PDF olarak indir! - Emek ve Özgürlük Cephesi/Avrupa İnisiyatifi

Transcription

PDF olarak indir! - Emek ve Özgürlük Cephesi/Avrupa İnisiyatifi
1
2
3
Biz kimiz ve neden
enternasyonal dayanışma?
Biz, Avrupa’da yaşayan özgürlük ve insanca yaşam için mücadele eden Türkiye’li ve Kürdistan’lı
devrimci sosyalist göçmenleriz. Her türlü sınıfsal, ulusal, dinsel, cinsel eşitsizliğin, ekolojik yıkımın, özgürce yaşamın önündeki engellerin sınıflı toplumdan, kapitalizmden kaynaklandığının
bilincindeyiz. Sınıflı ve sömürü üzerine kurulu olan kapitalist düzeninin yıkılması gerektiğine
inanıyor ve bunun mücadelesini yürütüyoruz.
Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız, özgürlük, eşitlik ve dayanışma üzerine kurulu bir dünya yaratmak istiyoruz.
Bu büyük hedefe ulaşmak için dünya çapında enternasyonal bir mücadele yürütmek gerektiğine inanıyoruz.
Bu büyük hedefe bir anda ve tek hamlede varılamayacağını, bunun çeşitli aşamalardan geçerek
verilecek büyük, uzun ve zorlu bir mücadelede olduğunun bilincindeyiz. Büyük hedefe; tek tek her
ülkede, ya da bir kaç ülkede birden devrimler yoluyla demokratik halk iktidarlarını ve sosyalizmi
kurarak ve bunu tüm dünyaya yayarak varacağız.
Devrim ve sosyalizmin yolundaki mücadelemizin bilincini, irade ve örgüt gücünü Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki devrim koşullarından alıyoruz.
Devrimci Sosyalizmin enternasyonal çizgisinde, onun
Türkiye topraklarındaki ifadesi olan
Mahir’in çizgisinde
yürüyoruz. 45 yılı aşkın
bir süredir bu çizgide kesintisiz yürüyen devrim ve sosyalizm mücadelesinin neferleriyiz.
Bu çizgiyi kutsal bir dogmaya da dönüştürmüyoruz. Yaşamın her yeni olgusuyla devrim ve sos-
4
yalizm persepektifi temelinde buluşamayan hiç
bir çizginin devrimci kalamayacağının bilincindeyiz. Bu nedenle kesintisiz bir Devrimci Yenilenme bilinciyle yaşamı ve mücadeleyi anlamayı
ve devrimci temelde değiştirmeyi hedefliyoruz.
21. yüzyılda sosyalizmi, kesintisiz bir devrimci yenilenme bilinciyle kurabilmek için hayatı anlamak,
çelişkileri bilince çıkarmak, devrimci çözümler ve
pratikler üretmek istiyoruz. Bu persepektife sahip
tüm devrimcilerle, sosyalistlerle yan yana, omuz
omuza yürümek istiyoruz. İşçi sınıfı ve emekçilerin büyük ordusunu hep birlikte yaratalım istiyoruz.
Tüm anti-faşistlerle, anti-emperyalistlerle, anti- sömürgecilerle, ırkçılığa, ayrımcılığa karşı olanlarla, kadının cins olarak ezilmesine karşı mücadele
edenlerle, ekolojik yıkıma karşı mücadele edenlerle,
ulusal, dinsel, mezhepsel kimliği nedeniyle baskıya uğrayanlarla, kısacası, kapitalist sistemin yarattığı tüm sömürü, baskı ve ezilme biçimlerine karşı
mücadele etmek isteyenlerle, büyük Haziran Direnişi`nin ruhuyla omuz omuza yürümek istiyoruz.
Türkiye ve Kuzey Kürdistanlı göçmen devrimci sosyalistler olarak, bu bilinçle bulunduğumuz
ülkelerde
mücadele
ediyoruz.
Emperyalist-kapitalist devletlerin kendi ülkelerindeki işçi sınıflarına sağladıkları görece
“iyi yaşam” koşullarının yarattığı aşağılık benciliğe “hayır” diyoruz. Yabancılaşmış, amaçsızlaşmış, bencilliğe gömülerek çürümüş bu
toplumların çöküşünün kaçınılmaz olduğunu
görüyoruz. Sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde milyarlarca insan kapitalist sistem tarafından açlığa, yoksulluğa, savaşlara ve vahşi
yıkımlara mahkum edilirken, emperyalist ülkelerdeki sahte “huzur ve refah”ın uzun süremeyeceğini biliyoruz. Daha şimdiden neo-liberal
politiklarla “refah”ın önemli bir bölümü tırpanlandı. Daha şimdiden, Ortadoğu’da, Afrika’da
ve dünyanın dört bir yanında emperyalist devletler tarafından planlanıp uygulanan savaşların
ateşleri, Amerikan ve Avrupa emperyalizminin
sınırlarının içine girmeye başladı. Daha şimdiden Nazizm ve her türden faşist hareket, ırkçılık ve ayrımcılık milyonlarca taraftar buluyor.
Türkiye ve Kuzey Kürdistanlı göçmen devrimciler
olarak, tüm göçmen işçi ve emekçileri, kapitalizmin dünyanın dört bir yanında yarattığı barbarlığa karşı devrim ve sosyalizm mücadelesi için
yerel ve enternasyonal mücadeleye çağırıyoruz.
Bulunduğumuz her ülkedeki yerli devrimci ve sosyalist güçlerle, anti-faşistlerle, anti-kapitalistlerle, işçilerle, ezilenlerle omuz
omuza ortak mücadeleler ve örgütler içinde
olacağız. Mücadeleyi hep birlikte öreceğiz.
Enternasyonal
ci sosyalistlerin
Dayanışma,
devrimbu mücadeledeki sesidir.
Enternasyonal Dayanışma sadece devrimci sosyalistlerin değil, aynı zamanda göçmen
ve yerli tüm devrimcilerin, anti-faşistlerin, anti-kapitalistlerin, ırkçılığa, ayrımcılığa, kadının ezilmesine, ekolojik yıkıma karşı mücadele etmek, sesini duyurmak isteyenlerindir.
Emeğimizi katalım, sesimizi yükseltelim, birliğimizi büyütelim, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünyaya doğru daha güçlü yürüyelim!
5
Wer sind wir und und warum
Internationale Solidarität?
Wir sind revolutionäre sozialistische Migrantinnen und Migranten, die in Europa leben und für
die Freiheit und für ein menschenwürdiges Leben kämpfen.
Wir sind uns bewusst, dass der Ursprung für die soziale Ungerechtigkeit in der Gesellschaft
das kapitalistische System ist. Wir sind uns bewusst, dass die Klassengesellschaft ein Hindernis für ein freies Leben ist.
Das System ist der Ursprung für die Ungleichheit
der Klassen, Religionen, Nationen und Geschlechter. Wir wollen eine Welt ohne Klassen, ohne Ausbeutung und ohne Kriege. Wir wollen eine freie Welt
die auf Solidarität und Gleichheit aufgebaut ist. Um
dieses große Ziel zu erreichen, muss man überall
auf der Welt einen internationalen Kampf führen.
Wir wissen, das man dieses große Ziel nicht auf einmal und einem Satz erreichen kann, sondern das
dies ein langer und schwerer Kampf ist, das verschiedene Phasen durchläuft. Dieses große Ziel erreichen
wir mit der Revolution. Mit dem Aufbau und der globalen Verbreitung der demokratischen Volksmächte und des Sozialismus in den einzelnen Ländern.
Im Kampf für die Revolution und dem Sozialismus schöpfen wir unser Bewusstsein, Willen
und die Organisationskraft von den Revolutionsbedingungen der Türkei und Nordkurdistan.
Wir kämpfen auf der Linie Mahir Çayan´s, dass
das Ergebnis des revolutionär-sozialistischen Internationalismus, für die Bedingungen der Revo-
6
lution in der Türkei ist. Wir sind KommunistInnen,
die ununterbrochen seit über 45 Jahren in dieser
Linie für Revolution und Sozialismus Kämpfen.
Diese Linie betrachten wir auch nicht als heilige Dogma. Wir sind uns bewusst, dass eine Linie
nicht revolutionär bleiben kann, wenn jede neue
Tatsache des Lebens, mit der Perspektive der Revolution und des Sozialismus neu aufgewertet
wird. Aus diesem Grund setzen wir uns das Ziel,
mit dem Bewusstsein der revolutionären Erneuerung, das Leben und den Kampf zu verstehen und
es auf einer revolutionären Basis zu verändern.
Um den Sozialismus, mit dem Bewusstsein der revolutionären Erneuerung im 21. Jahrhundert aufzubauen, wollen wir die Bedingungen verstehen, die Widersprüche ins Bewusstsein rufen und revolutionäre
Lösungen und eine revolutionäre Praktiken umsetzen. Wir wollen mit allen Revolutionären und SozialistInnen Schulter an Schulter Kämpfen, die diese
Perspektive besitzen. Wir wollen das Heer der ArbeiterInnen und der Werktätigen gemeinsam aufbauen.
Wir wollen mit allen AntifaschistInnen, Antiimpe-
rialistInnen, AntirassistInnen, AntisexistInnen
und mit Menschen, die wegen ihrer Religion
unterdrückt werden und mit Menschen die gegen ökologische Desaster sind, kurz gesagt mit
allen die gegen die verschiedenen Ursachen
des kapitalistischen Systems sind, mit dem
Widerstandsgeist des Juni(Gezi)-Widerstands
Schulter an Schulter gemeinsam kämpfen.
Als
migrantische
revolutionäre
SozialistInnen kämpfen wir mit diesem Bewusstsein in den verschiedenen
Ländern.
Wir sagen „nein“ zum Egoismus, welches das
Produkt des relativen „guten Lebens“ der ArbeiterInnenklasse ist, und von den imperialistischen Staaten für ihre eigenen Länder erschaffen wurde. Durch die Entfremdung, die
Ziellosigkeit und die Verfaulung durch den Egoismus, sehen wir den unausweichlichen Untergang dieser Gesellschaften. Wir wissen das in
den imperialistischen Ländern die künstliche
„Wohlfahrt“ und „Gemächlichkeit“ nicht lange
andauert, während Milliarden Menschen in den
Kolonialen und Neokolonialen Ländern auf der
Welt vom kapitalistischen System zu Hunger,
Armut, Kriegen und brutalen Zerstörungen verurteilt werden. Mit der Neoliberalen Politik wurde diese „Wohlfahrt“ jetzt schon zum größten
Teil aus der Welt geschaffen. Die Flammen der
Kriege, die von den imperialistischen Staaten
geplant und in Afrika, im mittleren Osten und
überall auf der Welt umgesetzt werden, überschritten jetzt schon die Grenzen des US-Imperialismus und der Imperialisten in Europa. Der
Nazismus und jede Art von faschistischen Bewegungen, der Rassismus, die Diskriminierung
findet jetzt schon Millionen von AnhängerInnen.
Wir rufen als migrantische Revolutionäre die
migrantischen ArbeiterInnen und Werktätigen zum lokalen und internationalen Kampf
auf, für die Revolution und dem Sozialismus
zu Kämpfen, gegen die Barbarei, die vom
kapitalistischen System erschaffen wurde.
Wir werden in den Ländern, indem wir uns befinden mit den lokalen revolutionären und
sozialistischen Kräften, AntifaschistInnen, AntikapitalistInnen, ArbeiterInnen und Unterdrückten Schulter an Schulter in gemeinsamen Kämpfen und Organisationen sein. Wir
werden diesen Kampf zusammen aufbauen.
Die „Internationale Solidarität“ ist die Stimme
der SozialistInnen, in diesem Kampf. Die „Internationale Solidarität“ ist nicht nur die Stimme
der revolutionären SozialistInnen, sondern auch
gleichzeitig die Stimme aller migrantischen und
lokalen Revolutionäre, AntifaschistInnen, AntikapitalistInnen und allen die gegen Rassismus,
Diskriminierung, gegen die Unterdrückung der
Frau und gegen die Ökologische Zerstörung
ihre Stimme erheben und kämpfen wollen.
Arbeiten wir gemeinsam, erheben wir unsere
Stimme, Vergrößern wir unsere Einheit und gehen wir gemeinsam mit kräftigeren Schritten zu
einer freien Welt ohne Klassen und Ausbeutung!
7
7 Haziran parlemanto seçimleri
ve devrimci tavrımız - D. Sena
2011 seçimleri sonrasında yaptığımız değerlendirmede seçimlerin kapitalist sistemdeki rolünü
şöyle tanımlamıştık; “Seçimler parlamentolu burjuva siyaset makinesini meşrulaştırmanın ve
yenilemenin en temel aracıdır. Geniş emekçi yığınların kendi kendini yönetme yanılsaması, bu
yanılsamanın merkezi unsuru olan seçimlerin yinelenmesiyle sağlamlaştırılır. Seçimler yoluyla
burjuva siyasetin vitrini yenilenir, egemen sınıfların değişik kesimleri arasında partiler aracılığıyla yürütülen güç ve rantın paylaşım mücadelesinde sağlanan toplumsal destek somutlaştırılır...
Egemenlerin Seçim Sevdası ve Önümüze Dayatılan Sandıklar
2011 seçimleri sonrasında yaptığımız değerlendirmede seçimlerin kapitalist sistemdeki rolünü şöyle
tanımlamıştık;
“Seçimler parlamentolu burjuva siyaset makinesini meşrulaştırmanın ve yenilemenin en temel
aracıdır. Geniş emekçi yığınların kendi kendini yönetme yanılsaması, bu yanılsamanın merkezi unsuru olan seçimlerin yinelenmesiyle sağlamlaştırılır. Seçimler yoluyla burjuva siyasetinin vitrini
yenilenir, egemen sınıfların değişik kesimleri arasında partiler aracılığıyla yürütülen güç ve rantın
paylaşım mücadelesinde sağlanan toplumsal destek somutlaştırılır. Bütün bu boyutlarıyla seçimler, kapitalist sistemin toplumsal meşruiyetinin yeniden üretilmesinin en temel araçlarından biridir.
8
Egemen sınıflar açısından seçimler, geniş işçi ve
emekçi yığınların, halkın politikleşmeleri gereken yegane andır. İşçi ve emekçiler, halk sadece ve sadece
seçim süreçlerinde egemen sınıfların çıkarlarını koruyan partilerin gösterdiği doğrultuda politikleşmelidirler ve oylarını bu partilerden biri için kullandıktan sonra, politikayı bir sonraki seçime değin unutmalıdırlar.”
Son dört yıldır, AKP bu yaklaşımın en uç örneklerinden
birini oluşturuyor. En gerici burjuva demokrasilerinde
bile olmayacak ölçüde, her türlü demokratik arayışı,
mücadeleyi gayrı meşru sayıyor ve hak aramanın tek
yolu olarak seçim sandığını gösteriyor. Seçimleri kazananın dışında hiç kimsenin söz hakkı, mücadele
etme, hak arama hakkı olmadığını iddia ediyor. Kapitalist sistemde seçim sandığının, en gerici faşist
uygulamaların meşrulaştırılmasının aracına nasıl
dönüştürülebileceğinin en ileri örneğini oluşturuyor.
Ve 2015 7 Haziran’ında yeniden seçim sandıklarına
çağrılıyoruz.
Seçime Giderken...
7 Haziran parlamento seçimlerini sınıflar mücadelesi açısından nasıl okumak gerekiyor?
2011 genel seçimlerinin ardından yaptığımız değerlendirmelerde, AKP’nin “zafer” kazandığını,
ancak bu “zafer”in aynı zamanda onun sınırı olduğunu ifade etmiştik. Sınır çizgisi, hem toplumsal
muhalefetin direnişi, hem de kendi iç cephesinde
yaşayacağı rant ve bölüşüm sorunlarının bir sonucu olarak gelişecek iç çatışmalar olarak ifade
edilmişti. Ve AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmak
için ne yapacaksa var gücüyle bu süreçte yapmaya çalışacağını, bu nedenle sert ve çatışmalı
bir sürecin önümüzde durduğunu ifade etmiştik.
Neden “AKP Sınırlarına Vardı” Demiştik?
Herşeyden önce, AKP, Türkiye’deki toplumsal sınıf
ve kesimlerin burjuva siyasal arena bağlamındaki
geleneksel siyasal tercihlerini altüst eden bir durum yaratamamıştır. Geleneksel olarak % 60-70
civarındaki sağ, % 30-40 civarındaki sol oy potansiyelinin varlığı değişmemişti. Alevilerin, Kürtlerin,
işçi sınıfının ileri kesimlerinin ve değişik toplumsal
tabakaların kemikleşmiş sol oy potansiyelinin değişmesi de mümkün değildi. Öte yandan, AKP’nin
% 60-70 civarındaki sağ oy potansiyelinin tümünü
kapsaması, % 10-15 civarındaki MHP gibi açık faşist milliyetçi kemik oyun varlığı, % 5-10 gibi SP vb.
diğer dinci partilere ve sağ partilere giden kemik
oyların varlığı nedeniyle mümkün değildi. % 50’lik
oy bile aslında kısmen bu kesimlerden kaymış ve
her an geri gidebilecek önemli bir oyu kapsıyordu.
Bu nedenle, AKP’nin mevcut parlamenter sistem
içinde bu oy oranının çok fazla üstüne çıkması
mümkün değildi. Bu anlamda, geldiği nokta sınırdı.
Öte yandan, AKP’nin kendisine destek veren tekeller lehine alacağı her tutum, ki bunu sonuna kadar yapacaktı, oligarşinin geleneksel kanatlarının
muhalefetini doğal olarak şiddetlendirecekti. Bunun anlamı, hem iç de, hem de uluslararası alanda
AKP’ye dönük ciddi çatışma ve direnç alanlarının
oluşması demekti. AKP’nin yapacağı her hatanın,
oligarşi içi çatışmada rakip güçler için açık veya örtük olarak AKP’nin yıpratılması ve geriletilmesi için
şiddetli mücadelelerin konusu olması kaçınılmazdı.
AKP’nin, emperyalistler tarafından ılımlı islam/
BOP projesi temelinde bölgesel olarak kendisine biçilen “öncü” rolü, bir bölgesel hegamonya
projesine dönüştürme isteği açıktı. AKP, 2010 sonunda başlayan Arap baharının kendisine bunun
için muazzam bir fırsat yarattığını düşünmekteydi. Bu tutumun emperyalist güçlerin hegamonya alanlarına girmeyi, onlardan rol çalma, mevzi
kapma demek olduğu açıktı. Ve bu, kaçınılmaz
olarak emperyalist güçlerle şu veya bu düzeyde ve sertlikte karşı karşıya gelişleri, çatışmayı kaçınılmaz olarak beraberinde getirecekti.
AKP, yukarıdaki olgularla da bağlantılı, fakat
esas olarak kendi iç dinamiklerinden kaynak-
lı olarak da şiddetli çatışmalara gebeydi. Kendi
içinde Milli Görüşçülerden, Fetullahçılara ve değişik cemaatlere kadar uzanan bir tür koalisyonu ifade eden AKP’nin kazandığı seçim zaferiyle
birlikte büyük bir ekonomik ve siyasi güç mücadelesine sahne olması da kaçınılmazdı. Özellikle
en büyük cemaat olarak öne çıkan Fetullahçıların devlet bürokrasisi içindeki gücüyle ortaya çıkan fırsatı kaçırmayacağı, siyasal ve ekonomik
ranttan daha büyük pay isteyeceği açıktı. Yani
AKP içi bir savaş/yarılma kapıda durmaktaydı.
Yukarıda sayılan faktörlerin tümü kadar, hatta bunların toplamından da önemli asıl faktör; AKP’nin
girişeceği arsız saldırgan politikaların kaçınılmaz
sonucu olarak başta işçiler, emekçiler, Kürtler,
Aleviler, laikler ve tüm ezilenler olmak üzere bütün
muhalif kesimlerde şiddetli bir direniş potansiyelinin birikecek olmasıydı. Türkiye ve Kuzey Kürdistan taşıdıkları büyük çelişki dinamikleri nedeniyle,
Latin Amerika’dan Avrupa’ya oradan Arap baharına uzanan büyük kitlesel mücadeleler dalgasının
dışında kalamazdı. Direniş AKP’nin sorunsuz ilerleme dinamiğini kıracağı gibi, çevre/çeper kitlesinden başlayarak kopuşları da tetikleyeceği açıktı.
Başlıcaları bunlar olan nedenlerden ötürü, AKP
2011’de kazandığı “zafer”le aslında siyasal ilerleyişinin sınırlarına varmıştı. Ve kendisi de bunun
farkındaydı.
AKP; Hükümet mi, Devlet mi Olmak?
Bu noktada, ya mevcut statükoyu korumaya çalışacak ve kendine özgü biçimde daha önceki düzen
partilerinin kaderini paylaşacaktı, ya da çok büyük
ve iddialı biçimde hükümet olmaktan devlet olma
hedefine, yani tüm devleti kendi politikaları temelinde dönüştürerek on yıllara yayılan bir iktidar
kurma hedefine yönelecekti. AKP, ülke ve dünya
konjonktürünü ve % 50’lilik sınırlarına varmış oy
oranını korumanın yolunu ikinci seçenekte gördü.
Yukarıda saydığımız çelişki alanlarındaki çatışmalarda başarıyla çıkmanın yolunu, salt hükümet olmakta değil, devlet olmakta gördü. Tüm devlet aygıtını ve toplumsal ilişkileri, yaşamı kendi planlarına
uygun olarak dönüştürmesi, ideolojik, politik, kültürel, kurumsal, hukuki ve kadrosal olarak yeniden
yapılandırması gerekiyordu. Seçimler vb. yoluyla
daha ileriye gidemeyecek olan, sınırlarına varmış
olan “siyasal zaferi”, ancak bu yolla istikrarlı hale
getirebilir, uzun vadeli kılabilirdi. Hükümet olmaktan, devlet olmaya geçiş planında, varını yoğunu
ortaya koymak onun için tek yoldu. Ve bunun için
ne yapacaksa, bu dönemde yapmak zorundaydı.
Son dört yıllık süreç tam da bunun mücadelesi ile
geçti.
Devlet Olma Yolunda AKP...
2002-2011 arası dönemde bir yandan emperyalizme tam bir sadakatle uyguladığı neoliberal politikalar, bir yandan demokrasi söylemleriyle iktidarını sağlamlaştıran AKP, 2011 seçimleri sonrasında
ise görünürde ılımlı islam, gerçekte ise onu tümden aşan yeni bir saldıgan politikayla devleti tümüyle dönüştürmek için harekete geçti. Artık hü-
9
kümet olmak değil, devlet olmak için, devletin bütün
kurumlarını, kendi politik çizgisine göre yeniden kurumlaştırma planları üzerinden hareket etmekteydi.
Yeni devlet düzeninin, ideolojik olarak Sunni İslam’ın
emperyalistlerin belirlediği “Ilımlı İslam” anlayışını
temel alması, açık bir hedef olarak konuldu. Siyaset, kamu yaşamı, kültür vb.bütün alanlarda buna
dönük çok yönlü bir saldırı başlatıldı. “Dindar bir
nesil yetiştirme” hedefinden, kürtajın yasaklanmasına, insanların giyim kuşamından, kadın-erkek ilişkilerine, yediklerinden içtiklerine, sosyal dayanışma
ve devletin sosyal görevlerine, “Alevi açılımı” vb.
yalana dayalı söylemlerle iç içe geçmiş tarzda tüm
diğer inançların, ulusal aidiyetlerin “afedersiniz”le
başlayan söylemlerle aşağılanıp, baskı altına alınmasına ve islamlaştırılmak istenmesine, 4+4+4’lü
imam hatipleri esas alan eğitim sistemine, vb. değin
her alanda sosyal yaşamı, kültürü, eğitimi, siyaseti dinselleştirmeye dönük yoğun saldırılar aralıksız
olarak sürdürüldü. Öyle ki, pragmatist din tüccarı
AKP’nin, ABD emperyalizminin imalatı olan “Ilımlı İslam” anlayışını her alanda aşacağı, katı şeriatçılıkla,
pragmatist din tüccarlığının ve faşist Türk milliyetçiliğinin omurgasız, şekilsiz bir birliğini ifade eden, saldırgan bir politikanın uygulanacağı da ortaya çıktı.
Holding, Koç Holding, vb.) geri adım atıp, şu veya bu
düzeyde uzlaşmak zorunda kaldılar. Hiç kuşkusuz,
bu durum çatışmanın bitmesi anlamına gelmiyordu.
Sadece kısmen küllendirilmesi, kısmen de örtük
hale getirilmesi ve daha geri bir düzeyden sürdürülmesi anlamına geliyordu. Öte yandan, AKP’nin ana
destekçileri olan “islamcı” tandaslı tekellerin, orta
ve büyük burjuvazinin önü ise sonuna değin açıldı.
2008’de başlayan dünya kapitalist sisteminin büyük
krizinin ilk döneminde yaşanan düşüşünün ardından,
özellikle ABD merkez bankasının piyasaya sürdüğü
büyük miktardaki paranın bir bölümünün, yüksek
faizle borçlanan Türkiye gibi orta düzeydeki yeni
sömürgelere akışı, “Ilımlı İslam” projesinin finansörlüğünü üstlenmiş Suudi ve Körfez sermayesinin desteğiyle kısmi bir toparlanma yaşayan ve aynı zamanda dış sermaye akışına bağımlılık düzeyi olağanüstü
artan Türkiye kapitalizminin bütün imkanları, “yandaş” sermayeye akıtıldı. Ülkenin imkanları kelimenin
gerçek anlamıyla yağmalandı. Elbette AKP yöneticileri de bu yağmadan aslan payını almayı unutmadı.
Tayyip Erdoğan’ın adının, bu dönemde dünyanın en
zenginleri arasında sayılması tesadüf değildir. TC tarihinin hiç bir döneminde görülmeyen ölçüde rüşvet,
kayırma, yolsuzluk ve keyfilik bu dönemde yaşanır.
AKP’nin 2011 seçimlerinde elde ettiği “sınırlarına
varmış zaferi”, Ortadoğu’daki büyük halk mücadeleleriyle çakıştı. Ortadoğu’nun Arap halklarının
demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle başlayan isyanları ne yazık ki, devrimci ve/veya
güçlü demokratik bir önderlikten yoksundu ve isyan
süreçleri içinde de bu önderlik yaratılmadı. Daha
da kötüsü özellikle isyanın başladığı Tunus ve Arap
dünyasının kalbi Mısır’da, AKP ile aynı eksende olan
islamcı örgütlerin (Müslüman Kardeşler vb.) isyana
katılmamalarına rağmen, en örgütlü güç olmaları
nedeniyle isyanlar sonrasında yapılan seçimlerde
en yüksek oyu alarak hükümeti oluşturdular. Güçlü
devrimci ve demokratik önderlikler ortaya çıkması
ve bölgede, dünya emperyalist-kapitalist sisteminden kopuşun başlamasından korkan, başta ABD
emperyalizmi olmak üzere emperyalist ülkeler de
başlangıçta bu gelişmeyi şartlı olarak desteklediler.
Yeni dinci devlet düzeniğinin bir diğer adımı, devlet
kurumlarını ve tüm kadrolarını AKP’nin çizgisine uygun olarak yapılandırmaktı. Eğitim, yargı, iç güvenlik
vb. her alandaki kritik yasalar değiştirilerek, dinci
kurumlaşma en az 10 yıllık süreç açısından garanti
altına alındı. AKP’li olmayan tüm devlet yöneticileri,
kritik kurumlar (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Milli
Eğitim, Polis, MİT vb.) başta olmak üzere önemli ölçüde tasfiye edildi. Ordu’da ABD emperyalizminin açık
desteğiyle, çürümüş ve sürece cevap olamayan kesimler, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla tasfiye edildi. Böylece, Ordu’da önceden belli olan üst rütbelere
yükselme zinciri kırıldı. Mevcut politikalara uyum sağlayacak yeni bir kadro Ordu`nun yönetimine getirildi.
Türkiye oligarşisinin belkemiğini oluşturan, eski dönemin geleneksel çizgisindeki ve esas olarak TÜSİAD’da örgütlü tekelleriyle, çatışmalı süreçler içinde
kısmi uzlaşmalar sağlandı. Milyar dolarlık cezaların
kesildiği vergi denetimleri, verilmiş devlet ihalelerinin iptal edilmesi veya iptal tehdidi, ihale verilmemesi, kamuoyu önünde açıkça hedef alarak tehdit etme
vb. yollarla kısmen sindirilen bu kesimler (Doğan
10
Bu tablo, AKP tarafından her alanda bir sıçrama
tahtası olarak görüldü. ABD’nin BOP/Ilımlı İslam
projesinin pilot uygulaması olarak gelişen AKP,
başta Mısır ve Tunus olmak üzere, Müslüman Kardeşler üzerinden kendine bir tür “öncü” inisiyatif
alanı açmak için harekete geçti. Bu örgütlerin ve
kurdukları hükümetlerin dünya emperyalist-kapitalist sistemine hızla entegre edilmelerini hızlandıracağı düşüncesiyle, ABD emperyalizmi başlangıçta
bu “öncü” inisiyatife göz yumdu. Fakat AKP, tam
da bu noktada ortaya çıkan fırsatı, Yeni Osmanlıcılık olarak tanımladığı, Osmanlı İmparatorluğu`nun
Ortadoğu’daki (ve tabii ki Balkanlar ve Kafkaslar`daki) eski işgal bölgelerinde başat güç olma, başat
hegemonyacı olma iddiasını içeren bölgesel bir emperyal hegemonyacılık politikasının zemini haline
getirmek istedi. Böylece, Ortadoğu`nun yeni fatihi,
tüm İslam dünyasının öncüsü ve elbette bölgenin
yağmalanmasında en büyük pay sahiplerinden biri
olacak, siyaseten ve iktisadi olarak sistem hiyerarşisinde birkaç basamak birden ileriye fırlayacaktı.
Derhal, Mısır’da ve Tunus’ta kurulan Müslüman Kar-
deşler hükümetlerine ağabeyliğe soyundu. Bunlarla birlikte, kendisinin hegamon olduğu yeni bir
bölgesel güç ekseni oluşturmaya girişti. Suriye’deki demokratik taleplerle halk isyanı başladığında,
yine Müslüman Kardeşler yoluyla buradaki süreci
yönlendirmeye çalıştı. İsyanın, Suriye`nin Arap bölgelerinde gerici-faşist bir silahlı harekete dönüşmesinde bu müdahaleler ciddi bir rol oynadı. Ve
AKP, bu silahlı gerici-faşist çeteleri tereddütsüz
olarak destekledi. Yeni-Osmanlıcılık, Sunni Arap
dünyasında bölgesel hegamonya oluşturma biçiminde artık pratikleşmişti. Bütün bunlar artık ABD
emperyalizminin “Ilımlı İslam” projesinin fersah fersah ötesine geçmişti. Pragmatist din tüccarlığı ile
katı sunni şeriatçılık, hem de silahlı ve en saldırgan
biçimleriyle iç içe yeni bir siyaset oluşturuyordu.
Sonuç olarak; AKP, hükümet olmaktan devlet
olma hedefine yönelmekle birlikte, adım adım
“Ilımlı İslam”dan, dışarıda Yeni-Osmanlıcılık, içeride Yeni-Türkiye söylemleriyle pragmatist bir din
tüccarlığı ile katı sunni şeriatçılığın iç içe geçtiği,
üstüne Türk milliyetçiliğinin eklendiği saldıgan bir
strateji temelinde tüm siyasal, kültürel ve toplumsal yaşamı ve devleti biçimlendirmeyi hedefledi.
“Zafer”den Düşüşe AKP...
AKP, 2011 seçimleri sonrasında 2013’e değin
bu politikalardan oluşan stratejiyi uygularken,
tüm sömürücü sınıflar ve onların iktidar sahibi siyasal temsilcilerinin sıkça düştüğü bir hataya; kendisine karşı işleyen dinamikleri görmeme ya da kibirle hafifseme hatasına düştü.
Türkiye ve Kürdistan’da bir işçi sınıfı vardı, emekçiler, yoksullar ve ezilenler vardı. Kürt ulusu başta
olmak üzere ezilen ulusal topluluklar vardı. Aleviler başta olmak üzere ezilen inançlar vardı. Yaşam biçimlerini korumak isteyen laikler vardı. Her
gün adeta kıyımdan geçirilen kadınlar vardı. Boyun eğdirilmiş “dindar gençlik” olmak istemeyen,
gelecek kaygısı taşıyan, özgürlük isteyen gençlik
vardı. Ve bunların şu ya da bu düzeyde eylemlerle
ifadesini bulan insanca yaşam, demokrasi, özgürlük ve eşitlik talepleri vardı. Ezilen, adeta yok sayılan, her fırsatta baskıya uğrayan ve aşağılanan
bu kesimlerde, uygulanan politikalara karşı giderek büyük bir öfke ve mücadele isteği birikiyordu.
Sadece bu da değil, AKP hedefleri büyüttükçe, yağmanın, hırsızlığın, rantın, gücün alanı ve
çapı büyüdükçe, AKP çatısı altında toplanmış
değişik burjuva fraksiyonların bu yağmadan,
ranttan ve güçten aldıkları payı büyütme mücadelesi de alttan altta büyüyordu. Bu güç ve rant
mücadelesinin en görünür olanı, Fetullahçılar ile
AKP`nin belkemiğini oluşturan Milli Görüş geleneğinden gelenler arasındaydı. Ancak daha örtük olarak Milli Görüş geleneğinden gelenler arasında da için için devam eden bir mücadele söz
konusuydu. Ve süreç ilerledikçe çatışma noktaları hem büyümekte, hem de belirginleşmekteydi.
Öte yandan, emperyalist-kapitalist sistemin efendisi ABD emperyalizmi, AKP’nin dış politikadaki “Yeni Osmanlıcılık” ve içdeki “Yeni Türkiye”
heveslerini ve uygulamalarını, kendi hegemonya alanını daraltma, karşı bir hegamonya oluş-
turma, deyim yerindeyse “besle kargayı oysun
gözünü” riskini içeren bir politika olarak algıladı. Bu politika aynı zamanda, ABD karşıtlı politikalara sahip ya da buna eğilimli silahlı şeriatçı
örgütler içinde uygun bir ortam yaratmaktaydı.
Bu
üç
çelişki/çatışma
dinamiği/zemini
2013’de AKP’nin devlet olma stratejisine karşı açıkça meydan okuyarak harekete geçti.
2013 büyük Haziran Direnişi, Türkiye’nin tüm kentlerinde milyonların isyanı olarak, AKP’nin düşüş
sürecinin startını verdi. Bir ayı aşkın bir süre devam eden ve büyük kentlerin meydanlarının halk
tarafından ele geçirildiği, başta işçi ve emekçiler
olmak üzere tüm sınıf ve tabakalardan ezilenlerin
özgürlük ve insanca yaşama sloganlarıyla ayağa
kalktığı ve AKP’ye meydan okuduğu halk direnişi
böylece Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir devrimci, demokratik mücadele döneminin de başlangıcı
oldu. Şehitler ve binlerce yaralı pahasına sürdürülen, Türkiye ve Kürdistan’ı mücadele arenasına
dönüştüren Haziran Direnişi, AKP’nin baskı ve terör yoluyla sindirme politikalarının da sınırlarına
vardığını gösterdi. Sokaktaki milyonlar karşısında
daha da saldırganlaşan AKP rejimi, artık muhalefeti, demokrasiyi vb. şeyleri meclise ve seçim
sandığına hapsetme girişimlerinin anlamsızlaştığını gördü ve polis terörünü en azgın biçimleriyle
kullandı. Ancak amiyane deyişle, artık “cin şişeden
çıktı”. Sokaktaki eylemleriyle direnen milyonlar,
tüm topluma ve dünyaya AKP rejiminin meşru dayanaklarının artık iyice zayıfladığını gösterdi. Haziran Direnişi`nin ardından kitle hareketi kısmen
geri çekilmiş olsa da, direnişin yarattığı meşruiyet
bilinci, AKP’nin yenilebileceği fikri, mücadeleyi kıran kırana sürdürme gereğine olan inanç diri kaldı.
Her önemli sorunda devletin güçleriyle her düzeyde karşı karşıya gelişte kitleler Haziran Direnişi`nin
anısı ve birikimiyle, meşruluk inancıyla hareket
etmeyi sürdürdü. Yeni Haziran’lar kitlelerin umudu
ve hedefi olurken, AKP’nin de yaptığı her hesapta korkulu rüyası haline geldi. Artık “ne yapsam
kuzu kuzu kabul etmek zorundalar” dönemi bitti.
Büyük Haziran Direnişi ile ağır bir yara alan AKP`nin iç çatışmalarıda hızla derinleşti. AKP yönetiminin zayıfladığını gören ve iktidardaki payının
artması için bütün gücünü ortaya koyan ve bunun
için herşeyi yapmaya hazır olduğunu gösteren
Fetullahçılar, Aralık ayında büyük bir operasyon
gerçekleştirdi. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP yönetiminin yolsuzluklarını açık kanıtlarıyla internet üzerinden açıkladı. AKP, böylece
kendi içinde de ciddi bir yol ayrımına geldi. Ağır
bir darbe aldı. Fetullahçılarla tüm ipler koptu ve
“paralel yapıya karşı mücadele” adı altında büyük
bir savaş başladı. Böylece AKP’nin iç dinamiklerinin çözülmesi sürecinin de ilk adımı atılmış oldu.
Kürt ulusal demokratik hareketinin 2012’den itibaren gerçekleştirdiği atakları; gerillanın Kuzey Kürdistan’da alan tutması, bir tür kurtarılmış bölgeler
yaratması düzeyine ulaşması, AKP`nin Kürt politikasının da iflası anlamına geliyordu. Dahası Suriye politikasının iflasına paralel olarak Rojava’da
demokratik özgür bir alanın açılması, PKK’nin bu
alanda da büyük bir sıçrama yaratması anlamına
geliyordu. Kürt sorunu cephesinde tam bir sıkış-
11
ma yaşayan AKP, bu sorunu en azından dönemsel
olarak uykuya yatırmak ve kendini toparlamak için
“barış süreci”ni geliştirdi. Bu aynı zamanda, Kürt
özgürlük hareketinin farklı ayakları (İmralı, Kandil,
Avrupa, legal siyaset, vb.) arasında çelişkiler, parçalanmalar yaratmak için de bir fırsatlar yaratabilirdi.
PKK lideri Öcalan’ın 2013 Newroz’unda yaptığı barış
açıklaması ve geri çekilme Kürt özgürlük hareketi
açısından ise ikili bir anlama sahipti. Birincisi, Kürt
sorununun demokratik çözümü için bir şans daha
tanımaktı. Hiç kuşkusuz bu noktada büyük beklentiler yoktu, halen de yok. Ancak şiddetlenen çatışmalar ve AKP’nin PKK’yi yok etme planlarının tümüyle
boşa çıkması ve sıkışma, zayıfta olsa barış için bir
şans yaratabilirdi. İkincisi ve daha da önemlisi, Rojava’nın kurtarılması ve orada demokratik halkçı bir
yönetim zemininin oluşması söz konusuydu. Ve Kürt
özgürlük hareketinin bu kazanımı koruyabilmesi ve
geliştirebilmesi için hem siyasi ve diplomatik, hem
de askeri açıdan bir soluklanmaya ve manevra alanına ihtiyacı bulunuyordu. İran’la yapılan ateşkesten
sonra, TC ile girilen “barış süreci” bu fırsatı verebilirdi. Güçlerin Rojava’ya aktarılması, bu alana odaklanma açısından bu süreç önemli bir rol oynayacaktı.
2013 Newroz’undan bu yana süren “barış süreci” de
iki yıl içinde kendi sınırlarına geldi dayandı. Özellikle Kobane direnişi, AKP’nin ve bir bütün olarak TC
oligarşisinin esas olarak barış derdi olmadığını, her
fırsatta Kürt özgürlük hareketini boğmaya çalıştığını
gösterdi. Rojava direndi ve TC’nin kimi zaman açıktan kendi güçleriyle, kimi zaman KDP eliyle ve esas
olarak ta Suriye’deki dinci faşist IŞİD ve El Nusra
gibi güçler aracılığıyla yaptığı yok etme girişimlerini boşa çıkardı. Dahası 6-8 Ekim’de Kobaneyle dayanışma amacıyla gelişen halk isyanı, AKP’nin ve
Türkiye oligarşisinin bütün planlarını bozdu. Kürt
özgürlük hareketi bu süreçte büyük Haziran Direnişi ile buluşamamanın yarattığı eksikliği önemli ölçüde giderdi. HDP güçlendi. “Barış süreci” ile Kürt
özgürlük hareketini pasifize etmeyi uman AKP ve
Türkiye oligarşisi, tam tersine bu süreçte Kürt özgürlük hareketinin hem Kürdistan’da, hem de Türkiye’de meşruiyetinin büyümesi ile yüz yüze kaldı.
AKP, uluslararası arenada da kendisine biçilen rolün dışına çıktığı, bunu zorladığı ölçüde, emperyalistlerin ona verdiği krediler azaldı ve artık tükendi.
Ortadoğu politikasında bölgesel başat güç olma,
hatta emperyalistlerin hegamonya alanlarına sızma, “Yeni Osmanlıcılık” vb. politikaları hem Mısır
ve Tunus’ta, hem de Suriye’de tek kelimeyle duvara
tosladı. Halkların direnişi AKP’yi Ortadoğu’da politik olarak El Nusra, IŞİD gibi vahşi faşist örgütlere
muhtaç hale getirdi ve son olarak da, Yemen`i işgal
etme çabalarında görüldüğü üzere, Suudi Arabistan’ın kucağına düşürdü. ABD ve AB emperyalistleri
açısından artık güvenilmez ve zamanını doldurmuş
bir müttefike dönüştü. Emperyalist tekeller AKP ile
işlerinin bittiğini kimi zaman açık, kimi zaman örtük olarak kendilerinin sözcüsü konumundaki, The
Economist vb. yayınlar üzerinden ifade ediyorlar.
12
Bütün bu gelişmelere bağlı olarak, Türkiye ekonomisinin de çivileri çıkıyor. Yeni ve şiddetli bir ekonomik krizin kapıda olduğu, bütün kriz dinamiklerinin
giderek daha hızlı işlemeye başladığı artık genel
bir kabul görüyor. Ekonomideki büyüme düşüyor.
Kilit yağma sektörü olan inşaat alanında küçülme
devam ediyor. Döviz fiyatları yükseliyor. Döviz rezervleri azalıyor. Faizler düşmüyor. Dış borçlarda
alarm zilleri çalıyor. Türkiye’nin kredi notlama kuruluşlarındaki pozisyonu 2011’e göre ciddi bir gerileme yaşıyor. Bu durum, oligarşinin AKP’ye destek veren kesimlerinde ciddi sarsıntılara yol açıyor.
Anadolu`daki kimi büyük sermaye kesimleri yeni
arayışlar içinde. İşsizlik oranları artıyor ve işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki hoşnutsuzluk büyüyor.
AKP’nin 2011 seçimlerinden sonraki şaşalı görüntüsü artık hayal oldu. İktidarda olmasına rağmen,
iktidarı artık kırık döküktür. Ve tablo öyle bir hale
gelmiştir ki; iktidarı kaybetmek, onlar için her şeyi
kaybetmek anlamına geliyor. Yaptıkları yolsuzluk
ve hukuksuzluklar, TC gibi bir devlet için bile normalin çok ötesindedir. Bu nedenle, iktidarı kaybetmek aslında onlar için hapishane ile eş anlamlıdır. Ne pahasına olursa olsun, koltuğu korumaları
gerekiyor. Bunun için bir iç savaş da dahil herşeyi yapmaya hazırlar. Son bir yıldır yaptıkları kimi
manevralarla bu durumu toparlamaya ve şiddetli bir mücadeleye hazırlanmaya çalışmaktadırlar.
Fetullahçılarla girdikleri savaşın yarattığı boşluğu,
eski düşmanları Ergenekoncularla doldurmaya çalışmaktadır. Birkaç yıl önce müebbet hapis cezaları
isteyerek yargıladığı ve cezalar yağdırdığı darbecilere muhtaç hale gelmiştir. Doğu Perçinek gibi bir siyaset maymununu bile yanına alma ihtiyacı duymuştur.
Yeni güvenlik paketi ile bir iç savaş olasılığına hazırlanıyor. Yeni güvenlik paketi,Ordu ve Ergenekoncularla
yaptığı uzlaşma ile birlikte anlam kazanıyor. Bu, halka
karşı savaş hazırlığıdır. Savaş hazırlığı, AKP’nin devlet
olma stratejisini artık seçimler yoluyla uygulama şansının olmadığını görmesiyle doğrudan bağlantılıdır.
Hızla yaklaşmakta olan ve bir yanıyla AKP’den artık
kurtulmak gerektiğine inanan emperyalist güçler tarafında da hazırlanan ekonomik kriz karşısında, AKP
ve Tayyip adeta panik yaşıyor. Tayyip ile Merkez Bankası arasındaki çatışma, bu paniğin en görünen yüzü
oldu. AKP, sürekli bir sıcak dış para girişine ihtiyaç
duyan bağımlı ekonomiyi, düşe kalka da olsa ayakta tutmak için Ortadoğu’unun petrol ekonomilerine
daha çok avuç açıyor. Son bir ayda Türkiye ekonomisine giren, kaynağı belirsiz (!) 4 milyar doların esas
olarak bu ekonomilerden geldiği biliniyor. Bu tür pansuman tedavilerinin çare olamayacağı açık olsa da,
bu alanda AKP için başkaca bir kaynak bulunmuyor.
Dış siyasette de, “Yeni Osmanlı” hayali zorunlu
olarak geriye çekiliyor. Suudi Arabistan ve Körfez
emirliklerinin mali desteğine muhtaç olan AKP, Yemen krizi ile birlikte oluşan Suudi Arabistan, Katar
ve Mısır eksenli Sunni bloğa kıyısından dahil olmuş durumda. Ortadoğu’ya öncülük iddiaları Suudi Arabistan’ın dolarlarına takılı kalmış durumda.
Hiç kuşkusuz buradan özellikle Rojava ve Suriye’ye
dönük bir saldırı planı çıkartılmaya çalışılacağı,
böylece yeniden sahnenin önünde yer almaya çalışılacağı açıktır. Ancak bu toparlamalar artık Sunnilerin öncülüğü, vb. iddiaların çok uzağındadır.
Ve AKP asıl hamleyi, başkanlık sistemi ve bunu meşrulaştıracak yeni anayasa ile yapmayı hedefliyor. Tek
kurtuluş yolu olarak, Tayyip’in öne çıkacağı ve kazanmasını umdukları bir başkanlık seçimi ve sistemini görüyorlar. Tasarladıkları başkanlık tüm yetkilerin tek kişide toplandığı, dolayısıyla parlamentonun
ve diğer burjuva denetim mekanizmalarının, partile-
rinin rolünün tümüyle sıfırlanacağı, her türlü muhalefete karşı en acımasız bastırma yöntemlerinin
uygulanabileceği bir sistem. Bu aynı zamanda,
AKP’nin devlet olma sevdasının da doruğu olacak.
Bu nedenle, 7 Haziran seçimleri; AKP ve tüm
burjuva partileri açısından, aynı zamanda tüm
devrimci ve demokratik güçler açısından da
oldukça kritik bir seçim. AKP ve burjuva partileri açısından bir tür “varolma, varlığını koruma” seçimi. Devrimci ve demokratik güçler
açısından ise demokratik mevzileri koruma ve ileriye sıçramak için basamaklar oluşturma seçimi.
CHP, MHP ve Burjuva Siyasetinin Diğer Aktörleri
Burjuva siyasetinin AKP dışındaki diğer aktörleri, AKP iktidarı öncesi burjuva siyaset zemininin restorasyonu dışında, özgün bir politik hedef oluşturmaktan tümüyle uzaklar.
CHP`nin, burjuva anlamda da olsa demokratik bir
Türkiye yaratma konusunda hiç bir fikri ve hedefi
bulunmuyor. İçindeki açık milliyetçi faşist unsurların ayrılması ile birlikte sosyal-demokrat bir çizgiye yaklaştığı izlenimi yaratsa da, açık ve somut bir
demokratikleşme çizgisi yoktur. Son dört yıl içinde
CHP, bütünlüklü bir demokratik çizgi geliştirmekten
uzak, dağınık, bölük pörçük, iddiasız bir parti oldu.
Dahası, Kemal Derviş gibi bir IMF tahsilatçısını, seçimleri kazanmaları halinde başbakan yardımcısı
olarak atayacağını açıklaması, vb. aslında TÜSİAD
çizgisinde olduğunu, 2002 öncesi dönemin makyajlanmış bir halini istediğini apaçık ortaya koyuyor.
CHP’nin bugünkü konumuyla, AKP karşısında sistem içi bir alternatif olmaktan uzak olduğu açıktır.
MHP’nin Kürt özgürlük hareketinin, devrimci hareketin bastırılması dışında tek bir politikası bulunmuyor. Hiç bir zamanda olmadı. MHP, Kürt özgürlük hareketinin kazanımlarından rahatsızlık duyan
gerici kesimlerin en geniş bölümünü kendi etrafında toplama çabası dışında, 4 yıl boyunca tek
bir politika geliştirmedi. MHP’nin sistem açısından bir iktidar seçeneği
olmadığı açıktır. Gerici- faşist kesimlerin, işçi ve halk hareketlerine karşı mobileze edilmesi ve
çeşitli hükümet kombinasyonlarında denge sağlanmasında
rol oynayan faşist bir partidir.
Önümüzdeki dönemde
de ancak bu kadarlık bir rolü olacaktır.
Halkçı ve Demokratik Seçenek; HDP
2013’den bu yana Türkiye’deki çarpık kapitalist
sistemin krizi hızla derinleşmektedir. Düzen karşısında tek seçeneğin devrimci ve demokratik
güçler olduğu da açıktır. Ancak Türkiye devrimci ve demokratik güçleri açısından bakıldığında
hiç bir düzeyde büyük bir toplumsal direniş gücü
yaratılamadığı da aynı ölçüde açıktır. Büyük Haziran Direnişi`nin ortaya çıkardığı muazzam toplumsal mücadele dinamiklerine, Ortadoğu’nun
tümünün içine çekildiği büyük işgal ve iç savaşlar, altüst oluşlar tablosuna ve bunun sunduğu
mücadele olanaklarına rağmen öncü bir devrimci ve demokratik güç ortaya çıkarılmış değildir.
Bu tablo içinde, demokratik, halkçı temelde mevziler kazanan, toplumsal tabanını büyüten ve sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil, tüm Ortadoğu’da
önemli bir siyasal aktör haline gelebilen yegane
güç Kürt ulusal demokratik hareketi olmuştur.
Kürt hareketinin HDP üzerinden Türkiye’de
geliştirdiği ortak cephe çalışması, kapsadığı geniş kesimlerle özellikle son bir yıl içinde, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki en önemli halkçı ve demokratik mevzi durumundadır.
Seçimlerde Devrimci Tutum
Hiç kuşkusuz, devrimci sosyalistler açısından, kapitalist sistem içinde seçimlerin işçiler, emekçiler ve tüm ezilenler için köklü bir
çözüm olamayacağı açıktır. Çözüm, kapitalist
sistemin tümüyle ortadan kaldırılması demokratik halk iktidarının kurulmasıyla mümkündür.
Öte yandan, burjuva seçim süreçleri devrimci ve demokratik güçlerin daha geniş
kesimlere
ulaşması
ve
mevziler
kazanması açısından da önemli fırsatlar sunar.
Seçimler karşısındaki pratik taktik tutum bağlamında bugün asıl önemli noktalar şunlardır;
Diğer düzen partileri
olarak SP, DP, BBP
ise, esas olarak siyasal
varlıklarını
sürdürme
çabası
içindedirler. Herhangi bir politik seçenek oluşt u r m a
konumunda
değ i l d i r l e r.
13
- AKP’yi ve oligarşiyi, onun arkasında saflaşan kesimlerini teşhir etmek, her cephede geriletmek,
- Büyük Haziran Direnişi ve 6-8 Ekim isyanlarında ortaya çıkan Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın
(ki buna Rojava’yı da eklemek gerek) devrimci,
demokratik dinamiklerini birleştirmek ve mümkün olan en geniş kesimleri bir araya getirmek,
- Büyük bir işgal ve iç savaşlar alanına dönüşmüş
olan bölgemiz Ortadoğu’daki süreçler karşısında
birleşik devrimci, demokratik bir direniş tutumuyla
yer alabilmek ve bu savaşların Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a sıçraması durumunda ortak mevziler yaratabilmek,
için nasıl bir yol izlemeliyiz?
Lafı dolandırmadan ifade etmek gerekiyor; her üç
noktada da bugün açısından devrimci sosyalist bir
alternatif bulunmuyor.
Öte yandan, asgari düzeyde de olsa, halkçı demokratik bir seçenek olarak HDP, yukarıdaki her üç noktada
devrimci ve demokratik güçlerin seçim birliği açısından yegane alternatifi oluşturuyor. Bunu ifade ederken şu noktaları unutuyor değiliz; HDP sosyalizm iddiası olan, devrim iddiası olan bir parti değildir. Böyle
bir iddiası da yoktur. Halkçı demokratik bir programa
ve siyasal iddialara sahiptir. Bunun yanı sıra, Kürt
ulusal demokratik hareketi tarafından domine edilmiştir. Bunun anlamı, uzun vadede Türkiye ve Kuzey
Kürdistan’daki mücadelelerin farklı gündemlerinin
yükü altında kalacağıdır. Fakat bu, mevcut koşullar
altında seçim sürecinde işçilerin, emekçilerin, tüm
ezilenlerin halkçı demokratik birliğinin HDP saflarında sağlanabildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Seçim sürecinde HDP’nin desteklenmesi, seçim çalışmalarının ortağı olunması, AKP’nin geriletilmesi,
devrimci ve demokratik güçlerin en geniş kesiminin
mücadele birliğinin sağlanmasında mesafe alınması ve Ortadoğu`yu cehenneme çevirmeye çalışan
emperyalistler ve yerli işbirlikçilere karşı, ortak bir
demokratik halkçı duruşun gösterilmesi açısından
14
önemli ve gereklidir. HDP’nin yüzde on barajını aşması, AKP’nin hem parlamentoda gerilemesi, hem
oy oranının gerilemesi ve kaçınılmaz olarak yaptığı bütün hesapların bozulması anlamına gelecektir. Dahası bu durum, tüm devrimci ve demokratik
güçler açısından önemli bir moral kazanımı olacağı
gibi, seçim sonrasında gelişecek daha büyük mücadeleler içinde önemli bir mevzi kazanımı olacaktır.
Seçimleri boykot tutumunun veya ne anlama geldiği belli olmayan ortacı tutumların, bugün Türkiye ve
Kuzey Kürdistan’daki devrimci ve demokratik güçleri ileriye taşıma ve siyasete etkin biçimde müdahale
etmek açısından pratik bir değerinin olmadığı açıktır.
Devrimci sosyalistler, seçim sürecinde HDP ile omuz
omuza bir yandan devrim ve sosyalizm propagandası ve çalışması yaparken, öte yandan ortak paydaların da mücadelesini yürütecektir.
Bir kahramanlık destanıdır Kürdistan’da, Kobane’de kadın ve erkeklerin özgürlük mücadelesi. Savaşın en zorlu anlarında dahi umutlarını yitirmeden haykırdılar “Kobane Kazanacak!” diye. Tüm dünyanın baka kalmasına ve bazı devletlerin IŞİD’i aktif bir şekilde desteklemesine rağmen, hiç durmadan,
yorulmadan özgürlük için savaştılar Kürdistanlı kadın ve erkekler.
Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar Emirliği, IŞİD’i
silah ile, lojistik ve tıbbi yardım ile desteklerken,
Kobane’ye yollanan tıbbi yardımların bölgeye ulaşmasını engellemeye çalıştılar. Yurtdışından IŞİD’e
katılmak için gelen dinci faşistlerin Türkiye üzerinden Suriye’ye ulaşmasına yardım eden TC devleti,
Kobane’de insanlık mücadelesine katılmak isteyen
Kürtlerin ve enternasyonalistlerin Kobane’ye ulaşmalarını tüm gücü ile engellemeye çalıştı. AKP hükümeti, IŞİD’e karşı sempatisini ve desteğini, IŞİD’li
dinci faşistleri Türkiye’de sınıra yakın hastanelerde
tedavi ederek, onlara silah, lojistik ve istihbarat
desteği sağlayarak açık şekilde gösterdi. Türkiye’deki askeri kışlalarda/noktalarda, IŞİD’li faşistlerle TC askerlerinin bir arada görüntülenmeleri ve
yapılan desteklere ilişkin tanık anlatımları, AKP’nin
IŞİD’e desteğini apaçık gösterdi/gösteriyor.
Aynı zamanda IŞİD’li faşistlerin İstanbul’da ve Türkiye’nin dört bir yanında açık bir şekilde propaganda yapmalarına izin verildi. Radikal islamcı gruplar
çeşitli üniversitelerde ve mahallelerde solcu gruplara saldırırken ve sokaklarda korku saçarken, protestoculara, demokratik ve sosyalist güçlere kin ve
vahşet kusan TC polisi yok olmuş gibiydi. Ölen IŞİD
faşistleri için cenaze törenleri düzenlemek isteyen
gruplara, camileri adeta politik propaganda merkezleri olarak sunan AKP hükümeti, bu alanlarda
da IŞİD’e desteğini her zaman olduğu gibi sergilemekten çekinmemiştir.
Rojava’da süren direniş, Kuzey Kürdistan’da da
karşılığını buldu. Kürdistan halkı gerek Suriye sınırı boyunca, gerekse Türkiye ve Kürdistan’ın pek
çok kentinde ayağa kalktı, direnişe geçti. 6-8 Ekim
tarihleri arasında direniş büyük bir isyana dönüştü.
IŞİD’e verilen silah, lojistik ve tıbbi destekleri protesto eden ve Kobane’deki direnişçilere yardım için
koridor açılmasını isteyen, Türkiye ve Kürdista’nın
dört bir yanında sokakları dolduran Kürt halkına
karşı görülmemiş bir nefret ve vahşet ile saldırdı TC devleti. Kürtler ve demokratik güçler IŞİD’li
faşistlerin sınır geçişlerini engellemek için, Suriye
sınırlarında insan zinciri oluşturdular. Halkın ayaklanmasını durdurmaya çalışan TC polisi, askeri ve
Türk faşistleri el ele saldırıya geçtiler. Polis ve askerler protestoculara gerçek mermi sıkarken, Türk
faşistleri pompalı tüfekler ve satırlarla saldırdılar.
Faşistler yürüyüş alanlarına yüksek hızla arabalarla
daldılar. Diyarbakır ve 5 kentte halkın isyanı ile başa
çıkamayan ordu ve polis, 12 eylül cuntasından bu
yana ilk kez sokağa çıkma yasağı ilan etti. Kentlerin
merkezleri dışında kalan bölgelerde denetimi halk
ele geçirdi. Onlarca ilçede denetim halka geçti. TC
devleti bu ayaklanmalara karşı saldırılarında, bir
kaç gün içinde yaklasik 40 insanı katletti.
Alevilere, Hristiyanlara, Ezidilere, Süryanilere, Şiilere, Sunnilere, Kürtlere, Türkmenlere, demokratik ve
sosyalist güçlere, kısacası kendi gibi düşünmeyen,
kendi gibi inanmayan ve başkaldıran herkese acımasız bir şiddet ile saldırıyor IŞİD faşistleri. Saldırdıkları halkların kadınlarını ve çocuklarını esir alan
15
IŞİD, onları kendi kurdukları pazarlarında fuhuş için
satıyor.
IŞİD’in baş destekçisi ve organizatörü Amerikan
emperyalizmidir. Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’da kendi yarattığı din, ırk ve mezhep savaşlarının
ve kaos ortamanın devam etmesi için elinden geleni
yapıyor. Bölgede tüm demokratik yaşam alanlarının
yok edilmesi ve tüm toplumsal grupların kaotik bir
savaş içine çekilmesi için IŞİD’i kullanan ABD emeryalizmi, böylece kendi ellerini kana bulamıyor. Pis
işlerini taşeronu ve ajan örgütlenmesi olan İŞİD’e
yaptırıyor. Emperyalist güçler, demokratik veya anti-emperyalist mücadele dinamiklerinin oluştuğu/
büyüdüğü bölgelerde, kendi büyüttükleri IŞİD’i terör
estirmek, demokratik ve anti-emperyalist dinamikleri baltalayarak, kitleleri sahte din savaşları eksenine
çekmek (meşhur “medeniyetler savaşı” teorisinin
vahşi bir uygulaması da diyebiliriz) için kullanıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti, Suudi Arabistan ve Katar Emirliği ise bir yandan emperyalistlerin güvenini kazanmak, bir yandan da bölgesel bir güç düzeyine yükselmek istiyorlar. IŞİD’i bu amaçlarına ulaşmak için
bir araç olarak kullanmaya çalışıyorlar. IŞİD onların
anlattıkları gibi kontrolden çıkmış, basit bir vahşet
örgütü değildir. IŞİD, emperyalistlerin ve bölgedeki
işbirlikçi devletlerin çok iyi organize ettikleri, nerede bir demokratik yaşam alanı varsa, kardeşçe yaşadıkları, din, ırk, mezhep ayrımı yapmadıkları bir
yaşam alanı varsa, oraya terörü, vahşeti yollama
aracıdır. Demokratik yaşam alanları, insanların ayrım yapmadan, kardeşçe bir arada yaşadıkları alanlar emperyalistlerin “medeniyetler savaşı” teorisine,
kaos yaratma ve kaos yönetme planlarına uymuyor.
ABD Emperyalizmi, Nato’nun baş Güçleri ve Uşakları, IŞİD’in yarattığı karaborsalar’dan yararlanıyorlar. IŞİD ele geçirdiği Petrol’leri, destekçilerine çok
ucuz fiyatlara satıyor. Emperyalist Güçlerin kaygısı
insanların hayatlarını yitirmesi değil, onların tek dertleri para, petrol ve güç’tür. AKP hala IŞİD’i destekliyor. Kobaneyi şimdiye kadar yenemeselerde, ileride
düşürecekleri umuduyla, Kobaneni’nin yenildikten
sonra Demokratik Kürt Hareketini güçsüzleştireceklerine inanıp, ondan sonrada Suriye Hükümetini
devirmeyi düşlüyorlar. Kürt Halkini asimile veya yok
ettikten sonra, Suriye Yönetimini çökertip, bu coğrafyada yaşayan Aleviler‘i ve diğer mezhep ve dinden olan insanları yok edip, Ortadogu’da büyük bir
sunni din devletini kurup, din tüccarlarının tüm alanları ve tüm ekonomiyi ele geçirmelerini hedefliyorlar.
Aynı zamanda dünya üzerinde imajını temizlemek ve
“dünyayı vahşetten koruyan demokratik güç” imajı
yaratmak için kendi taşeronu IŞİD’E karşı zaman zaman göstermelik hava saldırılarında bulunuyor. Gerçek şu ki; bu sapık ve cani çeteyi destekleyen emperyalist güçler ve uşakları en az onlar kadar suçlu
ve canidirler.
Halkların birleşik demokratik hareketi, Ortadoğu’da
emperyalizmin şiddet ve hegemonya stratejisini
kavrayan ve buna karşı duran tek güçtür. Ortadoguyu ulusalci, dinci ve mezhepçi şiddetle terörize eden
gücler, Rojava’da çeşitli din, irk ve mezheplerden
olusan insanların bir arada kardeşçe yaşam mücadelesine çarptılar ve bu demokratik yaşam alanını
yok etmeye çalıştılar.
Dünya üzerinde bazı ideolojik taraflar, YPG/YPJ’nin
16
bugün veya yarın Emperyalizm saflarında yer alacaklarını düşünüyorlar. YPG/YPJ ile Özgür Suriye
Ordusu’nun (ÖSO) aralarındaki ittifakı, YPG’nin Emperyalizmin oyununa ortak olduğunun kanıtı olarak
gösteriyorlar. YPG/YPJ‘nin, ÖSO ile anlaşmaya girmesinin tek amacı, ISID’i yeryüzünden silmektir. Ne
Suriye Hükümetine karşı savaş sürdürmek, ne de
Ortadogu Halklarına karşı savaşmaktır niyetleri. Tabiki biz komünistler, YPG/YPJ gibi ilerici ve özgürlükçü güçlerin Terör estiren ve Emperyalizmin usakı
olan Örgütlerle ittifak içine girmesini istemeyiz, ama
ne yazıkkı gerçekler „Hayalperestlerin“ hayal ettikleri gibi iyimser degil. IŞİD’in yani sıra birde ÖSO’ya
karşı savaşma ihtimali, binlerce insanların öldürülmesi, köleleştirilmesi ve tecavüze uğraması tehlikesi
söz konusudur. YPG/YPJ ile ÖSO’nun arasında, hiç
bir ideolojik bağ yoktur. Aralarındaki tek bağ, ayni
düşmana karşı savaşmalarıdır. IŞİD ile ÖSO’nun
düşmanlığı ideolojik değildir, sadece Iktidar olma yarışıdır. Bu ideolojik tarafların düşüncesi şöyle: YPG/
YPJ, ÖSO ile birlikte Suriye Hükümetini düşürmeye calışacaklar ve böylece Emperyalizmin oyununa
katkı sağlayacaklar. Broşürlerinin birinde şu cümleyi
kullanmaktan çekinmediler: „Özgürlük için şeytan ile
ittifak kurmaya hazır olan Kürt Hareketi, tutumunun
hesabını kendi halkına nasil verecek“. Rojavada özgürlük ve demokrasi için savaşan, halklarin kardesce bir arada yaşayabildikleri bölgeyi koruyan, binlerce insanların hayatını kurtaran kahraman Kadin ve
Erkek Gerillalar böyle çirkin ve haksiz suçlamaları
hakketmediler!
Bizler Rojavadaki Kürt Halkına ve Kürt Hareketine
inanıyoruz! Emperyalizme karşı savaşlarında, herzaman yanlarindayiz. „BÖG / Birlesik Özgürlük Gücleri“, Rojavada‘ki DAİŞ çetesine karşı süren savaşa
katılımıyla, dayanışmayı aylardır sürdürmektedir!
Kürdüyle, Süryanisiyle, Ermenisiyle, Türkmeniyle,
Arapıyla, Alevisiyle, Sunnisiyle, Hristiyanıyla, Ezidisiyle insanların bir arada, kardeşçe yaşayabildikleri,
kadınların ayrımcılıka uğramadıkları, faşist gruplarin
ve din tüccarlarının nefes alamadıkları demokratik
bir bölgedir Rojava. Kobanede Kahraman Kadın ve
Erkekler, Emperyalizmin yarattığı Şiddet Mekanizmasına karşı, Tanklarına ve Roketlerine karşı direnişi sürdürmektedirler. Dünya Halklarına, Ortadoğuda
sadece Savaşın, Şiddetin, Mezhep ve Din kavgasının
değil, Barışın, Kardesçe yaşamın, Özgürlük ve Dayanışmanın da mümkün olduğunu gösteriyorlar.
Emperyalizmin oyununu bozacagiz! Işçiler, Emekçiler, Kadın ve Erkekler, Mülteciler, Ezilen Halklar, Kapitalizmin tüm yükünü sırtlarının üzerinde taşıyanlar
el ele! Ortadoğu Emperyalizme Mezar olacak!
Konuk Yazar: Yüzyıllık
Trajedi/1915 Jenozidi - Recep Maraşlı
Soykırımın üzerinden 100 yıl geçti.
Neredeyse 100 yıldır “soykırım” dememeye, “üzücü olaylar”, “karşılıklı çatışmalar”, “Ermeni
iddiaları” veya en iyisinden “büyük felaket” diyerek gerçeğin adını anmamak gayretlerine karşı
inkar politikası bugün Türkiye’de de iflas etmiş durumda.
1915, “soykırım” kavramını dünya uluslararası hukuk literatürüne sokan ve 1945 sonrası Birleşmiş
Milletler’in ünlü Jenosid tanımı ve cezalandırılması Konvansiyonunu hazırlayan Refael Lemkin tarafından temel bir referans gösterilir. Kısaca 1915
“soykırım” olmamak bir yana, dünyada “soykırım”
kavramının ortaya çıkışının da miladıdır.
Tıpkı Holokost da asıl büyük kurban kitlesi Yahudiler olmakla beraber, komünistler, Sinti-Romanlar, rejim muhalifleri, eşcinseller, zihin ve bedensel
özürlü insanlar da kurban oldularsa; 1915’in de büyük kurban kitlesi Ermeniler olmakla beraber Asuri-Süryani, Pontus-Helen ve Ezidi-Kürt toplumları
da bu soykırımdan büyük yara aldılar. Dolayısıyla
“Ermeni Soykırımı” değil, bütün kurbanları kapsayıcı olmak adına “1915 Jenosidi” kavramını kullanmayı tercih etmekteyim.
Ermeniler ve Asuri-Süryaniler, (Kısaca Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hristiyan halklar) 20. yüzyılın başlarında insanlık tarihinin tanık olduğu en
büyük soykırımlardan birine uğradılar..
1915 yılında Osmanlı Savaş Hükümeti’nin aldığı
“Tehcir Kararnamesi “ (Zorla Göçettirme); Ermenileri, binlerce yıllık yurtlarından kopararak dünyanin dört bir yanına dağıttı. “Tehcir Kararnamesi
“, anayurtlarından sürülen Ermenilere karşı , azgın
bir soykırım harekâtanın başlangıcıydı.. “Tehcir “
uygulaması, bir milyonu aşkın insanın sistematik
biçimde imhası, yarım milyonu aşkın insanın da sürülmesiyle sonuçlandı.
“Yerel eşraf ve mütegallibe tarafından Ermenilerin
mal varlıklarına, evlerine barklarına, bağlarına, bahçelerine el konuldu, talan edildi. Ermeni kadınları,
kızları odalık olarak, hizmetkâr olarak paylaşıldı.
Din değiştirmeye zorlanıp müslümanlarca “nikâh
altına “ alındılar. Ailesi soykırım ve sürgüne kurban
giden kimi Ermeni yetimleri, müslüman ailelerin yanına besleme olarak verildiler.
Binlerce yıl bu topraklar üzerinde yaşamış, köklü
uygarlıkları, ustalıkları, zanaatkârlıkları bugünlere
taşımış olan Ermeniler, Alman emperyalizmi ile suç
ortaklığı içindeki Irkçı-Turancı Osmanlı paşalarıyla,
işbirlikçi-feodal Kürt ağalarının elindeki kanlı kasatura ile köklerinden koparılıp atıldılar.
Ermeni ulusunun uğradığı bu büyük soykırım, Ulusal Sorunlar yumağındaki dünyamızın henüz çözemediği bir TARiHSEL HAKSIZLIK sorunsalını oluşturur.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin üzerine temellendiği en
önemli olgulardan biri Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi ise diğeri de; Ermenistan’ın Ermenisizleştirilmesi ve bu büyük soykırımdır. Yüzyılın en trajik
17
“ETNiK ARINDIRMA/YOKETME HAREKETi”, Ermeni ulusunun Türk ırkçılığı ve islâm fanatizmi ile kadim topraklarından koparılmasıdır.
Ermeniler yalnızca 1915’de bir defa değil; Abdülhamit yönetiminde 1890’lar boyunca sürekli katliamlara uğratılmış; 1918’den sonra da Kazım Karabekir’in Doğu seferleriyle ezilmişlerdir.
II.Emperyalist Savaş sırasında Alman Faşizmi, Yahudileri gaz odalarına göndermeye hazırlanırken,
mirascısı oldukları bir suç ortaklığını; Ermeni soykırımını örnek alıyorlardı kendilerine: 1939’da Hitler
komutanlarına şöyle sorar; “Ermenilerin köklerinin
kazınmasından bugün söz eden var mı ?’’ (1)
Ermeni halkı soykırımdan sonra, I.Emperyalist Savaş sırasında 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin yarattığı ulusal özgürlükler ortamında, bugünkü Ermenistan topraklarında bağımsız bir hükümet kurabilme
olanağı buldu.
Jenosid ile noktalanan bu trajik son, Kafkasya-Önasya eşiğinde bir coğrafyaya sahip Ermenilerin
yüzyıllardır tarihsel göç ve istilalar yolu üzerinde,
dağıtıla dağıtıla ulusal birliklerini bir türlü sağlayamamış olmalarının da bir bakıma son halkasıdır. Ne
var ki, böylesi toplumsal trajediler, varoldukları an’ı
tahrip etmekle kalmaz, toplumsal belleklerde çağlara uzanan derin izler bırakırlar. 1915 Jenosidi’nin
mimarlarından ittihatçı Talat Paşa’nın Berlin’de,
Sadrazam Sait Halim Paşa’nın İstanbul’da, Cemal
Paşa’nın Tiflis’te, Ermeni örgütlerince vurulmaları,
bu yaranın kolay kolay kapanmayacağını gösteren
ilk işaretler olmuştur. Sonraki yıllarda da Ermeni
halkının uğradığı bu tarihsel haksızlık ulusal ve toplumsal mücadelelerle sık sık gündeme gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, resmi olarak hiçbir zaman bir
Ermeni Soykırımı yaşandığı gerçeğini kabul etmeye yanaşmadı. Türk tarihçileri, Türk üniversiteleri
en çok “karşılıklı üzücü olaylar “dan bahsedebildiler. Daha çok “onlar da yaptılar”, “Osmanlı”ya
savaş döneminde isyan ederek arkadan vurduklari
için hakettiler” biçimindeki tezlerle soykırımı mazur
göstermeye çalıştılar.
TC’nin Ermeni soykırımını kabul etmeye karşı bu
kadar direnmesinin nedeni sadece olayın “suç ortaklığı” ya da “ayıp”ından kaçınmak değildir. Asıl
olarak bu kabulün ardından doğal olarak beklenecek siyasal çözümlerden uzak durmak kaygısıyla
hareket edilmektedir. TC’nin Kürdistan politikasi,
nasıl Kürt ulusunun varlığını red ve inkâra dayanıyorsa ve bu resmi politikanın mantığını “bir kez
Kürt ulusunun varlığını resmi olarak kabul ettikten
sonra, artık o ulusun demokratik haklarının üzerine
oturmanın kolay kolay savunulamayacağı” anlayışı
oluşturmaktaysa; Ermeni sorunundaki resmi politikanın ardında da buna benzer bir mantık yatmaktadır. Soykırım gerçeği kabul edilince; bir takım siyasal çözümlerin de kabul edilmesi gerekliliğinden
endişe edilmektedir.
Diğer bir temel olgu da; Cumhuriyetin kuruluşunun,
Kemalist iktidarın dayandığı toplumsal kategorilerin başında Ermeni mallarının yağması ile zenginleşmiş ve bu unsurların geri dönmesinden fena halde çekinen, fanatik-gerici bir kesimin gelmesidir.
Rum ve Ermeni düşmanlığı, Türk milliyetçiliğinin
18
olduğu gibi Cumhuriyetin de ideolojik karekterlerinden biridir.
Türkiye, özellikle 1970’li yıllardan başlayarak; Ermeni diasporasının ABD’den, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine uzanan bir kuşakta diplomatik temsilciliklere karşı girişilen bir suikastler zinciriyle ve karşı
propaganda faaliyetiyle uğraşmak zorunda kaldı.
ASALA eylemcilerinin amacı Ermeni soykırımına
dikkat çekmek ve sorunu dünya kamuoyu gündemine taşımaktı.
Marsilya’da “Ermeni Soykırımı Anıtı “ dikilmesi Türkiye-Fransa ilişkilerini yıllarca soğutmuş; ABD Senatosu’nda her yıl yinelenen “Ermeni Soykırımını
Anma Günü” yasa tasarısı, TC-ABD yakın ilişkilerinde dalgalanmalara neden olmuştur.
1915 JENOSİ’İNİ HAZIRLAYAN NEDENLER
Yirminci yüzyıl başları, dünya kapitalist sisteminin küresel bunalım yıllarıdır.. Bu bunalım sömürge alanlarının paylaşımı ile aşılmaya çalışılmıştır.
Başlıca emperyalist devletler İngiltere, Fransa ve
Almanya ile bunlara ulaşmaya çabalayan Rusya,
yeni sömürge alanlarının kontrolünü belirlemek
üzere ilk büyük dünya savaşını başlattılar. Paylaşım
alanlarının başında ise feodal despotik bir imparatorluk olarak ayakta duran ama, sanayi devriminin
gerisinde kaldığı için çözülmeye mahküm Osmanlı
İmparatorluğu’nun elindeki topraklar gelmektedir.
Osmanlılar, zaten I.Dünya Savaşı başlamadan evvel
Balkanlar’dan kovulmuşlardı.
İmparatorluğun diğer toprakları ise, Sultan Hükümeti, Osmanlı bürokrasisi ya da yerel burjuvaziler
aracılığıyla emperyalistlerin nüfuz alanlarına bölünmüşlerdi. Paylaşım savaşı karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderi; bu bölüşümde kendilerine
pay kalmasını uman ve bu nedenle Alman emperyalizmi ile ittifaka giren Osmanlı asker bürokrasisi
tarafından belirleniyordu.
Ermenistan, Kürdistan, Ortadoğu, Arap Yarımadası,
Filistin, Anadolu, Rumeli gibi müstakbel sömürge
alanlarının mutlak sahibi, emperyalist savaş sonunda belirlenecekti.
Bu yıllara gelindiğinde imparatorluk içindeki Ermeni Ulusal Hareketi’nin çizgisi, “Özerk Ermenistan”
ve “Ermeni reformu “ ile sınırlıydı. Çünkü imparatorluğun çok geniş topraklarına yayılmış ve özellikle limanlardaki ticaret kentlerine gereksinim duyan
Ermeni burjuvazisi için kendisini belli bir toprak
parçası ile sınırlamak “akılcı” görülmüyordu. Bununla birlikte; kadim topraklarda Ermeni köylülüğünün Kürt feodallerine karşı özgürleşmesinden de
faydalar ummaktaydı. Ermeni burjuvazisinin imparatorluk içindeki gelişimi ve uluslararasi bağlantıları Osmanlı bürokrasisini korkuttuğu gibi, Türk esnaf
ve mütegallibesini, Kürt feodallerini de tedirgin etmekteydi.
Bu sınıf karşıtlıklarını, etnik ve dinsel ayrılıkları
birbirine karşı kışkırtıp “denge” kurmasını çok iyi
“beceren” Abdülhamit yönetimi, kendi döneminde
birçok katliamlar gerçekleştirerek halklar arasında kin tohumları atmış bulunuyordu. Mülk sahibi
geleneksel sınıflar, ağır bir bunalım içindeydiler ve
bunun nedeni olarak Ermenileri görmekte, çözüm
olarak da onların ortadan kaldırılmasını benimsemek üzereydiler.
Kürt feodalitesi de Tanzimatçıların kendi otoriteleri
üzerine yürüttükleri seferlerden Ermenileri sorumlu
görmekte ve buna karşılık Abdülhamit’in Hamidiye Alayları ile kendilerine geri verdiği otoritelerine
sıkı sıkı sarılmaktaydılar. Ermenilerin, Kürt feodallerinin hayat alanını daraltacağı endişesi onları hemen Saltanat’ın yanında yer almaya iten bir faktör
oldu. Ağır bir sefaletin ve kıtlığın içine düşmüş olan
yoksul köylülük; işçiler ve kasaba esnafı ise halklar arasındaki daha önceki iyi ilişkilere karşın; bu
çöküntü yıllarında müslüman-hıristiyan çoliçmesi
içinde motive edilmeleri ve istikrarsızlığın nedeni
olarak birbirlerini görmeleri; bürokrasi ve egemenlerin kışkırtıcı propagandaları gibi nedenlerle kanlı
bir boğazlaşmanın tarafı haline gelmişlerdi.
Rum ve Ermeni ulusalcılığının; burjuvazilerin iktisadi gelişimlerine koşut olarak üretim ilişkilerinden
kalkınarak gelişmesine karşılık; Türk milliyetçiliği
tepeden bir bürokrasi korumacılığı ile birdenbire
Osmanlı Devleti’nin resmi ideolojisi haline gelerek
üstün konuma geçti ve rakiplerini saf dışı etmenin
ekonomik olarak değil, ancak zorla mümkün olacağını görmeye başladı.
Nihayet, Alman emperyalizmi ile işbirliği içindeki
ittihatçı Osmanlı paşalarının; bu ittifakın stratejik
hedefi olan Hindistan ve Ortadoğu’ya uzanan yolda Ermeni Ulusal Hareketi’ni kendileri için ciddi ve
ortadan kaldırılması gereken bir tehlike olarak görmeleri, Jenosidi’nin ön koşullarını olgunlaştırmış
olmaktaydı.
I.PAYLAŞIM SAVAŞI SIRASINDA ERMENİ ULUSAL HAREKETİ’NİN TAVRI
Ermeni Ulusal Hareketi savaş öncesinde bir yol ayrımına gelmişti. Çünkü böyle bir savaş ortamında
Osmanlılar, bir reform programı uygulamaktan çok
-ki İstanbul Hükümeti savaştan hemen önce, 8 Şubat 1914 tarihinde Rusya ile Ermenistan Reformu
Anlaşmasını imzalamıştı-(3)Rusya’ya doğru açılmayı Orta Asya’ya “Büyük Turan”a doğru ilerlemeyi
düşünmekteydiler. Bu ideolojik perspektif aynı zamanda Alman emperyalizminin stratejik hedeflerine de denk düşüyordu.
Bu tabloda Ermenilerin yeri ne olabilirdi? Çünkü
Rusya-İran ve Osmanlı İmparatorluğu arasında üç
parçaya bölünmüş olan Ermeniler; Rusya yönetimi
altında da rahat değillerdi ve Kafkas Ermenileri de
Çarlık Rusyası’na karsı bağımsızlık mücadelesi veriyorlardı.
Ermeni Ulusal Hareketi ile Osmanlı İmparatorluğu
savaştan çok önce çatışma halindeydiler ve bunun
kaçınılmaz sonucunun Rusya ile işbirliği olması bekleniyordu. Bu nedenle Taşnak’ların Haziran 1914’de
Erzurum’da toplanan son kongresine, İttihat-Terakki temsilciler göndererek, Ermeni Reformu’nun
hızlandırılmasına karşılık, bir savaş durumunda Ermenilerin hükümetin yanında yer almaları önerisini
götürdüler. Aslında bu, bir tür “nabız yoklaması”dır.
(Avrupalılarla “Ermeni Reformu Anlaşmasını “ zaten
imzalamış olan hükümetin, bunu Ermenilerden de
gizleyerek “pazarlık konusu” etmesi sahip olunan
yönetim anlayışına ilginç bir örnektir.)
Fakat, İttihad-Terakki’nin bu yeni ittifak önerisine,
“sütten ağzı yanan” Ermeniler pek sıcak bakmazlar.
Erzurum Kongresi’nden çıkan karar; “Savaşı kışkırtmaktan kaçınmakla beraber, bir savaş çıkması
halinde ise öncelikli olarak ulusal çıkarların gözetilmesi” yolundadır. (4)Bu ulusal çıkarın Rusya ile
işbirliği yapmak olduğu görüşü ise egemendir.
Taşnaklar’ın en büyük açmazlarından biri, işbirlikçi
burjuvazinin desteklerini ifade eden uzlaşmacı bir
çizgi izlemeleridir. Ermenistan’in özerkliği için de
daha çok Avrupa’lı devletlerin Osmanlı üzerindeki
baskısına güveniyorlardı. Bu yüzden Taşnaksutyun
hiçbir zaman anti-emperyalist bir karekter kazanamadı.
19
Sosyal-demokrat Hinçak örgütü ise, 17 Eylül
1913’de Köstence’de toplanan kongresinde; “Bağımsızlık” kararı almıştı. Sosyalist görüşler taşıyan
Hinçak’lar buna karşılık; l.Paylaşım Savaşı arifesinde Ermeni ulusunun bağımsızlık mücadelesinin savaşan emperyalist devletlerden birine yaslanmakla
elde edilebileceğine inanmış olarak II. Enternasyonal’in çizgisini benimsemekte ve haklı bir savaşı
haksız bir savaşın unsuru haline getirme günahına
bulaşmaktadır. Saray-Bosna Suikasti’nden sonra
Areve Gazetesi’nde yayınlanan Hinçak bildirisinde
Üçlü ittifak’ın (İngiltere-Fransa-Rusya’nın) safında
çarpışma kararı aldığı açıklanmıştır.(5)
Savaş kapıya dayandığında Ermeni Ulusal Hareketi
açısından ulusal bir mutabakatın sağlandığı da söylenemez. Savaş durumunda ne yapılacağı hakkında
hemen hemen bir kargaşa ve çekimserlik egemendir. Ermeni Ulusal Hareketi, savaşan iki emperyalist güçten birini tercih etmek gibi bir açmazla karşı
karşıya kalmıştır.
İşin trajik bir yanı da savaşan iki devlet arasında
kalan Ermeniler’in, kendilerini ezen bu devletlerin
ordularında kendi toprakları üzerinde birbirleriyle savaşmaya zorlanmalarıdır. Bu yüzden Ermeni
halkı böyle bir savaşı benimsemedi ve zorla silah
altına alınma istemleri karşısında direndi. Gençler
kaçarak çeteler oluşturdular. Bu doğal, ulusal bir
tepkiydi. Halk, savaşan iki işgalci ordunun ikisine
birden karşı koymak, böyle bir savaşı göze almak
durumunda da değildi. Bu bakımdan alınan tavırların büyük bir bölümü kendiliğinden gelişti denilebilir. Sürgün ve soykırımın başarıya ulaşmasında bu
ikili kıskaç ve örgütsüzlüğün önemli bir dezavantaj
sağladığı da muhakkaktır.
SAVAŞ VE SARIKAMIŞ BOZGUNU
28 Haziran 1914’de 1. Dünya Savaşı patlak verdi. Osmanlı Hükümeti’nin savaşa girmesi tesadüfi
veya zorlama değildi. Savaş durumunda taraflar
arasında tercih yapma ya da ittifak arayışı çok
önceden başlamıştı. Ancak Bakanlar Kurulu’nda,
İngiliz-Fransız bloku ile anlaşma taraflılarının çoğunlukta olmasına rağmen; Almanya’nın Osmanlı
Genelkurmayı’nda ve çok önceden sağlamış oldukları bağlantılarla Enver-Talat-Cemal Paşa üçlüsünün komploları sayesinde Osmanli Hükümeti,
Alman İttifakçısı olarak savaşa katıldı.
Osmanlı İmparatorluğu Kasım 1914’de savaşa girer
girmez Almanya’nın teşviki ile, Doğu’da Rusya’ya
karşı büyük bir cephe açılır. Ermeniler dolayısıyla
Dogu Cephesi’nin her an Rusların eline geçebileceğini, bu yüzden bir an önce Gürcistan’ın işgal
edilerek Azerbaycan’a ulaşılmasını hesaplayan Enver Paşa, acele zafer peşindedir. Ama ordu, Sarıkamış’ta büyük bir bozguna uğrar. Ciddi bir savaş
bile verilmeden, çoğu donatımsızlıktan, açlıktan ve
hastalıktan yüzbine yakın asker kaybedilir.
Almanya’nın özendirmesiyle, Azerbaycan’a ulaşılarak Orta Asya müslümanlarına ulaşılacağı yönündeki ırkçı-turan hayalleri ile büyülenen Osmanlı asker bürokrasisinin bu parlak ‘’hayalleri” Sarıkamış
Felaketi ile tamamen sönmüş bulunuyordu. Yenilginin sorumlusu olarak Ermeniler gösterilmektedir.
Sarıkamış bozgunu, Ermenilerin “zorunlu göçettir-
20
me” kararını ivmelendiren olaylardan biridir.
Osmanlı Hükümeti’nin savaşa girme kararından hemen sonra Ermenileri “içdüşman” olarak ilan eden
politikanın yürürlüğe konulmasının hemen ardından
bütün merkezlerde öncelikle halk silahsızlandırıldı
ve komitelerin faaliyetlerine karşı şiddet hareketlerine girişildi. Bu şiddet hareketleri ulusal direnmelerle karşılık buldu.
Seferberlik ilanı ile birlikte zorla askere alınan Rum
ve Ermeniler “Amele Taburları” denen kıtalarda
toplanarak enterne ediliyor; yol, maden gibi en ağır
işlerde çalıştırılarak öldürülüyorlardı. Fakat Ermeniler, Osmanlı ordusuna katılmayı reddediyor ve birçok bölgede ulusal direnme olaylarının başlangıcını
“zorla askere alma” olayları teşkil ediyordu.
Zeytun, Van, Bitlis, Kayseri, Mamüretülaziz, Diyarbakir, Trabzon, Sivas, Sebinkarahisar, Zara, Hafik,
Gürün, Tarsus’da çatışma ve direnmeler meydana
geliyordu.
VE TEHCİR KANUNU
Soykırım uygulaması için resmi ve kesin bir tarih
vermek yanlış olacaktır. Çünkü bu plan, seferberlik ilanıyla başlayıp gittikçe tırmanan bir hazırlık ve
planlama ile gerçekleşmiştir. “Tehcir Kanunu” bir
dönüm noktasıdır ve soykırımın hukuksal dayanağını oluşturan bir belgedir.
Tehcir Kanunu basit bir göçettirme kanunu değildir;
Ermenilerin tasviyesi için savaş koşullarını fırsat bilen Saltanat’ın planlı bir yoketme eylemine hukuksal dayanak olarak hazırlanmıştır.
Benzer bir uygulamayı Kemalistler 1937-38’de Dersim’de uyguladılar. Önce Tunceli Kanunu çıkarıldı.
Bu kanunla getirilen uygulamalar direnişle karşılaşınca Jenosid ile bastırıldı. Ardından “Mecburi İskan’’a tabi tutularak sürgün edildi Dersim halkı..
Savaş içindeki bir hükümetin bu kapsamda bir
göçettirmeyi ne ekonomik, ne idari olarak yürütemeyecegi daha başından bellidir. Tıpkı 1940’larda
Yahudi’ler Nazilerce “Toplama Kamplar”ında enterne ileri sürülen benzer bir bahanedir bu. Onlar da
“Yahudileri öldüreceğiz, imha edeceğiz’’ diye değil,
“toplumdan tecrit ediyoruz” adıyla yapmışlardı bu
eylemi..
“Tehcir”in savaşla ilgili geçici bir tedbir olmayıp; Ermenileri tümüyle bu topraklardan koparmayı amaçladığı, Kanun’un tümünden açıkça anlaşılmaktadır.
Göçedenlerin “taşınabilir mallarını yanlarında götürebilecekleri; veya bunların kendilerine sonradan
ulaştırılabileceği; gayri-menkullerinin ise müzayede
ile satılarak bedellerinin kendilerine ödeneceği” belirtilmektedir. Yani, Ermenilerin ayrıldıkları yerle tüm
ilişkileri kesilmektedir. O koşullarda malların müzayede ile satılıp paraların kendilerine ödenmesi gibi
bir şans olmadığı; bütün bu gayrimenkullere yerel
eşraf ve ağalar tarafından el konulacağı açıktır. Taşınabilir zenginlikler ise, eğer herhangi bir biçimde
saklanabilmişse, göç yollarında milis vahşetini yürütecek olan bu haydutlar için ayrılmış bir “bahşiş”
gibidir. Saklanmış altın ya da ziynet bulacağız diye
kadınların göğüsleri ve kundaklar paramparça edilir..
“Tehcir” yasası çıkartılmadan önce 24 Nisan
1915’de Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) Erme-
ni Komite merkezlerinin kapatılarak yöneticilerinin
tutuklanması girişimini başlatmıştı. Bu tarih Ermeni
soykırımının başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
26 Mayıs 1915 günü Başbakanlığın, Dahiliye Nezareti’ne gönderdiği yazıda;
“Ermenilerin Doğu Anadolu vilayetlerinden Zeytundan ve buna benzer yoğun bulundukları yerlerden,
Diyarbakır vilayeti güneyine, Fırat nehri vadisine,
Urfa, Süleymaniye yakınlarına göndirilmelerine şifaen karar verilmiştir. Yeniden fesat yuvaları meydana getirmemek için Ermenilerin göçettirilmelerinde şu esaslar göz önüne alınmalıdır.
a) Ermeni nüfusu gönderildiği yerlerdeki aşiret ve
islam sayısının % 10’u nisbetini geçmemeli.
b) Göç ettirilecek Ermenilerin kuracakları köylerin
her biri 50 haneden fazla olmamalı.
c) Ermeni göçmen aileleri seyahat ve nakil suretiyle
de olsa yakın yerlerde ev değiştirmemeli.”(6)
“Tehcir Kanunu”nun ardından, bu kanunun uygulanması sırasında direnenlerin en şiddetli şekilde
yok edileceklerine dair ikinci bir kanun daha çıkarılmıştır.
27 Mayıs 1915’de “Vakt-ı Seferde icraatı hükümete
karşı gelenler için cihadı asreyece ittihaz olunacak
tedbir hakkında Kanun-u Muvakkaf kabul edilir.
Bu kanuna göre uygulamalara muhalefet edenler
veya “silahla mukavemet edenler”in hemen tespit
edilmeleri ve mukavemet esnasında imha edilmelerine, tüm ordu birliklerinin, komutanların “mezun ve
mecbur” oldukları belirtilmektedir.
“Ordu, kolordu ve fırka kumandanlarının icaba 11
askeriyeye mebni veya casusluk ve hıyanettiklerini
hissettikleri kura ve kasabat ahalisini münferiden
ve müctemiden diğer mahallelere sevk ve iskân
edebilecek/ler de aynı kanunda belirtilerek; sürgün
ve soykırım çılgınlığı için bütün “hukuki formaliteler” yerine getirilmiş oldu.(7)
Ardından bütün birimlerde din adamları, tarikat
şeyhleri, gericiler bu karara koşut olarak Ermenilere karşı Kutsal “cihad” açtılar. Müslümanlar, “hak
yoluna bu savaşta Ermenilerin öldürülmesiyle cennete gidileceği ve mallarının helal olduğu” çağrısıyla Ermenileri boğazlamaları için adeta kışkırtıldılar.
Açlık ve sefalet içindeki insanların pek çoğu da bir
lokma ekmek, bir parça eşya için bile bu işaretle
harekete geçmeye hazırdı.
Sürgün diye yollara çıkarılan insanların pek azı yer-
lerine varabildi. Çoğu yollarda öldürüldü; yağmalandı. Zaten bir yerlere götürülmek için değil, ölüme sevkedilmek için yurtlarından çıkarılıyordu bu
insanlar. Direnenler korkunç bir kıyıcılıkla oldukları
yerlerde katlediliyordular. Erkek nüfusa ve yaşlılara hiçbir şekilde merhamet edilmedi. Buna karşılık
yanlarında çalışmak veya sahiplenmek için genç
kızlar, çocuklar veya delikanlılardan kimileri Jenosid`den kurtulabildiler. Sürgünü yönetenler çocukları müslüman ailelere para ile satıyorlar; kadınları,
kızları hizmetçi olarak veriyordular.
22 Haziran 1915 tarihli bir şifrede “..çıkartılmış Ermeni ailelerinden bikes (kimsesiz) kalan 20 yaşına
kadar kızlarla, 10 yaşına kadar erkek çocukların
güneye gönderilmeyerek evlatlık olarak verilmeleri”(8)ibareleri yer alıyordu.
1 Temmuz 1915 tarihli bir başka genelge şifresinde; “..Ermenilerin bazılarının toplu olarak ya da ferden din değiştirdikleri, bu suretle memleketlerinde
kalmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Din de değiştirseler
gönderilmeleri” emri veriliyordu. Jenosid Harekâtı,
bütün bir süreç boyunca Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı’nca gönderilen buna benzer talimat ve sifrelerle idare edildi, yönlendirildi, denetlendi.
Eylül 1915 tarihli bir kararnamede Talat Paşa, valilere şöyle yazmaktaydı:
“Ermenilerin Türkiye toprakları üzerinde çalışma ve
yaşama hakları bütünüyle kaldırılmıştır. Bu konuda
tüm sorumluluğu üzerine alan hükümet, beşikteki
bebeklerin bile dışta tutulmaması emrini vermiştir.”(9)ve sürgün kafileleri göç yollarında, gittikçe
tükenip kuruyan kan çizgileri oluşturuyordu.
“ZO’LARIN İŞİNİ BİTİRDİK SIRA
LO’LARDA..”
Bu dönemde yalnız Ermeniler değil, Kürtler de kapsamlı bir sürgüne tabi tutuldular.
Emperyalist savaş sırasında özellikle de başlangıcında Rumeli’ye ve Batı’ya sürülen 3700 Kürt ailesinin de önemli bir bölümü açlıktan, hastalıktan
kırılmıştır. “Muhacirin Müdüriyet’’i “Umumi”yesi
(Göçmenler Genel Müdürlüğü) göçmenlerin yerleştirilmesi ile ilgili yayınladığı talimatın 12. maddesinde “Kürtlerin ufak ufak kafileler halinde, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecekleri,
orada genel nüfusun % 5’ini geçmeyecek biçimde
yerleştirilecekleri; Kürt mültecilerin geri gönderilmeyecekleri; Yozgat ve Ankara’ya Kürt reisleriyle,
molla ve nüfuz sahibi kişilerin, diğerleri ile ilişkileri
kesilecek biçimde hükümet gözetiminde tutulmak
üzere gönderilecekleri.” belirtilmektedir.(10)
Ermeni soykırımı ve zorla göç ettirme gerçekleştirildikten sonra, katliamın mimarlarından Nurettin
Paşa’nın şu sözleri çok anlamlıdır. “Zo’ların işini
bitirdik, sıra Lo’larda...”
Nurettin Paşa, Koçgiri Halk Hareketi’ni bastıran
Merkez Ordusu Komutanı’dır. Koçgirililerin sürülmesi, Anadolu içlerine dağıtılması teklifinde bulunur. Gerçekten de Zo’ların “işi bitirildikten” sonra
sıra Lo’lara gelmiş; Kürdistan’ın yeniden işgali ve
sömürgeleştirilmesinde de aynı yöntemler kullanılmıştır.
21
SOYKIRIM TARTIŞMALARI
Ermeni Jenosid’i toplumsal bir olgudur ve yaşanmış
bir gerçekliktir. Milyonlarca insanı etkilemiş ve belleklere kazınmıştır. Bu olay, Ermenileri mülteci bir
ulus haline getirmiştir. Gerek Jenosid’e uğrayanlar
ve gerekse bu olaya tanık olan insanların geçmişleri yaralıdır. Böylesine somut tarihsel bir süreci kriminolojik ve evrak araştırması düzeyinde sunmak
isteyen TC diplomasisi bu yolda kimi çalışmalar da
yapmakta..
Örneğin; Talat Paşa, Jenosid’in sorumlusu tutularak bir Ermeni komitacısı olan Sogomon Tehliryan
tarafından Berlin’de 15 Mart 1921 günü vurulduktan
sonra tarihsel bir dava görüldü ve Tehliryan bu eyleminden ötürü beraat etti.
Bu dava sırasında Talat Paşa’nın Jenosid’in suçlusu olduğuna, Osmanlı Hükümeti’nin sorumluluğunu belgeleyen bir kitap delil olarak mahkemeye
sunulmuştu. Aram Andonyan’ın “Ermeni Katliamına ilişkin Resmi Belgeler” adlı kitabında 50’ye yakın Osmanlı belgesinin fotokopileri verilmekte ve
bu belgelerin Halep’teki Tehcir Bürosu’nda, görevli
Başkatip Naim Bey’den temin edildiği belirtilmekteydi.
Türk tarafı ise bu belgelerin sahte olduğunu ileri
sürmüştü. TC diplomasisi belki bilinçaltı, belki de
bilinçli bir çarpıtma ile Ermeni Jenosid’ini Osmanlı
evrakları üzerinden ispatlama ve çürütme yöntemini benimsemiş olacak ki, Şinasi Orel ve Süreyya
Yuca, söz konusu kitapta adı geçen evrakların sahte olduğunu kanıtlamak amacıyla “Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü” adlı
bir kitap yayınladılar. (TTK Basımevi, 1983). Böylece
yüz binlerce Ermeni’nin öldürülmemiş, Ermenistan’da tek bir Ermeni bırakmamacasına sürülmemiş olduklarını ispatlamaya çalıştılar.
Bir yandan da TC büyük bir tantana ile Osmanlı arşivlerinin yerli ve yabancı tarihçilerin araştırmasına
açıldığını ilan etti. Ne var ki, Osmanlı arşivlerinin
belli bir anlayışa göre temizlenip düzenlenmiş olduğu kaygısı bir yana, bu biçimiyle bile incelemeye
açılan arşivler ise 1891 yılına kadar olan süreci kapsamaktadır. Oysa, sürgün, Jenosid ve kitle çatışmalarının başlangıcı ve Ermeni ulusal hareketlerinin en
yoğun yaşandığı tarihler 1893-1918 dönemidir. Bu
döneme ait evrakların araştırmaya açılmamış olması da TC’nin, Osmanlı arşivlerini açma iddiasının ne
kadar göstermelik olduğunu gösteriyor.
Baskın Oran bu konuda şunları söylüyor:
“..Dünyada şu anda bir azınlıklar rönesansı yaşanıyor. Buna karşılık 80 yıllık bir Ermeni propagandası
söz konusu. Biz dramatik atılımlar yapmazsak gittikçe sıkışırız köşeye. Şimdiye kadar yaptığımız en
radikal iş, Osmanlı arşivlerini “açmak” oldu. Tırnak
içinde söylüyorum. Çünkü, 1691-1891 arası düzenlenip açıldı. Oysa, olaylar 1891’den sonra yaşandı.
Çıkarılacak bürokratik zorluklar, arşivlerin ayıklanmış olup olmadıklarını hiç saymıyorum. Olayların
asıl olduğu 1915’in sırasının 16 yıl sonra geleceği
hesaplanıyor bu gidişle.”(12)
Öte yandan şurası açıktır ki, “Osmanlı Arşivleri”nin
incelenmesiyle, Ermeni Jenosidi’nin olduğu ya da
olmadığı ispatlanamaz. Çünkü, Ermeni Jenosidi bir
“evrak sahtekârlığı” değildir ki, onu resmi yazışma-
22
lar arasında arayıp da bulabilelim. Ya da kriminolojik yöntemlerle sahteliğini, gerçekliğini araştıralım.
Jenosid toplumsal bir olaydır, Jenosid’in Gerçekliği
ancak toplumsal-tarihsel bilgilerle, olgularla ispatlanabilir. Bu gerçeklerin Osmanlı Arşivleri’ne yansımış olacağını varsaymak, resmi görüşün tuzağına daha başından düşmek demektir. Bu soykırımı
hazırlayıp yürütenlerin arkalarında yazılı bir belge
bırakacaklarını sanmak ise saflıktır. Örneğin; 12
Eylül sürecinde işkencenin bir devlet politikası olarak bütün hışmıyla yürüdüğünü herkes bilir. Ama,
hiçbir TC belgesinde “işkence devlet politikasıdır,
sanıkların ifadesi işkence ile tesbit edilir.” demez.
Tersine, anayasalarda, yasalarda işkenceyi insanlık
dışı davranışları yasaklayan, cezai yaptırımlar getiren birçok maddeye tanık olursunuz. Ama, hiçbir
sosyal bilimci, yasalarda bunlar yazılı diye, hiçbir
resmi yazışmada “işkence edelim, asalım-keselim”
diye belge olmadığına bakarak Türkiye’de işkence
olmadığına karar vermez. Çünkü, devlet işlediği
suçları mümkün olduğunca kayıtlara geçirmemeye,
kazara geçirdiğinde de bunları ayıklamaya çalışır.
Örneğin, işkenceden her tarafımız morarmış, halsiz haldeyken elimize geçen gazetelerde devletin
resmi yetkililerinin şu beyanlarını okurduk: “işkence insanlık suçudur, Türkiye’de işkence yoktur, bu
devlet düşmanlarının uydurmasıdır.”(!)
Kendini resmi görüşe kılıflar hazırlamakla görevli
sayan üniversite çevreleri ise 1915 soykırımını reddederken, bu “zorunlu göçettirme”nin savunuculuğunu da yaparlar.
Onlara göre egemen bir devlet olan Osmanlı’nın savaş içerisindeyken, cephe gerisinde “isyan” çıkaran
ulusal toplulukları, tedbir amacıyla böyle göçettirme “hakkı” vardır. Ermeniler kendilerine uygulanan
bu göçettirmeyi “hak” etmişlerdir. Göçettirme sırasında “meydana gelen üzücü olaylar” ise, kendiliğinden gelişmiş ve istenmeyen olaylardır. Ölümlerin
çoğu hastalıktan, kötü yol koşullarından ve haydutların saldırılarından oluşmuştur.
Talat Paşa, Berlin’de ölüm korkuları ile yaşarken
tarih önündeki yargılamasına karşı savunmasını da
hazırlamış olmalı ki anılarında şunları yazmış; “..Bunun üzerine genel karargâhta Ermenilerin göçettirilmesi hakkında bir kanun hazırlanarak Nazırlar
Kurulu’na sunuldu. Ben, kanunun tamamıyla uygulanmasına karşıydım. Jandarmalar tamamen, polisler de kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine
milisler konulmuştu. Göçün bu yollarla yapılması
durumunda çok çirkin sonuçlar elde edilebileceğini
biliyordum. Dolayısıyla geleceği düşünerek bu kanunun uygulanmamasında ısrar ettim ve yürürlüğe
girmesini geciktirmeyi de başardım.”
Resmi ideolojinin “sürgün meşruydu” adı altında
soykırımı onaylayan bir mantığı savunabilmesi gerçekten ürkütücü...Türk ırkçı ve şövenistleri Ermeni
Jenosidi’nini “vatana ihanet edenlerin cezalandırılması” olarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Kemalistler ise, aynı meşrulaştırmayı “ulusal kurtuluş savaşı
veren” ya da “savaş içindeki Osmanlı tarafından
(Türkiye’nin) kendisine cephe gerisinde güçlük çıkaran grupların başka bölgelere sürülmesi” biçimiyle yapılıyor.
Radikaler Widerstand gegen
Abschiebungen ist gefragt
Von einer Aktivistin gegen Abschiebungen
Aktuell wird viel von einer Willkommenskultur gesprochen. Aus linksradikaler Perspektive
muss es darum gehen eine revolutionären Widerstandskultur gegen Abschiebungen aufzubauen. Es geht darum, Geflüchtete in ihrem Kampf gegen Abschiebungen zu unterstützen,
Abschiebungen sichtbar zu machen, sie aus dem Dunkeln zu holen und so viele wie möglich
mit allen Mitteln zu verhindern.
Selbst wenn dies nicht immer möglich ist,
muss jede Abschiebung von lautstarkem Protest begleitet sein und die angebliche „Willkommenskultur“
öffentlich zerlegt werden.
Jeder Mensch hat das Recht, seinen Aufenthaltsort frei zu wählen. Erst die Nationalstaatsgründungen in Europa und in den USA im 18. und im
19. Jahrhundert haben zu Grenzziehungen und der
Definition von In- und Ausländer_innen geführt.
Dadurch wurde die Figur des „illegalen Einwanderers“ konstruiert. Genau dieses Konstrukt gilt es zu
durchbrechen und zu dekonstruieren. Der Status
der Illegalität eines Menschen kann nur aufrecht
erhalten werden, indem der Staat die Zugehörig-
keit eines Menschen definiert. Durch das Konstrukt der „Illegalität“ stigmatisiert der sogenannte
Rechtsstaat Geflüchtete zu Schwerverbrechern.
Es geht um die Frage, wer zur Bevölkerung gehören soll und es geht um die Ausweitung des Begriffes der Bürgerrechte. Nur ein_e Bürger_in kann
nicht mehr abgeschoben werden und muss nicht
begründen, weshalb er_sie an diesem Ort bleiben will. Deshalb haben sich die Geflüchteten, die
seit 2012 öffentlich mit verschiedensten Mitteln
kämpfen, die Bezeichnung Non-Citizens gegeben.
Durch diese Kämpfe sind sie von Objekten zu Subjekten geworden und sie haben uns
gezeigt, dass die Radikalität des
Kampfes von ihnen vorangetrieben wird.
23
Zu Subjekten werden Geflüchtete auch, wenn
sie sich aktiv gegen ihre Abschiebung wehren.
Die Abschiebung eines Menschen ist der Schauplatz, auf dem der Kampf um nicht zugestandene Bürgerrechte in seiner zugespitzesten Form
als Kampf um das Recht auf Bewegungsfreiheit
und das „Recht auf einen Ort“ ausgetragen wird.
Nirgends wird dies so deutlich sichtbar wie im Moment der Abschiebung und des Kampfes der Betroffenen dagegen, der nur noch ein körperlicher
Kampf sein kann. Nur durch den Einsatz seines
„nackten Lebens“* kann der Mensch, der abgeschoben wird, doch noch zum_r Bürger_in werden.
In diesem Widerstand kann er bei aller Verzweiflung
in höchstem Maß politisch handeln. Er kann bis zum
letzten Moment sein nicht zugestandenes Bürgerrecht, selbst zu bestimmen, wo er leben möchte,
einfordern und damit politische Prozesse auslösen.
Aber der „bloße Mensch“ hat auch die Fähigkeit zur
Mobilität und kann somit die Ohnmacht des Staates
in der Asylpolitik vorführen. Durch Abschiebungen
möchte der Staat auch den Eindruck allgegenwärtiger Souveränität erwecken. Dies wird ihm aber
nie gelingen, Migration wird immer möglich sein.
Auch der politische Umgang mit Identität gehört zur Grundlage des Widerstandes von Geflüchteten gegen Abschiebungen. Entscheidend
ist, dass Geflüchtete, die in einer schwachen
Position sind, durch die Verschleierung ihrer
Identität grundsätzlich einen Vorsprung gegenüber dem Staat aufbauen können, auch
wenn sie mit Repressionen rechnen müssen.
Sich nur gegen Staaten zu positionieren genügt
jedoch nicht. In einer Gesellschaft, die auf der Basis des Kapitalismus aufbaut, – in der die Position
eines Menschen durch seine Verwertbarkeit bestimmt ist – werden Geflüchtete logischerweise an
24
den Rand gedrängt. Im
besten Fall werden sie
als billige Arbeitskräfte genutzt, die keinerlei Rechte haben und
über denen das Damoklesschwert der Abschiebung schwebt. Es
herrscht eine systematische Unterdrückung.
So gilt es von unserer
Seite her konsequent
gegen Staat und Kapitalismus und konkret
gegen Abschiebungen
zu kämpfen. Nach dem
linksradikalen Widerstand in den 80er Jahren engte sich auch
von Seiten der Abschiebegegner_innen
der politische Diskurs
oft auf den humanitären Aspekt ein. Auf
keinen Fall darf die
humanitäre Sichtweise
reproduziert werden, auszuwählen, wer ein Recht
auf Asyl hat, wer „tatsächlich politisch verfolgt ist“
oder wer das schlimmere Schicksal erlitten hat.
Auch wenn es in Einzelfällen durchaus Sinn macht,
individuell zu argumentieren und zu unterstüzten,
ist es die Aufgabe von linksradikaler Politik immer
die Maximalforderung einzubringen und sie konsequent mit allen erdenklichen Mitteln voranzutreiben. Zudem gilt es, Geflüchtete in ihren selbst
gewählten Mitteln des Widerstandes stets zu unterstützen! Und von unserer Seite her unsere Möglichkeiten anzubieten: Seien es Blockaden von Abschiebungen, Aktionen am Flughafen, Menschen
beim Untertauchen zu unterstützen, Menschen
zu unterstützen, wieder zurückzukomen,
etc.
Der Handlungsspielraum ist eng. D er Staat ist
bemüht, ihn mit allen Mitteln z.B. durch das neue
Gesetz, dass fast alle Geflüchteten sofort in Abschiebehaft genommen werden können, noch
enger zu machen. Hier gilt es, stets von neuem
eine Analyse zu machen und die eigenen Strategie gegebenenfalls zu ändern. Kreativer Widerstand ist gefragt! Unser Ziel muss sein, dass
jede Abschiebung mindestens aus dem Dunkel
ins Licht der Öffentlichkeit gebracht wird und
bestenfalls verhindert wird. Bis zu dem Tag, an
dem keine Abschiebungen mehr stattfinden!
*Der italienische Philosoph Giorgio Agamben hat
insbesondere im Zusammenhang mit der Flüchtlingspolitik den Begriff des „nackten Lebens“
geprägt. Dies trete zutage, wenn Menschen auf
ihre biologische Existenz zurückgeworfen sind,
reduziert auf ihre physische Anwesenheit als Körper, und – aller Rechte entkleidet, die ein qualifiziertes Leben erst ausmachen – nicht mehr als
soziale politische Wesen wahrgenommen werden.
Es ist eine Heldengeschichte, der Kampf der Frauen und Männer für die Freiheit in Kurdistan. „Kobane wird siegen!“ haben Sie immer wieder gerufen. Die kurdischen Frauen und Männer haben für den
Sieg gekämpft, trotz der Tatsache dass die ganze Welt zugeschaut hat und trotz der Tatsache dass
viele Regierungen nicht nur zugeschaut haben, sondern den IS-Terror weiterhin aktiv unterstützen.
Die Türkei, Saudi Arabien und Katar unterstützen
die IS (islamischer Staat - Terrororganisation) mit
Waffenlieferungen, mit logistischer Hilfe und mit
medizinischer Hilfe für verwundete und kranke
IS-Mörder. IS-Terroristen wurden sogar in Krankenhäusern der Türkei heimlich verarztet, so dass
sie wieder in den Krieg ziehen konnten. Es existieren Aufnahmen, auf denen sich „IS-Soldaten“ auf
Gelände türkischer Militärkasernen aufhielten und
Gespräche mit hochrangigen Soldaten des türkischen Militärs führten. Zur selben Zeit wurde aber
die Grenzüberschreitung für Kurdinnen und Kurden
erschwert, um deren Teilnahme am Kampf gegen
die IS in Kobane zu verhindern und zahlreiche medizinische Hilfeleistungen nach Kobane blockiert.
In der Türkei protestierten millionen Kurdinnen und
Kurden gegen die offene Unterstützung der IS von
Seiten des türkischen Staates und die Absperrung
der Grenzübergänge nach Kobane für Kurdinnen
und Kurden. Das kurdische Volk füllte die Straßen,
Sie protestierten gegen die Versuchung eines Völkermordes. Um die Verschleusung weiterer IS-Terroristen über die Grenzen der Türkei zu stoppen,
wurden Menschenketten an Grenzübergängen zu
Kobane gebildet. Diesen Großaufstand (Serhildan)
der Kurden versuchten Polizei, Militär und türkische Faschisten Hand in Hand mit allen Mitteln zu
zerschlagen. Während Polizei und Militär Waffen
mit tödlicher Munition gegen Demonstranten einsetzten, attackierten mehrere Gruppen türkischer
Faschisten die Demonstranten mit Waffen wie
Pump Guns und Messern, Autos fuhren mit hoher
Geschwindigkeit in die demonstrierende Mengen
hinein und in Großstädten wie z.B. Diyarbakir hatte
das türkische Militär verboten den Menschen auf
die Straßen zu gehen. Bei den Aufständen starben
über 40 Demonstrantinnen und Demonstranten
und keiner der Mörder wurde bis heute verurteilt.
Zur gleichen Zeit verbreiten IS-Gruppen ihre Propaganda in Istanbul. Während IS-Terroristen, kurdische und linke Studenten in Universitäten attackierten und den Menschen auf den Straßen Angst
einjagten, waren keine Polizei und kein Militär präsent um die IS-Terroristen zu stoppen. Mehrmals
haben IS-Terroristen Moscheen in Istanbul absperren lassen, um dort Trauerfeiern für verstorbene
IS-Terroristen abzuhalten. Die Polizei, die mit scharfer Munition auf Demonstranten Schoss, war
wie von Luft aufgelöst.
Mit grausamster Gewalt geht die IS geht gegen
Aleviten, gegen Christen, Jesiden, Aramäer, Kurden, Türkmenen, Schiiten und Sunniten vor. Gegen alle die anders handeln, gegen alle die anders
denken und gegen alle die anders glauben wie sie
selber. Am aggressivsten bekommen Frauen die
Gewalt der IS zu spüren. Die IS-Terroristen nehmen
Frauen und Kinder der Völker- oder Glaubensgemeinschaften die sie massakriert haben in Gefangenschaft und verkaufen Sie auf Sklavenmärkten,
25
als Arbeitskräfte und Sex-Sklaven oder benutzen
die Frauen um ihre eigenen perversen Lüste zu stillen. Diese Tatsachen zeigen, wie Pervers eigentlich
die Unterstützer des IS-Terrors, die imperialistischen Mächte und Ihre Handlanger auch selber sind.
Der Hauptunterstützer der IS, der US-Imperialismus übt eine neue Strategie aus. Das Chaos im
mittleren Osten soll weiterhin bestehen, die Völker
sollen sich im Namen Ihrer Religionsführer und nationalen Führer weiterhin untereinander bekriegen
und jede Art von Aufbau eines demokratischen
Zusammenlebens soll dadurch verhindert werden.
Die imperialistischen Mächte haben somit jederzeit
die Option, die Rolle des Helfers oder des Helden
zu spielen, um „die Menschen von der Gewalt und
Chaos der IS zu befreien“, den die Imperialisten
selber gezüchtet haben. Die USA und deren Handlanger haben den IS selbst gezüchtet, halten die IS
unter Kontrolle und lenken die Terroristen überall
dorthin wo eine anti-Imperialistische Bewegung
entsteht, bei der die Menschen versuchen Ihre Freiheit zu erlangen. Die IS ist keine außer Kontrolle
geratene Organisation, sondern ein Instrument
den Terror dorthin zu transportieren, wo gerade ein
Kampf für Demokratie, für Menschenwürde, für ein
solidarisches Zusammenleben der Völker und für
Unabhängigkeit entsteht, der den imperialistischen
Mächten einen Strich in deren Rechnung ziehen
könnte.
26
Die AKP-Regierung, Saudi Arabien und Katar möchten zu einer örtlichen Macht in dieser Region
gehören und zu einem verlässlichen Bündnispartner des Imperialismus werden. Die Regierungen
und Wirtschaften der Türkei, Saudi Arabiens und
Katar, der US-Imperialismus und die weiteren Nato-Führungsländer profitieren von der Kontrolle
des IS im mittlerem Osten, wie z.B. vom Schwarzmarkt, den die IS mit eroberten Erdölraffinerien
erschaffen hat und Erdöl zu sehr niedrigen Preisen
verkauft. Dem Imperialismus ist seine selbst gezüchtete Gewalt egal. Die gelegentlichen Luftangriffe
der USA sind nicht für die Befreiung von Kobane
gedacht, sondern um die IS weiterhin in Kontrolle zu halten und die Ölraffinerien vor Angriffen zu
schützen. Es geht ihnen also nicht um Menschenleben, sondern nur um wirtschaftliche Interessen!
Die AKP und die türkische Oligarchie unterstützen
weiterhin die IS, für die Bekämpfung der kurdischen Bevölkerung und der Regierung Syriens. Auf
den Sieg über Kobane, würde der Zerfall der kurdischen Demokratiebewegung folgen. Nach dem
Zerfall Kobanes und somit dem Zerfall der kurdischen Demokratiebewegung denken sie, wären sie
näher am Ziel, die syrische Regierung stürzen zu
können. Die AKP träumt als erstes von der Assimilation und Vernichtung des kurdischen Volkes, darauf folgend den Sieg über die syrische Regierung
und die Assimilation und Vernichtung aller anderen
Völker- und Religionsgruppen dieser Region. Sie
möchten eine neue Regierung im mittleren Osten
gründen, wo sunnitische Kaufmänner die wirtschaftliche und politische Macht übernehmen und
weiterhin ungestört ihre Beutel mit Schätzen füllen
können.
Der vereinigte demokratische Kampf der Völker,
ist die einzige Kraft die diese Gewaltstrategie des
Imperialismus vernichten kann und deshalb ist Kobane bzw. Rojava unter Dauerbeschuss. Die verschiedenen Kräfte, die den mittleren Osten mit faschistischer und religiöser Gewalt terrorisieren, sind
in Rojava auf ein demokratisches und solidarisches Zusammenleben der Menschen gestoßen und
haben versucht diese Solidarität und diese demokratische Basis zu vernichten, denn das passte nicht
in ihren Chaos hinein. Um diese Region vollständig
kontrollieren zu können, müssen die Imperialistischen Kräfte und ihre Handlanger alle fortschrittlichen und demokratischen Kräfte bekämpfen, die
einen Strich in deren Rechnung ziehen.
Manche ideologische Strömungen in dieser Welt
sind der Meinung, die YPG/YPJ würde heute oder
morgen mit den Imperialisten verhandeln. Diese
Meinung über die YPG/YPJ fühlen sie bestätigt, mit
dem „Bündnis“ der YPG und der FSA, im Kampf
gegen die IS. Natürlich möchten wir Kommunisten
nicht, dass eine fortschrittliche Organisation wie
die YPG/YPJ ein Bündnis eingeht mit einer terroristischen Organisation wie der FSA, aber leider ist
die Wahrheit nicht so fröhlich und bunt wie diese
„Träumer“ sich das vorstellen. Die YPG/YPJ ist
strategisch dazu gezwungen, zur IS gleichzeitig nicht gegen noch einen anderen Feind kämpfen zu
müssen, denn das könnte Ihr Untergang bedeuten
und gleichzeitig die Ermordung, Versklavung und
Vergewaltigung weiterer tausender von Menschen.
Die YPG/YPJ und die FSA haben nichts gemeinsam,
außer die IS als den gemeinsamen Feind. Die Feindschaft der IS und der FSA sind keine ideologische,
sondern nur der Kampf bzw. Streit um die Macht.
Diese verschiedenen „Strömungen“ sind der Meinung, die YPG/YPJ würde im Zuge des Paktes mit
der FSA, die syrische Regierung stürzen wollen und
somit dem Imperialismus dienen. Ein Zitat dieser
„Träumer“ die sich als Marxisten bezeichnen, aber
den Marxismus genauso ideologisch beschmutzen
wie den entschlossenen Kampf der Kurden, lautet
so: „Es ist sehr fraglich, ob die kurdische Politik,
die bereit ist für die Freiheit der Kurden mit dem
Teufel zu paktieren, ihr Verhalten ihrer Anhängerschaft erklären kann“. Die Guerillatruppen der YPG/
YPJ die die Freiheit in Kobane hart erkämpft haben
und Ihr Leben dafür geopfert haben, die Menschen
in Rojava vor einem Massaker retteten, die für ein
demokratisches und solidarisches Zusammenleben kämpfen, die für die Freiheit und Gleichberechtigung der Frauen kämpfen, wo Frauen für Ihr
eigenes Schicksal selber die Waffen in die Hände
nehmen, haben diese Art von unberechtigte und
unsolidarische Beschuldigungen nicht verdient!
die Gewaltorganisationen, gegen deren Waffen,
Tanks und Raketen. Sie zeigen der Welt, dass im
mittleren Osten nicht nur Faschismus, Religionskriege und Religionswirtschaft herrscht, sondern
auch ein solidarisches miteinander möglich ist.
Deshalb ist Kobane nicht nur Land der Kurdinnen
und Kurden, sondern auch Land aller die für Gleichheit, Geschwisterlichkeit, Freiheit, Solidarität
und Demokratie kämpfen.
Wir werden die Pläne des Imperialismus zerstören!
Wir, die Proletarier dieser Welt, die ausgebeuteten
und Unterdrückten, Frauen und Männer, Flüchtlinge. Wir, die die ganze Last dieser Wirtschaftsordnung tragen.
DER MITTLERE OSTEN WIRD DIE GRABSTÄTTE
FÜR DEN IMPERIALISMUS!
SCHULTER AN SCHULTER MIT DEM WIDERSTAND
IN KOBANE!
BIJI BERXWEDANA KOBANE/ROJAVA!
Wir glauben an die kurdische Bewegung in Rojava! Wir stehen immer an Ihrer Seite, für den Kampf
gegen den Imperialismus und dessen Gewalt. Die
„BÖG / Vereinigte Freiheitskräfte“ beteiligt sich bereits seit Monaten an den Kämpfen in Rojava, gegen den IS-Terror.
In Rojava / Kobane existiert mit Ihren KurdInnen,
AramäerInnen, ArmenierInnen, TürkmenInnen,
AraberInnen, AlevitInnen, SunnitInnen, ChristInnen
und JesidInnen eine demokratische Gesellschaft,
in der ein friedliches Zusammenleben möglich ist,
in dem Frauen frei seien können, in der faschistische Gruppen und wirtschaftliche Religionsvereinigungen kein Fuß auf dem Boden fassen können.
Die kurdischen Heldinnen und Helden verteidigen
weiterhin die Geschwisterlichkeit der Völker gegen
27
Notizen über
die PEGIDA - D. Lorin
Pegida existiert seit dem 19. Dezember 2014 und steht für die „Patriotische Europäer gegen die
Islamisierung des Abendlandes“. Seit Mitte Oktober 2014 organisiert die rassistische Hetzbewegung in der sächsischen Landeshauptstadt Dresden Demonstrationen gegen die vermeintliche „Islamisierung“ und aus ihrer Sicht verfehlte Einwanderungs- und Asylpolitik Deutschlands.
Initiator der Veranstaltung war der vorbestrafte
Dresdner Aktivist Lutz Bachmann von dem rassistische und ausländerfeindliche Aussagen und
Bilder bekannt sind. Der größte Teil der Anhänger besteht aus Wutbürgern. Neonazis sind aktive Teilnehmer und Initiatoren der verschiedenen
Pegida Bewegungen. Auch in anderen deutschen
Städten findet die Initiative Nachahmer: Angelehnt an Pegida nennt sich die Bewegung zum
Beispiel in Leipzig „Legida“, in Bonn „Bogida“,
in Düsseldorf „Dügida“ und in Köln „Kögida“.
Die politische Einordnung der Pegida-Bewegung
reicht vom rechtspopulistischen, faschistischen
Spektrum bis hin zur rechtskonservativen Mitte.
Zu Beginn demonstrierten ca. 500 Personen, nach
knapp 2 Monaten waren es bereits 15.000. Aktuell gehen seit der Führungskrise, dem Austritt
von Lutz Bachmann, die Teilnehmerzahlen zurück.
sition sind der Meinung, die Sorgen der Pegida
Anhänger sollten ernst genommen werden und
dürfen nicht unbeachtet bleiben. Sie meinen es
dabei so ernst, dass sie mit einer weiteren Verschärfung des Asylgesetzes die Lage und bereits
unmenschlichen Lebensbedingungen der Flüchtlinge nochmals verschlechtern und Sie somit von
Ihrem Aufenthalt in Deutschland abbringen wollen. Die Hetzpropaganda der Pegida AnhängerInnen über die Lebensbedingungen der Flüchtlinge
in Europa, ist der Realität fremd. Die Flüchtlinge
leben unter unmenschlichen Bedingungen und
Unterkünften, unter ständiger Abschiebeangst
und ständiger Schikane von Seiten der Gesellschaft, Medien, Politik, Behörden und Polizei. Auf
den kleinsten Widerstand der Flüchtlinge, antwortet der Staat mit größter Polizeirepression,
wie z.B. auf Hungerstreiks in München und Berlin.
Die Haltung der Polizei auf den Pegida Demonstrationen ist besonders beachtenswert. Während
Pegida DemonstrantInnen in Schutz genommen
werden, attackieren Polizisten die GegendemonstrantInnen mit verbalen Beleidigungen, Pfefferspray, Schlägen und Knüppel und verteidigen
somit die rassistische Propaganda der Pegida Bewegung. Die Polizei schaute bei einigen organisierten Angriffen der Nazis auf Gegendemonstranten
zu. Nach einigen Pegida Demonstrationen fanden
Angriffe und Brandanschläge mit tödlichen Folgen auf Flüchtlinge und deren Unterkünfte statt.
Die Fluchtursache der Menschen liegt dabei an
dem kapitalistischen System und seine imperialistischen Kriege und Ausbeute. Die imperialistischen Kräfte morden weltweit dutzende Menschen. Weltweit sterben dutzende Menschen an
Folgen imperialistischer Kriege und werden zur
Flucht gezwungen. Dabei müssen gerade wir,
für die Rechte der Refugees auf einer antikapitalistischen, antifaschistischen und antirassistischen Linie kämpfen, da gerade die Politik der
Staaten in denen wir leben für die imperialistischen Kriege und Ausbeutung verantwortlich
sind. Egal ob in den Fabriken, in den Betrieben,
in den Unis, in den Schulen oder auf der Straße.
Die Medien stellen die GegendemonstrantInnen
als Gewalttätige „Spinner“ da, vertuschen aber
gleichzeitig die Teilnahme mehrerer bekannten
und vorbestraften Nazis und Nazi-Kader an Pegida Demonstrationen. Die Regierung und Oppo-
28
BLEIBERECHT ÜBERALL!
ALERTA ANTIFACSITASTA!
8. Mai – Tag der Befreiung
vom Hitlerfaschismus! - D. Yılmaz
Der Sieg über den Faschismus und die Gegenwart.
70. Jahre ist es mittlerweile her... Der 8. Mai 1945. Der Tag an dem die Sonne wieder aufging.
Der Tag an dem Nazi-Deutschland kapitulieren musste und Deutschland vom Hitlerfaschismus
durch die Rote Armee und den PartisanInnen befreit wurde. Auch wenn dieser Tag uns in den
Schulen oder Unis immer als Tag der Niederlage Deutschlands eingeredet wurde, bedeutete es
für viele Menschen als Tag der Befreiung von Schmerz, Leid, Folter und Mord.
Heute ist die Situation nicht anders...
Es
bedeutete
für
viele
Menschen
auf
der Welt das Ende einer Ausrottung und
das Ender eines Massakers und Krieges.
Die faschistische deutsche Armee hatte innerhalb
von 6 Monaten fasst die Hälfte der Sowjetunion
besetzt, jedoch wurden sie vor Moskau und in Stalingrad gestoppt und danach begann der große
Siegesmarsch der Roten Armee bis nach Berlin. Die
Rote Armee hatte sich Straße für Straße durchgekämpft. Deutschland wurde vom Faschismus befreit und wurde nicht durch seine eigenen Dynamiken besiegt. In der Bevölkerung gab es so gut
wie kein antifaschistisches Bewusstsein und der
Widerstand gegen den Faschismus wurde zum
größten Teil leider niedergeschlagen. Insgesamt
hatte der 2.
Imperialistische Neuaufteilungskrieg (1939-1945) fasst 60 Millionen Menschen
das Leben gekostet. Es wurden Juden, KommunistInnen, SozialdemokratInnen, GewerkschaftlerInnen, Homosexuelle, Sinti und Roma, Menschen mit Behinderungen verfolgt und ermordet.
Doch was passierte in der BRD danach?
Frühere Hochrangige Nazis bauten die BRD mit
auf und erreichten auch in der BRD höhere Positionen, wie z. B. Ex-Bundespräsident Karl Carstens (früherer Mitglied der SA und der NSDAP).
Als erstes wurde direkt die KPD verboten und
ihre Mitglieder wurden verfolgt und verurteilt.
Wie in Nazi-Deutschland, standen sie wieder vor den selben RichterInnen der Klassenjustiz, während Nazis sich in legalen Strukturen organisierten und auf den Straßen der BRD
ihre faschistische Propaganda verbreiteten.
Obwohl Mitglieder der NPD über Jahre
hinweg die NSU unter anderem Waffen unterstützte, ist sie immer noch
eine legale Partei in der BRD. Somit
gibt man ihnen die Plattform sich auf
dem legalen Gebiet zu organisieren
und die Möglichkeit finanzieller Unterstützung durch unsere Steuergelder.
Insgesamt wurden von 1990 bis 2013
185 Menschen von Nazis ermordet.
Jahrelang mordete die NSU
in der gesamten Bundesrepublik
mit der Unterstützung des Staates. Auf einmal werden Beweismittel vernichtet und die NSU-Zeugen sterben auf rätselhafter Art und Weise.
Auch die rechtspopulistische Bewegung PEGIDA verbreitet ihre rassistische und menschenverachtende Hetze auf den Straßen der BRD. Sie
hetzen gegen Muslime und Flüchtlinge. Gestern
waren es die Juden, heute sind es die Moslems...
Unter ihnen sind auch mehrere bekannte Nazi-Kader. Auch wenn sie sich als „normale“ Wutbürger
darstellen wollen, schaut die Realität anders aus.
Bei einigen ihrer „Montagsdemonstrationen“
wurden AntifaschistInnen der Gegendemonstrationen angegriffen und verletzt. Während antifaschistische Demonstrationen von der Polizei
niedergeknüppelt und der antifaschistische Widerstand kriminalisiert wird, setzt die Polizei die
Versammlungsfreiheit für die FaschistInnen und
RassistInnen mit brutalster Gewalt durch. Trotz der
Repressionen werden sie den antifaschistischen
Widerstand nicht klein kriegen und wir werden
jedes mal auf die Straße gehen, wenn die RassistInnen und FaschistInnen der PEGIDA vorhaben
ihre rassistische und faschistische Propaganda zu
verbreiten! Die Wurzel des Problems liegt an dem
kapitalistischen System und damit wir genau das
nicht sehen, wollen sie uns untereinander Spalten! Wir werden nicht zulassen, dass sie uns Spalten! Organisieren wir gemeinsam den Widerstand
gegen den Faschismus und Rassismus. Einen Widerstand der konkret, legitim und militant ist!..
HOCH DIE INTERNATIONALE SOLIDARITÄT!
NIE WIEDER KRIEG! NIE WIEDER FASCHISMUS!
ES LEBE DER 8. MAI - TAG DER BEFREIUNG VOM
HITLERFASCHISMUS!
29
Ein Vorbild des revolutionären Widerstands
in den faschistischen Folterkammern:
Ibrahim Kaypakkaya - U. Dersimi
Ibrahim Kaypakkaya ist 1949 in der Provinz Corum, im Dorf Sungurlu auf die Welt gekommen.
Im Alter von 3 Jahren trennten sich seine Eltern. Mit 9 Jahren half Ibrahim bei der Behirtung von
Schafen und Ziegen, auf dem Bauernhof seines Vaters mit. Er besuchte verschiedene Grundschulen, war immer sehr wissbegierig und beteiligte sich sehr erfolgreich im Unterricht. Sein
Wunsch und Ziel war es, Lehrer zu werden.
30
Ibrahim besuchte 6 Jahre lang die Hasanoglu
Schule und eignete sich in diesen Jahren erste
revolutionäre Gedanken an. Sein Verhalten und
Charakter veränderte sich grundlegend. In den
verschiedensten türkischen und kurdischen Dörfer und Städte ging er mit Bauern und Arbeitern in
Dialoge ein und machte sich dabei selber ein Bild
über die Bedürfnisse und Probleme der Bevölkerung. In seiner Schulzeit geriet er immer wieder in
Konflikte mit seinen Lehrern und hat mit der Politik die er vertritt, viel Aufmerksamkeit unter den
SchülerInnen und LehrerInnen erregt. Durch seine
Reden und Diskussionen konnte er Massen mobilisieren und machte seinen Namen in den Dörfern.
Durch seine politischen Aktivitäten zog er die Aufmerksamkeit der reaktionären Kräfte auf sich.
Ibrahim besuchte 1966 die Lehrerakademie Çapa,
in Istanbul. Ibrahim Kaypakkaya und mehrere StudenteInnen diskutierten über aktuelle politische
Ereignisse und bildeten eine Gemeinschaft. Auch
während seines Studiums fuhr er von Dorf zu Dorf
und hörte sich die Sorgen der ArbeiterInnen und
Bauern an. In der Zeit als politisch aktiver Student,
wurde der Staat bzw. die Polizei erstmals auf Ibrahim aufmerksam. 1966/67 verteilten er und seine
Genossen ihre ersten Flugblätter, bildeten politische Diskussionsrunden und zogen viele StudentInnen zu Ihrer politischen Gemeinschaft an.
Ibrahim Kaypakkaya war einer der Gründer, der
im Jahre 1968 gegründeten „Fikir-Kulübü“ (Ideen-Klub) und wurde dann Vorsitzender dieser
Studentenbewegung. Durch die Aktionen des
„Ideen-Klubs“ erteilte die Universitätsleitung, ein
Hausverbot gegenüber die Mitglieder dieser Organisation, worauf die StudentInnen mit der Besetzung der Universität reagierten.
1968/69 wurden sie aktiver und gerieten immer
wieder in Auseinandersetzungen mit reaktionären
Kräften, vor allem faschistischen StudentInnen.
Darauf erhielt Ibo einen Schulverweis und musste
die Universität verlassen.
Ibrahim arbeitete als Nachhilfelehrer und nahm
verschiedene berufliche Tätigkeiten auf, um sein
Lebensunterhalt zu verdienen. Er arbeitete 1969/70
für die „Türk Solu Dergisi“ (Zeitschrift der türkischen Linken) und veröffentlichte Nachrichten
über die proletarischen und bäuerlichen Bewegungen.
1970 beteiligte sich Ibrahim Kaypakkaya am Widerstand, gegen den Großbesitzer von Değirmenköy
in Thrakien.
Bis 1971 führte er den „Fikir-Kulübü“ und anschließend vereinte er sich mit der TIP (Türkiye Isci Partisi) und wurde danach Mitglied der maoistischen
Revolutionären Arbeiter- und Bauernpartei (TIIKP).
In dieser Zeit zog Ibrahim von Çorum nach Malatya und anschließend nach Dersim und wiederholte seinen Ortswechsel oft. Während seiner Reisen
machte er mit seinem Genossen, Ali Haydar Yıldız
Bekanntschaft.
1972 tritt Ibrahim Kaypakkaya, aus ideologischen
Gründen aus der TIIKP aus und gründete die TKP/
ML (Kommunistische Partei der Türkei/Marxisten
Leninisten) und nach einer Zeit die TIKKO (Arbeiter- und Befreiungsarmee der Türkei), welches der
Bewaffnete „Flügel“ der TKP/ML ist.
Ibrahim begab sich wieder nach Dersim und traf
sich mit 4 Genossen, darunter auch Ali Haydar
Yıldız. Sie verfolgten einen faschistischen Offizier.
In Vartinik suchten Sie eine Bleibe und versteckten sich für eine Zeit in einer Scheune, wo die Gandarme Ihr Versteck aber bald aufdeckte und Sie
in einen Gefecht mit dem Militär gerieten. 3 seiner Genossen konnten flüchten, während Ibrahim
mehrere Schrotkugeln abbekam und Ali Haydar
Yildiz sein Leben verlor. Schwer verwundet hinterließ Ibrahim Kaypakkaya, seinen verstorbenen Genossen Ali Haydar Yıldız und flüchtete in einen Dorf,
wo er von einem Dorfbewohner aufgenommen und
versteckt wurde. Durch den Verrat eines reaktionären Lehrers wurde Ibrahim festgenommen und der
Polizei ausgehändigt. Anschließend wurde Ibrahim
Kaypakkaya inhaftiert und gefoltert. Am 29.01.1973
wurde er in einem Gerichtsverfahren verurteilt. Am
30.01.1973 wurde er in das Polizeirevier nach Gökçe
gebracht, von Gökçe nach Dersim, dann nach Elazığ und zum Schluss nach Dıyarbakır und wurde im
berüchtigtem „Foltergefängnis“ Dıyarbakırs inhaftiert. Während der ganzen „Verfrachtung“ musste
er immer Barfuß in der Kälte und auf Schnee laufen. Seine Zehen erfroren und wurden im Militärkrankenhaus amputiert. Nach der „Genesung“
wurde er im Gefängnis in Diyarbakir wochenlang
gefoltert. Durch die Folter versuchte das Militär an
Informationen zu der linken Bewegung und seiner
Organisation zu gelangen, aber Ibrahim blieb immer stark und gab kein Hauch an Informationen
heraus. Am 18. Mai 1973 ist Ibo durch die Folgen der
Folter gefallen. Nach der „Autopsie“ an Ibrahims
Leiche gaben sie die Mitteilung an die Öffentlichkeit, er hätte Selbstmord begangen. Ibrahim Kaypakkaya wurde seinem Vater, Ali Kaypakkaya, in
einem Müllbeutel ausgehändigt und in Karakaya
begraben.
IBRAHIM IST NIE GESTORBEN!
Er LEBT WEITER IN UNSEREN KÖPFEN, IN UNSERER
BEWEGUNG, IN UNSEREM HERZEN!
31
32