Regiments, der jungen, virilen Männer in
Uniform, die die Küste vor einer drohenden Invasion Napoleons beschützen sollen. Elizabeth Bennet
warnt ihren Vater, die junge Lydia nach Brighton fahren zu lassen, explizit nennt sie die Kombination
von Armeelager und Kurort „double danger“.
Brighton wird nur kurz in zwei der vollendeten sechs Romane Austens erwähnt, dennoch ist der
Ort für jeden Austen Leser untrennbar mit der Verführung Lydia Bennets und ihrer Flucht mit dem
moralisch verkommenen Wickham verbunden. Denn der Verlust der Tugend traf nicht nur die Frau
sondern auch deren ganze Familie. Brighton war zwar berühmt für seine lasche Moral, und sogar
Reiseführer warben damit, dass in Brighton die „sinews of morality are so happily relaxed“36, so darf man
dabei nicht verkennen, dass der Verlust des Rufes das Leben einer jungen Frau ruinieren konnte:
Loss of virtue in a female is irretrievable; that one false step involves her in endless ruin;
that her reputation is no less brittle than it is beautiful; and that she cannot be too much guarded in
her behaviour towards the undeserving of the other sex.37
Auch andere Seebäder haben negative Konnotationen, so Weymouth, welches häufig erwähnt
wird, aber nie als Schauplatz dient. Weymouth wird vor allem assoziiert mit Geldverschwendung,
Unzuverlässigkeit, Unmoral und Trivialität. Die liebenswerte aber einfältige und törichte Mrs Palmer
verbringt dort ihren Urlaub (Sense and Sensibility), Tom Bertram vertrödelt dort Zeit und Geld und trifft
den unmoralischen John Yates, welches später zu desaströsen Verwicklungen führt (Mansfield Park),
ebenfalls in Weymouth treffen und verloben sich Jane Fairfax und Frank Churchill heimlich (Emma).
Vor allem aufgrund der vielfältigen Verbindungen zu diesem Seebad wird Mr. Churchill vom korrekten
Mr. Knightley als oberflächlich, unehrlich und nicht vertrauenswürdig eingeschätzt.
Vor allem in Emma werden Kurorte und deren wünschenswerte Eigenschaften diskutiert. Aspekte
wie gute Erreichbarkeit, laufende Kosten, die Qualität der Luft und des Strandes kommen zur Sprache.
35 Austen, Jane: Pride and Prejudice, Penguin, London, 1994, S. 178
36 Vgl. The New Brighton Guide, 6th ed., London, 1796
37 Austen, Jane: Pride and Prejudice, Penguin, London, 1994, S. 221
124
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
So werden in einer leidenschaftlichen Diskussion die Vorzüge und Nachteile der beiden Kurorte
Southend und Cromer diskutert. Vor allem Isabella, die ältere Tochter und ebenso leidenschaftlich was
Krankheiten und Kuren betrifft wie ihr Vater, verteidigt die Wahl, nach Southend zu fahren, da ihr dies
ihr Hausarzt ans Herz gelegt hätte: Seeluft und baden wären besonders gut für die Halsbeschwerden der
kleinen Tochter. Doch Mr Woodhouse ist nicht überzeugt:
Ah, there is no end of the sad consequences of your going to Southend. […] ‘I shall always be very
sorry that you went to the sea this autumn, instead of coming here.’
‘But why should you be sorry, sir? I assure you it did the children a great deal of good.’
‘And, moreover, if you must go to the sea, it had better not have been to Southend. Southend is an
unhealthy place. […] ‘You should have gone to Cromer, my dear, if you went anywhere […] he holds
it to be the best of all the sea bathing places. A fine open sea, he says, and very pure air. […] Better
not move at all, better stay in London altogether, than travel forty miles to get into a worse air. 38
Jane Austen charakterisiert ihre Protagonisten durch die Wahl des Kurortes. Der praktisch veranlagte
John Knightley favorisiert Southend in Essex, welches nur 45 Meilen von London entfern ist und von
den Londonern gern als nächstgelegenes Bad besucht wurde. Auch Janes Bruder Charles verbrachte
dort im Sommer 1813 mit seiner Familie einige Zeit und vielleicht nahm Jane Austen die Idee, den
Familienmenschen John Knightley dort seinen Urlaub verbringen zu lassen, daher. Southend war auch
das Feriendomizil der Prinzessin Caroline, die von ihrem Mann, der Brighton favorisierte und seine
Frau verabscheute, dorthin „verbannt“ wurde. Trotz der königlichen Verbindung wurde Southend
jedoch nie ein beliebter Urlaubsort. Das mag auch an dem Ruf liegen, wegen des schlammigen Strandes
weniger gesund als andere Seebäder zu sein. Das von Mr. Woodhouse favorisierte Cromer hingegen war
ebenfalls als ruhig bekannt, aber mehr als 140 Meilen von London entfernt und schwer zu erreichen. Es
galt aber im Gegensatz zu Southend als sehr exklusiv und warb damit, die beste Luft aller Seebäder zu
haben. Ein Reiseführer der damaligen Zeit zeigt, warum der die Ruhe und Zurückgezogenheit liebende
Hypochonder Mr. Woodhouse Cromer so anpries:
There are no places of public amusement, no rooms, balls, nor card assemblies. A small circulating
library, consisting chiefly of a few novels, is all that can be obtained, but still, for such as make
retirement their aim, it is certainly an eligible situation. 39
Auch zwischen anderen Kurorten gab es Rivalitäten, besonders stark war sie zwischen Ramsgate
und Margate. Ramsgate schnitt im Vergleich immer ein klein wenig schlechter ab - das lag vor allem
an der Nähe Margates zu London, und möglicherweise auch daran, dass Ramsgate als respektabler
galt. Vielleicht entschied sich Jane Austen auch aus diesem Grund, die nur durch glückliche Umstände
verhinderte Flucht der erst 15jährigen Georgiana Darcy mit dem skrupellosen Wickham in Ramsgate
spielen zu lassen. Die schüchterne, wohlerzogene junge Frau verfällt selbst in einem als achtbar
geltenden Seebad einem Verführer, weil die Atmosphäre von Freiheit und Amüsement selbst ihr den
Kopf verdreht hatte.
Auch heute noch sind Kurorte und Seebäder in England das Reiseziel Nummer Eins; wie bereits im
18. Jahrhundert gilt der Kurort - das Epitome ist immer noch Bath - als die Destination der gutsituierten
Mittelschicht, Seebäder wie Brighton reizen junge Vergnügungssuchende, und Blackpool gilt seit
Anfang des 19. Jahrhunderts bis heute als Seebad der Arbeiterklasse. Die von Russell beschriebene
Wassertherapie wird in leicht veränderter Form als Thalassotherapie auch heute noch angeboten, und
die vielen Mineralquellen Englands erfreuen sich wie damals einer nicht abnehmenden Popularität.
38 Austen, Jane: Emma, Collector’s Library, London, 2003, S. 124-132
39 Vgl. Pimlott, J. A. R.: The Englishman’s Holiday: A Social History, Faber and Faber, London, 1976
Die Georgianische Badekultur Im Spiegel Der Romane Jane Austens
125
Verwendete Literatur
Austen, Jane: Emma, Collector’s Library, London, 2003
Austen, Jane: Lady Susan, The Watsons, Sandition. Ed. Margaret Drabble, Penguin London, 1974
Austen, Jane: Mansfield Park, Penguin, London, 1994
Austen, Jane: Persuasion, Penguin, London, 1994
Austen, Jane: Pride and Prejudice, Penguin, London, 1994
Austen, Jane: Selected Letters, Ed. Vivien Jones, OUP, Oxford, 2004
Austen-Leigh, James Edward: A Memoir of Jane Austen, 2nd ed. 1871, Ed. Kathryn Sutherland, OUP, Oxford, 2002
Burney, Fanny: Diary and Letters of Madame d’Arblay, vol. 5, Henry Colburn, London 1842
Butler, Marilyn: Romantics, Rebels & Reactionaries. English Literature and its background 1760-1830, OUP, Oxford, 1981
Byrde, Penelope: That Frightful Unbecoming Dress: Clothes for Spa Bathing at Bath, Costume, No 21, 1987
Byrne, Paula: The unmeaning luxuries of Bath: Urban Pleasures in Jane Austens World, JASNA, Persuasions, N° 26
Feltham, John: A guide to all the watering and sea-bathing places; with a description of the lakes; a sketch of a tour in Wales; and itineraries, by
the editor of The picture of London, London, 1815
Ford, Franklin L.: Europe 1780-1830, 2. Auflage, Longman, London, 1989
Grant, Elizabeth: Memoirs of a Highland lady; the autobiography of Elizabeth Grant of Rothiemurchus, afterwards Mrs. Smith of Baltiboys,
1797-1830, J. Murray, London, 1911
Grawe, Christian: Jane Austen, Reclam, Stuttgart, 1988
Harvey, A. D.: Sex in Georgian England, Phoenix Press, London, 2001
Jane Austen, Northanger Abbey, Kapitel 14
Jenkyns, Richard: A Fine Brush on Ivory. An Appreciation of Jane Austen, OUP, Oxford, 2007
Johnson, Samuel: A Dictionary of the English Language, London, Times Books Ltd., 1983
Le Faye, Deidre : Jane Austen’s Letters. Ed. Deirdre Le Faye, Oxford: OUP, 1995
Le Faye, Deidre: Jane Austen’s “Outlandish Cousin”: The Life and Letters of Eliza de Feuillide, The British Library, 2002
Le Faye, Deirdre: Jane Austen. A Family Record, 2. Aufl., Cambridge University Press, Cambridge, 2003
Meyer Spacks, Patricia: Desire and Truth. Functions of Plot in Eighteenth Century English Novels, The University of Chicago Press, Chicago, 1994
Midelfort, H. C. Erik: A History of Madness in Sixteenth Century, Stanford University Press, 2000
Neale, R. S.: Bath 1680-1850: A Social History, Routledge and Kegan Paul, London, 1981
Parker, Keiko: Jane What Part of Bath Do You Think They Will Settle In?: Austen’s Use of Bath in Persuasion, in: JASNA, Persuasions, N° 23, S. 166-176
Pimlott, J. A. R.: The Englishman’s Holiday: A Social History, Faber and Faber, London, 1976
Porter, Roy: English Society in the 18th Century, Penguin, London, 1991
Porter, Roy: Enlightenment, Penguin, London, 2000
Russell, Richard: “A Dissertation on the Use of Sea Water in the Diseases of the Glands. Particularly The Scurvy, Jaundice, King’s-Evil, Leprosy, and
the Glandular Consumption”. To which is added a Translation of Dr. Speed’s Commentary on SEA WATER. As also An Account of the Nature,
Properties, and Uses of all the remarkable Mineral Waters in Great Britain by anEminent physician, London, W. Owen, 1760
The New Brighton Guide, 6th ed., London, 1796
Vickery, Amanda: The Gentleman’s Daughter. Women’s lives in Georgian England, Yale University Press, New Haven & London, 1998
Sales, Roger: Jane Austen and Representations of Regency England, Routledge, London, 1996
THE XIXTH CENTURY PRESS PICTURES IN POLISH KINGDOM
AS A SOURCE FOR A STUDY OF HEALTH RESORT CULTURE
Jarosław Kita*
* Prof. Dr. hab., Institute of History, University of Lodz, POLAND
Summary
In the second half of the XIXth century in Polish Kingdom there has been substantial progress in the development of printing techniques.
This observations also applies to illustrative graphics. Woodcut as a technique of describing the evenst, designed to press pictures was
cultivated by the most outstanding artists. Thanks it, illustrated magazines in Polish Kingdom developed quickly and belonged to the most
widely read publications. In the papers of this magazines appeared number iconographic motif, such as: views of various builings and
equipment, panoramas and landscapes commanded places and cities, portret of eminent and merit person.
At that time took place a revitalization of health resort culture in medical fields. As it were, the qualities of long known European resorts
were being ‘’discovered’’ anew and the native health resorts and spas were becoming more and more popular. Not only was the medical
treatment the purpose to visit the spa but it become a fashion and important in term of social contacts.
So let’s pose the question if the wide concept of health resort culture also found in rang of interests of creators illustrative graphics then?
Is among the various iconographic motifs appeared woodcut showing the facilities and equipment located in the areas of spas? If so, were only
ilusstrated object designed for balneotherapy and hydrotherapy, or also appeared object designed for entertainment and making free time
more pleasant. Moreover, were published portraits of merit for the development of the resort culture on the columns of the Polish Kingdom
press?
The basis for this analysis were the illustrated magazines appearing on the terrain of Polish Kingdom in XIXth and early XXth century. These
periodicals were reaching mainly these social groups from which the patients of health resorts derived, and these magazines were widely read
throughout all the land then Polish.
In the second half of the XIXth century in Polish Kingdom has been substantial progress in the
development of printing techniques. The process of transforming craft of printing into printing industry
connected with technical revolution in this field was proceeded. At the same time, the social demand on
printing production was growing, which attracted the spread of commercialized printing publishing1.
Serious changes occured also in the development of illustrative graphics. Lithographic technique,
dominant for few first decades of XIXth century, was completed by developing in a large scale wood
carving, and at the end of the century it began to bring autotype2.
Woodcut as a technique of describing the evenst, designed to press pictures was cultivated by the
most outstanding artists. Józef Kenig on the occasion of the thirty-year of ‘’Tygodnik Ilustrowany”
wrote: “How much can be said about it as “Tygodnik” owes our painters, starting with Matejko, Kossak,
Gerson, Kostrzewski, what owes this artists, so old as the younger generation, because of their support
in this thirty years, and there is not between them major names, which would not have met in this
archive of our art”3. Just in a matter of “Tygodnik Ilustrowany” in the second half of XIXth century,
followed the flourished of Polish woodcut reproduction. Founded by newspaper woodcut workshop,
delivered a great quality illustrative works. In the years 1862-1868 the illustrative department of
newspaper managed Juliusz Kossak, great Polish painter. Among the illustrators appeared the names
of such outstanding artists as: Wojciech Gerson, Franciszek Kostrzewski or Ksawery Pillati, and among
the woodcutters worked such outstanding representative of ksylografy as: Józef Holewiński4, Jan Styfi5,
Edward Gorazdowski, Aleksander Regulski, Franciszek Tegazzo.
Analyse the names of artists posting their works in then periodicals in Polish Kingdom, in fact can be
drawn a conclusion, that by Warsaw illustrated press of second half of XIXth century, passed the galaxy
of the greatest Polish artists. Hardly anyone of our artists or draughtsman, even for a short period, did
not cooperate with “Tygodnik Ilustrowany”, ,,Kłosy” or ,,Wędrowiec”. Illustrate of magazines and books
developed in direct relation to the development of woodcut, as a basic, in this period, technique of
reproduction of graphics and painting. Work as a illustrator was for some of the artists main occupation,
and even passion, for other odd jobs, undertaken with financial motives. The words of Aleksander
Gierymski shows on it, he wrote: “...I’m poor, I have to make woodcut, I try to collect a few hundred
1 Look: S. Lewandowski, Poligrafia warszawska 1870-1914, Warsaw 1982.
2 M. Opałek, Drzeworyt w czasopismach polskich XIX stulecia, Wroclaw 1949; A. Banach, Polska książka ilustrowana 1800-1900, Cracow 1959; A.
Socha, Andriolli i rozwój drzeworytu w Polsce, Wroclaw 1988.
3 J. Kenig, Drzeworytnictwo, „Tygodnik Ilustrowany” 1889, t. X, nr 354, p. 231.
4 Since 1891 artistic director of ‘’Tygodnik Ilustrowany”. He co-operated before with illustrated magazines ‘’Kłosy” and ‘’Wędrowiec”.
5 Manager of woodcut plant by ‘’Tygodnik Ilustrowany” and magazine “Kłosy” (1865-1890).
126
The XIXth Century Press Pictures in Polish Kingdom as a Source For a Study of Health Resort Culture
127
guilders, to have possibility to go to Italy with the first of March and almost only paint. This in better
than one with the other half and half, because it did not go to the complete damage of painting”6. It
should be emphaised, that the cooperation with the editorial staff of illustrated magazines was for artists
not only an important source of income, even the only in periods, but also made possible them to
present their works to the public, gave popularity.
Thanks to the cooparation with outstanding artists, illustrated magazines in Polish Kingdom
developed quickly and among to the most widely read periodicals in the second half of the XIXth
century7. In the papers of this magazines appeared number iconographic motif, such as: views of various
buildings and equipment, panoramas and landscapes commanded places and cities, portret of eminent
and merit person.
At that time took place a revitalization of health resort culture in medical fields. As it were, the
qualities of long known European resorts were being ‘’discovered’’ anew and the native health resorts and
spas were becoming more and more popular. Not only was the medical treatment the purpose to visit
the spa but it become a fashion and important in term of social contacts. XIXth centurie’s health resorts
is not only a complex of medical plants, focused on performance of different treatments in order save
the health condition of the sick and ailing8, but also in large extent popular places of rest and recreation
for healthy people. Comprehensive medical activities in this case was only a pretext to stay in the health
resort. With the arrival of season, which last usually from April to October, to health resorts set out on
a journey not only sick and affilicted, looking for help and healing in this places, but also ladies looking
for suitable candidates for marriage, bachelors looking for reach and properly set in socialize ladies, and
further distinguished ladies waiting for latest gossips told on health resort’s promenades and numbers of
other charakters, “which – as wrote in Warsaw journalist – they become here without a purpose, to kill
boredom, showing new toilets, and all at little cost of time and money”9.
So let’s pose the question if the wide concept of health resort culture also found in rang of interests
of creators illustrative graphics then? Is among the various iconographic motifs appeared woodcut
showing the facilities and equipment located in the areas of spas? If so, were only ilusstrated object
designed for balneotherapy and hydrotherapy, or also appeared object designed for entertainment and
making free time more pleasant. Moreover, were published portraits of merit for the development of the
resort culture on the columns of the Polish Kingdom press?
The basis for this analysis were the illustrated magazines appearing on the terrain of Polish Kingdom
in XIXth and early XXth century, first of all “Tygodnik Ilustrowany”, ”Kłosy”, “Wędrowiec”. These
periodicals were reaching mainly these social groups from which the patients of health resorts derived,
and these magazines were widely read throughout all the land then Polish.
The first question to be answered due to answer determination in the affirmative. Almost every
article devoted to present various domestic and foreign health resorts was illustrated appropriately
selected and the most beautiful made woodcuts. Their authors were very often mentioned before the
best of Polish illustrators – engravers, painters and graphic artists. Illustrations were placed not only in
issues by the way of articles dedicated to concrete health resorts as illustrative material to them, but also
sometimes independently, acting beautiful presenting illustrations, even on the front pages of analyzed
journals. On illustrations decipted the most often the most magnificent buildings placed in the various
health resorts, as well as their equipment. It was presented not only facilities designed to balneo therapy,
such as: bathing facilities, cursals10, curhaus11, mineral and mud bathrooms, hydropathic facilities, baths
and other untesils used in healing baths, shits sources of drinking water, cooling towers, etc., but also
other objects in the spa or in the surrounding area. So the illustrations presented buildings of spa’s
theaters, hotels and the most elegant villas, spa parks, local nature monuments, garden shed and other
places of social meetings, views of health resorts and their surroundings, castles and their ruins, views of
the surrounding mountains, monuments dedicated to person merit to development of balneology and
much more different objects (such as game hall in casino in Wiesbaden, map of the major health resorts
6 List Aleksandra Gierymskiego do Prospera Dziekońskiego, Wien, 1885, /w:/ Maksymilian i Aleksander Gierymscy. Listy i notatki, opr. J. Starzyński,
H. Stępień, Ossolineum 1973, p. 245-246.
7 In 1875 edition of ‘’Kłosy” took 5 400 copies, ‘’Tygodnik Ilustrowany” 5 000 copies.
8 According to ‘’Encyklopedia Powszechna S. Orgelbranda” v. XV, Warsaw 1903, p. 241 – health resorts are places full of the healing water
sources, in which people were treated by climate, hydropathy and other treat of diet and hygiene.
9 „Gazeta Warszawska” 1857, nr 214, p. 2. Por. A. E. Odyniec, Listy z podróży, Warsaw 1875, p. 118.
10 Cursal – a building in spa, in which were placed restaurants, cafes, casinos etc.
11 Curhaus – spa, hotel, guest-house in health resort.
128
The XIXth Century Press Pictures in Polish Kingdom as a Source For a Study of Health Resort Culture
in Galicja and Bukowina, a house in Karlsbad, where lived Adam Mickiewicz). The images showed also
spa’s fashion, these clothings, which were used in the bath, but also outfits dressed while drinking water,
walking in parks in spa and social events.
Picture 1. Bath plant in Busko, „Wędrowiec” 1891, nr. 19
Polish illustrated magazines of Polish Kingdom first of all devoted its columns to promote “national”
resorts and spas, which were located in the Russian annexation and the area of Galicia and Bukowina. In
this regard, the most often have been run illustrations showing health area of Ciechocinek, which was the
most recognized resort in Polish Kingdom and Krynica, therefore the most prestigious health resort in
the Polish lands. In addition, there were illustrations presenting objects in the following health resorts:
Jaszczurówka, Iwonicz, Rabka, Swoszowice, Truskawiec, Żegiestów i Szczawnica located in Galicia and
Busko, Nałęczów, Sławiniek, Solec, Nowe Miasto, Grodzisk, Ojców, Otwock, Brzegi, Jabłonna, Krasnobród,
Złoty Potok, Inowłódź, Nowa Aleksandria (Puławy), Kazimierz Dolny, Mrozy, Suchedniów, Skierniewice,
Birsztany oraz Druskienniki situated within boundaries of the Polish Kingdom and the Eastern Borderlands.
Much less illustrations situated in analyzed magazines showed the area of foregin health resorts, such
as Karlsbad, Wiesbadan, Marienbad, Gräfenberg, but it is worth to point out, that the least appeared
woodcuts presented spas located in German Silesia: Warmbrunn (Cieplice), Salzbrunn (SzczawnoZdrój), Landeck (Lądek-Zdrój), Reinertz (Dusznik-Zdrój) and other Lower Silesia. It can be assumed,
that the editors staff of analyzed illustrated magazines on purpous avoided placing illustrations of these
health resorts, not to promote “healing village, situated within the State of <<fear of God and hate
your neighbor>>”12. The boycott of Prussian health resorts had political subtext, resulted from antiPolish actions taken by chancellor Otto von Bismarck to the Wielkopolska and Poles after the German
reunification in 1871.
In the papers of weekly illustrated in Polish Kingdom also appeared satirical scenes of health resort
life. It is immediately noted that illustrations of this type mainly concerned so called non-Polish health
resorts, but frequently and regularly visited by Poles, such as Marienbadu, Karlsbadu, Wiesbaden13. In
this type of satirical pictures was in the lead Franciszek Kostrzewski, an excellent observer and a mocker
contemporary social relations in the Polish lands.
12 Korespondencja, „Wędrowiec” 1897, nr 35, p. 686.
13 Look for example „Kłosy” 1875, nr. 528, p. 100, 104; 1875, nr. 535, p. 216.
The XIXth Century Press Pictures in Polish Kingdom as a Source For a Study of Health Resort Culture
129
Picture 2. Hydrophatic plant Nałęczów, „Wędrowiec” 1891, nr. 21
Picture 3. „Kłosy” 1875, t. XXI, nr 535.
Editorial staff of illustrated magazines ran also illustrations showing the most deserving person for
the development of Polish balneology. There were mostly healts resort’s doctors which had many great
achievements in this field. In the papers of illustrated magazines several times appeared portraits of
perhaps the most merit for the development of Polish balneology prof. Józef Dietl (1804-1878). Among
his merit was numbered the propagate of physiotherapy, hygienic and dietary treatment and balneology.
130
The XIXth Century Press Pictures in Polish Kingdom as a Source For a Study of Health Resort Culture
As a first classified he Polish healing waters, thanks to him became fashionable national, Galician resorts
with Krynica at the head and moreover Rabka, Iwonicz, Szczawnica and Żegiestów. Immediately after
professor’s death in contemporary press were published extensive articles dedicated to his person
provided with his portraits. As an example, on the first page “Tygodnik Ilustrowany” number 111 of 28
I (9 II) 1878 appeared woodcut made by Aleksander Regulski, drawn on the basic of photography of J.
Dietel made in a famous Cracow photographic plant of Walery Rzewuski14.
Picture 4. Dr Józef Dietl, „Tygodnik Ilustrowany” 1878, nr 111.
Moreover, all magazines posted photographies of another doctor, merit for development of Polish
balneology, doctor Michał Zieleniewski (1821-1896). For 30 years was he a government doctor in
Krynica and had great merits for development of this health resort. M. Zieleniewski was the author of
almost one hundred publications devoted primarily balneology and health water of Krynica, and the
first secretary of the Balneological Committee in Cracow.
Individual periodicals also have published photographs of other doctor contributed to the promotion
and development of health resorts, including: dr. Alfons Pajewski, long-term doctor in health resort in
Ciechocinek, co-founder of Association of Health Resorts Doctors; dr. Józef Zawadzki (1865-1937),
originator of the Company of Relief Medical Help and ambulance services in Warsaw; dr. Henryk
Łuczkiewicz; dr. Tytus Chałubiński (1820-1889), one of the predecessor of Polish climatictreat and
popularizer of Zakopane as a climate station assisted treatment of pulmonary diseases; dr. Zygmunt
Dobieszowski (1836-1896), who as a Polish doctor practiced for many years in Marienbad, co-author of
“Tygodnik Lekarski” and editor of several other medical journals; dr. Julian Zejdowski, co-founder of a
medical cumis plant in Sławuta; dr. Jan Pilecki (1821-1878), health resort doctor in Druskienniki, a friend
of Eliza Orzeszkowa and Franciszek Chłapowski and K. Dobrski, editor of the Warsaw biweekly “Zdrowie”.
The above considerations are only to indicate the problem and to show, that press illustrations
published in the illustrated magazines with a debit in the Polish Kingdom in the second half of XIXth
century, can be successfully used in studies over then health resort culture. The most often were descriptive
illustrations, which played a contemporary role to texts dedicated to health resorts and various aspects
of health resort’s culture. But there were also self-images, which are in themselves an excellent source for
analysing. Woodcuts dedicated to health resort’s culture were made by the best then Polish painters and
illustrators with Juliusz Kossak, Elwiro Michał Andriolli or Franciszek Kostrzewski on the head, which
makes they also as a works having great aesthetic value, which were often a small works of art.
14 Dr Józef Dietl, „Tygodnik Ilustrowany” 1878, nr 111, p 81.
ORYANTALİST RESSAM JEAN LEON GÉROME’UN “BURSA’DA BÜYÜK
HAMAM” TABLOSUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ1
THOUGHTS ON ORIENTALIST PAINTER GÉROME’S PAINTING “THE GRAND BATH”
Elvan Topallı*
* Yard. Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Başkanı,
Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat Anabilim Dalı Başkanı
Summary
In France, Jean Léon Gérome (1824- 1904) is the main representative of Orientalism which was one of the major movements in 19th
Century Europe art environment. Some of the early Turkish painters including Osman Hamdi Bey and many foreign Orientalist painters had
trained in his atelier. J. L. Gérome who came to Istanbul for the first time in 1854, particularly between 1860-80 went several times to various
countries, including Egypt and Turkey. During his Turkey visit in 1875, he came to Bursa and made some drawings. He was successful in the use
of light and color, to feel the texture; displayed a realistic attitude in the details. But on the other hand, like many of the Orientalist painters, he
used the same places, figures and objects in different paintings several times. It can be said that after ten years of his visit to Bursa, he made
painting “The Grand Bath in Bursa” (La Grande Piscine à Brusa) by editing. Bursa has a lot of public baths which are one of the main themes in the
Oriental painting. It is so natural that J. L. Gérome had inspired from Bursa baths in many of his paintings. It is possible to think that the place
seen in “The Grand Bath in Bursa” could be either Davutpaşa, Nasuhpaşa Baths or Yeni Kaplıca. But when investigated in detail in terms of the
plan, iwans in caldarium, the size and importance, the place is likely to be Yeni Kaplıca. Yeni Kaplıca was built with the order of Vizier Rüstem
Paşa, who is also the son-in-law of Suleiman the Magnificent. With its big pool in caldarium and wall tiles, Yeni Kaplıca was one of the important
buildings of its period, and it is also the biggest and sumptuous Turkish spa. In this paper, all these are taken up briefly, in line with other visual
materials, and will be interpreted.
Batı dünyası, her zaman için Türk hamamlarına büyük ilgi duymuştur. Batılıların kaplıcalara olan
ilgisi, Roma İmparatorluğu’nun kuruluşundan beri bilinmekteyken, Doğu ile Batı arasındaki ilişkinin
artması ve özellikle 19.yüzyılda Batılıların adeta Doğu’ya akın edişi sonucunda, haremin ayrılmaz bir
parçası olan Türk hamamına ilgi de artmış; Batılıların hayallerinde egzotik ve heyecan verici bir yer
teşkil etmiştir (Vanzan, 2010: 1). Sanki 1001 Gece Masalları’nın bir tezahürü gibidir. Batılılar bu farklı
dünyaya, birbirine karşıt iki tepki vermişlerdir: “Birincisi, Avrupa kültürünün tabuları ve kısıtlamalarını
aşan bu egzotik cinsel fantezinin yol açtığı heyecandan zevk alma, [..ikincisi ise] bu hafifmeşreplik ve haz
görüntüsüne olan tepki –ki bu, onaylamama ve tiksinme şeklinde ortaya çıkmış ve böylesine bir skandalı
kabul eden bir kültürü hor görmüşlerdir” (Vanzan, 2010: 1-2). Düşman konumundaki Türkler’in özel
yaşantısına ilgi Avrupa’da gittikçe artmaktadır. Orta Doğu’yu ziyaret eden her Avrupalı, Türklerin özel
yaşantılarına müdahale edici nitelikte harem ve hamam hikayeleri dile getirmiştir. Batılı gezginler,
sadece erkek hamamlarında doğrudan tecrübe yaşamalarına rağmen anlattıkları ya da resmettikleri
kadınlar hamamına aittir. Sanki kadın bedenlerinde Doğu ile Batı karşı karşıya gelmektedir. Batı,
Doğulu kadında, iki karşıt özelliği bir araya getirmektedir: aktif ve pasif; diğer bir deyişle itaatkar ve köle
olan ile cazibeli ve baştan çıkarıcı olan!.. Doğu böylece kadınlaştırılmış ve böylece erkek Batı’nın görevi,
sadece Doğulu kadını fethedip kurtarmak olmamış, Doğu’yu da fethedip kurtarmak olmuştur (Vanzan,
2010: 2-3). Diğer taraftan karşılaştıkları ten renklerinin zıtlığı karşısında şaşırdıklarını belirten bazı
gezginler vardır. Buna bağlı olarak 19.yüzyıl oryantalist resim örneklerinde özellikle inci beyazlığındaki
tenleriyle Çerkez kadınların yanında siyahi tenleriyle Afrikalı hizmetkarların yer aldığı görülmektedir
[Res.1]. Oryantalist ressamların, önceleri bunu, estetik nedenlerle (Thornton, 1994b: 74-75); 19.yüzyılla
birlikte ırksal ve seksüel çağrışımlarla yaptıkları söylenebilir. Şımarık sosyete sınıfının temsilcileri olarak
yumuşak ve esnek, beyaz tenli figürlere karşılık fiziksel gücün sembolü olarak güçlü kuvvetli ve kaslı
siyahi tenli figürler bir araya getirilmektedir (Benjamin, 1997: 102).
Doğu’ya seyahat eden her Batılı kadın için hamamı ziyaret etmek alışılagelmiş ve kaçınılmaz bir
tecrübe olmuştur, çünkü onlar için diğer kadınların çıplaklıkları ve yıkanma alışkanlıkları –19.yüzyıl Batı
zihniyetinin sınırlarını zorlayan bir uygulama olarak – adeta şok edicidir. Bu bağlamda bazı Batılı kadın
gezginler, hamamı anlatmaktan çekinirken diğerleri de tedirginliklerini ve hoşnutsuzluklarını ifade
etmişlerdir (Vanzan, 2010: 4). Batılı kadın gezginlerden bazılarının yazılarına bakacak olursak; örneğin
1840 yıllarında Kahire’yi ziyaret eden İngiliz Sofia Lane Poole (1844: 173-174), şöyle anlatmaktadır:
1 Yrd. Doç. Dr. Elvan Topallı, Uludağ Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Görükle-Bursa
131
132
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
Res.1- B. Debat -Ponsan, “Haremde Masaj”, 1883, tuval üzerine yağlıboya, Toulouse - Musée des Augustins
(http://dfordoom.tumblr.com/image/936707350)
“Refakatçim beni birçok sayıda insanı çıplak görmem konusunda hazırlamıştı ancak; hemen her
yaştan aralarında genç kızlar ve çocukların da bulunduğu en az 30 kadar tamamen çıplak bir
kalabalığın içersindeki utancımı hayal edin…İnsanlar her renktendi, zencinin en kara ve perdahlı
tonlarından, ten renginin en açık nüansına kadar gruplar oluşturmuş bir halde sanki tamamen
giyiniklermişçesine kayıtsızlık içerisinde sohbet ediyorlardı.”.
Aynı yıllarda Doğu yolculuğuna çıkan İngiliz Julia Pardoe (1997: 54-55) ise Türkiye’de ilk gittiği
hamam olan İşkodralı Paşa’nın hamamındaki tecrübesini ayrıntılı olarak ele almıştır:
“Birkaç dakika şaşırdım kaldım. Beni serseme çeviren bu şeyler, az kalsın boğulacak duruma getiren
ağır, yoğun kükürtlü su buharı, (…) kadınların alçak tonda sessiz gülüşleri ve fısıltıyla konuşmalarından
oluşan mırıltı, üç yüze yakın yarı çıplak kadın, bunların soyunmasıyla sırılsıklam olmuş ve bedenlerine
yapışmış ince peştemallarından, beden çizgilerinin olduğu gibi gözükmesi, bellerinden yukarısı açık
kalfaların kolları göğüslerinde birleşmiş, püsküllü işlemeli havluları başlarında taşıyarak bir aşağı bir
yukarı geçmeleri, kurabiyeler yiyerek şerbet ve limonata içerek rahatlayan ve gülüp konuşan sevimli kız
çocukları; benim soluk almamı zorlaştıran ağır havanın ayrımında bile olmadan birbirleriyle şakalaşan
çocuklar ve (…) Türk ezgilerinin en kaba ve en cırtlak sesleriyle söylendiği şarkıların birdenbire top gibi
patlamasıydı. (…) Bütün bu olan bitenler, bana bir düş gibi geldi. Bir an gördüğüm şeylerin gerçek mi,
yoksa yalnızca hasta bir beynin düşleri mi olduğundan kuşku duydum.”.
Ve de burada, son örnek olarak gösterebileceğimiz, Doğu deneyimini yaşamış bir başka İngiliz kadın
olan Lady Mary Wortley Montagu’nun (1996: 31-32) yazdıkları şöyledir:
“İlk sofalar, üzerinde kadınların oturdukları yastıklar ve değerli halılarla kaplıydı. Bunların yanındaki
ikinci sofalarda hizmetçileri bulunuyordu. (…) tüm kadınlar doğal haldeydiler, yani güzelliklerinden ya da
kusurlarından hiçbir şey gizlemeksizin çırılçıplaktılar. Bununla birlikte en ufak bir yılışık gülümseyiş ya da
edepsizce bir davranış yoktu aralarında. Milton’un hepimizin annesine yakıştırdığı aynı görkemli incelikle
yürüyorlar ve yer değiştiriyorlardı. İçlerinden çoğu Guido ve Titian’ın fırçasıyla çizilmiş tanrıçaların vücut
oranlarına sahipti. Çoğunun teni bembeyazdı.(…) Kimi konuşan, kimi işinde, kimi kahve ya da şerbet
içen ve çoğu hizmetçileri (genellikle on yedi, on sekiz yaşlarında güzel kızlar) saçlarını değişik biçimde,
güzel güzel örerken yastıkların üzerinde uyuşuk bir biçimde uzanmış değişik pozisyonlardaki bu kadar çok
çıplak kadını görerek [Bay Gervase’nin] sanatını çok geliştireceğini düşünüyorum. Kısacası burası, içinde
kentin tüm dedikodularının anlatıldığı, rezaletlerin uydurulduğu kadınlar kahvesiydi.”.
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
133
Çoğu kadın gezginin, Doğu yolculuğu sırasında en az bir kez hamama gitmesi gibi, Çoğu oryantalist
ressam da kariyerleri boyunca en az bir kez hamam sahnesi resmetmiş; bazıları da, hayali Türk
hamamlarını seriler şeklinde yapmıştır (Vanzan, 2010: 8). Örneğin bu dönemlerden en eski tarihli
hamam resimlerinden biri Jean-Etienne Liotard’ın “Hamamda Frenk Kadını ve Halayığı” isimli pastel
resmidir [Res.2] ve tabii ki en bilineni de Jean Dominique Ingres’ın “Türk Hamamı” tablosudur [Res.3]
(Germaner, İnankur, 2002: 191, 192).
Res.2- J.E. Liotard, “Hamamda Frenk Kadını ve Halayığı”, 1742-43, kağıt üzerine pastel, 71 x 53 cm., Cenevre Musée d’Art et d’Histoire (http://www.kunst-fuer-alle.de/english/fine-art/artist/image/jean-etienne-liotard/
4690/1/64024/turkish-woman-with-her-slave/index.htm)
Res.3- J.D.Ingres, “Türk Hamamı”, 1862, tuval üzerine yağlıboya, 108 x 110 cm., Musée du Louvre
(http://arthistory-blog.tumblr.com/post/36452045848/the-turkish-bath-1862-by-jean-auguste-dominique)
134
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
Fransız oryantalist ressam Jean Leon Gérome, bu akımın ve hamam resimlerinin en başarılı
temsilcilerinden biridir. Oryantalist resmin sevilip yaygınlaşmasında önemli rol oynayan, bir çok
oryantalist ressam yetiştiren, Türk ressamlara da ders veren, defalarca Doğu yolculuğuna çıkan,
yaşadığı dönemde ve günümüzde tanınan ünlü bir oryantalist ressam olan Gérome’un, ünlü resim taciri
Adolphe Goupil’in damadı olması, onun hızla tüm dünyada tanınmasını sağlamıştır. Buna bağlı olarak
atölyesinde, yüzlerce Fransız ve yabancı öğrenci yetişmiştir; bunlar arasında Osman Hamdi Bey, Şeker
Ahmet Paşa, Süleyman Seyyit vb vardır. Çeşitli oryantalist tabloların, Sultan Abdülaziz’in isteğiyle saraya
alınmasında da rol oynayan Gérome’un Türk hamamını gösteren yağlıboya tabloları, 19.yüzyılın ikinci
yarısına tarihlenmektedir (Vanzan, 2010: 8). Gérome 1871 yazında Londra’da kaldığı dönemde hamam
sahnelerini yapmaya başlamıştır. Bu sahnelerdeki hamamlar genellikle ışık huzmeleriyle aydınlanan,
buharlı ortamın hissedildiği, renkli çini ve musluklarla dolu olan, çıplak kadınların bulunduğu
mekanlardır. Siyahi ve beyaz tenli kadınlar, sıklıkla yan yana poz vermekte; böylece daha dikkat
çekmektedirler (Ackerman, 1997: 96) [Res.4]. Bu aynı zamanda beyaz sahip-siyahi köle çağrışımını
da taşımaktadır. Gérome’un hamam resimlerindeki çıplak kadınlar, ortalıkta veya havuz etrafında
gezinmekte ya da tembel tembel oturmakta ve nargile içmektedir (Vanzan, 2010: 8). Oluşturduğu ortam
ve çağrışımlarla Gérome’un bu estetik ve erotik hamam resimleri, çok popüler olup iyi satış yapmıştır
(Benjamin 1997: 100). Ackerman’a göre oryantalist hamam tablolarıyla Gérome’un ünlenmesine karşılık
yaptığı bu sahneler 30 taneden azdır ve bu, Gérome’un tüm resim üretiminin yüzde birinin yarısından
daha azdır. Bunlar arasında da “La Grande Piscine à Brusa”, en büyük boyutlusu, en iyi kompozisyon
düzenine sahip olanı, zekice düşünülmüş olanı, en ilginç olanı; kısacası en mükemmelidir (http://
www.orientalisma.com/articles/Article _ Gérome_ Grand_bath.html). Bugün de özel bir koleksiyonda
bulunan tablonun ilk alıcısı Çar III.Alexander olmuş; hatta Çar, bu tabloyla birlikte başka bir hamam
sahnesini daha Gérome’dan satın almıştır.
Res.4- J.L.Gérome, “Mağrip Hamamı”, 1870, tuval üzerine yağlıboya, 50.8 x 40.6 cm., Museum of Fine ArtsBoston (http://www. wikipaintings.org/en/jean-leon-gerome/moorish-bath-1870)
1870-80’lerde, Avrupa’da gezilerini sürdürmekte olan Gérome, Hollanda, Türkiye, Mısır, Yunanistan,
İtalya, Sicilya, Londra’ya gitmiştir (Ackerman, 1997: 108). 1875’te İstanbul’a geldikten sonra Türk dekorunu
yansıtan resimlerini yapmaya devam etmiştir. Bu arada Bursa’yı da ziyaret eden Gérome, burada birçok
çizim yapmış; daha sonraki yıllarda bu çizimlerinden yararlanarak tablolar üretmiştir: “Yeşil Camii”,
“Yeşil Türbe” ve hamam resimleri bunlar arasında sayılabilir. Gérome, 1885 Paris Salonu’nda sergilenen
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
135
“Bursa’da Büyük Hamam” (The Grand Bath at Bursa / La Grande Piscine à Brusa) [Res.5] tablosunda, on
yıl önceki çizimleri ve anılarıyla daha sonra Paris’te resmettiği çıplak figürlerini bir araya getirmektedir
(Ackerman, 1997: 133). 1879’da Bursa’da kaldığı süre içinde Gérome, şehrin eski anıtlarını kaydetmekle
kalmaz, Yeni Kaplıca’nın iç mekanını da yağlı boya desen olarak resmeder; ama bu resim o zamandan
beri kayıptır. “Bursa’da Büyük Hamam” tablosu, aynı zamanda yapıldığı yıl itibarıyla (1885) Gérome’un
tarihsel resimlerden ayrıntılı ve gerçekçi resimlere yöneldiği döneme rastlamaktadır. 1892 yılında,
Fanny Field Hering Gérôme hakkında yazdığı monografide (1892: 247), resmin ‘en coşkulu hayranlık
duygularını uyandırdığını’ ve ‘belki de benzerleri arasında en dikkate değer olanı’ sayılabileceğini ifade
etmiştir. F.F. Hering, “Bursa’da Büyük Hamam”ı ilk kez 1885 Salon sergisinde görmüştür:
“Bize Londra’yı hatırlatan puslu ve yağmurlu bir sabahta “Palais de l’Industrie” de dolaşmaktayken
ansızın ‘Hava açıyor olmalı!’ diye haykırdığımı anımsıyorum. Fakat sürekli olarak aşağıya doğru
dökülen yağmurun sesi bizim gözümüzü açtı ve farkettik ki odanın karşı tarafındaki büyük kanvastan
bize doğru gelen sıcak ışıkları gördük. Sanki tüm galeriyi güneş ışınlarıyla doldurmaktaydı ve o
büyük su havuzundan gelen yansımalar ve yükselen buhar ile harikaydı”. (1892: 247)
Res.5- J.L.Gérome, “Bursa’da Büyük Hamam (La grande piscine à Brusa; The great /grand bath at Bursa)”, 1885,
tuval üzerine yağlıboya, 70 x 100.5 cm. (Sotheby’s 2004, Özel Koleksiyon) (http://www.mutualart.com/
Artwork/LA-GRANDE-PISCINE-A-BRUSA--THE-GREAT-BAT/AED426AF2166453F)
Gérome, resimlerinde bütünlüğe önem verirken figur-mekan ilişkisi üzerine de titizlikle
eğilmektedir. Perspektifteki ustalık, figürlerin tam yerine oturtulması, farklı pozlardaki çıplaklara yer
verilmesi, Gérome’un hem figür, hem renk açısından bütünlüğü sağlamadaki başarısını göstermektedir.
Konumuz olan tabloda da akıllıca bir uygulamaya giderek Gérome, ortadan sağa doğru ayakta ve
sırttan görülen iki çıplak figürü resmetmiştir (Vanzan, 2010: 8). Açık ve koyu renk tenin bir arada
verilişi ve karşıtlığı, Lynne Thornton’a (1994b: 74-75) göre Manet’nin “Olympia”sı kadar izleyicileri şok
edici olmamıştır ve bu gösterim, sosyal ve tarihsel arka planla birlikte düşünülmelidir. Ruth Bernard
Yeazell’a (2000: 105) göre de bu iki figürün birlikteliği, sahip-köle ilişkisini izleyiciye çağrıştırmaktadır.
Gerald Ackerman ise Gérome’un bu resmini överken Delacroix’nın “Cezayirli Kadınlar” tablosunun
ve özellikle siyahi kadının yeniden yorumlanışı olarak nitelendirmektedir (http://www.orientalisma.
com/ articles/Article_Gérome_Grand_bath.html). Söz konusu iki figür, biçim, çizgi ve renk açısından
birbirini tamamlamaktadır. Geriye doğru ilerleyen ve birbirine sarılmış bu figürlerin yüzleri farklı
yönlere dönüktür. Diğer taraftan siyahi figür, diğerini düşmekten koruyor gibidir. Resmin sol tarafında,
136
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
ayaklarını suya uzatan dört kadın, hatta ön planda olup havuzda olan kadınlar da, bu iki figürü
izlemektedir. Resme bakanlar da, bu dairesel hareketi ister istemez takip etmekte ve tablonun merkezine
odaklanmaktadır. Ayrıca Londra’da çıkan ünlü dergi Athenaeum’da, ortadaki genç çıplak kadın, ten rengi,
kıvraklığı ve net görünümüyle Gérome’un resmettiği en iyi figürlerden biri olarak nitelendirilmiştir
(http://www.orientalisma.com/articles/Article_Gérome_Grand_bath.html). Tablodaki
figürlerde
gruplaşmalar vardır; her grup kendi içinde bir şeyle meşguldür. Kadınlar ayaktayken ya da otururken
konuşmakta, dolaşmakta, nargile içmekte, kuytu köşelerde sanki dedikodu yapmakta, havuza ayaklarını
sallandırmaktadır. Resmin sağındaki siyahi kadın, kucağındaki çıplak bebekle farklı bir enstantane
sunmaktadır. Resimdeki tüm figürler, daha önceki birçok çizimin sonucu gibidir. Aynı zamanda,
Gérome, diğer tablolarında resmettiği çıplak figürlerin benzerlerine burada da yer vermiştir. Gérome’un
hamam resimleri arasında bu tablo, diğerleri kadar erotik öğe ve tutku içermez. Hatta diğer oryantalist
ressamların hamam sahnelerinde bu nitelikler ön plandayken “Bursa’da Büyük Hamam”da kadınlar,
her zaman hamamda görülebilecek haller içindedirler, başka bir deyişle olağan bir hamam atmosferi
yaratılmıştır. Herhangi bir hamamda her an karşılacağınız bir görünümdür. Gérome erkekler hamamına
giderek oradakileri gözlemlemiş ve sonradan bunu kadınlara uyarlamış gibidir. Fréderic Masson (1902:
30) Gérôme’un (muhtemelen bir mektubundan) Bursa’daki hamam deneyimi hakkında eğlenceli bir
dille bahsetmektedir:
“Bursa’da kaldığım günlerde, hamamların mimarı tarafından hamama götürüldüm ve böylece
bana çıplakları çalışma fırsatı verilmiş oldu. Bu sadece içeride neler olup bittiğini görmek ve [bazı
erkek figürleri, kadın figürlerle değiştirmek] sorunu değildi, içerisinin bir çizimini yapmak demekti
ve içeride ısı çok yüksek olsa da sanki uykusundan yeni uyanmış basit giysili güzelliği resmetmekten
çekinmedim— bu da çıplak resmetmek demekti. Boya kutum dizlerimin üstünde, paletim elimde,
taburemin üstünde otururken biraz grotesk bir figür gibiydim, ama gerektiğinde kendinizi nasıl
adapte edeceğinizi bilmeniz gerekir. Kendimi bu kostümle resmetmeyi düşündüm, ama örtüyü
düşürdüm ve bu “doğal” görünümümle çok fazla dikkat çekeceğimden ve bundan sonraki kariyerime
Don Juan olarak devam edeceğimden korktum”.
Res.6- J.L.Gérome (1824 – 1904) (http://en.wikipedia.org/wiki/Jean-L%C3%A9on_ G%C3% A9r%C3%B4me)
Doğu’ya yaptığı birçok yolculuk sonucunda Gérome [Res.6], zengin bir koleksiyon oluşturmuş ve
resimlerini yaparken elindeki Doğu eşyasından, fotoğraflardan ve okuduğu kitaplardan etkilenmiştir.
Gérome’un, farklı yerlerden bir araya getirdiği Doğu öğelerini farklı kompozisyonlarda kullandığı; Mısır
ve Türkiye’deyken hamamlara gittiği bilinmektedir. Dolayısıyla resimlerindeki mimari detaylar, çeşitli
kaynaklara dayanabilmektedir (Benjamin, 1997: 102). “Bursa’da Büyük Hamam” da bu resimlerinden biridir.
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
137
Res.7- Yeni Kaplıca planı, N.Er, H.Er, A.Kazancıgil (haz.) (2010).
Albert Gabriel-Bir Türk Başkenti Bursa, İstanbul, p.168.
“Bursa’da Büyük Hamam” tablosundaki mekanı değerlendirecek olursak: kaplıca mimarisinde
havuzlara yer veriliyor olması, bu resimdeki çokgen havuzun büyük olması, görülen plan şeması [Res.7]
ve eyvanları ile buranın Yeni Kaplıca olduğunu söylemek mümkündür. Bursa’da böyle havuzlu tek yapı
Yeni Kaplıca’dır ve bazı kaynaklarda, yapının büyüklüğünden ve ihtişamından özellikle bahsedilmektedir.
Havuzun büyük oluşu, tablonun adlandırılmasında rol oynamış, hatta yapı bu yönüyle vurgulanmıştır.
Buna bağlı olarak Fransızca orjinalinde, “Grand Piscine a Brusa” olarak adlandırılırken İngilizce “Grand
Bath at Brusa” denmiş; Türkçe’ye de “Bursa’da Büyük Hamam” olarak çevrilmiştir. Bu isim kargaşası,
gezginlerin yazdıklarında da görülebilir. Örneğin Julia Pardoe (1997: 130-131) Bursa’daki hamam (ki
Yeni Kaplıca olmalı) ziyaretini şöyle anlatmaktadır:
“Türbeden ayrıldıktan sonra Büyük Kaplıca’ya gittik. Yanımdaki erkekler, kaplıcanın avlusundaki
ıhlamur ağaçlarının altında rahatça oturuyorlardı. İçerideki taşlık avlu görülecek şeydi. Balkonlu
soyunma yeri baştan başa Türk ve Rum kadınlarla doluydu. (…) Buradan serinleme yerine girdim.
Kaplıcaya gelenler, saçlarını örüyorlar ya da sıcak mermerlerin üzerinde uyuyorlardı. Buranın üst
yanındaki kapıyı açarak asıl yıkanma yerine girdim. Kırk elli kadın vardı. İlk bakışta bunları ayırt
edememiştim. Çünkü büyük havuzdan yükselen su buğusu, çevreyi görmeye engel oluyordu. (…) Ben
içeri girdiğim zaman kadınların birkaçı, havuzda boğazlarına kadar suya girmişlerdi. (…) Havuzun
yanındaki merdivenden yalnız dizlerini suya daldıranlar da vardı. Bazı kadınlar da havuzun yanında
uzanmış yatıyorlardı. Bunların uşakları, aslanağzından akan sıcak suyu, maden taslarla taşıyarak
üzerlerine döküyorlardı. Alçak iskemlelere oturanlar da bu akan sudan duş gibi yararlanıyorlardı.”.
Bursa ve çevresinde, Büyük Hamam diye adlandırılan bir yer olmayışı, resmin orjinal isminin
doğruluğunu ve tezimizi güçlendirmektedir. Yeni Kaplıca, Kanuni Sultan Süleyman-Rüstem Paşa
ikilisinin eserlerinden biridir; hatta Mimar Sinan yapısı olabileceğini söyleyenler vardır [Res.8].
Sıcaklığın tüm duvarlarında 2 m.ye kadar yükselen çinileriyle dönemin önemli yapılarındandır. Çiniler
genelde Şam tipi örnekleri olup üçgen, dikdörtgen ve altıgendir. Tek renkli (firuze) çinilerin yanı sıra
bitkisel süslemeli, simetrik ve asimetrik desenli çiniler de görülmektedir. Zaman içinde bulundukları
ortam dolayısıyla bozulmalar görülse de bunlar günümüze ulaşmıştır [Res. 9-10]. Aslında ısı ve nem
açısından hamam yapılarına pek de uygun olmayan çini malzemesiyle dikkat çeken yapılardan olan Yeni
Kaplıca’yı resmederken Gérome’un çinilere yer vermemesi ilginçtir; çünkü Gérome, birçok resminde
görüleceği gibi çinileri ayrıntılı olarak ele alan bir ressamdır. Ayrıntıda gerçekçi bir ressam olmasına
karşılık Gérome, resimlerinde bazı kurgulamalara gidebilmektedir. Bursa’yı ziyaretinden yıllar sonra
bu resmi yaptığı ve ziyareti sırasında yaptığı çizimlerden yararlandığı görülmektedir. Bazı şeyleri doğru
hatırlamadığını ve farklı yerlerdeki öğeleri birleştirdiğini düşünmek mümkündür. Farklı mekanlardan
138
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
Res.8- Yeni Kaplıca fotoğrafı, Abdullah Biraderler, 1880’ler (http://www.loc.gov/ pictures/ item/ 2003670554/)
Res. 9- Yeni Kaplıca fotoğrafı, Sébah&Joaillier, 1894
(E.Özendes, Osmanlı’nın İlk Başkenti Bursa, İstanbul 2000, p.130)
Oryantalist Ressam Jean Leon Gérome’un “Bursa’da Büyük Hamam” Tablosunun Düşündürdükleri
139
bölümleri, eşyaları, ayrıntıları bir araya getiren Gérome’un, Bursa’da gördüğü hamam ve/veya
kaplıcalardan esinlenerek bir kurgu yaptığı söylenebilir. Diğer taraftan 19.yüzyıl oryantalist resimleri,
öncekiler gibi hayali olmaktan çok genellikle gözleme dayanan gerçekçi örneklerdir; ama yine de bu
örnekte incelendiği gibi, bu dönem oryantalist resimlerine –özellikle Gérome’a- temkinli yaklaşmak
gerektiği göz ardı edilmemelidir.
Res.10- Yeni Kaplıca fotoğrafı, Alper Bilsel
(Uludağ Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Resim-İş Eğitimi Bölümü), 2000
Bibliyografya
Ackerman, G.M. (1997). Jean Léon Gérome, Paris.
Ackerman, G.M. (2000). Jean Leon Gérome, Paris.
Benjamin, R. (1997). Orientalism – Delacroix to Klee, Australia.
Çeçen, K. (1996). “Bursa Suları”, Bursa, Ankara, s.150-158.
Demirağ, B. (2001). Dün Bursa: Manolya Ağacının Kökleri, Bursa.
Er, N., H.Er, A.Kazancıgil (haz.) (2010). Albert Gabriel-Bir Türk Başkenti Bursa, İstanbul.
Eyice, S. (1996). “Bursa Kaplıcalarını Tanıtan İki Yabancı”, Bursa, Ankara, s.74-80.
S.Germaner, Z.İnankur (2002). Oryantalistlerin İstanbulu, İstanbul.
Hasan Taib Efendi (2007). Hatıra ya da Bursa’nın Aynası, Bursa.
Hering, F.F. (1892). The Artist Gérome, New York.
Kızılyalın, A.A. (1969). Bursa Kaplıcaları, Bursa.
Mağmumi, Ş. (2001). Bir Osmanlı Doktorunun Anıları, İstanbul.
Masson, F. (1902). J.L. Gérôme, Notes et fragments des souvenirs inédits du maître.
Montagu, Lady M.W. (1837) The Letters and Works of Lady M.W. Montagu, vol.I.
Montagu, Lady M.W. (1996) Doğu Mektupları, İstanbul.
Özendes, E. (2000). Osmanlı’nın İlk Başkenti Bursa, İstanbul.
Pardoe, J. (1839). The Beauties of Bosphorus, London.
Pardoe, J. (1997). 18.yüzyılda İstanbul, İstanbul.
Poole, S.L. (1844). The Englishwoman in Egypt: Letters from Cairo, vol.II, London.
Schick, I.C. (2004). Çerkes Güzeli-Bir Şarkiyatçı İmgenin Serüveni, İstanbul.
Doktor Osman Şevki (2007). Bursa ve Uludağ, Bursa.
Şehitoğlu, E. (2008). Bursa Hamamları, İstanbul.
Thornton, L. (1994a). The Orientalists-Painter Travellers, Paris.
Thornton, L. (1994b). Women as Portrayed in Orientalist Painting, Paris.
Tuna, A. (1987). Bursa Yeni Kaplıca, İstanbul.
Vanzan, A. (2010). “Turkish Hamman and the West: Myth and Reality”, Acta Turcica, Sayı 2, Temmuz 2010, s.1-12.
Yalman, B. (1984). Bursa, İstanbul.
Yeazell, R.B. (2000). Harems of the Mind, New Haven. http://www.orientalisma.com/articles/Article_Gérome_Grand_bath.html , updated
November 1, 2012.
MILITARY SANATORIUM TREATMENT IN
THE SECOND POLISH REPUBLIC
Martyna Jurzyk*
* Siedlce University of Natural Sciences and Humanities, Poland
Summary
Interwar Poland hadn’t got permanent military sanatoria. They operated only from May to October. Staff was sent from various hospitals,
experienced internists were appointed as commanders and sometimes supported by 1-2 physicians. During the war in years 1919-1921 such
sanatoria operated in Krynica, Krzeszowice, Nałęczów, Szkło, Truskawiec and throughout interwar years in Busko and Ciechocinek. More
facilities were created in subsequent years. Modern buildings were only builded in Busko, army bought villas in Ciechocinek, in the Inowrocław
were used the post-hospital premises and in other places simply were rented the entire buildings. Soldiers and officers could also be treated in
civil sanatoria. In such situations army gave them back part of the cost of their stay. The only permanent working all year long military sanatoria
were intended for patients with pulmonary tuberculosis. Tuberculosis was a huge social problem in the interwar period. Its prevalence in the
society meant that was also a threat to the health safety of the soldiers. One of the basic methods of dealing with tuberculosis in the Polish
army was by preventing sick people from entering the military. Unfortunately, the conscription medical examination not always exempted ill
recruits from military service. Tuberculosis was also quite common among officers so the army had to treat both professional soldiers and from
the conscription. Treatment was carried out in special sanatoria. The largest was located in Zakopane and in the mid 30’s was built a modern
facility in Otwock near Warsaw. Soldiers with tuberculosis were treated in Hołosk, Małkinia, Nowy Sącz, Rabka and Rajcza. Army antituberculosis
sanatoria had permanent personnel consisting of good physicians and were equipped to the highest standards. There were constant changes
in the military hospitals and sanatoria in the interwar Poland. There wasn’t actually the single year that army didn’t change the number of
facilities, the range of services or rules which regulated granting places in sanatoria.
Introduction
During World War I, despite the fact that Poland was absent from the map of Europe, Polish troops
fought on the both sides of the front – supporting Austria-Hungary, Russia, Germany, and France. The
so called “Polish issue” appeared worldwide due to the Central Powers’ declarations, Russian ones and
speeches of politicians such as the President of United States, Woodrow Wilson, or the British Prime
Minister, David Lloyd George. The problem of the future Polish borders was the greatest unknown. The
Treaty of Versailles signed in 1919 effected no settlement and the matter really seemed to depend on the
size of the territory which Polish troops would be able to seize.
Polish formations which fought in World War I became the origins of the national army formed
between 1918 and 1919 and commanded by Józef Piłsudski. Moreover, new age-groups of soldiers were
recruited, too. It was crucial as the final shape of the Polish borders was established during plebiscites
in Warmia, Mazury, (July, 1920), the Upper Silesia (March, 1921) and the Wielkopolska Uprising (from
December, 1918 to February, 1919), three Silesia Uprisings (August, 1919; August, 1920; from May to
June, 1921), and mostly, by the Polish – Soviet War (1919-920) that reached its apogee in the Battle of
Warsaw, one of the most important battles in history.
Military health service, during the war as well as directly after the end thereof, had to take care of
all front soldiers and provide them with treatment in sanatoria. During the time of peace, the actions of
medical health care providers included regular soldiers. Those from every-year –conscription could take
advantage of the treatment only if the injury had been caused by the actions connected with the military
service. Therefore, more privates than officers were cured in the military sanatoria during the time of
war (1919 – 1920). Those who fell ill during the war were given priority. Reserve officers’ applications
were not taken into consideration. With time, the majority of health resort clients were officers, noncommissioned officers and their families. In principle, the treatment was almost free of charge as the
patients paid for the board only.
Because of various reasons, there was a rule that soldiers should at first avail of the military health
service. A soldier was referred to civil centres only if no other possibility of receiving a proper medical
treatment in military facilities was found. The same applied to the sanatorium treatment.
The admittance procedure was similar in every such centre. To receive permission to be admitted to
a military sanatorium, one should have included a medical certificate outlining the disease history, test
140
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
141
results, and the application addressed at a proper Military District Corpus Commander.1 If the patient
was referred directly from the hospital, s/he should present a certified copy of the hospital medical
record.
Just after the end of the war, most of the patients’ illnesses was related to surgical or psychical problems
(the results of gunshot and other wounds and various injuries). They decreased gradually, as did the
group of disabled sanatorium patients. On the other hand, the number of women and children who
were members of officer- and non-commissioned officer-families increased. In 1930s, female patients
even outnumbered men in some of the facilities. For example, there were 442 men, 449 women and 25
children in the Zakopane sanatorium in the reporting year 1931/32.2 Officers, including captains, were
placed in shared rooms, while those of higher ranks got single rooms when available .3
At the end of the interwar period across the territory of Poland there were six state-owned spas
(Druskieniki, Busko Zdrój, Krynica, Szkło, Ciechocinek, Burkut), fifteen public spas (Solec, Krzeszowice,
Rabka, Swoszowice, Szczawnica, Żegiestów, Nałęczów, Iwonicz, Lubień Wielki, Rymanów, Truskawiec,
Inowrocław, Morszyn, Niemirów, Horyniec), and additional six spas with the right to charge their
patients ((Krościenko, Muszyna, Piwniczna, Wysowa, Goczałkowice, Jastrzębie) and twenty three
private ones. Health resorts (or rehabiliation centres) represented a different category. Seven of them
were of public status (Ojców, Zakopane, Jaremcze, Worochta, Zaleszczyki, Otwock, Orłowo). Moreover,
there existed 39 major summer resorts and baths with the right to levy a local resort tax. There was a
wide range of 956 minor summer resorts, too.4
Military posts, subjected to the Health Department in the Ministry of Military Affairs, were located
in both spas and health-resorts. A complete list thereof, as thorough as possible, is presented below:
Table 1. Periods of military sanatoria operations between 1919-1939 on the territory of the Second Polish
Republic.
Sanatorium Name
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital
Military Sanatorium for tuberculosis patients
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital for children
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital
Military Sanatorium for tuberculosis patients
Sanatorium – Regional Hospital Branch No 1
Military Sanatorium for children
Military Sanatorium for tuberculosis patients
Military Seasonal Hospital
Military Seasonal Hospital
The PCK (Polish Red Cross) Sanatorium (leased
by the army)
Military Sanatorium for tuberculosis patients
Place
Busko
Ciechocinek
Druskieniki
Hołosko near Lviv
Inowrocław
Krynica
Krzeszowice
Leśna
Morszyn
Nałęczów
Otwock
Pustelnik
Rabka
Rajcza
Szkło near Lviv
Truskawiec
Zakopane
Operation Period
1919-1939
1919-1939
1926-1939
1919-1921
1920-1939
1919-1921
1919-1921
1935-1939
1936-1939
1919-1921
1935-1939
1919-1927
1936-1939
1919-1935
1919-1921
1919-1921
1918-1928
1928-1939
Source: author’s researches.
1 Świadectwa lekarskie dla udających się do wojskowego Sanatorium Czerwonego Krzyża w Zakopanem i w Suchej (Uzupełnienie do rozkazu
Dz.Rozk. Nr 23 p. 553), Dziennik Rozkazów nr 39 z 26 października 1920r., poz. 846.
2 J. Zienkiewiczówna, Sprawozdanie Sanatorium Wojskowego im. Marsz. J. Piłsudskiego w Zakopanem za czas od 1 VII 1931 do 30 VI 1932r.,
„Lekarz Wojskowy” 1933, nr 1, s. 42.
3 Sezon kąpielowy w Busku i Ciechocinku, Dziennik Rozkazów Wojskowych nr 43 z 17 kwietnia 1919r., poz. 1408.
4 S. Leszczycki, Ruch uzdrowiskowo-letniskowy w Polsce, [in:] Kalendarz Ilustrowanego Kuriera Codziennego na rok 1939, Kraków 1938, s.
195-196.
142
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
As the above researches show, the treatment of soldiers in sanatoria was conducted in two basic
types of facilities. The first category consisted of hospitals – sanatoria to treat patients suffering from
tuberculosis. The second group was devoted to a wide range of diseases providing mainly board and
medical consultations.
Hospitals-sanatoria and their role in the fight against tuberculosis in the army
The characteristic feature of tuberculosis as an infectious disease was connected with the fact that
the increase of war-induced tuberculosis cases appeared a few years after the end of warfare. Curiously
enough, when the number of civilians affected with the disease increased, the rate of the affected in the
army during World War I decreased. One may agree then with the Jeśman’s idea that good nourishment,
fresh air and elimination of infected soldiers prevented individuals from falling ill.5
In order to provide an estimate of the scale of the disease in the army, in1919 a tuberculosis ward
was established in every regional hospital . They were created not to treat soldiers but rather to verify the
diagnoses of respiratory physicians employed therein. To achieve this goal, all available methods, such
as bacteriological tests, X-rays, or the tuberculin sensitivity test, were used. If a diagnosis was confirmed,
the patient was referred to hospital or a sanatorium. In 1919 alone, 21 % of the 3711 tuberculosis soldiers
died. It was estimated that there were 30 new tuberculosis cases and 2 soldiers died per every ten
thousand soldiers (except for the regular soldiers).6
There was only one hospital at army’s disposal to treat open tuberculosis, which is one when
the patient could infect others. This facility was situated in Rajcza (the Żywiec region). The hospital
treatment was free of charge.7 The Rajcza hospital, which had been the military Red Cross hospital for
the “consumption patients” since 1918, was located in the former Habsburg palace which was bestowed
for sanatorium-hospital purposes to World War I veterans.
At the beginning, tuberculosis was treated in the Polish Red Cross sanatorium in Zakopane and
the military sanatorium for patients suffering from tuberculosis in Hołosk near Lviv.8 Over the course
of the next years, a sanatorium in Otwock and one sanatorium for children in rabka were established.
They were open throughout the year, employed permanent staff, and were devoted to the treatment of
different stages of tuberculosis.9 The treatment there took advantage of the climate and was connected
with strict sanatorium rules, fresh-air exposure, moderate physical exercises and proper nutrition.
Should such treatment prove insufficient, surgical and pharmacological steps were taken.
Since the beginnings of his duty, General Stanislaw Rouppert, who was the Commander of the 8th
Department of the Ministry of Military Affairs,10 from 23rd August 1926 to September 1939, strived to
establish one alpine and one low-lying facility for soldiers suffering from tuberculosis.
The alpine sanatorium was founded first. In May 1928, the army became the owner of the Dłuscy
Sanatorium in Zakopane. It was established in 1902 and was well known abroad because of the effects of
its treatment. After World War I it was run by the Red Cross and the army had a right to a fixed number
of rooms for the army patients. It was situated on the south hill side of Gubałówka in Kościelisko, 5 km
away from Zakopane. It had its own power plant, water supply system and sewage system. A. Sokołowski
was impressed with this sanatorium saying that it was fitted as well as the German or Swiss resorts and
he stressed that the location was just perfect.11
On 26th October 1928, after a complete refurbishment, the sanatorium was formally opened
by Ignacy Mościcki, the President of the Polish Republic. It was named the Marshal Józef Piłsudski
Sanatorium.12 It could cater for two hundred ill soldiers in the first stage of tuberculosis, i.e. soldiers with
good prognoses. Lieutenant colonel doctor Zbigniew Czarnek, M.D., was the first commanding officer
5 Cz. Jeśman, Choroby zakaźne w Wojsku Polskim w latach 1918-1939 jako zagadnienie epidemiologiczne i profilaktyczno-lecznicze, t. 1, Łódź
1997, s. 111.
6 M. Telatycki, Współpraca wojska i organizacji cywilnych w zwalczaniu gruźlicy, [w:] Współpraca wojska i organizacji cywilnych w zwalczaniu
gruźlicy. Referaty wygłoszone podczas V zjazdu naukowego oficerów zdrowia w Poznaniu, Warszawa 1939, s. 20.
7 Almanach oficerski na rok 1923/24, z. 3, dział IV, Wojskowy Instytut Naukowo – Wydawniczy, Warszawa 1923, s. 112.
8 Ibidem, s. 113.
9 S. Rouppert, Znaczenie dla wojska leczenia uzdrowiskowego w ogóle, a w Ciechocinku w szczególności, „Lekarz Wojskowy” 1938 (t. XXXI), nr
4, s. 387.
10 Dziennik Personalny Ministerstwa Spraw Wojskowych nr 35 z 1 września 1926 roku.
11 A. Sokołowski, Wykłady kliniczne chorób dróg oddechowych, T. 3, cz. 1, cz.2, Warszawa 1905, s. 722.
12 M. Telatycki, Sprawozdanie Wojskowego Sanatorium im. Marszałka J. Piłsudskiego w Zakopanem za pierwszy rok istnienia (1 X 1928-31 X
1929), „Lekarz Wojskowy” 1930, nr 7-8, s. 255.
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
143
there and in 1931 the post was transferred to lieutenant colonel doctor Alfred Chełmicki, M.D..13 In
1928 the sanatorium staff consisted of 11 officers, 8 privates and 17 civil employees.
Photo 1. The Marshal Piłsudski Military Sanatorium in Zakopane (a former Doctor K. Dłuski Sanatorium)
Source: „Zakopane i Tatry. Czasopismo poświęcone sprawom Zakopanego”, czerwiec 1932, s. 19.
Sputum-negative patients were generally refused admittion to the sanatorium in Zakopane. When
the M. tuberculosis was detected in the sputum, a patient was referred for treatment in Rajcza.14 A
Military Sanatorium for patients suffering from tuberculosis was opened there in 1931. It was located in
a hunting palace adapted to suit that purpose, despite the fact that it did not satisfy the requirements of
a sanatorium treatment.
Photo 2. A military sanatorium in Otwock – front yard view.
Source: Sanatorium wojskowe w Otwocku, „Lekarz Wojskowy” 1935, nr 10, s. 612.
13 Wojskowe Sanatorium im. Marszałka Piłsudskiego w Zakopanem, „Zakopane i Tatry. Czasopismo Poświęcone Sprawom Zakopanego” 1932,
nr 2, s. 19.
14 J. Zienkiewiczówna, Sprawozdanie Sanatorium Wojskowego im. Marsz. J. Piłsudskiego w Zakopanem za czas od 1 VII 1931 do 30 VI 1932r.,
„Lekarz Wojskowy” 1933, nr 1, s. 43.
144
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
The problem of the second facility for tuberculosis soldiers remained unsolved. The facility in Otwock
near Warsaw was chosen because there had already been two civil tuberculosis sanatoria. In 1931, after
a careful study of the Swiss, Italian, Austrian, Danish, French solutions,15 a project was prepared by a
well-known professor of architecture, Edgar Norwerth, who had already designed for army purposes,
for example the Holiday Home for Officers in Truskawiec.16
The sanatorium was situated on a sandy hill covering 8.5 hectares of pine forest. The investment
funded by soldiers donations started in 1933 and in May 1935 it was opened. At the same time the
sanatorium in Rajcza was closed and its commanding officer, Major and Doctor Michał Telatycki was
appointed a commanding officer in Otwock.17
Photo 3. Military Sanatorium in Otwock – the north-west side view. The water tower under construction.
Source: Sanatorium wojskowe w Otwocku, „Lekarz Wojskowy” 1935, nr 10, s. 615.
Amongst its innovations there was an ozone air factory designed by Ignacy Mościcki. The air was
pumped directly to the patients’ rooms. The terraces were exceptional as well, as they overlooked three
directions. Simultaneously, 120 patients could stay in the sanatorium on its three floors.18
The real problem in the fight against tuberculosis was, on the one hand, that there were not enough
hospital and sanatorium beds s for the patients, while on the other hand, there were vacancies in those
facilities because many people could not afford treatment. Despite small fees, for many of officers’ and
non-commissioned officers families to pay for the treatment of chronic diseases such as tuberculosis was
just too much. Especially in the case of osseous tuberculosis, which needed longer recovery (frequently
more than a year) than the pulmonary one, the patients withdrew from the treatment as soon as the
improvement stage began.
Seasonal Military Hospitals
Directly after World War I, many of the seasonal hospitals operated in buildings commandeered by
the army. It was connected with the need to treat soldiers who were fighting on the front. That happened
in the case of a seasonal hospital in Nałęczów, which closed down on 10th May 1921 because the Act
on commandeering ceased to be binding.19 Moreover, demand for that kind of hospitals decreased in
15 Sanatorium wojskowe w Otwocku, „Lekarz Wojskowy” 1935, nr 10, s. 612.
16 P. Trzeciak, Przygody architektury XX wieku, Warszawa 1976, s. 164.
17 Sanatorium wojskowe w Otwocku, „Lekarz Wojskowy” 1935, nr 10, s. 616.
18 Ibidem, s. 613.
19 Zwinięcie szpitala sezonowego w Nałęczowie, Dziennik Rozkazów nr 29 z 26 lipca 1921, poz. 594.
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
145
the time of peace. The year 1924 is the time of a radical reduction of medical health centres. Hospital
branches were converted into garrison infirmaries with a fewer number of beds.
The Seasonal Military Hospitals were located in the most popular resorts and spas, such as
Ciechocinek, Inowroclaw, Busk, Druskienniki, Morszyn, and Leśna. Each of them had its own
commanding officer. They were open in the summer (from May to mid-October).20 Since 1930 the
hospital in Ciechocinek was opened in the winter, too (from 1st December to 31st March). Indications for
treatment in each seasonal hospital were the same and included a wide range of diseases, for example,
bone and joint diseases, rheumatism, injuries, neuropathy, metabolic disorders, calcification of arteries,
neurosis, weakness, cardiovascular diseases, pulmonary diseases, urinary tract diseases, or gynecological
diseases. Patients with sputum-negative tuberculosis, mental disorders, serious heart problems were or
the contagiously ill were not allowed to come. Apart from all of the required documents (an application
form, test results, and a referral) the patients should have been well and neatly dressed, clean without
louses, and possessed at least two pairs of underwear.21
Ciechocinek was one of the first and most popular seasonal hospitals. Soldiers were treated there since
1871 when the Prussian army built barracks for 171 privates. Since 1914 the wounded and ill German
soldiers could take brine and mud baths.22 The former barracks were rearranged into a seasonal military
hospital in 1919 after the Prussian army had been removed. The Ministry of Military Affairs had at its
disposal four barracks for 170 patients in 1919, and as many as 290 in the next year. The following villas:
“Warszawianka” and “Świtezianka” situated nearby were purchased for officers. Additional buildings
were rented if needed. The officers’ families were admitted, too.
Photo 4. The “Świtezianka” Villa in Ciechocinek – one of those rented to meet the needs of the
Seasonal Military Hospital (1918-1939) Source: author’s collection.
At the end of the war, apart from bathing devices and a public source of healing water, there were an
operating theatre, laboratory, quartz lamp and enclosed area for sunbathing. Red Cross nurses as well
as masseurs and paramedics were employed as an auxiliary staff . The sanatorium was equipped with
vehicles adapted to transport the seriously ill.23
Since 1935, non-commissioned officers and their families were treated in Inowrocław where the
conditions almost equalled those of Ciechocinek, which in turn was dedicated to the treatment of
officers and their families.24
Most seasonal hospitals operated in villas rented by the army in individual towns. The year -round
hospitals situated in buildings created for that purpose were exceptions, i.e. the hospital in Busko Zdrój.
20 S. Rouppert, Znaczenie dla wojska leczenia uzdrowiskowego w ogóle, a w Ciechocinku w szczególności, „Lekarz Wojskowy” 1938 (t. XXXI),
nr 4, s. 387.
21 Otwarcie sezony kąpielowego w Ciechocinku, Dziennik Rozkazów nr 17 z 3 maja 1921 r., poz. 344.
22 S. Rouppert, op. cit., s. 386.
23 Ibidem, s. 389.
24 Ibidem, s. 395.
146
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
Photo 5. Seasonal Military Hospital in Busko (1937) Source: www.21wszur.pl (access 14.03.2012)
In 1920s, the Ministry of Military Affairs rented the “Bristol” Villa and other guesthouses (“Krystyna”,
“Wiktoria”, “Zofia”) in Busko for the purpose of seasonal hospital.25 Both regular soldiers and their
families could benefit from the treatment. However, patients had to have their meals in private eating
houses while their treatments were conducted in the town’s spa baths.
Photo 6. The opening season patients in the Seasonal Military Hospital in Busko Zdrój (1936).
Source: www.21wszur.pl (access14.03.2012)
That is why the military authorities decided to build their own facility with the kitchen, dining room and
treatment rooms. A building with the total capacity of 12.500 cubic metres was opened in May 1936. The
hospital functioned only in the summer – from May to October, despite the fact that it had central heating.
It was equipped with its own kitchen, dining room and bath in the basements under the south flank, where
one could take healing baths. The cabins were directly connected with the spa pressure container.26
25 Z. Wiciński, O działalności sanatorium wojskowego im. mjr. dr Heleny Wolff w Busku-Zdroju, „Lekarz Wojskowy” 1968, nr 10, s. 917.
26 Ibidem, s. 918.
Military Sanatorium Treatment in the Second Polish Republic
147
In 1930s, s vast group of seasonal hospital patients were people only indirectly related to the army –
officers’ and non-commissioned officers’ families, civil servants, and armaments plants’ employees. The
limits for each group were established each year. It was one of the features showing how unstable the
sanatorium treatment policy in the army was. It varied depending on the place, the number of patients
allowed in each facility, and their allocation to each group of entitled patients.
Other sanatorium treatment options
The sanatorium stay, mostly funded by the military, was regarded an attractive form of holiday. Thus,
it led to many irregularities when awarding places in sanatoria. The formation of Holiday Houses for
Officers was to prevent such practices.
The Holiday Houses for Officers Foundation came into existence in 1926 as an initiative of MajorGeneral Daniel Konarzewski. It was a private institution funded by soldier-members’ subscriptions. The
erection of the resting houses in spa towns allowed to combine relaxation with treatment. Larger houses
were organized in Krynica, Truskawiec, Zaleszczyki, Cetniewo, while smaller ones in Czerniewice near
Toruń, Gałkówko near Łódz, and Augustów.27
There were special discount prices for soldiers in areas where there were no military sanatoria. The
8th Department of the Ministry of Military Affairs was responsible for bestowing those discounts upon
individuals in particular spas. If officers were interested in one, they had to file an application along a
medical certificate addressed to the spa management or the health-resort managing board.
The rate of discount depended on many factors. Most frequently, the more attractive the season,
the lower the discount. The discount on resort tax was different from that on the use of spa devices.
Frequently, there was a fixed number of soldiers and their families able to benefit in a given season.
The spas which offered discounts included: Iwonicz,28 Truskawiec (treatment and medical
consultation fees were paid by the Health Chief of District Corps Command, while patients had to
pay for the accommodation and board themselves less a 20 -30% discount given by Spa Management),
Krynica (resort tax free, baths in spa devices paid by the Department of Interior, free medical assistance).
Summary
Interwar Poland hadn’t got permanent military sanatoria. They operated only from May to October.
Staff was sent from various hospitals, experienced internists were appointed as commanders and
sometimes supported by 1-2 physicians. During the war in years 1919-1921 such sanatoria operated
in Krynica, Krzeszowice, Nałęczów, Szkło, Truskawiec and throughout interwar years in Busko and
Ciechocinek. More facilities were created in subsequent years. Modern buildings were only builded in
Busko, army bought villas in Ciechocinek, in the Inowrocław were used the post-hospital premises and
in other places simply were rented the entire buildings. Soldiers and officers could also be treated in civil
sanatoria. In such situations army gave them back part of the cost of their stay.
The only permanent working all year long military sanatoria were intended for patients with
pulmonary tuberculosis. Tuberculosis was a huge social problem in the interwar period. Its prevalence
in the society meant that was also a threat to the health safety of the soldiers. One of the basic methods
of dealing with tuberculosis in the Polish army was by preventing sick people from entering the military.
Unfortunately, the conscription medical examination not always exempted ill recruits from military
service. Tuberculosis was also quite common among officers so the army had to treat both professional
soldiers and from the conscription. Treatment was carried out in special sanatoria. The largest was
located in Zakopane and in the mid 30’s was built a modern facility in Otwock near Warsaw. Soldiers
with tuberculosis were treated in Hołosk, Małkinia, Nowy Sącz, Rabka and Rajcza. Army antituberculosis
sanatoria had permanent personnel consisting of good physicians and were equipped to the highest
standards.
There were constant changes in the military hospitals and sanatoria in the interwar Poland. There
wasn’t actually the single year that army didn’t change the number of facilities, the range of services or
rules which regulated granting places in sanatoria.
27 S. Rouppert, op. cit., s. 387.
28 Iwonicz, zakład zdrojowo-kąpielowy – ulgi dla oficerów i ich rodzin, „Lekarz Wojskowy” 1926, nr 4, s. 423.
THE FIRST SUMMER CAMP FOR CHILDREN in RYMANÓW ZDRÓJ
Nina Kapuścińska-Kmiecik*
* Mgr. University of Lodz, POLAND
Summary
I’d like to propose the presentation on first in polish land of the austrian annexation summer camp for children, that had got a countrywide
extent. It was founded in 1886 in Rymanów Zdrój due to effort of lviv doctors, community workers and the landlady of Rymanów domain
countess Anna z Działyńskich Potocka. This watering place was taking in poverty-stricken children, mainly orphans, on fortnightly periods
on its own account annually. I’ll present the history of this health resort from the beginning of the first camp in 1886, by next years when
new pavilions came into use and made able increasing of the number of guests, to 1895, when the camp acquired new building. I’ll base my
paper on the report from ‘the live of the curative camp in Rymanów’ which was compiled by the first supervisor of the camp, pedagogue and
naturalist professor Józef Żuliński. On the grounds of his report it will be possible to enunciate among the other things the standard of asserted
residential and dietary conditions, the sort of the treatment, binding children daily schedule and the organizing recreations. For the exposition
I’ll extract also diaries, articles, guides books in which the resort was touted.
The topic of the presented lecture is the activity of the first medicinal camp in the Austrian partition
of Poland, operating in Rymanów Zdrój from 1886, established by social activist and physicians with
leading contribution from the landlord of Rymanów countess Anna Działyńska Potocka1. The closing
date is 1895, when the camp acquired new building.
The camp in Rymanów belonged to the first of its kind in Europe besides preventive and medicinal
camps for children suffering from tuberculosis. English health camp in Margate established in 1796,
Austrian camp which started in 1851 in Baden and Swiss one initiated by a vicar, rector of the parish in
Zurich Herman Walter Bion in 1876. Bion’s idea was brought to the Polish lands by a Polish physician
and social activist doctor Stanisław Markiewicz2. In 1882 a group of 54 children spent their summer
holidays in the country housed in friendly manor houses.
The idea of organizing a constant, medicinal camp for children in the Austrian partition was
developed by social activists from Lwow: Józef Żulinski – a pedagogue and naturalist, a former lecturer
in the female seminar in Lwow, a landlord Włodzimierz Gniewosz3 and Władysław Zontak, warden of
the Dziewuszycki’s Museum4. It was soon accepted by Anna Potocka. Józef Żuliński cured his seriously
ill daughter in Rymanów and vowed to the Saint Virgin Mary that he would do his best to give other
children a chance to undergo medical treatment in the Rymanów spa5.
On the 15th August 1885 a Comitee chaired by Włodzimierz Gniewosz under the patronage of Anna
Potocka wrote a charter for the camp. The camp was assigned two tasks: first of all, it was meant to
provide health treatment of children, especially those from poor families, who could not afford paying
the fee in the resort. Another task was to create a spa center for children gathering both the young
patients of the spa and children who came there with their parents6.
In 1886 the first group of 23 children came to the camp in Rymanów. There were 11 girls and 12
boys7. Scrofulous condition was mainly manifested by inflammation of joints, ears, lichen, rhinitis,
laryngitis, one of the children was partly deaf and condition of other two children, whose bodies were
covered with serious wounds, qualified them to hospital treatment8. The turn lasted from 16th July to 19th
August. After five weeks of treatment in Rymanów springs a clear improvement was noticed and in the
two before-mentioned serious cases the improvement was remarkable9.
1 A. Osuchowski, Potocka z Działyńskich Anna, [w:] Polski Słownik Biograficzny [PSB], t. XXVII, red. E. Rostworowski, Wrocław–Warszawa 1983, p.
734-735.; W. Pietrzkiewicz, Znane i nieznane kobiety Podkarpacia: informator biobibliograficzny, Krosno 1995, p. 22-23.
2 http://dwdz-rymanowzdroj.vot.pl/index.php?option=com_content&view=article&id=3&Itemid=5
3 Z. Lasocki, S. Kieniewicz, Gniewosz Włodzimerz [w:] PSB, t. VIII, red. K. Lepszy, Wrocław–Kraków 1959–1660, p. 148-149.
4 http://www.lwow.com.pl/dzieduszycki/dzieduszyccy4.html
5 Dr Józef Anzelm Żuliński. Wspomnienia z życia zasłużonego człowieka, Lwów 1931, p. 44.
6 Ibidem, p. 45.
7 J. A. Żuliński, Pierwsza krajowa lecznicza kolonia w Rymanowie: sprawozdanie komitetu, Lwów 1887, p. 7.
8 Ibidem, p. 8.
9 Ibidem, p. 9.
148
The First Summer Camp For Children in Rymanów Zdrój
149
Anna Działyńska Potocka with her children. A. Potocka z Działyńskich, Mój pamiętnik, Kraków 1927, p. 258.
Anna Potocka
Władysław Zontak, Włodzimierz Gniewosz, Józef Żuliński
Emil Merczyński Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 10.
The first turn children were temporarily accommodated in a residential barrack, which was presented
by the landlord of Rymanów. Possession of their own edifice was a priority for the camp organizers.
Donations for building a camp pavilion were collected throughout the country10.
10 S. E. Radzikowski, Przewodnik dla chorych udających się do Rymanowa, Sanok 1890, p. 23-24.; Obraz rozwoju i urządzeń pierwszej krajowej
leczniczej kolonii w Rymanowie 1886–1896, Lwów 1898, p. 11-12, 61.
150
The First Summer Camp For Children in Rymanów Zdrój
The first complex of summer camp. Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 6.
The first director of the camp in Rymanów was professor Józef Żuliński who was in office till 1904.
Every year interest in the camp increased and the number of applications rose. In 1887 there were 30
young patients, in 1888 – 43, in 1889 – 53, in 1890 – 55, in 1891 – 63, in 1892 – 69. In 1893 and 1894
due to floods and cholera epidemic outbreak the camp had only 66 patients. In 1895 after acquiring new
pavilions the camp was able to accommodate 114 children11.
The scope of operations of the health camp in Rymanów became a nationwide enterprise. The offer
was addressed not only to the sickly children from nearby area but also to the whole Austrian partition.
In the period from the foundation till 1895 the biggest number of patients came from Lwow – 353 and
from Przemyśl – 46 patients. Other locations from where the patients came from were: Krakow – 20
patients, Złoczów – 16 patients, Stanisławów and Sambor – 9 patients each, Tarnopol – 8 patients. In
the discussed period Rymanów hosted children from 67 locations including 1 child from every of 32
locations and in 1987 there were even patients from outside Galicia i.e. from Warsaw12.
Majority of the children accepted to the camp were children of lower or higher rank clerks. From
1886 to 1895 there were 140 such children, 94 children of professors and country teachers, 63 children
of train attendants, postmen and ushers, 62 children of clerk widows and the same number of craftsmen
children. There were also 49 children of scribes, 45 orphans, 14 children of military men, and the same
number of children of painters, sculptors and actors. Fathers of 13 patients worked in trade and industry.
Only 12 children came from landlord families, 8 children came from families of Greek Catholic priests.
6 children’s fathers were architects, engineers and builders13.
The colony accepted Christian children aged from eight to twelve. The decision was made on the
basis of the health condition, assessed during a medical examination. Deciding factors were: assessment
of behavior confirmed by a report card form school and commitment of the camp to urban municipality,
counties and scholarship funds. Parents and legal guardians applying for a free stay or reduction of the
fee by half were obliged to deliver a testimony of poverty. You could not be accepted to the camp more
than three times14.
In 1890 the camp finally acquired own building on the slope of the Żabia mountain. In 1894 two
more wooden buildings were commissioned and taken by the camp the following year15.
In the central building on the ground floor there was a study of the director of the camp and a big
hall intended for the children to play, learn singing and do physical exercises. On the first floor there was
a canteen. The two one storey side buildings contained bedrooms – one for girls and one for boys. The
11 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 54.
12 Ibidem, p. 56-58.
13 Ibidem, p. 55.
14 Ibidem, p. 28-29.
15 E. Wajgiel, Rymanów-Zdrój 1876–1906, Lwów 1906, p. 33-34.
The First Summer Camp For Children in Rymanów Zdrój
151
bedrooms took three rooms in each building. During the days they were closed and aired. There were
also a wardrobe and a washing room on both floors. Sports grounds were located nearby the buildings.
In front of the main building there was a figure of Mother of God, the patron of the spa, which was
decorated with wild flowers by the children16.
The complex in 1894. Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 16.
After medical examination appropriate diet was fixed for the patients. The menu from 1884 included:
for breakfast – milk, tea or chicory coffee and a roll; for second breakfast – bread and butter, with ham
or clabber, or a piece of roasted meat or soft boiled eggs. The weakest patients had a ration of meat
every day. The dinner consisted of soup, roast meat, dessert (e.g. Pasta, dumplings with cheese or jam,
cereals) or vegetables. Afternoon snack consisted of bread and butter or bread and milk or a meat dish
or scrambled eggs17. The diet was rich in proteins, fats and carbohydrates. After five weeks long stay at
the camp most children gained weight.
A qualified team of physicians and teachers took care of the patients. First, physicians in Lwow (Emil
Merczyński, Celestyn Schtembarth, Zygmunt Kniaziołucki, Piotr Kucharski, Antoni Pawlikowski) did
laborious work of examination during admittance of the patients to the camp18. A longstanding spa
therapist, doctor Józef Dukiet19 was responsible for medical supervision and treatment in Rymanów. It
is worth noticing that he never charged the camp for his service. Other physicians, among them Erazm
Krzaczkowski and Jan Jodłowski also helped in Rymanów. From 1895 the camp had its own physician,
living on the premises: doctor Tadeusz Gabryszewski20. The children were examined every day. Drinking
mineral waters took place twice a day – in the morning and in the afternoon. In the afternoon children
also had therapeutic baths. With acceptance of countess Potocka the price for curative water was reduced
for the camp and occasionally the baths were even completely free of charge21.
Pedagogical supervision of the female group in the first year was entrusted to Mrs. Maria Strzelecka
and of the male group to a teacher from Lwow – Wilhelm Nowicki22. From 1894 children were also taken
care of by sisters from the congregation of the Family of Mary23.
The patients were obliged to be absolutely obedient to their supervisors. Organizational regulations
were written by professor Józef Żuliński. For example it was not allowed to talk loud during the meals,
16 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 18, 21.
17 Ibidem, p. 34.; J. A. Żuliński, op. cit., p. 10.
18 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 64.
19 Słownik lekarzów polskich, red. S. Kośmiński, Warszawa 1883, p. 99.
20 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 64.
21 Ibidem, p. 48.
22 J. A. Żuliński, op. cit., p. 7-8.
23 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 15.
152
The First Summer Camp For Children in Rymanów Zdrój
leaving the canteen was only possible after the prayer, during the baths the children were ordered to
behave well, not to fool around, not to close the door of the baths, and not to spill the water. They were
expected to be kind to one another and to the children from outside the camp who accompanied them
during their games. Breaking the rules resulted in punishment, ranging from one-to-one reprimand
from the pedagogue to a reprimand in front of the whole camp or exclusion from collective games,
common meal, deprivation of the right to wear the camp uniform and finally removal from the camp24.
The managers of the camp also coordinated physical exercises. Participation in the exercises was
obligatory. The exercises took place in the sports yard, and on rainy days in the hall on the ground floor
of the main building. Drills and military training was considered the best fun for boys. Girls liked the
games of cat and mice and jumped the skipping rope on a nearby meadow. Exercising in the fresh air was
beneficial for health, trained dexterity, and contact with peers allowed learning social and team skills.
Afternoon dancing activities, common reading, declamation, theatrical plays, and musical evenings were
unforgettable experience for the children25. Children equipped in tools appropriate for their age and
strength were keen on construction work like building new paths and lanes or regulating the sports fields26.
Children in front of the main building in 1891. Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 45.
It is important to mention short and longer trips, which were organized by the managers of the
camp. One of the short trips was for example an excursion to the Castle Mountain where they could see
ruins of a medieval castle27. Children were especially fond of longer trips for example the annual trip to
Iwonicz. If the founds allowed there were also excursions to Dukla, Krosno and Odrzykoń28.
The religious activities were not neglected either. Every year the camp took part in a procession to
Kalwaria Rymanowska. Each season ended in a thankful warship during which older children received
Holy Communion29.
Medicinal summer camp in Rymanów featured dynamic activities and offered proper housing and
nutritional conditions for the participants. It provided care of professional pedagogues and distinguished
physicians. The camp served primarily the interest of children but at the same time it significantly
contributed to revival of the spa. Conducted in perfect order and discipline it was far from disturbing
the peace and quiet of other guests of the spa.
24 Ibidem, p. 30-32.
25 Ibidem, p. 44.
26 J. A. Żuliński, op. cit., p. 13.
27 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 43.
28 W. Bełza, Iwonicz i jego okolice, Lwów 1885, p. 49-56, 59-75, 82-88.
29 Obraz rozwoju i urządzeń..., p. 44.
ENGLISH SPAS IN AMERICAN JOURNEY REPORTS
AT THE TURN OF 18TH AND 19TH CENTURY
Katarzyna Stelmasiak*
* The Jan Kochanowski University of Humanities and Sciences The Branch in Piotrków Trybunalski
Summary
Hydrotherapy has been one of the most well-known treatments since the ancient times. Many ill people travelled to places famous for
healing waters i.e. those different from normal water due to taste, smell, and sometimes also temperature. Mineral waters as well as hot
springs were used not only to replace water loss in the organism, but also as a precious medicine against various illnesses that people suffered
from. Hot springs were known on the British Isles as early as in the Celts’ times. However, the first real baths were created in the Roman times.
The most famous English spas i.e. Bath and Buxton were founded in 1st century B.C. In the Middle Ages hydrotherapy declined as bathing as
such was associated with sinful body exposure. Not until the Renaissance there was a fundamental turning point. The spas which declined
during the Middle Ages flourished again and totally new health resorts were founded such as Harrogate and Knaresborough. In 17th century
further health resorts emerged like the one in Epson, and the end of the century brought the first chemical analyses of the waters. In the
year 1694 the chemical composition of the Bath hot springs was examined. In 18th century visiting health resorts became a social attraction.
Tourists visited the most known and famous spas, and for many it was the main destination. New spas were founded, among others the one
in Cheltenham. The social life in Bath, Buxton or Harrogate attracted many extinguished figures of the political and cultural life. The fame of
these places went far beyond England and for that reason many of the visitors were foreigners. Despite being a social attraction health resorts
also had an important role in treatments. Bathing and drinking mineral waters was recommended by doctors in treating many diseases such
as rheumatism, gout, neurological disorders, sciatica and liver problems. The Victorian Era brought a further development of such forms of
medical treatment. Among others Askern, Droitwich and Scarborough were founded. The life in health resorts impressed their visitors. In
many reports the travellers described towns, architecture and unique atmosphere of these places. Much consideration was also given to
hydrotherapeutic treatments. In their diaries and letters they wrote about fashion, entertainment and other visitors/patients.
Hydrotherapy has been one of the most well-known treatments since the ancient times. Many ill
people travelled to places famous for healing waters i.e. those different from normal water due to taste,
smell, and sometimes also temperature. Mineral waters as well as hot springs were used not only to replace
water loss in the organism, but also as a precious medicine against various illnesses that people suffered
from. Different forms of hydrotherapy have been recorded in ancient civilizations since bathing and
drinking water are known as one of the oldest and most popular treatments of diseases. It is supposed
that hydrotherapy started from thermal springs because using them could be possible without any special
preparations. First remarks on water therapies show a variety of methods. Egyptian royalty bathed with
essential oils and flowers. Hippocrates prescribed bathing in spring water for sickness. Iranians classified
spa waters according to effect of spa water in treatment of illnesses. Romans had communal public baths.
Other cultures also noted for a long history of hydrotherapy including China and Japan1.
It is easy to understand a huge importance of hydrotherapy at a time when there was little else to which
the sick and ailing people could look for help. That is why thermal springs were discovered on the British
Isles as early as in the Celts’ times. However, the first real baths were created in the Roman times. The most
famous English spas i.e. Bath and Buxton were founded in 1st century A.D. Both places were centres not
only for bathing but also socializing. There were many attributes in addition to baths, e.g. libraries, poetry
reading rooms and places to buy and eat food. The Romans believed that good health came from bathing,
eating, massages and exercise. The baths, therefore, had all of these things in abundance.
In the Middle Ages hydrotherapy declined as bathing as such was associated with sinful body
exposure. Not until the Renaissance there was a fundamental turning point. The spas which declined
during the Middle Ages flourished again and totally new health resorts were founded such as Harrogate
and Knaresborough. In 17th century further health resorts emerged like the one in Epsom, and the end of
the century brought the first chemical analyses of the waters. In the year 1694 the chemical composition
of the Bath hot springs was examined2.
1 There are at least a few books published in Polish which present the history of hydrotherapy: Balneologia kliniczna, edited by J. Jankowiak,
Warsaw 1971, p. 15-22; B. Mączyński, Lecznictwo klimatyczne, Warsaw 1978, p. 6-12; A. Sabatowski, Lecznictwo uzdrowiskowe w zarysie, Warsaw
1947, p. 157-160. The problems connected with the issue of travelling to water places in Europe present in Polish A. Mączak: Peregrynacje,
wojaże, turystyka, Warsaw 1984; Życie codzienne w podróżach po Europie w XVI i XVII wieku, Warsaw 1978.
2 Read more about the development of English spas in: Ch. F. Mullett, Public Baths and Health in England, 16th – 18th century, (Supplements to
the Bulletin of the History of Medicine; editor: H. E. Sigerist, Associate Editor: G. Miller; No. 5) Baltimore 1946, pp. 85.
153
154
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
Originally English spas were simply some places possessing a ‘curative’ mineral spring or springs
which were commercialised in some way – usually by a holder of the land who made most of his good
fortune by fencing the newly- discovered well in and by providing accommodation for visitors. To the
truly sick and afflicted people, the early spas were often places of pilgrimage and the simple housing
offered was normally accepted without complain. But, as the message of the waters’ remedial qualities
broadened, new and more demanding customers began to come. This was the English aristocracy – a
wealthy, important and smart part of the population. They did not accept uncomfortable lodgings and
an almost total lack of entertainment during prolonged periods of absence from home.
High society’s growing interest in ‘taking the waters’ created a new image of English spas. By the
early 18th century, most of the more promising and favoured spas were in hands of owners who were
ready to satisfy new demands. The results were a well-designed pump and assembly rooms, colonnades,
promenades and pleasure gardens that were to become almost equal with a successful spa.
In 18th century visiting health resorts became a social attraction. Tourists visited the most known and
famous spas, and for many it was the main destination. New spas were founded, among others the one
in Cheltenham. The chemical composition and temperature of the spring waters were not, however, the
only factors which contributed to the success or failure of any particular spa. The place, the commerce
abilities of the possessor and fashion - all played a part. In fact, there was no golden rule. The number
and choice was so wide that someone, who wanted to visit and sample the waters of every English spa in
18th century, had to spend months on the project.
The social life in Bath, Buxton or Harrogate attracted many distinguished figures of the political
and cultural life. The fame of these places went far beyond England and for that reason many of the
visitors were foreigners. Despite being a social attraction, health resorts also had an important role
in treatments. Bathing and drinking mineral waters were recommended by doctors in treating many
diseases such as rheumatism, gout, neurological disorders, sciatica and liver problems.
The Victorian Era brought a further development of such forms of medical treatment. The result was
a rebirth of established resorts such as Leamington or Matlock and a rapid development of relatively
new ones such as Askern, Droitwich and Scarborough. All these resorts were still highly regarded and
ready for social benefits for visitors as well as the promise of improved health. But for all their undoubted
attractions, the Victorian spas were not as fashionable as the old spas of 17th and 18th centuries. ‘Taking
the waters’ was once again a serious business and there was no place for frivolities. Concerts and music
were the appropriate forms of relaxation but gambling was definitely out. Even more noticeable was
the replacement of many of the old elegant buildings by larger and more commodious ones – a true
reflection of the prosperity of the new customers and the strength of the age3.
The life in health resorts impressed their guests. In many reports, diaries and letters the travellers
described towns, architecture and unique atmosphere of these places. Much consideration was also
given to hydrotherapeutic treatments. Visitors wrote about fashion, entertainment and other visitors or
patients.
There was a number of American tourists who visited English spas at the turn of 18th and 19th century.
In general the Americans were keen on travelling through the British Isles. They willingly visited the
country of their ancestors, sightseeing both historical monuments and industrial centres. Many of them
wanted to know the political system and people. Some wished to examine their origins, others came
there to study, trade or see their friends and relatives. Apart from London and Central England they
also went to see Scotland and Wales. Most of them were interested in English culture. They described
architecture, works of art and townscapes. They were looking for information about national pastime
and entertainment, landscapes and agriculture. If they went for a tour of pleasure they usually included
in it some spa or watering – places4.
Bath was the most popular resort not only among American tourists. In the middle of 18th century
William Pitt the Elder (1708-1778), Samuel Johnson (1709-1784), Edmund Burke (1729-1797), Sarah
3 K. Denbigh, A Hundred British Spas. A Pictorial History with 42 maps and 81 illustrations based on old prints and photographs, drawn by the
author, London 1981, p. xv-xvi.
4 There is a huge literature in English about American travelers in Great Britain. See: A.S. Eisenstadt, The Special Relationship: Britain through
American Eyes, “The Massachusetts Review: a quarterly of literature, the arts and public affairs” 1977, vol. 18, s. 824-843; A. Lockwood,
Passionate Pilgrims. The American Traveler in Great Britain, 1800-1914, New York 1981; R.B. Mowat, Americans in England, Cambridge,
Massachusetts 1935; Ch. Mulvey, Anglo-American Landscapes. A study of nineteenth-century Anglo-American travel literature, Cambridge
1983; R.E. Spiller, The American in England during the first half century of independence, Philadelphia 1976. See also in Polish: K. Stelmasiak,
Amerykanin w Londynie. Wielka Brytania w relacjach podróżniczy z lat 1776-1796, Warsaw 2006.
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
155
Siddons (1755-1831) and many others came there to take baths, drink mineral waters and enjoy leisure
activities. The fame of Bath was far beyond the British Isles and that is why foreigners visited this
fashionable resort and reported on its sophisticated wonders.
Bath has been well-known since the time of the Romans for its healing radioactive waters – the
only hypothermal waters on the British Isles – and possesses most interesting evidence of the Romans’
knowledge of baths. Although verbal tradition suggests that Bath was known before then. History records
that within 100 years after the Romans occupation of Britain, Bath was a place of much importance. It
was probably the second town in rank in Britain during that period. The brilliance of this epoch was over
when the Romans left the island about 410 A.D.
For several centuries the fortunes of Bath were not related in any obvious way with its waters, though
in later Saxon and in Norman times it retained and even increased its position as a great city of the west
of England, in respect of both civil and Episcopal power and dignity. In the Elizabethan era the city
experienced a revival as a spa. The baths were improved and the city began to attract the aristocracy.
With the Civil War came the beginning of a steady and long-continued decline, which reached its depth
at the end of 17th century.
In the course of the first years of 18th century something like a renewal of the early glory occurred.
The spas at the Continent were closed to Englishmen by the wars. The skills of Richard or ‘Beau’ Nash
(1674-1762) developed the potential of this place. The fashionable world of the reign of queen Anne
poured into the city, to bathe and drink waters. The new era had just begun5.
It should be emphasized that Bath played a unique role as a spa resort in 18th century. Bathing and
drinking mineral waters were recommended by doctors in treating many serious diseases. They were
good for rheumatism, gout, neuralgia, sciatica, diseases of the liver, and scrofulous infections. Americans,
who visited the resort at the turn of 18th and 19th century, knew about these health facilities. John Jay
(1745-1829) had suffered from insomnia and a severe pain in his chest for several weeks in autumn
1783. The doctors recommended complete relaxation and mineral waters. That is why he left his duties
in Paris and came to Bath at the end of November 1783. He bathed, took rhubarb pills and emetics,
which he violently resisted, and he walked four miles (6,4 km) every day. He gradually improved his
health so that the pain in the chest disappeared6.
Americans were amazed by the view of Bath. Quaker Jabez Fisher (1750-1779), who went there in
January 1776, wrote in his diary that the spa was the most beautiful and elegant Town he had ever seen7.
Robert C. Johnson (1766-1806) got the same impression about the city in November 1792. He wrote:
Bath is indeed a most beautiful city, and more than answered my expectations 8. The teacher John Griscom
(1774-1852) considered that this place must strike every stranger, both as more modern, and more elegant,
than English towns in general. He added: I have seen none to equal it 9.
Bath was so gorgeous mostly because of its geographical location. The city lies at the north-eastern
end of Somersetshire, about 107 miles (172 km) from London, and 12 miles (19 km) from Bristol. It
is surrounded by an amphitheatre of hills of substantial height, except where they are open to allow a
course for the Avon, which winds slowly close to the city. According to Benjamin Silliman (1779-1864)
– the professor of natural history – The river Avon (…) runs through the valley of Bath, and adds much to
its beauty, while it passes out at the only opening which there is, on that side, among the hills 10.
5 Read more about the history of Bath in: W. Addison, English Spas, London, New York, Toronto, Sydney 1951, p. 58-71; K. Denbigh, A Hundred
British Spas…, p. 3-10; E. Sitwell, Bath, London 1987, p. 13-40; J. Feltham, A Guide to All the Watering and Sea-Bathing Places with a Description of
the Lakes; Sketch of a Tour in Wales and Itineraries. Illustrated with Maps and Views, London 1812, p.17-30.
6 When the peace with Great Britain was ready in autumn 1783, John Jay (1745-1829) informed the Secretary of Foreign Affairs of his health
problems and set for a trip to the waters. First, he wanted to go to Spa, but thanks to his friends, he went to Bath. The treatment was effective
and he felt much better after that. See: F. Monaghan, John Jay: Defender of Liberty, New York 1935, p. 224-225.
7 Quaker Jabez Maud Fisher (1750-1779) visited the British Isles and western Europe in the years 1775-1779. During his journey he was
writing a diary. He gave us an interesting picture of visited places and people whom he met during his travels. See: J.M. Fisher, An American
Quaker in the British Isles. The Travel Journals of Jabez Maud Fisher, 1775-1779, edited by K. Morgan, Oxford University Press 1992, p. 116.
8 Robert C. Johnson (1766-1806) came from one of the foremost and distinguished families of Colonial America. In the years 1792-1793, he
visited England, France and Italy. See: The Grand Tour Diary of R.C. Johnson, 1792-1793, edited by V.C. Snow. “Proceedings of the American
Philosophical Society” 1958, vol. 102, p. 74.
9 John Griscom (1774-1852) was a teacher, chemist and philanthropist. He visited Europe in the years 1818-1819. See: J. Griscom, A Year in
Europe, Comprising a Journal of Observations in England, Scotland, Ireland, France. Switzerland, the North of Italy, and Holland, in 1818 and 1819,
New York, Philadelphia 1823, vol. 1, p. 114.
10 Benjamin Silliman (1779-1864) was a professor of chemistry and natural history at Yale Collage in the years 1802-1853. He is known as the
most eminent scholar in the US in the first half of 19th century. In the years 1805-1806, he went to Great Britain and Holland. See: B. Silliman, A
Journal of Travels in England, Holland, and Scotland, and of two Passages over the Atlantic, in the years 1805 and 1806, New York 1810, vol. 2, p. 22.
156
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
The valley in which Bath lies was too small to house such a great number of splendid buildings. They
gradually covered the side of the hill toward the north. Many tourists underlined that nothing indeed can
be more picturesque than the appearance of this city, where houses rise behind houses in a progressive
order. An American journalist Manuel Noah Mordecai (1785-1851) wrote in May 1813 that Bath is built
on the declivity of a hill; the old town, was originally constructed in the valley; it is surrounded with hills on
all sides, with an entrance from the east and west, full of picturesque views and cultivated scenery11. In the
hills lying around Bath, excellent springs of the purest water have their source. The resort has an equable
climate, free from frost and cold. It is thus suitable for both summer and winter treatments.
At the beginning of 18th century several areas of the city were improved. The architects John Wood
the Elder (1704-1754) and his son John Wood the Younger (1728-1782) laid out the new quarters in
streets and squares, identical facades which gave an impression of palatial scale and classical decorum.
Most buildings and several residences were built of the creamy gold Bath Stone. It was delivered from
the quarries situated nearby.
Americans were keen on the outstanding architecture. Benjamin Silliman wrote: Bath is not only
the most beautiful city in England, if we include the idea of its situation, and of the picturesque scenery of
the country; it is also the most magnificent in the structure of its buildings. He compared Bath to other
English cities saying: Oxford is superior in the grandeur which arises from antiquity, and from the peculiar
effect produced by numerous Gothic buildings; but Bath unites modern elegance, decorated by the finest
embellishments of architecture, with the massy and expensive style of former ages. He noticed that there
were no brick-houses. All buildings were constructed of fine light-coloured free-stone, which was soft,
when first take out of the quarry. It soon became hard and firm, by exposure to the weather12.
All the fine, light-coloured free stone that Benjamin Silliman so admired in Bath houses and buildings
in the first decade of 19th century had, by 1828, when another American Jacob Green (1790-1841) arrived
there, turned greyish in colour, stained dark and ugly with the coal smoke13.
Most buildings, inspired by the Roman architecture, were constructed outside the medieval old town.
Tourists admired the Circus – a circular space surrounded by large townhouses. It was designed by John
Wood the Elder, although he died soon after the first stone was laid. His son continued the project. In the
years 1760-1774, Thomas Gainsborough (1727-1788) – a famous English painter – used to live there in
the house no. 17. Manuel N. Mordecai wrote that the houses at the Circus are three stories high, built with
a uniformity of plan and adorned with columns, partly of the Corinthian, Doric and Ionic orders. It has
three entrances, and the houses are used principally for boarders. Jabez Fisher was amazed by the Elegance,
Neatness and Uniformity of this perfect Circle. He noticed that the houses were of one Age, Size, Form and
plan. The nicest Stone. Well proportioned Columns in the Front. The fine Pavement for Passengers and the
openness and light that every house enjoys are to be met only at Bath. The same impression was made by
the Royal Crescent – a residential road of 30 houses designed by John Wood the Younger. It looks like
a large half-ellipse facing down a grassy slope. It has a completely plain ground floor and giant Ionic
columns above. John Griscom wrote that houses were constructed in the form of a crescent. Several of
these are built upon the sides of the hills, and make a noble appearance. Jabez Fisher underlined that each
house has two Windows and a Door in front. The Form of the Crescent is not any part of a Circle, but the
Arches of three Triangles. The Prospect from the Front is most grand and pleasing: a long Continuation of
Hills and Valley, the Avon not distant, and the Country richly improved and in the highest Cultivation14.
But Bath was more than architecture – it was a resort for infirm people. Americans who visited the
city at the turn of 18th and 19th century knew about its long tradition in treating health problems. Jabez
Fisher wrote that the town was famous in the Time of the Romans for its medicinal Waters. And Benjamin
Silliman mentioned the fact that the Romans were accustomed to its waters, and it has ever since been a
fashionable resort, not only to invalids, but to the healthy and gay15.
There were three springs known as Hot Spring, King’s Spring and Cross Bath varying in temperature
from 40 degree Centigrade (104 degree Fahrenheit) to almost 49 degree Centigrade (120 degree
Fahrenheit). They represent the hottest thermal springs in Great Britain and contain nitrogen and
11 Manuel Noah Mordecai (1785-1851) was a lawyer, writer and journalist. In the years 1813-1816, he was in Europe and Tunisia. During his
two months stay in England he visited Bath. See: M.N. Mordecai, Travels in England, France, Spain, and the Barbary States, in the years 1813-1814
and 1815, New York, London 1819, p. 29.
12 B. Silliman, A Journal of Travels in England…, vol. 2, p. 23.
13 A. Lockwood, Passionate Pilgrims..., p. 86.
14 M.N. Mordecai, Travels in England…, p. 29-30; J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 1, p. 114; J.M. Fisher, An American Quaker in…, p. 116-117.
15 J.M. Fisher, An American Quaker in…, p. 117; B. Silliman, A Journal of Travels in England…, vol. 2, p. 25.
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
157
carbonic acid as well as some helium and other rare elements. Benjamin Silliman noticed the high
temperature of water. He said: a large mass of the warm fluid (…) hangs in a cloud, over the surface of the
bath. John Griscom also observed that thermal springs arising near the Avon, which runs around the south
and eastern sides of the town16.
Jabez Fisher wrote that in the middle of 18th century there were the following baths in the city: the
King’s Bath, the Queen’s Bath, the Cross Bath, the hot Bath, the cold Bath and Lepers Bath. The King’s Bath
was the most luxurious one. Benjamin Silliman wrote that it may be 25 feet (7,62 m) or 30 feet (9,14
m) in diameter, and 4 feet (1,22 m) or 5 feet (1,52 m) deep; it is accessible to all decent people, and from
its uncommon magnitude, is (…) a fine place for bathing and swimming. He compared staying there to
swimming in the sea because there is full room for the free use of the limbs. American also noticed that
in the king’s bath, the water rises so rapidly in several places. (…) At night, when the bathing is over, the
water is permitted to run off into the river Avon, and the baths are cleansed. Next morning everything was
ready for new visitors. Someone, who did not want to bathe in a large room, could pay for a separate
bath. Benjamin Silliman wrote that patients prepared for bathing in an adjoining apartment. They wore
a loose robe, flowing to the feet, and drawn close around the neck, like a night gown. People wearing such
clothes plunged into the water, which always seemed quite warm17.
Men and women were bathing together without distinction of rank and wealth. There was no
customary gender separation. People were not ashamed of their bodies. Many foreigners were surprised
by patients’ behaviour. Free manners were recognized as depravity, because almost unclothed men and
women could look at each other. What is more, it was much easier to be in touch with another person
of opposite sex in such circumstances. For puritan Americans unrestricted contacts of both sexes were
similar to contentment and sinful enjoyment. The young countryman, Elkanah Watson (1758-1842),
who went to Bath in autumn 1782 wrote that both sexes were bathing together equipped in proper
dresses. They were walking about in the water up to their necks. It was a most singular and ludicrous
spectacle for him. Old and young, matrons and maidens, beaus and priests, all promiscuously wading and
splashing in the bath, a band of music the while playing some solemn march or exhilarating dance. It seems
that American travellers felt a little bit embarrassed because of patients’ behaviour. They liked Bath and
its waters, which helped to overcome different health problems, but casual behaviour of other patients without moral restraints - were too modern for American visitors18.
The Pump Room was situated nearby the King’s Bath. It was not only the place where the thermal
water was poured into the baths but also the meeting point for fashionable guests. John Griscom said
that the great Pump Room was a spacious building eighty-five feet long (25,91 m) and forty-six feet wide
(14,02 m). There was a Greek inscription over the door of this room: Water! of elements the best. He also
mentioned that the warm water of the spring is here constantly ready, for all that choose to drink it. Jabez
Fisher added that drinking the Sulphurous Steely Taste water was grateful to the Stomach. (…) The water
was conveyed to it almost boiling hot by a Pipe from the bottom of the Spring19.
Foreigners also went to other baths. Jabez Fisher said that there were special rooms in the Queen’s Bath
for pouring the hot Streams on any part of the Body. He even thought that the water of the Queen’s bath is
not so hot as that of the Kings. It was the wrong impression, because both baths were supplied with water
from the same spring, so the same temperature should have been present in its water. Fisher’s reference to
the lesser heat of the Queen’s Bath was therefore a little puzzling. Possibly, however, he was referring to the
Cross Bath, where the water temperature was 33 – 34 degree Centigrade (93 – 94 degree Fahrenheit). The
Cross Bath and the Hot Bath were situated in the south–west part of the city. The first was most frequented
by People of Quality. It had a Gallery on one Side where people stand to converse with their Friends in the
Bath, and on the other a Balcony for the music which plays all the Time they are bathing20.
Bath became popular with tourists all the year round. In 1750 the stage-coach would convey
passengers from London to Bath in three days, and by 1776, the time had been reduced to twenty hours.
American tourists, who went to Bath at the turn of 18th and 19th century, spent a day or a few weeks
there. Wealthy guests rented the whole houses in the city. Some of them lived in friends’ estates and
16 B. Silliman, A Journal of Travels in England…, vol. 2, p. 21; J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 1, p. 115.
17 J.M. Fisher, An American Quaker in…, p. 117; B. Silliman, A Journal of Travels in England…, vol. 2, p. 21-22.
18 Elkanah Watson (1758-1842) was a merchant. He was in Europe during the American Revolution. See: E. Watson, Men and Times of the
Revolution; or Memoir of Elkanah Watson, including journals of travel in Europe and America, from 1777 to 1842, with his correspondence with
public men and reminiscences and incidents of the Revolution. Edited by his son, Winslow C. Watson, New York 1861, s. 172-173.
19 J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 1, p. 158; J.M. Fisher, An American Quaker in…, p. 117.
20 J.M. Fisher, An American Quaker in…, p. 118.
158
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
those who came there only for a few days stayed in hotels or taverns. Manuel N. Mordecai wrote in 1813
that housing was fine in Bath. Famous inns were of a very superior order. Some rooms were splendidly
furnished, beds of down, sheets aired in lavender. He also liked active waiters and good food. The table was
profusely supplied, and the cost, taking everything into consideration, was moderate21.
For most visitors at the turn of 18th and 19th century the day began with a bath in the hot spring
waters between 6 and 9 a.m. and was followed by a water-drinking session to the music accompaniment.
After that breakfast was served and, at noon, a service in the Abbey which all who could were expected
to attend. Visitors were then free to do their shopping or drive, ride, stroll or rest until it was time for
dinner at 3 p.m. After dinner they normally paraded before making the second and last visit of the day to
the pump-room. In the evening there was a tea followed by a choice of entertainments, including balls,
social visits, gambling and visits to the theatre.
There were two seasons for visitors in Bath. Patients who wanted to improve their health came to the
city from March to June. Others went there from September to December. The spa was almost empty
at summer time. Benjamin Silliman visited Bath in August and said: it is not the season to find company
at Bath, and therefore we did not see it in all splendour. John Griscom added: the public season at Bath, is
during the winter. It is a hot place in summer, and is very much deserted. He found the streets at this time
silent and solitary. Tourists observed, however, many invalids in the streets. When the gay world flew to
other parts of the island, Bath was the most favourable place to those who were looking for quiet and
health. Benjamin Silliman reported on many of these infirm people who were drawn about by servants,
in little hand – carriages, with three wheels. In 1828 another American Jacob Green was shocked by the
spectacle of sedan chairs in which the lazy citizens are transported from one place to another as well as by
a kind of go-cart on three wheels which is dragged along by one man. These persons who sat in these chairs,
some of them young and healthy, seemed to his opinion very ridiculous22.
Most American tourists took an active part in Bath social life. Some of them were treated as prominent
guests. A wealthy merchant William Bingham (1752-1804) and his charming wife Anne (1764-1801)
spent the month of March, 1784 in Bath. They drank the waters and took the baths. They viewed the
Crescent, visited elegant shops, public buildings and card rooms, listened to concerts in the Assembly
Room, danced in dancing rooms, took the air in rides into the countryside and called on friends. They
led a luxurious life and stayed in the middle of chic amusement23.
Americans gave us an interesting picture of life in Bath. Robert C. Johnson who was in Bath in
November 1792 highlighted that company there (..) gave him a great satisfaction. He was only disappointed
with the lack of proper introduction, which could help him engage in all the amusement of the season. A
diplomat John Adams (1735-1826) visited the city in autumn 1783 but did not take any notice of men nor
things on the road. His old friend John Boylston (1721-1798) was polite enough to walk with him, about
the town, showed him all Bath attractions about which he had little more curiosity than about the bricks
and pavements. Unfortunately, John Adams did not have a chance to use the baths and take the water,
because the next day he had to leave the spa and go immediately to the Hague24.
His wife Abigail Adams (1744-1818) spent a fortnight in amusement and dissipation, gazing with
disapproving New England eyes on the doings not only of invalids ostensibly there for health reason but
the gay, the indolent, the curious, the gambler, the fortune-hunter. She admitted that she sometimes liked
to mix in the gay world and view the manners, but she was grateful not to be entirely absorbed by it. She
understood that her earlier education had given her not an habitual taste for what is termed fashionable
life. She was obviously dazzled by the sights, the decoration and dress, the balls and concerts, plays and
private parties that Bath offered. She also felt uncomfortable, because she encountered too much variety.
She was threatened, her values challenged. She noticed that in Bath, a glittering star was all that mattered,
and character was unimportant. That is why, she vowed never to visit Bath again25.
As I wrote before, the number and choice of English spas in 18th century was so wide that someone
who wanted to visit and sample the waters of each had to spend months on the project.
21 M.N. Mordecai, Travels in England…, p. 30.
22 J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 1, p. 115; B. Silliman, A Journal of Travels in England…, vol. 2, p. 24; A. Lockwood, Passionate Pilgrims..., p. 86.
23 William Bingham (1752-1804) was a merchant and bank clerk. With his wife, Anne Willing Bingham (1764-1801) he came to Europe in the
years 1784-1786. They visited England. See: R.C. Alberts, The Golden Voyage. The life and times of William Bingham, 1752-1804, Boston 1969, p.
134-135.
24 The Grand Tour Diary of R.C. Johnson…, p. 75; Diary and Autobiography of John Adams, edited by L.H. Butterfield. Vol. 3, Cambridge,
Massachusetts 1964, p. 151.
25 Abigail Adams (1744-1818) wrote about her visit in Bath in a letter to her sister Mary Cranch (20th January 1787). The letter was published
in: Ph. Levin, Abigail Adams: A Biography, New York 1987, p. 233-234.
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
159
Bristol was a short journey from Bath and some visitors may have gone there to see the city and drink
from its hot springs. John Griscom wrote in 1818 that the distance between these two towns is about 12
miles (19 km), over one of the best roads he ever travelled. The city is built around the River Avon, which
was by the end of 18th century a narrow river, and the rapidity of the tide rendered it very dirty at all
times – as Benjamin Silliman said. Bristol was a big city and a busy port at that time. In 1776 Jabez Fisher
reported that a vast number of Shipping lie here in a very narrow dirty River and at low Water dry. John
Griscom added that the approach to Bristol is announced by clouds of smoke, issuing not only from the
houses, but in heavy volumes from the tall cones of numerous glass factories.
It is hard to believe that the city had a reputation of a fashionable spa resort at the turn of 18th and 19th
century. But it was quite usual for visitors who had been to Bath to come to Bristol’s hot well and sample
a weakly saline water. Jabez Fisher noted that the Hot Well was about a Mile from the City and it was much
frequented in July and August. A tepid spring (about 24 degree Centigrade / 76 degree Fahrenheit) issued
from the rocks on the right bank of the River Avon, near St. Vincent’s Rocks. Benjamin Silliman noted
down that the place in which these wells are situated is extremely singular; the scenery is very wild, (…)
hilly, and every where varied and picturesque. John Griscom also noticed that the river in this place (…)
seems to have broken through a high hill, and (…) consists a siliceous ironstone. He knew that it contains
quart crystals of considerable beauty, sulphate of barites, sulphate of strontium, and other minerals. But he
criticized the quality of the water. He doubted if it possesses any medicinal virtue. It could be unusually
pure spring water. He wrote that the waters of Bath and those of Cheltenham contained much more
mineral elements than the Bristol ones. Benjamin Silliman had the same impression. They have very little
taste, and their chemical qualities are not very well marked – he said. The American professor thought
that the water is remarkably soft, and so pure that it is fit for every domestic purpose.
Most visitors stayed in lodgings outside the Hot Well and had to arrive early each morning by carriage,
because there was a limited accommodation on the upper floors of Hot Well House. Benjamin Silliman
reported on pump-rooms and baths. He mentioned that there were all the necessary accommodations for
guests. He underlined that these waters have been much resorted to by invalids, but, when he was there,
he saw very few people of any description.
The proper behaviour in Bristol was much the same as at other contemporary spas. After drinking
the prescribed number of glasses, patients had to sit in company, play cards, listen to a small orchestra or
take a walk along the promenade by the river. After dinner, these activities were resumed and continued
until five o’clock, when it was time to return to the pump room for several more glasses of water.
Reporting on patients’ behaviour Benjamin Silliman overdrew the picture of life in Bristol’s hot well26.
In the north Buxton, Matlock and Harrogate were the chief health resorts. Buxton is about 160 miles
(257 km) from London. The surrounding country is mountainous which protects the town from easterly
and northerly winds. The spa lies in a pleasant bottom. Benjamin Silliman wrote that Buxton was a neat
village (…) surrounded by lofty hills and mountains. The country (…) is dreary and barren, except the
valleys, which are verdant and beautiful, and generally have a stream of water running through them.
Buxton is famous for its springs that were used by the Romans for healing and relaxation. The
waters are thermal but they are varying in lower temperature than in Bath (about 28 degree Centigrade
/ 82 degree Fahrenheit). Professor Silliman noticed that the water hardly deserves to be ranked among
mineral springs, because its impregnation is extremely weak. (…) Its solid contents are therefore such as
are commonly found in spring water, and he could not perceive any thing peculiar in its taste. Yet this
water is used with great benefit by invalids, especially by rheumatic, dyspeptic, and nephritic patients. He
added that there were fine baths in Buxton. They were both private and public and some of them were
magnificent and sufficiently large to swim in. Another American Jabez Fisher also said that the Baths are
an inferior Species of the same Genus as those of Bath, not so warm, but of the calcareous kind.
Buxton largely grew in importance in the late 18th century. The season lasted from June until October.
Jabez Fisher found it full of activity: the Company constantly going and coming make it a busy Theatre.
Silliman wrote at the beginning of 19th century that it is much resorted to for health by invalids, and
still more for amusement by the nobility and gentry, many of whom spend the summer at this and other
watering places. He also reported that the Duke of Devonshire has erected a magnificent crescent of stone
which was used as the accommodation place for visitors. There were extensive houses and shops (…)
which strike the eye of a traveller very forcibly, when descending from the neighbouring hills 27.
26 J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 1, p. 115-116, 119-120 ; B. Silliman, A Journal of Travels in England…, vol. 2, p. 30-32; J.M. Fisher, An
American Quaker in…, p. 113-114. Read more about Bristol in: K. Denbigh, A Hundred British Spas…, p. 47-52.
27 B. Silliman, A Journal of Travels in England, Holland, and Scotland, and of two Passages over the Atlantic, in the years 1805 and 1806, Second
Edition, Boston 1812, vol. 1, p. 108-110; J.M. Fisher, An American Quaker in…, p.247-249. Read more about Buxton in: W. Addison, English
Spas…, p. 85-91; K. Denbigh, A Hundred British Spas…, p. 37-46; J. Feltham, A Guide to All the Watering and Sea-Bathing Places…, p. 147-159.
160
English Spas in American Journey Reports at the Turn of 18th and 19th Century
Buxton’s nearest spa, Matlock Bath was also visited by American tourists. It is situated at the south
eastern edge of the Peak District on the River Derwent. John Griscom called the river a wild and romantic
stream, and the road across the valley was delightfully picturesque. Another American, Elkanah Watson
added that the road passed along the borders of the little river Derwent, amid a range of craggy mountains.
(…) This rugged avenue, combined with the murmurings of the river below, among the rocks and rapids,
and the effects of the moonlight glimmering upon the various points of the scene, produced one of the most
romantic and curious associations he has ever witnessed.
Matlock was an unimportant collection of small villages until thermal springs were discovered there
in 1698. Their temperature is lower than of that Buxton’s waters (20 degree Centigrade / 68 degree
Fahrenheit), but they are of high repute, because they are charged with radium. John Griscom found the
water of a higher temperature than the air, and that is why it was good for warm bathing. Elkanah Watson
had the same impression when he wrote that he enjoyed a refreshing bath. The water is of the temperature
and mild softness of new milk. At the turn of 18th and 19th century Matlock was still a small town but its
baths were lined with polished white marble. For Jabez Fisher Matlock appeared more charming than ever.
He recollected all its Features but he frankly wrote in his diary that he had almost forgot how beautiful it
was. But he thought that Matlock is one of those few places that please every body 28.
Early in 18th century a few doctors began to recommend sea bathing and even sea water drinking
as beneficial to health. The practise spread until it became a fashion at the turn of 18th and 19th century.
Thanks to it, many villages at the seaside developed into large sea resorts. The ancient settlement of
Brighthelmstone set a new trend and it emerged as a spa called Brighton. Then a local physician Richard
Russell (16867-1759) had introduced an idea of a combined sea-water-bathing and sea-water-drinking
therapy. They were not, however, the only treatments prescribed by Dr Russell at Brighton. For some of
his patients he also recommended the waters of a chalybeate spring known as St Ann’s.
The fame of Brighton broadened across the country and it soon became a fashionable sea resort during
the Regency. John Griscom wrote in 1818 that Brighton was very recently built, immediately on the sea
coast. The houses are large and handsome ready for visitors who frequent the coast, for purpose of health
and pleasure. He underlined that the number of inhabitants increased nearly one half, at particular season,
by the influx of visitors from all parts of the kingdom. Many guests were doubtless invalids who came there
to improve their health, but the greater number arrived to Brighton because it was a place of gayety and
fashion. The season was all the year round but most people were there during summer and autumn.
Bathing in the sea was the most popular practice at that time. Daredevils were taken into the sea in
a special wooden cabin on wheels. John Griscom called it a small dressing-house. It was drawn, or rather
pushed by a horse. From this house they descend by wooden steps into the water. Beside sea bathing visitors
took cold, tepid, and warm baths, and also (…) steam and medicated vapour baths. In his diary John
Griscom also mentioned a custom that was called shampooing. It was a kind of a peeling massage which
removed obstructions from the pores, and rendered the skin so soft and smooth as satin.
A number of visitors stayed in Brighton for a week or even longer. That is why a lot of new houses
were built there and handsomely furnished. John Griscom noticed that the houses are very commonly
constructed with arched fronts and bow windows, and the material is either brick or flint. But the Royal
Pavilion was the most famous building in Brighton. It was the house of Prince Regent situated in the
centre of the town. Its architecture was found as extremely whimsical, if not ridiculous29.
At the turn of 18th and 19th century English spa resorts were overcrowded with tourists from the
British Isles and abroad, because bathing and drinking the waters were recommended by doctors
in treating many serious diseases. People came to such places to improve their health and relax. But
many guests were also looking for different entertainment. ‘Taking the waters’ became a fashionable
activity and watering places were full of life and enjoyment. There was a number of Americans who
visited English spas that time. They were keen on such places. They knew their history and tradition
in treatment. American travellers liked the geographical location and architecture. They willingly took
bathes and drank mineral waters and they always felt much better after such healing. It is worth to
emphasize that Americans gave us an interesting picture of life in English spas. They observed in details
the English society and its manners. But they found the atmosphere of such places too loud and modern.
Puritan visitors from America felt a little bit embarrassed because of patients’ behaviour.
28 J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 2, p. 262-267; E. Watson, Men and Times of the Revolution…, p. 169-170; J.M. Fisher, An American Quaker
in…, p. 249. Read more about Matlock in: W. Addison, English Spas…, p. 91-93; K. Denbigh, A Hundred British Spas…, p. 191-196.
29 J. Griscom, A Year in Europe…, vol. 1, p. 165-168. Read more about Brighton in: K. Denbigh, A Hundred British Spas…, p. 133-137.
TÜRKÇE TIP YAZMALARINA GÖRE HAMAM ve SAĞLIĞA ETKİSİ
HYDROTHERAPY AS DESCRIBED IN OTTOMAN MEDICAL MANUSCRIPTS
Nil Sarı*
*Prof. Dr., Istanbul University, Cerrahpaşa Medical School, Medical History and Ethics Department
Summary
Developments in 20th century medicine led the way to radical changes in various current methods of treatment, resulting with the disfavor
of some old methods. For example, hydrotherapy was highly valued in late Ottoman medicine, being a current method of treatment in common
medical practice of the period. However, hydrotherapy today is regarded as a complementary method of treatment. When Turkish Ottoman medical
manuscripts are studied, we note that treatment of disease by baths itself is included in medical books as a separate subject. Under the title “hamam”,
the Turkish bath, health rules related with the architectural division of the Turkish bath; health rules about the proper way of entering and leaving the
Turkish bath; activities recommended or restricted in baths; the effect of bathing on various diseases are discussed. In this paper; health rules to be
observed in relation with the architectural division of the Turkish bath; the manner of taking bath; the conception about eating and drinking in baths;
opinions on the beneficial and harmful effects of bathing etc. discussed in Ottoman Turkish medical manuscripts will be presented and evaluated in
respect to contemporary literature on hydrotherapy.
Giriş
Çağımızda su ile tedavi (hidroterapi) ana tıp alanı dışında kalarak daha çok tamamlayıcı tıp
dallarından biri olarak gelişmiştir. Etkisi bilim yoluyla yeterince kanıtlanmadığı düşüncesiyle su ile tedavi
kanıta dayalı tıp içinde yer almıyor ve günümüz tıp okullarında ders olarak okutulmuyor. Fizik tedavi
eğitimi sırasında kısaca değinilen kaplıcalar aynı zamanda dinlenme tesisleri olarak değerlendiriliyor.
Hidro-klimatoloji/balneoloji ise bir anabilim dalı olarak var olmakla birlikte yaygınlaşmamıştır.
Eski tıp okullarında ise su ile tedavi ayrı bir yere sahipti. 19’uncu yüzyılın son çeyreğine kadar doğal
yollarla hastalıklardan korunma ve tedavi tıbbın temelini teşkil ederdi. Osmanlı tıbbında da öncelikle
hastalıkların önlenmesi üstünde durulurdu. Günümüz tıp teknolojisinin olmadığı dönemde koruyucu
hekimlik kaçınılmazdı. Tıp kitaplarında sağlıklı yaşam konusuna- beslenme, hareket, uyku vd. öncelikli
yer ayrılırdı. Gerek sağlığın korunması, gerekse hastalıkların tedavisinde önce doğal yoldan iyileştirici
unsurlara başvurulur, insanın hastalıkla mücadelesini güçlendiren tedaviler uygulanırdı. Klasik Osmanlı
tıbbı, modern tıp öncesinde, günümüz bilim yöntemleriyle kanıta dayalı olmayıp, nesiller boyu yaşanan
tecrübelerin ve bilgi birikiminin ürünüydü.
Gerek Hipokrat ve Galen tıbbında, gerekse Ortaçağ İslam tıbbında olduğu gibi Osmanlı tıbbında
da doğal tedavi yöntemlerinden hamam konusuna önem verilirdi. Roma hamamlarındaki banyo ve
yüzme havuzlarına karşılık Türk hamamında akarsu ile kurna başında yıkanma âdeti vardı. Türkler
durmuş suda yıkanmayı uygun görmez ve temiz bulmazlardı. Kaplıcalardaki havuzlar ise daha ziyade
tedavi amaçlıydı. Tıp yazmalarında, hamamda yıkanmanın akarsu ile ya da havuza girerek yapılması
konusunda bir açıklama bulunmasa da, metinlerde hamamın soğukluk ve sıcaklık bölümleri ile tasla
başa dökülen sıcak ve soğuk suyun etkilerinden ayrı ayrı söz edilmesi akarsu ile kurnalı hamamda
yıkanmaya işaret etmektedir.
Hamam bahsi Osmanlı dönemi Türkçe tıp yazmalarında ayrı bir konu olarak ele alınır ve her yönüyle
ilgili tavsiyelerde bulunulur. Hamamın binası, hamama girme ve çıkma adabı, içerde yapılacaklar ve
yapılmayacaklar, hangi hastalıklara yarar ve hangilerine zarar verdiği örnekleriyle anlatılır. Hamam
konusunun işlendiği metinlerin çoğunda kaplıca suyu ya da yerüstü-yeraltı suyu olarak ayırım
yapılmadığından, su ve ısının etkisi (hidroterapi) ile mineralli suyun etkisi (balneoterapi) çoğunlukla
ayırt edilemez.
Kaynaklar bölümünde listesi verilen tıp yazmalarından hamam konusunda tespit ettiğim bilgiler
ayrıntıda ufak tefek farklılıklar gösterse de, temelde birbirine benzer niteliktedir. Bu sebeple Türkçe tıp
yazmalarının1 hamam bahislerinden bilgiler derlenip belirli başlıklar altında toplanmış, ancak metinler
1 XVI. yüzyılın ünlü Osmanlı âlimlerinden olan hekim Davud el-Antaki’nin hamam konulu Arapça kitabını ise sayın Sadık Nazik, Funda
Kadıoğlu ve Selim Kadıoğlu incelemiş ve aynı sempozyumda bildiri olarak sunmuşlardır. Davud el-Antaki, et-Tuhfetü’l-Bekriyye fî Ahkâmi’lİstihmâmi’l-Külliyye ve’l-Cüz‘iyye (Tam ve Kısmi Yıkanmaların Hükümlerine Dair Bekri’ye Armağan) başlıklı bu kitabında hamamın insan
sağlığıyla ilişkisini ele alır. Eserin günümüze ulaşmış, bilinen beş el yazma nüshasından biri Türkiye’dedir (Süleymaniye/Şehit Ali Paşa Ktp., No:
2093). Bildirimiz sadece Türkçe tıp yazmalarına dayandığından bu çalışmadan metnimize bilgi aktarılmamıştır.
161
162
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
arasında kıyaslama yapılmamıştır. Osmanlı hekimlerinin etkilenmiş olabileceği daha eski dönemlerin
kaynaklarıyla da bir karşılaştırma yapılmamıştır. Çalışmanın esas amacı, Osmanlı hekimliğinde sağlık
ile hamamda yıkanma arasında kurulan ilişkiyi ortaya koyabilmektir. Hamam ile ilgili tavsiyelerin
hamama girmeden öncesine, yıkanma sırasına ve yıkandıktan sonrasına ait olması dolayısıyla eğitici
ve yönlendirici mahiyetteki bu bilgilerin hekimlerin yanı sıra hamama giren herkes için yazıldığını
düşündürmektedir. Hamama giren kişinin sağlığının korunması ve tedavisi amaç edinilmiştir.
Tıp yazmalarından aktardığımız bilgileri günümüz verileriyle karşılaştırmak mümkündür.2 Bu
çalışmada, tecrübeye dayalı tarihi bilgiler günümüz verileriyle kısaca değerlendirilecek ve sıcak-soğuk
su ile yıkanmanın ve kaplıcaların tıbbi etkileriyle ilgili yayınlara gönderme yapılacaktır. Aslında hamam
bahsinin her konusu ayrı bir araştırma alanıdır. Osmanlı hekimleri günümüz tıp teknolojisine sahip
değildiler, fakat çok iyi gözlemci olmaları gerekiyordu. Duyularıyla tespit ettiklerini ancak dönemin
tıp felsefesiyle açıklayabildiler. Her ne kadar felsefi görüşler tıbbi tespitlerin gerçek kanıtı olmasa da,
somut verilerin açıklanmasına bir araç olabiliyordu. Bizler, eski tıp felsefesinden hareket ederek tıp
yazmalarında kaydedilen bilgileri daha kolay açıklayabilmekteyiz.
Hamam Tedavisinin Felsefi Temeli
Osmanlı tıp uygulamaları Galen tıbbından esinlenilen “unsurlar, hıltlar ve mizaçlar” nazariyesi
üzerine inşa edilmişti. Unsurlar nazariyesine göre evren dört esas unsurdan/cevherden meydana
gelmiştir. Bütün canlılar da bu dört unsurdan oluşur. Temel unsurlar olan ateş, hava, su ve toprak doğal
nitelikler taşır. Ateş sıcak ve kuru, su soğuk ve yaş, hava nemli ve sıcak, toprak kuru ve soğuk niteliğe
sahip olup, kuvvetlerini bu niteliklerinden alırlar. Dört unsur nitelikleri bakımından birbirine zıttır.
Mesela, ateş, sıcaklık ve kuruluk bakımından suyun soğukluk ve nemliliğine karşıdır. Hava, sıcaklık ve
nemliliği bakımından, toprağın soğukluk ve kuruluğuna zıttır. Fakat zıtlık bir bakımdan olursa bu daha
az belirgin olur. Mesela, hava ile su arasındaki zıtlık sıcaklıktır, fakat nemlilikleri uyar.
İnsanda bu dört unsurun birleşme ilişkisine “mizaç” adı verilir. Mizaç kelimesinin kökü “mezc”, yani
karıştırma anlamına gelir ve dört unsurun dengesine işaret eder. Eğer unsurlar bir bedende eşit miktarda
bulunursa, buna “mutedil”, yani dengeli/ılımlı mizaç denir. Bu unsurların dengesi bozulduğunda,
mizacın sapması, yani “itidalin” bozulması söz konusudur. Eğer bir kişide “ateş unsuru” hâkim ise onun
mizacı sıcaktır. “Su unsuru” hâkim olduğunda kişinin mizacı soğuk olur. Bu şekilde dört basit mizaç
vardır. Ayrıca, dört bileşik mizaç bulunur. Mesela kişide hava ile ateş unsuru birlikte hâkim ise o kişinin
mizacı “sıcak ve nemlidir”. Yani, sıcak ve kuru, sıcak ve nemli, soğuk ve kuru, soğuk ve nemli olmak
üzere dört bileşik mizaç vardır. Fakat mizacın daha kuvvetli veya daha zayıf cinsleri de vardır ki böylece
bireyler arasındaki sonsuz farklar ortaya çıkar. Ayrıca, mizaç bölgeye, mevsime, yaşa ve cinse göre de
değişir.
Canlıların bütün organları dört hılttan, yani kan, balgam, sarı safra ve kara safradan (sevdadan)
yaratılmıştır. Hıtlar ile unsurlar arasında ilişki vardır. Ateş, sıcak ve kuru olan sarı safraya; hava, sıcak ve
yaş olan kana; su, soğuk ve yaş olan balgama; toprak, soğuk ve kuru olan kara safraya tekabül eder. Bu
dört hıltın dengeli bir birleşimi sağlığa işaret eder. Hıltlar miktar veya kalite bakımından bozulduğunda,
denge sarsıldığından hastalık ortaya çıkar. Böylece bazı hıltlar iyi, bazıları fena durumda olabilir. İyileri
vücudu besler, fazla ve kötü hıltlar ise tedavi ile temizlenmelidir.
İnsanda denge hali nadir bir durumdur. Böylece kişiler ya sıcak ve kuru, yani safravî; ya soğuk ve
kuru, yani sevdavî /melankolik; ya soğuk ve yaş, yani balgamî; ya da sıcak ve yaş, yani demevî mizaca
sahiptir. Eski tıpta hamamın tıbbî etkisi ve uygulanışı bu nazariyeye dayandırılmaktadır.3
Fizyolojik hadiseleri ise değişik kuvvetlerin karşılıklı etkileşimlerinin yönlendirdiği düşünülürdü.
Buna göre, insanda “tabiî, hayvanî ve psişik” olmak üzere üç esas kuvvet vardır. Hamam tedavisi
bakımından solunum ve dolaşımı etkileyen hayvanî kuvvetler önem taşır. Vücudun tabii ısısı olarak
tanımlanan hararet-i garizîyye’yi4 bedenin içine veya dışına çeken bu güçtür. Günümüz bilgisiyle
2 Önceki hamam makalelerinde günümüz verileriyle değerlendirme yapılmamıştır. Nil Sarı: “Türklerde Tıp Yazmalarında Hamam Konusuna
Verilen Önem.” V. Milli Türkoloji Kongresi, İstanbul 25 -30 Eylül 1983; Nil Sarı: Yeni Symposium, Yıl:22, Sayı:1-2 Ocak-Nisan 1984, s. 90-96; Nil Sarı:
“Türkçe Tıp Yazmalarında Hamam Konusuna Verilen Önem.” İlim ve Sanat, (5):79-83, 1986.
3 Risâle-i Kaysûnîzâde (Dürr-i Manzum fi’-Tıb) / Nidai II. Selim devri. İstinsah tarihi 1058/1648-9. CTF Tıp Tarihi Müzesi, (No:314).
Mecmua-i Tıb/ Larendeli Derviş Siyâhî. Hicri 1005/1596-7. İstinsah tarihi 1268/1851-2, CTF Tıp Tarihi Müzesi, (No:478)
4 Harâret-i garîziyye tabiri kelime anlamı itibariyle vücudun normal harareti olsa da, kan ve dolaşımla ilgili birçok işlevi birlikte kapsar.
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
163
damarlardaki hayvanî kuvveti vazomotor5 sinirlere benzetebiliriz. Tabiî ısı ile birleştiğinde hıltları tahlil
edip düzenleyen üç ruhtan söz edilir. Bunlardan hayatî (vital) ruhlar kalpte meydana gelir, arterler
vasıtasıyla beyne ulaşır ve orada hayvanî kuvvetleri korurlar.
İyi Hamamın Özellikleri
Osmanlı hamam mimarisinin ana plânı ve görünüşü daima korunmuştur. 15 ile 18. yüzyıllar
arasında telif edilmiş Türkçe tıp yazmalarından tarayarak derlediğimiz bilgilere göre hamam binaları
devrin sağlık anlayışı ile uyumlu bir plana sahiptir.6 Antik dönemden itibaren işlevine uygun olarak
inşa edilen hamam binalarının yıkanma ve temizlenme mekânı olduğu kadar bir sağlık yapısı olarak da
tasarlandığını varsayabiliriz.
Binası “kadîm,” yani eski olan, üç ana bölümü bulunan, içi “ferah”, geniş ve havası hoş olan hamamlar
“hayırlı”, yani iyi olarak kabul edilirdi. Hamamın havası gerektiğinde fesleğen gibi kokulu çiçekler ve
buhur olarak bilinen tütsülerle düzeltilmeliydi. Hamamın suyu da tatlı ve “mu’tedil”, yani ılımlı olmalıydı.
Beyt”, “hâne”, “ev” sözcükleriyle ifade edilen hamam bölümlerine ayrı nitelikler atfedilmişti. Birinci
bölüme “beyt-i evvel” adı verilirdi. Elbisenin çıkarıldığı yer olduğundan “soyunmalık”7 denen, ya da eski
adıyla “camekân” adı verilen bu bölüm ekseriyetle ısıtılmamış bir mahaldir. Bazı hamamlarda ise bu
mahal bir dereceye kadar ısıtılırdı. Eski tıp anlayışına göre hamamın ilk bölümü bedeni “tebrîd” eder,
yani soğutur ve “tartîb” eder (rutubetlendirir), yani nemlendirir.
Hamamın soğuk ile sıcak alanının ortasında bulunan ikinci bölümüne “beyt-i vasat” adı verilirdi.8
Ilık mahal iç hamama girmeden vücudu sıcağa alıştırmak için kullanılmakla birlikte aynı zamanda fazla
sıcağa tahammülü olmayanların yıkanma yeridir. Hamamın ikinci bölümünün bedeni “teshin” ettiği,
yani ısıttığı ve “tartîb” ettiği, yani nemlendirdiği ifade edilirdi.
Isıtıcı ve kurutucu olan üçüncü bölüm, “sıcaklık, teshin, iç hamam, halvet” gibi isimlerle anılırdı.9
İç hamam, ısıtma merkezi olan külhana yakın olması dolayısıyla, binanın en sıcak yeridir. Hamamın
üçüncü bölümünün bedeni “teshin” ettiği, yani ısıttığı ve “tahfif ” ettiği, yani zayıflattığı ifade edilirdi.
Hamam Bölümlerinin Mevsimlere Benzetilmesi ve Mizaçla İlişkisi
Eski tıpta hamam mimarisi ile hamamda gözetilecek sağlık tedbirleri arasında doğrudan doğruya
ilişki kurulmuştur. Bu ilişki o kadar güçlüdür ki, hamam mimarisinin tıp tarihinin en etkili ve en uzun
süreli tıp nazariyesi olan unsurlar- hıltlar-mizaçlar teorisi ile bağlantılı olarak yapılanmış olabileceğini
düşündürür. Hamamın bölümleri ile insan mizacı kavramı arasında kurulan ilişki bu varsayıma
örnektir. Eski tıbba göre hamamın sıcaklığı kişinin mizacına uygun olmalıydı. Mesela, soğuk ve
rutubetli havasıyla kışa benzetilen birinci bölüm “ateşli mizaçta” olanlara uygundur. Hamamın birinci
bölümünden, yani soğukluğundan ılımlı olan orta bölüme geçiş kıştan bahara geçiş gibidir. Hamamın
“mu’tedil”, yani soğuk ile sıcak arasında ılımlı olan ikinci bölümü kış ile yaz arasındaki gibi olup, bahara
benzetilir. Bu bölüm, “mizacı mülayim” olup, sağlığını korumak isteyenlere uygundur. Üçüncü bölüm
olan “halvet” yaz gibi gayet sıcak ve kurudur. Bu bölüm “mizacı soğuk” olanlara uygundur. En sıcak
bölüm olan halvetten ılımlı bölüme geçiş yazdan sonbahara geçiş gibidir. “Hamama giren hamamın
hangi bölümünden hazzederse o yerin mizacına uygun” olduğunu ileri süren hekimler de vardır.
Hamamın İnsan Sağlığına Etkisi
Suyun sağlıkla ilişkisi deneme-yanılmayla gelişen tecrübelerle edinilmiş ve zamanla geleneğe
dönüşmüş olmalıdır. Klasik Osmanlı tıbbına göre hamam iyi bir “ilâçtır”. Beden ile ruhun (nefs) her ikisi
de hamamdan faydalanır.
5 Vazomotor: Kan damarlarının duvarlarındaki kaslara gelen, damarların genişleyip daralmasını sağlayan sinirler
6 K. A. Aru: Türk Hamamları Etüdü. İst. Teknik Üniv. Mimarlık Fak. Yay. İstanbul 1949.
7 Roma hamamında soyunma yerine apodyterium ismi verilmişti.
8 Hamamın ortasında olan bu bölümde dinlenme, terleme ve masaj için yerden 40 cm. yüksekte, ekseriyetle poligon şeklinde bir göbek taşı
bulunur. Roma hamamında soyunduktan sonra girilen soğuk ve sıcak alanın ortasındaki ılık yıkanma bölümüne tepidarium adı verilir.
9 Hücrelerden ve umumi yıkanma nişlerinden meydana gelir. Duvarlara bırakılan buhar menfezleri ile hücrelerin harareti daha da yükseltilmiş
olan en sıcak bölümdür. Roma hamamında bu bölüme caldarium adı verilir.
164
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
Eski tıbba göre hamam vücuttan atılacak olan maddeleri olgunlaştırıp yumuşatır (telyîn) ve
çözer (tahlil), böylece atılacak fazla maddelerin (fuzûl) vücuttan çıkarılıp boşaltılmasına yardımcı
olur. Fazla miktarda olup dengeyi sarsan ve bozulan hıltların hamam tedavisiyle vücuttan atılması
görüşü eski tıp felsefesine dayanır. Ancak, su tedavisi atık maddelerin vücuttan boşaltımına yardımcı
olması bakımından günümüzde de anlamlıdır. Su ısısının etkisiyle dolaşım hızlandığında vücudun
çeşitli atık maddelerden temizlenme miktarı ve oranı değişir. Mesela, yıkanma sırasında amonyak
atılımının yüzde elli oranına kadar arttığı tespit edilmiştir. Soğuk su atık maddelerin yanmasına
/oksidasyona yol açarak kanın alkali özelliğinin korunmasına yardımcı olur.10 Ayrıca, kanda
akyuvarların çoğalmasına ve hareketlenmesine yol açarak bakterilerin ürettiği toksinlere karşı
antitoksin üretilmesini ve bakterileri yok eden maddelerin yapılmasını hızlandırır. Akyuvarların
sayısı ve etkinliği hastalık yapan bakterilere karşı direnci ve bağışıklığı sağlar, insanın hastalıklarla
mücadele gücünü artırır.11
Hamam, bedeni haricen temizleyip, “cildi pak eyler” diyen Osmanlı hekimlerine göre hamam aynı
zamanda “maddeyi pişirmede, yumuşatmada ve tahlilde ne güzel ilaçtır”. Bundan ötürü sivilce ve çıbanı
olanların hamama girmesi tavsiye edilir. Özellikle kükürtlü (kibritli) ılıcalarda yıkanmanın kaşıntıyı
(gicik), uyuzu giderdiği ileri sürülür. Bugün de suyun kan dolaşımına etki ederek cilde canlılık verdiğini;
cildin gözeneklerinden giren suyun cilt altı nem oranını artırdığını; çeşitli cilt hastalıklarının tedavisinde
kaplıca sularından yararlanıldığını; kükürtlü suların cilt yağını azaltarak gözeneklerin kapanmasını
önlediğini biliyoruz.12
Tıp yazmalarında, bir-iki gün süren geçici ateşi (humma-yı yevmiyye),13 sürekli ateşi (humma-yı
dikkıyye)14 ve müzmin ateşi (eski sıtmalar) olanların,15 hastalığın maddesi (hılt) olgunlaştıktan (nazc
bulduktan) sonra, hamama girmelerinin yararından söz edilir. Osmanlı hekimliğinde vücut ateşinin
yükseldiği bütün hastalıklar “humma” adı altında tanımlanırdı. Tıp felsefesine göre humma, fazla ya
da bozuk hıltların vücudun kanallarında ve boşluklarında birikmesi ve buraları tıkamasıyla oluşur.
Hummanın tedavisi için tıkanıklıklar açılmalıdır. Bunun için de hastaya hıltları olgunlaştırıp çözen
ilaçlar verilir. Bozulan hıltlar temizlendikten sonra hasta iyileşebilecektir.16 Günümüzde de, hastalıkların
ateşli devresinde hastanın yatakta dinlenmesi ve ilaç tedavisi uygun görülür ve su tedavisi ateşli dönem
atlatıldıktan sonra teklif edilebilmektedir.17
Osmanlı hekimleri hamamda yıkanmanın insanı (nefsi) ferahlattığını (inbisât) söyler. Hamam,
yorgunluğu alır. Hareketi (riyazet) az olanlara ve hastalıktan yeni kalkanlara da faydalıdır. Hamam,
uykusuzluğu (seher) giderir ve uyku getirir. Ancak, hamamda uyumaktan sakınılmalıdır. Günümüz
araştırmaları göstermiştir ki uygun ortamda ılık sıcak su ile yıkanmanın sakinleştirici, gevşetici,
dinlendirici, rahatlatıcı ve uyku verici etkisi olmaktadır. Ergograf aletiyle yapılan araştırmalarda,
yıkanmanın adale yorgunluğunu giderdiği, özellikle soğuk suyun çalışma gücünü artırdığı; su dökerek/
duşta yıkanmanın, suyun çarpma etkisiyle mekanik uyarı yaptığından bu etkiyi artırdığı; bedeni ovma/
masaj etkisinin çalışma gücünü daha da yükselttiği tespit edilmiştir. Genelde hastanın iyileşme süresi
kısalır ve iyileşme oranı artar.18 Hamamın hangi rahatsızlıklara iyi geldiğinin ele alındığı tıp yazmalarına göre hamam ağrıyı
(vecâ) sakinleştirir; yüz ağrısına (evcük) iyi gelir; kulunçları çözer (yelleri tahlil eyler); siyatiğin
(arak-ün-nisâ) tedavisinde faydalıdır; felç (fâlic), titreme (ra’şe) ve spazm (teşennüc) tedavisinde
yararlıdır. Günümüz bilgileri Osmanlı dönemi tıp kitaplarında yazılanları destekler niteliktedir.
10 Zehirli azotlu maddelerden vücudun temizlenmesi için yanma / oksidasyon gerekir. Oksidasyon azaldığında atık maddeler yakılamaz.
George K. Abbott: Elements of Hydrotherapy for Nurses. Teach Services Inc., 2007, s. 54-55.
11 George K. Abbott, s. 52-54. http://www.knowyourback.org/Pages/Treatments/Nonsurgical/Hydrotherapy.aspx , Filip Johnson on March 21,
2011.
12 Angela Palmer: Treating acne with sulfur, http://acne.about.com/od/otcacnetreatments/p/sulfur.htm, January 04, 2009.
13 Günlük ateş (humma-yı yevmiyye) soğuk almaya ya da sıcak çarpmasına bağlanır. Nil Sarı, Mehmet Kavak: Humma ve İslam Dünyasında
Hummadan Ölen Devlet Büyükleri.
14 Her gün bir pik yaparak devam eden, ancak tam anlamıyla tanımlanamayan humma-yı dikkıyye (hectic fever) bazılarına göre terleme,
titreme ve kızarmayla belirir ve çoğunlukla malarya, akciğer veremi veya septisemi ile ilişkilendirilir. http://www.encyclo.co.uk/visitorcontributions.php
15 Genellikle sebebi binmeyen kronik ateş çoğu kez bir apse veya enfeksiyona bağlanır. http://www.wisegeek.com/what-causes-a-chronicfever.htm
16 Nil Sarı: “The Drug Hindiba.” Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları 4: 11-54, 1998.
17 http://www.bilgiara.com/kaplica-tedavisi/eat-hastaliklara-gore-kaplicalar.html
18 George K. Abbott: s. 61. http://www.knowyourback.org/Pages/Treatments/Nonsurgical/Hydrotherapy.aspx; Fhilip Johnson on March 21,
2011. N. Yabunaka, I. Watanable, H. Noro: Influence of size of bath on the appearance of alfa waves in electroencephalograms during bathing.
JJ A Phys M Blan Clim 1996, 59: 105-109.
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
165
Nöromüsküler, kas-iskelet sistemi ve nörolojik rahatsızlıkları olan hastaların hidroterapiden
yararlandığı belirtilmektedir. Bilimsel araştırmalar kaplıca tedavisinin osteoartrit hastasının
ağrısını sakinleştirdiğini, işlev yetersizliğini iyileştirdiğini, dolayısıyla ilaca olan ihtiyacı azalttığını
göstermiştir. Kaplıca sularının tarih boyunca ağrıyı gidermede ve romatolojik hastalıkların
tedavisinde kullanıldığını biliyoruz.19
Soğuk su ile yıkanmanın sağlığa etkileri de tıp yazmalarında anlatılır. Vücudun tabii ısısı olarak
tanımlanan harâret-i garîziyye’yi bedenin içine topladığından soğuk suya girmenin organları (a’zâ)
ve vücudun kuvvetlerini (kuvâ) güçlendirdiği ileri sürülür. Soğuk suyun aynı zamanda neşe (neşat)
verdiği; teni (levn) güzelleştirdiği; yiyecekleri güzel hazmettirdiği; şehveti artırdığı anlatılır. Günümüz
bilgileri ışığında konuya eğildiğimizde, su tedavisinin kan dolaşımını etkilediğini biliyoruz. Ciltteki
damarların vazomotor sinirlerle uyarılmasıyla oluşan tepki ile soğuk su önce damarları büzer ve kan
içe toplanır; daha sonra dolaşım hızlanır, toplardamarlardaki kan bol oksijen bulunduran ve atıklardan
temizlenmiş taze atar damar kanıyla hızla yer değiştirir, kişinin teni kızarır; organlar beslenir, güçlenir,
daha hızlı onarılır. Kişi kendini zinde hisseder. Sempatik sistemin uyarılmasıyla sinir sistemi güçlenir ve
depresyona iyi gelir.20
Tıp yazmalarında, hamamın sağlıklı (mu’tedil /ılımlı) bedenin mizacını bozabileceği, mesela
nezleye sebep olabileceği belirtilir. Yani, hamam hastalığa neden olabilmektedir. Özellikle kükürtlü
(kibritli) ılıcalarda yıkanmanın iltihaba yatkınlığa (ufunete istidat) sebep olabileceği, ekseriya da sarılık
hastalığının ortaya çıkabildiği kaydedilir. Biliyoruz ki, kaplıca hamamında havuz vardır. Özellikle
havuzlardan insana hastalık bulaşabilmekte ve bu nedenle günümüzde havuzlar mikroptan arındırma
işlemine tabi tutulmaktadır. Toplumun ortak kullandığı alanlarda mikropların bulaşmasına zemin
hazırdır. Mikroplardan arındıran maddelerle temizlenmeyen hamamlarda bakterilerin kolayca ürediği
tespit edilmiştir.21
Hamama Girmeden Önce Dikkat Edilmesi Gerekenler
Belirli rahatsızlıklarda hamama girilmemesi gerektiği tıp yazmalarında açıkça belirtilir. Her ne kadar
eski tıp felsefesi ve tabirleriyle ifade edilse de yazılanlar yorumlanabilmektedir. Henüz mikropların
bilinmediği bir dönemde, belirli vakaların seyrinden ve tedavi sonuçlarından dersler çıkartılarak
bazı uyarılar öngörülebilmiştir. Hamam konusundaki metinlere göre, insanın bedeninde dâhili veya
harici bir şişlik olanlar (verem-i batini veya verem-i zahirî);22 çok atar damar bulunan (kesîr-üş şerâyîn)
bir uzuvda veya akciğere (uzv-ı rie) yakın bölgede veremi bulunanlar; hastalığın maddesi (hılt) kötü
(yaramaz) diye tanımlananlar (kanser gibi); cerahati olanlar ve herhangi bir sebeple cildi yarılmış
(teferruk-i ittisâl) bulunanlar hamama girmemelidir. Kan aldıktan (fasd) sonra hamama girilmez.
İshalden ve müshil içtikten sonra da hamama girilmez. İltihaplı ateşi (hummâ-yı ufûnet) olup da
maddesi olgunlaşmamış (nazc bulmamış) olanlara hamam zararlıdır. Yani hastalık sebebi olan hılt henüz
çözülüp vücuttan atılacak durumda olmayan kişi hastadır ve hamama girmemelidir. Yarası ve iltihabı
olanlara hamama girmeme uyarısı bir bakıma anlamlıdır. Girdap banyosu adı verilen sıcak ve basınçlı
lokal su banyoları açık yaraların iyileşmesi amacıyla günümüzde kullanılır.23 Ancak, yukarıda belirtildiği
gibi hamam ortamında bakteriler kolayca üremektedir. Mikroplar sulu-nemli ortamı severler ve suyla
yayılarak bulaşırlar. Biliyoruz ki, koruyucu olan cilt açıldığında dışardaki mikroplar cerahatten içeri
girebilir. Su temiz değilse başka mikroplar da yaradan içeri girerek kana geçebilir. Su yaranın açılarak
büyümesine sebep olur. Sıcaklıkta vücudun içindeki ve dışındaki iltihap (enflamasyon) da alevlenir.
19 Nguyen M., Revel M., Dougados M.: Prolonged effects of 3 week therapy in a spa resort on lumbar spine, knee and hip osteoarthritis: follow
up after 6 months. A randomized controlled trial. British Journal of Rheumatology 1997; 36: 77-81. http://www.knowyourback.org/Pages/
Treatments/Nonsurgical/Hydrotherapy.aspx, Fhilip Johnson on March 21, 2011. http://www.bilgiara.com/kaplica-tedavisi/eat-hastaliklaragore-kaplicalar.html, 19.12.2013.
20 Soğuk su dolaşımı geliştirir, kırmızı kan hücrelerinin sayısını artırır, hemoglobin yükselir, oksijeni taşıma gücü uyarılır. George K. Abbott:
s. 28-29. http://www.knowyourback.org/Pages/Treatments/Nonsurgical/Hydrotherapy.aspx, Filip Johnson on March 21, 2011. http://www.
ensonhaber.com/soguk-suyun-faydalari-2013-07-12.html.
21 http://www.gidahareketi.org/Toplu-Tasima-Araclari-Ve-Hamamlar-Mikrop-Yuvasi-174-haberi.aspx Mikroptan arındırılmamış havuzlarda
pseudomonas, meningoensefalit enfeksiyonu gibi tedavisi zor bulaşmalar olabilmektedir. Price D., Ahearn D.G.: Incidence and persistence of
pseudomonas aeruginosa in whirlpools. Journal of Clinical Microbiology, Sept. 1988, p. 1650-1654, vol. 26, No. 9.
22 Bedende oluşan şişlikler, kabartılar, çıbanlar, yumrular, bezeler, urlar, kanserler, inflamasyonlar, iltihaplanmalar, vd. “verem” adı altında
toplanır. Bk. Nil Sarı: “The Drug Hindiba.” s. 39.
23 Hidayet Sarı, Şansın Tüzün, Kenan Akgün: Hareket Sistemi Hastalıklarında Fiziksel Tıp Yöntemleri. Nobel Tıp Kitabevi, İstanbul 2002.
166
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
Hamam bahislerini kaleme alan hekimler günümüzün tıp bilgilerine sahip değildi, ama tıbbi gözlemleri
ve tecrübeleri vardı.
Tıp yazmalarında, hamama çok tok ve çok aç karınla girilmemesi tavsiye edilir. Hamama en iyi
girme vakti “gıdanın”, yani yemeğin hazmından sonradır. Hazım esnasında yıkanılırsa hazım yavaşlar,
bu da sağlık için zararlıdır. Yemekten üç ya da dört saat sonra yıkanılmalıdır. Yemekten sonra tok
karınla hamama girince, “südde” adı verilen tıkanmanın meydana geleceğinden korkulur24. Hamamdan
çıktıktan sonra yemek ise bedeni orta derecede semirtir ve südde korkusu olmaz. Tok karınla hamama
girmek insanı “tîz kocaldır”, yani erken yaşlandırır; mafsal ağrıları (veca’-i mefâsıl) meydana getirir;
ağırlık çökmesi hissine (havâss-ı sakil) sebep olur; vücudu gevşetir (süst eyler); vücudun tabii ısısını
bozar (harâret-i garîziyye yi tahlil eder). Aç karınla hamama girmek ise, titreme (ra’şe) ve sıkıntı (hafakan)
meydana getirir; bedeni zayıflatır (arıkladır, tahfif eder) ve kuvvetten düşürür. Hamama “itidal üzere”,
yani ne tok, ne de aç karnına girildiğinde hamam nefse sevinç verir, bedendeki kuvvetleri hareketlendirir,
yorgunluğu giderir. Günümüz tıp bilgisi çerçevesinde hamamın kan dolaşımına ve metabolizmaya
etkilerinden yukarıda söz edilmişti. Sıcak suyla yıkanırken cilt ısındığında vücut ısısının yükselmesi
engellenirken damarlar genişler, vücudun yüzeyine daha çok kan gelir. Fakat yemek hazmedilirken kan
uç damarlardan, kol ve bacaklardan sindirim sistemine çekilir. Bir yandan cilt altı dokusunun, diğer
yandan sindirim organlarının kan ihtiyacını karşılamak durumunda olan kalbe yük biner. Soğuk suyla
yıkanırken ise cilt altında uç damarlar büzülerek kanı içeri çeker, kan basıncı yükselir, kalp hızlanır,
vücut ısısını korumak için kalp yine çok çalışır. Her iki durumda da kalp hızlanmak zorundadır.
Bunun için tok karnına hamama girmek doğru değildir. Hamama girmeden bir-iki saat önce yemeiçme kesilmelidir. Boş bir mideyle hamama girmek de doğru değildir. Sıcakta tansiyon çok düşerek baş
dönmesine sebep olabilir; terlemeyle vücut sıvısı -su ve mineral- kaybı olduğundan, kişi bitkin duruma
düşerek baygınlık geçirebilir. 25
Hamamda Yıkanmada Dikkat Edilmesi Gerekenler
Hamamda yıkanmada gözetilmesi gereken bir takım hususlar Türkçe tıp yazmalarında belirtilir.
Mesela, hamama birden girilip, birden çıkılmaması konusunda uyarı yapılır. Her bir bölümde bir
miktar kalınmalı ve beden alıştırılarak hamama girilip çıkılmalıdır. Sıcak halvete tedricen girilmeli ve
sıcak halvetten çıkınca bir süre orta (mutedil) bölümde kalınarak hamamdan tedricen çıkılmalı, yani
hemen camekâna geçilmemelidir.26 Osmanlı tıbbında vücut dengesinin korunmasına öncelik tanınırdı.
Bugün bedeninin dengesinin korunmasına ve vücut işlevlerinin normale getirilmesine homeostasis adı
veriliyor. Yukarıdaki tavsiyeler de vücudun ısıya uyum sağlamasıyla ilgilidir. Isının birden düşürülmesi
ya da birden yükseltilmesi durumunda vücut ısısını ayarlamakta zorlanır. Isı yükselince terleyerek,
üşüdüğünde titreyerek, damarları büzerek vücut ısısını korumaya çalışır.27
Tıp yazmalarında, hamamın havası ile suyunun ısısı arasındaki denge üstünde önemle durulur.
Hamamın, “havasıyla ısıtıp suyuyla nemlendirdiği” ifade edilir. Eski tıbbın unsurlar nazariyesine göre
hamam, eğer kişi çok su ile yıkanırsa (hamamın suyunu havasından ziyade istimal eylerse), bedeni
nemlendirir (tartîb eyler) ve hıltların keskinliğini çözer (ahlatın hiddetini tahlil eyler). Hamamın her
bölümünde havasına uygun ısıda su kullanılması tavsiye edilir. Ilık bölümde çok sıcak su kullanılmamalı;
sıcaklık bölümünde ise çok soğuk su kullanılmamalıdır. Hamamdaki bölümlerin amacına uygun olarak
yıkanılması tavsiye edilmektedir. Mesela, günümüz bilgileriyle değerlendirdiğimizde, sauna gibi halvetin
çok sıcak ve kuru havasında soğuk suyla yıkanıldığında damarlar birden büzülünce soğuk suyun kalbe
şok etkisi yapabileceğini söyleyebiliriz.
Osmanlı hekimleri hamamın hararetinin ılımlı (mutedil) ve suyun sıcaklığının kararında olmasını
tavsiye eder. Bütün beden temiz, tatlı su ile vücudun “tutacağı” kadar sıcak su ile yıkanmalıdır. Hıltlar
nazariyesine dayalı eski tıp anlayışında sağlık için unsurların dengesini korumak çok önemliydi. Hamama
giren “lâtif hararet kesb ede” ifadesiyle hoş bir sıcaklık edinilmesinin iyi geleceği; çok sıcak olduğunda
aşırı terlemeyle vücutta sıvı kaybı olacağı (rutubetin azalacağı), bedenin “tahlil” olması sonucunda
“süst” olacağı, yani gevşeyeceği anlatılır. Bugün de biliyoruz ki, suyun sıcaklığı fazla olduğunda bitkinlik
24 Südde: Eski tıp nazariyesine göre, vücuttaki kanallarda, damarlarda, boşluklarda ve gözeneklerde biriken hıltların sebep olduğu
tıkanıklıklar için kullanılan genel bir tabirdir.
25 George K. Abbott: s.55.
26 George K. Abbott: s. 16.
27 Kaplıca tedavisi özünde bir uyarı-uyum tedavisidir. M. Zeki Karagülle (Ed.): Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı. Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2002.
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
167
hissedilir, kaslar gevşeyip güçsüzleşir, hızlanan kalbin atım gücü azalır. Uzun süreli sıcak suyla temas
terlemeye ve sıvı kaybına neden olur.28
Hamamda soğuk suya ne zaman girileceği ve kimlerin girebileceği konusu da tıp yazmalarında ele
alınır. Soğuk suya kuru yaz günlerinde ve öğle vakti girilmelidir. Kişi “taze yiğit”, yani genç yaşta ve
sıcak mizaçta olmalıdır. Çocuklar (sibyân), yaşlılar (pirler), güçsüz-kuvvetsiz zayıf kişiler ve mizacı
soğuk olanlar soğuk suya girmemelidir. Mizacı sıcak olanlar ise soğuk suya girebilir. Hamamda sıkıntı
hissedenler yüzünü, ellerini ve ayaklarını soğuk su ile yıkamalıdır. Soğuk suya girenler “semizlikte ve
arıklıkda ılımlı”, yani ne şişman, ne de zayıf olmalıdır. Midesi zayıf (arık) olup güç sindirenler; nezlesi,
ishali, imtilâsı29 olan kişiler soğuk sudan sakınmalıdır. Hidroterapi çalışmaları göstermiştir ki, soğuk
su sağlıklı insana uyarıcı, canlandırıcı etki yapmakta, fakat çocuklar ve yaşlılar soğuk suyun şokuna
dayanamamaktadır. Sıcaktan ve soğuktan çabuk etkilenen yaşlıların ve çocukların vücut ısısını
düzenleme mekanizmaları zayıftır. Halsizlik, zayıflama, kansızlık yapan hastalıklarda, sıvı ve kan kaybı
olan rahatsızlıklarda da soğuk suyla yıkanma tavsiye edilmez.30
Osmanlı döneminde hamam aynı zamanda cilt, saç ve vücut bakımının yapıldığı bir güzellik merkezi
gibi kullanılırdı. Tıp metinlerine göre hamama giren kişi cildini güzelleştirmek için yüzünü arpa unu
veya bakla unu ile yıkamalıdır. Saç ve sakallar çok taranmalıdır. Baştan aşağı yedi tas kadar sıcak su
döküldükten sonra ökçeler taş ile ovdurulmalıdır (masaj yapılmalı). Hamamda vücudu ovdurmak ve
keselenmek yararlıdır. Ovma adaleleri ve mafsalları güçlendirip hareketlendirir. Bütün vücut sertçene
bir nesne ile bir miktar ovulmalıdır. Ancak sert olarak ovmanın zararları da olabilir. Günümüz bilgilerine
göre masaj uyarıcı etki yapmaktadır. Bedenin ovulmasıyla kan dolaşımı ve metabolizma hızlanır; venöz
ve lenfatik sistemde birikmiş olan durağan kan aktif dolaşıma katılarak dokular arasında birikmiş olan
ödemin çözülüp boşaltılmasına yardımcı olunur. Keselenmeyle cilt temizlenir, gözenekler açılır ve masaj
etkisi elde edilir. Suyu dökerek yıkanma da mekanik bir uyarı yapar.31
Her ne kadar hamam kültürümüzde hamamda yemek bir gelenek olsa da, tıp yazmalarında “hamamda
yemekten ve içmekten sakınılmalıdır” öğüdü yer alır. Gerek hamamda ve gerekse hamamdan çıktıktan
sonra mümkün olduğu kadar susuzluğa sabredilmesi tavsiye edilir. Yeme-içme ile sıcak-soğuk suyla
yıkanmanın bir arada kalbe nasıl yük olduğunu yukarıda ele almış bulunuyoruz. Hamamdan çıktıktan
sonra kanın bir süre daha perifer dolaşımda kalmak durumunda olması bu uyarıya bir anlam kazandırır.
Osmanlı hekimine göre, hamamda kan aldırmaktan (fasd) ve şişe vurdurmaktan (hacamat etmekten)
sakınılmalıdır. Hamamda vücudun su kaybı, hamamın dolaşıma etkisi ve ciltte açılacak yara dikkate
alındığında hamamda kan aldırmanın sakıncalı görülmesi anlamlıdır. Ancak bu uyarının ne ölçüde
uygulandığını bilemiyoruz.32
Osmanlı tıbbına göre, hamamda “çok eylenmemeli”, yani fazla kalınmamalıdır. Hamamda çok
kalınması bayılmaya (gaşeyân) sebep olur; sıkıntı-çarpıntı (hafakan) yapar; kalbe zayıflık verir.
Hamam hıltları hareketlendirir ve sıcak hava içeri çekildiğinden ruhlar da kızar, kuvvetleri azalır. Ilıca
hamamında çok kalınması (eylenmek) bedende madde toplanmasına (ıstıksa) yol açar.33 Gerçekten de,
ister sıcak, isterse soğuk suyla uzun süre temas etmek vücut fonksiyonlarını bastırıp çökertebilir. Kısa
süre soğuk suyla temasta olan insanın kalp atımı ve kan dolaşımı güçlenerek hızlanıp kaslar enerjik
olurken, uzun süre soğuk suda kalınca damarların sürekli büzüşmesiyle ciltten kan çekilir, vücudun
işlevleri durgunlaşarak zayıflar; solunum, dolaşım, nabız yavaşlar, hisler uyuşur, vücut ısısı düşer.
28 Sıcak suda damarlar açılır, damar içi basınç azalır, damarların tonusu/pasif gerginliği düşer, bunun sonucunda kan periferik damarlarda
toplanır, büyük atar damarlardaki kan hacmı düşer, arter tansiyonu azalır, venöz sistemde kan akımı-dolaşımı yavaşlar, bunu telafi için
kalp hızlanır ve kalp atım sayısı artar. Soğuk suda perifer damarlar daralır, büzülen damarların tonusu artar, kan periferden büyük merkezi
arterlere toplanır, vücut ısısını korumak amacıyla kanı hızlı dolaştırmak için kalp atım sayısını artırır, iç damarlarda kan dolaşımı hızlanır, büyük
damarlarda kan hacmı artar ve arteriel kan basıncı yükselir.
George K. Abbott: s. 19-20. Guyton, Arthur C.; Hall, John E. (2006). Textbook of Medical Physiology (11th ed.). Philadelphia: Elsevier Saunders. C.
Miva, S. Iwase, T. Matsukawa et.al: Effects of bathing at 40 C on thermoregulatory function in humans. Eviron Med 1993, 207-210; H. Akinaga:
An experimental study on cardiac-pulmonary efficiency by bathing (in Japanese; English abstract). Bull Res Inst 1960, 12: 257-311. Türk
hamamına girdikten ne kadar sonra, hangi su sıcaklığında ve hangi yaştaki insanın ne oranda etkilendiği araştırma konusudur.
29 Bir damarda ya da organda anormal miktarda sıvı bulunması; kan akımının artması ya da tıkanmadan dolayı dolaşımın engellenmesiyle
kanın bir bölgede aşırı birikimi. http://medical dictionary.thefreedictionary.com/congestion
30 George K. Abbott: s. 16, 22.
31 George K. Abbott: s. 16.
32 Salomon Schweigger: Ein Newe Reyssbeschreibung auss Teutschland nach Constantinopel und Jerusalem, 112, 114, tellakların
müşterilerinden kan aldıklarını ileri sürer. Aktaran Miri Shefer: Ottoman Medicine Healing and Medical Institutions 1500-1700, New York, 2009,
s. 83.
33 “İstiskâ’terimi, en geniş anlamı ile, karın boşluğunda ve/veya vücudun herhangi bir yerinde madde birikimini ifade eder.” Bk. Bülent Özaltay,
Abdullah Köşe: “İstiskâ’ Beyanındadır”. Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, (Ed. Nil Sarı), İstanbul 2001, s. 11-15.
168
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
Sıcak suyun uyardığı olumlu etkiler de sıcaklık fazla olduğunda ve sıcak suyla temas uzun sürdüğünde
bozulur; damarlar aşırı genişler, kalp hızlanırken atım hacmı azalır, perifer/uç kan dolaşımı yavaşlar,
genişleyen kılcal ve toplardamarlarda kan birikir, sıcakta gözenekler açıldığından vücut suyu çeker ve
dokular şişebilir, kan hızlı hareket etmediğinden oksidasyonu ve beslenmesi azaldığından metabolik
faaliyeti karşılanamadığından kaslar gevşer, halsizlik ve yorgunluk hissedilir.34
Hamamda Yıkandıktan Sonra Dikkat Edilmesi Gerekenler
Hamamda yıkandıktan sonrası için tıp yazmalarında bazı tedbirler öngörülür. Osmanlı hekimliğinde
bedenin üşütülmemesi gözetilen sağlık kurallarındandır. Hamamın camekân bölümünde burun, saç ve
sakallar iyice kurulanarak “yaşlılığı”, yani ıslaklığı alınmalıdır. Esvaplar örtünüp, yumuşak minderler
üzerinde sükûn içinde oturulur ki bedenden yaşlık gidip, vücut ilk haline dönsün. Hamamdan dışarı
çıkıldığında vücudu korumak için iyi giyinilmelidir. Temiz elbise giyip, baş ve kulaklar sıkıca örtülür
ki özellikle kış günlerinde soğuk hava isabet edip nezle meydana gelmesin. Hamamda beden çözülmüş
(mütehalhıl) olduğundan ve cilt üzerindeki gözenekler (mesamât) açıldığından soğuk hava kolayca
nüfuz eder. Bu sebeple hamamdan çıkıldığında soğuk havayla karşı karşıya gelmekten kaçınılmalıdır.
Hamamda ve hamamdan sonra cinsel birleşmeden (cima’) sakınılması da tavsiye edilir.
Hamamdan çıktıktan sonra mümkün olduğu kadar susuzluğa sabredilmesi gerekli görülür. Ama
eğer hamamdan sonra çok susuzluk çekilirse, mizacı sıcak olup, genç (taze) olan kişilerin gül, limon,
nilüfer, kuzukulağı ve bal ile sirkeyi (sikencübîn) soğuk su ile ezip, gül suyu (gül-âb) ile kokulandırıp
içmeleri tavsiye edilir. Mizacı soğuk olanlarla yaşlıların ise nöbet şekerini (sükker-i mükerrer) sığırdili
bitkisi (lisân-ı-sevr) suyuyla ezip, gül suyu ile kokulandırıp içmeleri uygun görülür. Su yerine bitki
sularının tavsiye edilmesi dikkat çekicidir. Hamamda sıvı kaybıyla eksilen minerallerin bitki sularıyla
yerine konduğunu düşünebiliriz. Söz konusu maddeler tıbbi etkileri bakımından incelendiğinde, ortak
özelliğin iltihap, öksürük ve soğuk algınlığı tedavisinde etkili olmalarıdır.
Hamam konusu solunum yoluyla uygulanan koku tedavisi (aromaterapi) ile tamamlanır. Yaz
günlerinde delikanlıların (taze yiğitler) ve mizacı sıcak (hâr) olanların hamamda ve hamamdan çıktıktan
sonra gül suyu kullanıp, nilüfer, menekşe, gül ve sandal koklamaları tavsiye edilir. Kış gününde ve mizacı
soğuk olanlar ise ödağacı (ûd) ve anber35 tütsüsü (buhur) yapmalı ve lâden koklamalıdır.
Hamamdan sonra koruk, ekşi nar ve şeker ile terbiye edilmiş kaynamış tavuk ve koyun eti kavurması
gibi cevheri lâtif36 olarak nitelenen gıdaların yenmesi tavsiye edilir.
Hamamdan çıktıktan sonra hemen uykuya varmanın çok faydalı olduğu bildirilir. Hamama güneş
battıktan sonra girilmesi ve sonra gece uykusuna yatılması da tavsiye edilir.
Sonuç
Klasik Osmanlı tıbbının hüküm sürdüğü dönemde hekimler tıbbi bilgilerini ve tecrübelerini hıltlar
nazariyesi doğrultusunda kaleme alırdı. Her ne kadar yazılanlar günümüzdeki gibi kanıta dayalı bilimsel
tıp verileri olmasa da, deneme-yanılma yoluyla nesiller boyu edinilmiş tecrübelere dayanırdı. Hekimler,
uygulamaya dayalı tecrübelerinden birtakım felsefi çıkarımlar yapardı. Hıltlar nazariyesi, edinilen
bilgilerin skolastik bir şekilde yorumlanmasında kullanıldı. Bu sebepledir ki, yapılan araştırmalarla eski
tıpta kullanılan bazı tedavilerin yararlı olduğu ortaya konabilmektedir.
34 George K. Abbott: s. 19-20. Uzun süre sıcak su ile temas kanın alkali özelliğini azaltır.
35 Anber: ada balığının bağırsaklarında toplanan yumuşak, yapışkan ve misk gibi kokan, kül renginde madde.
36 Lâtif gıdalar: Fazla hılt artığı bırakmayan lâtif gıdaların çoğu sindirilir ve pek az artık madde kalır. Lâtif gıdalar besin artıklarının
boşaltılmasına da yardımcıdır. Kan hıltını kaynatarak kanın yanmasıyla sonuçlanan lâtif gıdaların tüketilmesi safra miktarını artırır. Bk. Nil Sarı:
“Osmanlı Tıbbında Besinlerle Tedavi ve Sağlıklı Yaşam.” Türk Mutfağı, Ed. A Bilgin ve Ö Samancı, Kültür ve Turizm Bak. Sanat Eserleri Dizisi:476,
s.137-151, Ankara 2008; Nil Sarı: “Food as Medicine”. Turkish Cuisine, Ed. A Bilgin-Ö Samancı, Republic of Turkey Ministry of Culture and
Tourism, Series of Works of Art 477, pp. 137-151, Ankara 2008.
Türkçe Tıp Yazmalarına Göre Hamam ve Sağlığa Etkisi
169
Havuzda yıkanan erkekler. Topkapı Müzesi Ktp. Albüm No. B.408, v. 18a.
Yararlanılan Türkçe Tıp Yazmaları
Edviye-i Müfrede / İshâk bin Murâd. Yayına hazırlayan Mustafa Canpolat, Zafer Önler, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 2007.
Enmuzectü’t-Tıb / Seyyid Mehmed Emir Çelebi. Telif tarihi 1034 H., istinsah tarihi 1078 H., Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 220/1.
Gâyetü’l Beyân fi Tedbir-i Bedeni’l İnsan / Sâlih bin Nasrullah. İstinsah tarihi H. 1217, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 683. Ayrıca bkz.
Zekiye Gül Elbir: Sâlih bin Nasrullah (İbn Sellum el-Halebî) Gâyetü’l Beyân fi Tedbir-i Bedeni’l İnsan. Giriş-İnceleme-Metin-Dizin. Doktora tezi,
Danışman Ahmet Buran, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Anabilim Dalı, Elâzığ 2000.
Hazâ’inü’s Saâdât /Eşref bin Muhammed. (864/1460). Yayına hazırlayan Bedi N. Şehsuvaroğlu. Türk Tarih Kurumu Yay., IX Seri, sayı 9, Ankara 1961.
Hezâ Kitâb-ı Hikemâ. Tarihsiz. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 209, sondan 8. Sayfa.
Kabusnâme / İlyasoğlu Mercimek Ahmed. C. I, Tercüman 1001 Temel Eser, s.189-190.
Kemâliye / Şirvanlı Mahmud: Giriş-İnceleme-Cümle Bilgisi-Metin-Sözlük. Yayına hazırlayan Muhammet Yelten, İÜ Edebiyat Fakültesi yayını, No.
3255, İstanbul 1993.
Kemâliye. Metin, sözlük, sadeleştirme ile yayına hazırlayan Ali Haydar Bayat. Merkez Efendi Geleneksel Tıp Derneği yayını, İstanbul 2007.
Kenzü’s-Sıhhati’l-Ebdaniyye (Ruhü’t-Tabîb Mürşidü’l habîb) / Tarsuslu es-Seyyid Osman Hayri Mürşid b. Halil. Telif tarihi: H. 1298. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 247, Cilt I.
Kitabü’l Mühimmât / XV. Yüzyılda Yazılmış Bir Tıp Eseri. Yayına hazırlayan Sadettin Özçelik. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayını, No. 157,
Ankara 2001.
Kitâbu’l- Müntehab fî’t-Tıb (823/1420) / Abdülvehhâb bin Yûsuf ibn-i Ahmed el- Mârdânî. İnceleme, metin, dizin, sadeleştirme, tıpkıbasım ile
yayına hazırlayan Ali Haydar Bayat, İstanbul 2005.
Müntahâbü’ş Şifâ / Hacı Paşa (Celâleddin Hızır bin Ali). Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No.174. Ayrıca bk. Müntahab-ı Şifâ. Yayına
hazırlayan Zafer Önler, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu yayını, No. 559, Ankara 1990.
Mürşid / Muhammed bin Mahmûd-ı Şirvânî. Yayına hazırlayan Ali Haydar Bayat ve Okumuş Necdet. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayını,
Ankara 2004.
Sıhhatnûma. 1855’de saraya sunulan sağlık öğütleri. Yayına hazırlayan Uğurol Barlas, İstanbul 2004.
Tâdîl-i Emzice / Hasan E’ş-Şuûrî. Telif ve istinsah H.1088, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 257.
Tedbîr-i Hıfzı’s Sıhhati’l Bedeniyye / Reşîd bin Ebi’l-Hasan el İsrâilî. Çeviren Hayâtîzâde Mehmed Emin b, Ahmed. Telif tarihi H. 1137, İstinsah Tarihi
H.1146, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 258.
Yâdigâr-ı İbn-i Şerif fî İlmi’t Tıb. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Müzesi, No. 148. Ayrıca bk. 15. Yüzyıl Türkçe Tıp Kitabı Yâdigâr-ı İbn-i Şerîf. Editör
Orhan Şahin, Yerküre Yayını, C. I, İstanbul 2003; C. II, İstanbul 2004.
BURSA ÇEKİRGE’DEKİ ESKİ KAPLICA ve
KENTİN SAĞLIK TURİZMİ POTANSİYELİ
BURSA THERMAL SPRING AND ITS POTENTIAL FOR CONSTITUTING A TOWN IN ÇEKİRGE
Yusuf Oğuzoğlu*
* Uludağ Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
Summary
Bursa Thermal Spring (Bursa Kaplıcası) displays a permanency in the all historical periods. Naturally, in this permanency, the quality of its
curative water and being known by faraway lands play a significant role. In my essay, relying on original sources, I aim to take into account the
relation among the thermal spring, people and their environment. At the beginning of 2th century (BC), this thermal spring was servicing to
the people before Prusias, the king of Bthynia, established the old city in the castle region (Hisar). The letters of Pilinius, the famous Roman,
clarifies the services given to this region (2th century AD). In this period, the region of Pythia (Çekirge) gradually improved and it started to
be known as Sotoropolis meaning therapeutic city. In the Late Byzantium Period, even though it wasn’t known so much, the Bursa Thermal
Spring was active. Battuta who came to Bursa in the 1333 confi rms this information. In the period of Ottomans, the whole thermal springs
of Bursa restructured by the revenues of waqfs and some new foundations were built. In this context, the Bursa Thermal Spring (the ancient
thermal spring in Çekirge) started to be called as “Eski Kaplıca” (Old Thermal Spring). It is noteworthy that using the revenues of waqfs from
the villages of Uludağhillside, Sultan Murad I strengthened his kulliye which was built near the Old Thermal. In the registers of waqfs, we see
the data of imaret and the Old Thermal Spring side by side. It indicates that this region became a centre of social attraction in this period. In
th
the second half of the 19 century (in the Ottoman Modernization Period), The Old Thermal Spring maintained its importance. Especially, the
region for Hotels in which the European fabricators stayed was chosen as nearby the Old Thermal Spring. Besides, it is possible to learn the
chemical characteristics of water of the Bursa Thermal Spring and its therapeutic quantity from the data recorded in this century. In this essay,
using the travel books, the Ottoman Evkaf and Tahrir registers and court records, I aim to clarify the importance of Bursa Thermal Spring and
its relation with life.
Sağlık turizmi son 10 yılda çok hızlı bir büyüme ile dünya çapında bir endüstri haline geldi. Tüm
dünyadan birçok insan göz, diş, cerrahi ya da fizik tedavi hizmeti almak için diğer ülkelere seyahat
ediyorlar. Son yıllarda dünya sağlık turizmi bütçesi 400 milyar dolara ulaştı. (Türkiye’den teknolojik
olarak geri olan Hindistan bu pazarda %14 pay alırken, Türkiye’nin Pazar payı %0.5’lerde)
Türkiye jeotermal kaynakları ile Termal Turizmi açısından değerlendirildiğinde İtalya ve Almanya’dan
sonra Avrupa’da üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizin termal suları hem debi ve sıcaklıkları hem
de çeşitli fiziksel ve kimyasal özellikleri ile Avrupa’daki termal sulardan üstün özellikler taşımaktadır.
Türkiye’de yaklaşık olarak 1500 termal kaynak mevcuttur. Bunların 240 adedi kaplıca olarak hizmet
vermektedir. Bu kaplıcalardan yılda 10 milyon kişi birçok hastalığın tedavisi, rehabilitasyon ve dinlenme
amaçlı olarak faydalanmaktadır.
Bursa eski çağlardan beri jeotermal kaynakların çokluğu ile tanınmaktadır. Roma döneminde
yapılan kaplıcalarda görev yapan tıp bilginlerinin tedavileri ve ünü deniz aşırı yayılmıştır. Selçuklular ve
Osmanlı döneminde, Bursa ve çevresinde bulunan bu tesisler iyileştirilip korunmaya çalışılmıştır ve pek
çok yeni termal hamam yapılmıştır.
Jeotermal enerji potansiyeli açısından Bursa en önemli şehirlerimizden biridir. Bursa il sınırları içinde
9 adet jeotermal kaynak bulunmakta ve bu enerjiden turizm, ısıtma, elektrik üretimi, seracılık alanlarında
faydalanılmaktadır. Bu potansiyel enerjinin araştırılması, ortaya çıkarılması ve değerlendirilmesi ülke
ekonomisi açısından büyük yarar sağlayacaktır.
2013 Türkiye geneli hedeflerine göz attığımızda 300 termal tesis ile 500 milyon dolarlık yatırım
planlanmaktadır. Günümüzde termal otel ve tesisler, er mevsimde tüm yapı ve özellikleri ile tedavi,
dinlenme amaçlı konaklamaya ve her türlü ihtiyacı karşılamaya uygun yapısı ile misafirlerini
ağırlamaktadır.
2011 yılı verilerine göre Bursa’ya gelen yerli turist sayısı 74 bin, yabancı turist sayısı ise 42 bin
civarındadır. Ancak bu rakamın sadece %10’luk bir kısmı termal turizm için şehrimizde bulunduğu
düşünülmektedir. 42 bin yabancı turistin ortalama kalış süreleri 1,64 gün olduğu belirlenmiştir. Oysa
termal turistin ortalama kalış süresi 7-10 gündür. Dolayısıyla termal turizmin canlandırılması aynı
zamanda Bursa’nın döviz girdisini de olumlu yönde etkileyecektir. Şehrimizde geliştireceğimiz termal
turizm sayesinde; bölgeler arası gelişim, istihdam oranında artış, 12 ay turizm, yatırım ve işletme
karlılığında artış ve bölgesel kalkınma hedeflenmektedir. Bu bağlamda standartların ve kalitenin
sağlanması için akreditasyon sisteminde sertifika, ruhsat yeterliliği gibi uygulamaların gerçekleştirilmesi
170
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
171
ve hijyen şartlarının sağlanması önemlidir. İyi bir tanıtım ve pazarlama il termal turist sayısı artırılmalı,
konaklama tesisleri, seyahat acenteleri ile tur operatörleri iç ve dış termal turizm amaçlı faaliyetlere
yönelik teşvik edilmesi gerekmektedir.
Kaplıcalar tarihî süreç boyunca hem içerdikleri bol sıcak su sayesinde hem de şifalı özellikleriyle
insan sağlığına katkı yapmışlardır. Kendine özgü bir yapılaşma içeren kaplıca hamamları hem kendi
yörelerinde yaşayan insanlar için hem de başka diyarlardan şifa bulmak üzere gelenler için aynı zamanda
bir sosyal hareketlilik yarattılar. Çevrelerinde sosyal ve iktisadî amaçlı başka yapılar da oluşarak kaplıcayı
paylaşan bir bütüncüllük ortaya çıktı.
Bursa kaplıcası bu bağlamda tüm tarihî süreçlerde gösterdiği devamlılıkla özel bir öneme sahiptir.
Elbette bu devamlılıkta içerdiği şifalı suların niteliği ve uzak diyarlar tarafından bilinecek kadar önem
taşıması rol oynamıştır. Biz sunacağımız bildiride özgün kaynaklara dayanarak kaplıca, insan ve çevre
ilişkisini bütüncül olarak ele almaya çalışacağız.
M.Ö. 2. yy. başlarında Bthynia Kralı Prusais Hisar bölgesindeki eski kenti kurmadan önce kaplıca yöresi
insanlara hizmet vermekteydi. Çekirgedeki kaplıcalarda bulunan yılan şeklindeki bir mermer kitabede
şöyle yazıyordu “APPHAS TANRIDAN İYİ ŞANS DİLER.”1 Uludağ’ın eteklerinden kaynaklanan ve
Bursa’ya sayısız fıskiyeleri ile ulaşan suları kentin kuruluşu ile birlikte değerlendirilir. Kent içine çeşmeler,
hamamlar ya da kaplıcalar inşa edilerek Çekirge semtinin yakınlarında bulunan doğal kaplıcalardan
yararlanılıyordu. Bunlar “Kral Kaplıcaları” olarak (Thermae Bacilicea) adlandırılmaktaydılar. Antik
Bursa’da üç çatallı mızrağı ile taşları kırarak yerine derinliklerinden sular çıkaran Poseidon’un tasviri,
suyun içinden Afrodit’in yeniden hayata dönüşü anlatılırken, tedavi gücünü temsil eden Asklepios ve
Hygeia’nın figürünün kullanılması dikkati çekmektedir. Bu nedenlerle eski Bursalıların kaplıca sularını
bildiklerini ve tedavi amaçlı olarak kullandıklarını varsaymak zorundayız. 1890 yılına doğruBursaMudanya demiryolu çalışmaları sırasında Kara Mustafa kaplıcasının yakınlarında Roma dönemine ait
pek çok önemli yapı gün ışığına çıktı. Bu yapılar bize o dönemde kaplıcaların sahip olduğu değeri ispat
etmektedir
Kral Kaplıcalarının, Hadrianus’un harcamaları ile konsüllüğünün ücüncü yılında yani M.S.120
yılında inşa edildiler ya da tamir edildiler.
Eski Kaplıca (19. Yüzyıl sonu)
1 1894 de kabartma 142 numara ile İstanbul müzesinde korunmaktadır. Bunun üzerinde Asklepios ve Hygeia yüksek bir sacayağına dolanmış
kutsal yılanı beslerken tasvir edilmektedir. Ayrıca Herkül’ü de anlatmaktadır. Herkül, efsaneye göre Argonut seferinde onlarla birlikte seyahat
eden bir Bithniua sahilinde su almak için kıyıya çıktığında kendisini Nymphai’(ler)in baştan çıkardığı arkadaşı ve yoldaşı Hylas’ı aramak için bu
yerlere gelmişti.
172
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
Antik dönem hekimi Galenos’tan öğrendiğimize göre bu sıcak su kaynakları, sadece bir kaynaktan
değil, birden çok noktadan çıkmaktaydı ve tedavi edici bir güce ve farklı bileşimlerinden dolayı değişik
özelliklere sahipti. Tıpkı bugünkü gibi Bursa’dan 10 stadlık mesafede yani 1 ¼ mil ya da 94,5 arşın
uzaklıkta idi. “Bu sular yüksek derecede ısıya sahiptiler. Tedavi edici termal özellikler buradan geliyordu.”
Roma dönemind şehirden ehirden kaplıcalara ulaşımı sağlayan bir devlet yolu bulunmaktaydı. Bu yolun
her iki tarafı da görkemli ve koyu gölgeli selvilerle ağaçlandırılmıştı.
Yeni Kaplıca (19. Yüzyıl Sonu)
Yeni Kaplıca (19. Yüzyıl Sonu)
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
173
Ünlü Romalı Pilinius’un (M.S. 2.yy.) mektupları bu yöreye yapılan hizmetleri açığa vurur. Pythia
(Çekirge) yöresi giderek gelişmiş ve her taraftan gelen hastalar kaplıcalarda iyileştiklerinden tedavi
edici şehir anlamına gelen “Sotoropolis” ismiyle anılmaya başlanmıştır. Bursa Kaplıcası (Bugünkü Eski
Kaplıca) cilt ve eklem hastalıkları ile sindirim ve idrar yolu rahatsızlıklarına şifa verdiği ünlenmişti. Erken
Bizans Dönemi’nde Justinianus çağında yeniden düzenlenen kaplıca özellikle İmparatoriçe Thedora’nın
gelmesiyle ün kazanmıştır. Geç Bizans Dönemi’nde pek söz edilmeyen bu kaplıcanın yine de aktif
olduğu, 1333 yılında Balıkesir üzerinden Bursa’ya gelen İbn Batuta’nın ifadesiyle doğrulanmaktadır.
Eski Kaplıca
Osmanlı sürecinde Bursa kaplıcaları zengin vakıf gelirleriyle mamur edilmiş. Birbiri ardınca yeni
tesisler ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Çekirge’deki bu antik kaplıca “Eski Kaplıca” olarak anılmaya
başlanmıştır. Ancak yine de Osmanlı Evkaf ve Tahrir Defterleri’nde “Nefs-i Kaplıca” (Kaplıca Yerleşkesi
Merkezi) ve Mahalle-i Kaplıca kayıtlarına rastlıyoruz. Sultan I. Murad’ın (1362-1389) Uludağ
yamaçlarındaki köylerin vakıf gelirleriyle güçlendirdiği külliyesinin eski kaplıca yanında inşa edilmiş
olması dikkati çekiyor. Vakıfla ilgili kayıtlarda imarete ve kaplıcaya yanyana yer verilmesi buranın bir
sosyal çekim merkezi olduğuna işaret ediyor. Özellikle vakıf köylerinden gelenlerin ve vakıf görevlilerinin
yerleştiği yeni bir alan olarak Çekirge semti bu şekilde ortaya çıkmıştır. Sultan Murad Evkafı’nın yıllık
gelirinin 1.500.000 akçeye ulaşması, imaretinin yıllık erzak alımının 400.000 akçe civarında olması
kaplıca çevresinde nitelikli bir yapılaşma ve sosyal tesisler olduğunun gösteriyor.
Eski kaplıca Osmanlı Modernleşmesi denilen 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan süreçte yine
önemini korudu. Mudanya İskelesi’ne vapurların yanaştığı Bursa-Mudanya Treni’nin işlemeye bağladığı
dönemde kaplıcaya gelenlerin sayısı daha da artmış ve özellikle ipek fabrikalarını kuran Avrupalıların
kaldığı oteller bölgesi olarak Eski Kaplıca civarı seçilmiştir. O arada Bursa kent merkezi ile Kaplıca
arasında bir şose inşa edildiğini görüyoruz. Artık bu dönemde Bursa Kaplıcası’nın kimyasal özelliklerini
ve tedavi edici niteliğini açıklayan veriler de ortaya çıkmaya başlamıştır.
Doğal sıcak suların varlığı ve hamam inşa edecek devlet iradesinin Bursa’da 2000 yıllık kaplıca
ve hamam kültürünü Osmanlı döneminde sultan, vezir ve diğer devlet görevlileri başta olmak üzere,
çok sayıda vakıf sahibinin şehre gösterdiği özen sonucu, şehirde çeşitli dönemlerde birçok hamam
yaptırılmıştır.
174
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
Yeni Kaplıca
Bursa Kaplıcaları
Eski Kaplıca
Orhan döneminde Bursa’ya gelen ve gördüklerini eserinde anlatan İbn Battuta, şehrin dışındaki
doğal suların, kaplıcaların Osmanlı öncesinde de kullanıldığını belirten bir ifade kullanır. Charles
Texier, Kaplıca’nın çok eskilere giden bir tarihi olduğunu, ancak gördüğü kubbenin Osmanlı Sultanı I.
Murad tarafından yaptırıldığını yazar. Kepeci ve Baykal, Kaplıca’nın Bizans zamanında da kullanıldığını
belirtirlerken, bugüne kalan yapının Osmanlı zamanında (I. Murad) yapıldığında birleşirler. Osmanlı
belgeleri incelendiğinde, Kaplıca semtinin bütünüyle I. Murad zamanında, Osmanlı padişahının
vakıflarının arasında olduğunu ve burada onun tarafından birçok eser yapıldığını saptamaktayız. Eski
Kaplıca’nın I.Murad vakfı olduğu ve 1512 (917)’de II. Bayezid tarafından onarım yaptırılıp, erkekler
kısmına bir camekân yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Bu bilgiyi, hamamın dış kapısı üstündeki kitabesi de
doğrulamaktadır.
Kükürtlü Kaplıcası
Kükürtlü Kaplıcası, bugünkü Çelikpalas yakınındaki Yeni Kaplıca mıntıkasındadır. Kadın ve
erkekler için iki bölümden oluşan bir çifte hamam olan Kükürtlü Kaplıcasının erkekler bölümü, I.Murad
tarafından, kadınlar kısmı da II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır.
Kükürtlü Kaplıcası Hamamlarının Oluşumu
I- Sultan I. Murat eserleri: Sultan I. Murat (1362-1399), 14. yüzyılın ikinci yarısında mevcut tarihi
hamamın nüvesini meydana getiren ilk yapıları halkın parasız yıkanması için inşa ettirmiştir. Hamam
bölümü küçük ve sadedir. Hamamın giriş bölümü olan soğukluk daha büyüktür. Ayrıca hamamda iki
küçük pencere ile aydınlanma- terleme mahalli vardır, burada akan kaplıca suyu yoğun su buharı ve ısı
meydana getirmektedir.
II- Sultan Bayezit devri eserleri: Sultan II. Beyazit (1481-1512),16. yüzyıl başlarında Küçük Kükürtlü
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
175
(Kadınlar Hamamı) ve Büyük Kükürtlü’nün camekan kısmını inşa ettirmiştir. Camekan kısmı geniş ve
ortası soğuk su çeşmesiyle ünlüdür. Burası şu anki hamamın giriş bölümüdür. Daha sonraki dönemlerde
Kanuni Sultan Süleyman, Gut hastalığı krizini kükürtlü sularla tedavi etmiş ve iyileşmenin anısına
ihtişamlı bir kaplıca kubbesi yaptırmış. Yunan ve Romalı dönemlerine ait bir söylencede kükürtlü
sularının kutsal yönüne değinilir. Brusa Konsulü tarafından, kaynayan kükürtlü suya atılan St. Patrice’in
anısına Yunan Hristiyanları yılda iki kez Kükürtlü’yü ziyaret ederlermiş. Antikçağda ünlü tıp adamı
Prusalı hekim Asklepiades’in topraklarda yaşamış olması o çağın tıbbında Bursa’nın, ayrı bir önemi
olduğunu gösterir.
III-19. Asır eserleri: Binalara 19. yüzyıl sonlarında bazı otel odaları ilave edilmiştir. Aynı yüzyılın
sonlarında özel mülkiyete geçen hamamların etrafı otel olarak üç tarafta büyütülmüş. Böylece son şeklini
alan Kükürtlü hamamları 1978’e kadar otel olarak işletilmiştir. 1978’de Uludağ Üniversitesi Senatosu
oteli kamulaştırma kararı almış ve tesisler 1981 Ekiminde Üniversite’ye teslim edilmiştir.
1981 yılında Üniversite tarafından kamulaştırıldıktan ve Restorasyon 1992’de tamamlandıktan sonra
Atatürk Rehabilitasyon Uygulama ve Araştırma Merkezi (ARUAM) adıyla osteoporoz (kemik erimesi),
kireçlenme, eklem ağrıları, romatizmal ve ortopedik rahatsızlıkları olanları bilimsel yöntemlerle
sağlığına kavuşturuyor. Merkez,Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi ile birlikte İngiliz Kalite Yönetim
Sistemi’ne (UKAS) dayanan ve Avrupa’nın en saygın kuruluşlarından biri olan SGS’den ISO 9001: 2000
belgesi aldı. Joint Commission Internationale (JCI) tarafından uluslararası düzeyde akredite edildi.
Temelde Bursa’da iki termal su bulunur Çekirge ve Kükürtlü. Bu iki su, ısı ve içerik bakımında farklıdır.
Çekirge Termal Suyu; düşük tuz içeriği olan, ısısı 46 °C civarında bir termal sudur. Kükürtlü Termal
Suyu; geldiği yol boyunca ısısı ve mineral içeriği değişen bir sudur. En yüksek ısı ve en yüksek mineral
içeriği Bademlibahçe ve Kükürtlü A kaynağında ulaşır. (82 °C)
Uludağ’da 2000-2500 m’de kışları yağmur ve kar, yerin altına süzülür. İçine kayalardaki ve topraktaki
mineralleri alır, ısınır ve toprak altındaki fay hatlarının çatlaklarından süzülerek tekrar yer üstüne
çıkar. Beraberinde jeotermal enerjiyi ısı olarak depolamış, sülfat gibi minerallerle yüklenmiş, yani
zenginleşmiştir. En zengin ve en çok ısınmış olarak yeryüzüne çıktığı yer Kükürtlü A kaynağı ve
Bademlibahçe’dir.
Kükürtlü Suyunun Özelliği: Sıcaklığı: 74.5 ˚C, Debisi: 4.5 lt / sn., Kimyasal özelliği: Kalsiyumkarbonat,
sülfat ve sülfür vb. içermektedir. Sülfür içeriği nedeniyle halk arasında kükürtlü su olarak tanınmaktadır.
Yeni Kaplıca
176
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
Kara Mustafa ve Kaynarca Hamamları
Bu iki hamam da Kaplıca-i Cedîd (Yeni Kaplıca) denilen mıntıkadadır ve Kanuni Sultan Süleyman’ın
vezirlerinden Rüstem Paşa’nın evkafındandır. Zira her iki hamamın da zemînleri (arsaları), belgelerde
I. Murad’ın evkâfından görülüyor. Hamamlardan birine adını veren Kara Mustafa Paşa, II. Bayezid’in
damadıdır. Bu hamamlar, doğal suların bulunduğu bu bölgede, II. Bayezid zamanında yaptırılmış ve
Kanuni’nin veziri tarafından alınarak vakfedilmiştir. Çünkü Fatih döneminde vezirlik yapmış ve II.
Bayezid’e damat olmuş Kara Mustafa Paşa, Cem olayına karıştığından 1483 (888)’te öldürülmüş ve
Bursa’ya defnedilmiştir. Türbesi, bugün Hamza Bey türbesinin yakınındadır
Bursa Hamamları
Hallâclar (Cullâhân) Hamamı
Bugün Koza Hanı’nın batı tarafına düşen, Uzunçarşı’daki bu hamam, Orhan Gazi tarafından
yaptırılmıştır. Sultan’ın Kale’deki Manastır medresesine vakfedilmiştir. Hamam, yakınındaki cami ve
imaret ile birlikte, Osmanlı Bursa’sının Hisar dışındaki ilk yapılarından biridir.
Eski Yeni Hamamı
Bu hamam, Hisar’da Ortapazar yakınında, Sofî Fakih mahallesindedir ve Orhan Gazi tarafından
yaptırılmıştır. “Eski Yeni” denilmesi, Orhan Gazi tarafından Aşağı Şehir’deki Hallâclar hamamının
yaptırılmasından sonraya ilişkindir.
Nalıncılar Hamamı
Hamam bugünkü Tuz Pazarı yakındadır ve I. Murad tarafından yaptırılmıştır. Bursa’daki hamamların
ilk üçünden biridir. Bu hamam Hüdâvendigâr ve Gale Pazarı Hamamı adları ile de anılır.
Ali Paşa Hamamı
Yıldırım Bayezid’in sadrazamı Çandarlı Ali Paşa tarafından yaptırılan bu hamam, aynı adla anılan
mahallededir. Paşa’nın camiine vakfedilen hamamın vakfiyesi 1393 yılında düzenlenmiştir. Hamam,
1628 yılında, onarılmasına vakfın parası yetmediğinden satılmış ve Velî Şemseddin mahallesinden
Mevlânâ İbrahim Efendi, burasını tekkeye çevirmiştir. Bu nedenle Hamam Tekke diye anılmıştır.
Yıldırım Hamamı
Bu hamam, Yıldırım Bayezid tarafından, tahta geçmesinden bir yıl sonra yaptırılmıştır. İmaretinin
yakınındadır ve oraya vakfedilmiştir.
Eyne Bey Hamamı
Tahte’l-kal’a’da Eyne Bey çarşının üst tarafındadır. Ayverdi, bu hamamın Eyne Bey’e ait olduğunu ve
aynı Bey’in, Bursa’da bir ikinci hamamının daha bulunduğunu açıklar. Eyne Bey’in, Küçük ya da Kara
Eyne Bey diye bilinen adaşından ayrı, Timur olayına değin büyük yararlıkları görülen ünlü komutan
olduğu anlaşılıyor.
Şengül Hamamı
Ulucami’in kuzeyinde küçük ve tek bir hamamdır. Ulucami’in vakfıdır.
İbrahim Paşa (Mahkeme) Hamamı
Kız Lisesi’nin karşısında, İbrahim Paşa camii yakınında bir çifte hamamdır. Çandarlı Halil Hayreddin
Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış ve İznik’teki imaretine vakfedilmiştir. İbrahim Paşa,
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
177
Timur olayında bulunmuş, Ali Paşa’dan sonra kadıasker olmuş, Amasya’da valilik, Çelebi Mehmed
zamanında vezirlik, II. Murad zamanında sadrazamlık yapmıştır. 1429 yılında ölmüştür. Vakfiyesi 1421
yılında düzenlendiğine göre, hamam daha önce yaptırılmış olmalıdır.
Oruç Bey Hamamı
Hamam, Hisar’da Kal’a-i Umur Bey mahallesindedir. Timurtaş Paşa’nın oğlu Oruç Bey tarafından,
yakınındaki mektep için yaptırılmıştır. Hamamın vakfiyesi 1420 tarihli olduğuna göre, bu tarihten önce
yapılmış olduğu anlaşılıyor. Bugün Yıkık Hamam diye anılmaktadır.
İbrahim Paşa Hamamı
Hamam, Hisar’da Tefsîrhân mahallesinde idi. Halil Paşa’nın oğlu Çandarlı İbrahim Paşa tarafından
1485 yılından önce yaptırılmıştır. İbrahim Paşa, Fatih döneminde gözden düşen, ancak II. Bayezid
döneminde Rumeli Kadıaskerliği ve sadrazamlık yaparak, 1499 İnebahtı savaşında şehit olan Çandarlı
ailesinin bir üyesidir.
Umur Bey Hamamı
Bugün Akçardak denilen mıntıkadadır. Timurtaş Paşa’nın oğlu Umur Bey tarafından yaptırılmıştır.
Yakınındaki camiinin vakfıdır. 1461 (865)’de ölen Lala Şahin’in torunu Umur Bey, Bursa’dan başka
Anadolu’nun birçok şehrinde benzeri sosyal yapıların sahibi ve vâkıfıdır. Camiinin kapısının dışında iki
tarafta yazıt biçiminde vakfiyesi bulunan Umur Bey, bu hamamı 1454 (859) yılından önce yaptırmıştır.
Kaygan Hamamı
Kaygan camiinin güney tarafındadır. Bu hamam, Mehmed Ağa, Kayan, Dülgerler ve Ağaçcılar
hamamı adları ile de anılır. Sultan Çelebi Mehmed’in kızı Selçuk Hatun’un kocası olan ve Karaca Paşa
adıyla da anılan Koca Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Atpazarı Hamamı
Ahmed-i Dâ’î mahallesindedir. Emir Sultan vakfıdır. Emir Sultan’ın türbesinin bulunduğu mahallede
ayrı bir hamamı vardır.
Muradiye Hamamı
Sultan II. Murad tarafından, Muradiye’de külliyesi dahilinde 1426 yılında camii ile birlikte
yaptırılmıştır.
Tavukpazarı Hamamı
Bulunduğu mıntıkadaki Pazar yerinin adıyla anılır. Sultan II. Murad tarafından, Muradiye’deki cami
ve imaretine gelir sağlamak amacıyla yaptırılmıştır. Pirinç Hanı’nın bitişiğindedir. 1479 yılında Muradiye
külliyesinin mütevellisi Çandarlı İbrahim Paşa tarafından gündeliği 47 akçadan kiraya verilmiştir. Çarşı
içinde bulunması dolayısıyla fazla işlek bir hamamdır. Ancak 1619 yılında Celâlî saldırısı sırasında
büyük zarar görmüştür.
Reyhan Hamamı
Reyhan mahallesindedir. II. Muradın harem ağalarından Reyhan Paşa tarafından, Yenişehir’deki
zaviyesine gelir sağlamak amacıyla yaptırılmıştır.
178
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
Başçı İbrahim Hamamı
Tüccardan bir zât olan Başçı İbrahim tarafından camiinin yanında, aynı adla anılan mahallede
yaptırılmıştır. Geliri hem camiye, hem de adı geçen kişinin İstanbul’daki medresesine vakfedilmiştir.
Çakır Hamamı
Hisar’ın eteğinde, Altıparmak’tan Çekirge’ye giden yolun solunda bir çifte hamamdır. Bu mıntıkaya,
incelediğimiz dönemde Çıra Pazarı denirdi. Hamamı, II. Murad ve Fatih döneminin emîrlerinden,
Bursa’nın ilk subaşısı Çakır Ağa, Silivri’deki imareti için yaptırılmıştır. Hamamın yeri, hemen yakınındaki
mahalleye adını veren Mecnun Dede vakfının idi. On altı evlek yeri ayda otuz iki akça mukâta’a ile Çakır
Ağa tutmuş ve bu hamamı yaptırmıştır. Birçok defalar onarım gören bu hamam, incelediğimiz dönemin
en işlek hamamlarından biridir. Çünkü gündelik kirası oldukça yüksektir. Örneğin, 29 Nisan 1505’de 50
akça gündelikle kiralanmaktadır.
Davud Paşa Hamamı
Yeni Tahte’l-kal‘a’da, Bit Pazarı’ndadır. Fatih Sultan Mehmed zamanında Anadolu Beylerbeyi olan
ve II. Bayezid zamanında on beş yıl sadaretti bulunan Davud Paşa, bu hamamı 1485 yılında yaptırarak,
İstanbul’daki cami, imaret, medrese, mektep ve çeşmelerine vakfetmiştir. Bursa’da hamamın bulunduğu
Tahte’l-kal‘a’da, bir de mescidinin olduğunu vakıf kayıtları göstermektedir.
Kadı Hamamı
Uzunçarşı’da, Gelincik çarşısında Eski Yeni Hanı’nın yakınındaydı. Bânîsi Hacı Hasan-zâde Kadıasker
Mustafa Efendi’dir. Adı geçen kişi, İstanbul’daki cami ve medresesine vakıf olarak yaptırmıştır. Vâkıfın
Temmuz başları 1505 (Evâ’il-i Safer 911) tarihli vakfiyesine göre, Bursa’da iki hamamı vardır. Bunlardan
Kadı hamamı, daha önce yaptırılmıştır. Kepeci, bu hamamın 1490 yılından önce yaptırıldığını söyler.
Ticaret kesiminin en işlek hamamlarından biridir. Bânîsi, ilmiyeden biri olduğu için Kadı Hamamı diye
adlandırılmış olmalıdır.
Mesih Paşa Hamamı
Hoşkadem mahallesindedir. Bugün Sedbaşı köprüsünden bir önceki sokak aralığında, caddeden
görülür. Yaptıran, II. Bayezid döneminin vezirlerinden Mesih Mehmet Paşa’dır. Bugün yanlış olarak
Nasuh Paşa Hamamı diye adlandırılmıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi, eskiden beri süregelen bu yanlışlığın,
Mevlânâ Nasuh adlı bir kişinin ve oğlu Mehmed’in inşaata önce nâzır, sonra da vakfa câbî olmaları ile
doğduğunu belirtir. Mesih Paşa, bu hamamı Gelibolu’daki cami ve imaretine vakfetmiştir. 1477 yılında
hamam, 43.000 akça yıllık kira ile işletildiğine göre, bu tarihten önce yapılmış olmalıdır.
Bu hamamla ilgili 1585 tarihli bir sicil kaydı son derece ilginçtir. Sözü edilen belgede belirtildiğine
göre, bu hamam oldukça büyük olduğu için gelirinin giderlerini kapatmadığı gerekçesiyle kimse
tarafından işletilmek üzere kiralanmamaktadır. Etrafındaki beş mahallenin ahalisi, üç yıldır boş duran
hamama ihtiyaçları olduğunu belirterek, kadınlar kısmının bozularak kazan ve diğer malzemesiyle
erkekler kısmının onarılmasının ve yenilenen kısmın öğleye kadar erkeklere, öğleden sonra kadınlara
açık tutulmasını içeren isteklerini padişaha sunmuşlardır. Bu istek, yerinde görülerek o yönde bir
değişiklik yapılmıştır.
Kiremitçi Hamamı
Şehrin kuzeyinde Kiremitçi camii yakınlarındadır. 1543 (950) yılında Fatih Sultan Mehmed’in
Kiremitçibaşısı Mehmed Bey’in oğlu Sinan Bey tarafından yaptırılmıştır. 1542 yılında Pirinç Hanı’nın
mütevellisi olan Sinan Bey’in Kiremitçi-zâde diye anılması nedeniyle hamam da aynı adla bilinir.
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
179
Çömlekçiler ve Haydarhâne Hamamları
Molla Fenârî’nin oğullarından Yusuf Bali’nin oğlu Ali Paşa, çeşitli devlet görevlerine atandıktan
sonra, 1496 yılında Bursa’ya gelmiş, biri Çömlekçiler, diğeri Haydarhâne olmak üzere iki hamam
yaptırmıştır. Çömlekçiler hamamı, Veled-i Kazâz mahallesindeydi. Altıparmak caddesinin genişletilmesi
sırasında yıkılmıştır. Haydarhâne hamamı, Pınarbaşı’na yakın, Konevî mahallesindeydi. Bugün de
kullanılmaktadır.
Pınarbaşı Hamamı
Bu hamam, Kadı hamamının bânîsi Hacı Hasan-zâde Kadıasker Mustafa Efendi tarafından
yaptırılmıştır. Vakıf kayıtlarında, “Zindankapısı yakınındaki Yeni hamam” diye geçer. Bu hamam da, adı
geçen kuşunun İstanbul’daki camiine vakfedilmiştir.
Yeşil Hamamı
Bu hamam, bugün Yeşil diye bilinen, incelediğimiz dönemin belgelerinde Sultan mahallesi adıyla
geçen semtteydi ve Köseler medresesinin vakfıydı. Kepeci’ye göre, medrese ve hamam, XVI. Yüzyılda,
Köseç Ali Paşa adlı birisi tarafından yaptırılmıştır.
Emir Sultan Hamamı
Yıldırım zamanında Anadolu’ya gelmiş ve Yıldırım Bayezıd’e damat olmuş olan Emîr Mehmed
Buharî’nin, kendi adıyla anılan mıntıkadaki tek hamamıdır. Yapılış tarihi ve bânîsi kesinlikle
saptanamamaktadır.
İncirli Hamamı
Aynı adla anılan mahallededir. Fenârî Ahmed Paşa’nın kardeşi Alâaddin Ali Efendi tarafından
yaptırılmıştır. Alâaddin Ali Efendi, 1497 yılında öldüğüne göre, XV. Yüzyıla ait bir yapıdır.
Bursa Kaplıcaları
Bursa, hamam ve özellikle kaplıcalar açısından dünyanın en zengin kentlerinden biridir.Bursa
kaplıcalarıyla ilgili en erken bilgi, 82 yılında Dion’un konuşmalarında görülür.Osmanlıar, bir yandan
Bizans´tan kalma hamamları onarırken, bir yandan da kendileri için yeni kaplıcalar, termal hamamlar
yaptılar.Bursa´nın kaplıca suları şehrin batısındaki Bademli Bahçe ve Çekirge bölgelerinden çıkar. Her
iki bölgeden çıkan termal suların kimyasal analizleri farklı olduğu gibi, aynı bölgeden çıkanlarınki de
farklıdır. Buna göre kaynakları n aralarında bağlantı olmadığı kabul edilebilir. Çekirge´de bulunan
sulara çelikli, Bademli Bahçe´de bulunanlara kükürtlü sular denir. Kara Mustafa Kaplıcası´nın suyu
ise tamamen farklıdır. Vakıf Bahçe´de bulunan kâgir depodan çıkan su 32 yere verilir. Bunlar arasında
hamamlar oteller ile şahısların evleri vardır.
Eski Kaplıca, Bursa´nın en eski ve en büyük kaplıcasıdır. Sağlıklı ve şifalı suların bulunduğu
kaplıcalarda yoğun tempo içerisinde yorulan vücudunuzu dinlendirebilir ve yıpranan ruh ve beden
sağlığınızı tazeleyip yenileyebilirsiniz.Asırlardır imparatorları, kraliçeleri iyileştiren,hastalara derman
olan Bursa kaplıcalarının suları; yüksek enerjisiyle iyileştirici etkisi olduğuna inanılan kehribara
benzetilir. Günümüze kadar gelebilen Bursa merkezindeki kaplıcaların en tanınmışları; Sultan I. Murad
tarafından yaptırılan Eski Kaplıca (Armutlu), Sultan I. Bayezid tarafından yaptırılan Kükütlü Kaplıca,
Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Yeni Kaplıca ile Kara Mustafa
Paşa’nın kendi adına yaptırdığı Kara Mustafa Paşa Kaplıcaları’dır. Bursa merkezinin dışında; İnegöl’de
Oylat Kaplıcaları ile Çitli Maden Suyu; Mustafakemalpaşa’ya bağlı Akarca köyünde Tümbüldek Kaplıcası,
Gemlik’te Umurbey köyü yolunda Terme Kaplıcası; Orhaneli’ne bağlı Ağaçhisar ve Sadağ Kaplıcaları
asırlardır şifa dağıtmaya devam ediyor.
180
Bursa Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kentin Sağlık Turizmi Potansiyeli
Kükürtlü Kaplıcaları

Çekirge’nin başı olan meydanda eski kaplıca: Dışını zevksizlik bu hale sokmuş, yoksa içine giren aslı bundan
güzel. Bursa’nın birinci derecede hamamı. Büyük iki kubbesi var. Altında da büyük bir havuz. Uludağ içinde
Korun ışıttığı su, taş oluşmuş bir arslanın ağzından daima akmada.
 Hüdavendigar Vakfı. Lakin Orhan’dan başlıyor gibi. Bayezid II tamir ettirmiş. İşte Bursa emsalsiz hususiyetini
bunlarla tamamlıyor.
 Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri, S.93.
Kaynakça
Vasileos I. Kandes, Bursa, Çev. Dimitri Demirci –İbrahim Kelaga Ahmet, Haz. Selahattin O. Tansel, Ankara 2006.
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1991
İbn-i Batuta Seyahatnâmesi, İstanbul, 1993.
Kamil Kepeci, Bursa Hamamları, Bursa, 1938.
Kazım Baykal, Bursa ve Anıtları, Bursa 1950
Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, Ankara, 2006.
Kâmil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, Bursa İnebey Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi, No: 4519-22, Cilt I-4
Charles Texier, Küçük Asya-Bithynia, Haz. Raif Kaplanoğlu, Bursa, 1997
Hüdavendigâr Livası Tahrir Defterleri I, Haz. Ömer Lütfi Barkan-Enver Meriçli, Türk Tarih
Kurumu Yay., Ank. 1988
HEKİM DAVUD EL-ANTAKİ’NİN HAMAM VE YIKANMA KİTABI
DAVUD EL-ANTAKI’S BOOK ON BATH AND BATHING
Sadık Nazik*, Funda Kadıoğlu**, Selim Kadıoğlu**
* Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Doktora Öğrencisi.
** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Summary
Davud el-Antaki is an Ottoman scientist who lived in 16th century and considered among famous and accountable scholars of his era.
Beside his main identity as a physician, he worked in different areas such as veterinary, pharmacy, logic, philosophy, astronomy, engineering,
algebra, theology and literature. As he was blind from birth, he was called “Darir” and because of his wide knowledge, he was called “Basir”
which means the person who can see through the eyes of heart. The subject of Davud el-Antaki’s book called et-Tuhfetü’l-Bekriyye fî Ahkâmi’lİstihmâmi’l-Külliyye ve’l-Cüz‘iyye (Regulation of Whole and Partial Bathing: A Present to Bekri), which is also the subject of this paper, is the
relationship of human health with bath and bathing culture. Five handwritten copy of this book have reached to present day and one of them
is in Turkey (Süleymaniye/Şehit Ali Paşa Library, No: 2093). The main subjects of the book are general information about the bath and the
necessary features an ideal bath should have; the units of bath; the benefits and harmful effects of taking a bath; main considerations to deal
with before, during and after taking a bath; the main points that the person who will enter to the bath should take attention to according to
the health condition or illnesses; the precautions against the possible damages during the exit from bath; the importance of taking a bath in
cold water; the medicine that can be used after the bath. The primary purpose of this paper is to describe Davud el-Antaki’s book on bath and
bathing, and to emphasize its importance in the history of Islamic medicine.
Giriş
Yıkama farklı kültürlerde çeşitli biçimlerde ortaya çıkan temizlik anlayışlarının hemen hemen
tümünde kullanılan temel yöntemlerden biridir. İnsanın temizlenmesi özelinde gündeme gelen yıkama
ve yıkanma süreçleri, öncelikle bedeni paklamaya yönelik olmakla birlikte kimi durumlarda maneviruhsal arınmayı sağlama iddiasını da taşımaktadır. Temizliğin hıfzıssıhhanın başlıca konularından biri
olmasının bir uzantısı olarak, geçmişteki farklı temizlenme biçimlerinin ve bu bağlamda yıkanma ile
bağlantılı uygulamaların ve ortamların tıp tarihinin ilgi alanına girmesi kaçınılmazdır.
Hamam genel olarak temizlenme ortamlarını ifade etmenin yanı sıra özel olarak bu ortamların
Roma ve Türk gelenekleri içinde ortaya çıkan örneklerinin adlandırılmasında kullanılan bir tabirdir. Söz
konusu gelenekler çerçevesinde hamamlar, çeşitli toplumsal ve tıbbi işlevlere sahip olan ve bu işlevleri
yerine getirebilmelerini sağlayan mimari nitelikler taşıyan büyük yapılardır1. Hem günümüze intikal
eden tarihi hamamlar hem de geçmişte onlar hakkında yazılmış-çizilmiş olanlar, genel olarak toplumsal
tarih ve kültür tarihi, özel olarak mimarlık tarihi ve tıp tarihi çerçevelerinde incelenmektedir.
Makalemiz çerçevesinde XVI. yüzyıl hekimlerinden Davud El-Antaki’nin “Et-Tuhfetü’l-Bekriyye fi
Ahkami’l-İstihmami’l-Külliyye ve’l-Cüz’iyye” isimli, “tam ve kısmi yıkanmalar” hakkında bilgi aktaran
kitabı ele alınmıştır. Daha önce üzerinde inceleme yapılmamış olan bu kitabın kısa ve genel olarak
tanıtımıyla yetinilmiş; benzer eserlerle karşılaştırılmasına gidilmemiş; kaynaklarının belirlenmesi
arayışına da girilmemiştir. Söz konusu çalışmaların, kitabın tam metin çeviri ve kapsamlı bir
değerlendirme halinde yayına hazırlanması sürecinin aşamaları olması öngörülmektedir.
Davud El-Antaki
XVI. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı âlimi olan Hekim Davud el-Antaki hicri 950, miladi 1543 yılında
Suriye’nin İdlib iline bağlı Fua köyünde doğmuş, hicri 1008, miladi 1599 yılında Mekke’de ölmüştür.
Adıyla adlandırıldığı kent olan Antakya’ya yedi yaşında ailesiyle birlikte gelmiş, orada Habib-i Neccar
dergâhında eğitim almıştır. Felsefe ve tıp alanlarında önemli bir isim olan Şeyh Muhammed Şerif bu
eğitimin bir bölümünde hocası olmanın yanı sıra onu tedavi de ederek yürüyebilir hale gelmesini
sağlamıştır2,3,4,5.
Davud el-Antaki tıp, tabii bilimler, matematik, mantık, fizik ve Yunanca öğrenmiş olarak Antakya’dan
ayrılmış, Anadolu’yu, Suriye’yi, Filistin’i ve Mısır’ı gezmiştir. Mısır’da, zengin bilgi dağarcığıyla ve
hastalıkları iyileştirme yeteneğiyle, kendini sevdirmiş, Kahire’deki Zahiriye Medresesi’nde bir yandan
ders okutmaya diğer yandan da hekimlik yapmaya başlamıştır4. Bu pratik çalışmaların yanı sıra Abbasi,
181
182
Hekim Davud El-Antaki’nin Hamam ve Yıkanma Kitabı
Fatımi ve Endülüs dönemlerine ait birçok tıp ve felsefe eserini inceleyerek kendini geliştirmiştir5,6,7,8.
Mekke Şerifi Hasan Bin Numay’ın daveti üzerine 1599’da Mekke’ye gitmiş, bir yıl sonra burada
ölmüştür2,7,9.
Doğuştan kör olduğu için “Darir”, çok bilgili olduğu için de, gönül gözüyle gören anlamında, “Basir”
şeklinde anılan Davud el-Antaki, hekim kimliği ön planda olmakla birlikte veterinerlik, eczacılık, mantık,
felsefe, astronomi, mühendislik, cebir, kelam ve edebiyat gibi farklı alanlarda çalışmalar yapmıştır1,2.
Tüm bu alanlardaki yöntemsel netliğinin ve bilimsel titizliğinin yanı sıra vakıf olduğu dillerin çokluğu,
hafızasının gücü ve zekâsının keskinliği çağının önemli isimleri arasında yer almasını sağlamıştır2,5,6,8.
Et-Tuhfetü’l-Bekriyye fi Ahkami’l-İstihmami’l-Külliyye ve’l-Cüz’iyye
Başlıkta yer alan orijinal ismini Türkçe “Tam ve Kısmi Yıkanmaların Hükümlerine Dair Bekri’ye
Armağan” şeklinde ifade edebileceğimiz küçük hacimli kitap Antaki’nin tıpla ilgili eserlerindendir10.
Kitabın armağan edildiği kişi XV. ve XVI. yüzyıllarda Mısır’da yaşamış alim, sufi ve şair Muhammed Ebul
Hasan El-Bekri’dir11. Arapça olan eserin günümüze intikal etmiş bilinen beş nüshası vardır. Bunların üçü
Mısır’da, biri Irak’ta, sonuncusu ise İstanbul Süleymaniye Şehid Ali Paşa Kütüphanesi’ndedir12. Anılan
nüsha farklı yazarlara ait altı tıp kitabının birlikte ciltlenmiş olup mecmuada ikinci sırada yer almakta, 21.
varak a yüzünde başlayıp 41. varak b yüzünde bitmektedir. Telif tarihi Tezkire ile karşılaştırma yapılarak
hicri 972 öncesi şeklinde hesaplanan eserin bu nüshası hicri 1200 yılı civarında istinsah edilmiştir.
Konusu hamam, yıkanma kültürü ve bunların insan sağlığıyla ilişkisi olan kitabın bölümleri, kısa
bir giriş yazısı, mukaddime, ana metni oluşturan yedi bölüm ve hatime şeklindedir12. Makalemizin bu
alt bölümün devamında kitabın tüm bölümlerine kısa kısa değinilmiş; bölüm içeriklerinin takdimi
ve özetlenerek aktarımı kombine edilmiştir. Değinmeler bağlamında ikincil kaynaklardan ve farklı
nüshalardan yararlanılmamış, tek kaynak olan yukarıda anılan nüsha yoğun tekrardan kaçınma
kaygısıyla her cümlede refere edilmemiştir.
Giriş bölümünde İslam tıp yazmalarının çoğunda olduğu gibi Allah’a, Hz Muhammed’e ve ailesine
salat ve selam ile söze başlanmaktadır. Tıp ilminin şerefinden veya yararının büyüklüğünden ötürü
çoğu ilimden daha üstün ve daha köklü olduğunu belirten yazar, bu ilmi tahsil uğrunda nice günler
geçirdiğini, tıbbın kaidelerini ve bunların istisnalarını öğrendiğini, tıbbi meselelere ve bunlara ait
delillere vakıf olduğunu ifade etmektedir. Kitabın yazılış nedeni ve bölümleri hakkında bilgi verilen bu
bölümde Muhammed el-Bekri’yi öven iki şiir de yer almaktadır.
Mukaddime bölümünde hamamın tanımı ve konusu ile ilk hamam bina eden kişi hakkında bilgiler
bulunmaktadır. Bu bilgiler bağlamında, hamam Arapça bir kelime olup “dîmâs” demektir. Hamamın
konusu bedenin “tahlil” (ayrıştırma), “taltîf ” (yumuşatma, inceltme) ve “tanzîf ” (temizleme, arındırma)
edilmesidir. Hipokrat bimaristan ve hamam yapma konusunda başkalarına önderlik etmiş, ilk hamam
ise Büyük İskender’in çağdaşı bir hekim ve devlet adamı olan Endromahos tarafından kurulmuştur. Ona
hamam kurma ilhamını veren olay, sinir düğümlenmesi olan bir adamın girdiği bir ambarda farkında
olmadan kibritli sıcak suya düşmesi ve böylece eleminin dinmesidir. Endromahos bu olay kendisine
anlatıldığında havası sıcak bir ortamda bedenin ısınmasının ilaçların yapamayacağı derecede ayrışmayı
sağladığı çıkarımını yapmıştır.
Birinci bölümde hamamın yapısal özellikleri ve sahip olması gereken nitelikler ele alınmaktadır. Bu
bölümdeki bilgilere göre hamam yüksek tavanlı, geniş pınarlı, kadim yapılı olmalı; soyunma, dinlenme,
oturma yerleri içermeli; temiz tutulmalı ve bol suyu bulunmalıdır. Umumi hamamlarda, su kazanlarının
büyük olması gerekir. Hamamın iyisi yapısı eski, boşluğu geniş, suyu tatlı olandır. Zemin sert olmalı,
latif mermerle döşenmelidir. Ahşabın suyu ve buharı emmesi, bu yüzden de ufunet meydana getirmesi
nedeniyle ahşap hamamda ahşap malzeme kullanılmamalıdır. Dehlizlerin kıvrımları çokça olmalıdır.
Hamama elbiseyle girmek veya hamamda elbise giymek hiç sağlıklı değildir. Hamamın dumanlardan
ve tozlardan korunması gerekir. Hamamda boşluğa açılan çok sayıda pencere olmalıdır. Hamamın
külhanında yakılması uygun olan bitkiler asma, susam, mersin, hocayemişi, pamuk ve defnedir.
İkinci bölüm daha önce değinilmemiş konulardan bahsetme, avamın-genelin istifadesine açık
olan diğer bölümlerden farklı olarak seçkinlere hitap etme iddiasındadır. Bu bölümde hamam ile temel
nitelikler olan hararet-soğukluk ve rutubet-kuruluk, temel unsurlar olan ateş-hava-su-toprak arasındaki
bağlantılar-ilişkiler üzerinde durulmaktadır. Bu çerçevede hamamın kısımlarından ilk oda soğutucu
ve nemlendirici, ikinci oda ısıtıcı ve nemlendirici, üçüncü oda ise ısıtıcı ve kurutucudur. Hamamda en
Hekim Davud El-Antaki’nin Hamam ve Yıkanma Kitabı
183
önemli unsur, diğer unsurları bünyesinde barındıran havadır. Çünkü hava suya tutunur ve onu latif kılar,
sudan alıp dönüştürdüklerini taşıyıp bedenlere ulaştırır. Ateşi hem dolaştırır ve böylece onu gözeneklere
iletir hem de ağır nem karışımıyla onun yükselmesine mani olur. Kuruttuğu zaman ateşe benzer şekilde
kurutur, hamamda toplanıp yoğunlaşmış nefesleri ayrıştırır.
En iyi hava, hem duman, ufunet ve leş gibi aşağıda olan kirleticilerden hem de ayrılmış buhar ve
atıklardan gelen madde gibi yüksekteki kirleticilerden uzak olan havadır. Suyun mutlak yarar bakımından
en iyisi tatlı saf olanı, uzaktan geleni, taşlaşmış halis toprak üstünden doğuya ve kuzeye doğru akanıdır.
Ateşe gelince, yazın iyi ayarlanması; etkisinin azaltılması gerekir. Özellikle sıcak bölgelerde buna dikkat
edilmelidir. Böylece ateşin ısıttığı su yakıcı, zarar verici bir etkiye sahip olmaz. Toprak halis, sağlıklı,
kibritle karışmamış olmalı; hızla değişmemeli-değiştirmemeli; kireçliymiş gibi su kendisine ulaştığında
kötü buhar yükselip çıkmalıdır. Bunların yanı sıra toprağın Antakya’daki gibi sudan uzak, dağlı, kara,
şapsız olması ve hiç bitki içermemesi uygundur.
Üçüncü bölüm hamamın faydaları hakkındadır. Bu bölümde aktarılan bilgilere göre hamam
ilaçlardan daha güçlü bir şekilde ayrışma sağlama ve latif kılma, inceltme, yumuşatma etkileriyle ufuneti
dışarı çıkarır. Kiri, veremi, ufak yumruları, sivilceleri, yaraları, çıbanları temizler; hıltları olgunlaştırır;
ufuneti gideren şeyleri canlandırır; bitleri giderir; bitkinliği çözer; bedeni rahatlatır. Hamam atıkları
boşalttığı, gazı ayrıştırdığı ve dışarıya yönlendirdiği için kolerada faydalıdır; özellikle kabzedici sulara
sahip olan hamamlar, doğal hararete destek oldukları için hazmı sağlıklı hale getirirler. Kurutarak ya da
çokça ayrıştırarak nezle ve gribi tutma, normalde tedricen çıkacak olan maddeyi kökünden söküp atma,
letafetle uygulandığı takdirde son dönemlerindeki humma çeşitlerini giderme ve sonrasında bedeni
tamamen yenilenmiş gibi yapma, hiddeti yatıştırma, uykusuzluğu-uyuşukluğu giderme de hamamın
faydaları arasındadır.
Dördüncü bölümde hamamın zararları söz konusu edilmektedir. Bu çerçevede hamam, şiddetli
neminden ötürü organları gevşetir, içinde uzun süre kalındığında geçici olarak harareti zayıflatır,
dalağın mideye hareketlenmesi dolayısıyla iştahı düşürür, gazı ayrıştırdığı için cinsel gücü-arzuyu
zayıflatır. Hamama tok karına ve alıştırmadan girenlerde tıkanıklıklar ortaya çıkar; bu etki balgamın
aşırı ve akışkan olması ve hılt kalınlaşması durumlarında da söz konusudur. Tıkanma baş ağrısı yapar
hatta beyin zarı iltihabı doğurur. Buhar yükselip boşlukları doldurursa tıkanma olmasa bile epilepsiye
yol açabilir, tıkanma olursa kişi bitkisel hayata girer. Bu anlatılanlar hamamın en güçlü zararları olmakla
birlikte giderilmeleri ve önlenmeleri olanaklıdır. Dolayısıyla hamamın yararının daha fazla, zararının
daha az ve dolayısıyla göze alınabilir olduğu söylenebilir.
Beşinci bölümde hamama giriş kuralları, yıkanma keyfiyeti ve çıkış esnasında yapılması gerekenler
anlatılmaktadır. Bu anlatılanlara göre, egzersiz hareketlerinin hamamdan önce mi yoksa sonra mı
yapılması konusunda farklı görüşler vardır. Hareketlerin yapılması bedenlere ve zamanlara göre farklılık
gösterir. Hamam bitkin düşmüşlere, hamilelere uygun değildir. Maddesi olgunlaşmamış hummalılara ve
damarlarında, hayati organlarının yakınında iltihap bulunanlara ise yasaktır. Rahat yaşam sürenlerin,
balgamlıların kış mevsiminde bol bol hamama gitmesi gerekir. Hararetli olanlar aç, soğuk mizaçlılar tok
halde hamama girmemelidir. Hamamda soğuk içecekler içmek, üçüncü odaya birdenbire girmek ani
ölümlere neden olur, zira damarlar açıktır. Hamamda tüketilen soğuk içecekler kalple hemen buluşup
onun hararetini söndürür.
Kışın ve yazın hamam yapmakla ilgili farklı görüşler vardır. İbni Sina şöyle der: “Hamam esasen
faydalıdır, hava soğukluğundan dolayı geçici olarak zararlıdır. Çıkış esnasında kendini korumayan
kesinlikle zarar görür. Bu durum yazın da geçerlidir, muhtemelen zarara yol açan yaz havasının zaman
zaman görece soğuk olmasıdır”. Kışın hamam yapmak, sarınmak ve soğuktan sakınmak şartıyla mutlak
olarak daha iyidir. En iyi hamam, güzel bir manzara gibi cana lezzet veren ve bir sohbet gibi yürek
rahatlamasını sağlayan hamamdır. Hamamda yapılacak şeylerden masaj, maddi bir uygulamadır,
yumuşak avuç içleri ile yapılır, kanı ve diğer fazlalıkları latif kılar, bedeni soğutur ve nemlendirir.
Altıncı bölümün konusu hamamdan ayrıldıktan sonra ondan gelmesi olası zararları önlemek
için yapılması gerekenlerdir. Bu bağlamda anlatılanlara göre kışın ilk odada giyinilir ve çeşitli kokular
sürünülür, yaşa, zamana ve ülkeye göre değişen içecekler alınır. Birdenbire hamama giren eğer hamam
sıcaksa kalp çarpıntısına ve mide zafiyetine maruz kalır. Aksine hamam soğuksa felç gibi rahatsızlıklardan
korkulur. Hipokrat’a hamamın ne olduğu sorulduğunda verdiği cevap “masaj, yağ, uzun süre su içinde
kalmak” olmuştur. Galen onun saydıklarına uykuyu eklemiştir.
Yedinci bölümde soğuk suyla yıkanmak, bunun yararları ve zararları üzerinde durulmaktadır.
Burada verilen bilgiler çerçevesinde şiddetli sıcakta, gündüz vaktinde, yemek ardından soğuk suyla
184
Hekim Davud El-Antaki’nin Hamam ve Yıkanma Kitabı
yıkanmak yararlıdır ancak bu işi aşırı tok halde ve uykusuz kalma sonrasında yapmak zararlı olabilir.
Soğuk suyla yıkanmak ısıyı canlandırır; duyguları güzelleştirir; organları sağlamlaştırır; iltihap
gibi maddeleri engeller; yarasız kas kasılmalarını önler; zayıf kişideki yalın nemi zenginleştirir; bazı
ilaçlardan ve ince maddelerden kaynaklanan ishal ve ter gibi boşaltımların aşırı olanlarını tutar. Soğuk
suyla yıkanmadan önce, hafif egzersizler yapmak gerekir ki soğuk suyun derinlere ulaşmasını önleyecek
derecede ısı harekete geçsin. Ayrıca mukavemetlerini arttırmak üzere organları güçlendirici çokça masaj
yapmak da gerekir.
Hatime bölümünde Galen’in hamamda kullanılmasını önerdiği ilaçlar üzerinde durulmakta,
akrabadinlerden seçilen terkipler özet halinde aktarılmaktadır. Bunlardan reçetesi verilen yakının
hamamdan çıktıktan sonra bacaklara uygulanmasının bedeni sıkılaştırdığı ve güçlendirdiği; vesveseyi,
baş ağrısını, müzmin sancıları giderdiği belirtilmektedir. Başka bir ilaç terkibinin ise hamamdan sonra
soğuk su eşliğinde bir ukye alındığında beden arındırdığı ve temizlediği; duyuları güçlendirdiği; kalp
çarpıntısını, buharları, baş ağrısını, mide-karaciğer-böbrek zayıflığını iyileştirdiği; cinsel gücü harekete
geçirdiği belirtilmektedir.
Sonsöz
Klasik tıbbın son döneminin temsilcilerinden olan Antaki, mensup olduğu gelenek çerçevesinde
özgün eser vermekten ziyade üstatlarının kaleme aldıklarını aktaran bir yazardır. Kişisel yaklaşımı,
kendi deneyimlerini ve görüşlerini aktardığı bilgiye sınırlı da olsa yansıtmak ve kaynaklarını özetleyip
kısaltarak gündelik tıp uygulamalarında daha kolay yararlanılabilir hale getirmektir. Antaki’nin
hamam ve yıkanma hakkındaki kitabı, klasik tıbba özgü bilgi birikiminin ve düşünme tarzının özel bir
ortama uyarlanmış halini yansıtmaktadır. Et-Tuhfetü’l-Bekriyye, yazıldığı dönem itibariyle hamamın
ve yıkanmanın tıbbi boyutunu anlatmayı amaçlayan bir eserdir. Günümüzde ise farklı bir anlam
kazanmış bulunmakta; okuruna belli bir dönemdeki tıp anlayışının özel bir konudaki değerlendirmesini
iletmenin ötesinde, bizatihi söz konusu anlayışı ve onu benimsemiş ilginç bir hekimi tanıma fırsatını da
sunmaktadır.
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
Yegül F. Antik Çağda Hamamlar ve Yıkanma. Çeviren: Erten E. İstanbul: Homer Kitabevi, 2006: 15-16.
Adıvar AA. Antâkî. İslâm Ansiklopedisi, Cilt 1. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1950: 454-456.
Davud Antaki. Ana Britanica, Cilt 7. İstanbul: Ana Yayıncılık, 1987: 23.
Demirhan Erdemir A. Dâvûd-i Antâkî. TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt 9. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994: 26-27.
Davut Antaki. Türk Ansiklopedisi, Cilt 12, Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1964: 355-356.
Mevaldi M. Dünya Kütüphanelerinde Davud el-Antaki’nin El Yazması Eserleri. Editör: Karasu M, Nazik S. Antakyalı Bilge Hekim Davut elAntaki. Ankara: Ürün Yayınları, 2. Baskı 2009: 19-26.
7. Shehata M. Dawood Ibn Omar: The Antakian Physician. Editör: Demirhan Erdemir A ve ark. I. Uluslararası Türk Tıp Tarihi Kongresi X. Ulusal
Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildiri Kitabı, Cilt 1. Konya: 2008: 94-100.
8. Zekkur MY. “Nüzhetü’l-Ezhan fi İslahü’l Ebdan kitabının araştırma, açıklama ve yorumu” (Arapça). Şam: Suriye Genel Kitap Organizasyonu,
2007.
9. Kahya E, Demirhan Erdemir A. Bilimin Işığında Osmanlıdan Cumhuriyete Tıp ve Sağlık Kurumları. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
2000: 165-166.
10. Acıduman A, Özey İ. Antakya’lı Ünlü Hekim Dâvud el-Antakî’nin Nöroanatomi Hakkında Yazdıkları ve Bu Bilgilerin İslâm Tıp Tarihindeki Yeri.
Sinir Sistemi Cerrahisi Dergisi 2009, 2 (2): 106-118.
11. Ebü’l-Hasan Bekri. Erişim: (http://www.akaid.net/evliyalar/ea0630.htm). Erişim Tarihi: 30.10.2012.
12. Davud bin Ömer et-Tabib ed-Darir el-Antaki. Et-Tuhfetü’l-Bekriyye fi Ahkami’l-İstihmami’l-Külliyye ve’l-Cüz’iyye (Arapça yazma). İstanbul:
Süleymaniye Şehid Ali Paşa Kütüphanesi Koleksiyonu, Kayıt Numarası 2093: 21a-41b.
Teşekkür
Çalışmamızın üzerinde yürütüldüğü nüshaya ulaşmamız konusundaki değerli yardımları için Sayın
Mehmet Karasu’ya ve Sayın Prof Dr Ali Güzelyüz’e içtenlikle teşekkür ediyoruz.
SLAV MİTOLOJİSİNDE SUYUN İZLERİ
TRACES OF WATER IN SLAVIC MYTHOLOGY
Gönül Uzelli*
* Doç. Dr., İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Slav Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Rus Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
Summary
Water is a important theme in Slavic Mythology. In the begining of human history, water symbolizes life for all living creatures. In Slavic
culture, water has both positive and negative meanings. Clear, fluid or rain water remind life and it is a important symbol but mackled water
remind danger. In addition to this, dirty and muddy water symbolizes illness, death and sadness. Secrets and power of water are respected
in all periods of human history. So in Slavic culture, there are legends which shows dangerous and mysterious power and many mythologic
character about water were believed. Dana, water Goddess in Slavic culture, is intelligent, beautiful, fresh like water. She is a young girl and wife
of the sun. Word of Dana is formed by “Da” (Voda- means water) and “Na” (Nenya- means mother) and Dana means mother of water. “Vodyanina”
is wife of Vodyanoy which dominates water. She got drowned during baptism. According to belief, she lives along river near a mill or in a forest.
“Bolotnitsa” is a drowned young girl. She lives in a quag. “Moryana” is a girl of the sea king. She has a tail like a fish. Most of the time, she swims
in the sea, plays with dolphins. When the seashore is not crowded, she sits there. “Rusalka” means mermaid. Rusalka is tall, beatiful young girl
who lives in a lake. Rusalka doesn’t have a tail like a fish. It’s believed that rusalka is drowned by step mother or a hopeless love.
Slav halkı arasında su, sadece “ana” olarak değil “çariçe” olarak da anılmaktadır. Daha insanlık
tarihinin doğuşunda insanlar su ile ilgili doğal afetlere derin anlamlar yüklemişlerdir. Suya yüklenen
bu anlam, bütün ülkelerin ve ulusların mitolojisinde ve bundan sonraki felsefi görüşlerde bulunan,
ateş olmadan kültür olmayacağı gibi su olmadan da ne kültür ne de hayatın var olacağı düşüncesini
onaylamaktadır. Çok tanrılı toplumlar, çeşitli doğal afetlere yol açan yeryüzü gibi suyu da hayatın sonsuz
bir kaynağı olarak görmüş ve ona tapmışlardır.
Daha sonraki dönemlerde, Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte, suyun tanrısal varlığına inanç
zayıflar ama suyun kutsallığına ve mucizevi gücüne olan inanış devam eder. Suyu sadece nehirleri
besleyen bir kaynak olarak değil esrarlı ve şifalı bir gücün koruyucusu olarak görme gibi eski ve kör bir
inanç, sadece Ortodokslara ait olmayan eski çağlardan kalma bir mirastır. Tarih öncesi çağlarda, tanrıya
tapınma tapınaklar yerine dere ya da kuyu etrafında yapılırdı. İlk insanların çeşitli kaygıları onları bu
tarz yerlere yönlendirmiştir.
Suya olan saygının yaygınlaşmasıyla, ilkel insanların ve ondan sonraki kuşakların ilk eğitmenleri ve
manastırların kurucuları su kuyularına önem vermişlerdir.
Slav halkının inancına göre gürültülü doğa olayları ya da zeminden bir sarsıntı meydana geldiğinde
kuyulara olan kutsal inanç ortaya çıkmıştır. Bunun gibi doğa olaylarından sonra şapel inşa etmek ve ana
tanrının simgesini buralara yerleştirmek için acele etmişlerdir.
Rusya’nın ormanlarına serpilen küçük göller bir çeşit manastır haline gelmiştir. Bu küçük göllerden
bazıları, suya batık olan şehirler ve kiliseler hakkındaki efsanelere konu olmuştur. Efsaneye göre,
inançlı insanlar bu gölün derinliklerinden çan sesleri ve kilise şarkıları duyarlar ve batmış tapınağın
kubbesindeki haçı görürler.(Warner, E. 2010:35)
Eski Rusya’nın Kuzey batısındaki Novogrudka şehri civarlarında Svityaz gölü ve Semenov şehri
yakınlarında Kerjenski ormanında Svetloyar gölü hakkında efsaneler bulunmaktadır. Bu zamana kadar
bu göllerin kıyısında yaşayan birçok ulus ormandaki ıssız gölün kutsallığına inanmış ve efsaneye göre
Büyük Kitej şehrinde Batu Han istilası zamanında göller mucizevi bir biçimde ortadan kaybolarak
korunmuştur.(Gruşko, E. 1996:52-54)
Kutsal ve güç verici haçın sular altına gömülmesi üzerine Kutsal ruh, şeytani kötülüğü dışarı atmıştır.
Bu yüzden her türlü su, kusursuz temizlikte ve kutsallıktadır; ruhsal ve bedensel hastalıklara karşı
hekimlik görevi sağlayan bir nimettir. Bu kutsal su, insanların yaşadıkları evlerde ikonanın bulunduğu
köşede ve yanında dört mumla beraber bulunmaktadır. Sıradan günlerde aç karnına bu su içilemezdi.
Slavların inancına göre, yılın dört mevsiminde koruyucu bir güce sahip olan ve asla bozulmayan
su, değişmez bir gelenektir. Üst sosyal sınıflarda da hastalıkları ortadan kaldıran bereketli bir gücün
kutsanmış bir tas suda bulunduğu gibi bir batıl inanç söz konusudur.(Levkievskaya, E. 2010:76)
Alışveriş bayramı Kupala gibi törenlerde suyun doğal temizliği çok tanrılı, ilkel zamanlarda oldukça
önemliydi. Bu bayramdan önce birçok yerde belirli günlerde su dökülmesi zorunluydu, bu adet Hıristiyan
bayramlarına da eklenmiştir. Paskalya haftasında soğuk su dökülür. Su dökülmesi adeti “mokridıy”
185
186
Slav Mitolojisinde Suyun İzleri
adı verilen bayramlarda farklı bir özelliğe sahiptir. Bu sular çok tanrılı ulusların bayramlarında berrak
yağmur sularından oluşmaktadır. (Lavrenteva, L.S.-Yu.İ. Smirnov 2005:312-314)
Rus tarihçi ve halkbilimci Nikolay İvanoviç Kostamarov’a (1817-1885) göre Dana sözcüğü, Slav
mitolojisindeki SU tanrıçasının adıdır. Kostamarov’un sözlerinden aktaralım: “Her şeyin başı olan su,
her zaman olağanüstü güzel, her zaman taze, aynı anda hem bakire, hem kadın olabilen- kısaca güneşin
zevcesidir Dana.”(Kostamorov 2011)
Aydınlık yüzlü dilber Dana, dirim dolu şarkısını şırıldayan bir nehirdir de! Yorgun yolcunun
susuzluğunu gideren, yaralı askerin yarasını sağaltan, tarlalara yağmur olup yağmak üzere göğe
yükselendir O. Yaşayan her şeye can katan, iyi yürekli, ışıklı bir tanrıça olarak bilinir.
Su, mitolojide ev halk bilimlerinde ikircikli karakter sergileyen bir doğa afetidir, dolayısıyla imlediği
sembol ve anlamlar da zengin çeşitlilik gösterir. Canlı, akan, berrak ya da yağmur gibi yağan su- iyiyi,
güzeli, bereketi, her zaman olumluyu simgeler. Tersi durgun, karanlık, bulanık sular tehlike, korku gibi
olumsuz çağrışımların sembolü olur. Düş yorumlarında, genellikle negatif öngörüler bu sembollere
dayandırılır. Örneğin bulanık göl, nehir vb. hastalık, üzüntü, ölüm vb. kötü olaylara yorumlanır. Bazı
mitlerde zararlı haşere ve şeytanın yeryüzüne çıkışı kirli su sıçramalarıyla ilintilendirilir. Yaygın bir
Ukrayna efsanesinde Aziz Peter’in şeytana nasıl kendine yaver yaratabileceğini öğrettiği anlatılır. Sözleri
şöyledir: “Yürürken peşinden su sıçrasın, üzerinden damlayarak dağılsın. Ne kadar damla düşerse, o
kadar şeytan türeyecek.”(Anonim 2011:81)
Sembol olarak su, dikey veya yatay dalgalı çizgilerle tasvir edilir. Yatay çizgiler (genellikle çift katlı)
göksel derinliğin sembolüdürler. Slavlara göre göğün dipleri olan bu derinlikler göklerden yüksekte bir
yerdedir. Yeryüzü akarsuları ve yeraltı suları da yatay olarak tasvir edilir. Dikey gelen çizgiler ise yağan
yağmur suyunu simgeler.
Eski Slavlar sofralarındaki bereket ve bolluğu hayat veren suya ya da daha eski bir tabir olan ab-ı
hayat ya da sıkça kullanılan biçimiyle göksel derinliklere borçlu olduklarına inanmışlardır. O sudur
ki bitkileri besler, büyütür, ekin ve bilumum nebatatı yeşillendirip çiçek ve meyveye götürür. Bereket
boynuzunun suyla çok yakın ilişkilendirilmesi de bir rastlantı değildir. Zira eski çağlarda yeşillik,
ovalar, otlak ve meraların gürleşmesi hayvancılığın ve ona bağlı besinlerin temininde olağanüstü önem
taşır. Bu zincirleme bağlantının baş halkası ise yağmurdur. Yağmur sözcüğünün Rusça karşılığı olan
dojd’ sözcüğünün etimolojisinde de vermek, dağıtmak gibi anlamlar yer alır. Dajdbog ise eski Slav
mitolojisinde güneş, bereket, bolluk tanrısıdır. Kısaca yağmur- veren, dağıtan, üremeyi gerçekleştiren
bir olgudur. Nehir veya ırmaktan farklı olarak erildir, erkeksi başlangıcı, dölleme eylemini ve buna bağlı
olarak üremeyi, yaşamın devamını sembolize eder.
Nehir suyu yağmurdan farklı olarak, yüksekten düşmez, yağmaz, düz olarak akar. Kaynağı toprağın
altındadır. Kaynağı kutsanır. Çeşitli kaynaklardan küçük veya büyük nehirler fışkırıp, yeryüzünü
sulayarak bolluk ve bereketi arttırırlar. Bazı akarsuların şifa verici özellikleri de eski insanlar tarafından
bilinir. Nehir suyu yatay dalgalı şeritler halinde tasvir edilir, akıcıdır. Bu anlamda zamanın akışını,
hayatın gidişatını simgelediği de söylenir. Akan suyla birlikte anlar gelir geçer, anı olurlar, zaman akar,
tıpkı hayatın kendisi gibi – suyun geri dönüşü de yoktur.
Slavlar için su, ateş ve toprak hep yabanıl, tekin olmayan, korku dolu afetler olmuş, asırlarca farklı
ölçülerde de öyle kalmıştır. Bütün suların büyülü bir kaynaktan geldiğine inanmışlardır. “Стихе o
Голубиной книге” başlıklı dinsel/manevi yapıtta yer alan ve insanın, yeryüzünün ve doğanın yaradılışı
anlatılan şiirde nehirlerin ilkin beyaz, tılsımlı taşların altından çıktığı yazılıdır, bunlara “alatıyr”
(“алатырь”) denir. Dünyanın bütün nehirleri bu taşların altından baş gösterir ve akarak, yeryüzüne
yayılarak şifa ve hayat kaynağı haline gelir. Rus folklorunda su, kan ve yaşam gücüyle, dirimle yakından
ilişkilidir.(Afanasiev, A.H. 2005:265-270)
Suyun gücü ve gizemi eski insanlarda asırlar boyunca korku ve saygı uyandırır. İnsanoğlu suyun
dehşetli gücünü anlatan birbirinden güzel birçok efsane yaratmıştır. Suyu ikna edip yola getirebilirlerse,
gücü karşısında eğilip, sabır ve iyilik gösterirlerse yıkıcı olmayacağına, kuraklığın hasada zarar
vermeyeceğine, gemilerin batmayacağına, balıkçıların hiçbir zaman eli boş dönmeyeceklerine
inanmışlardır. Buna bağlı olarak bu afet karşısında saygıyla eğildikleri, sevgi gösterdikleri ve tapındıkları
birçok tanrı ve mitik varlıklar yaratıp bunları tapınma çerçevesi içine yerleştirmişlerdir. Bu mitik
öğelerin çoğu yaratılış dönemlerine göre farklılıklar göstererek halk masallarına, efsanelere konu olur.
Su afetinden üstün bir şey var mıdır, kimdir, nedir? Slavlarda bu Vodyanoy’dur. Yer yer Vodovik, Vodyanik
olarak da adlandırılır. İnsanları suya batırdığı için diğer bir adı da ‘topelnik’dir.
Slav Mitolojisinde Suyun İzleri
187
Yakışıklı olduğu asla söylenemeyen, çoğu tasvirlerde pörtlek gözlü, sakallı ve çirkin yüzlü; el yerine
pençeleri olan, parmak araları zarla bitişik, yosun ve bataklık kokan çirkin bir erkektir bu. Bazen de
başında boynuzları ve balık kuyruğu olan, kirli uzun sakalı çamura, batağa bulanmış çirkin bir ihtiyar
olarak tasvir edilir.
Vodyanoyların tanrı tarafından cezalandırılan ve kötücül güçler oldukları için gökten yere
atıldıklarına inanan Slavlar, her gölün, her nehrin, her akarsuyun bir Vodyanoy’u olduğunu düşünürler.
Onlara göre Vodyanoylar yakın su havzalarındaki benzerleriyle bayram etmeyi, eğlenmeyi severler ve
kendi sularındaki balıkları talih oyunlarında kaybettikleri de sıkça duyulur. Balıkçılar uzun süre balık
yakalayamazlarsa halk bunu Vodyanoy’un eylemi olarak açıklar. Vodyanoyların çok sevdikleri bir şey de
geceleri su değirmeninin arklarına veya oluklarına, dönen çarkın tam altına yatmaktır. O nedenle tüm
yaşlı değirmenciler mutlaka su cadılarından söz ederler.
Ancak Vodyanoyların sazlıkların içinde zengin evleri, geceleri çayırlarda otlattıkları domuz, inek, koyun
ve at sürüleri vardır. Rusalkalarla veya güzel Utoplenitsalarla evlenirler. İlkbaharda karların erimesiyle,
nehir suları yataklardan taştığında köylüler bunu Vodyanoyların düğün şölenleri olarak yorarlardı.
Vodyanoyun eşi doğum yapacağı zaman Vodyanoy sıradan bir insan kılığına girer, köydeki ebe kadını
çağırır, sualtı diyarına götürür ve doğumu yaptırdıktan sonra kadını altın ve gümüş armağanlarına
boğar, sağ salim köyüne gönderir. (Levkievskaya 2010:218-220)
188
Slav Mitolojisinde Suyun İzleri
Slav Mitolojisinde Suyla İlgili Dişi Figürler
Vodyanitsa, su afetinin üzerinde etkili gücü olan, baş tanrı sayılan Vodyanoy’un karısıdır. Vodyanitsa
(Водяница), suda boğularak ölmüş, vaftiz edilmiş güzel bir kızdır. Vodyanitsalar genellikle orman
ve sulardaki girdapları tercih ederler ancak en sevdikleri yer değirmeni döndüren, suyun gürültüyle
düştüğü ve gölcük gibi kirmenlerin oluştuğu bölgelerdir. Geceleri Vodyanoylarla birlikte buralarda
bulunurlar. Vodyanitsalar zarar verir: suda oynarlar, su sıçratırlar, dalgalar oluşturur, dönen değirmen
tekerleğine tırmanırlar ve hep birlikte dönerler, değirmen taşları kırılıp dökülür.
Kesin sınıflandırılıp kişileştirilmeyen varlıklardan da söz edilir. Bolotnitsa (Болотница) (rus.
омутница, лопатница) boğulan genç kadınlardan olup, bataklık sularda yaşar. Siyah saçları çıplak
omuzlarına dökülür, daima dağınıktır. Soluk benizli ve yeşil gözlü olarak betimlenir... Daima çıplak ve
insanoğlunu peşinden sürüklemeye hazır bir halde görülür. Hiçbir sebebi olmadan insanları peşinden
suya doğru sürükler ve batağa batmalarını, ölmelerini öylece seyreder. Bolotnitsa yıkıcı fırtınalar
koparabilir, dehşetli sel yağmurları ve öldürücü dolu yağışları boşandırabilir, dua etmeden yatan
kadınları yaka paça yataklarından çıkarıp kaçırabilir.
Slav Mitolojisinde Suyun İzleri
189
Brodnitsa (Бродницы) – Bunlar eski Slavlarda su geçitlerini bekleyen, buraların koruyucu ruhları
sayılan güzel yüzlü, uzun saçlı kızlardır. Söylencelere göre Brodnitsalar su samurlarıyla birlikte sakin
sularda yaşar. Çalı çırpıdan yapılı su geçitlerini korur, gerektiğinde onarırlar. Düşmanın yaklaştığını
görür görmez geçidi yıkıp, yaklaşanı girdaplara yönlendirmeyi de bilirler.
Suyla ilgili dişi mitik figürler içinde ayrı bir grupta değerlendirilen başkaca kategori de Moryanalar,
Rusalkalar ve Faraonkalar grubudur.
Moryana (Моряна) – Deniz sularının kızı, deniz hükümdarının öz evladıdır. Zamanın büyük
kısmını denizin derin sularında yüzerek geçirir. Balık kuyruğu ve yüzgeçleri vardır, yunuslarla oynar.
Sessiz, sakin gecelerde deniz dalgaları üzerinde kıyıya çıkar, çakıl taşlarıyla oynar. Baba hükümdar, yani
denizlerin çarı hiddetlendiğinde kopan fırtınaları dindirir, babasını sakinleştirir. Rus halk masallarındaki
Mariya Morevna kahramanı bu imgeye yakın, muhtemelen Moryanadan esinlenerek yaratılan bir masal
tiplemesidir.
Rusalka (Русалка) – su kızı, başka bir söylenceye göre Vodyanoyun karısı. Suyun dibinde yaşayan,
uzun boylu güzel kız.
Rusalkanın balık kuyruğu yoktur. Geceleri arkadaşlarıyla dalgaların üzerinde görülür, suları
sıçratarak oynaşırlar ya da değirmen çarklarının üzerine çıkarak dönerler. Sıkça suya dalıp çıkan
Rusalkalar geçen veya onları gören insanlarla ölümüne kadar eğlenir ya da kendileriyle birlikte suyun
dibinde alıkoyarlarmış.
Rusalkalar genellikle umutsuz aşkları yüzünden suda intihar eden veya gaddar üvey annelerce
suda boğulan kızlar arasındandır. Rusalka ölümlü bir erkekle evlenebilir ancak bu izdivaçların mutlu
olduğu görülmemiştir. Rusalka imgesi Slav mitolojisindeki en çelişkili imgelerden biridir. Rusya’nın
Kuzeyindeki inanışlar bütünündeki bilgiler (Ural ve Sibirya dahil) Ukrayna ve Belarus’takilere ve Güney
Rus inanışlarına göre oldukça farklıdır.
Örneğin kuzeyde Rusalka öyküleri sayıca fazla değildir; Rusalkalar Rusya kuzeyindeki söylencelere
sıkça konu olan vodyanihalara, şutovkalara ve çertovkalara (водяниха, шутовка, лешачиха, чертовка
gibi) yakınlaştırılarak, benzetilerek gösterilir ve özellikle de Rusalkanın “su afetiyle” mutlak bağlantılı
olması dikkat çeker. Oysa güneyde Rusalkalar çayır çimenlerde, başlarında çiçek taçlarıyla dans
ederken de görülebilmektedir. Yine başka bir özellik, kuzey inanışlarında bunlar kalabalık grup olarak
görünmezler, Rusalka tek veya yalnızlık içinde gösterilir.
Bu varlık bazen yaşlı nine, bazen genç kız olarak tarif edilebilmektedir. Rusya’nın farklı bölgelerinde
Rusalka olarak adlandırılsa da bu figür yoğun çelişkiler taşır, farklı varlıklarla girift bir figür haline
gelmiştir.
Doğu Slav halklarının inanışlarında Rusalkalar yeşillik, çiçeklerin sere serpe açtığı mevsimde
görünürler. (Levkievskaya, E. 2009:125-135)
190
Slav Mitolojisinde Suyun İzleri
Slavlar Hıristiyanlığı kabul ettikten sonraki dönemlerde de suya tapmaya devam etmişlerdir. Su birkaç
anlamda kan tazeleyici özellikler taşımıştır. Onuncu yüzyıldan itibaren çeşitli el yazması metinlerde su
kaynakları ve kuyularla ilgili dua, ayin ve kurban sunumu tasvirlerine rastlanır. Daha sonraki yıllarda
eski putperest inanışları döneminde kutsal su olduğuna inanılan yerlere kiliseler, dini mabetler vb. inşa
edilir. Bu bölgeler Meryem Ana ikonalarıyla süslenir, başkaca mucizevi özelliklerinin yanı sıra Su’yun
koruyucusu olarak ünlenen Paraskeva Pyatnitsa’nın ahşap ikonası da asılır. Hıristiyanlığın kabulü ile
birlikte Slavlar yeni efsaneler ortaya koyarlar. Bunlar daha çok büyük Rus gölleriyle ilgilidir. Bazı somut
tarihi olaylara temas ederler (örneğin 1238 yılında, Knez Georgiy Vsevolodiç’in ölümü gibi.)
Anlaşılan şu ki Su, özelde kaynak, memba suyu canlı, dirim suyu olarak tapınma nesnesi olmayı
sürdürür. Suda yaşayan ruhlara kurban ve armağan sunumları on dokuzuncu yüzyıla değin devam
eder. Bunların arasında şallar, ağaçlara bağlanan kumaş şeritler, süs eşyaları olup hatta kuyulara Noel ve
Paskalya yortularının sembolik yiyeceklerinden de atıldığı bilinmektedir.(Levkievskaya 2010:84)
Bildirimi bir Rus atasözüyle sonuçlandırmak istiyorum: SU GİBİ SAĞLIKLI OLUN!
Editör Notu: Metindeki resimlerin kaynakları yazardadır.
Kaynakça
Afanasiev, A.H. 2005: Mifologiya Drevney Rusi, Moskova, 2005
Anonim, 2005: Slavyanskaya mifologiya entsiklopediçeskiy slovar, Moskova, 2011
Gruşko, E.- Yu. Medvedev 1996: Slovar slavyanskoy mifologii, Nijnii Novgorod, 1996
Kostomarov, N.İ. 2011: (Çevrimiçi) “Beginya Dana”
http://veda.gip.gip.com/t1314-topic, Aralık,2011
Lavrenteva, L.S.-Yu.İ Smirnov. 2005: Kultura russkogo naroda, Sankt-Peterburg,2005
Levkievskaya, E. 2009: V krayu domovih: Leşih personaji russkih Mifov, Moskova, 2009
Levkievskaya, E.E. 2010: Mifi i legendi vistoçnıh slavyan, Moskova, 2010
Warner, E. 2010: Rus Mitleri, Ankara, 2010
İNANCIN KUTSALLIĞINDA SU YA DA
SUYUN KUTSALLIĞINDA İNANÇ
WATER IN THE SANCTITY OF FAITH OR FAITH IN THE SANCTITY OF WATER
Zühre İndirkaş*
* Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Genel Sanat Tarihi Anabilim Dalı
Summary
Down through the ages, water has been an essential element of human beings’ efforts to explain the formation of the universe through
creation myths: in nearly all such myths, it is from water that the cosmos comes into being. Just as it is the starting-point of life, so too is water
the element that results in the end of the world in eschatological myths. The destruction of humanity through inundation by a world-engulfing
flood is also a part of every faith. Among the ancient Egyptians, the solar deities Atum and Ra both dwelt in the ocean, called “Nun”. For the
Sumerians, creation began in the sea. In the mythology of Assyrian Babylon, the first gods emerged from the confluence of fresh and salt water.
In Hindu beliefs, Agni, a deity who supports the earth and all existence, was born of water. Similar examples are to be found in other mythologies all around the world. In pre-Islamic Turkic societies, water was also instrumental in the creation of the world. Although Turkic creation
beliefs may differ in specific details, the trinity of earth, sky, and water is common to them all. The earliest-known indication s of early Turkic
beliefs about the creation of the world are to be found in the Orhon inscriptions of the Göktürks:–Before there was earth or sky there existed
only water, which was seen as the prime mover or first cause of existence.
Çalışmanın amacı özellikle Akdeniz kültür çevresinde ilksel kültürlerden başlayarak, mitolojinin ve
dinlerin temel noktası olan yaradılış mitoslarında suyun kutsallığını dile getirmek, bu bağlamda İslam
öncesi Türk kültüründe yaradılış mitoslarını irdeleyip bunların günümüz geleneklerindeki süregelen
izlerini ortaya koymaktadır.
Su, yaşamın gizemli öğesi, olmazsa olmazı, yaradılışın yaşamla bütünleşmiş özü, tüm varoluşun ana
kaynağıdır. İlksel insan her zaman doğayı “doğal” gerçeklerden farklı algılamış, ona hep kutsal bir değer
yüklemiştir. Bu kutsallık onun, evrenin varoluşsal boyutlarını bulma ve yaradılışın gizini açıklama çabaları sürecinde oluşmuştur. İlksel insan için “kutsal” doğanın içindedir; o, dağ, ağaç, toprak, su gibi doğa
öğelerinin hemen hepsine kutsallık atfetmiş, kutsallığın onlarda belirdiğine inanmıştır. Bu bağlamda
dünya kültürlerinin bir çoğunda su, gizil güçlerin evrensel toplamını simgeler. Evrendeki herşeyin kaynağı ve özüdür. O, fons et origo’dur.1 Var olan bütün biçimleri öncelemekte ve yaradılışı desteklemektedir. Sular sürekli çözülür, kendi kendini yok eder, arınır, arındırır. Çoğu yaradılış mitosunda su, doğurganlığın simgesi, yaşam enerjisinin kaynağı, ana rahminin sembolü olan dişil öğe ile özdeşleştirilmiş,
kozmik ana olmuştur.2 Tanrısal bir özellik gösteren kosmos sudan oluşmuştur, bu anlamda su mutlak
başlangıcın nedenidir.
Mezopotamya ve Akdeniz Kültür Çevresinde Su
Kuzey Mezopotamya’nın en erken (yak. İ.Ö 4000) kültürlerinden biri olan Sümerler’in evren tasarımına göre, gözle görülen gökyüzü ve yeryüzü (ki bunların birbirleriyle olan ilişkisini An-ki sözcüğüyle
dile getirmişlerdir)3 bütünüyle bir kubbeyle çevrelenmiştir. Bu kubbe bir boşluk olarak kabul edilmiş,
gök ve yer arasında rüzgar (hava, nefes, ruh) anlamına gelen ve Lil adı verilen bir maddenin var olduğuna inanılmıştır.4 Ay, güneş, yıldızlar, hep Lil’den oluşmuşlar ve tüm bu varlıklar bir denizle çevrilmişlerdir. İşte bu sonsuz deniz mutlak başlangıcı gerçekleştirmiştir. Sümerler, başlangıçta bir ulu deniz olduğu
sonucuna varmışlar ve hiçbir zaman kendilerine “ilk neden” olan ulu denizi önceleyen bir zamanın
içinde ne olabileceğini sormamışlardır.5
Dicle-Fırat deltasında Sümerler’in oluşturduğu kültür, zaman içinde Sami kavimlerinin dalga dalga bölgeye gelişi sonucunda varlığını yitirmiş, bu kavimlerden olan Amorit hanedanının kurulmasıyla
bölgede Babilliler egemen olmuştur (yak. İ.Ö 2200 Hamurabi). Babil döneminde var olan Sümer mitoslarıyla harmanlanan yeni yaradılış mitoslarının üretildiği görülür. Her yıl tekrarlanan ve Akitu adı
verilen “Büyük Babil yeni yıl dinsel törenleri”nde ünlü Enuma eliş adlı destan okunurdu.6 İlk zamanlar
yukarılarda sözleriyle başlayan destanda evrenin, tatlı-su okyanusu Apsu ile tuzlu-su okyanusu Tiamat
dışında hiçbir şeyin bulunmadığı ilksel durumu betimlenir ve ikisinin karışımından tanrıların oluşumu
ile yaradılışın başladığı anlatılır.7
191
192
İnancın Kutsallığında Su ya da Suyun Kutsallığında İnanç
Tarihsel dönemin başlarında ortaya çıkan Mısır kültüründe de zengin bir kozmogoni görülür. Bu
kozmogonide yaradılışa ilişkin inançlar, Heliopolis Enneadları, Ölüler Kitabı, Menfis Teologyası gibi
kaynaklarda yer alır. Bunların arasında hem zaman hem anlatılardaki ayrıntılar açısından farklılıklar
olsa da hepsinde yaradılıştaki “ilk neden” sudur.
Mısır’ın erken kültür merkezlerinden birisi olan Heliopolis’de (İ.Ö yak. 3000) yaradılışın ilk nedeni
olarak Atum8 tahayyül edilmiş ve onun da kosmosun oluşumundan önce, yalnızca zamansız karanlığın
içinde var olan sonsuz, uçsuz bucaksız sudan çıktığına inanılmıştır.
Piramit yazıtlarına gelindiği zaman (İ.Ö yak. 2400) Atum artık Güneş Tanrısı Re (Ra) ile özdeşleştirilmiş ve Atum’un sudan çıkışı, güneşin doğuşu ve kaotik karanlığın dağılışı olarak algılanmıştır.9
Hemen bütün ilksel kültürlerde su yaradılışın sembolüdür. Örneğin Hindular’da Agni tanrısı sulardan doğmuştur. O yeryüzündeki bütün varoluşu destekler.10 İranlılar’da Apo başka bir deyişle su, ilksel
okyanustur.11 Mitoslar başlangıçtaki kaos durumuna bir düzen verme amacıyla kurgulanmıştır. Yaradılış
mitoslarının hiçbirinde ex nihilo12 kavramı yoktur. İlksel insan, hiçlik karşısındaki çözümsüzlüğü aşabilmek için evrenin oluşumunu açıklarken suyun yaşamsal önemini kavramış ve onu ilk kutsal niteliğinde algılamıştır. Ancak tek tanrılı dinlerle birlikte doğanın kendi başına gerçekleştiği anlayışına yer kalmamış. Tüm varoluş tek gücün buyruğu ile meydana gelmiştir. Kendi başlarına varoluşlarıyla kutsallık
içeren doğa güçlerinin (su, toprak, ateş, hava, deprem vs.) bütünüyle tek tanrının tasavvurunda olduğu
inancı yerleşmiştir. Bununla birlikte su, yaradılıştaki önemini korumuş, gerek Musevilik ve Hıristiyanlık
gerekse Müslümalık’da kutsal niteliğini sürdürmüştür. Kitab-ı Mukaddes’in yaradılış bölümünde Tanrı
gökyüzü ve yeryüzünü yaratmaya başladığında yeryüzü ıssız ve boştu. Ve sonsuz derinliğin üzerinde karanlık vardı. Tanrının soluğu suların üzerinde süzülüyordu (Bab 1-2)13 ifadesi ve Kuran’da, Gökler ve yer
bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk.14 O, odur ki, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. O’nun arşı da (kudret tahtı) su üzerinde idi...15 ifadesi suyun varoluşun başlangıcı olduğu anlatılır.
Tufan, İkinci Yaradılış
Su, yaradılışın başlangıcı olduğu kadar yok oluş ve yenilenen yaşamı da simgeler. İ.Ö 3000-2000’li
yıllar arasında Mezopotamya’da olduğu kabul gören büyük sel baskını, bu bölgede sosyal belleğe kazınan
derin izler bırakmış olmalı ki mitoslarda birbirine benzer tufan efsaneleri ortaya çıkmıştır. Bunların en
güçlüsü, tek tanrılı üç büyük dinin de ele aldığı Nuh Tufanı’dır.
Mezopotamya halkları tarafından tanrıların insanlara verdiği bir ceza olarak algılanan Tufan efsanesi Sümer asıllıdır. İlkin Gılgamış Destanı’nın onbirinci tabletinde anlatılır.16 Destanda karşımıza Nuh
Peygamber karşılığı kral Ziusudra çıkar. Ziusudra, dindar, tanrı korkusu olan rüyalardan ve faldan tanrısal bildirimleri çıkartabilen bir kral olarak betimlenmiştir. Tanrıların toplantısında bazı tanrıların bir
tufan oluşturarak “insanlığın tohumunu yok etmeye” karar verdiklerini öğrenir.17 Kendisine bir gemi
yapması ve uzaklaşması talimatı verilmiş olmalı ki, harekete geçer.18 Yedi gün yedi gece şiddetli tufan ülkenin her yanını kaplar. Yedi gün sonra güneş tanrısının göğe ve yere ışınlar saçarak ortaya çıkışıyla son
bulur. Ziusudra, güneş tanrısına kurbanlar sunar karşılığında kendisine tanrı gibi bir yaşam bahşedilir
ve ebedi nefes verilir.19 Artık ikinci yaradılış gerçekleşmiştir.
Türkler’de Evrenin Oluşumunda Su
Tüm dünya mitoslarında olduğu gibi, İslamlık öncesi Türkler’de de evrenin oluşumuna ilişkin mitoslar vardır. Bu mitoslar bize Türkler’in birbirinden farklı kozmogonik modeller oluşturdukları izlenimini
verir. Ancak bunlarda ortak yönlerden biri yer, gök, su üçlemesidir. İlk Türk boyları bütün Kuzey-Asya
halkları gibi Şamanlık inancını benimsemişler ve genellikle iyiliğin simgesi olan gökle kötülüğün simgesi olan yeraltı tanrısının oluşturduğu dualist anlayışa bağlı kalmışlardır. Bu bağlamda kurguladıkları
kozmogonilerin hemen hepsinde bu dualizm görülür. Onlarda evrenin oluşumuna ilişkin mitosların
ipuçlarını Göktürkler’e (552-745) ait Orhon yazıtlarında rastladığımız şu cümlelerde bulabiliriz. “Üstte
mavi gök (yüzü), altta (da) yağız yer yarıldığında ikisinin arasında insanoğulları yaratılmış...”20 Daha
sonraları ortaya çıkarılan mitoslarda ana tema bu düşünce üzerine kurgulanmıştır.
Türkler’de günümüze ulaşan ilk yaradılış mitoslarından biri olan aşağıdaki mitosta, başlangıçta su ve
tanrı birlikte görülmektedir. Hangisinin önceleyen olduğu belirtilmemiştir. Öykü şöyle başlar. Gök ve
Yer olmadan önce her şey su idi. Yer yoktu, gök yoktu, güneş ile ay da daha yoktular. O zaman tanrıların
İnancın Kutsallığında Su ya da Suyun Kutsallığında İnanç
193
en yükseği, bütün varlıkların başlangıcı, insansoyunun atası ve anası Tengere Kayra Kan kendisine
benzer bir varlık yarattı. Ona Kişi (Kiji) adını verdi.21 Öykü, Kişi ile Kayra Kan’ın sular üzerinde iki kara
kaz gibi sakin uçuşuyla başlar. Kayra Kan, Kişi’nin yaşayabilmesi için suların dibinden toprak çıkartır ve
Kişi’ye eline bir avuç toprak olarak suyun üzerine serpmesini buyurur. Ne yazık ki Kişi hain ve hilekardır. Eline aldığı toprağı suyun üzerine serpmeden bir kısmını kendisi için ayırır ve ağzına saklar. Kayra
Kan’ın emriyle suyun üzerine serpilen topraklar büyüyüp adalar oluşturmaya başlar, ama öbür taraftan
Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümektedir. Kişi boğulacak gibi olur. Kayra Kan’dan yardım ister. Kayra
Kan, ona tükür der; o da tükürür ve bu topraklardan dağlar oluşur, öykü Kişi’nin ışık dünyasından kovulması ile sonlanır.22
Altay yaradılış mitoslarında da benzeri anlatılar görülür, başlangıç su ve tanrı ile birlikte dile getirilmiştir.
“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı ne bir yer,
Uçsuz bucaksız, sonsuz sular içreydi her yer!
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu katı bir yer, bir bucak” 23
Görülüyor ki Orta Asya Şamanlık inancı çevresinde yaşayan öteki toplulukların yanı sıra Türkler’deki yaradılış kozmogonilerinde, Akdeniz kültür çevresinde görülen yaradılış mitoslarından farklı olarak,
kurgu hep “su” ve “Tanrı” ile birlikte başlamaktadır. Bu durum olasılıkla Musa dininin yaradılış efsanesiyle hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar aracılığıyla Orta Asya inanç dünyasını etkilemesinin
sonucudur.24 Yine aynı etkilerle Şamanist Türk boylarında tufan efsanesinin varlığı da saptanmıştır.
Türkler bunu kendi tanrılarına özgü motiflerle süslemişlerdir.25
Türkler’de Su Kültünün Oluşumu ve Günümüzdeki İzleri
Türkler suyun bereketin kaynağı olduğunu iyi bildikleri için onu çok önemli bir inanç öğesi haline
getirmişler.26 Böylelikle su erken dönemlerden başlayarak (Choular İ.Ö 1050) bir kült niteliği kazanmış.27 Göktürkler devrinde gelişerek süregelmiştir.28 Suyun ruhuna inanan Türkler çeşitli göl ve pınarlara kutsallık atfetmişler, onları memnun etmek üzere kurbanlar sunmuşlar, onlardan dileklerde bulunmuşlardır. Dinsel yaşamda önemli rol oynayan kutsal simgeler insanların belleğinden kolay kolay
silinmez. Bu nedenle inançların değişimi uzun bir zamana gereksinim duyar. Bu değişim Türklerde
de (7-10 yy.’lar) üçyüzyıllık bir süreye yayılır. Bu bağlamda Türkler’in Orta Asya kültür ortamındaki
Şamanlık inancının izleri yeni dinin içinde varlığını sürdürmüş ve suyun kutsallığı devam etmiştir.29 Örneğin Kırgızlar’da kadınların, çocuk sahibi olmak için kuyu başlarında, su kenarlarında kurbanlar kesip
sabahlayarak dilekte bulundukları bilinir.30 Benzer bir gelenek, Dede Korkut ve Manas destanlarında da
görülür. Dede Korkut’da Kazan Bey oğlu Uruz Bey’in esir düştüğü öyküde, Salur Kazan’ın hatunu oğlu
Uruz’u doğurmak için yaptığı adakta,
Kuru kuru çaylara su akıttım
Kara elbiseli dervişlere adak verdim31
...........................................................
Dilek ile bir oğlu zorla buldum.
İfadesiyle bir evlat sahibi olmak için çaylara sular akıttığını dile getirir. Manas Destanında da çocuğu
olmayan Çakıp Han çocuğu olması için hanımının adak adamamasından ve şifalı sularda gecelememesinden şikayet eder.32
Bu inanç pratikleri günümüze kadar gelmiştir. Bugün Anadolu’da suyla ilgili pek çok inancın yaşamakta olduğu görülür. Örneğin su içerken elini başının üzerine koyarak yere çömelmek, yolcu arkasından yolunun açık olması dileğiyle su dökmek en yaygın olan gelenekler arasındadır. Gelinin bir nehir
ya da dere üzerinden mutlaka geçirilmesi ve bu sırada onun dua ederek suya helva, elma gibi yiyecekler
atması Safranbolu,33 Bingöl ve Tunceli34 çevresinde gelin alma sırasında görülen geleneklerdir. Bu adetin
194
İnancın Kutsallığında Su ya da Suyun Kutsallığında İnanç
gelini kötülüklerden koruyacağına ve evine bereket getireceğine inanılır. Safranbolu’da Konarı gölünün
kıyısında adaklarını gerçekleştirenler kurbanlar keserler ve kanını göle akıtırlar. Ardından topluca yemekler yenir, eğlenilir.35 Kars yöresinde farklı çeşmelerden su toplayıp sabah ezanından sonra bu su ile
banyo yapan genç kızın kısmetinin açılacağına inanılır.36 Rüyalar akan suya anlatılır.37 Ayvalık yöresinde
ölü evinde ve ölümün duyulduğu çevredeki evlerde testi ve benzeri su kapları “Azrail kılıcını yıkamıştır”
inancıyla boşaltılır.38 Benzeri bir uygulama Bitlis’de de görülür.39
Bunlar İslam öncesi Türk inanç pratiklerinin günümüzde yaşayan yalnızca bazı örnekleridir.
Anadolu’nun her yerinde pek çok benzer örneğe rastlamak mümkündür.
Sonuç olarak diyebiliriz ki ilksel insan bedeninin yaklaşık % 60’ının su olduğunu bilmese de, varoluşun özü olarak suyun önemini kavramış ve ona bin yıllarca süren “kutsal bir değer atfetmiştir.” Günümüzde bu kutsallık bazı din ve inanç pratiklerinde devam etse de modern dünyada su artık siyasal ve
ekonomik anlamda bir “kutsallık” kazanmıştır.
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
Özün kaynağı, Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, Gece Yay., Ankara 1991, s. 108
Kimi mitoslarda ise baba anlamı da yüklenmiştir. Örneğin Mısır yaradılış Mitoslarının bazılarında böyledir.
Barbara C. Sproul, Primal Myths, Creation Myths Around The World, Harper Collins Pub. 1991, s. 80; J. Viaud, Egyptian Mythology maddesi, New Larousse Encyclopedia of Mythology, Hamlyn Pub., Londra, s. 10
Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, (çev. Muazzez İlmiye Çığ), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1990, s. 63
A.g.e., aynı yerde
A.g.e., s. 64
Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, (çev. Alâeddin Şenel), İmge Yay., Ankara 1991, s. 42-43; Barbara C. Sproul, A.g.e., s. 79-80
Hooke, A.g.e., s. 43-44
Barbara C. Sproul, A.g.e., s. 80
A.g.e., aynı yerde
Jean. C. Cooper, Su maddesi, An Illustrated Encylopaedia of Traditional Symbols, Thames & Hudson, Londra 1998., s. 188-189
Jean C. Cooper, A.g.e., aynı yerde
(hiç yoktan), Samuel Henry Hooke, A.g.e., s. 24
Lorsque Dieu commença la création du ciel et de la terre, la terre était déserte et vide, et la ténèbre à la surface de l abîme; le souffle de
Dieu planait à la surface des eaux. Traduction œcuménique De La Bible, Alliance Biblioque Universelle-Le Cerf, La Pochothèque, 1996, s.
21
Kuranı Kerim Meali, Yaşar Nuri Öztürk, Enbiya Suresi, 73/21
Kuranı Kerim Meali, Yaşar Nuri Öztürk, Hûd suresi, 52/11/7
Tufan efsanesinin ilk çözümü George Smith tarafından Babil Gılgamış Destanı’nın onbirinci tabletinin ortaya çıkarılmasıyla yapılmıştır. Ardından Arno Poebel 1914 yılında University Museum’un Nippur koleksiyonunda bulunan üst kısmı kırılmış altı sütunlu bir tabletin Sümer
Tufan efsanesinin büyük bir bölümünü kapsayan alt tarafını yayınlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. S.N. Kramer, A.g.e., s. 128 vd; Jean Bottero
(çev. Orhan Suda), Gılgamış Destanı; Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, Yurt Yay., Ankara 1998; Stephen Mitchell, Gılgamesh, Profile Books, Londra 2004
Samuel Noah Kramer, A.g.e., s. 131
Metin, Ziusudra’ya büyük bir gemi yapması ve kendisini yok olmaktan korumasına ait ayrıntılı bir talimatla devam etmiş olmalı. Burası kırık,
40 satırlık bir açıklık var. Metin anlaşılmaya başladığı yerde tufanın bütün şiddeti ile “memleketi” kapladığını ve yedi gün yedi gece devam
ettiğini buluyoruz. Sonra güneş tanrısı değerli ışığını her tarafa ulaştırarak meydana çıkıyor ve Ziusudra onun önünde hemen yerlere
kapanıyor ve ona kurbanlar veriyor.
Samuel Noah Kramer, A.g.e., s. 132
Talat Tekin, Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1988, s. 9 (D1) Kül Tegin Yazıtı.; Bilge Kağan Yazıtı “(Bu hareketi) yukarıdaki Tanrı,
(aşağıdaki) kutsal Yer (ve) Su (ruhları ile) amcam hakanın ruhu tasvip etmedi hiç şüphesiz”, Talat Tekin, A.g.e., s. 51 (D35)
Wilhelm Radloff, Sibirya’dan, (çev. Prof. Dr. Ahmet Temir), Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1994, C.3, s. 4, Wilhelm Radloff, A.g.e., s.
2 vd. Ünlü Türkolog Dr. Wilhelm Radloff (1837-1918). Yaşamanın büyük bir kısmını Türk dünyasını araştırmaya vermiştir. Rus asıllı Alman
bilim adamının yapıtları kaynak kitaplar olarak kullanılmaktadır.
Wilhelm Radloff, A.g.e., C.3, s. 3 vd.
Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Tarih Kurumu Yay., Ankara 1995, C. 1, s. 432 (Verbitskiy’in derlediği Altay Destanı’ndan)
Wilhelm Radloff, A.g.e., s. 5
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm; Materyaller ve Araştırmalar, Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986, s. 22-23
Jean Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Kabalcı Yay., İstanbul 1994, s. 114
Chou’lardan sonra Hunlarda da suyun kutsal kabul edilmiş olduğuna ilişkin bilgiler vardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Wolfram Eberhard, Çin’in
Şimal Komşuları, (çev. Nimet Ulutuğ), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1942
Göktürklerde Gök Tanrı kavramı öne çıkmakla birlikte (iduk yer sub) yer-su kutsallığı sürmektedir.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Zühre İndirkaş, Türk Mitosları ve Anadolu Efsanelerinin İzsürümü, İmge Kitabevi, Ankara 2007
Hasan Bahar, Korualandaki (Gezlevi) Kütük Dökme Geleneği Üzerine Etnolojik Bir Araştırma, Milli Folklor, Bahar, sayı 33, 1997, s. 56
Muharrem Ergin, A.g.e, s. 105
Naciye Yıldız, Manas Destanı ve Kırgız Kültürü ile Tespit ve Tahliller Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1995, s. 235
Eyüp Akman, Türk ve Dünya Kültüründeki Su Kültü Üzerine Düşünceler, Kastamonu Eğitim Dergisi, Mart 2002, Cilt: 10, Sayı: 1, S. 1-10; s. 8
Yaşar Kalafat, Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara 1990, s. 44
İnancın Kutsallığında Su ya da Suyun Kutsallığında İnanç
35.
36.
37.
38.
39.
Eyüp Akman, A.g.e., s. 8
Yaşar Kalafat, A.g.e., s. 45
Yaşar Kalafat, A.g.e., s. 46
Özkul Çobanoğlu, Türk Kültür Tarihinde Su Kültü, Türk Kültürü, Mayıs 1993, Cilt: 31, Sayı: 361, S. 288-298, s. 297
Yaşar Kalafat, A.g.e., s. 45
Cenk Akaltun, Suda Yaratılışlar Sergisi, 2012. Resim Kodu: 1152, tuval uzerine yağlıboya, 100x120cm.
Cenk Akaltun, Suda Yaratılışlar Sergisi, 2012. Resim Kodu: 1154, tual üzerine yağlıboya, 150 x 200 cm.
195
BURSA’DA HAMAM GELENEKLERİ
TRADITIONAL BATHING CUSTOMS IN BURSA
Hülya Taş*
* Yrd. Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Summary
Bathing customs which are a part of the Turkish culture had a significant place in daily life in the past and today despite the decrease in
significance these customs are still trying to survive. There are a variety of bathing ceremonies held in Bursa. Women have a “bride’s bath” one
day before a young girls wedding, men have a “groom’s bath” amongst themselves before a wedding, the 40th day of a new born is called “40th
day bath” and a “ wish bath” ceremony in held when a wish made before is granted. The traditional Turkish baths and natural hot spring water
have a healing effect that is widely experienced by the people. Women having fertility problems tend to sit in the hottest corners and pools.
This goes on for 15-20 days and a wish is made during this time (Çekirge Bath) when the made comes true the Bath is usually rented for one
day and serves to the public for free as charity. It is considered to be a good deed to have a bath at a ”wish bath”. The person who has made
the wish also offer food and drinks to the guests. “Groom’s Bath” is a ceremony amongst men, relatives and friends. Men bath together. “There
is no entertainment in the men’s bath. “40th day” bath is a ceremony where the baby is bathed in a special ceremony, all relatives and friends
are invited to 40th day bath ceremonies. The attendants of the Bride’s bath are the bride’s friends and the young women of the groom’s side
of the family. Women dance to music and are accompanied with beverages. All the expenses of the bride’s bath are paid by the groom. The
bride is undressed with folk music and poems. A bundle sent by the groom’s family is opened there. The items in a traditional bathing budle
are a bathing cloth for the floor, towels, a waist cloth, a pair of bathing clogs, bathing bowl, scrubbing pouch, soap case, a comb and a jewelry
box. Etc…
Türk kültürünün bir parçası olan hamam gelenekleri geçmişte sosyal yaşamda büyük bir yer
tutmasına karşın, günümüzde eskisi kadar olmasa da varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Bursa’da çeşitli vesilelerle hamam törenleri yapılır. Kadınlar arasında düğünden bir gün önce yapılan
“gelin hamamı”, erkeklerin kendi aralarında yaptığı “ asker ve damat hamamı” bebeğin 40. günü kutlanan
“ kırk hamamı” , bir dilekte bulunan kişinin istediği gerçekleştiğinde yapılan “adak hamamı” gibi. Bu
geleneklerden bizim tespit ettiğimiz ve günümüzde Bursa merkezinde görülen adak hamamı ve gelin
hamamı törenlerinden bahsedeceğiz.
Halk tarafından şifalı olarak bilinen aynı zamanda “adak hamamı” olarak meşhur olan sadece
kadınlar tarafından kullanılan Çekirge kaplıcası, Çekirge mahallesinde bulunan Askeri hastanenin
önündedir.( Tuna 1976: XX) Hamamın girişinde hamamın kuruluş tarihinin 1365-1370 yılında yapıldığı
belirtilmesine karşın yazılı kaynaklarda hamamın yapım tarihi hakkında kesin bilgi yoktur. Kadı
sicillerinden elde edinilen bilgiye göre 1616 yılına ait bir dilekçede hamamın bu tarihten aşağı yukarı
300 yıl önce yaptırılmış olduğu iddia edilmektedir. Bir başka yazılı kaynakta da 1326 yılında Orhan Bey
zamanında yapıldığı belirtilip, hamamın hastalara çok faydası olduğu iddia edilerek II. Beyazıd Vakfı
tarafından kiraya verilmesi ve halktan para alınması üzerine yapılan şikayete yer verilmektedir.(Reman
1942:263) Bu bilgilere dayanarak kaplıcanın 14. yüzyıl yapısı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu hamama Çekirge Hamamı denmesinin nedenini aşağıda anlatılan efsaneyle açıklamaktadır.
“I. Murat zamanında hamam için dağdan odun getiren fakir bir oduncu yaşardı. Bu oduncunun adı
Çekirge ağa idi. Bir gün oduncunun karısı o zaman parasız olan hamama yıkanmak için gider. Hamama
girer girmez natırlar tarafından kovulur. Kadın bu hareketin sebebini sorunca da baş müneccimin
hanımı gelecek sen ona arkadaş olamazsın, derler. Oduncunun hanımı da ağlayarak eve döner. Eşine
“Bende zengin olmak istiyorum ve bu hamamda yıkanmak istiyorum. Bundan sonra sen müneccim
olacaksın. Ben de sana yardım edeceğim”, der. Çekirge ağa başına büyükçe bir sarık, eline de bir kitap
alarak Bursa’ya gelir. Orhan camiinin avlusunda bir köşeye çekilir. Müneccimliğe başlar. Bir iki gün
sonra genç bir kadın müracaat eder. Hamamda küpesini kaybettiğini bulursa kırk akça vereceğini söyler.
Çekirge ağa ilk başta ne söyleyeceğini bilemez. Eşine danışmak ve zaman kazanmak için şöyle bir yalan
uydurur. “Hanım ben geceleri yıldızlara bakarım, paranın yarısını verirsen yarın haberini alırsın”, der.
Çekirge ağa akşam eve gelince eşine sorar. O da Çekirge Ağa’ya “ Yüzüğü yıkandığı yerde saçlara sarılı.
Olukları ara dersin. Kısmetin varsa, daha yirmi akçe gelir. Yoksa nasip bu imiş der kanaat ederiz. Kadın
bulamadım diye gelirse bir müneccim bu kadar haber verir. Araması bulması da sana aittir dersin iş olur
biter.”
196
Bursa’da Hamam Gelenekleri
197
Çekirge Sultan Hamamı (Fotoğraf: Hülya Taş)
Ertesi gün karısından öğrendiklerini müşterisine söyler. Müşterisi hemen tarif edilen yere gider,
bakar küpeyi bulur. Hocanın yanına gelip parasını öder, hediyeler verir. Onu o kadar çok över ki ünü
sadece Bursa da değil ülkeye yayılır. Oduncunun namı padişahın kulağına gider. Ve sarayına çağırır.
Oduncu kellesi gidecek diye çok korkar. Padişah onu denemek için avucunda saklı olan şeyi bilmesini
ister. O da “Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar. Üçüncüde ele geçer” diyor. Padişahın avucundan çekirge çıkar.
Padişah da bundan sonra bu hamamda yıkanmaya hak kazandın der. Ondan sonra burada ererler.
(Yalgın 1955: 153)
Çekirge Sultanın mezarı I. Murat külliyatının yanında bulunmaktadır.
Hamamlarımız, soyunup giyinme yeri, soğukluk, asıl banyo mahali olmak üzere üç kısma ayrılır.
Kapıdan giren müşteri erkek hamamında tellak, kadın hamamında natır veya usta adı verilen hamam
müstahdemleri tarafından karşılanır. Sonra hamama gelenlere temiz hamam takımı ve nalın getirilir.
Ancak günümüzde Çekirge Hamamında bu özellikleri görmemekteyiz. Bu hamamda sadece soğukluk
denilen oturma yeri, içeride de sıcaklık kısmı ve kurnalar vardır. Bu hamamda natır yoktur. İki çalışanı
vardır. Biri temizlik yapar. Diğeri ise gelenleri karşılar. Hamama gelen müşteriler hamam için gerekli
olan malzemeleri kendileri getirirler.
Adak hamamında yıkanmak sevap sayılır. Adak için hamam bir gün veya bir gece kiralanır. Buna
hamam ya da halvet kapatmak denir. Hamamda çalışan görevliler daha önceki senelerde çevre köylerden
gelenler tarafından geceleri hamamın kapatıldığını hatta hamamda horoz bile kesildiğini, sabah köye
gidecek arabaları gelene kadar da hamamda kaldıklarını söylemişlerdir.
Günümüzde bu hamama gelip adak adayan kadınlar adak çeşmesinden üç yudum su içerek adaklarını
adarlar. Adanan adakları şöyle sıralayabiliriz: Çocuğu olmasını isteyenler, iş bulmak, evlenebilmek, ev
almak, askere giden oğlunun sağ salim gelmesini için, sınavlarda başarılı olmak.
Adağı gerçekleşen kadınlar Çekirge Sultan hamamını tutarak arkadaşlarını davet ederler. Yıkanma
ve adak adama işlemi bittikten sonra adağı olan kişi, arkadaşları için hazırladığı yiyecek ve içecekleri
sunar. Sonra da dinlenme, uyuma ve keyif safhası başlar. Birkaç saat dinlenip giyindikten sonra da eve
dönülür.
198
Bursa’da Hamam Gelenekleri
Gelin Hamamı
Kaynarca Kaplıcası Kükürtlü Mahallesi’nde, ‘Bademli Bahçe’ adıyla anılan büyük ve yeşil bir alan olan
sıcak su bölgesinde yer alır. Kaynarca kaplıcasının 1680’den sonra yapıldığı sanılmaktadır. (Şehitoğlu
2006:127) Kaynarca yapısı küçük ve gösterişsiz bir yapıdır. Kaynarca’nın soyunmalık kısmından
geçilerek ılıklığa geçilir. Havuzundaki su, tarihi aslanağzından akıtılır. Kaplıca günümüzde Yeni Kaplıca
ve Kara Mustafa kaplıcasıyla birlikte bir sağlık tesisi olarak kullanılmaktadır. Yalnızca kadınlara ait
Kaynarca kaplıcası; spor salonu, konaklama birimleri ile birlikte tedavi ve yıkanma amaçlı bir tesistir.
Ilıklık kısmına yeni yıkanma bölümleri ve kabinler eklenmiştir. İç kısımdaki mermer kaplamalar ve
kurnalar yenilenmiştir.
Hamam takımları: peştamal, lif, kese, gümüş hamam tası, bakır hamam tası, takunya (Fotoğraf: Hülya Taş)
Bursa’da gelin hamamı çoğunlukla evlenecek genç kızların yaptıkları önemli bir adettir. Kadınlar
genellikle Kaynarca kaplıcasını kapatırlar. Buna halvet yapmak denir. Bu halvete ancak davetli olanlar
katılırlar. Genç kız düğününe birkaç gün kala(genelde cuma günü tercih edilir) yakın arkadaşlarını,
dostlarını, kendi akrabaları ile damat tarafını hamama davet eder. Eskiden yapılan gelin hamamlarına
sadece gelinin yakın arkadaşları davet edilmesine karşılık günümüzde davetlilerin sayısı geniş
tutulmaktadır. Kapatılan hamam görevliler tarafından süslenip hazırlanır. Hamamın girişindeki
soyunmalık kısmının geniş avlusu, balonlar ve çiçeklerle bezenir. Avlunun ortasındaki şadırvan
nilüfer çiçekleri ve boncuklarla süslenir, şadırvan mermerinin etrafına mumlar dizilir. Müzik eşliğinde
kapıda karşılanan misafirler yerlerine otururlar. Gelin, gelin odasına arkadaşları tarafından götürülür.
Evlenecek genç kıza bu odada kırmızı veya pembe renkte rahat bir kıyafet giydirilir. Meydana gelen gelin
ve arkadaşları çalan müzik eşliğinde çiftetelli oynarlar. Çeşitli yöresel halk türküleri çalınır. Oynamaktan
yorulan misafirlere açık büfe tarzında servis edilen yiyeceklerle ikramda bulunulur
Servis masasında geleneksel cevizli lokum ve tahinli pidenin yanında sarmalar, börekler, kekler,
pastalar, içli köfteler, poğaçalar, elmalı turtalar, sigara börekleri, mercimek köfteleri, kısırlar, salatalar,
meyveler, içecekler sunulur. Bu arada gelin geleneksel kına töreni için kaftanını giymek üzere odasına
götürülür. Gelinin arkadaşları başlarına taktıkları taçlar ve ellerine aldıkları mumlarla ikişerli gruplar
halinde gelin odasından davetlilerin bulunduğu salona kadar dizilirler. Gelin alkışlar eşliğinde içeri
girer ve kına merasimi başlar. Salona giren gelinin arkadaşları kendi söyledikleri halk türküleri eşliğinde
geline uğur getirsin diye ellerinde süslü kına tepsisi ile göbekteki şadırvanın etrafından üç kez tur
attırırlar. Daha sonra gelin, herkesin görebileceği bir sandalyeye oturtulur. Kınayı yakmak için alkışlar
Bursa’da Hamam Gelenekleri
199
içinde kaynana sahneye çağrılır. Gelin hanım avucunu altın karşılığında açar ve kına sürme işlemi
tamamlanır. Damadın annesinden sonra sıra gelinin annesinin ve davetlilerin takı takma merasimine
gelir. Gelinin etrafını saran arkadaşlarının söyledikleri türkülerle gelin ağlatılır. Daha sonra çifte telliler
oynanıp halaylar çekilir ve gelin arkadaşları tarafından son olarak üç kez havaya kaldırılır. Sıra geleneksel
gelin yıkama aşamasına gelir. Özenerek hazırlanan işlemeli bakır hamam tası, hamam takunyası,
peştemal, lif, sabunlar, duş jelleri ve şampuanlar eşliğinde gelin, hamama girip en yakını tarafından
yıkanır. Halk arasında gelini yıkamak sevap olduğundan dolayı gelinin arkadaşları sıra ile bu hayırdan
nasiplenmek için gelinin başına en az üç kez su dökerler. Hamamdan sonra sürülen hoş kokular ve rahat
bir elbise ile gelin davetlilerin yanına gelinir. Davetlileri eğlendirmek için sahneye bir dansöz çıkarılır
ve misafirlerinde katılımıyla eğlence devam eder. Hamam eğlencesinin sonuna doğru gelinin aldıkları
kına, sabun gibi hediyeler misafirlere dağıtılır. Gece yarısı ise eğlence sona erer ve mutlu bir şekilde
davetliler evlerine dağılırlar.
Sonuç olarak sosyal bir varlık olan insanoğlunun hayatında üç önemli geçiş vardır. Doğum, evlenme,
ölüm. Her geçiş devresinde çeşitli adetler, törenler ve inançlar teşekkül etmiştir. Bunlardan maksat insana
değer vermek ve onu bazı tehlikelerden korumaktır. Bu geçiş dönemine ait halkbilimi araştırmalarının
yapılması halkın gerçek yaşantısını anlamak için şarttır.
Yazılı Kaynaklar
Reman, Rıza. Balneologi ve Şifalı Kaynaklarımız, İstanbul: Cumhuriyet Matbaas,1942.
Tuna, Necdet . Bursa Kaplıcaları : Ankara 1976.
Şehit, Elif. Bursa Hamamları, Ankara: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2006.
Yalgın, Ali Rıza. “Çekirge Adı Hakkında” Bursa Folkloru: Bursa: Yenisey Vilayet matbaası 1954.
Sözlü Kaynaklar
Kaynak Kişi
Adı Soyadı
Doğum Tarihi
Öğrenim Durumu
Mesleği
Doğum Yeri
KK1
Bumin Sütmen
1958
Lise
Çekirgeliler Derneği Başk
Bursa
KK2
Saniye Ergül
1947
Okur-yazar
Çekirge Hamamında Görevli
Bursa
KK3
Tuğba Kır
1976
Üniversite
Mühendis
Bursa
KK4
Nezahat Can
1930
Okur-yazar
Ev Hanımı
Bursa
KK5
Yasemin Hatır
1960
Okur-yazar
Ev Hanımı
Bursa
BURSA KAPLICALARININ ISLAHINA YÖNELİK BİR GİRİŞİM:
BURSA KAPLICALARI TÜRK ANONİM ŞİRKETİNİN KURULMASI
AN ATTEMPT TO THE THERMAL REFORMATION OF BURSA: THE ESTABLISHMENT OF THE
BURSA THERMAL BATHS TURKISH CORPORATION
Seher Boykoy*
* Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
Summary
Bursa has been one of the richest cities with baths and especially thermal baths in the historical process. The importance of the Bursa
thermal baths having a healty and healing water has been appreciated by the managements of the Turkısh Republic. The measures taken to
improve the functionality of the Bursa thermal baths, are evidence of thermal baths are seen as a significant potential in terms of health and
tourism. The purpose of this paper is to present the attempts to towards the establishment of the Bursa Thermal Baths Turkısh Corporation,
the measures taken by the government and the company’s activities in the years following the establishment of the Turkish Republic. Thus, in
the period that witnessed the process of the establishment of the Turkish Republic and the Turkısh Revolution under the leadership of Mustafa
Kemal Atatürk, the republican administration’s attitudes and policies towards the Bursa thermal baths will be illuminated. In this study, archival
documents related to this subject from Turkish Republic Prime Ministry State Archives, the Turkısh Grand National Assembly proceedings, the
official records, the Bursa almanacs (1934-1967-1973) and the periodical publications will be used.
Tarihsel süreçte önemli kültür merkezlerinden biri olan Bursa, sahip olduğu şifalı su kaynakları ve
kaplıcalar bakımından da, ülkemizin en zengin kentleri arasında yer almıştır. Bursa kaplıcaları, Türk
milli kültürünün, asırlardır yaşayan Anadolu geleneğinin renkli bir parçasını teşkil etmektedir. Termal
kaplıcalar, bir kültür öğesi özelliğiyle, Türk geleneklerinde çok önem verilen temizlik kültürü ötesinde,
eğlencelere mekân, şifa arayanlara alternatif birer sağlık merkezi, tatil için önemli dinlenme durakları
olmuştur.
Uludağ’ın eteklerinde kurulması, soğuk ve mineralli sıcak su bakımından doğal zenginliği, Bursa’da
eski zamanlardan itibaren birçok termal tesis yapılmasında etkili olmuştur1. Bursa’da hamam kültürü,
Roma dönemine kadar uzanmakta olup; Roma-Bizans dönemlerinde hamamlar ve şifa kaynağı kaplıcalar tesis edilmiştir. Bursa kaplıcaları, Antik topluluklardan günümüze toplumsal sağlık ve eğlence
merkezi olarak önem kazanmış ve bu önemini uzun yıllar sürdürmüştür2.
Bursa’da Osmanlı hâkimiyeti döneminde, bir taraftan Bizans devrinden kalan termal tesislerin onarımı yapılmış; diğer taraftan yeni kaplıcalar inşa edilmiştir. Böylece Bursa, gerçek bir su şehri hüviyeti
kazanmıştır. Bursa’ya gelip, şehrin suyla ilişkisinin en iyi anlayan ünlü seyyah Evliya Çelebi, Bursa’yı
“sudan ibaret” diye tarif etmektedir.
Bursa’nın su şehri olması, 19. yüzyılda buraya gelen yabancıların ve seyyahların da dikkatini çekmiştir. Polonyalı Simeon, Bursa’ya ilişkin gözlemlerini aktarırken, kaplıcalarla ilgili olarak da, “Bursa’ve
şehrin civarı kâmilen bağ ve bahçelikti. Şehir dışında, kral yapısı muazzam, şifa verici ılıcalar ve kaplıcalar
vardı. İçlerinde havuzlar, şadırvanlar bulunan ve müteaddid (birçok) yerlerden sıcak ve şifalı sular fışkıran
bu kaplıcalara bir defa giren, suyun bolluğundan duyduğu rahatlığa kapılarak bir daha dışarı çıkmak
istemezdi”3 demektedir.
Mareşal Helmut Von Moltke de, Türkiye’den babasına yazdığı bir mektupta, Bursa hamamları ile
ilgili olarak, “Türk hamamlarının keyfini sana evvelce yazmıştım. Bursa’dakiler suni değil, tabiattan öyle
sıcaktır ki insanın büyük, dupduru havuza girince haşlanmadan dışarı çıkabileceğine önceden inanmayacağı gelir. Girdiğimiz hamamın terasının harikulade güzel bir seyri vardı ve öyle rahattı ki insan bir türlü
ayrılmak istemiyordu”4 demekte ve Bursa kaplıcalarının doğallığını ve rahatlığını ortaya koymaktadır.
Bursa, bu özelliğini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür. Türk Devriminin ideologlarından
Vedat Nedim Tör’e göre Bursa:
1 “Hamam” sözcüğü Arapça’da hamam (ısıtan), hamma (ısıtmak) ve İbranicede hamam (sıcak olmak) köklerinden gelir. Bu kelime yıkanmak
için yapılmış kapalı mekân anlamındadır. Halka açık olan hamamlara “halk hamamı” veya “çarsı hamamı”, bir yapı bünyesinde yer alanlara “özel
hamam”, doğal sıcak su kullanılan hamamlara ise “kaplıca” adı verilmektedir. Elif Şehitoğlu, “Bursa Hamamları”, Bursa Defteri, Sayı: 9, Mart 2001,
s. 131.
2 Cenubi Marmara Havzası-Bursa Vilayeti Coğrafyası, Devlet Matbaası, İstanbul 1927, s.158-159.
3 Nurşen Günaydın-Raif Kaplanoğlu, Seyahatnamelerde Bursa, Bursa Ticaret Borsası Yay., s.31.
4 Raif Kaplanoğlu, a.g.e., s.100-102.
200
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
1.
2.
3.
4.
201
Kaplıcaları dolayısıyla bir su şehri,
Eski eserleri itibariyle bir tarih şehri,
Tabii güzellikleri bakımından ideal bir sayfiye şehri,
Uludağ dolayısıyla bir iklim tedavisi istasyonu ve dağ sporları mıntıkasıdır5.
Cumhuriyetin ilk yılları itibariyle, Bursa’daki termal kaynaklar, topografik durumlarına ve kimyasal
bileşimlerine göre iki kısma ayrılmaktadır: Birinci grupta, Bursa’yı Çekirge’ye bağlayan yolun ortalarında, Çelikpalas’ın önlerinde yer alan Kükürtlü, Yeni Kaplıca, Kara Mustafa Paşa Kaplıcaları; ikinci
grupta, Çekirge’de bulunan Eski Kaplıca ile özel ve genel hamamlar yer almaktadır. Birinci gruptakiler,
Kükürtlü; ikinci gruptakiler, çelikli su6 olarak adlandırılmaktadır7.
Bursa’nın bu termal kaynakları, banyosunun yanı sıra; cilt hastalıkları, solunum yolları, sinir, eklem,
kas romatizmaları, gut, aşırı şişmanlık, kadın hastalıkları, böbrek ve safra yolları hastalıklarını iyileştirme özelliklerine sahip bulunmaktadır8.
Bursa’nın, şifalı sular bakımından bu zengin potansiyelinin harekete geçirilmesi ve bu potansiyelin
etkin bir şekilde kullanımının sağlanması, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, merkezi yönetim ve
yerel güçlerin önem verdiği hususlar arasında yer almıştır. Bu noktada, birtakım tedbirlerin alındığı
görülmektedir. Bu tedbirlerden biri, Şubat 1928’de, Bursa otel ve kaplıcalarını işletmek üzere Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin kurulmasıdır.
Şirketin kurulmasında, dönemin Devlet Başkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün etkili olduğu görülmektedir. Mustafa Kemal’in daha 1918 yılında Karlsbad’da geçirdiği kaplıca kürü, termal su kaynaklarına ilgi
duymasına kaynaklık etmiş; kaplıcaların bilimsel temeller üzerinde gelişmesi için büyük çaba göstermiş
ve teşviklerde bulunmuştur. Tarihi Roma/Osmanlı Kaplıcası olan ve Karlsbad’a çok benzeyen bir başka
doğal güzellik olan Yalova Termal’in modern ve bilimsel bir kaplıca kür merkezine dönüştürülmesi ve
Bursa’da Çelik Palas Otelinin tesisi, O’nun kaplıca yöreleri ve mineralli sulara verdiği önemin göstergesidir.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasını izleyen yıllarda, kaplıcaların işlevselliğini arttırmak için resmi
düzeyde alınan önlemlerin başında, Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin kurulması gelmektedir.
Şirketin kurulması düşüncesi, Atatürk’ün Bursa’ya yaptığı 4. ziyareti (22 Eylül 1925-8 Ekim 1925) sırasında ortaya çıkmıştır. Bu ziyaret sırasında, eski Mısır Hidivi9 olan Abbas Hilmi Paşa, Atatürk’ü Bursa’da
kaldığı Hünkâr Köşkünde ziyaret etmiş; Bursa kaplıcaları konusundaki düşüncelerini kendisine aktarmıştır10.
Marmara’da bir gezinti için Atatürk’ü, Mudanya’da demirli El Mahrusa isimli yatına davet eden Hidiv, 29 Eylül 1925 günü gerçekleşen bu gezinti sırasında, Bursa’da bir kaplıca oteli kurmak konusundaki
görüşünü açıklamıştır11. Atatürk de, bu işin bir şirket vasıtasıyla yürütülmesini, yeni ihtiyaçlara cevap
verecek şekilde termal tesislerin yapılmasını gerekli görmüştür. Bunun üzerine şirketin kurulması çalışmalarına başlanmıştır.
Bu süreçteki yasal düzenlemelere baktığımız zaman, Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin, 9
Haziran 1926 tarih ve 923 sayılı “Derdesti Teşkil Olan Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketine Evkaf
Müdüriyeti Umumiyesinin İştirakine Mezuniyeti”ne dair kanun ile, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün iştiraki haline getirildiği görülmektedir12.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde yer alan 8.6.1926 tarihli bir arşiv belgesinde, Bursa kaplıcaları
ve tesislerinin imar ve ıslahı için Bursa kaplıcaları Türk Anonim Şirketi adıyla bir şirketin kurulması ve
hükümetçe alınacak tedbirler hakkında bilgiler verilmektedir13.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından Başbakan İsmet Paşaya gönderilen bir yazıda, Bursa kaplıcalarının ıslahı meselesi, Bursa’nın yeniden ihyası olarak ele alınmış; şu hususlara temas edilmiştir.
5 Vedat Nedim Tör, “Turizm Bakımından Bursa Bölgesi”, İktisadi Yürüyüş, Sa:20, 1 Ekim 1940, s.11.
6 Çekirge sularında, diğer sulara nispetle, banyoluklarda kirli pas renginde izler bırakan demir memlehası fazla miktarda mevcut olduğu için,
Çekirge mıntıkasındaki sular, Çelikli olarak adlandırılmaktadır. Bursa 1934 Yıllığı, Bursa Belediyesi Neşriyatı, s. 8.
7 Nihat Reşat Belger, “Su Şehri Bursa”, Bursa, Der: Vedat Nedim Tör-Şevket Rado,: Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul 1948, s. 42; Cenubi Marmara
Havzası-Bursa Vilayeti Coğrafyası, s.160; Bursa 1934 Yıllığı, s.4-11.
8 Bursa 1934 Yıllığı, s.15, 21-23.
9 Hidiv, 1866-1922 yılları arasında Mısır valilerine, yöneticilerine verilen unvandır. Farsça büyük vezir anlamına gelir ve Osmanlılarda da
sadrazam ( başvezir ) ile aynı rütbededir.
10 Yılmaz Akkılıç, Atatürk ve Bursa, Bursa Kültür ve Sanat Yayınları, 1999, s.45-46.
11 Hacı Tonak, “Asri Kaplıcadan Çelik Palas’a Bir Modernleşme Öyküsü”, Bursa’da Yaşam, Ocak 2012, s.272.
12 Düstur, Üçüncü Tertip, C.7, s.1529.
13 BCA, Tarih: 8.6.1926, .Fon: 030..1.0.0, Yer: 176.213.4.
202
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
 Bursa’nın havası ve doğası itibariyle mükemmel bir su şehri olabilecek şehir olduğu
 Bursa hamamlarının şimdiki durumda sıhhi olmaktan ve mükemmel asri tesisattan çok uzak
olduğu
 Şehrin imar ve ıslahının, ancak fenni ve her türlü dinlenme tesislerinin meydana getirilmesi ile
mümkün olacağı
 Bundan önceki seyahatlerinde, bu mesele ile meşgul olmak ve tecrübesi dolayısıyla Hidiv Abbas
Hilmi Paşadan alakadar olmasını istediği
 Abbas Hilmi Paşanın tetkikat sonucunu kendisine gönderdiği ve bu seferki ziyaretinde bu mesele
ile daha ciddi ilgilendiği
 Yapılan tetkikler sonucunda varılan kanaate göre, Bursa’da çelikli, kükürtlü ve radyumlu olmak
üzere üç cins su olduğu, bunların en önemlisinin Çelikli ve Kükürtlü su olduğu,
 Çelikli su kaynağının evkafın malı olduğu, şimdiye kadar çeşitli kişilere belli miktarda olmak
üzere yararlanma hakkı verildiği
 Çelikli suya ait kısmın icra ve tatbik tarzının bütün ayrıntıyla tespit edildiği
 Kükürtlüde mevcut ve işletilmekte olan kaynakların, sınırlı birkaç şahsın elinde olduğu, bunlardan istimlâk suretiyle yararlanılmasının güç olduğu, bundan yüz binlerce lira talep edildiği14
 Bu iki kaynağın bulunduğu yerin asri menfaatler için istimlâk edilmesi gerektiği
 Asri bir kuruluş meydana getirmek için Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi adıyla bir şirket
kurulması gerektiği
 Bursa Kaplıcalar Şirketi adı altındaki şirketin kuruluş aşaması için milyonlar gerekmesine rağmen, projenin zorunlu ihtiyacının karşılanması için ilk aşamada 500 bin lira ile işe başlanabileceği
 Bu şirkete hükümet, belediye, evkaf, idare-i hususiye, iş bankası, ziraat bankası gibi kuruluşların
iştirak ettirilebileceği
 Şirketin bir an önce teşkil edilmesi ve işe başlanması gerektiği, müessesenin yeri ve diğer ayrıntıların hazırlandığı
 Bunların kabulü için meclis kararına gerek duyulması halinde, hükümetin bu konuda yetki alması gerektiği
Şirketin teşkil ve işe başlayabilmesi, kaplıcalar işinin fiiliyata konulması için hükümetçe alınacak
tedbirler de şöyle sıralanmaktadır.
1. Evkafın çelikli suyu şirkete devrolunur
2. Özel kişilere ait mevcut hamamlar kalabilir. Yalnız yeniden sıcak sulu hamam yapmak ve işletmek
hakkı şirketin olmalıdır. Aksi takdirde sermaye vermek ve işe girişmek mümkün değildir.
3. Bugün arama ve işletme hakkı düşmüş ve istifade edilmeyen kaynakları şirket istimlâk hakkına sahiptir.
4. Bursa’da sahipli ve sahipsiz arazide siyah hare ve madeniye çıkarılması hakkında tetkikat icrası hakkı
şirkete verilmelidir.
5. Şirket belediyedeki hukuk ve yetkilerle 99 yıl için teşkil etmelidir.
22 Haziran 1927 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla, şirketin kurulması resmiyet kazanmıştır. Bu
kararda, Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi adını taşıyacak olan şirketin kuruluş amaçları; “1.
Bursa’nın sıcak ve soğuk maden sularından fenni surette yararlanmak, 2. bunun için, modern banyo
tesisatı, oteller, gazinolar, lokantalar, parklar ve oyun alanları meydana getirmek 3. bunları bizzat, ya tamamen veya kısmen başka ticari kuruluşlar aracılığıyla işletmektir 4. bunların tesis ve inşası, donanımı
için gerektiğinde sermayeyi 1 buçuk milyon liraya çıkarmak 5.bunların vücuda getirilmesi için gerekli
kaynak, arazi ve suları belli kayıtlar dairesinde istimlâk etmek 6-hükümetle yapılacak imtiyaz sözleşmesinde yer alan bütün hususları icra etmek15 olarak belirlenmiştir.
Bursa’da otel ve kaplıcaları işletmek ve bu suretle işlevselliğini arttırmak üzere kurulan bu şirket,
kaplıcaların, sağlık ve turizm açısından önemli bir potansiyel olarak görüldüğünün kanıtıdır. Şirketin,
14 Bursa’daki kaplıca hamamlarının büyü kısmı, özel kişilerin mülkiyetinde olup, geri kalanı belediye, vakıflar, diğer yarı resmi kuruluşlar
mülkiyetindedir. Askeri Hastane, Kükürtlü, Çelik Palas Otelin payları dışında kalan sıcak suların tümü, özel kişilerin mülkiyetinde ve tapularında
kayıtlıdır. Bademlibahçe bölgesindeki sıcak suların tümü (Kükürtlü hariç) şahısların mülkiyetindedir. Hasan Sözüneri, “Tarihte Bursa Kaplıcaları”,
Bursa’da Yaşam, Mayıs 2012, s. 372-373.
15 22 Haziran 1927 tarih ve 5340 sayılı yazı için bkz. BCA, Fon: 030..18.1.1, Yer: 25.:38.13.
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
203
Bursa’nın bir turizm kenti olması noktasında önem taşıdığı görülmektedir. Bursa’ya sosyal yaşam alanı
kazandırılması, şirketin en önemli misyonu olmuştur.
Merkezi İstanbul’da olan şirketin kuruluş sözleşmesi, Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi Esas
Mukavelenamesi adıyla 1928 yılında yayınlanmış olup; 49 madde ve 9 kısımdan oluşmaktadır.
Birinci kısımda, şirketin teşkili, maksadı, ünvanı, merkezi ve müddeti; ikinci kısımda, sermaye ve
hisse senedatı; üçüncü kısımda şirketin idaresi; dördüncü kısımda heyet-i umumiye, beşinci kısımda
hesebat-ı seneviye ve müfredat defteri; altıncı kısımda temettüatın sureti taksimi ve reisül male mahsub
akçe; yedinci kısımda ihtiyat akçesi; sekizinci kısımda şirketin temdid müddeti ve feshi ve kat’ı muamelatı; dokuzuncu kısımda mevad-ı müteferrika maddeleri yer almaktadır16.
Sözleşmeye göre, 99 yıl süre ile teşkil edilen şirketin ortakları arasında, Hıdiv Abbas Hilmi Paşa,
Türkiye İş Bankası, Türk Ticaret ve Sanayi Bankası, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ziraat Bankası, Bursa İl
Özel İdaresi ve Bursa Belediyesi yer almıştır.
550.000 Türk lirası sermaye ile tesis edilen şirkette ortak hisseleri şu şekildedir:
Hidiv Abbas Hilmi Paşa hazretleri 100 bin
Evkaf müdüriyeti umumisi 100 bin17
Bursa Belediyesi 50 bin
Bursa idare-i hususiyesi 50 bin
Türk Ticaret ve Sanayi Bankası 100 bin
İş Bankası 100 bin
Ziraat Bankası 50 bin18
Şirkette Atatürk ve Celal [Bayar] Beyin de hisseleri bulunmaktadır.
Hidiv Abbas Hilmi Paşanın 1933 yılında şirketle ilişkisi kesilmiştir. 1930’dan sonra İsviçre’de ikamet eden hidivin hisseleri, yerli sermayedarlar tarafından satın alınmıştır. 24 Temmuz 1933’te yapılan
hissedarlar genel kurulunda, temsil olunan hisselerin dağılımı, sermayenin tamamen Türklerin elinde
olduğunu göstermektedir.
Mustafa Kemal Paşa
29.910
Türkiye İş Bankası
200.000
Türkiye Ziraat Bankası
150.000
Evkaf Müdiriyeti Umumiyesi 100.000
Bursa İdare-i Hususiyesi
80.000
Bursa Belediyesi
20.090
Toplam
550.00019
Böylece şirket 1933 yılında, yerli sermayeli Türk anonim şirketi niteliği kazanmıştır.
Şirketin bütün işleri ve mal varlıklarının idaresi, şirket hissedarları genel kurulunca seçilen, sayısı
6-12 arasında ve çoğunluğu Türk olan üyelerden kurulu idare meclisi tarafından sağlanmaktadır.
İdare meclisi üyesinin süresi, 3 yıldır.
İdare meclisi, her sene üyeler arasından bir başkan ve bir başkan vekili seçer. Bunların Türk tebaasından olması şarttır.
İdare meclisinin, yılda en az 12 defa şirketin merkezinde toplanması gerekmektedir.
İdare meclisi görüşmelerinin geçerlilik kazanması için, üyelerin yarısından fazlasının toplantıda bulunması gerekmektedir.
Kararlar, mevcudun oy çokluğuyla verilmektedir.
İdare meclisi, şirket sermayesinin ¾ ü zayi olması halinde, şirketin feshine veya devamına karar
verilmek üzere genel kurulu davet eder20.
1928-1929 yıllarında idare meclisi üyeleri şu kişilerden oluşmaktadır21:
16 Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi Esas Mukavelenamesi, Kâğıtçılık ve Matbaacılık Anonim Şirketi, 1928, s.3.
17 TBMM nin 28 Mayıs 1927 tarihli 73. toplantısında, Derdesti Teşkil olan Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketine Evkaf Müdiriyeti
Umumiyesinin iştirake mezuniyetine dair 9 Haziran 1926 tarih ve (923) numaralı Kanun tadiline dair Kanun teklifi görüşülmüştür.
Yapılan değişikliğe göre, Şirketin kurulması için gerekli sermayede, evkaf genel müdürlüğü iştirak hissesinin 100 bin liraya çıkarılması,
şirketin kurulması düşünülen sahada sulardan başka, evkafa ait bina ve arazilerin de sermayeye katılması, kalanın da nakden ödenmesi
kararlaştırılmıştır. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, İçtima: IV, C: 32, s. 660-662.
18 Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi Esas Mukavelenamesi, 1928, s.4.
19 A. Gündüz Ökçün, 1920-30 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye, Ankara 1971, s.76-77.
20 Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi Esas Mukavelenamesi, s.7-10.
21 A. Gündüz Ökçün, a.g.e., s. 76.
204
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Arif Paşa –Hidiv Abbas Hilmi Paşanın özel sekreteri
Muhittin Baha Bey-eski Bursa milletvekili
Hüseyin Kazım Bey-Türk Ticaret Bankası idare meclisi üyesi
Saffet Bey-Türkiye İş Bankası Bursa şube müdürü
Gani Bey-Bursa vilayeti daimi encümen üyesi
Cezbi Bey-Bursa Belediyesi üyesi, avukat
Bursa kaplıcaları Türk Anonim Şirketi idare meclisi ilk toplantısını, 2.12.1928 tarihinde yapmıştır. Bu toplantıya çağrılan Evkaf Umum Müdürünün, Başbakanlığa yazdığı ve şirketin kanuni durumu
hakkında bilgi veren yazısında, şirket ortaklarından Abbas Hilmi Paşa dışındakilerin hisselerinin ¼
ünü ödemiş oldukları, Abbas Hilmi Paşanın kendi hissesine düşen 25. bin lirayı henüz ödemediği, bu
durumun idare meclisi üyeleri tarafından geçiştirildiği belirtilmekte; bu hususta kanuni işlem yapılması
gereği ortaya konulmaktadır. Şirket sermayesinin arttırılması, satın alınacak arazi ve binaların, istimlâk
kararnamesine uygun olarak satın alınması hususlarına da aynı yazıda yer verilmiştir22.
Çelik Palas Oteli’nin ilk nüvesini oluşturması itibariyle büyük önem taşıyan Şirketin en önemli faaliyeti, Çekirge caddesi üzerinde, içinde her türlü dinlenme vasıtaları bulunan bir otel ile modern bir
banyo dairesinin tesisi olmuştur23.
Şirket kurulduktan sonra, Çelik Palas Otelinin yapılacağı yer, en önemli sorunu teşkil etmiştir. Çelik
Palas Oteli, Cumhuriyet Döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle önemli bir kaplıca yapısı
olarak ortaya çıkmış; O’nun Bursa’nın çağdaş ve örnek bir kent olmasına verdiği önemin bir göstergesi
olmuştur. Bursa’nın en eski ve ilk beş yıldızlı bu otelinin, Atatürk’ün talimatıyla ve özellikle Onun işaret
ettiği yerde kurulması, otele tarihi bir önem kazandırmıştır.
Otelin yapılacağı yerin nasıl seçildiğini, olayın bizzat kahramanı olan dönemin Bursa Valisi Fatin
Bey (Güvendiren) şöyle anlatmaktadır: “Atatürk, otelin kurulmasına karar verdiği gecenin sabahında
Köşk’ünden ayrılarak zeytinliklere doğru yürüyüşe çıktı. Bu sırada ben kendisine, ‘Paşam, oteli nereye
yapmamızı uygun görürsünüz?’ diye sordum. Atatürk, Yeni Kaplıca, Kaynarca ve Kara Mustafa hamamlarının bulunduğu yere baktı ve ‘mesela buraya yapılabilir’ diyerek otelin yapılacağı yeri gösterdi.
Çekirge’de Çelik Palas’ın inşa edileceği yer, şirketin ortakları ile dönemin yetkilileri arasında da tartışma konusu olmuştur. Ortaklar, Atatürk’ün seçtiği yeri görünce, “burada ve yakınında sıcak su yok ki!
Civardaki kaplıcalar da sahipli. Zaten oradan buraya sıcak suyu çıkarmak çok zor” diye itiraz etmişlerse
de; Vali Fatin Bey, “Atatürk’ün bastonunu diktiği yerden başka yere otel yaptırmam” diyerek tartışmaya
son noktayı koymuş ve konuya kesinlik kazandırmıştır24.
Otelin kurulacağı yerin tespitinden sonra önemli mesele, otelin bulunduğu yere suyun usulü dairesinde temini hususudur. 1932 yılında Evkaf Umum Müdürlüğü tarafından Başvekil İsmet Paşaya gönderilen bir yazıda, bu konuda mevcut veya ortaya çıkabilecek sıkıntılara işaret edilmekte; çözüm yolları
ortaya konulmaktadır.
Buna göre, öncelikle bu bölgeye, mahiyeti itibariyle en uygun durumda olan ve henüz kullanılmamış,
Mevlevi Şeyhi adıyla anılan suyun istimlâkine çalışıldığı, ancak yapılan tetkikte suyun kaynağı itibariyle
bazı hususların ortaya çıkması ve su sahipleriyle evkaf arasında mahkemeye intikal eden anlaşmazlık
bulunması dolayısıyla, daha uygun şartlarda su temini zorunluluğu ortaya çıktığı bildirilmektedir.
Evkaf genel müdürlüğünün şirkete iştirakini sağlayan kanuna dayanarak, evkafa ait sulardan bir kısmının satın alınması suretiyle suyun temin edilmesi gündeme gelmiş; evkafın Çekirge’deki sıcak suyundan 34,5 masura25 su satın alınmıştır.
Aynı yazıda, Çekirge’deki bu su ile ilgili başka kuruluş ve kişiler bulunmasının, şirket için hukuki
sıkıntılar yaratabileceğine işaret edilmekte; evkaf idaresinin şirketin arzusunu karşılayamadığı takdirde,
Karamustafa ve Kaynarca hamamlarının birden veya Yeni Kaplıcanın ayrı olarak istimlâkiyle hamam
sularının binalara sevki zorunluluğu ortaya konulmaktadır.
Şirketin kamu kurumlarından alacaklarının tahsili ve şirket sermayesinin arttırılması hususları da,
suyun temini konusundaki sıkıntıların giderilmesi için önemle vurgulanmıştır26
22 BCA, Tarih: 26.12.1928, Fon: 030.1.0.0, Yer: 189.295.18,.
23 Bursa 1934 Yıllığı, s. 24.
24 Cahit Akyol, “Çelik Palas yeniden doğdu”, Hürriyet, 16 Nisan 2011.
25 Kaynak suları için kullanılan bir ölçü
26 BCA, Tarih: 1.3.1932, Fon: 030.1.0.0, Yer: 176.213.6.
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
205
Çelik Palas’ın mimari projesi, İstanbul’daki Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hocalık yapan ünlü İtalyan
Mimar Guillio Mongeri tarafından hazırlanmıştır. Mongeri, başta İstanbul’da Beyoğlu’ndaki St. Antoine
Kilisesi (1906-1912), Karaköy Palas (1920), Maçka Palas, Maçka’daki İtalyan Konsolosluğu ve Taksim
Anıtı kaidesi (1928) olmak üzere İstanbul, Ankara ve Bursa’da çok sayıda yapıta imza atmıştır. Projenin
uygulaması da, mimar Hüsnü Tümen tarafından gerçekleştirilmiştir27.
Otel, 26 Temmuz 1935 yılında açılmıştır. Yeni Ses gazetesinde Musa Ataş’ın yazdığı “Asri KaplıcaÇelik Palas açılırken” başlıklı yazıda, yapılmış olan otelin, 1 Haziran 1936’da hizmete açılacağı, asri kaplıcanın adının çelik palas olarak değiştirildiği, otelin hizmete girmesi için Ankara’dan gelen Ankara Palas
müdürü Reşit Bey ile otel uzmanı Mösyö Dalmas’ın yoğun bir çalışma içerisinde oldukları kaydedilmektedir. Otel şirketinin ilk müdürü de, Fahri Batıca Beydir28.
17 bin metrekarelik bir alan üzerinde, bodrum, zemin, birinci, ikinci ve çatı katlarından teşkil edilmiş olan otel, 24 adet banyolu bir ve iki yataklı oda ile 6 banyosuz bir ve iki yataklı odayı, bir yemek ve
müsamere salonunu, fümuar29 ve kütüphaneyi ihtiva etmektedir30. Odalardan ikisi, Atatürk ve İnönü’ye
ayrılmıştır. Bursa’nın ilk asansörlü binası olan otelin birinci sınıf odalarında, yemek-banyo dâhil bir
günlük ücret 600 kuruş olarak tespit edilmiştir31.
O dönem gazetelerinde Asri Kaplıca olarak da anılan Çelik Palas, konfor ve hizmet bakımından
Avrupa’nın tanınmış otellerinden üstün görünümdedir. Odalarının çoğunda termal suyla kür yapmaya
elverişli banyolar bulunmakla birlikte; kaloriferi, asansörü, telefonu mevcuttur32. Bütün bu özellikleriyle
Çelik Palas Otelin kurulmasına öncülük eden şirket, gördüğü hizmetle, Bursa’nın sosyal ve kültürel hayatında önemli yere sahip olmuştur.
Otelde, Atatürk ve Celal Bayar’ın da hisseleri bulunmaktadır. Hidiv Abbas Hilmi Paşa, sonradan
ortaklıktan ayrılmış; Atatürk de, kendi hissesini, Bursa’ya yaptığı son gezi sırasında, Bursa Belediyesi’ne
bağışlamıştır. Bağış yazısı şöyledir:
“Bursa,
2 Şubat 1938
Bay Neşet Kiper, Bursa Belediyesi Reisi
Bu defa Bursa’yı ziyaretim münasebetiyle Bursa’nın resmi ve hususi bütün teşekkülleri ve güzel şehrinizin bütün vatandaşları tarafından hakkımda izhar edilen sevgi ve saygıdan çok duygulandım. Modern
bir zihniyetle ve temiz bir konforla vücuda getirilen Çelik Palas’ta beni konuklayan Bursalıların yüksek
misafirperverliklerinden çok mütehassıs oldum. Burada Türk milletinin siyasi ve medeni yüksekliğini gösteren parlak deliller gördüm. Bundan mütevellit tahassüs ve teşekkürlerimin Bursalılara iblağını rica ederim. Bursa kaplıcalarının büyük ve medeni ihtiyaçlarından birini karşılayan Çelik Palas Oteli’nin, Bursa
Belediyesi’nin de himmet ve muavenetiyle daha fazla inkişaf edebilmesini temin için, bu otelin ait olduğu
şirketteki (34 840) Türk liralık hissemi Belediye’ye terk ediyorum. Aynı zamanda vaktiyle Bursa Belediyesinin (1923) tarihinde bana hediye etmiş olduğu otel bahçesine muttasıl köşkü de, bütün müştemilâtı ile
Belediyeye hibe ettim. Bu köşk, otelin bir anneksi olarak kullanılacak ve Bursa Belediyesi bu köşkün bedelini
takdir ettirerek şirketten o miktar hisse senedi mubayaa edecektir.
K. Atatürk”33
Bursa Belediyesi, Atatürk’ün bağışlamış olduğu Çelik Palas hisselerini daha sonra Emekli Sandığı’na
satmış; otel kompleksi, uzun süre Emekli Sandığı tarafından işletilmiştir34.
Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin kurulması ile, turizm açısından önem taşıyan büyük ve
modern tesislerin teşkil edilmesi amaçlanmasına rağmen; 1940’lara kadar kaplıca otelleri olarak, Çelik
Palas ve Kükürtlü Oteli dışında, olumlu koşulları taşıyan işletmeler bulunmamaktadır. Bu oteller dışında
kalan, hancılık geleneğinden gelme şehir otelleri ise, konfor yönünden yetersiz kalmıştır.
Musa Ataş’ın 1936 yılında kaleme aldığı yazısında, otel ve yatak sayısı bakımından yetersizliklere
işaret edilmekte; asri kaplıcalar şirketinin, bunun yanında ikinci sınıf büyük bir otel daha yaptırması ge27 Cahit Akyol, “Çelik Palas yeniden doğdu”, Hürriyet, 16 Nisan 2011.
28 Yeni Ses, Yıl:1, Sayı:12, 27.5.1936.
29 Sigara salonu
30 http://dergi.mo.org.tr/dergiler/2/77/772.pdf s. 8.
31 Yeni Ses, Yıl:1, Sayı:12, 27.5.1936.
32 Hacı Tonak,a.g.y., s.276.
33 Yılmaz Akkılıç, a.g.e., s.105-106.
34 Bursa merkezindeki sıcak ve soğuk maden suları kaynakları ile bunların işletilmesini teminen kurulacak tesislere ait arazi ve binaların
mülkiyetlerinin TC Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü‘ne devri için bkz. BCA, Tarih: 11/4/1964, Fon: 30..18.1.2, Yer: 177.21..1
206
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
rekli görülmektedir35. Çelik Palas Oteli, 1945-50 arasında Haşim İşcan döneminde ek binalarla genişletilmiştir. 10 u süit olma üzere 173 odalı, 379 yataklı ikinci binanın yapımı bu dönemde gerçekleşmiştir36.
Şirketin kurulduğu ilk yıllardan itibaren en önemli sorunu, sermaye sıkıntısı olmuştur. Şirketle ilgili resmi belgelerde, bu hususun önemle vurgulandığı görülmektedir. 1940 yılına gelindiğinde şirketin
mevcut sermaye hissesi, 575.000 liradır37.
Maliye
İş Bankası
İş Bankası
Ziraat Bankası
Vakıflar
Bursa Özel İdaresi
Bursa Belediyesi
Bursa Belediyesi
Genel Toplam
Mevcut sermaye hissesi Arttırılacak sermaye
hissesi
122.970
53.450
120.100
52.225
50.000
21.750
127.410
55.375
77.100
33.525
38.730
16.850
15.540
6.750
23.150
10.075
575.000
250.000
Genel toplam
176.420
172.325
71.750
182.785
110.625
55.580
22.290
33.225
825.000
Şirket ortakları arasında yer alan, TC Ziraat Bankasının Ticaret Vekilliğine gönderdiği 5.3.1940 tarihli ve 10 sayılı tezkeresinde, şirketin işlettiği otelin genel masraflarını karşılayabilmek için, 150 yataklı
hale getirilmesi ve bu amaçla şirket sermayesinin arttırılması talebinin idare meclisine sunulduğu bildirilmektedir.
Aynı yazıda, şirketin, geniş bir tetkik ve esaslı bir plana dayandırılmamış olması dolayısıyla, sermayesinin bir kısmını kaybettiğine temas edilmekte; şirketin planlanmış olan ıslah tedbirlerinin ve özellikle
su işinin uzmanlar eliyle kapsamlı şekilde tetkiki ve tayin edilecek gereklerin, sermaye artırımı için esas
kabul edilmesi hususu ortaya konulmaktadır38.
Şirket sermayesi ile ilgili bu sıkıntılar yanında; Bursa kent planının 1940’lı yıllara kadar yapılamaması ve Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi ile İktisat Vekâleti arasında tam bir anlaşmaya varılamaması
hususları da, şirketin işleyişini olumsuz etkilemiştir. 1941 yılında, Alman kent uzmanı Prost, kent planı
konusundaki hazırlıklarını tamamlamış ve düzenlemelere kaplıca bölgesi olan Çekirge’den başlamıştır39.
1944 yılına gelindiğinde, Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Devletle tüm anlaşmalarını tamamladıktan sonra, şirket eliyle önemli yatırımların gerçekleştirildiği görülmektedir. Çelik Palas Oteli’nin
yanında, birinci sınıf turizm işletmesi olarak nitelendirilebilecek Ada Palas ve Gönlü Ferah, ayrıca halkın
rahatlıkla konaklayabileceği, ikinci sınıf Yeşil Bursa, İkbal, Hayat, Termal, Hakkı Paşa, Akman, Hüsnü Güzel, Nilüfer, Kaynarca, Eski ve Yeni Kaplıca, üçüncü sınıf, Sağlık, Şark, Şifa, Sevim, Mahmudiye ve Armutlu
otelleri modernleştirilmiştir. Şehir otellerindeki koşullar da iyileştirilmiş ve otel işletmecileri tarafından bir
dernek kurularak, Bursa’daki tüm oteller bu kurumun denetimine bırakılmıştır40.
Prof Dr. Nihat Reşat Belger’in 1948 yılında yayımlanan yazısında, kaplıca ve otellerin turistik açıdan
gerekli donanıma sahip oldukları anlaşılmaktadır. Bununla birlikte yazar, yüksek kimyasal değerleri ve
termal özellikleri olan Bursa kaplıcalarının bilimsel yöntemlerle geliştirilerek, tıp alanında kullanılmak
üzere bunlardan yararlanılması gerektiğini belirtmektedir41.
Cumhuriyetin ilk yılları, Bursa termal sularının şimik (kimyasal bileşimi) ve terapötik (fiziki) özellikleri üzerinde yapılan bilimsel etütler açısından da önem taşımaktadır. 1928 yılında, Türk Ticaret ve
Sanayi Bankası Bursa kaplıcalarının modern usullerle işletilmesi, termal suların en son bilim tekniklerine göre tetkikini yapmak amacıyla, Paris’ten bir heyet davet etmiştir. Bu heyet, Bursa suları (Yeni
Kaplıca, Kükürtlü, Karamustafa, Çekirge suları terkibi) hakkında kapsamlı bir rapor hazırlamıştır42.
35 Yeni Ses, Yıl:1, Sayı:12, 27.5.1936.
36 Banu Demirağ, “İhsan Celal Antel’in Objektifinden Masal Bursa”, Bursa’da Yaşam, Ocak 2012, s.89.
37 BCA, Tarih: 25.3.1940, Fon: 030.1.0.0, Yer: 176.213.11.
38 BCA, Tarih: 25.3.1940, Fon: 030.1.0.0, Yer: 176.213.11.
39 Vedat Nedim Tör, “Turizm Bakımından Bursa Bölgesi”, İktisadi Yürüyüş, Sa: :21, 15 Ekim 1940, s.19.
40 “Çelik Palas ve Bursa’nın Otelleri”, İktisadi Yürüyüş, Sa:100-104, 1 Nisan 1944, s.12.
41 Nihat Reşat Belger, “Su Şehri Bursa”, s.42.
42 A.g.m.,, s.43-44.
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
207
Fransız uzmanlar, kendilerinden önce yapılan ve yayınlanan çeşitli raporları da tetkik etmişler; bu
raporların sonuçlarını tenkit etmişlerdir. Bursa suları için yapılan kükürtlü ve çelikli ayrımını kabul
etmeyen bu uzmanlar, termal sularda kimyevi bileşimlerin, deprem gibi doğal afetlerle değişim gösterebileceğini ileri sürmüşlerdir43.
Sonuç
Cumhuriyetin ilk yıllarında Bursa kaplıcalarının işlevselliğini arttırmak için alınan tedbirler, kaplıcaların, sağlık ve turizm açısından önemli bir potansiyel olarak görüldüğünün kanıtı olmuştur.Bu yolda
atılan önemli adımlardan biri de, Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin kurulmasıdır. Sağlık ve
eğlence turizmi açısından önem taşıyan büyük ve modern tesislerin teşkil edilmesi amacıyla hizmet
gören şirket, Çelik Palas Otelinin kurulmasına öncülük etmiş; Bursa’ya sosyal ve kültürel yaşam alanı
kazandırılmasında büyük rol oynamıştır.
Kaynakça
Arşiv Belgeleri
BCA, Tarih: 8.6.1926, Fon: 030..1.0.0, Yer: 176.213.4.
BCA, Tarih: 22.6.1927, Fon: 030.18.1.1, Yer: 25.38.13.
BCA, Tarih: 26.12.1928, Fon: 030.1.0.0, Yer: 189.295.18.
BCA, Tarih: 1.3.1932, Fon: 030.1.0.0, Yer: 176.213.6.
BCA, Tarih: 11.4.1964, Fon: 30..18.1.2, Yer: 177.21.1.
BCA, Tarih: 25.3.1940, Fon: 030.1.0.0, Yer: 176.213.11.
Kitaplar ve Süreli Yayınlar
Akkılıç Yılmaz, Atatürk ve Bursa, Bursa Kültür ve Sanat Yayınları, 1999.
Akyol Cahit, “Çelik Palas yeniden doğdu”, Hürriyet, 16 Nisan 2011
Belger Nihat Reşat, “Su Şehri Bursa”, Bursa, Der: Vedat Nedim Tör-Şevket Rado, Doğan Kardeş Yay., İstanbul: 1948.
Bursa 1934 Yıllığı, Bursa Belediyesi Neşriyatı, 1935.
Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi Esas Mukavelenamesi, Kâğıtçılık ve Matbaacılık Anonim Şirketi, 1928.
Cenubi Marmara Havzası-Bursa Vilayeti Coğrafyası, Devlet Matbaası, İstanbul 1927.
“Çelik Palas ve Bursa’nın Otelleri”, İktisadi Yürüyüş, Sa:100-104, 1 Nisan 1944.
Demirağ,Banu, “İhsan Celal Antel’in Objektifinden Masal Bursa”, Bursa’da Yaşam, Ocak 2012.
Düstur, Üçüncü Tertip, C.7.
Günaydın Nurşen -Raif Kaplanoğlu, Seyahatnamelerde Bursa, Bursa Ticaret Borsası Yay. http://dergi.mo.org.tr/dergiler/2/77/772.pdf
Ökçün A. Gündüz, 1920-30 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye, Ankara 1971
Sözüneri Hasan, “Tarihte Bursa Kaplıcaları”, Bursa’da Yaşam, Mayıs 2012.
Şehitoğlu Elif, “Bursa Hamamları”, Bursa Defteri, Sayı: 9, Mart 2001.
Tonak,Hacı “Asri Kaplıcadan Çelik Palas’a Bir Modernleşme Öyküsü”, Bursa’da Yaşam, Ocak 2012.
Tör Vedat Nedim, “Turizm Bakımından Bursa Bölgesi”, İktisadi Yürüyüş, Sa:20, 1 Ekim 1940.
Tör Vedat Nedim, “Turizm Bakımından Bursa Bölgesi”, İktisadi Yürüyüş, Sa: :21, 15 Ekim 1940
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, İçtima: IV, C: 32. Yeni Ses, Yıl:1, Sayı:12, 27.5.1936.
43 A.g.m., s.45-46; Cenubi Marmara Havzası, s. 165.
208
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Ekler
EK I: Şirketin kurulmasına resmiyet kazandıran 22 Haziran 1927 tarih ve 5340 sayılı yazı
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
209
EK II-Bursa kaplıcaları ve tesislerinin imar ve ıslahı için Bursa kaplıcaları Türk Anonim Şirketi adıyla bir şirketin
kurulması ve hükümetçe alınacak tedbirler hakkında bilgiler veren 8.6.1926 tarihli yaz
210
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
EK III-Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi Esas Mukavelenamesi 1928
EK IV: Çelik Palas Oteli
YALOVA TERMAL KAPLICALARI VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
YALOVA TERMAL HOT SPRING AND MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Saime Yüceer*
* Uludağ Üniversitesi Fen –Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı
Summary
Yalova Termal Hot Spring is located in an area of great natural beauty in Termal town of Yalova. The first baths of Termal Hot Spring were
made during the Byzantine period. During the Ottoman Empire period, Yalova remained in the shadow of Bursa. Until the times of Sultan
Abdulmejid, it remained a faint manner. Sultan Abdulmejid, because his mother healed in the Yalova Termal hot spring, built new bathrooms
and mansions there. Roads currently used have been opened in the time of Sultan Abdulmejid. During the period of Sultan Abdulhamid
II, second development process had been experienced. The first tests of the water were made. Besides, new baths, mansions and casinos
have been built. Historic structures restored and transferred to foreign capital for the operation. Because of the continuous wars between
the years 1911 and 1922, operators of hot springs left Yalova. Consequently, hot springs become inactive again. After Mustafa Kemal Pasha’s
visit of Yalova on 19 August 1929, this situation of Yalova Termal Hot Spring ended. The Great Leader who enjoyed here too much, carried out
important attempts in order to make Yalova Termal Hot Spring a world-renowned medical center and a water city. In the context of this work,
the hot spring unit was rebuilt. This area was transformed into first-degree natural, archaeological and historic conservation area. Yalova Termal
Hot Spring today has an international reputation thanks to Mustafa Kemal Atatürk’s efforts. In this paper, efforts conducted for Yalova Termal
Hot Spring during the period of Mustafa Kemal Atatürk, will be discussed.
Giriş
Yalova’nın tarihi, M.Ö. 3000’li yıllara kadar uzanmaktadır. Bölge M.Ö. 2000’de Hititlerin, 1200’de de
Friglerin egemenliğine girmiştir. Bu süreçleri sırasıyla, Bithynia, Roma ve Bizans dönemleri izlemiştir.
Daha sonra ise söz konusu bölgeye, Türkler egemen olmuştur.
Yalova Termal Kaplıcalar bölgesinin, M.Ö. 2000 yılında bir yer sarsıntısı sonucunda oluştuğu tahmin
edilmektedir. Bundan sonra var olma süreci içinde, şöhreti artarak ya da azalarak, sağlık ve dinlence
merkezi olma konumunu sürdürmüş ve günümüze kadar varlığını korumuştur.
Bu bildiride, tarihi antik çağa dayanan Yalova Termal Kaplıcalarının, Osmanlı Devletinin son dönemindeki durumu tespit edildikten sonra; Atatürk Döneminde, tekrar sağlık ve dinlence merkezi haline
getirilmesinin tarihi boyutu irdelenmeye çalışılacaktır.
I. Abdülmecid ve II. Abdülhamit Dönemlerinde Yalova Termal Kaplıcaları
Osmanlıların ilk fethettiği topraklar arasında yer alan Yalova, I. Osman Döneminde 27 Temmuz
1302’de Osmanlı Beyliğinin toprakları arasına katıldı1. Ancak Yalova Termal Kaplıcalarına Osmanlı
Hanedanının ilgisi, I. Abdülmecit zamanında başlayacaktı. Bu dönemde Sultan Abdülmecid’in Annesi
Bezm-i âlem Sultanın romatizma hastalığına yakalanması, Termal Kaplıcalarını, Sarayın gündemine
taşıdı. Şöyle ki, Saray Doktoru Mellingen, Valide Sultanın hastalığının, Kral Konstantin’in Annesi Kraliçe Helen’in hastalığıyla aynı olduğunu tespit etti ve Helen’in Yalova Kaplıcalarında tedavi edildiğini ve
şifa bulduğunu vurguladıktan sonra Valide Sultan’ın tedavisinin de bu kaplıcalarda yapılmasının uygun
olacağını önerdi2. Böylece süreç başlamış oldu.
Bu gelişme üzerine Sultan I. Abdülmecid, önce kaplıca yollarını -araba geçecek kadar- genişletilmesini sağladı; sonra da yere gömülmüş olan Bizans Döneminden kalma Kurşunlu Hamamının onarımını
gerçekleştirdi. Bezm-i âlem Sultanın konaklayacağı Valide Köşkünü yaptırdıktan sonra da kaplıca tedavisine başlanması için annesinin ve hizmetinde bulunacakların, Yalova’ya hareketini sağladı3. Buradaki
tedavinin, Bezm-i âlem Sultanın hastalığına çok iyi gelmesi üzerine kaplıcaların ekonomik olarak da
değerlendirilmesi düşünüldü. Bu hastalıktan muzdarip olan halktan kişilerin de tedavi olması amacıyla
1 Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481), İSAM Yayınları, İstanbul 2010, s. 33.
2 Saip Giray, Yalova Kaplıcaları Tarihçesi ve Şifalı Sular ile Tedavi, Bürhaneddin Erenler Matbaası, İstanbul 1949, s. 19
3 Kalabalık sayıları barındıracak bina kapasitesi olmadığı için kaplıcalara gelen kalabalık grupların çadırlarda konakladığı tarihi kayıtlarda
yer almaktadır. Örneğin: Yustinina’nın karısı Theodora’nın 525 yılında 4000 kişilik çok kalabalık bir maiyetle kaplıcalara gittiği ve maiyetinin
çadırlarda kaldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca bir kaynak, Evliya Çelebi’nin de kaplıcalarda çadırlarda kalındığını ve kendisinin kaplıcalara gittiği
zaman orada 200’den fazla çadır bulunduğunu yazdığını kaydetmektedir. Arif Müfid Mansel, Yalova ve Civarı, İstanbul Müzeleri Neşriyatı,
İstanbul 1936, s. 11-19.
211
212
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
burada dört odalı, üç banyolu dağ konutu ile Valide Hamamı ve ayrıca bir havuz ve beş banyolu diğer
bir daire yaptırıldı. Sonra kaplıcalar, Hazine-i hassaya devir edilerek devlete önemli bir gelir kaynağı
sağlanmış oldu4.
Yalova Termal Kaplıcalarının dünyada ün kazanması ise Sultan II. Abdülhamit Döneminde gerçekleşecekti. Sultan Hamit Kaplıca tedavisi bahanesiyle Avrupa’ya giden ve ülkeye geri dönmeyerek
muhalefete katılanların bu yolla kaçışını engelleyebilmek amacıyla Yalova Kaplıcalarını, Avrupa’nın en
iyi kaplıcası yapmak için çalışma başlattı ve bir komisyon kurdu5. Kaplıca sularının ilk tahlilleri de bu
dönemde yapıldı. Buraya yeni hamamlar, köşkler ve gazinolar inşa edildi; aynı zamanda tarihi eserler
restore edilerek işletilmesi için yabancı sermayeye devredildi6.
Bundan sonra ziyaretçi sayısının çok artması nedeniyle kaplıcalara daha yakın eski İskelesi Kuri’nin,
gelen kayıkları barındıramaması üzerine kaplıca iskelesi, Yalova’ya nakledildi. Kısa sürede kaplıcalar
bölgesi, sadece hastaların uğrak yeri olmaktan çıkıp; devlet ileri gelenlerinin ve İstanbul’un zenginlerinin dinlence ve eğlence merkezi haline dönüştü. Burada aileler, İstanbul’un taassubundan uzak çağdaş bir yaşam sürmeye başladılar. Kaçgöç olayı yaşanmıyordu. Kadınların ve erkeklerin yaşam alanları
ortaktı. Birlikte yemek yiyor ve birlikte eğleniyorlardı. Buraya Yabancılar da serbestçe gelip gidebiliyorlardı. Yalova’ya gidişte mürur tezkiresi de istenmiyordu. Ama yöre halkı, hafiyelerin fazlalığından
rahatsızlık duymaktaydı7.
Bu gelişmeleri takiben kaplıcalar bölgesinde, ciddi güvenlik sorunları ortaya çıkmaya başladı. Buraya
zenginlerin gelmesi, çetelere yasadışı kazançlarını arttırmanın kapısını açmıştı: Çeteler, zengin kişileri
kaçırıp fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse; bir Fransız kadın turist ile Madam Bronzo gezerken Rum ve Ermenilerden oluşan Lefter ve Tanaş Çeteleri tarafından
kaçırıldılar. Bu kişilerin serbest kalabilmesi için Çetenin elebaşları, 15 bin lira fidye isteğinde bulundu.
Yapılan pazarlıklar sonucunda 9 bin lira ve her bir çete mensubuna birer takım elbise verilmesi karşılığında kaçırılan kişiler serbest bırakıldı. Bu tür olayların çokça yaşanmaya başlaması üzerine Sultan II.
Abdülhamit, emniyeti sağlamak için iskeleden hamamlara kadar mükemmel bir yol yaptırıp; bu yolun
çeşitli yerlerine jandarma süvari karakolları inşa ettirerek güvenlik sorununu çözdü8.
Bundan sonra kaplıcalara gelen konuklar, Yalova’ya ulaştıklarında iskelede yolcular için bekleyen
faytonlara binerek; konvoyun önünde ve arkasında silahlı süvari jandarmaları olduğu halde kaplıcalara
ulaşım güvenli bir şekilde sağlanmaya başlandı. Bunun dışında başka güvenlik tedbirleri de alındı: Kaplıca bölgesi çitlerle örülerek silahlı bekçiler görevlendirildi ve geceleri bu iş için beslenen yırtıcı köpekler,
serbest bırakılarak konukların güvenlikleri sağlık ve dinlence merkezlerinde bulundukları sürede de
sağlandı.
Bronzo Ailesinden sonra kaplıcaların işletme hakkı, 51 yıllığına zengin ve eğitimli bir Suriyeli olan
Reşit Hayat isminde bir kişiye devredildi. Reşit Hayat, Dr. Siotis, Mühendis Pappa, Selah Cimcoz ve Esat
Celal’in ortak olduğu bir şirket kurdu. Bu şirket, kendisine büyük kısmını Avusturyalıların oluşturduğu
önemli yeni sermayedarlar buldu. Böylece söz konusu ortaklık, uluslar arası bir şirket haline dönüşmüş
oldu.
Bundan sonra kaplıcalar bölgesinin daha da hızlı bir şekilde geliştiğini görüyoruz. Öncelikle burada,
şirket tarafından, Büyük Otel yaptırılarak eğlence merkezleri oluşturuldu. İskeleden kaplıcalara ulaşımı
daha konforlu hale getirmek için iki otomobil ve bir kamyonet satın alınarak Yalova’ya getirildi ki; o
zaman İstanbul’da bile otomobil sayısı bir ya da ikiyi geçmiyordu. Ancak motorlu taşıtların çalışmaya
başlaması nedeniyle faytoncuların kazançlarının çok düşmesi söz konusu meslek grubunun büyük tepkisine yol açtı ve tepkilerini yola cam parçaları koyarak arabaların lastiklerini patlatmak suretiyle göstermeye başladılar. Bu eylemlerin sürmesi üzerine, şirket faytonlardan bazılarını satın alarak bazılarına da
tazminat ödeyerek otomobillerin sorunsuz çalışmasını sağladı. Şirketin diğer bir dikkat çekici girişimi
ise bir dinamo koyarak kaplıcaları elektrikle aydınlatması oldu9. 1950’lerde Anadolu’nun köy ve kasabalarının önemli bir kısmında elektrik olmadığını düşünürsek; yapılan işin farklılığı tahmin edilebilir.
Konukların daha da güzel vakit geçirmeleri içinde Viyana’dan kadın ve erkek müzisyenlerden oluşan bir
4 Saip Giray, age, s. 19.
5 Zümrüt Yalova Kaplıcaları, Hazırlayan Seyrisefain İdaresi, (Tarihsiz), s.11.
6 Saip Giray, age, s. 20.
7 Saip Giray, age, s. 18-19.
8 Saip Giray, age, s. 24.
9 Ayrıca bir fırın yapılarak Avrupa’dan getirtilen özel ustalarla Viyana Ekmeği ve özel hilal şeklinde ekmekler yaptırılıyordu. Saip Giray, age, s.
25.
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
213
caz orkestrası getirildi. Burasının gözde bir eğlence merkezi haline dönüşmesinin yanında hastaların tedavilerine de önem verilerek sağlık merkezi olma özelliği de korunmaya ve iyileştirilmeye devam edildi.
Din devlet ikizliğini benimseyen bir idarenin, ülkeyi yönettiği göz önünde bulundurulduğunda önceki saydıklarımızdan çok daha çarpıcı olanı ise şirketin, kumar yeri oluşturarak burada büyük çaplarda
kumar oynanmasını sağlaması ve bu durumu, İstanbul’un hoşgörüyle karşılamasıdır. II. Abdülhamit
Döneminde genel kabul gören bilgilerin aksine; katı bir dini baskının olmadığını; kasaba düzeyinde
devlet görevi ifa edenlerin bile içki içtikleri tarihi kaynaklarda yer alan gerçeklerdir.
Sultan Hamit Dönemini takip eden süreçte, Yalova Termal Kaplıcaları, büyük bir ödülle de taçlandı: 1911 yılında Roma’da yapılan kaplıcalar arası yarışmada, “Suları En Şifalı Kaplıca” unvanını alarak
altın madalyaya layık görüldü. Şimdi bu madalya, muhafaza içinde Çamlık Otel’de sergilenmektedir.
Aynı yıl İtalyanların Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan Trablusgarp’a saldırması ve gönüllü genç
subayların önderliğinde yerel güçlerle İtalyan kuvvetleri arasında savaş devam ederken; bu toprakların
İtalyanlara bırakılması; acaba tarihin ilginç bir tesadüfü müdür?
Bu ödülü takip eden yıl olan 1912’de şirket, Dr. Siotis’in yanında su ve Balneoloji Uzmanı yetiştirmek
amacıyla genç bir doktorun görevlendirilmesi için Tıp Fakültesinden talepte bulundu. Bunun üzerine
Fakülte, Dr. Hüseyin Kemal Ağakan’ı görevlendirdi. Söz konusu kişi, burada iyi bir su uzmanı olarak
yetişti. Dr. Siotis, Dr. Hüseyin Kemal Ağakan ve Dr. İsakizade’nin bilimsel idaresi altında kaplıcalarda,
sağlık alanında da kaliteli hizmet veriliyordu. Birinci Dünya Savaşının başlaması üzerine hem sağlık
müşaviri ve hem de yetkili müdür sıfatıyla buraya, fakülte eski organik kimya hocası Şükrü Paşa’yı tayin
ederek yabancı ortaklar Türkiye’den ayrıldı. Bir süre bu şekilde işler yürütüldükten sonra şirket burayı
Edirne Valisi Halil Bey’in oğlu ile Beyoğlu zenginlerinden Jorj isminde birine yetkileriyle birlikte üç
sene için kiraladı10.
Her alanda olduğu gibi kaplıcalar da savaşın yarattığı olumsuz durumdan fazlasıyla etkilenerek gerileme dönemine girdi. Yalova Kaplıcalarının seçkin konuklarının azalmaya başlaması, aslında Balkan
Savaşlarıyla birlikte izlenebilir hale gelmişti; ama Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla geriye gidişin
büyük bir hız kazandığı görülmektedir ve bu olumsuz durumun sona ermesi bir on beş yılı bulacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk ve Yalova Termal Kaplıcaları
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Türklerin felaketli günleri son bulmadı; 30 Ekim 1918 tarihi,
büyük acıların yaşanacağı yeni işgallere zemin hazırlayan sürecin başlangıcı oldu ve bir ulusun küllerinden yeniden doğacağı karşı tepkiyi yarattı. Tarihin sayfalarına hapsedilmeye azmedilmiş bir halkın
diriliş mücadelesini kapsayan Milli Mücadele Döneminde, Yalova da Yunan kuvvetleri tarafından işgal
edildi. Bölgeden göç başladı; kalmayı tercih edenler de her an ölümle burun buruna bir yaşam sürdüklerinden evlerine hapsolmak ya da dağa sığınmak zorunda kaldılar. Bu nedenlerle kaplıcalar daha
da sönük hale geldi. Ancak Kurtuluş Savaşı sürecinde Yalova Kaplıcaları, Yunanlılar tarafından yakılıp
yıkılan diğer işgal bölgelerinin ve Yalova köylerinin kaderini paylaşmadı11.
Şöyle ki, Yunan askerlerinin, bölgede yaptıkları tahribatı kaplıcalarda da yapmak istediği; yağma
için işgalcilerin geldiğini gören bekçinin, hemen kaplıcaya bir Fransız bayrağı asarak, buranın Fransızlara ait olduğunu söyleyip kaplıcaların tahrip edilmesini engellediği kaynaklarda yer almaktadır. Hatta
gelen birliğin komutanı olan Yunan subayının banyo yapma isteği de, sahiplerinin kaplıcaları kilitlediği
bahanesiyle geri çevrildiği belirtilmektedir. Böylece bekçinin pratik zekâsı sayesinde işgal kuvvetlerinin
tekrar buraya gelemediği ve kaplıcaların, Yunan yağmasından kurtarılmış olduğu anlaşılmaktadır12.
Kurtuluş Savaşının zaferle sonuçlanmasından sonra kaplıcaların tekrar eski işlevine kavuşması için
bazı girişimler gerçekleşti. Gökcedere köyünden Ahmet, Uvez Pınar köyünden Tevfik, Yalova’da oteli
olan Sadık ve acente Refik isminde dört girişimci, harap olan kaplıcanın işletme ruhsatını aldıktan sonra
burada küçük bir otel yaptılar ve tedaviye gelen hastaların konaklamasını sağladılar. Ayrıca kaplıcaların
tarihi geçmişini bilen işletmeciler, buraya küçük bir caz ile bir iki dansçı da getirerek konukların eğlenmesini de sağlamaya çalışmışlardı. Kaplıcalara gelen hastalara verilen sağlık hizmetinin sıhhi kurallara
uygun olmadığını gören Yalova’nın genç Nahiye Müdürü Recai Beyin, kaplıcaların sağlık yönünden
konunun uzmanı bir kişinin idaresinde bulunmasını ısrarla istemesi üzerine şirket, Şükrü Paşa’ya müra10 Saip Giray, age, s. 26.
11 Bu konuda Bursa örneği için bkz. Saime Yüceer, Tanıkların Anlatılarıyla Bursa Tarihi (Sözlü Tarih Arşivi 1919-1938), KETAM Yayınları, Bursa
2005, 393 s.
12 Saip Giray, age, s. 27.
214
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
caat ederek kaplıcaların sağlık yönünden idaresini ve işletmesini kabul etmek koşuluyla şirkete hissedar
olması teklifinde bulundu. Şükrü Paşa bu teklifi kabul ederek şirketin ortaklarından biri oldu13.
Ama kısıtlı sermaye nedeniyle, arzu edilen gelişme, bir türlü sağlanamadı. Yalova Termal Kaplıcalarının bu sönük durumu, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in 19 Ağustos 1929’da gerçekleştirdiği
Yalova ziyaretiyle, son bulma yoluna girdi. Cumhuriyet gazetesinin, “Reisicumhur Hazretleri dün öğleden sonra Dolmabahçe Sarayı önünde demirli bulunan Ertuğrul Yatına teşrif buyurmuşlardır. Gazi Hazretleri, yatta bir müddet istirahattan sonra hareket edilmesini emretmişlerdir. Yat saat 16.00’da hareketle
Marmara’ya ve Yalova’ya gitmiştir.”14 şeklinde okuyucularına duyurduğu ve Pazartesi günü gerçekleşen
bu gezide, Gazi Mustafa Kemal’in beraberinde, Şükrü Kaya, Tevfik (Rüştü Aras), Rüsuhi, Kılıç Ali, Recep Zühtü Beyler bulunmaktaydı15. Mustafa Kemal ve yanındakiler, sahile biriken halkın, coşkulu alkışları ve sevgi gösterileri arasında otomobillerle kaplıcalar bölgesine hareket ettiler. Cumhurbaşkanı Gazi
Mustafa Kemal, kaplıcalarda asırlık çınarın altında dinlenirken, Kaplıcayı idare edenlerden bilgi almak
istedi. Bundan sonra yaşananları bir kaynak şu şekilde nakletmektedir: “…derhal Şükrü Paşa’ya koşan
Yalova’nın temiz bir köy çocuğu Atamızın çınar altında olduğunu ve kendisini istettiğini bildirmiştir. Şükrü
Paşa derhal koşmuş ve Atamız, Yalova Kaplıcalarının durumu, şifalı sularının raporları ve idare yöntemi
hakkında bilgi istemiş ve öteden beri kaplıcaların sağlıkla ilgili aşamalarını bilen Şükrü Paşa Atamıza
raporlara, belgelere ve delile dayanarak kaplıcaların bütün şifalı özelliklerini anlatmıştır.”16. Bu temaslardan sonra Cumhurbaşkanı, Baltacı Çiftliğinde, muhacirlerin durumlarıyla ilgili bilgi aldıktan sonra saat
20.00’da, halkın içten sevgi gösterileri arasında Ertuğrul Yatına döndü ve ertesi gün tekrar gelmek üzere
Yalova’dan maiyetiyle birlikte ayrıldı.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, 20 Ağustos 1929’da tekrar Yalova’ya geldiğinde konuyla ilgili
tetkiklere devam etti ve yanında bulunan Maliye Bakanı Saraçoğlu’na gerekli talimatları verdi. Takip
eden süreçte, kaplıcaları çalıştıran kişilerden devralmak için Yalova’nın ileri gelenlerinden bir komisyon
kuruldu. Komisyon vasıtasıyla fiyat belirlenirken eski işletmecilerin mağdur olmamasına özen gösterildi17.
19 Ağustosta gerçekleşen geziyle birlikte, Yalova’nın antik çağdan bu yana süren kaplıca kenti niteliği
yeni bir boyut kazandı ve istikrarlı bir döneme girdi18. Cumhurbaşkanı, bu incelemeden sonra Yalova’nın
dünyanın en güzel su şehri haline getirilmesi, için çalışmaları başlattığını yukarıda not düşmüştük. İşte
bu çalışmaların amacı, çok kıymetli sulara sahip olan Yalova Kaplıcalarının dünyada hak ettiği değere
sahip olmasını sağlamaktı. Bunun için söz konusu bölge, çağın gereklerine göre imar edilecekti ve çok
eski ve ihtişamlı bir tarihe sahip olan Yalova Kaplıcaları, gelecekte de unutulmayacak; tarihi bir değer
olarak dünyada tanınmaya devam edecekti19.
Bu hedeflere ulaşmak için öncelikle 12 Şubat 1930’da Yalova Kaplıcaları kaynak ve menbaları ile
halen kaplıcalar etrafındaki arazilerin ve binaların işletmesi, Türkiye Deniz İşletmeleri (Seyr-i Sefain)
İdaresine verildi20. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, derhal buranın imarı konusunda gerekli çalışmaları başlatması için Deniz İşletmeleri Genel Müdürü Sadullah Beyi görevlendirdi21. Bundan sonra
Sadullah Bey, çok çalışkan bir kişi olan Muzaffer Özkök’ü İşletme Müdürü olarak tayin etti. Özkök’ün
idaresinde, çalışmalar daha da hız kazandı. Daha sonraki yıllarda İstanbul-İzmit ile İzmit Körfezi hattı
açılarak bu hat Yalova’ya kadar uzatıldı. Yalova ile kaplıca arasında 12.350 metre uzunluğunda 10 metre
13 Saip Giray, age, s. 27.
14 Cumhuriyet, 20 Ağustos 1929.
15 Cumhuriyet, 20 Ağustos 1929.
16 Aynı kaynak olayın devamını“Atamız geç vakte kadar burada istirahat ettikten sonra ertesi gün gelmek üzere yatlarına dönmüşlerdir. Ertesi
gün tekrar geldiklerinde ortaklar arasındaki sözleşmeyle; hükümetle olan kira sözleşmesini incelerken; ortaklar arasındaki sözleşmenin beşinci
maddesinde yazılı olan ‘Şükrü Paşa kaplıcaya sermayedar bulup kaplıcaları ilerletmeğe ve gerekli tesisat yapmağa yetkilidir.’ kaydı dikkatini çekmiş
ve Şükrü Paşaya böyle bir teşebbüste bulunup bulunulmadığını ve sermayedar aranıp aranmadığı ve bulunduysa ne gibi düşünce ve plan mevcut
olduğunu açıklamasını istemiştir. Şükrü Paşa hazır cevap olarak derhal cevaben ‘Evet Atam, çok büyük bir sermayedar buldum. Yakın zamanda
gördüğünüz şu ormanlar bir cennete dönecek, yüce vatanımız Avrupa’da eşi olmayan bir su şehrine kavuşacak…’ cevabı Atamızın merakını
uyandırmış ve bu sermayedarın kim olduğunu ve imar planının ne olduğunu talep etmesi üzerine Şükrü Paşa derhal ‘Atam bulduğun sermayedar
sizden başka kim olabilir… Sizin bir tek kelimeniz burayı nura boğmaya, buraları cennete çevirmeye yeterlidir…” şeklinde nakletmektedir. Saip
Giray, age, s. 28-29.
17 Saip Giray, age, s. 29
18 Yalova’nın gelişmesi için idari önlemlerin de alındığı görülüyor. 20 Kasım 1929’da Yalova’nın Nahiyeden İlçeye yükseltilmesi için bir kanun
layihası hazırlandı ve ilçe konumuna yükseltilerek İstanbul’a bağlandı. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi,
Tarih: : 20/11/1929, Sayı: 8552, Dosya: 132-80, Fon Kodu: 30.18.1.2, Yer No: 6.55.16.
19 Zümrüt Yalova Kaplıcaları, s. 14.
20 T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Tarih: 12.2.1930, Sayı:8865, Dosya: 132-80, Fon Kodu: 30.18.1.2, Yer
No: 8.7.17. Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi 1925 yılında 597 sayılı Kanunla Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi haline getirilmiştir.
21 Saip Giray, age, s. 28-29.
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
215
genişliğinde yol yapılarak yolun iki tarafına çınar ağaçları dikildi. Sular ve suların yararlı olabileceği
hastalıklar araştırıldı. Bahçe düzenlemesi için ünlü bahçıvan Pandeli Usta görevlendirildi22.
1933 yılında 2248 sayılı Kanun’la, Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi, üç işletmeden oluşan bir kurum
olarak yeniden yapılandırıldı. Bu işletmelere:
1. AKAY, (İstanbul ve civarı iç hatlar ile Yalova),
2. Denizyolları (Marmara, Akdeniz ve Karadeniz dış hatlar),
3. Fabrika ve Havuzlar Müdürlükleri, isimleri verilmişti.
17 Aralık 1937’de kabul edilen “Yalova Kaplıcaları ile Kaplıcalar Bölgesinin İdaresi Hakkında Kanun”
başlıklı yasayla, Yalova Kaplıcalarının işletilmesi, AKAY İdaresine bırakılacaktı. Söz konusu 11 maddelik Kanunun Birinci Maddesi aynen şöyleydi23:
“Yalova kazası dâhilinde olup icra Vekilleri Heyetince musaddak haritasında gösterilen sınır içindeki
Devlete ait sıcak ve soğuk su kaynakları ile kaplıcaların ve bunlara ait binaların, kaplıcalar tesisatının ve
arazinin istismar, intifa ve idare hakkı aşağıdaki maddelerde yazılı kayıtlar dâhilinde elli yıl müddetle A.
K. A. Y. işletmesine verilmiştir. İcabında harita haricinde kalan ve Devlete ait bulunan araziden lüzum
görülecek kısımlar dahi İcra Vekilleri Heyeti kararı ile buna ilâve edilebilir. A. K. A. Y. işletmesi bu işler için
kendi murakabesi altında hükmî şahsiyeti haiz bir idare tesis eder.”24.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını yitirmesinden kısa bir süre sonra 26 Haziran 1939 tarihli ve
3653 sayılı “Yalova Termal Kaplıcalarının İşletilmesi ve Kaplıcaların İnkişafı İşlerinin Sıhhat ve İçtimaî
Muavenet Vekâletine Bağlı Hükmî Şahsiyeti Haiz Bir Teşekküle Devri Hakkında Kanunun” başlıklı yasayla, Yalova Kaplıcalarının işletmesi Sağlık Bakanlığına devredilecektir. Atatürk Döneminde hem sağlık hem de turizm merkezi olarak gelişmesi projelendirilen Yalova ve kaplıcalar bölgesine yönelik bir
vizyon daralması oluştuğu görülmektedir. Konya Milletvekili Dr. Osman Şevki Uludağ, konuyla ilgili
olarak yaptığı konuşmada görüşümüzü destekleyen şu ifadeleri kullanmaktadır: “ …Bilhassa oranın gazino hayatı, dans, caz hayatı onu sevmeyenleri pek çabuk kaçırmaktadır. Maamafih bunların aleyhinde
değilim. Bu hayattan zevk alan insanlar da yok değildir. Yalova kaplıcalarını idare etmek için bir şekil
buluyorum. Bu kaplıcalar memlekette dolgun keselere göre hayat tanzim edildiği için fakir halk tabakası
bundan istifade edemiyor.”25
22 Yalova’da gerçekleştirilen dünyaya örnek olabilecek olaylardan birisi de değişik ülkelerden dünyada ün kazanmış ağaç cinsleri getirtilerek
açık hava ağaç müzesi oluşturulmasıdır.
23 Yasanın diğer maddeleri de aynen şöyledir: “İKİNCÎ MADDE — Sınırları birinci madde ile tespit olunan sahanın İktisat Vekâletince tayin edilecek
mıntıkalarında hususî mesken, otel, pansiyon, kapalı eğlence yerleri, gazino ve lokanta ve dükkân inşa ve tesis etmek isteyen Türklere ve yabancılara
parasız olarak Hazineye ait araziden aşağıdaki kayıt ve şartlara göre lüzumu kadar arsa ferağ ve temlik edilebilir: Temlik edilen bu yerler üzerinde A.
K. A. Y. işletmesinin intifa hakkı sakıt olur. Kaplıcalar bölgesinin umumî plânı ile bu bölgede yapılacak binaların mevkii ve inşa şekilleri ve ayrılacak
arsaların mevkileriyle miktarları ve krokileri İktisat Vekâletince tespit edilerek ilân olunur. İşbu kanunun neşrinden sonra yapılacak binaların tam
kârgir veya beton olması şarttır. Bu hükümlere uygun olmayarak yaptırılacak olan binalar 10 - VI - 1933 tarih ve 2290 sayılı belediye yapı ve yollar
kanununun 13 ncü maddesindeki hükümler dairesinde yıktırılır. Mezkûr maddenin belediye encümenlerine verdiği vazifeyi A. K. A. Y. işletmesinin
kuracağı hükmî şahsiyetin uzuvları ve idare heyetine verdiği vazifeyi de İstanbul vilâyetinin idare heyeti görür. ÜÇÜNCÜ MADDE — Her bina için
parasız verilecek arsa miktarı (2000) metre murabbaını geçemez. Yapılacak binanın şekil ve istimal tarzı bu miktardan fazla arsaya ihtiyaç gösterdiği
takdirde bu gibi arsalarla yabancılara verilecek arsaların tefvizleri icra Vekilleri Heyeti kararıyla yapılır. DÖRDÜNCÜ MADDE — Kaplıca bölgesine
bitişik arazide ve sınırdan 500 metre mesafede ve Yalova iskelesinden kaplıcaya giden ana yol kenarlarında yapılacak bina ve dükkânlar, İstanbul
vilâyetince önceden tespit veya alâkadarlar tarafından yaptırılıp yine İstanbul vilâyetince tasdik edilecek puanlara göre yapılır, İstanbul vilâyeti, bu
puanları tespit ve tasdik ederken ancak bölgenin ahengine çirkinlik vermemesini ve sahiplerinin malî kudretini göz önünde bulundurur. BEŞÎNCÎ
MADDE — ikinci ve üçüncü maddelerde yazılı muameleler bitirildikten sonra A. K. A. Y. işletmesi müracaat sırası gözetilmek suretiyle, kime ne miktar
arazi tefviz edileceğini krokisi ile birlikte Yalova kaymakamlığına bildirir. Kaymakamlıkça bu krokiler esas tutularak gösterilen arsaların istekliler
adına işbu kanunda yazılı şartlar dairesinde tapuda tescil muamelesi hemen yaptırılır. Bu kanunun hükümlerine göre üzerlerinde inşaat yapılmadan
bu arsalar satılamaz ve başkasına devrolunamaz. A LT1NC1 MADDE — Tapuya tescil tarihinden itibaren iki yıl sonraya kadar ikinci madde hükmüne
göre inşaat yapmamış olanların namlarına tescil edilmiş olan arsaların kayıtları hiç bir muameleye hacet kalmaksızın Yalova kaymakamlığınca
Hazine namına değiştirilir. Bu muamele harç ve resme tâbi değildir. Ancak bu müddet içinde binanın keşif bedelinin dörtte bir miktarında inşaat
yapmış olanlara arsa ve inşaatı başkasına devretmek veya inşaatı bir sene içinde bitirmek müsaadesi verilir. Devir alan veya bir sene daha müsaade
alan kimse evvelki iki senelik müddetin bittiği tarihten itibaren bir yıl içinde inşaatı bitirmeğe borçludur. Aksi halde birinci fıkra hükmü tatbik
olunur. YEDİNCİ MADDE — A. K. A. Y. İşletmesi bu kanunla kendisine verilen hakkı muhafaza ettiği müddetçe aşağıda yazılı vergi ve resimlerden
muaftır:1 - Birinci maddede gösterilen sınır içinde olup A. K. A. Y. İşletmesine verilen mevcut binalar ile idare tarafından yaptırılacak binaların bina
ve iktisadî buhran vergileri, 2 - Mezkûr sınır içinde işletmeğe ait bulunan arazi, arsa ve ormanların ve para ile alınacak arazinin arazi vergileri. İkinci
madde mucibince parasız verilecek arsaların üzerine sahipleri tarafından yaptırılan binalardan inşaatın bittiği tarihten itibaren on sene sonuna
kadar bina vergisi alınmaz. SEKİZİNCİ MADDE — Birinci maddedeki elli yıl müddet bittiği zaman A. K. A. Y. İdaresi Yalova’daki müesseselerin menkul
ve gayrimenkul bütün mevcutlarını olduğu gibi Hazineye parasız olarak teslime mecburdur. DOKUZUNCU MADDE — Bu kanunla A. K. A. Y. a
devrolunan haklar ve vazifeler icra Vekilleri Heyeti karar ile İstanbul belediyesine devrolunabilir. ONUNCU MADDE — Bu kanun neşri tarihinden
muteberdir. ON BİRİNCİ MADDE — Bu kanunun hükümlerini icraya icra Vekilleri Heyeti memurdur.” http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/Kanunlar_
Kararlar/kanuntbmmc018/kanuntbmmc018/kanuntbmmc01803287.pdf. Resmî Gazete, 25/XII/1937, Sayı: 3792.
24 Resmî Gazete, 25/XII/1937, Sayı: 3792.
25 http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d06/c003/tbmm06003031.pdf. 1939’dan sonra tekrar el değiştirmiş olmalı ki, “Yalova
Termal Kaplıcalarının İdaresi ve İşletmesi Hakkında Kanun” ile 3 Haziran 2004’te yapılan değişiklikle tekrar Sağlık Bakanlığına devredilmiştir.
http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5185.html
216
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Konunun farklı boyutlarının ortaya konulmasına katkı sağlaması beklenen yukarıdaki bilgileri verdikten sonra tekrar tartıştığımız konuya dönersek: Deniz İşletmeleri İdaresi 1930’da, Yalova Kaplıcalarını teslim aldığı zaman, buraları çok bakımsız bir durumdaydı. Büyük Otel ve Gazino harap olmuş bir
haldeydi. Öncelikle Büyük Otel, aslına uygun olarak onarıldı. Kaplıca ünitesi yeniden imar edildi. Bu
alan, birinci dereceden doğal, arkeolojik ve tarihi sit alanı haline getirilerek koruma altına alındı26.
Mustafa Kemal Atatürk, bu çalışmalarla çok yakından ilgilendi. Zaman zaman da bizzat katıldı: Kaplıcalar, Deniz İşletmelerine devredilmeden kısa süre önce 9 Aralık 1929 tarihinde Alman Mimar Gross
ile Yalova Kaplıcalar bölgesinde yapılacak olan değişikliklerle ilgili incelemelerde bulundu. Atatürk’ün
konuya olan duyarlılığı, daha sonraki süreçte de devam etti. İçmek ve kullanmak için soğuk sular getirildi. Sıcak su kaynakları temizlendi. Kaynaklardan en büyük olanın üstüne sıcak su içmek ve buhar
teneffüs etmek için büvet yapıldı. Yalova’ya gerçekleşen deniz ve kara ulaşımı düzenli bir hale getirildi27.
Kısa sürede kaplıcalar bölgesinde gerçekleştirilen çalışmaların sonuçlarının, müşteri memnuniyetine de yansıdığını görmekteyiz. Bu durum, 1930 yılına ait müşterilerin kaplıcalarla ilgili izlenimlerinin
yer aldığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Örneğin A. Rahmi ismindeki kişi, 2 Temmuz 1930 tarihinde kaleme aldığı satırlarda: “Yalova’nın şifa bahş sularından herkesin faydalanmasını temin için ancak bu günkü
gibi bir idarenin mevcudiyeti lazımdı. Kaplıcalara bundan on sene evvel iki defa gelmiştim. Sularından
istifade etmiştim. O zaman temizlik sıhhi tedabir pek noksan idi. Bu defa en küçük hıfzıssıhha tedbirlerinin
tatbik edildiğini görmekle bahtiyarım. Memleketimiz için pek mühim bir müessese-i sıhhiye olan kaplıcalarda yapılan ve yapılmakta bulunan icraatın fevkaladeliğini benim gibi evvelce burada yaşayan bir kimse
takdir edebilir.”28 demektedir. Kaplıcaların mevcut durumunun çok sayıda yerli ve yabancının kaleme
aldığı satırlara da yansıdığı görülmektedir.
Kaplıcalarda çalışmalar başladığı gibi hız kesmeden devam ederken; Yalova iskelesi yanında bulunan
çok uzun ve güzel plaj da temizlenerek, insanların denize girebileceği bir yaşam alanı oluşturuldu. Böylece planın birinci kısmı tamamlanmış oldu29.
Planın ikinci kısmında kaplıcalar sahasında ve kaplıcaları çevreleyen yeşil tepeler üzerinde muhteşem otellerin ve gazinoların inşası; çeşitli eğlence yerlerinin yapılması ve kaplıcalardan bu otellere
ulaşımı konforlu hale getirmek için füniküler ve tramvaylar yapılması planlandı. Şehirdeki plajın gazinoları ve eğlence yerleriyle dünyanın en güzel ve en uygar su şehri olması yolunda önemli mesafeler
alındı. Aynı zamanda Atatürk, Yalova Termal’ini, dünyaca ünlü bir sağlık merkezi haline getirme amacı
doğrultusunda, Termal’de mevcut tesislerden daha büyük ölçekli daha lüks bir otelin inşası için çalışmaların başlaması talimatını verdi. 1934 yılında, Yalova Termal’de inşa edilecek bu yeni otel Türk mimarlar
tarafından projelendirilecekti. Söz konusu otelin projesi için yine Atatürk’ün isteği ile ulusal ölçekte bir
proje yarışması düzenlendi. Yarışmaya 21 eser katıldı. 1934 yılında, Türk Mimarlık Tarihine adını altın
harflerle yazdıracak olan Sedat Hakkı Eldem’in “T” rumuzlu projesi yarışmayı kazandı ve dört katlı ve
90 odalı otelin inşaatı aynı yıl başladı30.
Atatürk’ün doktoru Hidroloji ve Klimatoloji Profesörü Doktor Nihat Reşat Belge’ye bu kurumun
bilimsel idaresi verildi. Doktor Reşat, su ve kaplıca tedavisinin fizik terapi ile takviye edilmesinin gerekliliğini göz önünde tutarak Büyük Otel’deki alet ve tertibatı yetersiz olan fizik terapi dairesini iptal etti.
Bunun yerine Termal Otelde her türlü ihtiyaca cevap veren çağın koşullarına uygun bir fizik terapi dairesi oluşturuldu31. Ayrıca her birinde tazyikli ve tazyiksiz duşlar bulunan 20 modern banyo bir biyoloji
laboratuarı ve röntgen dairesi de yapıldı32. Projenin Mimarı Eldem’in, çalışması, sadece mimari proje ile
sınırlı kalmadı; otelin, mobilyalarından kullanılacak tekstillere varıncaya kadar en ince ayrıntısıyla ilgilendi. Mimarın, ilk büyük kamu yapısı olan Termal Otelin açılışı, 22 Ocak 1938 yılında yapıldı. Mustafa
26 Zümrüt Yalova Kaplıcaları, s. 14.
27 Ayrıca Bursa-Pazarköy-Yalova yolunun Kocaeli sınırları dâhilindeki kısmı ile Yalova-Hamam arasındaki şosenin düzeltilmesi ve YalovaKaramürsel arasında 4-5 kilometrelik kısmın inşası gerçekleştirilecektir. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi,
Tarih: : 8/9/1929, Sayı: 8309, Dosya: 159-97, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 5.43..16.
28 Zümrüt Yalova Kaplıcaları, s. 137.
29 Age, s. 16.
30 Zümrüt Yalova Kaplıcaları, 16. AKAY İşletmesi’nin Yalova’da yaptırdığı otel ek inşaatı için verilen para 63500 liraya yükseltilmiştir. T.C. Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Tarih: 28.7.1937, Sayı: 71772, Dosya: 171-48, Fon Kodu: 30.18.1.2, Yer No: 77.69.8.
31 Termal Otelin banyo kısımları için gerekli olan aletleri yerinde görmek üzere Dr. Nihat Reşat, Paris’e gönderilmiştir. Bu görev için kendisine
750 lira ödenek ayrılmıştır. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Tarih: 30/12/1936, Sayı: 57772, Dosya: 238294, Fon Kodu: 30.18.1.2, Yer No: 70.98.14. Yalova kaplıcalarındaki banyolara ait aletleri satın almak üzere Kaplıca Müdürü Muzaffer ile Doktoru
Nihat Reşat’ın 20 gün süreyle Almanya’ya gönderilmişlerdir T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Tarih:
16/3/1937, Sayı: 61462, Dosya: 193-36, Fon Kodu: 30.18.1.2, Yer No: 72.18.12.
32 Saip Giray, age, s. 31.
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
217
Kemal Atatürk de otelin ilk müşterisi oldu33.
Ne yazık ki, Atatürk’ün mirası ve Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarisinin çok önemli ve seçkin bir
örneği olan ve tarihi bir miras olarak korunması gereken bu otel, 12 Eylül Darbesinden bir yıl sonra
1981’de kapatıldı. Özal’ın iktidara geldiği yıldan bir yıl sonra da yani 1984’te yıkıldı. Böylece Cumhuriyet
mimarisinin muhteşem bir örneği akıl almaz bir şekilde ortadan kaldırılmış oldu ve bu topraklarda bir
başarı daha cezasız kalmadı.
Sonuç
Yalova Termal Kaplıcalarının, M.Ö. 2000’li yıllara dayanan çok uzun var olma sürecinde daima iktidar sahiplerinin ilgisini çektiği; bu ilginin çoğalması ya da azalmasıyla orantılı olarak ününün arttığı ya
da azaldığı görülmektedir. Söz konusu kaplıcaların, farklı egemenlik dönemlerinde, ilgi odağı olmasında, hiç şüphe yok ki, Avrupa’nın en değerli su kaynaklarına sahip olması, eşsiz doğal güzelliği ve stratejik
konumu önemli rol oynamıştır.
Bölge, Türk egemenliğine geçtikten sonra Bursa Kaplıcalarının gölgesinde kalmışsa da 19. Yüzyılda
Osmanlı Hanedanının da ilgisini çekmeye başladığı görülmektedir. Özellikle de Sultan II. Abdülhamit
Döneminde özel teşebbüs tarafından önemli yatırımlar gerçekleştirildiği ve ününün arttığı bilinmektedir. 1911’de suları en şifalı kaplıca unvanını kazanarak altın madalyaya layık görülmüştür. Ancak Balkan
Savaşları ve Birinci Dünya Savaşının kötü etkileri, Yalova Termal Kaplıcalarını son derece olumsuz etkilediği tarihi bir gerçektir ve bu sürecin başlamasıyla birlikte eski ihtişamlı günlerinden eser kalmayacaktır. Bu durum, doğal olarak Kurtuluş Savaşı sürecinde de devam edecektir.
Büyük Zaferi takip eden günlerde, özel teşebbüsün sınırlı girişimlerinin olduğu bilinmektedir; ama
arzu edilen gelişmenin sağlanması mümkün olmamıştır. Nihayet kaplıcaların bu durumu, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in 1929’da Yalova’ya gelişi ve kaplıcaları ziyaret edişiyle birlikte son bulma yoluna girdiği bu araştırmada tespit edilen hususlar arasında yer almaktadır. Bu süreçle birlikte Yalova’yı,
dünyanın en güzel su şehri ve turizm merkezlerinden biri yapma amacı doğrultusunda bilimsel zeminde
hummalı bir çalışma başlatılmış ve kısa sürede çok önemli sonuçlar elde edilmiştir. Bu bağlamda kaplıcaların sağlık boyutu da ihmal edilmediği tespit edilmiş olup; bu konuda da uzak görüşlülükle hareket
edildiği saptanmıştır.
Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını yitirmesiyle birlikte olaya çok daha dar çerçevede bakılmaya başlandığı da tespitlerimiz arasında yer almaktadır. Son derece zengin termal sulara sahip olan Türkiye
bu gün hala bu alanda dünya pazarında hak etmesi gereken yere sahip değildir. Bu sonucun, vizyonsuzlukla bağlantısı çok kuvvetlidir. Türkiye’nin sahip olduğu zengin kaplıca suları konusunun projelendirilip su
değerleriyle orantılı olarak sağlık ve dinlence turizmi açısından yüksek bir noktaya ulaştırılması çalışmaları
acilen başlatılması ülkenin geleceği konusunda önemli hususlardan birini oluşturmaktadır.
Yalova Termal Kaplıcalarından Bir Kesit
33 Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu M. Kemal Atatürk’ün yaşamını sonlandıran ve Türk Ulusunu derinden üzen hastalığı, ilk defa burada Prof.
Dr. Nihat Reşat Belger tarafından teşhis edildi. Saip Giray, age, s. 32.
218
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Atatürk’ün Köşkü
Kurşunlu Hamamı
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Sultan Hamamı
22 Ocak 1938 Yılında Mustafa Kemal Atatürk Tarafından Açılışı Yapılan Termal Otelden Bir Kesit
219
220
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Yalova Termal Yapıldığı Dönemde Türkiye’nin en lüks Oteli olarak tanınıyordu
Mide Suyu
Bursa Kaplıcalarının Islahına Yönelik Bir Girişim: Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketinin Kurulması
Ayak Suyu
Göz Suyu
221
TUZLA İÇMELERİ:
İSTANBUL’UN YAKININDA ÜNLÜ BİR KAPLICA MERKEZİ
TUZLA İÇMELERİ: EIN BERUHMTER KURORT IN DER NÄHE VON İSTANBUL
Mahmut Gürgan*
* Yrd. Doç. Dr., Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD.
Zusammenfassung
Tuzla İçmeleri ist ein berühmter Kurort mit ihrem Mineralwasserquellen und Heilbäder, auf der anatolischen Seite von Istanbul, 32 km.
entfernt vom Zentrum. Die auf einer Fläche von 70 tausend Quadratmetern gebaute Anlagen der Heilbäder in Tuzla İçmeleri dienen jenen,
die die Vorteile des heißen Mineralwassers nutzen möchten. In Tuzla befinden sich außerdem zwei Heilwasserquellen, mit den Namen “Kleine
Quelle” und “Große Quelle”, die 560 Meter voneinander entfernt sind.
Bei den Heilwasserquellen von Tuzla handelt es sich um einige der ältesten Heilbäder im Lande. Bereits Evliya Çelebi, der osmanische
Reiseautor des 16. Jahrhunderts, beschreibt sie: „Diese heilkräftigen Wasser werden in den Sommermonaten von Besuchern aus Istanbul und
Umgebung benutzt.“ Zu offiziellen Heilbädern wurden sie 1927 nach einem Besuch des Republikgründers Atatürk ernannt, der ein großer Fan
europäischer Kurstädte war.
Zurzeit werden die Heilbäder für Trink- und Badekuren genutzt. Ihr Wasser hat einen sehr hohen Mineralanteil, vor allem die Kalziumwerte
liegen weit über dem gewöhnlichen Durchschnitt. Dank dieses hohen Mineralstoffgehalts soll das Trinkwasser mit einer Trinkkur vor allem
bei Leberkrankheiten, Nierensteinen, Blasenentzündungen, Diabetes, Gicht, Magen- und Gallenblasenbeschwerden, sowie ähnlichen
Beschwerden heilende Wirkungen haben. Zur Trinkkur wird der Verzehr von 2 Litern Wasser am ersten, 3 Liter Wasser am zweiten und 2,5 Liter
Wasser am dritten Kurtag vorgeschlagen. Das Heilwasser wird in der Gegend auch schon in Flaschen verkauft.
Die Heilbäder werden vor allem bei rheumatischen und degenerativen -Erkrankungen der Gelenke und Muskeln, bei Haltungsanomalien,
Hauterkrankungen und gynäkologischen Krankheiten benutzt.
Tarihçe
İstanbul’un Anadolu yakasında, merkeze 32 km mesafede bulunan Tuzla İçmeleri, mineral su kaynakları ve şifalı banyoları ile Bizans zamanından beri bilinen, yüzyıllardır şifa arayanların başvurduğu
ünlü bir kaplıca merkezidir. Ülkenin en büyük kenti olan İstanbul’a yakınlığı önemini daha da arttırmaktadır.
Ülkenin en eski kaplıcalardan olan Tuzla içmelerine dair elimizdeki en eski bilgiler, 1611 tarihli
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde bulunmaktadır. Evliya Çelebi Tuzla İçmelerinin ününü duyup gelmiş
ve seyahatnamesinde bu şifalı suların yaz aylarında İstanbul ve çevre bölgelerden gelen ziyaretçiler tarafından kullanıldığından bahsetmiştir. Onun verdiği bilgilere göre; gelenler yıl boyunca çadırlar kurarak
neşe içinde suları içmekte, sazlar çalıp, kırk gün kırk gece süren eğlenceler tertip etmektedir. Bu eğlenceler sırasında tüfekler, havai fişekler atılmaktadır. Özellikle barsak parazitleri olanlar barsakları yumuşak
tutan bu sulardan fayda görmektedir. Bunlar Allah’ın emri ile kusarak pis kokulu sarı, yeşil safra, sevda,
çıkarırlar. Bazıları ise defekasyon sırasında muhtelif kötü maddeler çıkararak sağlığına kavuşurlar.
Evliya Çelebi burada ayrıca bu maddeleri tarif ederek, bazı çıkılarda, “tesbih tanesi dürülmüş şeyler
çıkıp kırk ellişer boğum, bağırsak gibi” şeylerden bahsetmektedir ki, bunların yarıldıklarında “içlerinden binlerce siyah başlı kurtlar, kelebek gibi haşarat” çıktığını, gelip geçenlerin bunları seyrettiklerini
anlatmaktadır. Bu ifadelerden defekasyon sırasında bazı kişilerin çeşitli barsak parazitlerini (muhtemelen tenya) düşürdüklerini ve seyredilmeleri için çalılara serdiklerini anlamaktayız. Evliya Çelebi daha
sonra içilen bu suyun yalçın bir kayadan çıktığını berrak, latif, ancak tuzlu bir su olduğunu belirtmektedir.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde yer alan metnin orijinalinin transkripsiyonu şu şekildedir:.
Evsâf-ı âb-ı müshilât, içme : Her sene mâh-ı temmuzda kiraz mevsiminde cümle İslâmbol’dan ve gayrı
büleydelerden niçe bin âdem cem olup çadırlarında bir sâz [u] söz u ayş ve nûş edüp kırk gün kırk gice leb-i
deryada top u tüfenk ve fişenk şâdmânları olur kim diller ile ta’bîr ve tavsîf olunmaz. Ehl-i derd olup ahlât-ı
faside marazına mübtelâ olanlar bunda üç gün üç gice İçme suyından nûş edüp bi-emrillahi Te’âlâ kimi
istifrâğ edüp sarı sarı ve yeşil yeşil safra ve sevda ve balgam ve ahlatlar çıkar kim râyiha-i habisinden âdem
helak mertebesine varır. Ba’zı âdemin aşağısından safra ve sevda ve ahlat ve kara balgam ve namazbur ve
okran ve sirence nâm emrâz-ı muhtelifeler çıkar kim âdem hayât-ı câvidân bulur. Ba’zısından bilâ-teşbîh,
tesbîh gibi dizilmiş çıkınca çıkınca şeyler çıkup kırkar ellişer boğum bağırsak-misâl çıkıları çalılara sererler,
222
Tuzla İçmeleri: İstanbul’un Yakınında Ünlü Bir Kaplıca Merkezi
223
gelüp gidenler temaşa ederler. Aceb hikmetdir kim ba’zı çıkıları yarup içinden niçe yüz siyah başlı kurdlar
ve kelebek misillü mahlûk haşerâtlar çıkar. Bir yalçın kayadan kaynayup çıkar. Berrak ve latif sudur amma
sehel şûrcadır. (1)
Evsaf-ı şurût-ı mâ-i İçme: Evvelâ üç gün asla tuzlu ve zîrûh kısmı yimeyüp perhiz ide. Dördüncü gün
sabah ve ahşam birer fincan su içe ama kendüyi ısıcak duta. Üç gün bu hâl ile vücûdm haberdâr edüp
muğlab içmiş olur. Andan üç gün dahi üç nevbet sudan içüp tuzsuz piliç maslûkası suyu içe. Tamâm on beş
amel etdikden sonra fevkânî ve tahtanı fâ’ideleri müşahede olunup limon sulu ekşi çorba nûş edüp amelin
kat eder. Niçe fâ’ideleri ma’lûm olur. (2)
Bu metnin sadeleştirilmiş hali şöyledir:
Müshil özelliği taşıyan içme suyu: Her sene Temmuz ayında yanı kiraz mevsiminde, bütün
İstanbul’dan ve diğer bölgelerden binlerce insan gelip burada toplanırlar. Çadırlarını kurduktan sonra
saz söz meclisleri tertip ederler, eğlenirler ve içerler. Böylece kırk gün kırk gece deniz kıyısında top, tüfenk ve fîşenk şenlikleri ve eğlenceleri olur ki dillerle söylemek ve sözlerle anlatmak mümkün değildir.
Dert sahibi olup da hasta edici ve sağlığı bozucu rahatsızlıklara yakalanmış olanlar, burada üç gün üç
gece bu içme suyundan içince, Allahu Taalanın emriyle ve izniyle kusmaya başlayıp san san ve yeşil yeşil
safra, sevda, balgam ve diğer usareler çıkarır ki pis ve kötü kokusundan dolayı insan ölüm mertebesine
varır. Bazı insanların da alt tarafından safra, sevda, usareler, kara balgam, namazbur, okran ve sıranca
isimli çeşitli hastalıkların sebebi olan şeyler çıkar ki, insan yeniden hayat bulur. Bazı insanlardan, benzetmek gibi olmasın, tespih gibi dizilmiş çıkınca çıkınca şeyler çıkıp kırkar ellişer boğum bağırsak gibi
çıkılar çıkar, bunları çalılara sererler, gelip gidenler bakıp seyrederler. Acep hikmettir ki bazı çıkıları yarınca içinden nice yüz siyah başlı kurtlar ve kelebek gibi parazit haşeratlar çıkar. Bu içme suyu bir yalçın
kayadan kaynayıp çıkar. Berrak ve yumuşak sudur, ancak biraz acıdır. (3)
Resim 1. Evliya Çelebi Seyahatnamesinin Tuzla İçmelerini anlatan bölümleri
İçme suyunun nasıl içilmesi gerektiği: Öncelikle üç gün asla tuzlu ve canlı kısmı yiyecekler (yani
hayvansal gıda) yemeyip perhiz edilmelidir. Dördüncü günün sabahı ve akşamında birer fincan su içilmelidir. Ancak kişi kendini sıcak tutmalıdır. Üç gün bu hâl ile vücudunu haberdar edip muğlab içmiş
gibi olur. Bundan sonra üç gün dahi üç sefer daha bu sudan içilmeli ve tuzsuz piliç maslukası suyu içilmelidir. Tamam on beş amel ettikden, alttan ve üstten faydaları görüldükten sonra limon sulu ekşi çorba
içilerek amelini kesmesi gerekir. Bundan sonra nice faydalan görülür.(4)
224
Tuzla İçmeleri: İstanbul’un Yakınında Ünlü Bir Kaplıca Merkezi
1927 yılında, Avrupa kaplıca kültürünü iyi tanıyan Atatürk Tuzla İçmelerini ziyaret ederek buranın
yenilenmesi için çalışmaların başlatılması talimatını vermiştir. Tarihi bu kadar eskiye dayanan Tuzla İçmelerinin insan sağlığı için önemini anlayan Mustafa Kemal Atatürk’ ün emri ile 1929 yılında, arazinin
imtiyaz hakkı üç doktor ve iki iş adamının kurduğu Anonim Şirkete verilmiştir. Bu ziyaretin ardından,
bu kaplıcalardaki tesisler yeniden ele alınarak geliştirilmiştir.(5)
Resim 2. Muamelat Müdürlüğü Mukarrerat Şubesinin 27/3/329 Tarih ve
7820 sayılı Gazi Mustafa Kemal imzalı yazısı
Atatürk’ün ziyaretini takiben yapılan restorasyonla 60 yıl boyunca kaldığı yerden hizmete devam
eden Tuzla İçmeleri’nde, geçen yılların yıprattığı tesisler yönetim kurulunun 1990 yılında değişmesinden sonra tekrar restorasyona alınmış ve yeni yatırımlara girişilmiştir. (6)
İçmeler
Tuzla içmelerinin kaynağı kayaların derinliklerinden gelmektedir. Mineralli sular bin yıldan fazladır
kayaların arasındaki karstik boşluklardan sızarak yeryüzüne çıkmaktadır. Bu alanda biri Büyük İçme,
diğeri Küçük İçme olmak üzere adlandırılan iki kaynak bulunmaktadır. İki kaynak arasındaki başlıca
fark litrede içerdikleri tuz miktarıdır. Reaksiyonları nötr olan sular müshil sulardandır. Radyoaktivite
her ikisinde de 10 Eman’a yaklaşmaktadır. İçilmesi kolay olan bu sular yüksek mineralli bir içeriğine
sahipolup, klorür ve sülfat anyonları ile sodyum, kalsiyum ve magnezyum katyonları fazladır. Büyük
içmede lityum da bulunmaktadır. Bu kaynaklardan Büyük İçme olarak bilinen su ise diğerine göre daha
düşük konsantrasyonlu tuzludur. Küçük içmenin suyu daha az tuzlu olduğundan içimi Büyük İçmeye
oranla daha kolaydır.(7)
Tuzla İçmeleri: İstanbul’un Yakınında Ünlü Bir Kaplıca Merkezi
225
Şimdiye kadar yapılan tıbbi araştırmalara göre içmeler karaciğer, safra yolu, mide, kalın barsak hastalıklarına ve böbrek iltihaplarına karşı iyi gelmektedir. Barsaklarda yaşayan parazitlerle bunların yumurtalarını düşürmede Tuzla suları büyük fayda sağlar.
Resim 3. İstanbul Üniversitesi TEHKAM Müdürü Prof. Dr.Nurten Özer imzalı ve1/12/1992 Tarihli tıbbı rapor.
İçme Kürleri
Bu sular, çeşitli uygulamalarla Kür tarzında tedavide değerlendirilebilir. Doğal veya 32-34°C ısıtılmak suretiyle içme olarak kullanıldığında, mide, ince ve kalın barsaktaki iltihabi önleyici etki yaratır;
mide, barsak salgılarını ve hareketlerini düzenler. Bu nedenle kronik iltihaplarda, ülser zemini v sonrası
durumlarda, asabi menşeli mide-barsak faaliyeti bozukluklarında yararlıdır; ayrıca pankreas ve safra
kesesi salgısı arttırıp, karaciğer fonksiyonlarını, metabolizma faaliyetlerini düzenler, böbrekten idrar
atılımını (diürezi) arttırırlar, diyabet, gut ve şişmanlıkta etkili olurlar. Mineralli suyun CO2 basılarak
şişelenmesi halinde, (Maden Suyu Sodası) aynı etki beklenecektir.
Serbest veya apereyle yapılan soluma kürleri veya gargara, spray gibi uygulamalar, üst solunum yolları-burun, geniz, boğaz ve bronşlar üzerine etkilidir; Kronik ve allerjik iltihaplarda, rinit ve farenjit,bronşit
ve sinüsit tedavilerinde değerlendirilebilir. (8)
İ.Ü İstanbul Tıp Fakültesi tarafından yapılan çalışmaya göre, Büyük İçme, böbrek taşı, bağırsak(tenya,
kurt, solucan), safra kesesi, karaciğer, cilt ve rahim hastalıkların, Küçük İçme’nin ise idrar yolları, mesane, cilt, böbrek ve idrar yollarındaki kuma iyi geldiği bildirilmiştir. Uzmanlar içme kürünün ilk gününde
2 litre, ikinci gününde 3 litre ve üçüncü gününde 2,5 litre su tüketimini önermektedir. Banyoların ise
romatizmal ve dejeneratif eklem ve kas rahatsızlıklarında, ortopedik şekil bozukluklarında, cilt hastalıklarında jinekolojik hastalıklarda yararlı olduğu belirtilmektedir.
226
Tuzla İçmeleri: İstanbul’un Yakınında Ünlü Bir Kaplıca Merkezi
Tuzla Kaplıcaları Termal Tesisleri
Tuzla Kaplıcaları Sağlık ve Turizm Tesisleri günümüzde İstanbul Tuzla İçmeler’inde bulunan çam
ağaçlarıyla kaplı 70 dönümlük bir alan üzerinde kurulmuş, modern ve tarihi bir tesistir.(9)
Tesis resmi olarak turizm bakanlığından işletme alanında 1 yıldız, yatırım alanında 4 yıldızlıdır.
Tesislerde kaplıca donanımı olarak, 1 adet kapalı termomineral su havuzu. 2 adet sıra banyo (küvet)
bulunmaktadır. Ayrıca otel odalarına termomineral su verilmektedir. Tesiste part-time çalışan 1 fizik tedavi ve rehabilitasyon uzman, 1 hemşire, masöz ve masörler bulunmaktadır. İçme suları tesis çevresinde
şişelenmiş olarak da satılmaktadır.
Tuzla İçmeleri her ne kadar Kocaeli ilinin Gebze ilçesine bağlı ise de İstanbul’dan da ulaşım kolaydır.
Otelleri, lokanta ve gazinoları ve sıhhi tesisatı itibariyle en ileri ülkelerdeki benzerleriyle boy ölçüşecek
derecede olan Tuzla içmeleri E5 Karayolunun 400 metre güneyinde sahil yolu üzerinde, Sabiha Gökçen
Havalimanına 17 Km. uzaklıkta Tuzla ilçesinde İçmeler tren istasyonunun yanında bulunmaktadır.
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 2. Cilt. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdat 304.242a-b
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 3. Cilt. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdat 305 139b
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 2. Cilt. Hazırlayanlar, Zekeriya Kurşun, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul 1999, s.
38-39
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 3. Cilt Hazırlayanlar, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul 1999, s. 224Duke, JA. Utilization of Papaver. Econ. Bot. 1973, 27(4):390-400
Muamelat Müdürlüğü Mukarrerat Şubesinin 27/3/329 Tarih ve 7820 sayılı Gazi Mustafa Kemal imzalı yazısı Tuzla Kaplıcaları Termal Tesisleri
Arşivi
Tuzla Kaplıcaları Termal Tesisleri Arşivi
Yılmaz Tekin Türkiye’de Şifalı Sular: Kaplıcaları, Ilıcaları, Çamur Banyoları, Kum Banyoları, Ümit Yayıncılık Ankara 2004
İstanbul Üniversitesi TEHKAM Müdürü Prof.Dr.Nurten Özer imzalı ve1/12/1992 Tarihli tıbbı rapor. Tuzla Kaplıcaları Termal Tesisleri Arşivi
M. Zeki Karagülle, Mahmut B. Doğan. Kaplıca Tıbbı ve Türkiye Kaplıca Rehberi. Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul, 2002.
ESKİ TÜRKLER’DE ÇADIRLARIN SAĞLIK
ALANINDA KULLANILIŞLARI
DIE VERWENDUNG DER ZELTEN BEI DEN NOMADEN IM GESUNDHEITSWESEN
Engin Çoruh*
* Dr. med.dent., Marbach-DEUTSCHLAND.
Zusammenfassung
Die aus Leder gebauten Zelte, die als Bad benutzt wurden, geben uns Aufschluß, daß die Sauberkeit für die nomadischen Turkvölker
wichtig war. Es besteht auch die Möglichkeit, daß solche Zelte von Nomaden, die nach langen, anstrengenden Ritten mitgenommen waren als
eine Art physikalisches Therapiezentrum verwendet wurden. Gleichzeitig haben alte nomadische Turkvölker ihre Kranken in einem separaten
Zelt, das durch eine Flagge oder Speer gekennzeichnet war, isoliert. Nur der Schamane durfte das Zelt betreten und die Abgesonderten
versorgen. Die Handlung zeigt uns, daß die alten Turken sich der Ansteckungsgefahr bewußt waren und als Schutz Isoliermaßnahmen
getroffen haben. Es ist anzunehmen, daß der Patient im Zelt durch besondere Anordnungen z.B. in bezug auf Lüftung, Ruhe, Hygiene, Heizen,
gute Pflege usw. versorgt bzw. behandelt wurde. Solch ein System ist mit Sicherheit der erste Schritt in Richtung auf das Krankenhauswesen.
İnsanoğlu var olduğu günden beri çeşitli alanlarda yaşam mücadelesi vermekte ve değişik problemlerle uğraşmaktadır. Sağlık problemleri de insanları uğraştıran konuların başında gelir. İlk önceleri hastalıkların teşhis ve tedavisi, daha sonraları da yaşamı uzatmak ve yaşam kalitesini yükseltmek insanların
sağlık alanında yaptıkları çalışmaların temelini oluşturmuştur. Mumyalar ve iskeletler üzerinde yapılan
araştırmalar bizlere eski insanların pek çok cerrahi müdahaleyi antik zamanlardan beri uyguladıklarını göstermektedir. Elimize geçen yazılı belgeler ise hastalıkları ve hastalıkların tedavisi ile ilgili tıbbi
reçetelerin varlığını ve insanların sağlıkla ilgili düşünce ve çalışmalarını göstermektedir. Pek çok bilim
adamına göre sağlıkla ilgili ilk müdahaleler kadın doğum ve cerrahi alanında olmuştur. Fakat bazı fizik
tedavi uzmanları insanoğlunun fizik tedaviyi sağlık alanında yaptığı ilk çalışma olarak göstermektedirler. Onlar ağır şartlar altında yaşayan eski insanların sıcak suların içersinde rahatladıklarını ve böylelikle
bilmeyerek bir tedavi sistemi olarak geliştirdiklerini iddia etmektedirler.
Genellikle göçebe bir toplum olduğuna inanılan eski Türkler de sağlıkla ilgili çalışmalar yapmışlar ve bu konuda da çok iyi neticeler almışlardır. Ben şahsen dünyanın her tarafında olduğu gibi eski
Türkler’de de ilk tıbbi müdahalelerin kadın doğum ve cerrahi alanında olduğuna inanmaktayım. Tabii ki
göçebe toplumlar için hareketlilik çok önemli bir faktör olduğundan ve bütün kabile tek vücut gibi hareket ettiğinden dolayı göçebe toplulukların sağlık konularına çok önem verdiklerini bilmekteyiz. Bundan
dolayı eski Türkler, bildiğimiz kadarıyla, tıp alanında pek çok yeniliğe imzalarını atmışlardır. Buna güzel
bir örnek vermek istersek: İlk karantina sisteminin eski Türkler tarafından ortaya atılıp tatbik edildiğini
görmekteyiz. 1253 senesinde Moğolistan’a seyahat eden Wilhelm von Rubruk isimli papazın hatıralarından eski Türk ve Moğol boylarının hastaları bir çadıra koyduklarını ve çadırın önüne bir mızrak
dikip veyahut çadıra bir tuğ asarak hasta çadırını işaretlediklerini öğreniyoruz. Wilhelm von Rubruk
işaretlenmiş olan çadıra şaman ve yardımcısından başka kimsenin de girmediğini bildirmektedir.1 Bu
adet ise bu gün kullandığımız karantina sisteminin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Lepralı hastaların
eski çağlardan beri tecrit edildiğini biliyoruz ama bir hastanın kabilenin diğer fertlerinden hastalık süresince tecrit edildiğine tıp tarihinde ilk defa rastlamaktayız. Lepralı hastalar ölünceye kadar toplumdan
izole edilirlerdi. Hâlbuki Wilhelm von Rubruk’un anlattığına göre Orta Asya Türkler’inin kullandıkları
izolasyon hastalık sürencindedir ve bu sistem bu gün kullandığımız “karantina”nın ilk uygulanış şeklidir. Hastanın bir an önce sağlığına kavuşması yönünde önlemler alındığını, daimi olarak ziyaretçiler
tarafından rahatsız edilmemesi ve salgın hastalıkların aşiret içinde diğer oba mensuplarına bulaşmaması
için uygulanan bu sistem aynı zamanda bir nevi yoğun bakımında başlangıcı olarak görülebilir.
Eski Türkler çadırları değişik amaçlarla kullanmışlardır. Kullanılış şekilleri arasında özel olarak yapılmış çadır şekillerini de görmekteyiz. Bu tip çadırları Herodot tarihinden bilmekteyiz. Herodot2 yazmış olduğu tarih kitabında İskitler’in uzun ve yorucu yolculuktan sonra deriden yapılmış bir çadırın
içine çukur kazıp buraya kor haline gelmiş kaya, taş parçalarını atıp terlediklerini ve bu kor haline gelmiş
taşların üstüne kenevir tohumu atıp çıkan dumanı teneffüs ettiklerinde rahatladıklarını bildirmektedir.
1 Rubruk (1984), S. 60, Çoruh (2009) S. 10
2 Herodot Tarihi (1973), S. 183: Herodot (Tarihsiz), S. 306-307: Çoruh (2009) S. 10
227
228
Eski Türkler’de Çadırların Sağlık Alanında Kullanılışları
1994 senesinde incelme yapmak için Montana Eyaleti Browning Kasabası reservatlarında yaşayan
“Blackfoot” Kızıl derilileri arasında 15 gün yaşadım. Bu zaman zarfında kabilenin ileri gelenleri ve Şamanı ile irtibatlarım oldu. Böylelikle Amerikan Kızılderilileri arasında “Sweat Lodge” diye adlandırılan terleme çadırında yapılan bir törene katılma şansına sahip oldum. Amerikan Kızılderilileri’nin Türk-Moğol
ırkından oldukları bu günkü bilim adamları tarafından iddia edilmekte ve 10 000 sene önceki buzul
çağında Türk-Moğol boylarının o zaman donmuş olan Bering Boğazından Amerika’ya geçtikleri bilim
dünyasınca kabul edilmektedir. Tabii ki göç edenler Amerika’ya göçleri esnasında yaşam tarzlarını, alışkanlıklarını beraberlerinde taşımışlardır. Bu yüzden bugün Amerikan Kızılderililerinin Orta Asya’dan
gelirken bağlı oldukları kabilelerin örf ve adetlerini beraberlerinde getirdiklerini ve bunların arasında
terleme çadırının olduğunu bilmekteyiz. Eski Türkler’in de aynı adetlere sahip oldukları Herodot’un
tarihinde açık olarak belirtilmektedir.
Benim yaşadığım törende kullanılan çadır aslında tipik Kızılderili çadırından değişikti. “Sweat Lodge”
çadırı fazla yüksek değildi. Daire şeklinde ve tepesi kubbe gibi olan bir çadırdı. Çadır kesilmiş ve bükülebilen kalın ağaç dallarının iki ucunun toprağa sokulmasıyla meydana gelen kubbe şeklinde ve üstü derilerle
kaplı bir oluşum gösteriyordu. Derilerin üstü ise kalın bir naylonla kaplanmıştı. Çadır rüzgâr almayan kuytu bir yere kurulmuştu. Çadırın alt tarafı, derilerin toprakla birleştiği yerler toprakla örtülmüş ve dolayısı
ile içeriye hava girmesi engellenmişti. Hemen hemen 2-2,5 m. çapında ve yüksekliği 150-160cm kadardı.
Çadırın ortasında ise yaklaşık 50cm çapında ve 40-50cm. derinliğinde bir çukur bulunmaktaydı. Çadırın
sıkı kapanan ve deriden olan bir girişi vardı. Bu giriş deri ile örtüldüğü vakit içerisi her zaman kapalı kalıyordu. İstenildiğinde kısa bir zaman için deri örtü hafifçe açılıp içerisi havalandırılabiliyordu. Giriş doğuya
açıktı. Çadıra girerken ve çıkarken insanların yüzlerinin doğuya doğru dönmesi şartı vardı. Çadıra girerken sırtı doğuya dönmek kabul edilemeyecek bir hata idi. Giriş ancak eğilerek veyahut dört ayak üstünde
mümkün olmaktadır. Çadırın içinde yapraklar ve sazlardan örülmüş şilteler vardı. Bu şiltelerin üzerine,
yere bağdaş kurarak oturduk. Şamanın özel bir yeri vardı ve şaman tam girişin karşısında yüzü doğuya
dönük olarak oturuyordu. Benim katıldığım seremoni kadınlı erkekli bir guruptu ve hepimiz mayolarımızı
giymiştik. Seremoniye gittiğimde şamana hediye götürmem tavsiye edildi. Sorduğumda şamanı tanıyanlar
şamanın tütünü çok sevdiğini söylediler. Güzel bir paket tütünü seremoniye başlamadan şamana verdim.
Şaman seremoni için para almıyordu. Çadırın kapısının 3 m kadar önünde, doğu istikametinde büyük bir
ateş yakılmıştı. Ben Sweat Lodge ‘a geldiğimde her şey hazırdı. Çadırın önündeki ateş en harlı zamanındaydı ve ateşin içine atılmış, yuvarlana yuvarlana elips veyahut küre şekline gelmiş nehir taşları kor haline
gelmişlerdi. Bir taş diğerlerine nazaran daha büyüktü. Biraz daha küçük dört taş daha vardı. Bunlardan
yanı sıra bu beş taştan daha küçük çeşitli boylarda taşlar ateşin içinde kor haline göze çarpıyordu. Şamanın
yardımcısı çatal şeklinde ikiye ayrılmış bir kalın dalı yaba gibi kullanarak ilk önce en büyük taşı çadırın
ortasındaki çukurun ortasına koydu. Bu büyük taş güneşi temsil etmekteydi. Güneşi temsil eden taşın
yerleştirilmesinden sonra bu taşın dört yanına birer taş daha yerleştirildi. Bu taşlar önce doğu, sonra batı,
sonra da kuzey ve güney istikametinde yerleştirilmektedir. Güneşi temsil eden taşın etrafına haç şeklinde
yerleştirilen taşlar ise kâinatın dört yönünü; doğu, batı, kuzey ve güneyi gösteriyordu. Bu şekilde merkezinde güneş olan kâinat temsil ediliyordu. Belki de bizim kâinata ait olduğumuz veyahut her zaman kâinatın
bir parçası olduğumuz sembolik olarak gösteriliyordu. Kor haline gelmiş taşlar itina ile hazırlanmış olan
çadırı bir anda ısıttılar. Bir sauna da olduğu gibi hemen terlemeye başladım. Benim katıldığım seremonide
benden başka bir kaç Amerikalı beyaz da seremonide bulunmaktaydı.
Herkes sırayla oraya gidişinin sebebini ya da derdini anlattı. Bir nevi günah çıkartma gibi bir seremoniye şahit olmuştum. Derdini anlatanlardan bazılarının rahatladıkları yüzlerinden belli oluyordu.
Tıbbi sorunları olanları ise şaman soruşturmadan geçirdi. Sanki anamnez alıyordu. Onlara da şaman
seremoniden sonra bazı bitkileri vereceğini bildirdi. Şaman ayrıca hasta olanlara bazı tavsiyelerde bulundu. Daha sonraları şamanın yardımcısı kor haline gelmiş, öncekilere nazaran daha ufak taşlar getirdi.
Bu taşları çukurun içinde bulunan diğer taşların üstüne koydu. Bunlar ise gökyüzündeki yıldızları temsil
ediyordu. Bir saunada olduğu gibi buram buram terledik. Bu arada şaman hem dua etti ve hem de kor
gibi olan taşların üstüne yanınca kokan bitkiler attı. Kenevir yasaklandığına göre herhalde bu bitkiler şamanın dağlardan toplayıp kuruttuğu, insanı rahatlatan etkiye sahip bitkilerdi. Çadırın içine yayılan hoş
kokudan bu bitkilerin ne olduklarını ne yazık ki tespit edemedim. Fakat şamana sorduğumda bunların
tıbbi bitkiler olduğu cevabını aldım. Kızılderililerin kullandıkları bitki isimlerini söyledi ama ne yazık
ki benim bilmediğim bitki türüydüler. 30-35 dakika süren bir seanstan sonra dışarı çıktık. Biraz aradan
sonra tekrar çadıra girdik ve bu seremoniyi üç defa tekrar ettik. Ben ve bazı diğer misafirler buram
buram terlemiştik. Mayolarımız yarı ıslak hale gelmişti. Seremoni gece yarısına kadar sürdü. Çadırın
Eski Türkler’de Çadırların Sağlık Alanında Kullanılışları
229
önündeki ateş daimi olarak yanmaktaydı. Şaman bunun “Sonsuz Ateşi” temsil ettiğini anlattı. Ayrıca
nehirden toplanan taşların bir seremoni ile toplandığını ve yakılan ateşinde belirli bir ritüel ile hazırlandığını anlattı. Ne yazık ki taş toplama ve ateş yakma ritüelini gözleme imkânım olmamıştı. Sweat Lodge
daki seromoni pet çok rahatlatmıştı. Otelde deliksiz bir uyku çektim. Ertesi günde zinde olarak kalktım.
Şematik olarak terleme çadırı
Üstteki çizim Terleme çadırının üstten görünüşünü temsil ediyor. Çadırın ortasında ki çukurda kor
halindeki taşlar bulunuyor. Çadırın girişi doğu istikametinde ve önünde daimi yanan kutsal ateş var.
Alttaki çizimde ise çadırın iskeleti görülüyor. Ağaç dallarının uçları toprağa sokulmuştur. Dalların
üstü çok sıkı olarak deri ya da hava geçirmeyecek şekilde çadır bezi ve naylonla kapatılmıştır. Çadırın
içinde bağdaş kurularak oturulmaktadır. Ortada ise kor şekline gelmiş nehir taşları bulunmaktadır.
Şaman yalnız başına olduğunda terleme çadırı içinde ruhlar ile temasa geçebildiğini de bildirdi. Sweat Lodge’da yapılan seremoniler aslında bir temizlik ritüeli idi. Burada “ruh” ve “vücut” temizleniyordu.
Kor halindeki taşların üzerine atılan bitkiler ise pozitif enerji ile insanları olumlu olarak etkiliyordu.
Aynı zamanda şaman kendi kabilesine ait gençlere atalarından öğrendiği kaideleri öğrettiğini de söylemeyi ihmal etmedi. Bu kaideler notlarıma göre şöyleydi.
 Bizler tabiatın bir parçasıyız. Onun için anne ve babana hürmet ettiğin kadar bütün canlılara ve
tabiata hürmet et, tabiatı sev, tabiata zarar verme,
 Etrafındaki insanlara hürmet et, büyüklerini, yaşlıları ve atalarını say
 İnsanların ve kabilenin refahı için çalış,
 İcabında insanlara yardım etmekten kaçınma,
 Ne olursa olsun, doğru bildiğin yoldan ayrılma,
 Vücudunu ve ruhunu besle onları temiz tut,
 Dürüst, mert ve doğru ol, yalan söyleme
 Yaptığın bütün işlerde mesuliyeti üstüne al,
 Büyük ruha yakın olmaya çalış, O’nu içinde yaşat.
Şamanın bana anlattıklarını aklımda kaldığı kadar ve notlarıma dayanarak yazmaya çalıştım. Ufak
değişiklikler olabilir ama tuttuğum notlar bu listeyi içeriyor. Değişik kabilelerde değişik tavsiyeler olabilir. Ama burada dikkatimi çeken şey şamanın, her toplumda olması gereken etik kurallarını gençlere
empoze ettiğidir.
230
Eski Türkler’de Çadırların Sağlık Alanında Kullanılışları
Herodot tarihinde anlatılan ve benimde “Blackfoot” Kabilesinde yapılan törende yaşadıklarım hemen hemen aynıdır. Bu ise bize, Eski Türkler’in sağlığa verdikleri önemi göstermektedir. Şurası muhakkak ki, göçebelerin uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra terleme çadırında yaptıkları bu tip törenler
insanları rahatlatma özelliğine sahiptiler. Terleme ile vücuttan atılan toksinler ve sertleşmiş adalelerin
yumuşaması, ateş üzerine atılan ve tıpta kullunılan bitkilerin dumanını inhale etmek muhakkak ki tedavi edici ve rahatlatıcı etkiye sahiptir. Aynı zamanda kişilerin dertlerini açıkça anlatmaları psikolojik bir
tedavi yöntemi olarak görülebilir. Binlerce seneden beri kullanılan bu sistem aslında saunanın başlangıcı
olarak da kabul edilebilir.
Orta Asya Türkler’inin büyük bir bölümünün göçebe oldukları biliniyor. Obalar içindeki kuvvetli
dayanışmadan dolayı hiçbir hasta göç esnasında yalnız olarak bırakılmazdı. Bu yüzden hastaların bir an
evvel sağlıklarına kavuşmaları gerekiyordu. Onun için göçebe topluluklar sağlık hizmetlerini çok geliştirmişlerdi. Bu tip bir “Terleme Çadırı” bağışıklık sistemin çalışmasında ve bilhassa soğuk algınlığında
çok faydalı oluyordu. Aynı zamanda cildin kendini yenilemesinin bu tip yöntemlerle daha etkinleştiği bu
gün yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. Eski Türkler’den gelen bu adet bize Orta Asya Türkleri’nin
asırlardan beri çadırları değişik amaçlarla kullandıklarını göstermektedir. Aşağıdaki tabelada çadırların
kullanma amaçlarını ve çadırdan yapılaşma sistemine geçişi görebiliriz.
ÇADIR
Hasta
ÇadÕrÕ
Selçuklu
MezarlarÕ
Vihara denilen
Budist manastÕrÕ
(4 eyvanlÕ çifte kompleks)
Açina Tepe ViharasÕ
(7. ve 8. yy.)
Tekke (AkÕl hastalarÕ
için)
Banyo ve
Terleme
ÇadÕrÕ
Yaúam
ÇadÕrÕ
ToplantÕ
ÇadÕrÕ
4 EyvanlÕ Orta Asya
Evi
KalalÕ-GÕr SarayÕ
(M.Ö. 5 ve 4. yy.)
Semerkant’taki Tamgaç
Bu÷ra Karahan Medresesi
(1066) ve Hastanesi
Khargird ve Ba÷dat’taki
Nizamiye Medreseleri (1067)
4 EyvanlÕ ve Merkezi
Kubbeli Orta Asya Evi
Babiú Mulla II Türbesi
(M.Ö. 4 ve 3. yy.)
Termes’teki KÕrk-KÕz
SarayÕ (8. ve 9. yy.)
Banyo
Leprosoriler
Saray Hastaneleri
Sahra Hastaneleri
Kervansaray
Hastaneleri
Kayseri’de Gevher Nesibe
Hastanesi ve GÕyasettin
Keyhüsrev TÕp Medresesi
(1206)
ùam’daki Nureddin
Hastanesi (1154)
KaplÕcalar
Hastane banyosu
ùam’daki Nureddin
Hastanesi (1154)
Amasya DarüúúifasÕ
(1308)
Divri÷i’deki Turan Melik
DarüúúifasÕ (1228)
Kahire’de Kalavun
Hastanesi (1284)
Eski Türkler’de Çadırların Sağlık Alanında Kullanılışları
231
Çadırdan Hastaneye Geçiş
(Prof. Dr. Arslan Terzioğlu’nun 1992’de yayınladığı şemanın geliştirilmiş şekli, İtalik harflerle yazılmış
olanlar, şemanın benim tarafımdan geliştirilmiş şeklidir.)3
Terleme çadırında sıcaklıktan dolayı suni olarak vücut harareti artar. Vücut
harareti 39 dereceye kadar yükseldiği zaman bazı mikroplarının öldüğü bilinen bir gerçektir. Eski
Türkler bu şekilde bilhassa soğuk algınlıklarının tedavisinde iyi bir yöntem kullanmış oluyorlar. Bunun yanı sıra uzun bir göçten sonra sertleşen adalelerin yumuşaması da mümkün olmaktadır. Sıcaklığın etkisi altında kalan kılcal damarların genişlemesi tansiyonun düşmesine sebep olmakta ve aynı
zamanda bazı bilim adamları bu tip banyoların vejetatif sinir sistemini olumlu olarak etkilediğini iddia
etmektedirler. Terleme ile vücut bir nevi temizlemeye tabi tutulmaktadır. Ayrıca taşların üstüne atılan
ve tütsü gibi ateşte yanan çeşitli bitkisel droglardan çıkan gaz ve dumanların teneffüs edilmesi insanların kendilerini iyi hissetmelerine sebep olmakta ve tedavi edici hassaya sahip olmaktadırlar. Bu gün
bile kullanılan bu teknik aslında sauna, SPA ve fizik tedavisinin başlangıcı olarak gösterilebilir. Terleme
çadırları bize eski Türkler’in sağlık alanında çok ilginç metotlar geliştirip, kullandıklarını gösteren güzel
bir örnektir. Bu konuda detaylı bilimsel bir çalışma yapılması gerektiğine inanıyorum.
Kaynaklar
WILHELM von RUBRUK. Reisen zum Großkhan der Mongolen von Konstantinopel nach Karakourum 1253-1255. Neu bearbeitet und Herausgegeben von Hans D. Leicht, Wissenschaftliche Buchgesellschaft, Darmstadt 1984.
HERODOT. Herodot Tarihi. Hürriyet Yayınları: 42, Tarih Dizisi 5, İstanbul 1973.
HERODOT. Neun Bücher der Geschichte. Nach der Übersetzung von Heinrich Stein, bearbeitet und ergaenzt von Wolfgang Stammler. Phaidon
Verlag Essen 1984.
M. ENGİN ÇORUH. Schamanen-Seldschuken-Osmanen-Gülhane und Haydarpaşa. Vor und Frühgeschichte der türkischen Hochschulmedizin
unter besonderen berücksichtigung des Bonner Chirurgen Robert Rieder Pascha. Inaugural Dissertation zur Erlangung der Doktorwürde
der Medizinischen Fakultät der Julius- Maximilians- Universität Würzburg 2009.
Arslan TERZİOĞLU Türk İslâm Hastahaneleri ve Tababetinin Avrupa’da Tıbbî Rönesansı Etkilemesinden Türk Tıbbının Batılılaşmasına. İstanbul
1992.
3 Terzioğlu (1992), S. 14, Çoruh (2009) S. 27
ANKARA’NIN KAPLICALARINA BİR ÖRNEK KIZILCAHAMAM
KAPLICALARI VE MADEN SULARI
KIZILCAHAMAM AND ITS HOT SPRINGS AND MINERAL WATERS
AS A SAMPLE OF ANKARA HOT SPIRINGS
Esin Kâhya*
* Prof. Dr., Ankara-TÜRKİYE
Summary
Ankara has a techtonic structure and it has a lot of hot spring round the city. One of the important center is Kizilcahamam. It does not
possess only hot spring but it has also certain springs and their water consists of certain mineral. Fort that reason they are useful fort the
treatment of certain diseases; for example stomach, kidney and women diseases etc.
Ankara şehrinin birçok ilçesi yer altı kaynak suları bakımından son derecede zengindir. Bunlardan
bir kısmı erken tarihlerden itibaren halk tarafından yararlı ve şifalı oldukları belirlenerek, tedavi gayesiyle kullanılmıştır. Bunlar arasında Beypazarı, Ayaş, haymana ve Kızılcahamam kaplıcalarını sayabiliriz. Bunlardan Beypazarı’nın civarında Dutlu Kapullu gibi kaplıcalar da bulunmaktadır. Burada biz
kısaca Kızılcahamam kaplıca ve Kızılcahamam maden suyu hakkında kısaca bilgi vereceğiz.
Kızılcahamam, eskiden beri önemli bir ulaşım yolu (Ankara-İstanbul ) üzerinde bulunan bir yerleşim yeridir. Kızılcahamam İlçesi Ankara’ya 57 km uzaklıktadır. Haritaya bakınca, ilçemizin kuzeyde
Çankırı İli’nin Çerkeş ve Bolu İli’nin Gerede İlçesi, Güneyde Kazan, Ayaş ve Güdül, Doğuda Çubuk ve
Çankırı’nın Orta ilçesi, batıda ise Çamlıdere ile komşu olduğu görülür. 712 km² ile ilçemiz, alan açısından, Polatlı (3789km²), Haymana (2976 km²), Bala (2583km²), Nallıhan (1978 km²) ve Beypazarı’ (1868
km²) ndan sonra altıncı sırada bulunur. (Resim 1) Oranın önemi geniş orman alanlarına ve zengin yer
altı kaynaklarına sahip olması ve değişik iklim ve bitki örtüsü bölgelerinin birleştiği bir kavşak üzerinde
bulunmasından kaynaklanır. Ankara’yı kuzeye bağlayan ve eskiden beri kullanılan karayolunun, Kargasekmez Mevkii’nde durup kuzeye baktığımızda alabildiğine dağlık, ormanlık ve akarsulu bir bölge ile
vadi tabanında kuzey-güney istikametinde kendi halinde kıvrılarak akan Kirmir Çayı’nı görürüz. Bugünkü Demirciören Köyü Kızılcahamam’daki ilk yerleşim yeri olup, kayıtlarda Yabanabat olarak geç-
Resim 1 Ankara Kaplıca Haritası
232
Ankara’nın Kaplıcalarına Bir Örnek Kızılcahamam Kaplıcaları ve Maden Suları
233
mektedir.1 1880 yılında ilçe merkezi eski adı çorba olan şimdiki Pazar bucağına taşınmış ve 1915 yılında
bugünkü yerleşim yerine nakledilmiştir. Bölgemizde bulunan Hitit Devri kalıntıları göz önünde tutulursa bölgenin yerleşim yeri olarak tarihinin M.Ö.’ ki dönemlere dayandığı anlaşılmaktadır. (Resim 2)
Resim 2: Kızılcahamam’dan bir görünüş
Kızılcahamam’ın yerleşim yeri olarak tarihi çok eskilere gitmekte olup, Beşkonak’da, Miyosen ve
Paleosen devrinden kalan ve diyatomitler içinde bulunan bitki fosilleri ve oranın eskiden bir iç deniz
olduğunu gösteren bazı su hayvanlarının fosillerine rastlamaktayız.
Kızılcahamam Maden Suları
Kızılcahamam doğal güzelliklerinden çok şifalı maden suları ve kaplıcalarıyla tanınır. Kızılcahamam
maden suyu doğal maden suyu olup, yine Ankara’nın bir ilçesi olan Beypazarı’nda çıkarılan maden
sularına göre biraz daha serttir. Ancak yüzde yüz doğaldır. Günde ez az 500 ml tüketmek, sağlığınızı
korur. Spor aktivitesi öncesi ve sonrasında içilmesi, su ve mineral kayıplarını önler. Cilde sürüldüğünde,
cildi gençleştirir ve canlandırır. Cilde gergin, pürüzsüz ve canlı bir görünüm sağlar. İçerdiği kalsiyum
sayesinde kemik yapısının, florür sayesinde ise ağız ve diş sağlığının gelişmesi için hayati önem taşır.
Büyüme çağında, hamilelikte ve yaşlılıkta artan magnezyum, kalsiyum, flor ve sodyum gibi mineral
ihtiyaçlarını karşılar. İçerdiği sülfat ve bikarbonat iyonları sayesinde, sindirim ve boşaltım sistemi fonksiyonlarını destekleyip sağlıklı kılar. Böbrek taşı oluşumunu engeller.2
Resim 3: Kızılcahamam Maden Suyu
1 Turan, Ahmed Nezih, Yabanaba Tarihini Ararken, Kızılcahamam Belediyesi Yayınları, Ankara 1999.
2 www.kizilcahamam.gov.tr
234
Ankara’nın Kaplıcalarına Bir Örnek Kızılcahamam Kaplıcaları ve Maden Suları
Kızılcahamam maden suları genel olarak dört olarak değerlendirilmiştir. Bunlardan Soğuksu Milli
Park’ından çıkarılan altın menbaa suları olarak adlandırılmış olup, oradaki bir su kaynağından beslenmektedir. 1934 Temmuzunda (17.7.1934) beldeyi gezen Mustafa Kemal Atatürk ona bu adı vermiştir.3
1957 yılında Kızılcahamam maden suları adı altında bir ticari şirket haline dönüştürülen işletmede sular
elde değmeden şişelenip satılmaktadır.4 Günümüzde ise bazı aromatik maddeler katılarak, şeftalili, portakallı elmalı maden suları üretilmektedir (Resim 3).
Kızılcahamam Kaplıcaları
Kızılcahamam günümüzde daha çok kaplıcalarıyla tanınmaktadır. Öncelikli olarak Romalılar ve
daha sonra Selçuklular zamanında kullanılan ve ılıca ya da kalıca adıyla anılan şifalı su tesisleri günümüzde Büyük ve Küçük Kaplıcalar olarak bilinir. Genel olarak bu kaplıcaların suyunun siyatik, lumbago
ve kadın hastalıkları için iyi geldiği kabul edilir. Bu iki kaplıcadan Büyük Hamam olarak bilinenin suyunun sıcaklığı 50ºdir. (Resim 4) Küçük Hamam olarak bilinen ise 36ºdir. (Resim 5)
Resim 4: Büyük Su Hamamı veya Büyük Kaplıca
Resim 5: Küçük Su Hamamı veya Küçük Kaplıca
Ayrıca, Kızılcahamam kaplıcaları arasında sayılan ve Sey Hamamı olarak bilinen bir kaplıca tesisi
daha vardır. Burası Erkeş Yolu üzerinde olup Kızılcahamam’a yaklaşık 16 km uzaklıktadır. Suyunun
3 Atatürk ve Kızılcahamam, Kızılcahamam Öğretmenler Derneği Özel Yayını, yıl 1, sayı 1, 16 Temmuz 1966.
4 Bu sulardan birisi de Kızılcahamam, Susuzköy acı maden suyudur. Bkz.Kerim Ömer Çağlar, Türkiye Maden Suları MTA, no 107, Ankara 1961,
s.649.
Ankara’nın Kaplıcalarına Bir Örnek Kızılcahamam Kaplıcaları ve Maden Suları
235
sıcaklığı 43ºdir. Suyunun ph’sı 6.5 olup suyu bikarbonatlı, sodyumlu, kalsiyumlu, karbondioksitli ve
florürlü bir birleşimdir. Bu su banyo kürleri için yararlı olduğu kadar içilmesi de fevkalade yararlıdır.
Romatizma, kalp ve an dolaşımı bozuklukları, böbrek ve idrar yolları ve kadın hastalıkları, mide ve
bağırsak hastalıkları ile sinir hastalıklarının tedavisinde fevkalade yararlı olduğu kabul edilip, önerilmektedir. (Resim 6)
Resim 6: Sey Hamamı
Kızılcahamam kaplıcalarının kaynağı ilçe sınırları içinde yer almaktadır. Kaynak akım değeri 60lt/sn
olarak belirlenmiştir. Sıcaklığı ise 44-86.5 derece olup ph’sı 7’dir. 5
Kızılcahamam kaplıcalarının sularının bikarbonatlı, klorürlü, sodyumlu, karbondioksitli ve arsenikli bir bileşime sahip olduğu söylenmektedir. Bu özellikleriyle o safrakesesi, kan dolaşımı, kireçlenme, kas
yorgunluğu, karaciğer, iç salgı sistemi hastalıklarıyla, karaciğer ve sinir hastalıkları için önerilmektedir.
Ayrıca beslenme bozukluklarıyla ilgili şikâyetlerde ve de yararlı olduğu kabul edilir.
Resim 7: Acı Su Kaplıcası
5 Atatürk ve Kızılcahamam…, s.29; www.kaplica rehberi. Com tag/kizilcahamam.büyük hamam
236
Ankara’nın Kaplıcalarına Bir Örnek Kızılcahamam Kaplıcaları ve Maden Suları
Ayrıca yine Kızılcahamam’da bulunan Acı Su Kaplıcasının suyu 34 derecedir. Büyük Hamamın suyunun ph’sı 7’dir; Küçük hamamın suyunun ph’sı 7.45’dir; Acı Suyunki 6.20’dir. (Resim 7)
Genel olarak değerlendirilecek olursa Kızılcahamam termal bir bölgede yer almakta olup, yer tabakasının jeolojik yapısı ve kimyasal özelliği olarak da kaplıca bölgesidir denilebilir. Aslında Kızılcahamam bölge olarak değerlendirilecek olursa, hemen çok uzağında olmayan başka termal kaynakların da
bulunduğu gözlenmektedir. Bu özellik erken tarihlerden itibaren insanların dikkatini çekmiş ve yerden
fışkıran ve insana sağlık açısından da çok yararlı olan sıcak suları içerek ve banyolarında kullanmışlardır.
Günümüz açısından bakıldığında ise şüphesiz medikal tedavilere destek olarak birçok hastalığın tedavisinde kaplıca suları önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye bu bakımdan yeni bir yer oluşumuna sahip
ülke olarak zengin termal kaynaklara sahiptir. Bunlar arasında Bursa, Balıkesir, Afyon, Sivas, Denizli
sayılabilir.
Not: Metinde yer alan fotoğrafların kaynakları yazardadır.
“Nevsal-i Afiyet”’de DERİ SAĞLIĞI VE KAPLICALAR
HEALTH of SKIN AND HOT SPRINGS in “Nevsal-i Afiyet”
Öztan Usmanbaş*
* İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik ABD Emekli Öğr. Üyesi
Summary
In this paper,it was investigated that named “Cleanliness of Skin” in “Nevsal-i Afiyet” at the Third Volume which was the Four Volumes
written book by Prof.Dr. Besim Ömer Akalın who was the famous gynaecologist of nineteenth century in the Ottoman Empire. On the other
hand hot springs will be discussed from the point of the treatment of skin diseases.
Deri Sağlığı-Hamamlar-Kaplıcalar
Bugünkü bildirimizde, ülkemizde modern obstetriğin gelişiminde en önemli katkısı olan Besim
Ömer Paşa (1863-1940)’nın 4 ciltlik Nevsâl-i Afiyet adlı yapıtında (3. Cilt) te yer alan “Deri Temizliği
ve Hamamlar” makalesi ele alınarak günümüz çağdaş tıpda deri sağlığında hamamlar ve kaplıcalardaki
tedavilerinden kısaca söz edeceğiz. Dr. Besim Ömer Paşa 1884-1885 de Askeri Tıbbiye’den yüzbaşı
rütbesiyle mezun oldu ve hemen Fenn-i Kıbale (Ebelik) derslerinde muallim muavini olarak meslek
yaşamına başladı. 1887’de Fransa’ya eğitimini geliştirmeye gitti. 1891’de İstanbul’a döndü ve Askeri
Tıbbiye’de Fenn-i Velâde (Doğum) hocası oldu. 1892’de ilk Doğum Kliniği’ni açtı. Klinik ve Ebe
Mektebi’nin direktörlüğünü yaptı. 1933 Üniversite Reformu’nda emekli oldu. Soyadı Kanunu ile (Akalın)
soyadını aldı. Hoca ülkemiz çocuk hekimliğinin de kurucusudur. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun da
temelini atmıştı. Hemşirelik mesleğine de önemli katkıları olmuştu. Birçok bilimsel kitap, makaleleri
olan hocanın Nevsâl-i Afiyet, aynı zamanda halka dönük arı bir dilde yazılmış yapıtıdır. 1940 yılında
kaybettiğimiz hocamız, 1939 da Türk Tıp Tarihi Kurumu Kurum Başkanlığı’nı da yürütmüştür (11)
. Hocamıza ait bir bilgiyi de sunmak istiyorum. Amerika Boston’daki bir kongreye katılmak üzere
Marsilya-Paris-Cherbourg-New York yoluyla Yeni Dünya’ya gidecekti. Paris’te kaldığı otelde sabah
uyanamadığı için treni kaçırdı. Çok üzüldü, sinirlendi. Amerika vapuruna yetişememişti. Ertesi gün
gazetelerde yıldırım baskı ve manşetlerde “Titanik Vapuru battı” haberi yer almıştı. “Besim Ömer
Paşa’nın bilet alarak kamarasını ayırttığı vapur!”(16) Besim Ömer’in Nevsâl-i Afiyet’indeki makalebölüm…501-511…10 sayfa, 11 resim içermekte olup;…. önce derinin yapısından sözederek ; derinin
akciğerler gibi solunuma yardımcı olduğu hatta yaşamsal olarak yedide bir oranında bu görevi yüklendiği
anlatılır. Yine derinin bir görevi olan zararlı maddelerin organizmadan atılması işlevi anlatılır. Bu da
terleme ile mümkündür. İşte deri bu özelliği ile de vücudumuzun ısısını idare eder. Makalede normal
sıcaklık 36,5-37,5°C olarak anlatılır. Bunun üzerine çıkıldığında ateşli hastalıklar ortaya çıkar. 36,5°C
ın altına düşmesi de artması kadar tehlikelidir. 43°C ile 33°C sınırları ölümcüldür. Dr. Besim Ömer,
derinin nazik oluşundan söz ederek; sıcak ve soğuğun etkilerine değinir. Bu amaçla çocukluktan itibaren
sıcak ve soğuk suya derinin alıştırılması gereklidir der. Yine, deri yoluyla yaşamak için; onun temiz
olması, pislikten, üzerinde biriken yağlı şeylerden, tozlardan kirlerden azade olması gerektiğine değinir
Akalın Hoca. Tüm bunlardan arınmayan deride bazı asalakların gelişmesi olabilir. Bit v.s. gibi. Bunlar
da bazı deri hastalıklarına neden olabilir. Mantarlar oluşabilir. Bu amaçla hijyene dikkat edilmesi, el
temizliğine günün her saatinde önem vermelidir. Tüm vücut derisinin temizliği yıkanmak ile olur. Su bu
konuda en büyük etkendir. Bu ise uygar insanların her mevsimde, her zaman hamamlarda (yıkanmak
için muhafazalı yerler) yıkanması ile gerçekleşir. Suyun çok sıcak olması insanı kötüleştirir, faydalı olanı
35°C - 37°C arasında olanıdır. Daha soğuğu hastalıklara yol açar. Daha sıcağı ise kanın organlara hücum
ederek fenalıklara yol açmasına neden olur. Küçük çocuklar her gün, yazın soğukca, kışın ılık su ile
yıkanmalıdır.
Derinin temizlenmesi büyüklerde daha önemlidir. Çünkü yaşam ve uğraşlar kiri daha çok arttırır.
Burada hocamız, hamamın özellikle, abartılmasından çok tatlı bir üslupla söz eder. Arınmak için 6-7
kez sabunlanmanın çocukların belleğinden silinmediğini söyler, kadınların adeta mesireye gidercesine
“yalancı dolmalar”, “lahana turşuları” ile yakın hısım ve komşularla gidilen hamamlarda 10-12 saat
harcadıklarını ve 10-14 kez sabunlandıkları halde “şöylece bir yıkanıp çıkıverdiklerinden söz eder.
237
238
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
Oysa kadınlar çok hassas yapıdadırlar. Uzun süreli kalış ve hijyen bakımından yoksun hamamlar
onlar için özellikle rahim hastalıklarından muzdarip olanlar için çok tehlikelidir. 50°C - 60°C a kadar
ısıtılan hamamlar da tahribatlara yol açar. Dr. Akalın bu dönemde hamamların ucuz odun ve kömürle
çalıştırmasına da değinmektedir. Fiyatları ise; 20 para 1 krş arası olduğundan fakir halkın tercihidir.
Dr. Akalın Hoca, ülkemizde temizliğin, özelliklede deri temizliğinin sağlık açısından çok önemli
olduğundan söz ederek; bunun için genel hamamların gelişip; aynı zamanda yerine de evlerimizdeki
özel hamamların gerekliliğine değinerek bölümünü bitirir (1) . Çeşitli ansiklopedilere baktığımızda
HAMAM yıkanılan banyo yapılan yer anlamındadır. Bir diğer tanım da bu nitelikle birlikte birçok
kişinin bir arada yıkandığı yer olarak belirtilir (10) . Hamamların gelişim aşamalarında; ilk kez Eski
Yunan’da gymnasionların yanında halka açık hamamların inşa edildiğini görüyoruz. BALNEUM adıyla
bilinen bu yapıları , daha sonra, çok sayıda sıcak su kaynağının bulunması nedeniyle Güney İtalya’da
görürüz hamamları. Bunların en görkemli örnekleri imparatorluk hamamlarıdır. Paris’te CLUNY,
Roma’da CARACALLA hamamları gibi. (M.S. 206-217) Daha sonra bunlardan Bizans, daha sonra da
Türk hamamları örnek almışlardır. Osmanlı da hamamların amacı, hayır kurumlarına ve camilere gelir
sağlamaktı (6) .
İslam Dünyası’na kısaca göz attığımızda; Arapça “sıcaklığı yayan” anlamında hamamlarda kirlerden
arınılıyordu. Doğurganlığı arttırdığına inanıldığından Hz. Muhammed halka ter banyolarını tavsiye
etmişti. Bu hamamlar değişik sıcaklıktaki odalardan oluşuyordu(5). VIII. yy da Emeviler Suriye’de İslam
Hamam geleneğinin ilk temellerini atmışlardı. Mimari olarak Suriye’yi yansıtan bu yapılar süsleme
ve teknik açıdan Bizans’ı örnek almışlardı (5) . Andrew Petersen, 9. Yy da ünlü Qusayr Amra’dan söz
eder; bu yapıt Ürdün’ün kuzey-doğu çöllerinde idi (4) . Diğer ilk üç hamam Basra’dadır. Amr at Fustat,
Ibn Dukmak günümüze dek ulaşmıştır. 4. ve 10. yy arasında halk rahatlama, hijyen ve dinsel kuralları
yerine getirmek için hamamlara giderlermiş. Bunlar kadın ve erkek için ayrı kuruluşlardı. Çok büyük
evlerde özel hamamlar da vardı. Şam’da 6-12 yy arasında 57, Halep’de 80 hamam vardı. Kordoba’da ise
4-10 yy larda 300 hamamın bulunduğu kaynaklarda mevcuttur (22). Anadolu’da Türk Dönemi’nin ilk
örnekleri, Artuklularda görülür. Mardin’de Maristan Hamamı en eski olanıdır. (XII. yy başı). Diyarbakır
Artuklu Saray Hamamı (1220-1222) bunu izler. Anadolu Selçukluları’ndan günümüze çok az sayıda
hamam ulaşmıştır. Örneklerini Kayseri Kümbet Hamamı, Alanya İçkale Hamamı (XIII. yy ilk yarı),
Tokat Pervane Hamamı (1275) gibi gösterebiliriz. Osmanlı Dönemi’nde, Bursa Hamamları öncüdür.
Aynı mimariye dayanan kaplıcaları da Bursa’da görürüz. Çekirge Kaplıcası gibi ( 7) . Evliya Çelebi’ye
göre; İstanbul ilk örneği, Fatih’in yaptırdığı Irgatlar Hamamıdır. Ünlü Mimar Sinan’ında İstanbul’da
yaptığı örnekler vardır: Haseki (Ayasofya), Süleymaniye Külliye Hamamı gibi. Yine Evliya Çelebi 11-17
yy arasında İstanbul’da toplam 150 hamam olduğundan söz eder (22) .
Hamamlar mimarlık ve sanat tarihi açısından olduğu kadar kültür tarihimiz açısından da önemlidir.
Temizlik yapılmadan ibadet yapılamaz. İslamda,her Müslüman hem kendini; hem de çevresini temiz
tutmalıdır. Camiler inşa edilmeden önce hamamı yapılmalıdır. Getirdiği gelir de önemlidir. Ancak ısıtma
zamanla pahalılaştığı için XVIII. yy da yapımlarına sınırlama getirilmiştir (21) . XVI. yy da Türkiye’ye
gelen yabancı seyyahlarda en çok hayranlık yaratan şey, Türklerin temizliği olmuştur. Pierre Belon,
seyahatnamesinde hamamlarımızı anlatarak kurallarından söz eder ve yine, Osmanlı’da “Hamamın
iştah açıcı havası içinde” kadınların yemek yediğine değinir. XVIII. yy da Lady Mary Wothley Montagu
da hamam adetlerinden söz eder (Complete Letters of Lady Mary Wortley Montagu ,Oxford 1965)
(3) . Tamamlayıcı tıp, cild bakımında ve deri sağlığında hamamlardan sonra kaplıca ve denizi önerir.
Tıp açısından da kaplıcaların tedavi edici özellileri birçok hastalıklarda yerini alır (9) . Kaplıcalar deri
hastalıklarının tedavi edici olduğu kadar, sağlıklı ciltleri besleyici nitelikleri açısından da bilinmektedir.
İçerdiği yoğun mineraller ile cilde dirilik kazandırdığı gibi bedeni rahatlatan ve gevşeten etkileri de
bilinmektedir (14) . KAPLICA : Kaynak sularının tedavi amacıyla kullanılması için kurulan ve hekimlik,
sağlık ve konaklama tesis ve araçlarını içeren kurum (eş anlamlı: ILICA)Romalıların ılıca sularına olan
tutkuları doğrudan doğruya sağlıkla ilgilidir. Ancak doğal olarak kimyasal, radyoaktiflik özellikler
bilinmezdi. Kaplıca, kimyasal analizleri XVIII. yüzyılın sonlarında başladı. XX. Yüzyılda H. Becquerel
ile P. Curie suların radyoaktifliğini buldular.
Kaplıcaların yararlılıkları fiziksel (sıcaklık) , kimyasal (bikarbonatlı, alkalı sular, kükürtlü sulfatlı,
sodalı klorürlü sular, özel mineralli (Fe, cu, se-deri hastalıklarında etkili), silisli sular-artritzmde)
özelliklere bağlıdır (8) . Kaplıca sularından banyo ve içme kürleri ile yararlanılır. İçme kürleri yapılanlara
İÇMECE denilir (15) . Uzmanlar, şifalı kaplıcaların başta sedef hastalığı olmak üzere deri hastalıklarında
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
239
da tedavi edici özelliklerini belirtirler. Aynı zamanda sağlıklı, kişilerde koruyucu kür uygulamaları da
yaygındır (19) ,(20) . Deri hastalıkları ve tedavisi için genelde verilen süre 21 gündür. İçme tedavisi
ise 3 günlük kürlerdir. Tercih edilecek mevsim ve aylar bahar ve Mayıs-Eylül aylarıdır. Mineralli sular
eşsiz ve ucuz bir güzellik iksiri olup; Mg, K hücre yenilenme ve söktürücülüğü sayesinde cilt için içme
kürü ve banyo kürleri deri sağlığında önemli iyileşmeler sağlar. Kan dolaşımı düzenlenir, yorgun-solgun
görünüm yok olur. Akne ve sivilcelerin tedavisinde önemli sonuçlar alınır (17) . Bilinen ve tanınan
kaplıca, şifalı sularının dışında Ülkemize has “Balıklı Kaplıcalar” adıyla bilinen Sivas-Kangal’daki kaplıca
SEDEF hastalığının tedavisinde önemli bir katkıdır. Suyu Selenyum içermekte ve tedavi edici balıkları
ile olduğu kadar sürekli suyunun yenilenmesi ile hijyen açısından da önemlidir. Kürler 10 günle-21 gün
arasında sürer 6-9 aylık bir iyilik sağlar (13)
Günümüzde kaplıcalarımız artık son derece hijyen koşullarıyla desteklenerek otellerde hizmet
vermekte; hamamlarımız da yine SPA adıyla hizmet vermektedir. (16) .
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
(Akalın), Besim Ömer: Nevsal_i Afiyet.C.III.
And, Metin: XVI. yüzyılda Temizlik ve Hamamlar. Hayat Tarih Mecm. Yıl. 5.S 9 (1969) s.14-18.
And, Metin: Türk Hamamının Kültürümüzde ve Sanatımızda Yeri ve Önemi. Ulusal Kültür 3 aylık Kültür Derg. Tem. (1979) s. 54-77
Andrew Petersen: Dictionary of Islamic Arc hitecture. London. 1996
Avrupa ve Türklerde Banyo ve Temizliğin Tarihçesi. Focus-kasım 1995 http://okuyalim.azbuz.com/blog/yazi/oku 5000000013659726
Büyük Larousse. C. 10. s. 4987. Sütun. 2-3.
Büyük Larousse. C. 10. s. 4988. Sütun. 1-2.
Büyük Larousse. C. 12. s. 6347. Sütun. 2-3.
Demirhan, Erdemir Ayşegül : Folklorik Tıp ve Kaplıcalar. Türk Folklor Araştırmaları (1997) S. 335. s. 8005
Dictionnaire Larousse-Ansiklopedik Sözlük- C. 3. 1993. s. 1014. Sütun 3
Erdemir, Ayşegül: Dr. Besim Ömer (Akalın) “Üzüm ve Üzümle Tedavi” Adlı Kitabının Türk Tıp Tarihindeki yeri ve Bazı Orijinal Sonuçlar. III. Türk
Tıp Tarihi Kongresi İstanbul, 20-23 Eylül 1993. s. 101-106
http://www.kaplica.biz/
http://www.onlinesağlik.gen.tr/sedef-hastaligina-%E2%80 %98 balikli-kaplicalar %E2
http://saglik ve güzellik.net/alternatif.cilt.bakimi-onerileri.html.
http://şifalisular.net.brinkter.net/
Hürriyet Pazar Gazetesi. s.6.18 Mart 2012
İçmeler-İstanbul Tuzla kaplıcaları spacenter http://www.tuzlakaplicalari. Com/index.asp?id=19
Milliyet-Cadde ilavesi 11 Nisan 2012 s.4
Murat, Ahmet: Klinik Dermatoloji ve Veneroloji. İ.Ü.İst. Tıp Fak. C. 14. İstanbul 1981. 325 sayfa.
Sağlık ve Güzellik Rehberi. http://www.sağlık ve güzellik.net/kaplicalar_bircok-cilt-hastaliğina-sifa-oluyor.html
Şimşir, Nahide:XVIII. yüzyıl Ortalarında Üsküdar ve Çevresindeki Hamamlar.s.79.Baskı?
The Encycle opaedia of Islam (New Edition) Vol. III.1971 Leiden pp. 139-146
Türklerde Banyo ve Temizliğin Tarihçesi. http://okuyalim.azbuz.com
ANKARA İLÇELERİNİN TERMAL TURIZM
AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
THERMAL TOURISM OPPORTUNITIES IN THE PROVINCES OF ANKARA
Sevgi ŞAR*
* Ankara Üniversitesi Eczacılık Fak., Eczacılık İşletmeciliği AD
Summary
Health facilites where treatment applications, based on the use of mineralised thermal waters and their clays for bathing, drinking and
respiration as well as physical theraphy, rehabilitation, physical training, massaging, psycotheraphy, diet etc. purposes, are conducted in
combination treatments under the supervision of medical specialists are called thermal baths (kaplıca). The outlet of the mineralised water
on earth is called hot springs (kaynarca) and the facility that is founded in the surrounding area for the purpose of utilising the water source
is called thermal bath or hot spring (kaplıca or ılıca). The thermal water is used for treatments that are based on bathing and drinking. Those
that are specifically used in drinking format are also called mineral springs (içmece). The use of hot mineral underground waters for their
healing aspects in the form of bathing or partial bathing is called Thermal Bath Treatment or Balnetherapy. These healing waters contain
mineral salts such as iron, sulphur, lime, magnesium, potasium, sodium in melted forms. This explains their healing impact in the treatment of
certain illnesses. Thermal Bath treatment is used for rheumatismal and neurological diseases; drinking treatment is, on the other hand, is used
for illnesses of the digestive system, kidneys and renal disorders.
Turkey has a significant potential of geothermal energy sources. There are more than 1500 springs in our country with water temperatures
of over 20ºC and a flow ranging between 2–500 lt/sec.
Thermal baths which are known for their uses in human health due to their healing aspects in certain illnesses have a significant role in
tourism as well.
This study focuses specifically on the provinces of Ankara because of the number of thermal baths and springs in the region with all its
richness and diversity. Within the frame of the study, which aims at displaying the thermal tourism potential of the region, current situation
of the thermal tourism in the world and in Turkey has been analysed, interviews that have been conducted with the authorities of the related
public organisations and foundations and with the managers of the facilities and the visual on-site assessments have been evaluated in order
to put forth the general characteristics and the thermal tourism potential of the region.
İnsanların turizme yönelmelerinde etkili olan faktörlerden biri de sağlıktır. Bu yüzden insanlar yüzyıllardır çeşitli rahatsızlıklarını gidermek için termal su kaynaklarından yararlanma düşüncesini gelenek hâline getirmiştir 1,2,3. Bu gelenek hemen tüm uygarlıklarda var olmuştur. Günümüzde de, tüm kıtalarda, daha çok Güney, Orta ve Doğu Avrupa, Asya (Orta Doğu, Japonya, Çin, Türki Cumhuriyetler) ve
Güney Amerika (Arjantin, Meksika, Kolombiya) ve Kuzey Afrika (Fas, Tunus) ülkelerinde yaygınlığını
korumaktadır 4 Ancak, ülkemizin de içinde bulunduğu bir çok ülkede kaplıca tedavisinin geleneksel ve
ampirik niteliği pek değişmezken, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, İsrail gibi ülkelerde kaplıca tedavisi
yüksek bir kalite standardına ulaştığı bilinmektedir 4.
Avrupa Kaplıcalar Birliği (ESPA)’ne göre 2004 yılında termal turizm amaçlı olarak Almanya ve
Macaristan’a 10 milyon kişi, Rusya’ya 8 milyon kişi, Fransa’ya yaklaşık 700 bin, İsviçre’ye 800 bin ve
İspanya’ya 400 bin kişi gitmiştir 5,6,7,8,9,10,11,12. Bu ülkelerde modern tıbbın ve sosyal güvenlik kurumlarının
desteğini de alarak diğer tedavi imkânları ile bütünleşmiş olarak termal turizmin önemi giderek artmış
ve turizmin en büyük gelir kaynaklarından birini termal turizm oluşturmuştur 5.
Termal turizm kavramı konusunda değişik tanımlamalar yapılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı
termal turizmi şu şekilde tanımlamaktadır: Termomineral su banyosu, içme, inhalasyon, çamur banyosu gibi çeşitli türdeki yöntemlerin yanında iklim kürü, fizik tedavi, rehabilitasyon, egzersiz, psikoterapi,
diyet gibi destek tedavilerinin birleştirilmesi ile yapılan kür (tedavi) uygulamalarının yanı sıra termal
suların eğlence ve rekreasyon amaçlı kullanımı ile meydana gelen turizm türüdür 13.
Yurdumuz maden suyu ve kaplıca bakımından oldukça zengindir. Türkiye mineral bakımından zengin 1300’den fazla yeraltı sıcak su kaynağına sahiptir. Nitekim bu kaynaklardan 500 kadarı da şifalı olarak bilinmektedir 14,15,16,17,18. Uygarlığın beşiği olarak nitelendirilen Anadolu topraklarında gelmiş geçmiş
birçok devletin sıcak su kaynakları etrafında yerleştikleri, bıraktıkları tarihi eserlerden anlaşılmaktadır.
Türkiye’de adını termal kaynaklardan alan ve termal kaynaklara bağlı olarak gelişen birçok yerleşim yeri
bulunmaktadır 19.
Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdıkları geleneksel kültürün içinde var olan “yıkanma” ve
“temizlik” işlevi akarsu boylarında yerine getirilirken; Anadolu’da yerleşik toplumsal gelişme, köy, kasaba ve kent yaşamı biçimine geçişle birlikte, “hamamlar” ortaya çıkmıştır. Türkler, kendi kültürünün
mimari karakterlerini yansıtan “Türk Hamamları”nı inşa etmişler ve o günün tıp görüşü ile daha sağlıklı
240
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
241
biçimde uygulanmaya başlanan bu gelişimle “kurnalı yıkanma” yerleri ve yanında tedavi amaçlı kaplıca
havuzu tekniği, Avrupa’ya kadar yayılmıştır 20.
On dokuzuncu yüzyılda batı ile ilişkiler neticesinde kaplıca tedavisindeki bilimsel yaklaşımlar görülmüş ve ilk planlı, programlı çalışmalar Cumhuriyet Dönemi’nde başlamıştır. Hem yabancı hem Türk bilim
adamları tarafından kaplıca sularının analizi yapılmış, raporları hazırlanmıştır. Bursa ve Yalova kaplıcalarının imarı gerçekleştirilip modern teçhizatlarla donatılmıştır. Aynı tarihlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün
emriyle Armutlu (Yalova) Kaplıcaları da düzenlenerek hizmet vermeye başlamıştır. Nitekim Atatürk, Armutlu ve Yalova’daki kaplıcaları daha sonraki zamanlarda sık sık ziyaret ederek, hem kaplıcalarda dinlenmiş hem de yörenin termal turizm açısından gelişmesini sağlamıştır 3,21,22,23. Bu bağlamda konu ile ilgili
akademik çalışmaların yapılması, ülkemizde de Balneoloji bilim dalının hak ettiği yere ulaşabilmesi için
1938 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Hidroloji Kürsüsü kurulmuştur 3,20,24.
Türkiye termal turizm potansiyeli bakımından oldukça zengindir. Özellikle kırsal yörelerin ve küçük
ilçelerin ekonomik olarak gelişmelerinde termal turizmin lokomotif etkisi oldukça önemlidir 25,26. Nitekim Sandıklı, Haymana, Kızılcahamam, Simav, Gönen, Gazlıgöl gibi yerleşmelerin bugünkü durumlarına gelmelerinde en önemli etken termal turizm potansiyelleridir 27.
Ankara İli Şifalı Sularının Jeolijisi
İç Anadolu’nun morfolojisi birçok dağ zinciriyle şekillenmektedir. Bu yüksek yayla batı, doğu ve
özellikle güneyde volkanik kayaçlarla çevrilmiştir. Ankara Beypazarı, Çerkeş, Kalecik çevresinde volkanik kayaçlar arasında andezite rastlanmaktadır. Ankara ve çevresinin başlıca formasyonu Tersiyer olup,
bunun arasında adalar halinde ikinci (Mezozoik) ve birinci (Paleozoik) devirlerinin kayaçları dağılmıştır 28.
Ayaş çevresinde, yaygın Miyosen göl çökeltilerinin oluşturduğu örtü birimleri altında rezervuar niteliğinde kayaç olarak granodiyorit görülmektedir. Daha derinlerde Jura kireçtaşları ve permiyen kalksistleri de rezervuar olabilecek nitelikte görülmektedir 29. Bazaltların Ayaş-Karakaya kaplıcası su kaynağının bulunduğu kısımlarda görülen rezistivite düşmelerine göre kırıklı ve çatlaklı olmaları nedeniyle
Neojen suyu ihtiva eden kısımları oldukları ve Paleozik şistler içerisindeki volkanikler içerisinde ısınarak gelen suların bu kısımlarında Neojen sularıyla karışarak kaynakları oluşturdukları anlaşılmaktadır.
Granit-granodioritler üzerinde kaynak teşkil eden Ayaş İçmeceleri, Dutlu Kaplıcaları neojen çökelleri
üzerinde traverterleri oluşturan kaynak sularının granit-granodioritler içerisinde ısındıkları bu kayaçların sıcak su ihtiva eden kısımlarının kırık ve çatlaklı olmaları gerektiği ve rezervuar niteliğinde oldukları
anlaşılmıştır 30,31.
Bayat ılıca bölgesinde, Paleosen, Lütesyen ve Miyosen’den olan kil marn tabakalarının ardalanmasında meydana gelen katmanlar örtü kayacını oluşturmaktadır. Lütesyen ve yaşlı Mesozoik kireçtaşları
rezervuar kayacını oluşturmaktadır. Bu bölgede ısıtıcı görevi yapacak genç volkanizma vardır 32. Çubuk-Melikşah alanında sıcak su veren kayaçlar Neojen yaşlı formasyonlardır. Daha altta Jura ve Permiyen kireç taşları rezervuar kayacı olarak görülmektedir. Su, kireç taşları blokları içeren Miyosen’in tüfit
seviyelerinden gelmektedir. Sıcaklığı düşük bir rezervuarın suyudur 33,34. Haymana kaplıcası ve Uyuz
Hamamı kaynaklarını besleyen şifalı suyun rezervuar kayacı alt Kretase kompakt, fakat bol kırıklı kireç
taşlarıdır. Şifalı sular bölgede belirli faylar boyunca yükselip kaynaklardan yüzeye çıkmaktadırlar 35. Kızılcahamam çevresi rezervuar kayaçları olarak AA lavları ile daha derinlerde jura-Kreatase kireç taşları
görülmektedir 36. Malıköy alanında Jura kireç taşları ile Paleozoik şist ve kuarsitleri rezervuar kayaçlarını
oluşturmaktadır. Örtü kayacını Miyosen birimleri meydana getirmektedir. Sıcaklığı jeotermik gradyana
veya derinliklerdeki bir kripto volkana bağlanabilir 37.
Balneoterapi
Balneoterapi; termal ve/veya mineralli suların, şifalı çamurların ve gazların, yöntem ve dozları belirlenmiş, banyo, paket, içme ve inhalasyon (soluma) uygulamaları şeklinde, düzenli aralıklarla seri halde
tekrarlanarak kullanılmasıyla, belirli bir zaman aralığında ve kür tarzında gerçekleştirilen bir uyarıuyum tedavisidir 4. Yurdumuzda bol miktarda bulunan ve maden suyu olarak da bilinen bu yer altı
suları, fiziksel özellik bakımından ‘çok sıcak, sıcak ve soğuk’ olarak sınıflandırılmaktadır. Banyo kürü
için özellikle sıcak ve çok sıcak jeotermal sulardan yararlanılmaktadır 4. Balneoterapinin en yaygın kul-
242
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
lanılan doğal iyileştirici etkenlerinden olan, doğal “şifalı” sular, fiziksel ve kimyasal niteliklerine göre
sınıflandırılırlar. Uluslararası genel kabul gören Alman Kaplıcalar Birliği’nin sınıflandırmasına göre
şifalı sular 4;
Termal Sular: Doğal sıcaklıkları 20°C’nin üzerinde olan,
Mineralli Sular: Litrelerinde lg’ın üzerinde çözünmüş mineral içeren,
Termomineral Sular: Hem doğal sıcaklıkları 20°C’nin üzerinde olan hem de litrelerinde 1 gramın üzerinde çözünmüş mineral içeren sular olarak sınıflanırlar.
Ayrıca, bazı özel mineralleri belirli en az (eşik) değerlerin üzerinde içeren Özel Balneolojik Sular
sınıflandırması da söz konusudur. Buna göre 4;
 Karbondioksitli Sular: 1 g/L üzerinde çözünmüş serbest karbondioksit içeren sular,
 Kükürtlü Sular: 1 mg/L üzerinde -2 değerli kükürt içeren sular,
 Radonlu Sular: 666 Bq/L üzerinde radon ışınımı içeren sular,
 Tuzlalar: 14 g/L üzerinde sodyum klorür içeren sular,
 İyotlu Sular: 1 mg/L üzerinde iyot içeren sular,
 Florürlü Sular: 1 mg/L üzerinde florür içeren sular, olarak sınıflandırılırlar.
Yukarıdaki sınıflandırmada herhangi bir gruba girmeyen sulardan toplam mineralizasyonları lg/
L’nin altında, ancak doğal sıcaklıkları 20°C’nin üzerinde olan şifalı sular, akratotermal sular olarak
adlandırılırlar 4.
Peloidler, ”Şifalı Çamurlar”, “Şifalı Topraklar”
Kaplıca kürünün özgün tedavi biçimlerinden biri olan pelo-idoterapide kullanılan peloid (şifalı
çamur)lar jeolojik ve/veya jeolojik ve biyolojik olaylar sonucu oluşan organik veya inorganik
maddelerdir.
Doğada ince tanecikli halde bulunabilirler veya bazı ön hazırlık işlemleri ile ufak-ince tanecikli
hale getirilirler.
Doğal olarak su içerebilirler ya da susuz olabilirler.
Kullanım sırasında yeterli miktarda termal veya düz su ile karıştırılarak, uygun yoğunluk ve sıcaklığa getirilirler.
Çamur banyoları ve çamur paketleri şeklinde bir dizi hastalığın tedavisinde kullanılırlar. İnsan
organizması üzerinde belirli hastalıklardaki tedavi edici etkileri kanıtlanmış olmalıdır.
Balneoterapi Yöntemleri 4
Banyolar: Termomineral su, peloid ve gaz banyoları ile bunların bölgesel uygulamalarıdır.
İçme kürleri: Mineralli sular ile kaplıcalarda ya da yaşanılan yerde yapılan içme kürleridir.
İnhalasyon uygulamaları: Termomineral su zerrecikleri ile yapılan soluma uygulamalarıdır.
Peloidoterapi: (şifalı çamurların) banyo, paket ve tampon şeklinde uygulamalarıdır.
Hidroterapi uygulamaları: Termomineral sular ile yapılan yıkamalar, duşlar, dökmeler bu tür uygulamalardır 4.
Ankara İli Şifalı Suları
Ayaş İlçesindeki Şifalı Sular
Beypazarı İlçesindeki Şifalı Sular
Çubuk İlçesindeki Şifalı Sular
Haymana İlçesindeki Şifalı Sular
Kızılcahamam İlçesindeki Şifalı Sular
Ayaş Kaplıcası ve İçmeleri 38,39
Ankara’ya 80 km., Ayaş’a 23 km. mesafede, anayoldan 5 km. ileride, Ilıca vadisi tabanında yer almaktadır. Hizmete 1892 yılında girmiştir. Hem içmece hem de kaplıca olarak Sağlık Bakanlığı’ndan ruhsatlı
ilk ve tek termal kaynaktır. Şifalı sularının işletmeciliği 1935 den beri bir şirket tarafından yapılmaktadır.
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
243
Sağlık Bakanlığından 13.08.2003 tarih ve 7 sayı ile Kaplıca Tesisi işletme izin Belgesi almış olan tesis
toplam 380 oda 1000 yatak kapasitesine sahiptir. Belediye belgeli tesiste sauna, Türk hamamı, kapalı yüzme havuzu, fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezi bulunmakta olup, 12 ay hizmet vermektedir. Sıcaklık
derecesi 30,5-51°C, debisi 15 lt/sn, toplam mineraliz. 410 mg/lt, radyoaktivitesi 38 ş/Avp’dir. Ph: 8.06,
İletkenlik: 754. Toplam Mineralizasyon: 9042,3 mg/lt
Suyun Özellikleri: Sodyum sülfatlı, bikarbonatlı, klorürlü ve karbondioksitli, hipertermal sular sınıfına giren, mineralli, berrak bir su olup, sodyum, kalsiyum, magnezyum, demir-aliminyum içermektedir.
Bir Litre Suda Bulunan Maddeler 40
KATYONLAR
Potasyum İyonu (K)
Sodyum İyonu (Na)
Kalsiyum İyonu (Ca)
Magnezyum İyonu (Mg)
Demir İyonu (Fe)
Alüminyum İyonu (AI)
TOPLAM
ANİYONLAR
Klor İyonu (CI)
Sülfat İyonu (So4)
Hidrokarbonat İyonu
(HCO3)
TOPLAM
METASİLİS ASİDİ (H2SiO3)
TOPLAM
SERBEST KARBONİK ASİD
(Co2)
TOPLAM
MİLİGRAM
45.5
2248.5
687.5
97.6
10.0
3.0
3092.1
MİLİVAL
1.17
97.76
34.38
8.13
0.53
0.33
142.30
MİLİVAL
0.82
68.70
24.16
5.72
0.37
0.23
100.00
2165.5
3000.0
61.00
62.50
42.87
43.92
1146.8
18.80
13.21
9404.4
39.5
9443.9
142.30
Milimol
595.0
13.52
10038.9
Beslenme bölgesinden çatlaklar vasıtasıyla derinlere doğru inen suyun, jeotermik gradyanla ısısında
artış olmaktadır. Isınmaya, derinlerdeki henüz soğumamış bir magma ocağının da sebep olabileceği
söylenmektedir. Isınan ve derinlerdeki çatlaklarda dolaşan su, bu derinliğe inen bir fay hattından veya
hidrotermal bir oluk teşkil eden müsait çatlaklarla yeryüzüne çıkmaktadır. Sabit debili birer kaynak olan
Ayaş içmece ve Çoban hamamının ısıları 50°C civarındadır. Rezervuar kayaç, kırık ve çatlaklı granodiyorit masiftir. Sıcak suların muhtemel bir fay boyunca yeryüzüne ulaştığını kabul edilmektedir. Rezervuar kayacı örten Pliosenin jipsli oluşu, içmece sularının kimyasal karakterine tesir eden başlıca unsurdur.
Ayaş Kaplıca ve İçmelerin en büyük özelliği, bu suların hem içme, hem de banyo olarak kullanılmasıdır.
İçimi çok rahat ve kolay olan bu suların sıcak oluşu, içimi kolaylaştırmakta ve mideyi ağrıtmamaktadır.
Kaplıca suyunun Sağlık Bakanlığı’nca tespit edilmiş tedavi özellikleri şu şekilde belirtilmiştir:
Hekim kontrolünde banyo uygulamaları seklinde ortopedik ve nörolojik sekellerin rehabilitasyonunda, kronik dönemdeki romatizmal hastalıkların rehabilitasyonunda, şişmanlıkta, müzmin kabızlık,
hemoroit, gut ve kadın hastalığında; içme uygulamaları seklinde mide barsak sisteminin fonksiyonel
rahatsızlıklarında, safra kesesinin fonksiyonel rahatsızlıkların da ve böbrek kumlarının düşürülmesinde
tamamlayıcı tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır 38.
244
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
1935 Atatürk İmzalı Sözleşmesi
1946 yılı Kaplıca Ruhsatı
Ayaş İçmeleri İşletme Ruhsatları 40
Bayat Hamamı-Ayaş36
Ayaş ilçesine bağlı Bayat-Feruz Köyü şosesi üzerindedir. Hamam 3-4 m çapında doğal bir havuz
şeklindedir. Suyun Özellikleri: Sodyum, sülfat ve bikarbonatlı bir sudur.
Çevre halkı bu kaynaktan romatizma, cilt hastalıkları ve bazı kadın hastalıkları tedavisinde yararlanmaktadır.
Karakaya-Ayaş 38,39.41
Ankara’ya 58 km. uzaklıktaki Ayaş ilçesinde ve karayolu üzerinde bulunan Karakaya Termal
Kaynağı’nın çıktığı yerde Selçuklular döneminden günümüze kalan tarihi bir hamamdır. Tarihi kaplıca
hamamında dört özel banyo ve iki havuz bulunmaktadır.
Kaplıca suyunun sıcaklık derecesi 31°C, kaynak akım değeri 4.8 lt/sn, radyoaktivitesi 22 ş/Avp’dir.
Kimyasal bileşimi bikarbonatlı, sodyumlu, kalsiyumlu ve karbondioksitli oligometalik bir sudur. Ayrıca
mide, bağırsak, karaciğer, safrakesesi ve metabolizma rahatsızlıkları olan hastalar dışarıya yapılmış çeşmelerden yararlanmaktadır. Kaplıca suyu; felç ve mafsal rahatsızlıkları, kadın hastalıkları, romatizma,
nevrajlı gibi hastalıklara iyi gelmektedir.
Beypazarı Kaplıcaları Dutlu Hamamı ve İçmeleri 36,38
Ayaş-Beypazarı karayolunun 33 km. sinde iki dağ arasındaki bir dere içinde yer almaktadır. Bu vadide 9 kaynak bulunmaktadır. Bunlardan 3 kaynak içme olarak kullanılmaktadır. Dutlu hamamı erkek
ve kadınlar olmak üzere iki ayrı havuzdan meydana gelmektedir. Kaplıca çevresinde özel kişiler tarafından işletilen konaklama tesisleri bulunmaktadır. Suyun Özellikleri: Kalsiyum, sodyum, klorür, sülfat,
karbondioksit ve radyoaktif özelliklere sahiptir. Dutlu termal havuz sıcaklığı 45°C dir. Yüksek debili
sulardandır.
Banyo ve içme olarak kullanılmaktadır. Romatizma, cilt, dolaşım bozuklukları, kalp, sinir sistemi ve
kadın hastalıklarında etkilidir. Ürik asidin atılışını fazlalaştırdığı için gut tedavisinde etkili olmaktadır.
Dutlu içmeceleri mide ve bağırsak hastalıklarında, safra kesesi, pankreas ve karaciğer hastalıklarının
tedavisinde, böbrek kum ve taşlarının düşürülmesinde kullanılmaktadır.
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
245
Beypazarı Kaplıcaları Dutlu Hamamı ve İçmeleri İçmeleri İşletme Ruhsatları 42
Beypazarı Kaplıcaları Dutlu-Tahtalı Hamamı 36,39,43
Ankara’ya 85 km uzaklıkta, Ankara-Beypazarı yolu üzerindedir. Dutlu hamamları ile aynı vadi içindedir. Şelalenin alt kısmında kalan ve üstü örtülü 4X3.5 boyutlarında bir havuzdan oluşmaktadır. Su
havuzun içinden kaynaklanmaktadır. Kadın erkek havuza sıra ile girmektedir. Suyun Özellikleri: Kalsiyum, sodyum, klorür, sülfat iyonları ve radyoaktivite yönünden oldukça zengindir. Dutlu tahtalı termal
havuz sıcaklığı 50°C dir. Yüksek debili sulardandır.
Hipertansiyonda ve damar sertliğine bağlı sendromlarda oldukça etkilidir. Bronşiyal astımda sakinleştirici etkisi görülmektedir. Termal su ile banyo tedavisi yanı sıra çamur tedavisi de yapılmaktadır.
İçme kürlerine de elverişli olan bu suların, romatizma, deri hastalıkları, kadın hastalıkları, sinir ve sindirim sistemi hastalıkları, böbrek ve idrar yolları ile metabolizma bozukluklarının tedavisinde de olumlu
etkileri görüldüğü öne sürülmektedir.
Kapullu Hamamı-Beypazarı 36,38,39
Beypazarı ilçesinin 39 km güneyindeki Kapullu köyüne 10 km uzaklıkta Boztepe’de ve Sakarya nehrinin kıyısındadır.
Biri kadın, diğeri erkeklere olmak üzere iki basit hamamı vardır. Erkeklere ait hamamın Bizanslardan kaldığı, kadınlara ait hamamın ise 1957 de yapıldığı söylenmektedir. Kaplıca etrafında basit konaklama yerleri vardır.
Suyun Özellikleri: Sodyum klorür ve sülfatlı bir şifalı sudur.
Çevre halkı bu sudan, kadın hastalıklarında, nevralji, romatizma, mafsal ağrıları ve cilt hastalıkları
tedavisinde yararlanılmaktadır. Ayrıca mide ve bağırsak hastalıklarında içmece şeklinde kullanılmaktadır.
Vezir İçmecesi Beypazarı 38,39
Dutlu-Tahtalı hamamı ile aynı vadi içindedir.
Radon ve radyoaktivite bakımından oldukça zengindir. Ayrıca sodyum, kalsiyum, karbondioksitli,
bikarbonatlı ve klorürlü hipertermal bir sudur.
Kullanımı: İçmenin safra kesesi, karaciğer ve pankreas üzerine etkileri görülür. Ayrıca safra söktürücü, böbrek kum ve taşlarını düşürücü olarak da kullanılmaktadır.
Melikşah Hamamı-Çubuk 36,38,39,40,44
Çubuk ilçesine bağlı Melikşah köyündedir. Kaynaklardan biri tepenin kuzeyinde köye bakan yamacın eteğinde üstü açık havuzda kaynamaktadır. İkinci kaynak biraz daha yukarda ve çeşme halinde akmaktadır. Kaynaklardan genellikle köylüler yararlanmaktadır. Melikşah Köyü’nün güneyinde bulunan
iki termal kaynakta toplam kaynak akım değeri 20 lt/sn ve sıcaklık 31°C’dir.
246
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
Suyun Özellikleri: Sodyum, kalsiyum, magnezyum ve bikarbonatlı oligometalik bir sudur. Termaliteleri düşüktür.
Köylüler tarafından romatizma ve deri hastalıklarında kullanılmaktadır.
Haymana Kaplıcaları 45,46
Haymana Kaplıcaları İç Anadolu Bölgesi’nde Ankara’nın güneydoğusunda, Haymana kasabasındaki
tepelik bir alanda yer almaktadır. Ankara’ya 73 km. uzaklıktaki kaplıcaya Ankara-Haymana karayolu ile
ulaşılmaktadır.
İlçe merkezinde belediyeye ait üç kaplıca ve iki otel bulunmaktadır.
Medrese, Seyran ve Merkez kaplıcaları ile birlikte Haymana’nın termal yatak kapasitesi günlük 2000
kişiye ulaşmaktadır. 68 yataklı Cimcime Kaplıca Oteli ile 120 yataklı Termal Oteli arasında bir fizik tedavi merkezi bulunmaktadır. Bu kaplıca merkezinde küvet, havuz banyosu, ışın ve fizik tedavi hizmetleri
verilmektedir.
Anadolu’ da ki şifalı kaynakları ilk kullanan kavmin Etiler olduğu sanılmaktadır. Eskiden Yaban
Hamamı diye anılan bu kaplıcanın Etiler devrinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Yıllar önce Haymana kaplıcasının olduğu yerde yapılan kazılardan çıkan havuz parçalarının Dereköy yakınındaki Eti Mabedi
olduğu kesinlik kazanan Gavur Kalesi taşlarıyla aynı menşeli olduğu uzmanlarca tespit edilmiştir. Tarihi
Kral Yolu güzergâhın da bulunan Haymana kaplıcalarının, daha birçok kavim tarafından kullanıldığı
sanılmaktadır. Galatların bu bölgeye GALATİA SALUTARİS yani “sıcak su membası” adı vermesi tesadüf değildir. Etiler ve Galatlar’dan başka Romalıların da bu kaplıcayı geliştirdiği sanılmaktadır. Bugünkü
hamamların etrafında yapılan kazılar esnasında mermerden birer kişilik oyma banyolar bulunduğu gibi,
yine mermerden yapılmış çok süslü irili ufaklı havuzlara da rastlanmaktadır. Bunlardan bir kısmının
sonradan Selçuklular tarafından yapıldığı bilinmektedir 36,47,48.
Haymana kaplıcalarının suyu çok sıcak sular grubuna girmekte ve Kalker yapılı bir tepecikten kaynaklanmaktadır. Yöredeki çöküntü alanında yüzeyden görülmeyen kırıklardan sızan suların geçirimsiz
kayaçlar arasından kaynak noktasına doğru çıktığı sanılmaktadır.
Su Sıcaklığı: Kaynakta 44 C, havuzda 42-43 C, küvetlerde 41 C Radyoaktivitesi:0,155x10-9 gr/Lt 49.
Tuz Miktarı 1,221796 gr/Lt. Yoğunluğu:15 Derecede 1,00017 gr/cm, kaynak akım değeri 4.8 lt/sn, Ph
değeri 6.8 dolayındadır.
Suyun bileşimi; bikarbonat, kalsiyum, sodyum, magnezyum ve karbondioksitten oluşmaktadır 36.
Banyo ve içme kürlerine elverişli olan haymana termal suları çok sıcak sular olup, içindeki radyoaktif
zenginlik nedeniyle özellikle eklem ve kas hastalıklarında sinir sisteminde, kalp ve kan dolaşımı hastalıkları ve kadın hastalıklarında yararlanılmaktadır. Bileşimindeki karbondioksit hipertansiyonlu hastalarda tansiyon düşürücü etki meydana getirmektedir. Sinir sistemi üzerinde sedatif etkisi görülmektedir.
Solunum hareketlerinde bir derinleşme meydana getirmesi dolayısıyla bronşial astım sendromlarında
etkili olmaktadır. Ayrıca romatizma, mide, böbrek, deri, kırık, çıkıklarda, nevraljiye de iyi gelmektedir
36,45,47
. İçildiği takdirde (Oligometalik maden suyu grubuna girer) mide, karaciğer, safrakesesi ve pankreas üzerinde olumlu etki yapmaktadır.
Kokarköy Kükürtlü Kaplıcası (Haymana) 36,50,51
Haymana ilçesine bağlı Kokarköyü’ndedir. Başkaynak ve Cami Kaynağı adı verilen iki ayrı yerden
koku yayarak çıkan kükürtlü sulardır. Bu kaynaklardan çıkan kükürt kokusu çevreye yayıldığı için bu
köye Kokarköy adı verilmiştir.
Suyun Bileşimi; yüksek miktarda kükürtlü hidrojen ve hidro sülfür ihtiva etmektedir. Ayrıca bikarbonat ve klorürü fazla olan sodyum sülfürlü bir kaynaktır. Cami kaynağı adı verilen kaynakta iyon miktarı diğerine göre daha az ise de baş kaynaktan daha fazla sodyum sülfürü bulunan asıl kükürtlü sudur.
Banyo ile bazı cilt hastalıklarında ve solunum yolları hastalıklarında etkilidir.
Uyuz Hamamı (Seyran Hamamı) Haymana 46
Haymana-Yenice kavşağından 300 m. uzaklıkta, yolun sol tarafında iki vadi arasında dere içindedir.
Halk arasında Seyran adıyla da tanınmaktadır.
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
247
Uyuz hamamı duvarlarla çevrili, fakat çatısız iki bölümdür. Çevresinde konaklama tesisleri bulunmayan bu kaplıcada, erkek ve kadınlara ait iki ayrı geniş havuz ve soyunma yerleri bulunmaktadır. Suyun Terkibi; kalsiyumlu, magnezyumlu, sodyumlu ve bikarbonatlı bir sudur. Kaplıcanın suyu romatizma, cilt ve kadın hastalıklarının tedavisinde faydalıdır. Cilt hastalıklarında uyuz, egzama ve allerji
tedavisinde yararlanılmaktadır.
Kızılcahamam Termal Turizm Merkezi 38,39,40,44,46,51
Ankara Kızılcahamam ilçesinin merkezinde bulunan Kızılcahamam, sularının özeliği benzerlik gösteren Büyük ve Küçük Kaplıca olarak 2 kaplıcadan oluşmaktadır.
Büyük Kaplıca Kaynağı 47, Küçük Kaplıca Kaynağı 44 derecedir. Sey Hamamı Kaynağı 43° C, Kızılcahamam Maden Suyu Kaynağı 19.5, Acısu Kaplıcası Kaynağı 34 derece, Acısu Kaynağı 37 derecedir.
PH Değeri: Büyük Kaplıca Kaynağı 7,06, Küyük Kaplıca Kaynağı 7,45, Kızılcahamam Maden Suyu
Kaynağı 6,62, Acısu Kaplıcası Kaynağı 6,20, Sey Hamamı ve Acısu Kaynağı 6,52
Özellikleri: Büyük Kaplıca, Küçük Kaplıca Kaynakları, Hipotermal, hipotonik, Kızılcahamam Maden Suyu Kaynağı, Termal, hipotonik, Acısu Kaplıcası Kaynağı, İzotermal, hipotonik, Acısu Kaynağı,
Bikarbonat, sodyum, klorür, arsenik, karbondioksit, Büyük Kaplıca, Kızılcahamam Maden Suyu, Acısu
Kaplıcası, Acısu kaynakları, Bikarbonat, klorür, sodyum, arsenik, Küçük Kaplıca Kaynağı, Bikarbonat,
sodyum, kalsiyum, karbondioksit.
Tedavi Ettiği Hastalıklar: Bu kaplıca sularından içme ve banyo kürleri olarak yararlanılmaktadır.
İçme kürleri; kas yorgunluğu, sinirsel hastalıklar, karaciğer, safra kesesi, mide, bağırsak ve metabolizma hastalıklarına şifa verir. Ayrıca sindirim sistemi ve beslenme bozukluklarının tedavisinde olumlu
etki yapmaktadır. Banyo kürleri; kalp, dolaşım bozuklukları, romatizma, siyatik, cilt, kadın hastalıkları,
bel ağrıları ve egzama gibi hastalıklar üzerinde oldukça etkilidir. Konaklama Tesisleri: Belediye Termal
Oteli (130 yatak), Çam Oteli (39 oda, 81 yatak)
Kürttaciri Ilıcası-Polatlı 36
Polatlı-Yenimehmetli bucağına bağlı Özyurt köyündedir. Ilıca bugün tıbbi bir amaçla kullanılmamaktadır.
Suyun Özellikleri: Bir miktar karbondioksit içeren, ılık sodyum bikarbonatlı bir sudur.
Malıköy Hamamı-Polatlı 36,52
Ankara-Polatlı karayolunun sağında Temelli bucağına bağlı Malıköy’ün 2 km ilerisindedir. Kaynak
yuvarlak bir havuzlama yaptıktan sonra dereye doğru akmaktadır. Konaklama tesisleri yoktur.
Suyun Özellikleri: Tuzlu, sodyum, bikarbonatlı ve karbondioksitli sudur. Debisi oldukça fazladır ve
kuvvetli bir mineralizasyona sahiptir.
Halk arasında ekzama, uyuz ve allerji gibi cilt hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktadır. İçme kürleri şeklinde beslenme bozukluklarında diabet, şişmanlık ve gut sendromunda, mide ve bağırsak bozukluklarında yararlanılmaktadır. Ayrıca karaciğer ve safra kesesi üzerinde de etkili olduğu söylenmektedir.
Meşecik Kaplıcası-Polatlı 36
Ankara çayının Sakarya nehrine dökülmeden önce girdiği dar vadi başlangıcı üzerindeki Meşecik
köprüsünün 250 m kadar doğusunda ve çayın güney kenarındadır. Kaplıca küçük, eski bir taş bina içinde küçük havuzdan oluşmaktadır. Etrafında konaklama tesisleri bulunmamaktadır.
Suyun Özellikleri: Sodyum, sülfatlı, bikarbonatlı ve klorürlü olup, kuvvetli bir mineralizasyona sahiptir. Çevre halkı tarafından romatizma, nevralji, mafsal ağrıları, cilt, böbrek ve kadın hastalıkları tedavisinde
kullanılmaktadır. Meşecik kaplıcası iyonlar bakımından da zengin olduğundan içmece şeklinde mide ve
bağırsak hastalıklarının tedavisinde ve kum, taş ve parazit düşürücü olarak da yararlanılmaktadır.
Öz Hamamı-Polatlı 36
Polatlı-Yenimehmetli bucağına bağlı 11 km uzaklıkta Karabenli köyünün 3,5 km ilerisinde etrafı
248
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
sazlarla çevrili bir gölcük halindedir. Su gölcüğün değişik yerlerinden kaynamaktadır. Köy halkı tarafından kullanılmaktadır. Etrafında tesis bulunmamaktadır.
Suyun Özellikleri: Sodyum, kalsiyumlu, hafif tuzlu ve bikarbonatlı oligometalik bir sudur.
Çevre halkı tarafından romatizma ve cilt hastalıklarının tedavisinde yararlanılmaktadır.
Uyuz Hamamı –Polatlı 36
Polatlı-Yenimehmetli bucağına bağlı Sapancaköy ile Sarıhalilköy arasında bir yamacın üzerindedir.
Etrafı taşlarla örtülerek havuz haline getirilmiştir. Üstü açık bakımsız ve basit bir haldedir. Hafif hidrojen sülfür kokulu bir sudur.
Suyun Özellikleri: Sodyum, kalsiyumlu ve bikarbonatlı bir sudur.
Çevre halkı tarafından uyuz, allerji ve egzama gibi cilt hastalıklarının tedavisinde yararlanılmaktadır. İçme kürü şeklinde mide ve bağırsak hastalıklarında kullanılmaktadır.
Sonuç olarak
Türkiye’de kaplıca turizmine katılan turist sayısı 1981 yılında 63 999 kişi iken bu sayı 1998 yılında 375 606’ya yükselmiştir. 2009 yılında ise ülkemizde 284 250 kişi termal turizmden faydalanmıştır.
Ancak Türkiye’de kaplıca turizmine katılmada coğrafi bölgeler arasında eşitsizlik bulunmaktadır. 1999
verilerine göre kaplıca turizmine katılım oranı Marmara Bölgesi’nde %43,8, Ege Bölgesi’nde %26,6 iken
Karadeniz Bölgesi’nde bu oran %12,6 olarak gerçekleşmiştir 53. Türkiye’deki termal kaynaklar potansiyel
açısından dünyada ilk 7 ülke arasında, Avrupa’da ise ilk sırada yer almaktadır. Ülkemizin termal suları,
hem debi ve sıcaklıkları hem de çeşitli fiziksel ve kimyasal özellikleri ile Avrupa’daki termal sulardan
daha üstün nitelikler taşımaktadır 54. Ancak termal turizm konusunda aynı başarıyı gösterdiğimiz söylenemez. Ülkemizde 46 ilde 190 civarında kaplıca tesisi bulunmaktadır. Ancak bu tesislerin toplam yatak
sayısı çok düşük ve büyük bir bölümü de modern bir yapıya sahip değildir 53.
Bölgedeki kaplıcalardan Ayaş, Haymana ve Kızılcahamam Büyük kaplıcada iyi konaklama tesisleri,
Dutlu Tahtalı ve Sey Hamamın da ise daha basit konaklama tesislerine sahiptir. Karakaya, Kapullu, Acısu, Küçük Kaplıca ve meşecik kaplıcaları üstü örtülü birer hamam şeklindedir. Geri kalanlar ise üstü açık
gölcükler halinde bulunmaktadır. Ancak, bu kaplıcalardan bazıları bugüne değin, gerekli tanıtım, ilgi
ve yatırımın yapılamaması nedeniyle hijyen koşullarından yoksun, son derece yetersiz koşullarda ayakta
kalma çabası vermektedir. İlgili kurum ve kuruluşların desteği ve kurumlar arası işbirliği ile kaplıcaların, termal su kalitesinin yanı sıra, doğal, tarihi ve arkeolojik özelliklerinin ön plana çıkarılarak termal
turizme kazandırılması gerekmektedir. Türkiye için termal sağlık turizmi olayı yeni gelişen bir hizmet
alanı olarak değerlendirilmektedir. Avrupa ülkelerine olan yakınlık pazarın bugün ve gelecekte önemli
bir yere sahip olacağını göstermektedir. Termal sağlık turizminin geliştirilmesiyle, sağlık turizminde var
olan boşluğun doldurulması, turizm mevsiminin uzatılması, turizm çeşitliliğinin arttırılması, yerli ve
yabancı turistin gelişen ve değişen taleplerine yanıt verilmesi, turizmin bir parçası olarak termal turizm
pazar payının genişletilmesi, yeni istihdam alanlarının oluşturulması, Türkiye’nin turizm gelirlerinin
arttırılması ve bu alandaki tanıtımı sağlanacaktır. Termal sağlık turizminde gelen talepleri karşılamak
için uluslararası geçerliliği olan standartların sağlık hizmetlerinde sağlanması gerekmektedir. Bu standartlar, yeterli fiziki altyapı, çevresel etkenler, ulaşım, sağlık hizmetlerinde etik değerlere bağlılık, fiziki
ve ekonomik açıdan kolay ulaşılabilir sağlık hizmeti, yeterli tıbbi teknoloji, yeterli bilgi teknolojileri,
uluslararası standartlarda ortak tedavi protokolleri, ulaşım ve transfer standartları, sağlık personelinin
eğitimi ve kaliteli hizmet sunma standartları ile yurt dışı sağlık sigortalarının sunulan hizmetleri karşılaması için gerekli anlaşmaların yapılmasıdır. Termal sağlık turizminde kaplıca suyunun niteliği kadar
bu suyun uygulanma şekilleri, uygulamayı yapan personelin niteliği ve uygulamanın yapıldığı tesislerin
kalitesi de önemli olmaktadır
Kaynaklar
1.
2.
3.
ŞAHİN İ. Fevzi, “Sağlık Turizmi Açısından Erzin İçmeleri ve Çevresel Etkileri”, Çeşme Ulusal Turizm Sempozyumu Bildiriler Kitabı (21-23
Kasım 2007), s. 393-401, İzmir.
KARAGÜLLE Zeki ve KARAGÜLLE Mine, “Yaşlılıkta Balneoterapi ve Kaplıca Tedavisi”, (Ed: Zeki Karagülle), Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel
Tıp Kitabevi, İstanbul 2002a, s. 139-146.
KARAGÜLLE Zeki, “Kaplıca Tedavisinde Termal, Mineralli ve Termomineral Sular”, (Ed: Zeki Karagülle), Balneoloji ve Kaplıca Tıbbı, Nobel Tıp
Kitabevi, İstanbul 2002b, s. 37-50.
“Nevsal-i Afiyet”’de Deri Sağlığı ve Kaplıcalar
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
40.
41.
42.
43.
44.
45.
46.
47.
48.
49.
50.
51.
52.
53.
54.
249
KARAGÜLLE, M.Z., Kaplıca Tedavisi, Balneoterapi ve Klimaterapi, (Ed: M.Z. Karagülle,, M.B. Doğan),Kaplıca Tıbbı ve Türkiye Kaplıca Rehberi,
Nobel Kitabevleri, 2002.
ÖZBEK T, “Dünyada ve Türkiye’de Termal Turizmin Önemi”, Anatolia Dergisi, S:17-18 (Mayıs-Haziran 1991), s.15-30.
DOĞANAY H, “Erzurumun Termal Turistik Potansiyeli”, Türkiye Kalkınma Bankası Turizm Yıllığı, S:1988-1989, s. 156-173, Ankara.
RAMOS Adilia ve Rossana SANTOS. (2007). The Quality and Innovation in Thermal Tourism Destinations. (http://www.esade.edu/pdf,
ET:15.07.2008).
TENGİLİMOĞLU Dilaver, H. Dilek SEVİN ve Bilal AK. Türkiye’de Sağlık Turizmi ve Termal Turizmin Geliştirilmesi, Gazi Üniversitesi Bilimsel
Araştırma Projesi, Ankara.
ÇAVUŞ, “Termal Turizmi ve Sandıklı Termal Turizm Potansiyeli”, Türkiye Kalkınma Bankası Turizm Yıllığı, S:1994, s. 48-63, Ankara.
ÇETİN Turhan, Termal Turizmin Başkenti Afyonkarahisar, Beyazkalem Yayınevi, Ankara 2010.
ÜLKER İ, “Sağlık Turizmi ve Kaplıca Sularımızın Değerlendirilmesi”, Türkiye Turizm Bankası Turizm Yıllığı, 1986, s. 204-220, Ankara.
BELKAYALI Nur (2009). Yalova Termal Kaplıcalarının Rekreasyonel ve Turizm Amaçlı Kullanımının Ekonomik Değerinin Belirlenmesi. Ankara
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
http://www.turizm.gov.tr Erişim Tarihi: 25.02.2012.
ÜLKER İ, Türkiye’de Sağlık Turizmi ve Kaplıca Planlaması. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, No: 1006, Ankara 1988.
ŞİMŞEK Ş, “Türkiye’de Termal Kaynakların Potansiyeli ve Genel Özellikleri”, Anatolia, S:17-18 (Mayıs Haziran 1991), s. 5 - 9.
ÇAĞLAR K. Ö, Türkiye Şifalı Sular Kitabı, M.T.A. Yayınları, Ankara 1973.
ÇORUH S, “Şifalı Sularımız ve Tıbbı Turizm Sorunlarımız”, Türkiye Kalkınma Bankası Turizm Yıllığı, S:1986, s. 44-60, Ankara.
YÜZBAŞIOĞLU N. ve diğerleri, “Türkiye’de Kaplıca Kullanımının Bugünkü Durumu”, Anatolia, S:17-18 (Mayıs-Haziran 1991), s. 7-9.
BULUT İhsan, “Kökeni Termal Kaynaklara Dayanan Bir Yerleşme: Sivas-Sıcak Çermik”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S:119 (1999),
s.187-207.
ÖZER N, “Kaplıca Hekimliğinin Çağdaş Gelişimi”, Anatolia, S:17-18 (Mayıs-Haziran 1991), s.35-39.
GÖNEY, Süha, Atatürk ve Armutlu Kaplıcaları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 2009.
BELKAYALI Nur ve AKPINAR Nevin, “Yalova Termal Kaplıcaları’nın Rekreasyon ve Turizm Amaçlı Kullanımının Ekonomik Değerinin Seyahat
Maliyeti Yöntemi İle Tespit Edilmesi”, Coğrafi Bilimler Dergisi, S:2 (2009a), s. 177-184.
KAHRAMAN Nüzhet, “Termal Turizm Olayı ve Yalova Kaplıcaları”, Anatolia, S:17-18 (Mayıs-Haziran 1991b), s.10-13.
ARASIL Tansu, “Termal Suların Sağlık Alanında Kullanımı”, Anatolia, S:17-18 (1991), s.45-54.
DOĞANAY H. ve Hasbi Soylu, “Deliçermik Kaplıcasının (Erzurum) Turizm Açısından Önemi”, Türk Coğrafya Dergisi, S:34 (1999), s. 1-18.
TAŞLIGİL N, “Manisa’nın Termal Turizm Potansiyeli”, Türk Coğrafya Dergisi, S:30 (1995), s. 299-317.
ÇETİN T, Termal Turizm Potansiyeli Açısından Kozaklı (Nevşehir) Kaplıcaları, Turkish Studies - International Periodical For The Languages,
terature and History of Turkish or Turkic Volume 6/1 Winter 2011, p. 899-924, TURKEY
ÇAĞLAR,, K.Ö., Ankara Çevresi Suları ve Haymana Kaplıcası Üzerinde Etütler, Yüksek Ziraaat Enstitüsü, Ankara, 1935.
AYDIN,S., Ankara Hatip Ovası Hidrojeolojik Etüdü, Ankara’nın Sorunları Simpozyumu, Ankara, 1978.
DEMİRÖREN, M., Ankara,Ayaş Civarı, Ayaş İçmeceleri, Dutlu Kaplıcası, Ayaş Karakaya Sahaları Rezistivite Etütleri, M.T.A. Derlemesi, Rap.5329,
1972.
ŞAHİNCİ, A., Karakaya Kaplıca ve Ilıcaköy Sıcak Sularının Hidrojeolojisi, M.T.A. Derlemesi, Rap. 4369, 1970.
ÜRGÜN, S., Ayaş Sincanköy Arasında Kalan Alanın Jeolojisi ve Jeotermal Enerji Yönünden İncelenmesi, M.T.A. Derlemesi, Rap. 5553, 1974.
TATLI, S., Çubuk Melikşah Alanının Jeolojisi ve Jeotermal Enerji Olanakları, M.T.A. Derlemesi, Rap.5674, 1975.
KESKİN, B., KARTAL, T., Ankara İli Çubuk Kazası Melikşah Jeotermal Enerji Alanına İlişkin Arama Sondajları Kuyu Bitirme Raporu, M.T.A.
Derlemesi, Rap. 5737, 1976.
BAŞKAN, E., Haymana Kaplıcaları Hidrojeoloji Etüdü, M.T.A. Derlemesi, Rap. 4844, 1972.
SUCU, İ., Ankara İli Şifalı Suları ve Şifalı Suların Halk Hekimliğindeki Yeri ve Önemi, Doçentlik Tezi, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi,
Ankara 1982.
CANİK, B., Polatlı Maliköy Ilıcapınar Civarının Jeoloji ve Hidrojeolojisi Etüdü, M.T.A. Derlemesi, Rap. 5191, 1972.
http://www.ankara.com/kaplica.html, Erişim Tarihi: 22.03.2012
http://otellerim.bloggum.com/yazilar/tag/kaplicalari/sayfa/2/ Erişim Tarihi: 22.03.2012
http://www.ayasicmeceleri.com/htmldocs/sifali_su/32/133/sifali_suyun_kaplica_olarak_faydalari.html Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.kaplicalar.tk/ankara-kaplicalari.html Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.beyter.com.tr/. Erişim Tarihi: 22.03.20 Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.netdoktorum.com/saglik/haberoku.asp?id=12543 Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http:// www.kaplica.biz/ankara.htm Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.kaplica-otelleri.net/Otel_haymana-belediyesi-merkez-kaplicasi_868.html Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.kaplicarehberi.com/haymana-kaplicalari#more-215. Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.haymana.bel.tr/index.php?sayfa=tarihimiz. Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.ankarasevdam.net/haymana/haymana-ilcesi. Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.binrenk.com/ankara-haymana-merkez-termal-kaplica-oteli/ Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.k.marassaglik.4t.com/SOLUNUM.HTM. Erişim Tarihi: 22.03.2012.
http://www.ailem.com/templates/library/1731.asp?id=11025. Erişim Tarihi: 22.03.2012.
Yenal, O., Türkiye Maden Suları, 4. Cilt, Sermet Matbaası, 3-55, İstanbul, 1975.
DOĞANER Suna, Türkiye Turizm Coğrafyası, Çantay Kitabevi, İstanbul 2001.
YILMAZ Mutlu ve Rüya BAYAR, “The Potential of Thermal Tourism in Turkey”, National Scientific Conference with International Participation
under the heading “20 Years Union of Scientists in Bulgaria-Branch Smolyan” October, 20-21, 2006, pp.1191-1199, Smolyan, Bulgaria.
BURSA’DA SULAR, KAYNAKLARI İLE KAPLICALAR
BURSA’S THERMAL SPRINGS AND WATER SOURCES
Gönül Cantay*
* Prof. Dr., İstanbul-TÜRKİYE
Summary
This paper studies the following statements in the light of the specified references and the documents. When the functional structures
have been built as a whole of the historical topography in the city of Bursa, the water sources were considered as much as the geographical
topography conditions. In the process of the construction of the city, the structuring of Çekirge thermal springs area out of the city, in the
beginning of 14th century which was reined by Ottoman-Turkish, has been changed the castle-city state by spreading to the plain. However
with the construction of the Külliye of Murat Hüdavendigâr locating the residential areas of Bursa city, Çekirge has been assessed as the
western border of the city. Almost in every era the thermal springs have been given much importance that even the maintenance and the
additions started in Sultan II. Bayezid era and in 16th century a new thermal spring has been constructed by Rüstem Paşa in the very order of
Kanuni Sultan Süleyman. In the modernization process of Turkey Republic, the thermal springs treatments as well as thermal spring structures
has been given importance.
“Prusa Mysia Olimpos’u üzerinde kurulmuştur. İyi idare edilen bir şehirdir.”
Strabon
Bursa şehri, Antik çağdaki adı ile”Prusa” güney Marmara’da iki ayrı şehirdir. Biri Gemlik diğeri ise
Uludağ’ın yükseltisindeki Bursa.
Gemlik (Kios) m.ö.1200 lerde Kafkaslara sefer yapan İyonların dönüşlerinde, kahramanlardan
Kios’un adına kurulmuş ve müteakiben Makedonya kralı V.Filip Roma hakimiyetindeki şehri savaşarak
Bergamalılardan almış, damadı Prosias’a vermişti. Prosias Gemlik’i (Kios) yeniden imar ederek kendi
adını vermişti. Diğer taraftan Coğrafyacı Strabon, Bursa (Prusa) şehrinin Bitinya kralı tarafından
kurulduğunu ve Pli’e göre de şehrin Prosias’a sığınan Anibal’in planına göre yapıldığını, böylece m.ö.150
yıllarında Bursa (Prusa) Prusias şehrinin ilk defa kurulmuş olduğunu, yazar. Böylece aynı isimle iki
şehrin güney Marmara’da bulunduğu, Gemlik’in “Sahil Bursası”, Uludağ (Olimpos) eteklerindeki,
bugünkü Bursa şehrinin ise “Olimpos Bursa’sı” olarak tanındığını öğreniyoruz.1
Gemlik gibi Mudanya (Apemeia) da yakınındaki “Mirleia” adıyla varlığı bilinen İyon şehri m.ö.1000
yıllarında ve cıvarını Prosias’ın almasından sonra imar ederek, eşinin adını vermiş “Apemeia” olarak
tanınmıştır ki, bu antik yerleşmenin harabeleri Hisarlık civarında tespit edilmiştir.2 Ancak Uludağ’dan
Çanakkale’ye uzanan antik çağın Küçük Misya’sında Mihaliç (Miletepolis) ile Çekirge (Pitya) de
yeralmaktaydı. Küçük Misya bölgesi Güzellik İlâhı (Apolyond) adına yapılan mozaikli mabet ile
meşhurdu.
İşte Antik Çağ’da, Bursa (Olimpos Prusias’ı) Roma vilâyeti olduktan sonra İmp.Traian zamanında
vali olan Genç Plin tarafından m.ö. 96 da hisarıyla bir kale-şehir durumundayken, saraylar ve büyük
yapılar inşa ettirilmişti. Aynı yıllarda Çekirge (Pitya) da İm.Traian’ın izniyle mevcut hamam onarılmıştı.
Daha sonraları İmp. Hadriyanus Roma eyaletlerini ziyaret ettiği sırada Bursa’ya da gelmiş, Orhaneli
(Atranos) yakınında mabet ve okulu olan bir kasaba kurdurmuş, ayrıca İznik (Nikea) ‘in surlarını tamir
ettirerek, İstanbul ve Lefke kapılarını inşa ettirmiştir. M.s.395 yılında Roma ikiye ayrıldığında, Bursa
Doğu Roma idaresinde kalmış, İmp.Jüstinyanus (m.s.525-565) Çekirge’de saray yapıları ile hamamları
(kaplıcaları) yeniletmiştir. Doğu ve Güney Marmara’nın Osmanlı Türkleriyle tanışması 1307 de Osman
Bey’in Dimboz Bayırı’nın doğusundaki Bursa, Kestel, Kite, Atranos tekfurlarının müşterek ordularını
yenerek, Bursa’yı kuşatması sürecinde iki gözetleme kalesi inşa ettirmesiyle ki, birisi Kükürtlü, diğeri
Molla Arap Mektebi’nin bulunduğu yerde idi. Kuşatmaya Orhan Bey tarafından devam edilmiş, 6 Nisan
1326 günü vire ile alınmıştır. İlk Osmanlı parası da Orhan Gazi tarafından Bursa’da kestirilmiştir.
İşte bu toplantının konusu olan Bursa (Olimpos Bursa’sı) ve bağlı yerleşmelerinin asıl imarı bu
tarihten sonra başlar. Bursa şehrinin Osmanlı Türk çehresinin günümüze ulaşan durumuyla oluşması
Orhan Bey tarafından başlatılmıştır. Orhan Gazi ilk iş olarak Bursa şehrini kale-şehir konumundan
1 Strabon; Coğrafya.(Geographika), (çev. Adnan Pekman), Kitap XII,Bölüm IV-VIII, İstanbul,1972, s.12 vd.; Hüdavendigâr Vilâyeti Salnâmesi.
H.1324/m.1906.
2 Kâzım Baykal; Bursa ve Anıtları.İstanbul, 1982,(2.baskı).
250
Bursa’da Sular, Kaynakları ile Kaplıcalar
251
çıkararak, doğuda ovada inşa ettirdiği külliyesi ile şehri ovaya açmıştır. Orhan Külliyesi’nin (1339) inşa
edildiği arazi o yıllarda ne yazık ki, Uludağ (Olimpos, Keşiş Dağı) ‘dan inen kaynak ve kar sularının
buluşarak burasını bataklığa dönüştürdüğü yerdi. Bursa bir sular şehriydi.3
Orhan Gazi Bursa’yı imara başladığında karşılaştığı en büyük sorun Uludağ’dan inen kaynak suları
oldu.Şehrin bir tarafında Gökdere’yi oluşturan kaynak ve kar suları, diğer ucunda, batıda ise sıcak kaynak
suları. Her iki su kaynağının muhteşem varlığının önemi kadar bu suları ilgili su yapıları ile kanallar
vasıtasıyla sistematik olarak şehir dokusunda kullanılabilir yapılaşması, Bursa şehrinin iki önemli su
yapısının çeşitli mimari örneklerinin inşa edilmesini, gerçekleştirilmesini sağlamıştır.4
1. Su yolları ve maksemler ( Su taksim yerleri-Çarşaflar)
2. Su yapıları
a. Hamamlar
b. Çeşmeler
c. Köprüler
Bursa suları genel olarak ısı derecesine göre erkek ve dişi olarak sınıflandılıyor. Uludağ’ın su
kaynakları şehre üç koldan ulaşıyor.
- Gökdere ve bağlı sular; Derin vadide etraf sular toplanarak süzme havuzundan makseme
ulaşmakta, ayrılan bir kola Pınarbaşı suyu katılarak bu koldaki su derecesi yükselir (13 C°)
esasında maskemdeki ısı değeri daha düşüktür (5 C°).
- Pınarbaşı Suları; Esas kaynağı Soğucak pınarı mevkiinde olup, Pınarbaşındaki maskemde
(Çarşaftan) taksim edilerek bütün Hisar içine ulaştırılır. Pınarbaşının suyu Kartaca kumandanı
Annibal’in planladığı kale-şehirin su ihtiyacı için yapılan ilk su sistemi olarak önemlidir.
- Kırkpınar Suları; Bakacak (Teferrüc) deposuna gelen sular olup, derecesi 2,5 C°’dir.
- Arap Deposu suları; Akpınar, Çölpazarı,İhsan Pınarı, Fındıklı, Devrengeç ve Yıldırım Bayezid’in
Su Arkı ile getirdiği Akçağlayan sularının toplanıp dağıtımının yapıldığı Bakacak deposumaksemi.
Bursa’nın depo ve maksemlerle sistematik su toplama-dağıtım sistemi dışında bu sistemler içine dahil
edilemeyen sularının önemli bir kaçı ise; Gökderenin batısındaki Kavak Suyu, Dolaplı Suyu, Kale Bahçe,
çobanbey, Eşrefler, Teferrüç’ten Emir Sultan’a ulaşan Kurtbasan suyu, Kösericelere ulaştırılan Fındıklı
suyu, Çatal Mescid’e ulaşan Çatal suyu, Feyzullah Abdürrezzak ve Hekimşah suları Ahmet Dai’den Yeşil
Külliyesi altından Atpazarı’ndaki Hamama kadar, gene Dökümhane’ye kadar ulaştırılmıştır.
Bu debisi yüksek su kaynakları dışında “Ayazma” olarak adlandırılan yerlerdeki kaynak sularının da
bazıları dağıtıma elverişli olup, Umurbey’deki birkaç ayazma; gene Şeyh Hamid Ayazması, Ali Şîr, Mollla
Fenarî ve müteakip 600 eve ulaşır 18 C° dir. Güvem Pınarı Çongara yolundan Alaca Hırkaya; Kara
Mehmet ayazma suyu Pınarbaşı mahallesine; Asa suyu Alaca hırka’dan Yoksullar Evine kadar; Meryem
Ana Ayazması ile Demirkapı ve Büyük ayazmalar Hamzabey, Elvanbey’e kadar ulaşır. Yağcılar Pınarı
suyu Mezbaha ile Yeni Kaplıca ve cıvarına gider. Sütlüce suyu bir kolla Atatürk Köşkü’ne; Kireç ocağı
civarındaki Çifte Çınarlar suyu ise Çelik Palas’ gider.
Bursa şehrinin iki ucunu belirleyen Doğuda Yıldırım Külliyesi, Batıda Murat Hüdavendigâr
Külliyesi’dir. Hüdavendigâr Külliyesi (1365-1385)’nin Çekirge’de inşa edilmesiyle, bir kaplıca yeri
olmakla beraber devamlı iskân yeri olmuştur.5 Bu durum iskân ve işlevlere cevap verecek su sisteminin
inşasını da gerektirmiş mevcut kaplıcalar dışında pek çok kaynak dağıtım sistemine katılmıştır. Böylece
Çekirge sularından Kışla’ya Cevizdibi kaynağı; Balıklı Pınar, Hafız Ali Suyu, Pınar-ı Mehmed ile Sandık
pınarı Eski Kaplıca ile bütün evlere verilmiştir. Gene Saatçi Ali kaynağı Aygır Deposu’na, Yoğurtlu Baba
3 E:H:Ayverdi; Osmanlı Mimarisinin İlk Devri.c.1, İstanbul 1989,s.61’de Neşrî; Faik Reşid-Mehmet Köymen tab’ı, a.e.,s.186’da
E.H.Ayverdi’nin Neşrî’den aldığı metinde “rivayettir ki, Orhan gazi iki imaret yaptırdı. Biri Bursa’da ve biri İznik’de ve manastırı Bursa’da bu
medrese indirdi ve dahi muhabbet ettiği dervişlere zaviyeler yapdı. Nitekim Geikli Baba üzerinde yaptığı otluğu sabıka zakirtten ve her yerleri
imaret etmek sürdü, ıssız yerleri mamur edip, Müslümanları ve Bursa’da yaptırdığı imaret yeri bir ıssız yerdi kim ikindiden sonra adam varmağa
vehim ederdi. Zira Gökdere suyu evvel eyyamda Balık Pazarında akardı. Ol sebebten dereyi öte yakaya geçmeğe vehim ederlerdi. Sonradan
derenin çaydan yana tarafına Atpazarı olacak. Hisardan yana biraz emin oldu. Şimdi ol Atpazarı’nın yeri Sultan Hanı olmuştur………”
4 Bu sistematik içinde Bursa şehrinin kaynak sularıyla ilgili su dağıtım sistemi üzerinde dururken bazı literatür bigilerini de düzeltmeği
amaçlamış bulunuyorum. Bu düzeltmeler daha çok terim bilgisi yönünde olacaktır. Bize kaynaklık eden yayınların yazarları maalesef imar
terimlerini ya yerli halkın kullandığı terimlerle veya yapı adlarının kaynağa bağlı kuruluş ve kullanılışını göz önünde bulundurmadan eserlerini
kaleme almışlar. Dolayısıyla yanlışlıkla değil kendi bilgi alanları olmadığı için terimlerin doğru kullanımından uzaklaşılmıştır
5 Gönül Cantay; Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifaları. Ankara,1992, s.73 vd. ile Osmanlı Külliyelerinin Kuruluşu. Ankara 2002,s.31
vd.
252
Bursa’da Sular, Kaynakları ile Kaplıcalar
Suyu Çınarlı Çeşme ve Papaz Çeşmesi’ne, Sadullah kaynağı Un Fabrikası’na, Karaağaç Suyu Ziraat
Mektebi’ne, Çakaldere Suyu Acemler değirmenine bağlandığı gibi, İpekli ve Şeker Pancarı adıyla bilinen
sular da başlıca kaynaklar ve içimi iyi sular olarak önemlidirler. Bursa’nın en leziz suyu olarak bilinen
Gümüş Suyu ise Sultan Mecid için inşa ettirilen Hünkâr Köşkü (Cumhuriyet Köşkü)’ne ulaştırılmıştır.
Bütün bu suların kaynağı olarak yükselen Uludağ (Olimpos) çevresindeki yerleşimlerin daha ilk
zamanlardan beri gerekçesi olmuş ve Bursa şehrinin semtleri bu su kaynaklarına bağlı olarak oluşmuştur.
Ancak dikkat edilirse Uludağ’daki soğuk su kaynakları şehrin doğusunda, sıcak su kaynakları ise şehrin
batısında ortaya çıkmıştır. Evliya Çelebi “Bursa şehrinin güney tarafındaki Keşiş Dağı sanki Âb-ı hayat
madenidir…..velhasıl Bursa sudan ibarettir” der.
Böylece batıdaki sıcak su kaynakları Çekirge semtinin bir kaplıca yerleşmesi olarak doğmasına
neden olmuştur. Çünkü Çekirge’deki ilk yapıların daha Roma hakimiyeti sırasında kaplıca yapıları
olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir. Ancak günümüze ulaşan Çekirge Osmanlı Türk hakimiyetinin
daha ilk yıllarında yapılaşmasıyla, Murat Hüdavendiğâr Külliyesi ile kaplıcalar semti olarak gelişmesini
sürdürmüştür. Böylece başlangıcından günümüze kadar Çekirge kaplıca yapıları ve çevre yapılaşmasıyla
Anadolu’daki Selçuklu döneminin kaplıcalarından sonra Türklerin Doğu Roma hakimiyetine son
verdikten sonraki Çekirge kaplıcalarının onarımı, yeni mimari katılımlar ve konaklama yapılarıyla
Sağlık Turizmi Merkezi niteliği ile yaşamıştır. Çekirge’deki Eski Kaplıca ve Kükütlü Kaplıcalarına tabiî
sıcak suları nedeniyle “Hamam-ı İlâhi” denildiği bildirilmektedir.6
Bursa’da sıcak su kaynaklarına bağlı olarak şifalı ve önemli ılıcalar Çekirge ile Çelik Palas cıvarında
toplanmış olup, suların işletmesi vakıf sistemine bağlıdır. (pafta 2)
Eski Kaplıca bilindiği gibi, Murat Hüdavendigâr vakfıdır. İlk inşaatı İmp. Traian zamanına ait
olduğu bilinmektedir ki, bu ilk yapı kalıntıları daha sonra inşa edilen yapının altındaki kalıntı olmalıdır.7
K.Baykal,(s,31) hiçbir kayıt yokken sadece İbn-i Batuta Seyahatnamesi’ndeki bilgiyi “ Orhan zamanında
büyük bir kaplıcanın varlığı biliniyor”, gene “Kaplıcanın güneyindeki karşı düzlükte kaynağı ve deposu
ile altındaki çeşme en eski çeşmedir” diye bilgi veriyor. E.Çelebi ise “Bursa kaplıcalarının en faydalısı
Hüdavendigâr kaplıcasıdır” der.8 Ancak yapı ile ilgili bilgi vermez. Yapı ile ilgili bilgileri ve ilk röleve
planlarını E.H.Ayverdi (c.3,s. ) vermekte yapıyı konu alarak yazanların eserlerini inceleyip, notlarındaki
bilgiler kadar, birinci derece kaynak olan tamir belge ve metinlerini de aynen vererek, görüşlerini
katarak değerlendirmiştir. Buna göre; Eski Kaplıca’da Camekân yapısı S.II.Bayezid’in planlatıp inşa
ettirdiği ilâvedir.(pl. )Kükürtlü Kaplıcası’nın da soğukluğu (camekânı) gene S.II.Bayezid’in ilâvesidir.
Her iki kaplıcanın işletilmesi için dükkânlar da inşa edilmiş ve gelirleriyle hamamcı ve natır tayin
edilerek, ücretsiz peştemallar (futalar) tahsis edilmişti. Hüdavendigâr kaplıcası, vakfına bağlı olarak
ücretsiz ve fakir-zengin herkese açıktır. İşte S.II.Bayezid bu kaplıcaya inşa ettirdiği ılıklık mekânıyla
(h.917/m.1511) beraber vakfı kendi adına almıyarak Hüdavendigâr vakfında bırakmış ve ilk vakfa kira
(mukata’a) vermiştir.E.H.Ayverdi (c.3.s.223) Murat Hüdavendiğâr’ın Cemaziy’ül-ahir 787/Temmuz
1385 tarihli ikinci vakfiyesinde son on satırın tevsî ve tevzi’name’de “kaplıca zaviyesinde ders veren
müderrise….” İfadesinden, Murat Hüdavendigâr’ın Çekirge’de inşa ettirdiği Külliye’nin kaplıcalarla
ilgisi, hatta Külliye’nin isimlendirilmesi de öğreniliyor.
Eski Kaplıca’nın çifte hamam planında olduğunu Evâil-i Zilhicce 1026/m.1617 tarihli belgedeki
(höccet) ifadeden anlaşılmakla beraber kadınlar kısmının ilk yapılaşmayla ilgili olmadığı, S.II.Bayezid’in
soğukluk bölümünü ilâvesinden sonra ortadaki Kubbealtı sütunlu sıcaklık bölümüne katılarak bu
mekânın kadınlara ayrıldığı düşünülmektedir.9
Eski kaplıca’nın günümüze ulaşan havuzlu, arslan ağızlı su oluklu ve derleme (spoli) sütun ve yuvarlak
kemerlerle taşınan halvet mekânı ve halvetin açıldığı gene sütunlu, fıskiyeli mekânı Hüdavendigâr
yapısı olarak Çekirge’de ilk Osmanlı Türk kaplıca yapısıdır. Yapı mekânının merkezî plan kurgusu
kadar derleme mimari unsurların varlığı ve kullanımı mevcut bir ılıca harabesinin mimari unsurlarının
yeniden kullanılmış olduğunu açıkladığı gibi, yapının batı-güney-doğu cephelerinin coğrafik eğim içine
sokulmuş olması, sıcak su kaynağının güneyden yapıya girmesi, buna mukabil eğime bağlı olarak yüksek
olan kuzey cephesinde bitişik fevkânî binaların yer almış olması, kaplıca bütünlüğünde konaklama
yapılarına da yer verildiğini açıkladığı gibi, tabi î ısı kaybını da önler.
6 E.H.Ayverdi; a.e.,c.1, s.534’ “havuzlu hamamlar” da demektedir.
7 K.Baykal; a.e.,s.31,32.
8 E.Ç.; c.3,s.7 vd.
9 E.H.A.;c.1, s.280.
Bursa’da Sular, Kaynakları ile Kaplıcalar
253
Kükürtlü Kaplıcası da Hüdavendigâr yapısı olarak coğrafi konumu yönünden benzer özelliklere
sahiptir. Erkekler kısmı Murat Hüdavendigâr tarafından 1389 yılından önce inşa ettirilmiş ve vakfına
bağlı olup, kadınlar kısmı S.II.Bayezid tarafından kaplıca bütünlüğüne katılmış ve daha sonra S.II.
Bayezid’in torunu Hançerli Fatma Sultan’ın vakfına geçirilmiştir.
Kükürtlü Kaplıcasının 17.yüzyıl içinde iki defa tamir gördüğünü öğrendiğimiz, h.1027/m.1618
tarihli Belge’den ricale mahsus kaplıcanın günlük dört akçeye bir yönetici (hâfız) verilmesi bildirilmekte,
yüzyılın sonuna doğru (28 Receb 1092/13 Ağustos 1681) tarihli kayıtta ise Kükürtlü Kaplıcanın harap
olduğu ve genişlik ve yüksekliği ile 400 zirâ’ büyüklüğündeki camekân kubbesinin üst kiremit örtüsü ve
tuğlalarının yıkılarak sıcak su yolunu bastığını ve bu yolun tamiri için 530 adet künkün toplam 63400
akçeye tamiri bildirildiğine göre, yapının üst örtüsünün tamamen yıkıldığı ve verdiği zararın büyüklüğü
anlaşılıyor. Yaklaşık altı-yedi ay sonra (24 Muharrem1093/1 Şubat 1682) Kükürtlü Kaplıcası’nın bu
tahribatına ait keşfi’nin talep edildiği, 572 zirâ’ kubbesinin üç kat bilezik duvarı (Kubbe kasnağı) ile
Buğalice (Buğulu) tabir edilen halvetinin üstünün bir yük yirmi sekiz bin dört yüz elli akçe sarfıyla
onarıldığı kayıt ediliyor.
Bütün bu belge bilgileri bize Kükürtlü Kaplıcası’nın E.Çelebi’nin de işaret ettiği gibi önemini
açıklıyor.10
E.Çelebi’ye göre Kükürtlü Kaplıcası’nın doğal sıcak suyu iki yapının arasından çıkmaktadır. Kaynağa
yakın kaplıca örneği olup, suyun ısı kaybı yoktur, denilebilir. “ Suyu gayet acı, faydası kızıl uyuz olanları
yıkanınca faydasını gördüğü, halvetine giren kimsenin yarım saat kalabilmesinin mümkün olmadığı ve
eğer uyuz illetindeki birinin birgün birgece bu sudan istifadesi sonunda vücut derilerinin kara soğan
gibi soyulup, bembeyaz olduğu, suyu içilirse gene faydasının görüleceğini bildirmesi kadar saf suyun
kükürt madenine rastlamasıyla, hekimlerin söylediğine göre, ateşte kaynar gibi kaynayıp, adamı pişirip
helâk eder” diyerek, bu kaplıcanın sularına soğuk su katılır, ılıklaştırılıp kullanılır olduğunu bildirir.
Akçe Hamam adıyla da tanınan Kara Mustafa Kaplıcası, yapıyı menşei itibariyle Doğu Roma
dönemine bağlıyan yayınlar, mevcut yapının gene S.II Bayezid döneminde damadı Kara Mustafa
Paşa’nın yeniden ihya ettirdiğini, ahşap camekân yapısı ile ortasında mermer şadırvanlı olup, bir
tarafında dikdörtgen havuzlu mekânın kubbe ile örtülü olduğunu ve iki kurnasının bulunduğunu
öğrenmek, kaplıcanın sıcaklık mekânını tanıtmakla beraber suyunun gümüş madenli olması ise
Gümüşlü kaynağından bir kolun Cumhuriyet Köşkü (Temennay-ı Sagir Köşkü) ne bağlanmasının
nedenini açıklıyor.11
!6.Yüzyıl ortalarında mevcut kaplıcalara bir yenisinin katıldığını görüyoruz. 1552 yılndaki bu
kaplıca mevcut kaplıcalara nisbetle Yeni Kaplıca adıyla anılarak zamanımıza ulaşmıştır. Kapısındaki
çini kitabesi h.960/m.1552 tarihini verir. Duvarları çini kaplamalı olup, kurnaları harap durumdaki
Timurtaş Hamamı’ndan satın alınarak kullanılmıştır. Sıcaklık girişinin iki tarafında yeralan halvet
mekânlarından sağdakinde su doğal sıcaklığı ile aktığından “eşek terleten” adıyla anılır. Kaplıcanın
sıcaklık bölümü havuzlu olup, arslan ağzı oluğun yeraldığı ayna taşı bezemeleriyle 16.yüzyıl örneğidir.
Yeni Kaplıca’nın inşaı ile ilgili iki söylenceden biri, Rüstem Paşa’nın görevlendirdiği bina emini Kerim
Beğ, malzemeyi Timurtaş Hamamı’ndan satın aldırarak, vekili Kubat Beğ tarafından Rüstem Paşa adına
Yeni Kaplıca 40 bin dirheme kiraya verilmiş, bu bilgi yapının banisinin Rüstem Paşa olduğu şeklinde
algılanırken, Yeni Kaplıca’yı inşa ettirenin Arapzade Abdülbaki adında biri tarafından inşa ettirilip,
Rüstem Paşa’ya sunulduğu ikinci bir bilgi olarak kaynaklarda belirtilir. Ve Yeni Kaplıca İ;stanbul’daki
Sultanî (Süleymaniye) Hamamı’na benzer ifadesi ise, bizi Yeni kaplıca’nın Mimar Sinan Ekolü’ne ait
bir yapı olduğu fikrine götürür ki, bütün bu bilgileri K. Baykal, Kâmil Kepecioğlu’nun “Hamamlar…”
kitabındaki adını vermediği Hasan Fehmi’nin bir makalesinden istifade ettiği şeklindeki kaynağa
götürür. Ancak bu eksik bilginin kaynağını bulup, bilgiyi tahkik etme imkânından mahrum kaldık.12
Doğal sıcak sulu kaplıcalara Türkiye Cumhuriyeti döneminde modern ve konforlu bir kaplıca-otel
1933 yılında Çelik Palas adıyla katıldı.
E.Çelebi’nin suyu çok olduğundan hamamları da çoktur dediği Bursa şehrinin su ile ilgili yapılarını,
suyolları, depolar, çeşmeler, sebiller, hamamlar, ılıcalar olarak ifade eder, üstelik ayrı başlıklar altında
verir. “Allah’ın kudreti Ilıcalar” dediği başlık altında terminolojik bigi de verir.
10 E.Çelebi; c.3, s.25.
11 K.Baykal; a.e.,s.124ðe Köşkün yerinde Şerif Efendi Köşkü bulunuyorken, S.Mecid Bursa’ya gelmezden önce satın alınarak, yıkılmış, yerine 19
günde bu köşk inşa edilmiş, 1859 da S.Abdüaziz de bu köşkte ağırlanmış.
12 K.Baykal; a.e.,s.29.
254
Bursa’da Sular, Kaynakları ile Kaplıcalar
Ilıca’ya acemlerin kermâbe; Rumların kaynarca; Moğolların kerense; Rumeli’nde bana; Bursa’da ise
kaplıca denildiğini bildirir.
E. Çelebi’nin terminolojik yaklaşımı gibi bizim de kaplıca ile hamam arsındaki farkı belirlememiz
gerekirse; kaplıcalarda doğal sıcak su kaynaklarından ulaştırılan minaralli sular kullanılır, bu nedenle
planlamalarında soğukluk-ılıklık-sıcaklık (halvet) mekân düzeneği takib edilse de külhan mekânları
bulunmaz. Ilıca adıyla tanınan kaynaklar da kaplıcalardan farklıdır. Ilıcalar Anadolu’da pek çok örneğini
gördüğümüz gibi, doğal kaynak suyunun toplandığı açık banyo yerleridir. Günümüzde bazı ılıcaların
suları kanalize edilerek mekânlar içindeki havuzlara alınmış örnekler de vardır. Ancak bunların çoğunda
sıcak su da yaşayan balıklar bulunur.
E. Çelebi, Tıp tarihi açısından ise şu bilgilere dikkat çeker;” saf su kükürt madenine uğrarsa,
hekimlerin söylediğine göre, ateşte kaynar gibi kaynayıp adamı pişirir ve helâk eder, bu kaplıca sularına
soğuk su karıştırılır, ılıklaştırılır. Böyle kaplıca suları ile ne kadar yıkanılsa ve içilse okadar menfaati
olur. Eski hekimler kaplıcaların 70 hassasını yazmışlar, sakıncalarını da bildirmişler, çok içenin dişleri
dökülür, demişler. Hakikaten ekseriya kükürtlü ve cıvalı hap kullananları dişleri dökülmüştür.”
E. Çelebi Seyahatname’de (Zuhuri Danışman tabı, c.3,s.24’te) Kaplıcaya nasıl girileceğinin usullerini
de bildirir.
Çekirge kaplıcaları gibi Bursa’ya bağlı ilçe ve dağ köylerinde de sıcak su kaynaklarını ve kaplıca
yapılarının varlığı bilinmektedir. Ancak vaktiyle İstanbul’un ilçesi olan Yalova, Güney Marmara
coğrafyasında Bursa yakınında değerlendirilebilir. Bizim için Yalova Kaplıcası’nın önemi ise Mustafa
Kemal Atatürk’ün hastalık teşhisinin Yalova Kaplıca doktoru olarak görev yaptığı yıllarda Dr.Nihat
Reşat Belger tarafından teşhis edilmiş olmasıdır.
Atatürk, 1938 Ocak ayı içinde kaplıca suyunun kaşıntılarına iyi gelir düşüncesiyle Yalova’ya gitmiş
11 gün kadar kalmış (22 Ocak-1 Şubat 1938). Başvekil Celal Bayar’la, dahiliye vekili Şükrü Kaya da
yanındaymış. Orada kendisini Kaplıca doktoru N. Reşat belger muayene etmiş, neticesinde karaciğerin
büyüdüğü, vucudundaki kaşıntıların buna bağlı olduğunu kendisine bildirerek tedaviye başlamış. On
gün içinde iyileşme görülmüş.13
Bu toplantılar vesilesiyle Prof.Dr.N.Reşat Belger’i de rahmetle anmak isterim.14
Bibliyografya
Armağan,Mustafa; Bursa’ya Şehrengiz, Osmanlı’yı Kuran Şehir.İstanbul,2006.
Ayverdi, E.H.; Osmanlı Mimarisinin İlk Devri (630-805/1230-1402). C.1,İstanbul,1989 (2.Baskı)
Ayverdi, E.H.; “Orhan Gazi Devrinde Mimari”, A.Ü.İlâhiyat Fak. Türk ve İslâm Sanatları Tarihi Ens.Yıllık Araştırmalar Derg. C.I, s.121 vd.
Banarlı, Nihad Sami; “Ahmedî ve Dâsitân-ı Tevarih-i Mûlûk-i l-i Osman”, Türkiyat Mec. C.VI.,s.49-176.
Barkan, Ömer Lütfi; “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Derg.II. Ankara,1942.
İbn Batuta; İbn Batuta Seyahatnamesi’nden Seçmeler. (Haz.İsmet Parmaksızoğlu),İstanbul 1986. (1000 temel Eser)
Baykal,Kâzım; Bursa ve Anıtları. İstanbul,1982.(2.Baskı)
Cantay,Gönül; Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifaları. Ankara,1992.
Cantay, Gönül; Osmanlı Külliyelerinin Kuruluşu. Ankara,2002.
Çetintaş, Sedat; Yeşil Cami ve Benzerleri Cami değildir. İstanbul, 1958.
Dağlıoğlu, H.Turhan; XVI.Asırda Bursa. Bursa 1940.
Danişmend, İ. Hami; Üç Bursa. İstanbul,1948. (Yapı Kredi Bankası Albümü)
Ergin, Osman; Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi. İstanbul,1939.
Evliya Çelebi; Seyahatname. C.3, İstanbul,1970.(Türkçeleştiren; Zuhuri Danışman)
Fallon, Steve; “Hungry”, Eastern Europe on a Shoestring, Hawtorn (Australia)1997, s.349-455.
Gabriel, A.; “Bursa’da Murad I. Camii ve Osmanlı Mimarisinin Menşe’i Mes’elesi”, Vakıflar Derg.II. Ankara 1942, s.37-43.
Gökbilgin, Tayyib; XV.-XVI.Asırlarda Edirne ve Paşa İli Livâsı, Vakıflar, Milkler, Mukaata’alar. İstanbul,1952.
- Halil Edhem; Düvel-i İslâmiye. İstanbul,1927.
- Harrel, Betsy; Mini Tour near İstanbul. (II. Book) ,İstanbul, 1978, s.86, 109 vd.
13 Hasan Rıza Soyak;”Atatürk’ün Aramızdaki Son Günleri”.Hayat, C.III, S.46, 1963, s.3-15.
14 Prof.Dr. Nihat Reşat Belger, 7 Şubat 1882 doğumlu olup, babası Mehmed Reşad Bey ile annesi Havva Fikriye Hanımdır. Tıp öğrenimine
1901-1902 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) de başlayıp, 1916 yılında Paris Tıp fakültesi’nde tamamlamış. Kendisine 1957
yılında Paris Üniversitesi Şeref doktoru payesi vermiştir. Görevleri arasında başta hekimlik gelmekle beraber siyasetle uğraşmak da vardır.Daha
1920-1921 yıllarında Londra’da toplanan Şark İşleri Konferansı’nda matbuat ve istihbarat müdürü ve siyasi müşavir olarak görev yapmıştır.
Hekimlik görevleri Gureba Hastahanesi’nde dahiliye mütehassıslığı, Beyrut Askeri Hastahanesi’nde hekimlik, Yalova Kaplıca hekimliği ve 1950
yılında demokrat Parti’den T.B.M.M.’ne girmiş, Adnan Menderes’in ilk Hükümet Kabinesi’nde Sağlık Bakanlığı görevini sürdürmüştür.Avrupa
Konseyi’nde Türkiye’yi temsil etmiştir. Daha sonraki görevleri arasında Kızılay Genel Başkanlığı, İstanbul Kulubü Reisliği, Paris Hastaneleri
Cemiyeti azalığı ile Paris Tıp Akademisi muhabir üyeliğinde bulunmuştur. 29.Eylül 1961 günü ebediyen aramızdan ayrılmıştır
Fransız ve İngiliz tıp dergilerinde önemli ve çeşitli yayınları vardır. Kişisel merakları keman ve müzik olan Prof.Dr.N.R.Belger’in en önemli eseri (
Les Grecs a’ Smyrne et leurs atrocités.İzmirli Rumların zülümleri) adlı eseri olup, Paris’te Fransızca olarak 1920 yılında yayınlanmıştır.
Biyografiler Ansiklopedisi, s.74 (basım yeri ve yılı yok),
Bursa’da Sular, Kaynakları ile Kaplıcalar
-
Hüdavendigâr Vilâyeti Salnamesi. h. 1324/m.1906.
Hüseyin Hüsameddin; “Orhan Bey’in Vakfiyesi”, TTEM 17(94), 1926,s.284-301.
İbn-i Batuta; Seyahatname.(mütercim;Mehmed Şerif),İstanbul, h. 1332/m.1914.
Kaplanoğlu, Raif; Doğal ve Anıtsal Eserleriyle Bursa. İstanbul,2003.
Kâtib Çelebi; Cihannûmâ. İstanbul, h.1145/m.1732-3, s.653.
Koç,Fevziye; Türkiye Kaplıcaları. İstanbul,2011.
Nirven,Sadi Nazım; “Les Eaux de la Marmara (Marmara Suları)”, T.T.O.K.Belleteni, No;271-272, Ağustos-Eylül 1964, s.23-25.
Strabon; Coğrafya (Geographika). Kitap XII,Bölüm IV-VIII, (Çev.Adnan Pekman), İstanbul,1972.
Şemsüddin Sâmî; Kamûs’ul A’lâm. c.VI, İstanbul,1306-1316, s.4805.
(Uludağ), Osman Şevki; Bursa ve Uludağ Seyyâhin Rehberi. (Türk Seyyâhin Cemiyeti),1928.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi. Ankara,1947.(T.T.K.Basımı)
Ülgen, Ali Saim; Bursa Âbideleri. İstanbul,1948.
Tanpınar, Ahmet Hamdi; Beş Şehir. İstanbul,1969. (1000 temel Eser)
Wilde, H.; Brussa. Berlin,1909.
255
KAZ DAĞLARINDA ANTİK DÖNEM KAPLICALARI
ANCIENT PERIOD THERMAL SPRINGS IN MOUNT IDA
Betül Bakır*
* Yard. Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, M.Y.O.Teknik Programlar Bölümü İstanbul/Türkiye
Summary
Water which enables organisms stay alive, is the only element in the universe that the living creatures need by nature. Water which is meat
and drink to the living creatures is also used for creating hygienic environment, washing and curing apart from eating and drinking whereas it is
also a main need for agriculture and economy. In the first periods of the human existence, when a shift was made from the caves to the village
settlements in Neolithic Age, especially water basins were used for settlements. The first settlements developed around the water basins such as
Egypt and Mesopotamia which were watered by the Nile, the Ganges, the Euphrates and the Tigris. While the irrigation channels were used in
agriculture and for the natural needs of the settlements, natural thermal springs have been used for medical, physical, aesthetic reasons and as a
mental soothing with the aim of treatment and curation since the Ancient Periods. The curing springs were also used as an uplifting and relaxing
agent for the soldiers who got tired in the wars and at the same time, hydrotherapy had gained importance as an effective treatment method for
curing diseases and adorning the skin. Especially in the Roman and Greek Empires, hot water baths were built and spa curations definitely took
place as a treatment method in asclepions. The famous historian Herodotus who lived in the 5th century B.C gave information about the benefits
of the thermal spring curations, and the famous doctor Galen who is from Pergamum suggested thermal spring treatments for some diseases and
wounds. As it is known, Pergamum is in the location where the line of Mount Ida extends over the Anatolian Peninsula. As a result of is geological
nature, Mount Ida has many hot water springs which are rich in minerals. The importance of the hot water springs was understood in the districts
where colonies were established such as Troia and Assos in Ancient Periods (It is stated in the resources of Trojan War in 1275 B.C) , structures
were built on water springs and they grow into spa centers in these periods. The Spas in Çanakkale, near and on the Mount İda which are known
to extant from the Roman and Greek Periods are the thermal springs of Hıdırlar (Angonya), Küçükçetmi (Aphrodite), Biga Kırkgeçit, Tuzla Kızılca,
and it contains many hot springs such as Ozancık, Karaılıca, Akçekeçili, Kestanbolu (Alexandra-Troias), Kocabaşlar, Palamutoba, Kirazlı and Balaban
Waters, Kum, Külcüler, Çan and spring of Ilıcadere. There are the thermal springs of Bostancı-Entur, Adramis and Güre within the borders of Balıkesir
Edremit, in the Mount İda. Among these, the Hill of Gargara which is stated in Homeros’ Illiad and the thermal springs of Aphrodite which is located
near the Altar of Zeus, Kestanbolu which is in Alexandra-Troias settlement on Babakale and the hot springs of Adramis and Güre are the most
popular anchient history hot springs which are also attracting interest in terms of health today.
1. İlkçağlardan günümüze suyun insanoğlu için önemi
İnsanoğlunun ilk yerleşimlerini su kenarlarında kurmaları biyolojik ihtiyacın yanı sıra, fizyolojik
ihtiyaç, dini gereksinim ve hijyenik ortam gereksinimi sağlamak amacıyla hayati önem taşıyan doğal
bir süreçtir 1. Su, yemek pişirme, içme, hijyen, sağlık, yıkanma dışında, İslam dini gereği abdest alma
ve temizlik şartını sağlamak için gereklidir. Tarihte su kenarlarına kurulan yerleşimlerde bunlardan
başka, sulu tarım yapmak, yabani hayvanlardan korunmak, ulaşım sağlamak, nehirlerdeki canlılardan
yararlanmak, saz gibi suda yetişen malzemeleri kullanmak, değirmen gibi araçları çalıştırmaya yönelik
su enerjisinden yararlanmak gibi çeşitli amaçlarla da suyu kullanmışlardır.
İlk yerleşimler Nil, İndus, Fırat, Dicle nehirlerinin suladığı Mezopotamya, Mısır gibi su havzalarında
gelişmiştir. Sulama kanalları tarımda ve yerleşimlerin doğal ihtiyaçları için kullanılırken, doğal termal
kaplıcalar antik dönemlerden beri tedavi ve kür amacıyla tıbbi, fiziksel, estetik amaçlı ve ruhsal dinlendirici
olarak kullanılmıştır. Eski Hind din kitabı Darmaçastra’ya göre vücudun temizliği gerekmekte, Ganj
nehrinde yıkanma bunun için gereklidir. Eski İran’ın kutsal kitabı Zendavstada’da dini temizlik su ile
yapılmalıdır. Kutsal kitaba göre Saba Melikesi Belkıs’ın bir ılıcası vardır. Firavunlar devrinde Mısır’da
kutsal Nil’de yıkanmak, temiz beyaz keten kıyafet giymek örf-adetin yanı sıra din gereğiydi2.
İlk yazılı kaynaklara göre Sümerler’in 4 tanrısından biri “Enki”su kültünü temsil etmektedir3. Su
öğesinde dini buyrukların kullanım açısından etkisi vardır. Tüm dinlerde kutsal olarak nitelendirilen su
için Kur’an da Nur suresinde bütün canlıların sudan yaratıldığı belirtilmiştir4.
1 1.Bakır,B. “Biyolojik Gereksinim “su” ve Osmanlı’da 18.yüzyıl İstanbul Çeşme ve Sebilleri”, 38.Uluslararası Tıp Tarihi Kongresi, 1-6 Eylül 2002,
İstanbul; Meydan Larousse, “su”, 11. Fasikül, s. 580; Güvenç, B. İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, 7. Baskı, 1996; Ünsal,B, Mimari Tarihi, İ.Y.T.O
yayınları, sayı 53, İstanbul 1967; Müftüoğlu,F, Şen,Z. “Osmanlı Coğrafyasından Günümüze Ortadoğu Su Meseleleri”, Osmanlı Su Medeniyeti,
Uluslararası Sempozyum Bildirileri, 5-8 mayıs 2000, İstanbul; Borat,M. “Vakıf Yolları”, Osmanlı Su Medeniyeti, Uluslararası Sempozyum
Bildirileri, İstanbul 2000.
2 Aru,K.A. Türk Hamamları Etüdü, İTÜ,Mimarlık Fak., Doç.Tezi, İstanbul 1949. s.10.
3 Hititlerde, M.Ö. 14. yüzyıldaki anlaşmalarda su tanrısı“Ea” dan başka su kültünü temsil eden tanrıların olduğu bilinmektedir. Afyonda Frig
medeniyetinin bulunduğu Üçler Kayası’nda, Midas’ın tümülüsü civarında, Eskişehir Yazılıkaya’da kayaya oyulmuş sarnıçlar, karlıklar, Urartuların
51 km.lik Semiramis kanalı ilk yerleşimlerde suya verilen önemi göstergeleridir. Ab-ı Hayat, s.14,15; Aksaray ilindeki 10 000 yıl öncesine
tarihlenen “Aşıklı Höyük” yerleşimi Melendiz Suyu kenarında kurulmuştur.
4 3 İslam‘da abdest alma işlevi,“ temizlik imandan gelir” hadisi suyun önemini vurgulamaktadır.
256
Kaz Dağlarında Antik Dönem Kaplıcaları
257
Sıcak su kaynaklarının yüzyıllar boyunca tedavi amaçlı kullanılması çoğu medeniyette kutsal nitelik
kazanmasına neden olmuştur5.
Terapi, Grek dilinde “therapeia” dan gelmekte, “hydrotherapie”, su ile tedavi anlamına gelmektedir6.
Antik dönemlerde bir çok yerleşim kaplıca yakınlarında kurulmuş, asklepionlarda ruhsal ve bedensel
tedavi sürecinde diğer tedavi yöntemlerinden başka hastalara sıcak su ile hidroterapi mutlaka
uygulanmıştı. Anadolu’da Pamukkale Hierapolis ve Balıkesir, Çanakkale, Bursa, Uşak, Ankara, Ordu
illerindeki kaplıcalar 2500 yıl öncesine kadar dayanmaktadır. Bizans’ta Roma kaplıcalarının geleneksel
üslubunun devam ettirildiği düşünülmektedir. Yalova, Bursa, İznik, Eskişehir ve Havza’daki kaplıcalar
Bizans’a kadar tarihlendirilmektedir7. Bergama yakınlarındaki Allianoi kaplıcası, aynı bölgede (Ağılkale)
Atarneus’da Ilıca, İzmir Balçova’da Agamemnon, Truva yakınlarında Kestanbol, Artemis Kaplıcaları,
Mysia (Altınoluk) bölgesinde Astyra ılıcası, Gönen’de Artemea ılıcası, Balıkesir’deki günümüzde Ilıca
ismi ile anılan kaplıca ve Bizans döneminde kutsal su anlamına gelen Hiera Germe denilen kaplıcalar
bunlara birkaç örnektir8.
Şifa veren kaynaklar, savaşlarda yorulan askerleri dinlendirici ve moral verici etken olarak da
kullanılmış, hidroterapi aynı zamanda cildi güzelleştiren, hastalıkları tedavi eden etkili bir tedavi yöntemi
olarak önem kazanmıştı. Özellikle Roma ve Grek medeniyetlerinde sıcak su banyoları kurulmuş9,
asklepionlarda bir tedavi sistemi olarak spa kürleri mutlaka yerini almıştır.
Bizans döneminde, Hadrianus (113-124) ilk olarak İstanbul’un suyunu batıdan, Trakya’dan getirtmiş,
Constantin Döneminde ilk su depoları, Valens su kemeri, 421 yılında Aetios tarafından sarnıçlar
(Yerebatan Sarayı, Binbirdirek Sarnıcı) ve yer altı su depoları yaptırılmıştır.
Osmanlı, Bizans su yollarını onarmış, bunlara yenilerini eklemiştir. Özellikle 18. yüzyılda hamamlar,
çeşmeler, sebiller gibi su yapılarında büyük artış olmuş, Evliya Çelebi 17. yüzyılda sadece İstanbul’da 151
mahalle ve külliye hamamı, saray, konaklar ve halk hamamlarının toplamının 14 526 adedi bulduğunu,
Bursa’da ise 3000 adet ev hamamının bazılarının halka açıldığını yazmaktadır10.
2. Tarihte kaplıca ve hamamlar
Anadolu’da antik dönemlerde yıkanma kutsal sayılmış, Hititler’de doğal sıcak su kaynakları üzerine
yapılmış havuzlarda yıkandıkları kaynaklarda yer almaktadır11.Grek medeniyetinde M.Ö. 4-5.yüzyıllarda
kaplıca tedavileri yapılmakta, evlerde banyolar bulunmaktaydı. M.Ö.I. yüzyılda Roma’da hypocaust
denilen döşeme altından ısıtma tekniği ile hamamlar kurulmuştur12. Roma ve Bizans’ın en önemli
sosyal yapıları haline gelen “hamam”geleneği13, sonraları Arap ve Türk medeniyetlerinde cami odaklı
külliye kompleksinde ya da münferit halde mahalle ölçeğinde yerini almıştır. Çoğu külliye inşaatında
görevlilerin temizlik ve abdest ihtiyaçlarını karşılamak için önce hamam inşa edilirdi. Hamamın
işletilmesi ayrı bir niteliğe sahipti, burada amaç hem külliye vakfına gelir sağlanması hem de mahallenin
temizlik ihtiyacının giderilmesiydi. Bu nedenle hamamlar önemli bir sosyal yapı olarak Selçuklu ve
Osmanlı’da ayrıcalık kazanmıştır. Türkler bölgenin niteliklerine, özellikle kaplıcalara verdikleri önemi
yer isimlerine de yansıtmışlar, Anadolu’da Kızılca-Hamam, Hamam-Özü, Ilgın, Kaplıca, Ilıca, KılıçÖzü, Peçenek–Özü, Yunak, Çermik gibi yıkanma ve su ile ilişkili isimleri yerleşimlere vermişlerdir14.
5 Frig Kralı Midas’ın kızını iyileştiren Sandıklı Gazlıgöl kaplıcası kutsal sayılmıştır. Çakalgöz,S. “Antik Dönemlerde Sıcak Su Kaynaklarının
Kullanımı”, www.ekoses.com, ekolojik yaşamportali,..
6 Bayraktar,N. Antik Devirde Anadolu’lu Hekimler , Ankara 2011, s.52.
7 Şehsuvaroğlu,B.N. “Anadolu Kaplıcaları ve Selçuklular”, İstanbul Tıp Fak.Mecmuası,C II, 1957,s.51; Ünver, “Selçuklular zamanında ve sonra
Anadolu kaplıcaları”, Konya Halkevi Mecmuası, sayı 30,1939,s.94-95; Yalova Kaplıcaları’nın antik dönemdeki adıyla “Pythiai Thermai”, M.S. IV-V.
yüzyıllarda suyu kendiliğinden fışkıran sıcak su kaynakları olarak nitelendirilmiş, VI. y.y.da I. İustinianos ılıcaları onarmıştı. Bursa Çekirge’deki
kaplıcaları, Pythia’nın eski adı Germe idi. Batraktar,N. a.g.e., Ankara 2011, s. 56.
8 Bayraktar,N.a.g.e, Ankara 2011, s. 53.
9 Çakalgöz,S. Antik Dönemlerde Sıcak Su Kaynaklarının Kullanımı, Ekolojik Yaşam Portali, ekoses,internet
10 Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Hazırlayanlar: Dağlı, Kahraman, Y.K.Y. yayınları, 2.Cilt,1. kitap, s. 22, 2005; 1.Cilt,1.kitap, s.
290, İstanbul 2003.
11 Erat,B. “Anadolu’da Türk Hamam Mimarisi”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, C 10, Ankara 1999,s. 392.
12 Roma halk hamamları yıkanmanın yanı sıra kültürel etkinliklerin yapıldığı, spor, kütüphane ,toplantı salonları olan sosyal kurumlar haline
dönüşmüştü. Erat, “Anadolu’da Türk Hamam Mimarisi”, Osmanlı,C 10, s.393; Çakalgöz,S. “Antik Dönemlerde Sıcak Su Kaynaklarının Kullanımı”,
www.ekoses.com , ekolojik yaşamportali.
13 Ab-ı Hayat, s.57; Kuban, Osmanlı Mimarlığı, T.C.Kültür Bakanlığı, C II, İstanbul 2003,s. 651;Ünsal,B. Mimari Tarihi,C 1, İstanbul 1967, s. 471486; Bizans İstanbul’un da Sûr-u Sultanî ile Marmara sahil surunun kesiştiği yerde Arkadios Hamamları bulunmaktaydı. Tezcan, Topkapı
Sarayı ve Çevresinin Bizans Devri Arkeolojisi, T.Turing ve Otomobil Kurumu,İstanbul 1989,s.162; Eyice, “Hamamlar”, Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, C 3, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Yayını, İstanbul 1994, s.537-542.
14 Kafalı,M.” Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C 6, Ankara 2002, s.185.
258
Kaz Dağlarında Antik Dönem Kaplıcaları
Şifalı kaynak suları bulundukları bölgeye göre farklı isimlerle anılmışlardır. Soylak ve Doğan’ın
yaptıkları incelemeye göre, Batı Anadolu’da “ılıca”, İç Anadolu’da “hamam”, Doğu Anadolu’da “çermik”
denilen kaplıcalara, kaynarca, ılısu, ısısu, girme, germe, terme, germabe, kudret hamamı, dağ hamamı
gibi yöresel isimler verildiği ve kaplıca sözcüğünün ılıcanın üstüne hamam yapılmasıyla “kaplı ılıca”
sözünden türediğinin altını çizmektedirler15.
Emeviler’de 8. yüzyılda, Kuseyr Amra’da ve Suriye’de Hamam As-Sarakh hamam yapılarının Roma
hamamlarından farkı sıcaklık ve soğuklukta havuzlar yapılmamıştır.
Türk hamam ve kaplıca yapılarında antik dönemlerden gelen geleneksel alttan ısıtma hypokaust
sisteminden başka, duvarlara döşenen künklerle sıcak suyun borulardan kurna veya havuza
akıtılması geleneksel Türk hamamı mimari yöntemi olarak Roma ve Bizans mimarisinden ayrılan
bir kullanma yöntemidir. Hamamlardaki soyunmalık (Camekân, Apoditarium), soğukluk (dinlenme
bölümü,tepidarium), sıcaklık (yıkanılan bölüm, Caldarium), külhan (ateşin yandığı, suyun ısıtıldığı
bölüm) klasik öğelerdir.
Eyice’nin yaptığı plansal hamam tipolojisine göre, Osmanlı’da halkın kullandığı çarşı hamamları altı
tipe ayrılmaktadır. “1. haçvari 4 eyvanlı ve köşe hücreli tip, 2. Yıldızvari sıcaklıklı tip, 3. Kare bir sıcaklık
etrafında sıralanan halvet hücreli tip, 4. Çok kubbeli tip, 5. Ortası kubbeli, enine sıcaklıklı ve çifte halvetli
tip, 6. Soğukluk-Sıcaklık ve Halvet eş odalar halinde olan tip16. Büyük kentlerde kadın ve erkeklerin
aynı anda ayrı ayrı kullanımına olanak veren çifte hamam yapıları da mevcuttu17. Osmanlı döneminde
kaplıca ve hamam yapıları, İstanbul, Balıkesir ve Bursa gibi kaplıca yapılarının ve hamamların çok
sayıda inşa edildiği kentlerde gezginlerin dikkatini çekmiş, yazdıkları seyahatnamelerinde ve diğer
eserlerinde gravürlerle anlatmışlardır. Avusturya’lı doktor Charles Bernard, 1838’de geldiği Türkiye’de
göz hastalığını tedavi etmek için Bursa kaplıcalarına gitmiş ve buradaki ılıcaların sıcaklık dereceleri
ve ne kadar durulacağı konularını içeren bir risale yazmıştır 18. Hamamlar, sıcak su kaynaklarının
bulunduğu ortamlarda “kaplıca” yapılarına dönüşmüştü. Zira kaplıcaların yer aldığı yörelerde halk
sıcak sudan tedavi amaçlı yararlanmanın yanı sıra doğal hijyen niteliği ile de yararlanmaktadır. Kaplıca
mimarisi, hamamlarla aynı tipolojik, yapısal özellikler taşımakta, kaplıca yapılarında caldarium (sıcaklık)
bölümünde büyük bir havuz, soyunmalık bölümlerinde şadırvanlar yer almaktaydı. Kaplıca yapılarında
halvet ve ılıklık bölümleri yoktur. Hamamlardaki gibi aynı yapıda kadın ve erkek bölümleri olduğu gibi,
tek mekan halinde ayrı saat uygulamasıyla Çarşı hamamlarının mimari düzenleri, kaplıcalarda aynı plan
şeması ile devam ettirilmiştir. Yeni yapılar, antik dönem kaplıca yapılarının yıkılan temelleri üzerine inşa
edildiği gibi, dönemin mimarisini yansıtan tasarımın kullanıldığı da olmuştur.
2.1. Antik Dönemde Roma ve Bizans’ta kaplıca tedavileri
Romalılar döneminde tedavi merkezleri Asklepionlarda, “hidroterapi”, hastaların radyoaktifli
suda yıkanması, kum ve çamur banyolarından yararlanmaları19, hekimlerin tedavi sürecinde
mutlaka kullandıkları yöntemler arasındaydı. Bergama Asklepionu yakınlarındaki Allianoi, Osmanlı
dönemindeki adıyla Paşa Ilıcası kaplıcası hastaların tedavilerinde kullanılan ılıcaydı, ayrıca yakınlardaki
Edremit Bostancı Entur kaplıcaları, Edremit Adramis Kaplıcası, Güre (Astyra) Kaplıcaları antik
dönemlerden beri tedavi amaçlı kullanılan kaplıcalardır. M.S. II. yüzyılda Mysia’lı Retorikçi Aelius
Aristides (118-189), Bergama Asklepionu’nda tedavi edilirken Allianoi Kaplıcası’na gittiğini ve
buradaki şifalı sularda iyileştiğini eserinde yazmıştır20. Allianoi içindeki kaplıca suları 45º-47º arasında,
içerdiği madensel yapısı ile kadın hastalıkları ve romatizmaya iyi geldiği söylenen, 1998 yılında MTA
15 Soylak, M, Doğan, M. Kayseri Civarındaki Şifalı Kaplıca ve İçmece Suları, Erciyes Üniv.Yayınları No: 104, Kayseri 1997, s. 3.
16 Eyice,S. “İznik’te Nüyük Hamam ve Osmanlı Devri Hamamları Hakkında Bir Deneme”, Tarih Dergisi,C IX, sayı 15, 1960, s. 108-120; Arseven,
Türk Sanatı, Cem Yayınevi, 1984, s.100-103; Aslanapa,O. Osmanlı Devri Mimarisi, İnkılâp Yayınevi, 2.baskı, İstanbul 2004.
17 Hamamlar 16. ve 17. yüzyıllarda suyun bol olduğu dönemlerde çok sayıda inşa edilmiş, yapılar estetikten uzak ve nitelikli malzeme
kullanılmadan kısa sürede ticari amaçla inşa edildiklerinden kısa sürelerde yok olmuşlar, 18. yüzyıldan itibaren başlayan su sıkıntısı ile sayıca
azalmış, artan nüfus ihtiyacını karşılayamaz hale gelmişlerdir.
18 Lady Monteque, çeviren: Ahmet Refik, Şark Mektuplerı, Hilmi Kitaphanesi, İstanbul 1933; Julia Pardoe, Sultanlar Şehri İstanbul, çev: Banu
Büyükal, T.İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2010; Çankaya,N,”Bursa Kaplıcaları Üzerine Charles Bernard’ın Değerlendirmeleri”,IX.Türk Tıp
Tarihi Kongresi Bildirileri, Kayseri 2006, s.574-586.
19 .Ünver, “Aesculape Sağlık Mabedlerinde”, sayı 26, 1951,s. 72-73; M.Ö. I.yüzyılın II. yarısında Bergama Asklepion gymnasium başkanlığı,
insanların dar günlerinde, kuşatma anlarında sığınma (asylion) hakkını kullanmaktaydı. Gymnasium’da, beslenmelere bakılır, kan alınma,
yaralara merhem sürülmesi, hastaların günlük hareketlerini ve beslenmelerinin kontrol edilmesi gibi işlerle uğraşılarak kırık-çıkıklar tedavi
edilirdi. Bayatlı, Bergama Tarihinde Asklepion, 1954, s.17.
20 Aristides’in en önemli eseri, “Hieroi Logoi”, H.O.Schröder, Publius Aristides, Heilige Berichte, ,Heidelberg 1986, s. 64-65; Yaraş,A. “Son
Buluntuların Işığında Allianoi”, IX. Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri, Kayseri 2006, s. 83-94.
Kaz Dağlarında Antik Dönem Kaplıcaları
259
uzmanlarının hazırladıkları raporlara göre bölgedeki kaplıcalar arasında elektrik iletkenliği en fazla, Ph:
6,5, kondiktivite: 2430 mg/lt. olarak ölçülmüş kaynaktır21. Allianoi’de, A.Yaraş başkanlığında 2010 yılına
kadar süren arkeolojik kazılarda kuzey-batıda yer alan peristylli yapıdan çıkan tıp aletleri, pişmiş toprak
uzuvlar ve ilaç yapımında kullanılan deniz kabukları bölgenin aynı zamanda bir tıp merkezi olduğunu
göstermektedir22.
3. Kaz Dağı Kaplıcaları
Antik dönemlerde özellikle Roma döneminde hamam ve havuzlar insanlar için çok önemliydi.
Güneşin doğuşuyla çalışmaya başlayan halk, öğleden sonra mutlaka hamam gider, burada yıkanmanın
yanı sıra salonlarda düzenlenen eğlencelere katılır, kütüphanede kitap okuyabilir, toplantı, jimnastik gibi
sosyal ve kültürel etkinliklere katılırdı. Daha sonraları İslam alemine giren hamam geleneği Türklerde
de önemli bir kültür oluşturmuştur. Gelin hamamı, loğusa hamamı..vs. isimlerle hamam günleri
düzenlenmişti.
Kaz Dağları yerkabuğundaki kırılmalar sonucunda oluşmuş, araştırmalara göre 200-300 milyon yıl
önceki yer kabuğu hareketleriyle çöken kısımlar (graben) Edremit Körfezi’ni, yükselen (horst) kısımlar
ise dağları meydana getirmiş, killi kum taşı, kireç taşının mağmanın eklenmesi ve yüzeye çıkamadan
soğumasıyla mermer, amfibik şistler gibi kayaçlar 20-30 m. alttaki zemin yapısını oluşturmuştur. Kaz
Dağları, jeolojik yapısı nedeniyle bünyesinde altın, bakır gibi değerli bir çok madeni barındırmakta,
jeomorfolojik açıdan kırılmalar termal sıcak suların bir çok noktadan yeryüzüne çıkmasına ve insanların
tedavi amaçlı yararlanmalarına olanak yaratmıştır.
Kuzey Ege bölgesinde Marmara Bölgesi ile Ege Bölgesi arasında geçiş niteliğinde, batıdan Ege
Denizi’nden doğuda Edremit’e kadar uzanan Kaz Dağları’na su kaynaklarının bolluğu nedeniyle antik
dönemlerde, “Bin Pınarlı İda Dağı” adı verilmiş, termal sular yakınlarında medeniyetler kurulmuştur.
Edremit Güre Kaplıcaları yanında Astyra, Küçükçetmi Afrodit Kaplıcası yakınlarında Gargara, BabakaleGülpınar yakınlarındaki Tuzla Kaplıcaları yakınlarında Apollon Smintheus tapınağı ve Tuzla ovasındaki,
35 km. uzaklıkta Alexandria Troias ile tapınağa ulaşım bağlantısını sağlayan Roma köprüsünün varlığı
kaplıca yakınlarındaki antik dönem medeniyetlerinin kalıntılarıdır. Osmanlı Dönemi’nde de Kaz Dağı
Kaplıcaları’nın hizmet verdikleri mimarilerinden anlaşılmakta, günümüze kadar gerek yöre halkı
tarafından gerekse tedavi için bölge dışından gelen hastalara hizmet veren kaplıca yapıları günümüzde
yatak kapasitesi açısından yetersiz kalmaktadır.
Güre Kaplıcası: Edremit’e 12 km., Akçay’a 3 km., Altınoluk’a 11 km. uzaklıkta, denizden yüksekliği
sadece 3 m. ve denize uzaklığı 300 m. bulunan kullanımı antik dönemlere kadar uzanan kaplıca,
günümüzde tedavi ettiği hastalıklar ve turizm açısından rağbet görmektedir23.
Yeri: Balıkesir il sınırları içinde Edremit ilçesi, Güre Belediyesine bağlı bölge, Kaz Dağı eteklerindedir.
Tarihçesi: Antik dönemlerdeki adı Astyra olan yerleşim coğrafyacı Strabon tarafından Mysia’a ya
bağlı olarak tanımlanmış, Artemis’in kutsal alanını için bölge işaret edilmiştir. Strabon bölgede çamur
banyolarından da bahsetmiştir. Erken dönem Bizans kilisesi kaplıcadan yaklaşık 1 km. yukarıda
bulunmuştur. Civarda kaynaklarda adı geçen “Sapra” adında bir su kaynağından da söz edilmektedir.
2007 yılında başlanan kazılar, hamam kalıntısı, kilise ve nekropol alanında devam etmekte, buluntular
arasında aralarında dağ keçisi, Afrodit kabartmaları bulunan sikkeler, pişmiş tuğla ve toprak kaplar
yerleşimin M.Ö. 4. yüzyıla kadar gittiğini göstermektedir24.
Suyun Özellikleri: Radyoaktif özellikler taşıyan suyun kullanımdaki sıcaklığı: 37 º C, kaynağında
54,6 ºC-60ºC olduğu bilgileri vardır25.
Fiziksel Özellikler: Termal su renksiz ve berraktır.
Kimyasal Özellikler: Radyoaktif özellikteki su; Sodyum (Na): 227,3 mg/l.
Amonyum: 9,39 mg/l, Co2: 44 mg/l, Ca: 32,2 mg/l, Flörür: 5,965 mg/l,
Magnezyum: 2,4 mg/l.
21 “1996 yılında Freiburg Üniversitesi, Jeoloji Bölümü’nde Batı Anadolu Bergama Bölgesi’nin yerel su kaynakları üzerine doktora tezi
hazırlayan C. Jeckelmann,”..sıcak su ile ilgili detaylı bir araştırma yapmıştır. Jeckelmann, Genese Lokaler Thermal wasservorkommen in der
Region Bergama, W-Türkei Hydrochemie, Gas und isotopenanalysen zur Korrelation tiefer Grundwasserzirkulation und aktiver Tektonik, Diss
Freiburg, 1996, s. 94; Yaraş,A, a.g.e,s. 87.
22 Bayraktar,N. Antik Devirde Anadolu’lu Hekimler, s.14.
23 Afrodit Termal Kaplıcası, 85 yatak kapasiteli ve Saruhan Otel, 280 yatak kapasiteli, olmak üzere iki adet hizmet veren tesis bulunmaktadır.
24 Güre, tanıtım broşürü, Güre Belediyesi.
25 Sağlık Bakanlığı’nca verilen işletme iznindeki veriler alınmıştır; www.gurekaplicalari.gen.tr
260
Kaz Dağlarında Antik Dönem Kaplıcaları
Fiziko Kimyasal Özellikler: Hidrojen (Ph): 6,78, Ec: 1450 s, sertlik: 19,5 Frs, Salitine: % 005,
Bi-karbonat: 29,3 mg/l, Demir: 0,032, Nitrat: 3, 845 mg/l,
Toplam mineralizasyon: 1007,235 mg/lt.
Radyoaktivite: 4 Eman.
Tedavisinde Kullanılan Hastalıklar: Romatizma, kadın hastalıkları, özellikle sedef gibi cilt
hastalıkları, guatr, eklemlerde kireçlenme, kronik iltihabi sendromlar, üst solunum yolları, astım, böbrek
taşı, kum, karaciğer rahatsızlıklarına iyi geldiği uzmanlar tarafından belirtilmektedir.
Yapısal Konum ve Özellikler: Antik dönemden taş duvarların kalıntıları kalan kaplıca yapısının
yakın dönemlere kadar kullanıldığı bilinmektedir. Eski yapıda, ortadaki kubbeli mekanın girişe göre sağ
tarafında hacimlerin bulunduğu kalıntılarda görülmektedir..
Eski yapının kalıntılarının batı kısmında günümüzdeki modern mimariyi yansıtan, , günübirlik
banyolar ve otel bölümü olmak üzere iki bölüm halinde hizmet veren Afrodit Tesisleri kurulmuştur.
Son dönem otel mimarisi tarzındaki yapılar, geçmişteki sağlık yapılarından kopuk, yapısal
tasarımda fonksiyonellikten uzak, estetiğin ve turizmin etkisinde tamamen hamam ve spa konforunu
yansıtan hijyen kurallarına uygun, ancak hastaların kullanımına, yaşına ve hastalıklarına göre
fonksiyonel olmayan turizme yönelik yapılardır. Geçmişten günümüze gelen kaplıca yapılarındaki
tasarım özelliklerini taşıdıkları söylenemez. Girişte ılıklık bölümü yoktur, kullanıcılar hazırlık safhası
olmadan doğrudan havuzlu sıcak hacme geçmekte, bu nedenle ileri yaştaki hastaların çoğu kaplıcadan
yararlanamamaktadır. Suyun özellikleriyle astıma iyi geldiğinin söylenmesine rağmen, otellerdeki basık
tavanlı ortamda, havuz ve banyo bölümlerindeki yoğun buhar boğucu hava yaratmakta astım ve kalp
hastalarının kullanımına imkan tanınmamaktadır. Yapısal özellikler ve planlama fonksiyonellikten
uzak, sadece hijyen kuralları göz önüne alınarak kullanılan seramik malzemeli kaygan zemin tutunma
zorluğu çıkarmakta, yaşlı hastalar için tehlike arz etmektedir.
Afrodit Kaplıcası: Küçükçetmi köyü yakınında yerleşim dışında Kaz Dağları güney tarafında bulunan
kaplıca günümüzde tali köy yolu üzerinde, orman içinde bulunduğundan fazla tanınmamaktadır.
Adatepe köyüne bakan yamaçta, orman içinde küçük ölçekte kaplıca yapısından ibarettir.
Yeri: Çanakkale ili, Ayvacık İlçesi, Çetmi Köyü yakınında bulunan kaplıcaya Küçükkuyu’dan geçen
Çanakkale-İzmir yolundan ulaşım verilmektedir.
Tarihçesi: Kesin bir tarih verilemeyen kaplıcanın, antik dönemlerden beri kullanıldığı yakındaki Zeus
sunağı, Gargaron Tepesi gibi İlyada Destanı’nda adı geçen yerlerin bulunmasından anlaşılmaktadır26.
Gargara’nın tarihi M.Ö. 6. yüzyıla dayanmaktadır. Bu kaplıca ile ilgili efsaneye göre, Zeus ile arası açılan
Afrodit İda Dağı’nda bir mağaraya konulur ve güzelliği kaybolur. Bu mağarada bulunan 42º C suyla
yıkanan Afrodit yeniden güzelleşir. Öyküyü duyanlar buraya güzelleşmek ve iyileşmek için gelirler27.
Suyun Özellikleri: Suyun kullanımda sıcaklığı 43ºC’ dir.
Hidrokarbonatlı sular sınıfında pH: 7 mgr/Lt. serbest Co2 gazı bir miktar bulunmakta, radyoaktivitesi
6,4 Eman civarındadır.
Tedavisinde Kullanılan Hastalıklar: Romatizma, kadın hastalıkları, cilt hastalıkları, böbrek
hastalıkları. Yapısal Konum ve Özellikler: 5 kişilik havuz bulunan bir merkezi yapı ve 5 adet müstakil,
küvetli oda mevcuttur. Geçmişten gelen yapının antik dönemlere dayandığı ortadaki havuzundan ve
kubbeli mimarisinden anlaşılmaktadır. Havuzlu mekana giriş ve küçük soyunma odasından sonra
havuzun bulunduğu mekana yaklaşık 2 m. kotlu bir merdiven ile inilmekte ortada 3 ayrı kanaldan su
gelen ve devamlı akan suyun devridaime imkan tanıdığı daire biçimli bir havuz bulunmaktadır. havuzlu
mekanın üzeri gün ışığının içeri girmesin sağlayan 3 adet fanus açılmış kubbe örtüsü ile kapatılmıştır.
Restorasyon öncesindeki fotoğraflardan anlaşıldığı üzere, girişin karşı köşelerinde Osmanlı döneminden
kaldığı belli olan 2 adet mermer kurna yerleştirilmiştir. Bu yapının yanında 5 adet müstakil küvetli oda
yer almaktadır. Kaplıca yapısının Cenevizliler tarafından yenilendiği sanılmaktadır. Tesis en son 2006
yılında köy muhtarlığı tarafından onarılmış, seramik malzeme ile döşeme ve duvarlar kaplanmış, kapı
ve pencereler yenilenmiş, daha hijyenik hale getirilmiştir
Ayvacık, Tuzla Kızılca Kaplıcası: Çanakkale Boğazının güneyinde, Kaz Dağlarının batısında Ege
Deniziyle sonlandığı bölgededir.
26 İlyada Destanın’daki Gargara yerleşimi yakındaki Nusratlı köyü kuzeyindeki Kocakaya Tepe’den Arıklı köyü doğusundaki Zindan Tepe’ye
taşındığı 1998’deki kazılar ve araştırmalardan anlaşılmıştır.
27 www.kaplica.biz/canakkale.htm.
Kaz Dağlarında Antik Dönem Kaplıcaları
261
Yeri: Çanakkale İli, Ayvacık İlçesine bağlı Tuzla Köyünde bulunan kaplıca tesisine, Asos-BabakaleGülpınar yolu ile ulaşılmaktadır. Babakale’nin kuzeyinde yer alan Tuzla köyü Ege Denizi kıyısında, nehir
yatağı dolgusunun yarattığı verimli bir ovadadır.
Tarihçesi: Kaz Dağlarının jeolojik açıdan Ege Denizine ulaştığı noktada, geçmişteki depremlerde,
en son hasar yaratan depremin 1850’lerde olduğu tesbit edilmiş, dağın bu bölgesinde oluşan derin
fay kırıkları suyun kaynağını değiştirmiş, sıcak su fay kırığı içinde kalan birçok noktadan yeryüzüne
çıkmaya başlamıştır.
Suyun kaynak çıkışlarındaki sarı-kırmızı rengin içerdiği kükürt, demir gibi madenlerin
yoğunluğundan kaynaklandığı burada açıkça görülmektedir.
İlk yerleşim kaynak suyunun bulunduğu yerde olmasına karşın daha sonraları nehir yatağının
değişmesi, depremlerle yer kabuğundaki oynamalar ve tahribatlar sonucunda kaplıca yapısı tarih
içinde beş kere yer değiştirmiş 2. yerleşim Liman ağzına taşınmış, 3. kere kaynağın güneyine ve 4. yapı,
Osmanlının ilk dönemlerinde Murat Hüdavendigar Camiinin inşasıyla caminin yanına ve 5. yapı ise
günümüzdeki yerine inşa edilmiştir.
Tarihte Biga Livası, Kızılca Kazası’n da kayıtları bulunan Murat Hüdavendigar Camii ve Medreseleri,
antik dönemlerde kaynaklarda adı geçen Karanlık Liman Tuzla yerleşimindedir.
Yerleşimin ortasında akan ve yaz aylarında suları azalan nehrin içindeki siyah küçük balıkların
benzer termik sulardaki (Sivas, Kangal kaplıcası) balıklar gibi deri üzerinde tedavi niteliklerine sahip
oldukları sanılmaktadır.
Suyun Özellikleri:
Fiziksel Özellikler: renksiz, tortulu.
Kimyasal Özellikler: Katyonlar:
Sodyum (Na): 20972,251 mgr/ Lt, Kalsiyum (Ca): 2505,000 mgr/Lt, Mağnezyum (Mg): 182,340 mgr/
Lt, Demi,r+Alüminyum (Fe +Al): 43,051mgr/Lt.
Anyonlar: Sülfat (SO4): 91,000 mgr/Lt, Klörür (Cl): 37275,000 mgr/Lt, Nitrokarbonat (HC3): 91,500
mgr/Lt, Nitrat (NO3): eser, Metasilikat asidi (H2SiO3): 197,600 mgr/Lt.
Toplam mineralizasyon: 61357,742 mgr/Lt.
Fiziko Kimyasal Özellikler: Ph: 6,8, Nitrit (NO2): yok, Amonyak (NH): var, sertlik (fr): 700 EDTA,
organik madde Lit/mgr: yüksek, kükürt: yok, Karbondioksit (CO2) : 0,676 gr/Lit.
Sodyum ve Klörür oranları sudaki tuzun yüksekliğini göstermektedir. Hafif karbondioksitli düşük
asit seviyeli, mağnezyum, kalsiyum ve potasyum iyonları, nitrat, sülfat ve hidrokarbonat iyonları ve
metasilikat asitleri de yüksek oranlarda içermektedir.
Kaynakta çıkış noktasında 109ºC olan su, yerin altında gayzer suyu 158ºC’ ye kadar çıkmakta,
yerleşimde dağıldığı yerlerde en az 70ºC, kaplıca yapısında 54º C-57º C arasındadır.
Radyoaktivite: 6,8-12,4 Eman arasındadır.
Tedavisinde Kullanılan Hastalıklar: Romatizma, eklem rahatsızlıkları, kadın hastalıkları.
Yapısal Konum ve Özellikleri: Gayzerin güneyinde bulunan taş ve tuğla almaşık duvarlı küçük
kalıntı parçasındaki tam kemerler, yakındaki Murat Hüdavendigar Camii’nin cepheleriyle benzerlik
göstermekte, inşa edildiği 14. yüzyıl Osmanlı ilk dönem mimarisini yansıtmaktadır. Bu yapının
tarihte bilinen 3.kere inşa edilen kaplıca yapısı olduğu belirtilmiş, bu nedenle, bu dönemde yenilenmiş
olabileceği de ihtimaller arasındadır.
Günümüzde inşa edilmiş yapı, altıgen bir havuz ve etrafında banyolu odaların yer aldığı merkezi
planlıdır. Az sayıda kişiye hizmet veren küçük yapı, yüksek tavanlı altıgen çatı örtüsüyle kaplı
merkezdeki aydınlık ve ferah havuzlu mekanıyla, geleneksel kubbeli kaplıca tasarımlarına yakındır.
Havuz sıcaklığı kaynaklarda 54º belirtilse de yerinde yapılan incelemede, yapısal değerlerin astım ve
kalp hastalarının kullanabileceği optimum şartlarda olduğu, aşırı sıcak ve buharlaşmanın söz konusu
olmadığı görülmüştür. Günümüzdeki durumuyla Murat Hüdavendigar Külliyesi, Medresesi ve Hamamı,
gayzerin çevresiyle tüm köyün ele alınarak restorasyon edilmesi gerekmektedir.
Sonuç
Jeolojik yapısı, iklimi, bitki örtüsü ve Ege denizine cepheli konumuyla Kaz dağları (İda Dağı) antik
dönemlere kadar inen Kuzey-Batı Anadolu’nun önemli bir yerleşim bölgesidir. Bölgedeki çok sayıdaki
yerleşimlerin başlıca nedeni, ilk çağlardan beri insanların doğal tedavi merkezleri olarak kullandıkları
çok sayıda kaplıcanın bulunmasıdır.
262
Kaz Dağlarında Antik Dönem Kaplıcaları
Antik dönemlerdeki İda Dağı Kaplıcaları hastaların rahatça kullanımına olanak sağlayan, konfor
seviyeleri açısından fiziksel değerlerin optimum düzeyde olduğu tamamen fonksiyonel yapılardır.
Günümüzdeki kaplıca yapıları bu özelliklerden yoksun, hijyen kurallarının yerine getirildiği ve tamamen
estetik kaygıyla tasarlanmış fonksiyonellikten uzak yapılardır. Eski yapılar dönemine uygun restorasyon
edilerek işlev kazandırılmalı, bunların yanında inşa edilecek yeni yapıların ise, aydınlatma, ısı-nem ve
hijyenik kurallara uygun yapısal çözümlemeleri halledilmiş, yapısal tasarım ve fiziksel değerlerin tedavi
sürecine olumlu katkılar sağladığı, terapötik çevresel etkilerin antik dönemlerdeki yapılarda olduğu gibi
güncellendiği, kalp ve astım gibi çeşitli hastalıkları bulunan her yaşta bireyin kaygılanmadan rahatlıkla
tedavi edildiği, spa turizmine katkı sağlayacak yüksek kapasiteli, fonksiyonel kaplıca yapıları olması
gerekmektedir.
KONGRE ve SOSYAL PROGRAM
264
Kongre ve Sosyal Program
Kayıt masası- Bursa Holiday Inn Hotel
Kongre ve Sosyal Program
265
Soldan sağa: Dr. Petra Werner, Prof. Dr. Ingrid Kästner, Dr. Marina Lienert, Ekin Namal,
Uta Kästner, Prof. Dr. Arın Namal
Prof. Dr. Arın Namal, Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka
266
Kongre ve Sosyal Program
Soldan itibaren: Dr. Petra Werner, Prof. Dr. Ingrid Kästner, Prof. Dr. Arın Namal
Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kamil Dilek
Kongre ve Sosyal Program
267
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir ve İngiliz katılımcı Tıp Tarihi Uzmanı Belinda Heathcote
Polonyalı ve Türk katılımcılar
268
Kongre ve Sosyal Program
Kongre ve Sosyal Program
269
Soldan itibaren: Alman katılımcılardan Dr. Gerald Kreft, Prof. Dr. Ingrid Kästner ve Uta Kästner
Dr. Gerald Kreft (Almanya), Prof. Dr. Giorgio Zanchin (İtalya)
270
Kongre ve Sosyal Program
Soldan itibaren: Jale Yavuz, Gaye Özen Rus katılımcı Olga İodko
Sempozyum Onursal Başkanlarından Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka (Polonya)
Kongre ve Sosyal Program
271
Belinda Heathcote (İngiltere)
Prof. Dr. Giorgio Zanchin ve Eşi (İtalya)
272
Kongre ve Sosyal Program
Polonyalı katılımcılar Dr. Andrej Syroka ve Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka
Soldan itibaren: Alman katılımcılar Dr. Marina Lienert ve Dr. Petra Werner
Kongre ve Sosyal Program
273
Bursa Holiday Inn Hotel-Kongre Salonu
274
Kongre ve Sosyal Program
Açılış Kokteyli
Açılış Kokteyli
Kongre ve Sosyal Program
275
276
Kongre ve Sosyal Program
Dr. Gerald Kreft (Almanya), Prof. Dr. Giorgio Zanchin (İtalya)
Dr. Petra Werner (Almanya)
Kongre ve Sosyal Program
277
Yard. Doç. Dr. Betül Bakır
Prof. Dr. Giorgio Zanchin, Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir, Belinda Heathcote
278
Kongre ve Sosyal Program
Uta Kästner (Almanya)
Kongre ve Sosyal Program
279
Prof. Dr. Seyfettin Uludağ ve Prof. Dr. Sevgi Şar
280
Kongre ve Sosyal Program
Prof. Dr. Hidayet Sarı
Kahve Arası
Kongre ve Sosyal Program
281
Prof. Dr. Bozena Plonka Syroka ve Polonyalı meslektaşları
Olga Iodko, Dr. Petra Werner, Dr. Marina Lienert
282
Kongre ve Sosyal Program
Holiday Inn Hotel- Öğle Yemeğinde
Kahve Arası
Kongre ve Sosyal Program
283
284
Kongre ve Sosyal Program
Kahve Arası
Kahve Arası
Kongre ve Sosyal Program
285
Sosyal Program
Sosyal Program
286
Kongre ve Sosyal Program
Sosyal Program
Kongre ve Sosyal Program
287
Sosyal Program
Sosyal Program
288
Kongre ve Sosyal Program
Sosyal Program
Sosyal Program