Poster Bildiriler - Türk Hematoloji Derneği

Transcription

Poster Bildiriler - Türk Hematoloji Derneği
Poster Bildiriler
POSTER BİLDİRİLER
Deneysel Hematoloji/ Gen Tedavisi / Rejeneratif Tıp/
Hücresel Tedaviler
Bildiri: 0280
Poster No: P001
İNSÜLİN BENZERİ BÜYÜME FAKTÖRÜ BAĞLANMA
PROTEİNİ 3 PROMOTOR HİPERMETİLASYONU,
KRONİK MYELOSİTER LÖSEMİ VE KRONİK
LENFOSİTİK LÖSEMİ HASTALARINDA YENİ BİR
BELİRTEÇ Mİ? Kamile Öztürk1, Haluk Değirmenci2,
Ferit Avcu3, Ali Uğur Ural3. 1Aksaray Üniversitesi, Fen
ve Edebiyat Fakültesi, Moleküler Biyoloji Ana Bilim Dalı,
Aksaray, 2Hacettepe Üniversitesi, Kimya Mühendisliği
Bölümü, Biyomühendislik Ana Bilim Dalı, Ankara,
3
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Hematoloji Bilim Dalı,
Tıbbi ve Kanser Araştırma Kısmı, Ankara
Amaç: İnsülin benzeri büyüme faktörü bağlanma proteini 3 (IGFBP3), p53 tümör baskılayıcı protein tarafından uyarılan, IGF’lerin biyolojik fonksiyonunu düzenlemesi yanında, IGF’lerden bağımsız olarak hücre büyümesi ve ölümünü düzenleyen bir proteindir. IGFBP3 antiproliferatif ve proapoptotik özelliğinden dolayı tümör baskılayıcı bir gen olarak kabul edilmektedir. Tümör baskılayıcı genlerin promotor bölgelerindeki CpG adalarındaki sitozinlerin metillenmesi, genlerin transkripsiyonel
olarak inaktive olmasına neden olup, kanser oluşumundaki önemli epigenetik mekanizmalardan birisini oluşturur. Bu nedenle IGFBP3 genindeki metilasyon analizinin
hastalığın ilerlemesi ve erken tanısı için bir belirteç olabileceği önerilmektedir. Hematolojik kanserlerde IGFBP3
geni metilasyonunun değerlendirildiği literatürdeki bu ilk
çalışmada, kronik miyelositer lösemi (KML) ve kronik lenfositer lösemi (KLL) hastalarında, IGFBP3 geninin promotor bölgesindeki metilasyon durumunu saptayarak metilasyonun gen ifade düzeyine etkisi araştırılmıştır.
Yöntemler: Yerel etik kurul kararı alınmasını takiben 20 KML, 26 KLL hastası ve yaş-cinsiyet uyumlu 20
sağlıklı bireyden alınan periferik kan örnekleri kullanıldı. Kan örneklerinden Fikoll metodu ile hücre izolasyonu
yapıldı. Metilasyon analizi için, tüm örneklerden genomik
DNA izole edildi ve ardından EpiTect Bisülfit kit kullanılarak DNA’lar sodyum bisülfitle modifiye edildi. Metilasyon
durumu; IGFBP3 promotorunun metilli ve metilsiz formlarına uygun primerler kullanılarak metilasyon spesifik
PCR (MSP) metodu kullanılarak saptandı. Ayrıca metilasyon paterninde farklılık gösteren PCR ürünleri ABI
3100 Genetic Analyser (BigDye 3.1 version) sekans cihazı kullanılarak nükleotid dizisi saptandı. Genin promotor bölgesideki 20 CpG adası metilasyon açısından tarandı. Metilasyonun gen ifade düzeyine etkisi RT-PCR yöntemi kullanılarak saptandı. IGFBP3 mRNA düzeyi, β-aktine
oranlanarak hesaplandı.
Sonuçlar: Bu çalışma sonucunda, IGFBP3 promotor metilasyonunu KML hastalarının %45’inde (9/20),
KLL hastalarının ise %73’inde (19/26) saptandı. Sağlıklı
bireylerin ise hiçbirisinde metilasyon saptanmadı.
Hipermetilasyon, KLL hastalarında KML hastalarına göre
daha anlamlı idi (p=0,047). Metilasyonun gen ifadesine
etkisi KML hastalarında %15 (3/20) oranında gözlenirken, IGFBP3 ifadesindeki azalma, IGFBP3 metilasyonundaki artış ile ilişkili bulundu.
Tartışma: Bu çalışmada IGFBP3 ifade düzeyinin metilasyona bağlı epigenetik olarak baskılanması KML ve KLL
hastalarında gözlemlendi. Mutant p53’e sahip hücrelerde
metilasyon oranında artışların olduğu rapor edildiği için
KML ve KLL arasındaki metilasyon farkının p53 bağımlı
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
bir fark olduğu düşünüldü. Ancak, IGFBP3 ifade düzeyinin metilasyona bağlı epigenetik olarak baskılanmasının
hastalığın sebebi mi sonucu mu olduğu açık değildir. Bu
nedenle, bu ilişkinin ortaya konacağı ve hipometile edici
ajanların da klinik kullanıma girebileceği klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Bildiri: 0203
Poster No: P002
STAT3, STAT5A VE STAT5B EKSPRESYONLARININ
K–562 LÖSEMİ HÜCRE DİZİSİNDE MODİFİYE
SİRNA’LARLA BASKILANMASI VE APOPTOZUN
İNDÜKLENMESİ. Burçin Tezcanlı Kaymaz1, Nur
Selvi1, Cumhur Gündüz1, Çağdaş Aktan1, Ayşegül
Dalmızrak1, Ezgi İnalpolat1, Fahri Şahin2, Güray
Saydam2, Buket Kosova1. 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Tıbbi Biyoloji Ana Bilim Dalı, İzmir, 2Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: JAK/STAT sinyal yolağında görevli STAT3,
5A, 5B genleri sinyal iletiminde ve malinitede ekspresyonu artan genlerin aktivasyonunda görevli nükleer transkripsiyon faktörleridir ve hematolojik hastalıklarda aktifleşerek lösemi gelişiminde rol alırlar.
siRNA’lar, hedef bir genin mRNA’sını yok ederek susturabilen RNA’lardır. Çalışmamızda K–562’de anti-kanser
hedefi olan STAT’ların modifiye edilmemiş, kolesterol
konjigasyonu ve 2’-FU/FC değişimiyle modifiye edilmiş
siRNA’larla muamele edilmesi, mRNA-protein düzeyinde
ekspresyonlarının baskılanarak apoptozlarının indüklenmesi ve JAK/STAT yolağı elemanlarının ekspresyon değişimlerinin array yöntemiyle belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: K–562’de ekspresyonu artmış olan
STAT3,5A ve 5B genlerine özgül tasarlanmış siRNA’lar
hücrelere uygulanmış ve gen baskılama analizleri 24-96
saatler/6-12 gün için mRNA, 72-96 saatler/6-12 gün için
protein düzeylerinde belirlenmiştir. siRNA (100nM) ve
transfeksiyon ajanı (6μl)konsantrasyonlarının sitotoksisitesi XTT, apoptoz TUNEL metoduyla değerlendirilmiştir.
JAK/STAT yolağı elemanlarının ekspresyon değişimleri 6.
günde arrayle belirlenmiş, istatistiksel analiz Student T
testiyle yapılmıştır(p<0,05)
Sonuçlar: XTT sonuçlarımıza göre kullanılan konsantrasyonların sitotoksik olmadığı saptanmıştır. mRNA
seviyesinde gen baskılama sonuçlarımıza göre STAT3
ekspresyonu S3-FU/FC siRNA’yla 10.-12. günde sırasıyla %20,60 (p=0,001) ile %16,51’e (p=0,041), STAT5A
ekspresyonu S5A-FU/FC-siRNA’yla 8.-10. günde sırasıyla %45,26’ya (p=0,041) ve %23,75’e (p=0,000), 12. günde
S5A-CHL-siRNA’yla %17,33’e (p=0,038), STAT5B ekspresyonu S5B-FU/FC-siRNA’yla 8.-12. günde sırasıyla %59,05’e (p=0,009), %44,47’ye (p=0,005), %14,06’ya
(p=0,001) düşmüştür. Western Blot sonuçlarımıza göre
STAT3,S5A,S5B ekspresyonları 10.-12. günde modifiye siRNA’ larla çok yüksek oranda baskılanmış, modifiye edilmemiş siRNA’ lar etkinliğini kaybetmiştir. Apoptoz
sonuçlarımıza göre 72.–96. saatte apoptotik hücre oranı
modifiye siRNA uygulanan gruplarda yüksekken (%29%98), modifiye edilmemiş siRNA’ların düşük oranda
apoptoza neden olduğu (%2-%12), 96. saatten sonra
apoptotik hücrenin kalmadığı belirlenmiştir. Array sonuçlarımıza göre STAT3 için “Transkripsiyon Faktörleri”nden
A2M ve CEBPB ekspresyonlarının düştüğü, STAT5A için
“Sinyal İleticileri”nden STAM, “STAT İnhibitörleri”nden
SOCS4 ekspresyonlarının düşerken SOCS1’ in arttığı, STAT5B için “Sitokin/Sitokin Taşıyıcıları”ndan IL20,
“Sinyal İleticilerinden” STAM, “STAT İnhibitörlerinden”
33
POSTER BİLDİRİLER
SOCS4 ve SOCS5’ in ekspresyonları düşerken, PIAS2’ nin
arttığı belirlenmiştir.
Tartışma: Çalışmamızda lösemide yüksek ekspresyon
sergileyen bu proteinlerin modifiye siRNA’larla mRNA ve
protein seviyesinde baskılanmasıyla hücrelerin apoptoza
uğradığı saptanmış, JAK/STAT yolağı genlerinin ekspresyon değişimleri belirlenmiştir. Böylece modifiye edilmiş/
edilmemiş siRNA’ların uzun vadede tümör hücre ölümü
üzerindeki etkileri belirlenmiş, JAK/STAT yolağından
yeni olası ilaç/terapotik ajan belirlenmesi hedeflenmiştir.
Bildiri: 0126
Poster No: P003
KEMİK HASARLARININ TEDAVİSİNDE MEZENKİMAL
KÖK HÜCRELERİN TERAPÖTİK POTANSİYELLERİ;
TAVŞAN TİBİASINDA DENEYSEL ÇALIŞMA. Yusuf
Baran1, Özgür Sunay2, Zeynep Çakır1, Geylani Can1,
Ziya Denek3, İlknur Kozanoğlu4, Mustafa Yılmaz2.
1
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Fen Fakültesi,
Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü, Urla, İzmir, 2Dokuz
Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif
ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Balçova İzmir, 3Dokuz
Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji
Anabilim Dalı, Balçova, İzmir, 4Başkent Üniversitesi,
Adana Uygulama ve Araştırma Hastanesi, Kemik İliği
Transplantasyon Ünitesi Hücre İşleme Laboratuvarı,
Adana
Amaç: Mezenkimal kök hücreler (MKH), yüksek çoğalma kapasitesine ve birçok hücre türüne farklılaşma yeteneğine sahiptirler. Bu potansiyelleri dolayısı ile rejeneratif tıpta kullanılabilmektedirler. Farklı nedenlerle oluşan
kemik hasarlarının tedavisinde kullanılan en yaygın yöntem distraksiyon osteogenezistir (kemik uzatma). Ancak,
iyileşme süresinin uzun olması ve bu dönemde oluşabilen kallus çöküşü, uzama kaybı gibi durumlar tedavide
başarıyı kısıtlayabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, yağ
dokudan elde edilen ve kemik hücrelerine farklılaştırılan
MKHların yeni kemik oluşumun/süresine olası katkılarının araştırılmasıdır.
Yöntemler: Çalışmamızda 21 adet 2.5-3.0 kg erkek
Yeni Zelanda tavşanı kullanılmış ve 3 gruba ayrılmıştır
(1; negatif kontrol (serum fizyolojik), 2; MKH, 3; kemik
hücresine farklılaştırılmış MKH). Elde edilen hücrelerin, MKH olduğu akım sitometresi ile gösterilmiştir. 2 ve
3. Gruptaki hücreler yeşil floresan proteini (YFP) ile işaretlenerek distraktör takılmış tavşanların kallus alanına
enjekte edilmiştir. Denekler haftalık A/P ve lateral grafileri çekilerek takip edilmiş ve sekizinci haftanın sonunda
sakrifiye edilerek histopatolojik, biyomekanik ve radyolojik açıdan değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Histopatolojik ve immunohistokimyasal
analizler, yağ dokudan elde edilen MKHların kemik dokuya entegre olduğunu göstermiştir. Deney gruplarında
kemik kalınlıkları ve milimetrekaredeki osteosit, osteoblast ve osteoklast değerleri kontrol grubundan anlamlı derecede farklı bulunmuştur. Radyolojik değerlendirme sonuçları, 3. gruptaki tavşanların 1 ve 2. gruptaki
tavşanlara göre kallus alanı oranları ve proksimal-distal
kısımlardaki köprüleşme oranlarının daha fazla olduğunu göstermiştir. Biyomekanik değerlendirmede ise, maksimum yüklenme ile güç uygulandığında 3. grubun 1 ve
2. gruplara göre daha dayanıklı olduğunu göstermiştir.
2. Gruptaki tavşanlarda tüm değerlendirmelerin negatif
kontrol grubundakilerden daha iyi olduğu belirlenmiştir.
Tartışma: Elde edilen sonuçlar, kemik hücresine farklaştırılmış MKHların kemik hasarlarının daha etkili tedavisinde iyi bir alternatif yaklaşım olacağı öngörülebilir.
34
Bildiri: 0195
Poster No: P004
MEZENKİMAL KÖK HÜCRE KULLANIMININ KEMİK
KIRIĞI KONSOLİDASYON FAZI ÜZERİNE ETKİLERİNİN
KOYUN MANDİBULA MODELİNDE BİYOMEKANİK
TESTLERLE DEĞERLENDİRİLMESİ. Ferit Avcu1,
Andaç Aykan2, İsmail Şahin2, Serdar Öztürk2, Senih
Gürses3, Pınar Elçi4, Ali Uğur Ural1. 1Gülhane Askeri
Tıp Akademisi, Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 2Gülhane
Askeri Tıp Akademisi, Plastik Cerrahi Anabilim Dalı,
Ankara, 3Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Biyofizik Anabilim
Dalı, Ankara, 4Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Tıbbi ve
Kanser Araştırma Kısmı, Ankara
Amaç: Kemik kırığı sonrası yeni oluşan kemik segmentin yeterli mekanik sağlamlığa ulaşıncaya kadar
gerekli süre olan konsolidasyon fazı 12 haftaya kadar
uzamaktadır. Bu süre zarfında hastalar distraktörü üzerlerinde taşımakta ve enfeksiyon riski veya psikolojik
streslerle karşılaşmaktadırlar. Zengin farklılaşma özelliği gösterebilen mezenkimal kök hücrelerin (MKH) yeni
kemik oluşumu ve konsolidasyon fazının kısaltılması
üzerine etkileri hakkındaki çalışmalar kısıtlıdır.
Amaç koyun mandibulasında distraksiyon osteogenez sonrası uygulanan MKH’lerin yeni kemik oluşumu ve
konsolidasyon fazı üzerine etkilerini biyomekanik testlerle araştırmaktır.
Yöntemler: Etik kurul onayı sonrası 8 koyunun sağ
ve sol angulus mandibula bölgelerine osteotomi yapıldı ve distraktörler yerleştirildi. Her iki tarafta 1mm/gün
hızında distraksiyona başlandı. 20 gün süren aktivasyon süresi sonunda sol alana 8x106 MKH uygulanırken, sağ alana aynı miktarda fosfat tamponlu su verildi. Konsolidasyon periyodu başlangıcından itibaren 3 ve
6. haftalarda toplam koyunlar sakrifiye edildi. Mandibula
yarımlarına Universal Testing Machine ile yükleme yapıldı. Elde edilen veriler 2-yollu nonparametrik ANOVA testi
ve Tukey-Kramer testleri ile değerlendirildi. Biyomekanik
testlerle mandibula yarımlarının aksial planda alınan
tomografik kesitleri 3 boyutlu rekonstrükte edilerek distraksiyon bölgelerinden geçen kesit alanı değerlendirildi.
Ölçülen total kesit alanından boş kemik alanları çıkarıldı, bulunan sonuç total alana oranlanarak ‘doluluk oranına’ ulaşıldı.
Sonuçlar: Onaltı mandibula yarısına uygulanan testlerle, iki farklı davranış şekli gözlendi. Bunlardan ilki
“oblik” kırılan ve kırık hattının distraksiyon bölgesinden
geçtiği, kesit alanının trabeküler yapıda olduğu O(+)T tip
davranış; diğeri ise kırılma şeklinin “horizontal” olduğu ve kırık hattının distraksiyon bölgesinden geçmediği,
distraksiyon hattı kesit özelliğinin kompakt kemik olduğu H(-)K tip davranıştır. Sol mandibula H(-)K tip davranış gösterirken, sağ mandibula O(+)T tip davranış gösterdi ve iki grubun karşılaştırılması sonucunda istatistiksel olarak anlamlı ölçüde fark bulundu (p<0.04). Bu
iki farklı tip davranış için yapılan istatistiksel analiz ile
(Tukey-Kramer) farklı süre uygulamalarında anlamlı bir
fark ortaya çıkmadığı gösterildi. Kesitlerin doluluk oranı
incelendiğinde 3 haftalık grubun deney taraf mandibulalarında kontrol tarafına göre daha fazla ve kompakt yapıda kemik oluştuğu izlenmekle beraber doluluk oranı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. 6 haftalık grupta sağ ve sol mandibulalarda doluluk oranı arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görüldü (p<0.05).
Tartışma: Bu çalışma ile klinik uygulamalarda tek
dozda dahi MKH kullanımının distraksiyon bölgesindeki mukavemeti arttırdığı, kemikleşme hızı ve kalitesinde olumlu etki gösterdiği ortaya konulmuştur. Böylece
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
MKH’lerin konsolidasyon periyodunu azaltabileceği,
kemik kalitesi ile ilgili sorunlu distraksiyon osteogenezi
uygulamalarında kullanılabileceği gösterilmiştir.
Bildiri: 0279
Poster No: P005
LÖSEMİ HÜCRE HATLARINDA KAEMFEROL VE
SİLİMARİN’ İN HÜCRE DÖNGÜSÜ VE APOPTOZ SİNYAL
İLETİM YOLAKLARI ÜZERİNE ETKİLERİ. Zeynep
Özlem Doğan Şığva1, Sunde Yılmaz1, Çığır Biray Avcı1,
Müsteyde Yücebaş1, Tuğçe Balcı1, Güray Saydam2,
Cumhur Gündüz1. 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi
Biyoloji Anabilim Dalı, İzmir 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi Hematoloji Bilim Dalı,. İzmir
Amaç: Kanserin altında yatan moleküler mekanizmaların anlaşılmasındaki ilerlemeler, kanserin tanısında ve
tedavisinde gelişmelere yol açmakta; bu durum da daha
efektif terapötik etki ve azalmış toksik tedavi ile sonuçlanmaktadır.Silimarin; (Silybum marianum L. (meryem
ana dikeni)’den izole edilen flavolignan yapısındaki bileşik), ortak adıyla bilinen silibin, silidianin ve silikristin
isimli flavonolignanlardır.Silimarin’in hem hücre kültürü
hem de çeşitli epiteliyal kanserlerin hayvan modellerinde
antikanser ve kemopreventif etkinliğinin varlığı gösterilmiştir.Kaemferol, Epilobium parviflorum (yakı otu)’ dan
izole edilmiş flavonoid yapısındaki bileşiktir.Hem kronik
hem de akut toksisite çalışmalarda kaemferol’ün kanseri önlemedeki önemi vurgulanmıştır.Çalışmamızda; kronik miyeloid lösemi modeli olarak seçilen K562’ de kaemferol ve silimarin’in apoptoz yolaklarındaki gen ekspresyonları üzerine etkilerinin ve hücre döngüsü genlerinin
ekspresyon değişimleri üzerine etkilerinin araştırılması
hedeflenmiştir.
Yöntemler: Silimarin için; 300,00, 150,00, 75,00,
37,50, 18,78, 9,38, 4,69 μM, Kaemferol için; 30, 25, 20,
15, 12,5, 10, 6 μM doz ve 24., 48. ve 72.saatlerde K562
hücre hattındaki sitotoksisiteleri araştırılmıştır.Bitkisel
etken maddelerinin sitotoksisite analizi XTT metodu
ile çalışılmıştır.Bitkisel etken maddelerin IC50 dozlarına maruz bırakılan K562 hücre hatlarından total RNA
izole edilmiş ve 45 apoptotik yolak ve 45 hücre döngüsü
kontrol genlerinin ekspresyonları real-time online Revers
Transkriptaz PCR (RT-PCR) yöntemi ile çalışılmıştır.Gen
ekspresyon değişimleri bitkisel etken madde verilmeyen
kontrol K562 hücre hatlarıyla karşılaştırılmıştır.
Sonuçlar: K562 hücre hattında, Silimarin IC50 dozu
72.saate 29,02 μM ve Kaemferol için 9,84 μM olarak saptanmıştır.Silimarin IC50 dozu hücre döngüsü kontrol
genlerinden G2/M geçişinde sorumlu olan genlerin ekspresyonlarında belirgin bir artış ve apoptoz yoğalındaki
apoptozu indükleyen gen ekspresyonlarında da artış saptanmıştır.Kaemferol’ün IC50 dozu hücre döngüsü kontrol
genleri ve apoptoz yolağındaki genlerin ekspresyonunda
belirgin bir artış saptanmamıştır.
Tartışma: Hematolojik malinitelerde hücre döngüsü kontrol genlerinin ve apoptotik yolak genlerinin kapsamlı olarak araştırılması ile kanser fenotipinin anlaşılmasında gen düzeyinde önemli bir katkıda bulunulmuştur.Gen ekspresyonları değerlendirildiğinde; silimarin’in
29,02μM dozu K562 hücre hattında apoptozu indüklediği ve hücre döngüsününün G2/M evresinde durdurduğu şeklinde değerlendirilmiştir.Apoptozun gen ürünleri, tanı ve tedavi için potansiyel hedeflerdir ve geniş
bir alana yayılan hastalıklar için yeni tedavi ve davranış
biçimleri geliştirme umudu sunmaktadır.Bitki ekstrelerinin bu gen profili üzerine olumlu etkileri lösemi tedavisinde yeni klinik açılımlar getirebilecektir.Saptanan gen
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
ekspresyon değişimlerinin daha geniş hücre serilerinde
çalışılarak desteklenmesi ve sonuçların olumlu çıkması
halinde lösemi tedavisinde yeni bir yaklaşım getirebileceğini düşünmekteyiz.
Bildiri: 0123
Poster No: P006
RESVERATROL UYGULANAN HL60 AKUT MİYELOİD
LÖSEMİ
HÜCRELERİNDE
KANSER
YOLAĞI
GENLERİNİN EKSPRESYON PROFİLLERİ. Zeynep
Çakır1, Geylani Can1, Güray Saydam2, Fahri Şahin2,
Yusuf Baran1. 1İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü,
Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü, Urla, İzmir 2Ege
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Hematoloji Bölümü, Bornova,
İzmir
Amaç: Resveratrol (3,5,4’-trans-trihidroksistilben),
bitkilerde özelllikle kırmızı üzüm çekirdeğinde bulunan
antioksidan bir moleküldür. Resveratrol normal şartlar altında, bitkilerde enfeksiyon, radyasyon ve strese karşı sentezlenerek bitkinin zarar görmesini engeller. Resveratrolün antioksidan etkilerinin yanı sıra antitümör aktivitesine sahip olduğu tarafımızca ve farklı
gruplarca yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Akut miyeloid lösemi (AML) tumör hücrelerinin klonal olarak hematopoietik progenitör hücrelerinden çoğalması ile karakterize edilen hematolojik bir kanserdir. Bu çalışmada, resveratrolün HL60 hücrelerinde etkilediği kanser yolağı
genlerinin ekspresyon düzeyleri belirlenerek resvetarolün
anti-tümör potansiyelinin moleküler mekanizmaları ortaya konacaktır.
Yöntemler: Resveratrolün HL60 hücreleri üzerindeki sitotoksik etkileri XTT hücre proliferasyon yöntemi ile
belirlenmiştir. 72 saat boyunca 10 ve 50 μM resveratrol uygulanan HL60 hücrelerinden izole edilen mRNA’lar
cDNA’ya dönüştürülmüştür. Kanser sinyal ileti yolağında (Human Cancer Pathway Finder) görevli 84 genin ekspresyon düzeylerinde meydana gelen değişimler PCR
Array yöntemiyle belirlenmiştir.
Sonuçlar: XTT sonuçları resveratrolün HL60 hücreleri üzerine doz-bağımlı olarak sitotoksik etkileri olduğu belirlenmiştir. PCR array sonuçları değerlendirilirken olası deneysel hataları elimine edilmesi amacıyla
ekspresyonunda 4 kat ve üzerinde artış/azalış gösteren
genler dikkate alınmıştır. 10 ve 50 μM Resveratrol uygulanan HL60 hücrelerinde sırasıyla 20 ve 30 genin ekspresyon düzeylerinde 4 kat ve üzerinde artış belirlenmiştir. Aynı dozların 3 ve 6 genin ekspresyonunu ise 4
kat ve üzerinde baskıladığı hesaplanmıştır. Resveratrol,
kontrol grubunda sentezlenmeyen 3 genin ekspresyonunu yüksek oranlarda tetiklerken, kontrol grubunda
sentezlenen 4 genin ekspresyonun ise tümüyle baskılamıştır. Ekspresyonunda en yüksek artış gözlenen genler apoptotik (örn. Bax), en fazla düşüş gözlenen genler
ise anti-apoptotik (örn. Bcl2) genler olmuştur. Öte yandan, bazı büyüme faktörlerinin de mRNA miktarlarında
anlamlı artışlar belirlenmiştir. Büyüme faktörlerinin ekspresyonundaki artışlara karşın, hücre ölümünü tetikleyen yolaklardaki daha yüksek artışlar AML hücrelerinin
ölümünü tetiklemektedir.
Tartışma: Resveratrolün AML hücreleri üzerine apoptotik ve antiproliferatif etkileri mekanizmaları ile beraber
belirlenmiş ve antikanser ajan olma potansiyeli tarafımızca ortaya konmuştur.
Teşekkür: Bu çalışma Türk Hematoloji Derneği tarafından THD 2008-01YB/051 numaralı proje ile desteklenmiştir.
35
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0125
Poster No: P007
MEZENKİMAL KÖK HÜCRELERİN TAKİBİNDE
KULLANILAN YEŞİL FLORESAN PROTEİN GENİNİN
HÜCRELERE
AKTARIMININ
OPTİMİZASYONU.
Yusuf Baran1, Geylani Can1, Zeynep Çakır1, İlknur
Kozanoğlu2. 1İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Fen
Fakültesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü, Urla,
İzmir 2Başkent Üniversitesi, Adana Uygulama ve Araştırma
Hastanesi, Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi Hücre
İşleme Laboratuarı, Adana
Amaç: Embriyonik ve erişkin kök hücrelerin organ
yetmezliği, merkezi sinir sistemi hastalıkları, kanser gibi
çok farklı hastalıkların tedavisinde kullanım potansiyelleri vardır. Özellikle rejeneratif uygulamalarda hasarlı bölgelere uygulanan kök hücrelerin takibi ve iyileştirilen/oluşturulan yeni dokunun uygulanan kök hücrelerden kaynaklanıp kaynaklanmadığının belirlenmesi son
derece önemlidir. Canlı dokuya uygulanan kök hücrelerin takip edilebilmesi amacıyla floresan ışıma yapabilen yeşil floresan protein geninin kök hücrelere aktarılması son dönemlerde yoğun olarak kullanılan yöntemlerden biridir. YFP proteininin yaydığı yeşil ışıma immünfloresan mikroskop veya konfokal mikroskop yardımı ile
görülebilmekte, akım sitometresi yardımı ile de kantitatif
olarak hesaplanabilmektedir. Bu çalışmada, YFP geninin
tavşandan elde edilen mezenkimal kök hücrelere (MKH)
aktarılmasında kullanılan farklı transfeksiyon kitlerinin
karşılaştırılarak en iyi yöntemin ortaya konması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Tavşandan yağ dokusudan MKHlar izole
edilmiş ve bu hücrelerin MKH olduğu akım sitometresi yardımıyla gösterilmiştir. MKHlara YFP geni içeren
pEGFP-C1 plazmid vektörün aktarılması amacıyla beş
farklı firmanın yedi ayrı lipid temelli transfeksiyon kiti
kullanılmış ve etkinlikleri değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Akım sitometresi ile elde edilen kantitatif sonuçlar, kullanılan transfeksiyon kitlerinin
hücreleri transfekte etme etkinliklerine göre sırasıyla
Metafectene-pro (%65), Exgen-500 (%64), Metafectene
(%60), Lipofectamine (%59), Polyfect (%47), Turbofect
(%40) ve Effectene (%10) şeklinde olduğunu göstermiştir.
Öte yandan, transfeksiyon amacı ile kullanılan kit içerisindeki kimyasalların hücreler üzerine olası toksik etkileri açısından değerlendirildiğinde, Metafectene-pro’nun
diğerlerine göre anlamlı derecede daha az olduğu belirlenmiştir.
Tartışma: Bu sonuçlar MKHların in vitro ve in vivo
takibinde kullanılan YFP geninin veya moleküler düzeydeki araştırmalarda gen aktarımı için en uygun yöntemin
metafectene-pro olduğunu göstermiştir.
Bildiri: 0127
Poster No: P008
RESVERATROLÜN KRONİK MİYELOİD LÖSEMİ
HÜCRELERİNDE KANSER SİNYAL İLETİ YOLAĞI
GENLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ. Melis Kartal1, Geylani
Can1, Güray Saydam2, Fahri Şahin2, Yusuf Baran1.
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Moleküler Biyoloji
ve Genetik Bölümü, Urla, İzmir. 2Ege Üniversitesi, Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bölümü, Bornova, İzmir.
Amaç: Resveratrol, çeşitli bitkilerin çevresel stres
koşulları altında kendilerini korumak amacıyla oluşturdukları doğal bir antioksidan maddedir. Resveratrolün
birçok kanser hücresi üzerinde sitotoksik etkiye sahip
olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte resveratrol, prostat kanseri gibi kanser hücrelerini radyoterapiye karşı
daha hassas hale getirmekte ve ayrıca imatinibe direnç
1
36
gösteren kronik miyeloid lösemi (KML) hücrelerinin imatinibe karşı duyarlılıklarını arttırmaktadır. Bu ve daha birçok özelliğinden dolayı resveratrol son zamanlarda birçok
araştırmacının ilgisini çekmektedir.
Tarafımızca gerçekleştirilen çalışmalarda resveratrolün KML hücreleri üzerine apoptotik etkileri olduğu belirlenmiştir. Ancak güçlü bir antikanser ajan olma potansiyeline sahip resveratrolün hücresel ölümleri hangi mekanizmalarla gerçekleştirdiği henüz ayrıntılı olarak açıklanamamıştır.
Bu çalışmada, resveratrolün K562 KML hücrelerinde kanser oluşumu, gelişimi, yayılması ve dirençliliğini
etkileyen 84 genin ekspresyon düzeylerinin belirlenmesi ve dolayısı ile mekanizmaların aydınlatılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: K562 hücreleri, artan dozlarda resveratrole maruz bırakılarak resveratrolün bu hücreler üzerindeki sitotoksik etkileri XTT hücre proliferasyon kiti ile
belirlenmiştir. Ayrıca, 10 ve 50 μM resveratrolün K562
hücrelerinde etkilediği moleküler mekanizmalar Human
Cancer Pathway Finder PCR Array ile belirlenmiş ve bu
yolla çeşitli moleküler yolaklarda görevli 84 genin ekspresyon analizi yapılmıştır.
Sonuçlar: Resveratrolün K562 hücreleri üzerine doza
bağımlı olarak proliferasyonu baskılayıcı etkileri olduğu
belirlenmiş ve IC50 değeri (hücrelerin %50’sinin çoğalmasını baskılayan doz) 85 μM olarak hesaplanmıştır.
Resveratrolün etkilediği genlerin ekspresyon profillerinin tespit edilmesi amacı ile IC50 değerinin altında dozlar (10- ve 50 μM) belirlenmiştir. PCR Array sırasında olası deneysel hataların elimine edilmesi amacıyla 4
kat ve üzerinde artış/azalış gösteren genler seçilmiştir.
Elde edilen bulgular, 10- ve 50 μM resveratrole 72 saat
boyunca maruz bırakılan K562 hücrelerinde, sırasıyla 25
ve 52 genin ekspresyon düzeylerinde 4 kat ve üzerinde
artışlar olduğu hesaplanmıştır. Öte yandan, 50 μM resveratrol uygulanan K562 hücrelerinde 1 genin ekspresyon düzeyinde 4 katın üzerinde bir azalma belirlenmiştir. Ekspresyon düzeylerinde anlamlı farklılıklar belirlenen bu genlerin tümör baskılayıcı, apoptoz, metastaz ve/
veya anjiogenez ile ilişkili genler olduğu belirlenmiştir.
Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında ekspresyon düzeylerinde en anlamlı artışlar belirlenen genler, tümör baskılayıcı SERPINB5 geni, apoptotik TNFRSF25, FAS ve GZMA
genleri olmuştur.
Tartışma: Resveratrolün KML hücrelerinde önemli
bir antikanser ajan olma potansiyeli mekanizmal düzeyde ortaya konmuş ve tedaviyi destekleyici bir ajan olarak
kullanılabileceği belirlenmiştir.
Teşekkür: Bu çalışma Türk Hematoloji Derneği tarafından THD 2008-01YB/051 numaralı proje ile desteklenmiştir.
Bildiri: 0190
Poster No: P009
İNSAN VE SIÇAN KEMİK İLİĞİ KAYNAKLI MEZENKİMAL
KÖK HÜCRELERİN İMMUNOFENOTİPİK, GENOTİPİK
VE İNCE YAPI ÖZELLİKLERİNİN KARŞILAŞTIRMALI
OLARAK İNCELENMESİ. Ayça Aksoy, Özlem Sağlam,
Cansu Subaşı, Gülay Erman, Erdal Karaöz. Kocaeli
Üniversitesi Kök Hücre Anabilim Dalı
Amaç: Tıp ve yaşam bilimleri alanında yapılan bilimsel deneylerin çoğu geçmişten günümüze kadar sıçanlar üzerinde yapılmaktadır.Sıçanların fizyolojik olarak
insanlara yakın olması,kolay barınma ve hızlı üreme
potansiyelleri,deneylerin neredeyse aynı genotip ve fenotipe sahip hayvanlar üzerinde yapılabilme kolaylığı ve
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
hastalık modellerinin kısa sürelerde oluşturulabilmesi sayesinde tıp dünyasının vazgeçilmez deney hayvanlarıdır.Kök hücre ve yenileyici tıp alanında klinik
insan çalışmaları günümüzde çok sınırlıdır ve sıklıkla
sıçanlar kullanılmaktadır.Bununla birlikte,insanlardan
elde edilen kök hücreler sıçanlarda oluşturulan kalp
hastalıkları,kanser,Alzhaimer veya Parkinson gibi birçok
deneysel hastalık modelinde kullanılmaktadır.Kolay elde
edilebilmeleri,farklılaşma,kendilerini yenileme ve proliferasyon potansiyelleri,hem otolog ede edilebilmeleri hem
de allojenik transplantasyon başarıları sayesinde mezenkimal kök hücreler (MKH) yenileyici tıp alanında vazgeçilmez kaynaklardır.Çalışmamızda sıçan (sKİ-) ve insan
(iKİ-) kemik iliği kaynaklı MKH’lerin çoğalım,immunofe
notipik,transkriptik,ince yapı ve farklılaşma özelliklerini
karşılaştırmalı olarak incelemeyi amaçladık.
Yöntemler: sKİ-MKH (n=5)ve iKİ-MKH (n=5) gradiyent
yöntemiyle izole edildi ve alt-kültür 3 (P3)’e kadar çoğaltıldı.Tüm deneyler P3 de gerçekleştirildi.Çoğalım indeksini belirlemek amacıyla MTT testi uygulandı.MKH’lerin
immünohistokimyasal özelliklerinin belirlenmesi için;
CD31,CD34,CD45,CD71,CD105,CD44,CD105,aktin,SSE
A4,tipIIkollajen,GFAP, MyoD,miyozinIIa,miyogenin,nesti
n,vimentin,osteokalsin,osteonektin ve Ki67,fibronektin,αdüz kas aktin,desmin,nestin,beta tubulin,osteokalsin ve
vimentin antikorları ile inkübe edilmiştir.Akım sitometrik
olarak CD29,CD45 ve CD90 antikorları için analiz edildi.
Ayrıca,gen ekspresyon profilleri RT-PCR ile desteklendi.
sKİ-MKH ve iKİ-MKH’de osteojenik,adipojenik,nörojenik
ve damar endoteliyal farklılaştırma çalışmalarının yanı
sıra elektron mikroskopisi ile ince yapı özellikleri incelendi.Telomeraz aktiviteleri karşılaştırmalı olarak incelendi.
Sonuçlar: Tüm hücreler akım sitometrik analizlerde CD29 ve CD90 pozitif CD45 negatif idi.Elektron mikroskobik olarak her iki grupta da ekzantirik,düzensiz
şekilli,ökromatik çekirdek mevcuttu ve dilate düz ER sisternaları izlendi.Gen ekspresyon profilleri birçok gen bakımından benzerdi.Her iki hücre dizisi ekto-(nöronal),endo(endotel) ve mezoderm(kemik,yağ) germ yapraklarına ait
doku hücrelerine farklılaştılar.sKİ-MKH’nin iKİ-’ne oranla telomeraz enzim aktiviteleri yaklaşık 10 kat fazla olarak tespit edildi.
Tartışma: Geçmiş yıllarda yapılan çalışmalar sonucunda iKİ-MKH’e göre sKİ-MKH’nin genomik olarak stabilitesinin erken ve geç pasajlarda daha düşük olduğu
gösterilmiş olsa da farklılaşma potansiyelleri,ince yapı
özellikleri,gen ekspresyon profilleri ve immunofenotipik
özelliklerinin büyük oranda benzerlik göstermesi ve tüm
bunların yanı sıra etik olarak uygunluğu MKH çalışmalarında uzun yıllar boyunca sıçanların kullanılacağını göstermektedir.
Bildiri: 0372
Poster No: P010
ENDEMİK
BİR
BİTKİ
PHLOMİS
NİSSOLİİ’
İN
K562
LÖSEMİ
HÜCRELERİNDE
COREST
TRANSKRİPSİYONEL BASKILAMASI ÜZERİNE ETKİSİ.
Müsteyde Yücebaş, Çığır Biray Avcı, Sunde Yılmaz,
Zeynep Özlem Doğan Şığva, Tuğçe Balcı, Cumhur
Gündüz. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji
Anabilim Dalı Bornova İzmir
Amaç: Phlomis [Labiatae, (Ballıbabagiller)] 21’ i endemik olmak üzere 34 türü Türkiye’ de bulunmaktadır.
Phlomis nissolii (Çalba) Türkiye’ ye endemiktir. Phlomis
türleri tonik ve diüretik olarak ülser ve hemoroit tedavisinde Anadolu halk tıbbında kullanılmaktadır. Uçucu
yağlar, flavonoitler, iridoitler ve fenetil alkol glikozitlerini
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
sekonder metabolit olarak içeren Phlomis türleri sitotoksik, sitostatik ve antioksidan aktivite göstermektedir.
Histon H3 kuyruklarının metilasyonu transkripsiyonel olarak aktif kromatin ile koreledir ve metil rezidule,
histon demetilaz ve lizis spefisik de demetilaz (LSD1) ile
enzimatik olarak uzaklaştırılır. Repressor element-1 susturucu transkripsiyon korepressörü (CoREST) LSD1’ in
4 subünitinden biridir. Lösemide sıklıkla yeniden düzenlenmiş olarak bulunduğundan dolayı LSD1 lökomogenez gibi kanser gelişiminde potansiyel olarak sorumlu
olmaktadır.
Bu çalışmada Phlomis nissolii’ in KML grubunda yer
alan ve myeloid seri hücre hattı olan K562’de CoREST
transkripsiyonel baskılaması üzerine etkisini kromatin immunopresipitasyonu yöntemi (ChIP) araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntemler: P. nissolii infüzyon ekstresinin 7,81,
15,63, 31,25, 62,50, 125,00, 250,00 ve 500,00 μg/ml
dozlarının K562 hücreleri üzerine sitotoksik etkileri XTT
yöntemi ile çalışıldı. ChIP analizleri Q-PCR ile gerçekleştirildi. CoREST, “Non-immun Serum” ve “RNA Polimeraz
II” antikorları Millipore’ dan sağlandı.
Sonuçlar: K562 hücre hattında P. nissolii infüzyon
ekstresinin IC50 dozu 250 μg/ml olarak saptandı. IC50
dozuna maruz bırakılan K562 hücre hattında CoREST
ChIP rölatif oranı 5,26 olarak bulunurken maruz bırakılmayan kontrol grubunda 3,96 olarak bulundu. P. nissolii infüzyon ekstresinin IC50 dozu CoREST transkripsiyonel baskılaması yaklaşık % 133 kat arttırdığı saptandı.
Tartışma: P. nissolii Türkiye’ ye endemik bir bitkidir ve kansere yönelik bir çalışma yapılmamıştır. Lösemi
hücrelerinde CoREST’ in transkripsiyonel baskılamasını
%133 oranında arttırması oldukça önemlidir ve aktif olan
genlerin susturulmasında korepressörü olduğu LSD1 ve
diğer repressor faktörlerin etkisini arttırabileceği şeklinde
yorumlanmıştır. Bu bulgu geniş hücre serileri ile çalışılarak doğrulandığı takdirde lösemi tedavisine yeni bir yaklaşım getirebilecektir.
Bildiri: 0349
Poster No: P011
TİROZİN KİNAZ İNHİBİTÖRLERİNE DUYARLI KRONİK
MİYELOİD LÖSEMİ HÜCRE HATTI K562’DEN
DİRENÇLİ ALT KLONLARIN OLUŞTURULMASI VE
KARAKTERİZASYONU. Seda Baykal1, Halil Ateş2,
Zeynep Sercan1. 1Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı, İzmir, 2Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji/Onkoloji Bilim
Dalı, İzmir
Amaç: Kronik miyeloid lösemi (KML) biyolojisi en fazla
çalışılmış kanserlerden birisidir. Bu çalışmalar sonucunda, ilk tirozin kinaz inhibitörü imatinib mesilat’ın 2002
yılında kullanıma girmesi KML tedavisinde bir dönüm
noktası olmuştur. İmatinib, hastaların büyük bir çoğunluğunda sitogenetik ve moleküler remisyonu sağlamaktadır. Ancak bir kısım hastada tedaviye karşı birincil ve
ikincil direnç gelişimi izlenmektedir. İkincil direnç gelişimi sıklıkla Bcr-Abl tirozin kinaz proteinindeki mutasyonlarıyla ilişkilendirilmiştir. Buna karşın birincil direncin
altında yatan nedenler tam anlaşılabilmiş değildir. Bunda
in-vitro modellerin bulunmayışı da etkilidir. Tirozin kinaz
inhibitörlerine dirençli bir hücre hattı, KML ve tedavisi ile ilgili laboratuar araştırmalarına büyük katkı sağlayacaktır. Direnç araştırmaları, mutasyon içeren bir
BCR-ABL klonunun daha çok fare hücre hatlarına transfeksiyonu ile yapılmaktadır. Temel ilaç araştırmalarında büyük yarar sağlayacağından; karşılaştırılabileceği
37
POSTER BİLDİRİLER
duyarlı kontrol hücre hattı da bulunan, tanımlanmış,
doğal olarak dirençli bir insan hücre hattının oluşturulması hedeflenmiştir.
Yöntemler: K562 hücrelerini 2 yıllık bir süre boyunca gittikçe artan konsantrasyonlarda imatinib ile muamele ederek tirozin kinaz inhibitörlerine dirençli alt hücre
klonları elde ettik ve özelliklerini tanımladık. K562 hücre
hattına verilecek artan imatinib dozlarının mikromolar
konsantrasyonları belirlenmiş ve 0,1 uM ile başlanılmasına karar verilmiştir. Her doz artırımından önce kontrol
grubuyla eşit sayıda ve benzer canlılık oranında hücre
sayılıp ekilmiştir. İmatinib eklenmiş seçici ortamda bulunan hücrelere, her hafta kontrol grubuyla karşılaştırmalı olarak canlılık ve proliferasyon testleri uygulanmıştır.
İlaç eklenmiş gruptaki hücreler, kontrol grubuyla benzer çoğalma hızında olduğu gözlendikten sonra bir sonraki doza geçilmiştir. Sırasıyla 0,1uM – 0,2 uM – 0,4 uM
– 0,8 uM – 1,2 uM - 2 uM - 4uM - 6uM - 8uM - 10uM doz
uygulanmıştır.
Sonuçlar: 0,1uM, 0,2 uM, 0,4 uM, 0,8 uM, 1,2 uM, 2
uM, 4 uM, 6 uM, 8 uM ve 10 uM imatinib’e dirençli K562
alt klonları elde edilmiştir. Belirtilen dozlarda imatinib’li
ortamda üretilen bu klonların hücre canlılığı ve çoğalması açısından kontrol K562 hücreleriyle herhangi bir farkı
bulunmamaktadır. DNA dizi analizi sonucunda en yüksek direnci gösteren 10 uM imatinib’de üreyen hücrelerde BCR-ABL kinaz bölgesinde herhangi bir mutasyon
saptanmamıştır. Buna ek olarak dirençli klonların sitogenetik ve hücre yüzey belirteçleriyle karakterizasyonları yapılmış ve imatinib’e ek olarak dasatinib, nilotinib ve
bosutinib dirençleri ölçülmüştür.
Tartışma: Temel genetik yapısı köken aldığı atasal K562 hücreleriyle aynı olan, farklı dozlarda tirozin
kinaz inhibitörlerine dirençli hücre hatların geliştirilmesi, KML’nin tedavisinde izlenen direnç mekanizmalarının
araştırılmasının yanı sıra temel in-vitro ilaç çalışmalarına da büyük katkı sağlayacaktır.
değişiklikler olmadığını göstermektedir. CH3 asimetrik
bantının tepe noktaları yazılım tarafından tespit edildi ve
dirençli hücrelerde ortalama spektrumlarda CH3 asimetrik gerilmesinin 0,487 cm-1 azaldığı görüldü. CH3 asimetrik gerilmesindeki değişiklikler hücre membranının iç
bölgesinin düzeniyle ilgili olduğundan bu bölgede dirençli hücrelerde çift tabakalı membranın açil gruplarındaki
azalan serbesliği ve membran düzenliliğinin arttığını göstermektedir.
1780–1478 cm-1 bölgesi: Yapılan normalizasyon
temelli sayısal analizde trigliserid ve kolesterol esteri
oranının dirençli ve hassas hücrelerde birbirine yaklaşık bulunmuştur. Lipid/protein oranı hassas hücrelerde 0.3061 iken dirençli hücrelerde ise 0.2582’dir. Ayrıca
1745 cm-1 deki kolesterol bantındaki kayma hücre tarafından depo lipid olarak kullanılan trigliserit moleküllerindeki yağ asitlerinin türlerinin değişimi göstermektedir.
İkinci türev spektrumları karşılaştırıldığında 1657
cm-1 alfa heliks bandının dirençli hücrelerde azalması
absorbansı, kontrol hücrelerindeki 1649 cm-1 random
koil bandının artması dikkat çekicidir. İkinci türev çalışmaları ve normalize ortalama spektrumlarında önemli
değişiklikler gözlemlenmiştir.
Tartışma: Elde edilen lipid/protein oranları dirençli ve
hassas hücrelerde lipid /protein oranlarında bir değişikliğin olmadığını göstermiştir. Fakat 1740 cm-1 bantının
şekil değişimi yağ asit metabolizmasındaki değişikliklerden kaynaklandığı sonucuna varılmıştır. Amid-I bölgesinin normalize ve ikinci türev spektrumlarındaki değişiklikler protein yapısındaki değişikliklere karşılık gelmektedir. Amid-I ve Amid-II bölgelerinin değişimi hücre proteomunda değişikliğe ilaveten yüksek nilotinib konsantrasyonunda endoplazmik retikulumda oluşan unfolded
protein yanıta bağlı bir denatüre olmuş protein varlığını
göstermektedir. CH3 gerilmesi bantlarının frekanslarında azalma dirençli hücrelerde açil zincir ve membran içi
yapısal düzenliliği artışına karşılık gelmektedir.
Bildiri: 0382
Bildiri: 0456
Poster No: P012
NİLOTİNİB DİRENÇLİLİĞİNİN K562 HÜCRELERİ
ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİN FOURİER TRANSFORM
İNFRARED SPEKTROSKOPİ (FTIR) YÖNTEMİYLE
İNCELENMESİ. Aylin Camgöz1, Çağatay Ceylan2, Yusuf
Baran1. 1İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Moleküler
Biyoloji ve Genetik Bölümü, Urla, İzmir, 2İzmir Yüksek
Teknoloji Enstitüsü, Gıda Mühendisliği Bölümü, Urla,
İzmir.
Amaç: Bu çalışmada, duyarlı ve nilotinibe dirençli K562 hücrelerinde makromoleküler düzeyde meydana gelen farklılıkların ve dirençliliğe olası etkilerinin FTIR
yöntemiyle belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: K562 hücreleri nM’den başlayarak 2 yıl
boyunca artan dozlarda nilotinibe maruz bırakılmış ve
50 nM’ye dirençli K562 hücreleri geliştirilmiş ve K562/
NİL-50 olarak isimlendirilmişlerdir. Besi yeri hücrelerden
tamamen uzaklaştırıldıktan sonra, 1x PBS ile iyice yıkanmıştır. Oluşan pellet liyofilize edildikten sonra KBr ile
homojenize edilmiş ve 4000-450 cm-1 arasındaki spektrumları alınmıştır.
Sonuçlar: 4000-450 cm-1 dalga sayısı arasında alınan çoklu spektrumlardan alınan spektrumlar şu iki
bölümde incelendi: 2997–2834 cm-1 ve 1780–1478 cm-1.
2997–2834 cm-1 bölgesi: Kontrol olarak alınan K562
hücrelerinde lipid/protein oranı 1.44 iken dirençli hücrelerde 1.57 olarak bulundu. Bu oranlar dirençli ve hassas hücreler arasında lipid/protein oranında anlamlı
38
Poster No: P013
ESKİ
BİR
İLAÇ,
YENİ
BİR
YAKLAŞIM:
PROPRONALOL’UN
U266
MULTİPL
MİYELOM
HÜCRELERİN ÜZERİNE APOPTOTİK ETKİLERİ. Melis
Kartal1, İlknur Kozanoğlu2, Hakan Özdoğu3, Faik
Sarıalioğlu4, Yusuf Baran1. 1İzmir Yüksek Teknoloji
Enstitüsü, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü, Urla,
İzmir, Türkiye, 2Başkent Üniversitesi, Adana Uygulama ve
Araştırma Hastanesi, Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi,
Hücre İşleme Laboratuarı, Adana, 3Başkent Üniversitesi,
Adana Uygulama ve Araştırma Hastanesi, Kemik İliği
Transplantasyon Ünitesi, Adana, 4Başkent Üniversitesi,
Tıp Fakültesi Pediatrik Onkoloji Anabilim Dalı, Ankara
Amaç: Propronalol selektif olmayan β- adrenerjik
reseptör blokörüdür ve 1964 yılından bu yana hipertansiyon tedavisinde kullanılmaktadır. Bunun dışında propronalolun anjina pektoris, anksiyete taşikardisi, aritmi,
esansiyel tremor, migren profilaksisi, panik atak ve tiritoksikozda kullanımı endikedir. Son yıllarda gerek metaanalizlerden elde edilen veriler ışığında ve gerekse in vitro
ve in vivo deneysel çalışmalarda, beta reseptör antagonistlerinin meme, mide, deri ve kolon kanseri ile infantil hemanjioma’da proliferasyonu ve anjiogenezisi inhibe ettiği, tümör metastazlarını azalttığı ve apoptozisi arttığı gösterilmiştir.
Multipl myeloma (MM) hematolojik maligniteler arasında ikinci sıklıkla izlenen ve yüksek doz kemoterapi
yöntemlerini de içeren çeşitli tedavi seçeneklerine rağmen
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
küratif bir yöntemin henüz bulunamadığı hastalıklardan
biridir. Bu çalışmada, non-selektif β- adrenerjik reseptör
blokörü olan propronalolun U266 MM hücre hattı üzerine
olan etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Artan dozlarda propranolola maruz bırakılan U266 hücrelerinin çoğalması XTT hücre proliferasyonu yöntemi ile belirlenmiştir. Propronalolun tetiklediği
hücresel ölümler kaspaz-3 enzim aktivitesinde ve mitokondri zar potansiyelinde (MZP) meydana gelen değişimler ve Anexin-V yöntemleri ile belirlenmiştir. Bu amaçla
kaspaz-3 kolorimetrik enzim aktivitesi ölçüm kiti, JC-1
MZP belirleme kiti ve Anexin V-FITC kiti kullanılmıştır.
Sonuçlar: 24, 48 ve 72 saat boyunca propronalol
uygulanan U266 hücrelerinde propronalolun IC50 değeri (hücre bölünmesini %50 inhibe eden ilaç konsantrasyonu) sırasıyla 141, 100 ve 75 μM olarak hesaplanmıştır. Hücre çoğalma verilerini doğrulamak amacıyla U266
hücreleri 10 ve 50 μM propronalola artan zaman dilimlerinde maruz bırakılmış ve propronalolun tetiklediği hücresel ölümler doza ve zamana bağımlı olarak kaspaz-3
enzim aktivitesindeki artışlar ve mitokondri zarı üzerinde oluşan por sayısındaki artışlar ile belirlenmiştir. Akım
sitometresi yardımı ile gerçekleştirilen Anexin V apoptotik hücre ölüm belirleme yöntemi, propronalolun zamana
ve doza bağımlı olarak apoptozu tetiklediğini göstermiştir.
Tartışma: Elde edilen bulgular bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, propronalolun MM hücreleri üzerine
antiproliferatif ve apoptotik etkileri olduğu gösterilmiştir.
Öte yandan, propronalolun hücresel ölümleri mitokondri
zarı üzerinde oluşturduğu porlar ve tetiklediği kaspaz-3
enzim aktivitesi ile gerçekleştirdiği gösterilmiştir.
Bildiri: 0244
Poster No: P014
SUNİTİNİBİN U266 MULTİPL MİYELOM HÜCRELERİ
ÜZERİNE APOPTOTİK ETKİLERİ. Emel Başak Gencer1,
Gözde Güçlüler1, Çoşkun Öztekin2, Yusuf Baran1.
1
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Moleküler Biyoloji ve
Genetik Bölümü, Urla, İzmir, 2Ankara Numune Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Çankaya Ankara
Amaç: Multipl miyelom plazma hücrelerinin sayısının
kemik iliğindeki artışı ile karakterize edilen bir hematolojik kanserdir. Uzun yıllar boyunca, multipl miyelom
tedavisinde alkilleyici ajanlar kullanılmış, fakat hastaların yaşam süresinin 3-5 yıldan daha uzun olması sağlanamamıştır. Multipl miyelom tedavisinde thalidomide,
lenalidomide ve bortezomibin kullanılmaya başlanması
ile birlikte hastaların yaşam süresinde artış gözlenmiştir. Buna rağmen, multiple myeloma hala tedavisi mümkün olmayan bir kanser türüdür. Sunitinib birçok önemli hücresel olayda görevli olan tirozin kinazları inhibe
eden bir ajandır. Bu çalışmada, sunitinibin multipl miyelom hücreleri üzerindeki apoptotik etkilerini ve apoptoza
götüren mekanizmaları belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Sunitinibin U266 hücreleri üzerine sitotoksik etkileri MTT hücre proliferasyonu yöntemi ile belirlenmiştir. Sunitinibin U266 hücreleri üzerine apoptotik
etkileri kaspaz-3 enzim aktivitesinde ve mitokondri zar
potansiyelindeki (MZP) değişimler ve Anexin-V yöntemleri
ile belirlenmiştir. Bu amaçla kaspaz-3 kolorimetrik enzim
aktivitesi ölçüm kiti, JC-1 MZP belirleme kiti ve Anexin
V-FITC kiti kullanılmıştır.
Sonuçlar: Sunitinibin U266 multipl miyelom hücrelerindeki IC50 değeri (hücre bölünmesini %50 inhibe eden ilaç konsantrasyonu) 4 μM olarak hesaplanmıştır. 1, 5 ve 10 μM sunitinib uygulanan U266 hücrelerinde, mitokondri zar potansiyelinde kontrol grubuna göre
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
%7, -17 ve 20 artışlar belirlenmiştir. Bu verileri doğrulamak amacı ile aynı dozlarda sunitinibe maruz bırakılan
U266 hücrelerinin kaspaz-3 enzim aktivitesindeki değişikler belirlenmiş ve kontrol grubuna kıyasla sırasıyla
%10, -30 ve 160 artışlar hesaplanmıştır. Sunitinib uygulamasının tetiklediği hücresel ölümler Anexin V yöntemi
ile belirlenmiş ve elde edilen sonuçlar 1, 5 ve 10 μM sunitinibin U266 hücrelerinin %9, -55 ve 98’inde apoptoza yol
açtığı belirlenmiştir.
Tartışma: Bu sonuçlar ile ilk defa sunitinibin multipl
miyelom hücreleri üzerine antikanser ajan olma potansiyeli olduğu gösterilmiştir.
Bildiri: 0461
Poster No: P015
CABG HASTALARINDA POSTOPERATİF STATİN
TEDAVİSİNİN PARAOKSANAZ3 ENZİM AKTİVİTESİNE
ETKİSİNİN GELİŞTİRİLMİŞ YENİ BİR YÖNTEMLE
SAPTANMASI. Şermin Tetik1, Yücel Şahin1, Koray Ak2,
Selim İsbir2, Sinan Arsan2, Fikriye Uras1, Kevser Turay
Yardımcı1. 1Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
Biyokimya Anabilim Dalı, İstanbul, 2Marmara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Kalp-Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, İstanbul
Amaç: İlaçların aktif metabolitlerinin plazmadaki varlıkları, ilaç yararlanım koşullarıyla birlikte düşünülür.
Statin tedavisi aterojenik lipidlerin azalmasının yanında ayrıca lipid oksidasyonunun düşürülmesini sağlar.
Bu etkiyi paraoksanaz3 (PON3) enzim aktivitesini arttırarak yaptığı ileri sürülmektedir. PON3, antioksidan etkisinin yanı sıra statin prodrugları gibi çeşitli laktonları hızlı
bir şekilde hidroliz eder. Bu çalışmada postoperatif statin tedavisinin koroner arter bypass graft (CABG) sonrası görülen sistemik inflamatuvardaki etkisi araştırılmış, LDL oksidasyonunda koruyucu olduğu ileri sürülen PON3 aktivitesi ile statin tedavisi arasındaki ilişkinin geliştirilen yeni bir metod ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya Marmara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Kalp-Damar Cerrahisi Anabilim Dalı,’na müracaat eden ve CABG planlanan 30 hasta dahil edildi. Hastalar, preoperatif dönemde atorvastatin tedavisi almayan (preoperatif, grup I) ve CABG sonrası 7 gün
süresince 20 mg/gün atorvastatin uygulanan grup (postoperatif, grupII) olarak ikiye ayrıldı. Preoperatif ve postoperatif dönemlerde hasta plazmalarında Lp(a) ve anti
ox-LDL antikor düzeyleri ELISA ile, plazma PON3 enzim
aktivitesi ters faz yüksek basınçlı sıvı kromatografisi
(r-HPLC) ile ölçüldü.
Sonuçlar: Erken dönem postoperatif atorvastatin
tedavisi ile plazma Lp(a) (grup I: 539,50±125,35; grup II:
430,39±214,21 mU/mL, p<0.001) ve anti ox-LDL antikor
düzeyleri (grup I: 448,35±112,43; grup II: 403,30±135,64
ng/mL, p<0.001) anlamlı derecede düşük bulundu.
PON3 enzim aktivitesi atorvastatin tedavisine bağlı olarak anlamlı derecede yüksek bulundu. Değerlendirme
HPLC’de β, δ-dihidroksi asid formuna dönüşen ve bir
3-hidroksimetilglutaril-CoA redüktazın yarışmalı inhibitörü olan kimyasal formun “% alan” cinsinden hesaplanması ile bulundu (grup I: 50,12±11,03, grup II:
90,93±14,21 % alan, p<0.0001).
Tartışma: in vivo yapılan bu çalışma ile CABG uygulanan hasta gruplarında postoperatif atorvastatin tedavisinin atorvastatinin lipid düşürücü etkisinden bağımsız,
anti-oksidan yanıtı desteklediği belirlendi. Statin tedavisinin, hiperkolesterolemide HPLC analizi ile in vivo PON3
enzim aktivitesine katkısının belirlenmesinin, uygulana-
39
POSTER BİLDİRİLER
bilirliği ve tekrarlanabilirliği açısından değerli ve önemli
bir yöntem olduğu görüşündeyiz.
Bildiri: 0201
Poster No: P016
ANKAFERD’İN
HUVEC
HÜCRE
MODELİNDE
LİPOPOLİSAKKARİT’Lİ VE LİPOPOLİSAKKARİT’SİZ
KOŞULLARDA EPCR, PAI-1 VE PAR-1 GEN
EKSPRESYONLARI
ÜZERİNDEKİ
ETKİSİNİN
İNCELENMESİ. Afife Karabıyık1, Şükrü Güleç1, Erkan
Yılmaz1, İbrahim Haznedaroğlu2, Nejat Akar1. 1Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Genetik Bilim Dalı,
Ankara, 2Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Ankaferd; Thymus vulgaris, Glycyrrhiza glabra, Vitis vinifera, Alpinia officinarum ve Urtica dioica bitkilerinden oluşan bir karışım olup, kanamayı durdurucu etkisi saptanmıştır. Moleküler çalışma mekanizması tam olarak belirlenememiştir. Çalışmamızda, İnsan
Umbilical Ven Endotel Hücrelerine (HUVEC) farklı doz
ve zamanlarla uygulanan Ankaferd’in endotel ve immün
yanıt üzerindeki etkisini araştırmak ve moleküler mekanizmasının aydınlatılmasına katkıda bulunmak amacıyla, Endotelyal Protein C Reseptörü (EPCR), Plazminojen
Aktivatör İnhibitör 1 (PAI-1) ve Proteazla Aktifleştirilmiş
Reseptör-1 (PAR-1) gen ekspresyonları üzerine olan olası
etkisi araştırılmıştır. Ayrıca lipopolisakkarit (LPS) muamelesinden sonra da Ankaferd’in EPCR, PAI-1 ve PAR-1
gen ekspresyonları üzerindeki olası etkisinin gösterilmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: HUVEC’lere 10 μl ve 100 μl’lik konsantrasyonlardaki Ankaferd 5 dk, 25 dk, 50 dk, 6 saat ve 24 saat
süreyle uygulanmıştır. Ayrıca immün yanıt üzerindeki
etkisinin incelenebilmesi için 10 μg/ml LPS ile 1 saatlik
muamelenin ardından hücreler yine aynı zamanlarda ve
aynı dozdaki Ankaferd konsantrasyonlarına maruz bırakılmıştır. Hücrelerden RNA izolasyonu yapılmış; cDNA
eldesinin ardından EPCR, PAI-1 ve PAR-1 gen ekspresyon düzeyleri incelenmiştir.
Sonuçlar: HUVEC’lere Ankaferd uygulaması sırasında yapılan mikroskobik incelemede hücrelerin yüzeyden kalkıp bir araya toplanarak birbirlerine yapıştıkları
ve 24 saatin sonunda büyüme ve gelişmelerinin normale
döndüğü gözlenmiştir. Bu, Ankaferd’in etkisinin zamanla azaldığı anlamına gelebilir. Bir saat 10 μg/ml LPS’e
maruz bırakılan hücrelerde EPCR ve PAI-1 ekspesyonlarında artış gözlenmiştir. Ankaferd’in farklı doz ve sürelerdeki etkisini incelemek amacıyla ilk olarak hücrelere 10 μl ve 100 μl Ankaferd verilerek 5 dk, 25 dk, 50 dk,
6 saat ve 24 saat sonundaki ekspresyonlara bakılmıştır.
Ankaferd ile muamele edilmemiş hücrelere kıyasla yapılan hesaplamalar sonucunda, EPCR, PAI-1 ve PAR-1 gen
ekspresyonlarında kontrole kıyasla bir azalma gözlenmiştir ve bu değişimin zamanla azalması, Ankaferd’in etkisini kaybetmeye başlamasıyla gen ekspresyonları üzerindeki etkisini de yitirmeye başladığı anlamına gelebilir.
Ayrıca ekspresyonlardaki hızlı değişim göz önüne alındığında Ankaferd’in artan konsantrasyonlarda etkisini
daha da fazla gösterdiği söylenebilir. Böylece Ankaferd’in
EPCR, PAI-1 ve PAR-1 üzerinde hem doz hem de zamana
bağlı etkisi belirlenmiştir. LPS muamelesi sonrasında da
hücreler üzerinde Ankaferd benzer bir etki göstermekte,
doz arttıkça daha da etkili hale gelmekte ve zamanla etkisini yitirmeye başlamaktadır.
Tartışma: Sonuçlar göz önüne alındığında, hemostatik ajan Ankaferd’in HUVEC’lerde EPCR, PAI-1 be
PAR-1 gen ekspresyonları üzerinde doz ve zamana bağlı
40
etkisinin varlığı saptanmıştır. Koagülasyon ve immün
yanıt mekanizmaları üzerinde olabileceği gibi Ankaferd’in
hücre içinde birçok mekanizmayı da etkileyebileceği
düşünülmektedir.
Bildiri: 0110
Poster No: P017
DERİN VEN TROMBOZLU HASTALARDA FAKTÖR
V R2 (HİS1299ARG) POLİMORFİZMİ. Sezen Ballı1,
Hakan Gürkan2, Hilmi Tozkır3, Muzaffer Demir4, Nejat
Akar1. 1Çocuk Genetik Bilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Ankara, 2Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul, 3Tıbbi Biyoloji Anabilim
Dalı, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Edirne, 4Hematoloji
Bilim Dalı, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Edirne
Amaç: Pıhtılaşma faktörü V, hemostazda kilit rol
oynayan önemli bir kofaktör proteindir. Yanlış anlam
mutasyonuna neden olan ve Faktör V geninde bulunan
Faktör V Leiden (Arg506Gln) mutasyonu, trombüs oluşumu ile sonuçlanır ve mutasyonu taşıyan bireylerin büyük
kısmında aktive protein C (APC)’ye karşı dirençli bir protein meydana gelir. Faktör V Leiden mutasyonunun Türk
toplumundaki sıklığı %8 olarak belirlenmiştir.
Faktör V genindeki R2 haplotipine adını veren ve
genin 13. ekzonunda bulunan A4070G değişimi, proteinin B domainine denk gelen 1299. pozisyonda, histidin
aminoasidinin (R1 alleli) arjininle (R2 alleli) yer değiştirmesine neden olur. A4070G (R2 alleli) polimorfizmi, faktör V düzeylerini etkileyebilir ve tromboz riski ile sonuçlanan aktive protein C direncine katkı sağlayabilir.
Bu çalışmanın amacı, derin ven trombozu tanısı konmuş hastalarda ve kontrol grubunu oluşturan sağlıklı kişilerde, Faktör V geninde bulunan A4070G değişiminin incelenmesidir.
Yöntemler: Çalışmada, derin ven trombozu tanısına
sahip 110 hasta ve kontrol grubuna dahil edilen 107 sağlıklı birey taranmış, hasta ve kontrol grupları, yaş ortalamaları aynı olan kişilerden oluşturulmuştur. DNA, klasik fenol kloroform yöntemi ile izole edilmiştir. Faktör V
A4070G değişiminin saptanması için genin 13. ekzonu,
uygun primerler kullanılarak polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile çoğaltılmış, elde edilen fragmentler restriksiyon endonükleaz enzimi, RsaI ile kesime tabi tutulmuştur. FVL mutasyonun belirlenmesi içinse, Eş-zamanlı
(Real Time) PCR kullanılarak ticari prosedür izlenmiştir.
Sonuçlar: Derin ven trombozlu 110 hastadan 11‘i
(%10), FV A4070G değişimini heterozigot olarak taşırken, 1 (%0.91) ‘inin değişimi homozigot durumda taşıdığı bulunmuştur.
Kontrol grubuna dahil edilen 107 kişi arasından 6
(0.014%)’sının ise mutasyonu heterozigot olarak taşıdığı
saptanmıştır (Tablo 1). Bu iki grubun FVL sıklıkları sırasıyla %17.27 ve %19.62 olarak belirlenmiştir.
Tartışma: Çalışma bulguları, Faktör V A4070G değişimi bakımından, hasta ve kontrol grupları arasında, istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığını göstermiştir. Sonuç olarak, Faktör V A4070G değişiminin derin
ven trombozlu hastalardaki rolünün ne olduğunun tam
olarak anlaşılabilmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç
vardır.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Tablo 1
FV
G1691A
FV
A4070G
Hasta
n=110(%)
Kontrol
n=107(%)
O.R (95%CI)
G/G
R1R1
81 (73.63)
80 (74.76)
1
G/G
R1R2
9 (8.18)
6 (5.60)
0.6 (0.2-1.7)
0.5
G/G
R2R2
1 (0. 90)
-
0.5(0.01-15.11)
0.6
G/A
R1R1
12(10.90)
14 (13.08)
1.16 (0.5-2.6)
0.7
G/A
R1R2
2 (1.81)
-
0.25 (0.01-5.6)
0.7
A/A
R1R1
5 (4.54)
7 (6.54)
1.4 (0.4-4.5)
0.7
p
FV A4070G değişiminin hasta ve kontrol gruplarına ait genotip dağılımları ve hastalık riski açısından
değerlendirilmesi
Bildiri: 0124
Poster No: P018
NİLOTİNİB UYGULANAN KRONİK MİYELOİD LÖSEMİ
HÜCRELERİNDE APOPTOZ, ANJİOGENEZ, METASTAZ,
İNVAZYON, TRANSKRİPSİYON FAKTÖRLERİ, HÜCRE
DÖNGÜSÜ VE TÜMÖR BASKILAYICI GENLERİN
EKSPRESYON DÜZEYLERİNİN QPCR YÖNTEMİ İLE
BELİRLENMESİ. Aylin Camgöz, Geylani Can, Yusuf
Baran. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Moleküler
Biyoloji ve Genetik Bölümü, Urla, İzmir.
Amaç: Kronik miyeloid lösemi (KML) 9. ve 22. kromozomlar arasında gerçekleşen karşılıklı parça değişimi sonucu oluşan hematolojik bir hastalıktır. Karşılıklı
parça değişiminin ürünü olan BCR/ABL füzyon proteini
hücre büyümesi ve çoğalması, apoptoz, yaşlanma, migrasyon ve adhezyonu kontrol eden güçlü bir onkogenik
proteindir. Bu nedenle, BCR/ABL proteinin aktivitesinin
moleküler hedefli ajanlarla önlenmesi bu hastalığın tedavisinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. KML
tedavisinde kullanılan ilk tirozin kinaz inhibitörü imatinibe karşı tedavi sürecinde gözlenen direnç vakaları üzerine, çok daha etkili antikanser ajan, nilotinib, geliştirilmiş ve BCR/ABL pozitif hematolojik kanserlerde tedavi
amaçlı kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışmada, nilotinibin BCR/ABL onkoproteinini engellemesinin yanı sıra,
KML hücrelerinde tetiklediği hücresel ölümlerin mekanizmal olarak aydınlatılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Hücrelerin %50 sinin yaşayabildiği nilotinib dozu (IC50) XTT yöntemi ile belirlenmiştir. Hücre
çoğalma eğrilerine göre, 20 ve 50 nM nilotinibe 72 saat
maruz bırakılan K562 hücrelerinden Roche High Pure
RNA izolasyon kiti kullanılarak bütün RNA’lar izole edilmiş ve ters transkriptaz enzimi kullanılarak cDNA’ye çevrilmiştir. Cancer Pathway Finder PCR Array kiti ile 84
genin ekspresyon düzeylerindeki değişimler Light cycler
480 cihazı kullanılarak kantitatif olarak analiz edilmiştir.
Sonuçlar: 20 ve 50 nM nilotinib uygulanan K562 hücrelerinin proliferasyonunda, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, sırasıyla %40 ve %55 azalış belirlenmiştir.
K562 hücrelerinde nilotinibin IC50 değeri 39 nM olarak
bulunmuştur. 50 nM nilotinib uygulanan K562 hücrelerinde, kontrol grubu ile kıyaslandıktan ve pozitif kontrol
grubu 5 genin ekspresyon düzeyine normalize edildikten
sonra 41 genin ekspresyon düzeyinde 4 kattan fazla artış,
6 genin ekspresyon seviyesinde ise 4 kattan fazla azalış hesaplanmıştır. Öte yandan, 20 nM nilotinib uygulanana hücrelerde 2 genin ekspresyon seviyesinde 2 katta
fazla artış ve 22 genin ekspresyon seviyesinde 2 kattan fazla azalış olduğu belirlenmiştir. Nilotinib apoptotik
Bax, Serpin5B, GZMA, TNF, TNFRSF25 ve APAF1, hücre
döngüsünü kontrol eden CDK2, CDKN2A ve MDM2, ve
metastaz inhibitörü TIMP1, TIMP3 genlerinin ekspresyonunu tetiklerken, büyümeyi tetikleyen AKT1, IGF1, MYC,
NFKB, MAP2K1 ve PLAU, antiapoptotik SNCG ve SYK,
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
metastatik MMP1, MMP2, ITGB5 ve ITGA3 and anjiogenik IL-8 ve ANGPT2 genlerinin ekspresyonlarını baskılamıştır. En yüksek artış apoptotik TNF ve GZMA genlerinde gözlenirken, en yüksek azalış büyümeyi indükleyen
MAP2K1 ve PLAU genlerinde görülmüştür.
Tartışma: Bu çalışmada, nilotinibin güçlü bir onkoprotein olan BCR/ABL’yi inhibisyonunun yanısıra, nilotinibin tetiklediği hücresel ölümlerin olası diğer moleküler mekanizmalarını belirlemeye çalıştık. Daha da önemlisi, bu çalışma ile ilk defa, nilotinibin metastatik ve anjiyogenik genlerin ekspresyonunu anlamlı derecede azaltarak metastaz ve anjiogenezi baskılama potansiyeli gösterilmiştir.
Bildiri: 0477
Poster No: P019
İNSAN TROMBOSİT VE MEGAKARYOSİTLERİNDE
GAS6 PROTEİNİ VARDIR VE GEN ANLATIMI
YAPILMAKTADIR. Özlem Bingöl Özakpınar1, Anne
Marie Maurer2, Cafer Adıgüzel2, Gülderen Yanıkkaya
Demirel3, Mahmut Bayık2, Muzaffer Demir4, Fikriye
Uras1. 1Marmara Üniversitesi, Ecazacılık Fakültesi,
Biyokimya Anabilim Dalı, İstanbul, 2Marmara Üniversitesi
Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji
Bilim Dalı, İstanbul, 3Yeditepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi
Hastanesi, Kök Hücre Laboratuvarı, İstanbul, 4Trakya
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, Edirne
Amaç: Pıhtılaşma sistemi dışında işlev gören yeni
K vitaminine bağımlı plazma proteinlerinin keşfi, 1974
yılında gamma karboksilasyon reaksiyonunun tanımlanmasından sonra her yıl biraz daha artmaktadır.
“Growth arrest specific protein-6” (Gas6), K vitaminine
bağlı protein ailesine en son katılan proteinlerden biridir.
Antikoagülan bir protein olan protein S ile %44’lük yapısal bir benzerlik göstermesine rağmen antikoagülan etkisi gösterilmemiştir. K vitaminine bağımlı pek çok faktörün sentezi karaciğerde gerçekleşirken, insan karaciğerinde Gas6 proteini çok az; akciğer, barsak, böbrek ve
kalp dokularında oldukça yüksek oranda sentezlenmektedir. Gas6 proteininin keşfinden sonra özellikle trombozda rol oynadığının ileri sürülmesi, potansiyel terapötik bir ajan olarak görülmesine neden oldu. Gas6’nın
trombozdaki rolünün trombosit fonksiyonlarıyla ilişkili olduğu gösterilmiştir. Diğer taraftan, literatürde trombositlerde Gas6 varlığı ve konsantrasyonuyla ilişkili bilgiler birbiriyle çelişmektedir. Gerek türler arasında saptanan farklılıklar, gerekse aynı türde bile çelişkili bilgilerin mevcut oluşu Gas6 konusunda yapılacak araştırmalar için önemli bir zemin oluşturmaktadır. Bu çalışmanın amacı insan trombositlerinde ve onları meydana getiren megakaryositlerde Gas6 varlığını gen ve protein düzeyinde araştırmaktır. Bu zamana kadar yapılan çalışmalar izole trombositlerde yapılmıştı. Trombositleri oluşturan hücreler megakaryositler olduğuna göre, incelemeye
onlardan başlamanın daha güvenilir sonuçlar vereceğini
düşünerek, hematopoetik kök hücreleri kültür ortamında farklılaştırarak megakaryositleri elde ettik ve farklılaşma basamaklarını Gas6 protein konsantrasyonu ölçümleriyle izledik.
Yöntemler: CD 34+ hematopoetik kök hücrelerin
megakaryositlere farklılaşması sağlandı. Bunun için, allojenik kemik iliği transplantasyonu yapılacak hasta donörlerinden, aferez yöntemiyle izole edilen mononüklear hücrelerden önce pozitif ayırımla CD 34+ kök hücreler elde
edildi. Daha sonra bu hücreler özgün olarak gerçekleştirilen iki aşamalı likit kültür yöntemiyle 21 gün süresince
41
POSTER BİLDİRİLER
megakaryositlere farklılaştırıldı. Megakaryopoez süresince hücreler morfolojik, immünolojik ve akım sitometrik olarak analiz edildi. Kültürün 21. gününde toplanan megakaryositlerden ve ayrıca sağlıklı kişilerden izole
ettiğimiz trombositlerden total RNA izolasyonu yapıldı.
Ayrıca kültürün çeşitli günlerinde toplanan örneklerde
de Gas6 protein ölçümleri yapıldı. Gas6 geninin varlığı
“Revers transkripsiyon”-Polimeraz Zincir Reaksiyonuyla
(RT-PZR); kültür medyumu, megakaryosit ve trombositlerde gas6 proteininin varlığı ise Western blot, dot blot ve
ELISA yöntemleriyle analiz edildi.
Sonuçlar: RT-PZR sonucu trombosit ve megakaryositlerde Gas6 gen anlatımının yapıldığı belirlendi. Western
blot ve dot blot analiziyle, Gas6 proteininin trombosit ve
megakaryositlerde sentezlendiği saptandı.
Tartışma: Bu bulgular, Gas6-trombosit ilişkisinin ortaya konulmasında yeni ve faydalı bilgiler sağlayacaktır.
Bildiri: 0162
Tablo 1. PAR1-506I/D ve IVS-14A/T Değişimleri
PAR1-506D/D PAR1-506I/D
Poster No: P020
TROMBOZ, BEHÇET, DVT VE İNME OLGULARINDA
PAR-1 GEN DEĞİŞİMLERİNİN ARAŞTIRILMASI VE BU
DEĞİŞİMLERİN SEPCR DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ.
Afife Karabıyık, Nejat Akar. Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Çocuk Genetik Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Trombin bir serin proteaz sınıfı enzimi
olup,trombine bağımlı hücresel etkiler G-proteinine bağlı
reseptörlerin aktivasyonu ile olur. Trombin endotel hücreleri ve trombositleri proteazla aktifleştirilmiş reseptör-1
(PAR1) üzerinden uyardığı için bu reseptörün hücre yüzeyindeki miktarı ve aktivitesi tromboz ve hemostazda önemli bir yer tutmaktadır. PAR1 koagülasyonda, inflamasyonda ve vasküler hemostazda kritik roller oynamaktadır.
PAR1’in trombin tarafından kesimlenmesi LDPR↓SFLLRN
aminoasit dizisinden gerçekleşmektedir. Endotel üzerinde APC’ye bağlı yolakların çalışması için EPCR ve PAR-1
gereklidir. APC/EPCR/PAR1 sinyal mekanizmasının koruyucu ve anti-apoptotik etkileri bilinmekte olup, ayrıca
normal ve hasar görmüş damar endotel hücreleri için de
hayati bir mekanizma olduğu anlaşılmıştır. Keratinosit
gelişiminde katkısı olup,yara iyileşmesinde rol alır.Bu
çalışmada, PAR1 gen değişimleri ile Tromboz, Behçet, DVT
ve İnme arasındaki olası ilişki incelenerek,bu değişimlerinin sEPCR ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: sEPCR seviyeleri bilinen Tromboz ve
Behçet olguları, DVT ve İnme olguları ile sağlıklı kontrollere ait DNA örnekleri ile PAR1 geninin PCR yöntemiyle taranmasının ardından SSCP tekniği uygulanmış,olası
gen değişimine işaret eden farklı bant profili veren örnekler DNA dizi analizine tabi tutulmuştur. Promotor bölgede saptanan insersiyon ise HinfI restriksiyon enzimiyle
kesim yapılarak taranmıştır. Elde edilen sonuçlar biyoinformatik olarak incelenerek gen ifadesi ve sEPCR düzeyleri üzerindeki etkisi araştırılmıştır.
Sonuçlar: PAR1 geni promotor bölgede -506I/D
-GGCCGCGGGAAGC insersiyonu, intronik bölgede IVS14A/T değişimi ve ikinci ekzonda p.291V/L (NT_26623282
G>T) değişimi saptanmıştır. -506I/D ve IVS-14A/T değişimleri daha önce tanımlanmış olup, p.291V/L değişimi
ilk kez bu çalışmada saptanmıştır.
Tartışma: Promotor bölgedeki bu insersiyon Ets-1
transkripsiyon faktörü için konsensus dizisidir.
Promotorun korunan bölgesinde yer alır ve TATA kutusu eksik genlerde transkripsiyon başlama kompleksidir.
Bu insersiyonun sıklığı erkek hastalarda kontrollerden
daha az olup, erkeklerde VTE için koruyucu olduğu saptanmıştır. Ayrıca koroner kalp hastalığında artan riskle
42
de bağdaştırılmıştır. Çalışmamızda bu değişimi taşımak
Tromboz, Behçet, DVT ve İnme’li olgularda risk faktörü
olması açısından anlamlı bulunamamıştır. Ancak, homozigot olarak taşımanın trombozlu olgularda sEPCR seviyelerini arttırdığı saptanmıştır (p=0.0001). İntronik bölgede saptanan IVS-14A/T değişimi kayma modifikasyonuyla gen ekspresyonu düzenlenmesi açısından önemli olabilir. Çalışmamızda bu değişimi taşımak Tromboz, Behçet,
DVT ve İnme’li olgularda risk faktörü olması açısından
anlamlı bulunamamıştır. Ayrıca plazma çözünmüş EPCR
düzeyleri üzerinde de anlamlı bir etkisi saptanamamıştır.
p.291V/L değişimi kontrol grubundaki sEPCR düzeyi 255
ng/ul olan bir bireyde saptanmıştır. Bu düzeyin çok yüksek olması değişimin sEPCR seviyesi üzerinde etkili olabileceğini düşündürtmektedir.
KONTROL
47
OR
CI
p
PAR1-506I/I
26
OR
CI
p
8
TROMBOZ
16
8
0.9
0.3-2.3
0,9
1
0.36
0.04-3.16
0,6
BEHÇET
29
21
1,2
0,5-2,6
0,6
8
0,48
0,09-2,48
0,6
İNME
24
16
1,3
0,6-2,7
0,5
2
1,62
0,5-4,7
0,5
DVT
19
13
1,2
0,5-2,9
0,6
8
2,47
0,8-7,5
0,1
PAR1-IVS14A/A
PAR1-IVS14A/T
OR
CI
p
PAR1-IVS14A/T
OR
CI
p
KONTROL
70
25
TROMBOZ
21
5
0,66
0.221.95
0,6
1
1,66
0.1-19.3
0,7
BEHÇET
33
14
1,18
0.542.57
0,6
1
1,06
0.09-12.1
0,5
2
Tablo 2. PAR1-506I/D ve IVS-14A/T Değişimlerinin sEPCR Düzeylerine Etkisi
PAR1-506D/D PAR1-506I/D
KONTROL
OR
CI
p
PAR1-506I/I
OR
CI
p
91,11 ng/ul
95,27 ng/ul
TROMBOZ 70,19 ng/ul
68,25 ng/ul
0.92 0.59-1.44
0,7
145
2,53 1.67-3.85 0,0001
BEHÇET
115,3 ng/ul
96,2 ng/ul
0.79 0.53-1.18
0,3
72
0,76
0.5-1.17
0,22
PAR1-IVS14A/A
PAR1-IVS14A/T
OR
p
PAR1-IVS14A/T
OR
CI
p
KONTROL
89.85 ng/ul
89.36 ng/ul
TROMBOZ
71.9 ng/ul
103.2 ng/ul
1,44 0.94-2.19 0,08
43
0,95 0.57-1.57 0,86
BEHÇET
98.06 ng/ul
119.21 ng/ul
1,20 0.82-1.81
70
1,13 0.72-1.78 0,55
Bildiri: 0320
74,12
CI
56,5
0,3
Poster No: P021
HLH HASTALARINDA IL6 VE NQO1 GENLERİNİN
PYROSEQUENCİNG YÖNTEMİ İLE GENOTİPLEME
ÇALIŞMASI. Ender Coşkunpınar1, Weidong Du2, Andrea
Niedehrführ2, E. Marion Schneider2, Uğur Özbek1.
1
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, DETAE
Genetik Anabilim Dalı, İstanbul, 2Universitaetsklinikum
Ulm,
Experimentelle
Anaesthesiologie,
Genetics
Department, Ulm,Germany
Amaç: HLH (Hemofagositik lenfohistiyositozis), T lenfositlerinin ve makrofajların kontrol edilemeyen aktivasyonu, inflamatuar sitokinlerin (interferon gamma, IL-1,
IL-6, TNF alfa, GM-CSF) aşırı üretimi ve hemofagositoz ile
karakterize, yüksek ateş, hepatosplenomegali, lenadenopati ve sitopeni ile birliktelik gösteren malign olmayan bir
immün düzenlenme bozukluğudur. Primer ve sekonder
olmak üzere iki sınıfa ayrılmıştır. Ailesel form (FHLH) olarak da adlandırılan primer form otozomal resesif kalıtım
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
göstermektedir. Sekonder form ise daha çok viral enfeksiyonlara bağlı olarak ortaya çıkmakta ve “virüs asosiye hemofagositik sendrom” olarak da adlandırılmaktadır.
HLH her iki cinstede eşit olarak görülebilmekte ve tüm
dünyadaki sıklığı yılda 1.2 / 1 milyon vaka olarak belirtilmektedir. Bugüne kadar yapılmış sınıflamalarda HLH’ye
sebebiyet verdiği düşünülen faktörler arasında bilinmeyen mutasyonların varlığı perforin, syntaxin, muncD gibi
bilinen mutasyonlardan daha fazla bir yüzdelik değer
ile ifade edilmektedir. Ayrıca NQO1 geni aktivitesindeki düşüklüğün akut lösemi ile de ilişkili olduğu bildirilmektedir. NQO1 geni üzerindeki C609T bölgesi polimorfizminin HLH etiyolojisinde önemli bir rolü olduğu bilinmektedir. Çalışmamızda NQO1 ve IL6 genlerine ait polimorfizmlerin HLH hastalığı üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı.
Yöntemler: Bu çalışmada 31 hasta ve 297 kontrol kullanılarak NQO1 geni C609G bölgesindeki ve 30 hasta,
178 kontrol kullanılarak IL6 genindeki polimorfizmlerin
pyrosequencing yöntemi ile tespiti ve bu polimorfizmlerin
HLH hastalığı üzerindeki olası etkileri araştırıldı. Hasta
ve kontrol grubundan alınan kanlardan DNA izolasyonu yapıldı. İlgili gen bölgesi PCR yöntemi ile çoğaltıldıktan sonra genotipleme çalışması pyrosequencing yöntemi ile yapıldı.
Sonuçlar: NQO1 geninde ilgili bölgenin genotip ve
allel dağılımları hasta ve kontrol grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermemektedir (Tablo
I). IL6 geninde ilgili bölgenin genotip dağılımı hasta grubunda (n=30) %46.6 CC(14), %.40 CG(12), %13.3 GG(4);
kontrol grubunda (n=178) % 30.8 CC(55), %55.6 CG(99),
% 13.4 GG(24) olarak bulundu.(P: 0.212). Allel dağılımları ise hasta grubunda C alleli %66.6, G alleli %33.3
kontrol grubunda ise %58.7 ve %41.2 olarak tespit edildi.(p=0.24).
Tartışma: Bu sonuçlar ışığında NQO1 geninin ilgili
bölgesindeki polimorfizmin HLH hastalığı üzerinde önemli bir etkisinin olmamasına rağmen IL6 gen CC genotipi ve C allelinin frekansı hasta grubunda artmış bulunmaktadır. Ancak bu artış istatistiksel anlamlılık sınırına
ulaşmamıştır (Tablo II). Olgu sayısı arttırılarak bu genlerin HLH oluşumundaki olası etkilerinin açıklanması
planlanmaktadır.
Şekil 1.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Tablo 1. Hasta ve Kontrol Gruplarında NQO1 Genotip Frekansları Dağılımı
Genotip/Allel
Hasta n(%)
Kontrol n(%)
CC
14(%45.16)
190(%63.97)
TC
16(%51.61)
90(%30.30)
TT
1(%3.2)
17(%5.7)
C
44(%70.96)
470(%79.12)
T
18(%29.03)
124(%20.87)
P değeri
NQO1
0.05, X2: 5.86
0.13, X2: 2.20
Tablo 2. Hasta ve Kontrol Gruplarında IL6 Genotip Frekansları Dağılımı
Genotip/Allel
Hasta n(%)
Kontrol n(%)
CC
14(%46.7)
55(%30.8)
CG
12(%40.0)
99(%55.6)
GG
4(%13.3)
24(%13.4)
C
20(%66.7)
104(%58.7)
G
10(%33.3)
74(%41.3)
P değeri
IL6
Bildiri: 0414
0.212
0.240
Poster No: P022
TEK YÖNLÜ VE ÇİFT YÖNLÜ KARMA LENFOSİT
KÜLTÜRLERİNİN AKAN HÜCRE ÖLÇER SİSTEMİNDE
DNA
İÇERİĞİ
ANALİZİ
İLE
ÖLÇÜMÜ:
ÖN
DEĞERLENDİRME ÇALIŞMASI. Gülderen Yanıkkaya
Demirel, Fatma Tuba Akdeniz, Sema Aktaş, Süleyman
Sami Kartı. Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Kök Hücre Laboratuvarı, Istanbul
Amaç: Karma lenfosit kültürleri doku grubu uyumu
olsa dahi transplantasyon hastalarında olası hücre reaksiyonlarının önceden belirlenebilmesi için kullanılmaktadır. Karma lenfosit kültürleri sonuçlarının değerlendirilmesinde, gama sayacı ile radyoaktif madde olan 3H
Timidin ölçümü yerine akan hücre ölçer ile DNA içerik
analizi yapılarak, transplantasyon öncesinde olası hücre
proliferasyonu hakkında bilgi edinilmesini sağlamaktır.
Yöntemler: Toplam üç hasta ve dört donörden alınan tam kan örneklerinden mononükleer hücreler, dansite santrifüjleme yöntemi ile ayrılmışlardır. Hücre sayımı
sonrasında, hem hasta hem donör örneklerinin bir bölümü 25 Gy ile ışınlanmıştır. Hem hasta hem donörden alınan örnekler kontrol, uyaransızsız ve fitohemagglutininle uyarılarak ve çaprazlama kültürler yapılarak her çalışmada toplam dokuz hücre kültürü flaskı hazırlanmıştır.
Örnekler 72 saat %10 FBS içeren RPMI1640 içinde %5
CO2 içeren 37oC inkübatörde kültüre edilmişlerdir. 72
saat sonunda hücreler santrifüjlenip hücre sayımı yapılmış, DNA Prep kullanılarak DNA içerik analizi yapılmış,
sonuçlar akan hücre ölçer yazılımı ile değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Apoptotik hücre oranı ve proliferasyonda (S
fazı hücreleri) olan hücrelerin oranı ile sonuç verilmektedir.
Yapılan verifikasyon çalışmalarında, doku tipleme sonuçları tam uyumlu örneklerde proliferasyon oranının <%5 oranında olduğu saptanmıştır. Bu değerin üzerinde saptanan
sonuçlarda, GVHD riski olduğu öngörülmektedir.
Tartışma: Karma lenfosit kültürlerinin değerlendirilmesinde; 3H Timidin yerine radyoaktif olmayan DNA proliferasyon boyaları kullanılarak akan hücre ölçer ile analiz yapılması, rutin çalışma ortamında daha kolay uygulanabilir bir yöntemdir. Daha çok sayıda hasta örneği ile
inceleme yapılarak eşik değer ve klinik uyarı değerlerinin
belirlenmesi hedeflenmelidir.
43
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0238
Poster No: P023
PROTEOMİK
YÖNTEMLER
İLE
ENGEREK
ZEHİRLERİNDEN BİYOTEKNOLOJİK KULLANIM
POTANSİYELİ OLAN PROTEİNLERİN TANIMLANMASI.
Naşit İğci, Fatma Duygu Özel Demiralp. Ankara
Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü, Merkez Laboratuvarı
Proteombilim Birimi, Ankara
Amaç: Bu çalışmada, Koca Engerek, Macrovipera lebetina (Linnaeus, 1758) türünün Güneydoğu Anadolu’da dağılış gösteren M. lebetina obtusa (Dwigubsky, 1832) alt türünden elde edilen zehir örneklerinden proteomik yöntemlerle,
biyoteknolojik öneme sahip ve özellikle koagülasyon üzerinde etkili proteinlerin tanımlanması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Ergin iki M. l. obtusa örneğinden zehir
sağılmış ve örnekler bir havuzda toplanarak liyofilize edilmiştir. Daha sonra toz örnekler çözülüp Bradford yöntemi ile miktar tayini yapılmış ve iki boyutlu jel elektroforezi (2D-PAGE) ile iki boyutlu protein profilleri elde edilmiştir. İki tekrarlı olarak yapılan jeller Sypro Ruby (Bio-Rad)
ile boyanmış ve VersaDoc (Bio-Rad) görüntüleme sisteminde görüntülenmiştir. Jel analizleri PDQuest 8.0.1
(Bio-Rad) programıyla yapılmıştır.
Kütle spektrometresi ölçümleri için ilgili protein kümeleri jelden robotik bir sistem ile (SpotCutter, Bio-Rad) geri
kazanılmış ve tripsin enzimiyle jel içinde sindirim yapılarak peptitler elde edilmiştir. Triptik peptitler matriks eşliğinde lazer iyonlaştırıcılı ve uçuş zamanıyla ölçüm yapan
(MALDI-TOF) kütle spektrometresi (Waters) ile ölçülerek
m/z değerleri elde edilmiştir. Biyoinformatik analizler için
oluşturulan engerek veri tabanından ProteinLynx Global
Server (PLGS) ile tarama yapılmış ve aynı zamanda Mascot
ve Aldente gibi diğer arama motorları da kullanılarak
UniProtKB/SwissProt ve NCBI veri tabanları taranmıştır.
Sonuçlar: 2D-PAGE sonucunda M. l. obtusa zehrinde ortalama 123 protein kümesi tespit edilmiştir.
Proteinlerin yoğun olarak pH 4-8 arasında dağılım gösterdiği görülmüştür. Moleküler ağırlık bakımından 200–15
kDa arasında, 50kDa altında yoğunlaşacak şekilde proteinler görülmüştür (Şekil). Özellikle 50 kDa civarı ve yukarısında, izoformların varlığını gösteren yatay sıra oluşturan protein kümeleri bulunmaktadır.
Biyoinformatik analizlerde en iyi sonucu Aldente arama
motoru vermiştir. Aldente ile çeşitli engerek zehirlerinden
metalloproteaz, disintegrin/metalloproteaz, serinproteaz,
fosfolipaz A2, L-amino asit oksidaz, C-tipi lektin, sisteince
zengin salgı proteini, sinir büyüme faktörü, vasküler endotelyal büyüme faktörü, disintegrin, hyaluronidaz ve tripsin inhibitörü olmak üzere 12 protein ailesinden varyant ve
izoformlarıyla beraber toplam 117 protein tanımlanmıştır.
Tartışma: Yapılan çalışma sonucunda tanımlanan protein aileleri daha önce farklı türlerin veya M. lebetina’nın
zehrinden tanımlanan proteinlerle uyumludur. Özellikle
koagülasyon üzerinde etkili olan ve biyoteknolojik ürünlerin
çoğunluğunu oluşturan metalloproteaz ve serinproteazların, son yıllarda kanserle ilgili çalışmalarda ön plana çıkan
disintegrinlerin ve farklı amaçlarla kullanılabilecek büyüme
faktörlerinin tanımlanmış olması, yılan zehirlerinin biyoteknolojik kullanımıyla ilgili çalışmaların Türkiye’deki türler üzerinden de yapılabileceğini göstermektedir. Ayrıca M.
lebetina zehri 2D-PAGE ile ilk defa çalışılmıştır.
44
Şekil 1. Macrovipera lebetina obtusa zehrinin 2D-PAGE ile elde edilmiş iki
boyutlu protein profili
Erişkin Akut Lösemiler
Bildiri: 0220
Poster No: P024
CUP-LİKE BLASTLAR, FLT3ITD VE NORMAL
KARYOTİP AML HASTALARI İÇİN SPESİFİK MİDİR?.
Özgür Mehtap, Elif Birtaş Ateşoğlu, Emel Gönüllü,
Hakan Keski, Abdullah Hacıhanefioğlu. Kocaeli
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Kocaeli
Amaç: FAB sınıflaması AML hastalarının morfolojik
sınıflama sağlasa da morfoloji ve klinik arasındaki korelasyon bazı hastalar dışında genelde tam değildir. Birkaç
çalışmada FMS benzer tirozin kinaz 3 gen mutasyonu ve
cup-like morfoloji arasındaki ilişki gösterilmiştir. Flt3 proteini olgunlaşmamış hematopoetik ve lenfoid öncü hücreler tarafından eksprese edilir bu protein hücrelerin yaşamının devam ettirilmesinde ve myeloid hücrelerin olgunlaşmasında önemli görevi vardır. Bu protein AML hastalarının çoğunluğu ve ALL hastalarının % 50’sinden fazlasında sentezlenir. AML hastalarının %20-30 kadarında Flt3
geninde internal tandem duplikasyon mutasyonları gösterilmiştir.Cup like blastlar literatürde şimdiye kadar yalnız
AML hastalarında gösterilmiştir, bizim olgumuz ise farklı
olarak ALL tanısı almış ve aynı biçimi göstermiştir.
Olgu: 41 yaşında erkek hasta ani başlayan halsizlik,
yorgunluk ve mukozal kanama ile başvurdu. Fizik muayenede yaygın peteşi ve splenomegali tespit edildi. Yapılan
tam kan sayımında 7.6g/dl hemoglobin, 62700/μL beyaz
küre ve 28400/μL trombosit sayısı tespit edildi. Periferik
yaymada granülsüz, geniş çekirdekli, belirgin çekirdekçik içeren blastlar görüldü. İmmun fenotiplemede CD10
%89.38, CD19 %89.56, CD20 %78.86, CD22 %88.5, AntiTdT %88.18, CD34 %79.73, HLA-DR % 90.41 ve sIgM
%0.26 tespit edildi. Hastanın immunhistokimya ile yapılan
boyamasında MPO ve CD117 negatif bulunurken CD34 ve
CD20 pozitif tespit edildi. Bu bulgular ile hasta akut lenfoblastik lösemi tanısını aldı. RT-PCR yapılan incelemede
BCR-ABL pozitif bulunurken, Flt3 ITD negatif tespit edildi.
Tartışma: Çalışmalarda Flt3-ITD ve normal sitogenetiğin cup-like morfoloji ile sıkı bir ilişkisi olduğu vurgulanmıştır (Tablo). AML’de görülen Flt3-ITD mutasyonu ile tirozin kinaz reseptör aktivitesi sürekli olarak
uyarılarak hücrelerin artışına ve hastalığın ilerlemesine sebep olur.Çalışmalarda bu mutasyonun kötü prognoz ile ilişkili olduğu gösterilmiştir.Cup like morfoloji
gösteren AML hastalarının diğer bir özelliği de HLA-DR
ve CD34 ekspresyonun tamamen veya kısmen kaybıdır.
Son çalışmalarda cup-like morfolojinin AML hastalarındaki NPM1 mutasyonu arasındaki ilişki gösterilmiştir.
NPM1 mutasyonu AML hastalarının yaklaşık %35’inde
görülür.Bizim olgumuzda cuplike morfoloji blastların
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
%20’sinde saptandı. AML hastalarını tersine Flt3 geninde ITD mutasyonu ALL hastalarında daha nadir görülür. ALL hastalarının %0-3’ünde Flt3ITD gösterilmiş. Flt3
ve cup-like morfoloji arasındaki ilişkiyi göz önüne alarak
biz de hastamızda bu mutasyonu araştırdık ancak negatif tespit ettik. NPM1 mutasyonu da ALL hastalarında
çok nadir görülür. Yapılan bir çalışmada NPM1 mutasyonu ALL hastalarında %0.08 oranında tespit edilmiştir biz
olgumuzda sosyoekonomik sebeplerden dolayı bu mutasyonu değerlendiremedik.Cuplike blastı olan AML hastalarında çoğu zaman normal karyotip görülürken bizim hastamızda (9-22) translokasyonu tespit edildi.
Tablo 1. cuplike blast
Tablo 1.
Kussick ve Kroschisky ve WeinaChen ve Weina Chen ve
ark 2004
ark. 2008
ark. 2006
ark 2009
FLT3-ITD
%84*
%70.9
%88**
SİTOGETİK ANORMALLİK
%8.3*
%18.5*
%30**
%86*
%14*
HLA DR NEGATİFLİĞİ
%70*
%33.5**
%50*
%59*
CD34 NEGATİFLİĞİ
%68*
%93*
%71*
%82*
gamaglutamil transferaz normalin en az iki katı yüksek
saptandı. Hastaların sonuçları tablo 2 de özetlenmiştir.
Tartışma: AML hastalarında indüksiyon tedavisi sonrası ciddi nötropeni görülebilir ve bu nötropeni süresi
değişkenlik gösterir. Wiernik ve arkadaşları yaptığı bir
çalışmada, 3+7 tedavisi sonrası lökosit sayısının 1000/
μl’in altında olduğu süreyi ortalama 23 gün tespit etmişlerdir. Diğer bir çalışmada lökosit sayısının 1000/μl’nin
altında ve nötrofil sayısının 500/μl’nin altında bulunduğu ortalama süre, sırası ile 23 (11-59 gün) ve 27 (18-60
gün) gün bulunmuştur. Biz indüksiyon tedavisi alan hastalarımızda lökosit sayısını 1000/μl’nin altında 51, 31, 30
gün olarak saptarken, nötrofil sayısının 500/μl’nin altında seyrettiği gün sayısını 56, 31, 30 gün olarak tespit
ettik (1,3,5 numaralı hastalar). Bu sonuçları eski çalışmalar ile karşılaştırdığımızda, hedeflenen lökosit ve nötrofil sayılarına bizim hastalarımızda daha geç ulaşıldığı
görülmektedir. Diğer yandan geçmiş çalışmalardaki lökosit ve nötrofil sayıları için hedeflenen süre en fazla 59 gün
ve 60 gün bulunmuştur. Ancak eski çalışmalarda hastaların enfeksiyonları hakkında veya mantar enfeksiyonlarının olup olmadığı hakkında bilgi verilmemiştir.
Sonuç olarak hastalardaki nötropeni süresinin, yapılan çalışmalarda öne sürülen ortalama süreden daha
uzun olduğu ve bu sürenin yayınlanan çalışmaların maksimum nötropeni sürelerine daha yakın olduğu gözlenmiştir. Nötropeninin süresinin uzamasının invaziv mantar enfeksiyonuyla bağlantısı olduğu iyi bilinmektedir; fakat sorulması gereken soru kemoterapiden sonra
hepatosplenik kandidiasisin, nötropeninin iyileşmesini geciktirip geciktirmediğidir. Bu olgu sunumu, yalnız 5
hasta üzerindeki gözlemler sonucu elde edilmiştir; doğru
sonuçlar için geniş araştırmalara ihtiyaç vardır.
* İstatistiksel olarak anlamlı ** İstatistiksel olarak anlamsız
Tablo 1.
OLGU
Bildiri: 0246
Poster No: P025
HEPATOSPLENİK KANDİDİYAZİS NÖTROPENİNİN
DÜZELMESİNİ GECİKTİRİR Mİ? BEŞ OLGUNUN
SUNUMU. Özgür Mehtap, Elif Birtaş Ateşoğlu, Emel
Gönüllü, Hakan Keski, Abdullah Hacıhanefioğlu.
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı,
Kocaeli
Amaç: Özellikle akut lösemi ve kemoterapi nedeni
ile görülen ciddi nötropeni durumunda, hastalar invaziv mantar enfeksiyonundan etkilenebilir.Yaygın kandida enfeksiyonlarından karaciğer ve dalak sık olarak
etkilenir.Nötropeninin süresinin (mutlak nötrofil sayısı
<500/ μL), özellikle on günden daha uzun sürmesi hepatosplenik kandida enfeksiyonu için en önemli predispozan sebeplerin başında gelmektedir.Bu olgu sunumunda
hepatosplenik candidiasisi olan beş akut lösemili hastada
nötropeni süresi değerlendirilmiş ve bu süre daha önce
yayınlanmış olan çalışmalarla karşılaştırılmıştır
Sonuçlar: Hepatosplenik kandidiazis tanılı 5 akut
lösemi hastası geriye dönük değerlendirildi. Hastaların
özellikleri tablo 1’de özetlenmiştir. İndüksiyon tedavisi alan 3 hastada tedaviyle tam yanıta ulaşıldı. AML M3
hastası dışındaki 4 hastada ateş dışında bulgu ve belirti yokken, AML M3 olan hastada sağ üst kadran ağrısı ve
sağ omuz ağrısı vardı.Hastalar hepatosplenik kandidiasis tanısını ultrasonografi, BT ve MR değerlendirilmesi ile
aldı. Ultrasonografi bulguları lezyonlar ile uyumlu bulunduğu zaman hastaların serum galaktomannan seviyeleri
ölçüldü. Hastaların tamamında serum alkalen fosfataz ve
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
CİSİYET
YAŞ
HASTALIK
TEDAVİ
1
K
31
AML(M4)
İndüksiyon
2
K
33
AML(M4)
Konsolidasyon
3
K
45
AML(M0)
İndüksiyon
4
K
50
AML(M3)
1.İndüksiyon
5
E
62
AML(M0)
İndüksiyon
Tablo 2.
1
2
3
4
5
Nötrofil <500/μL gün sayısı
56
25
31
52
30
WBC < 1000/μL gün sayısı
51
24
31
39
30
Plt <100.000/μL gün sayısı
71
32
34
56
40
GGT seviyesi U/L
78
153
147
161
303
ALP seviyesi U/L
126
203
139
93
292
Galactomanan seviyesi (Index)
(negative 0.0-0.50)
0.06
0.08
0.20
0.28
0.11
45
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0204
Poster No: P026
Penil ülser
AKUT LÖSEMİLERDE ERİTROSİT KATALAZ VE
KARBONİK ANHİDRAZ AKTİVİTELERİ. Cengiz Demir1,
Halit Demir2, Ramazan Esen1, Murat Atmaca3, Eyüp
Taşdemir3. 1Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Ana Bilim Dalı, Van, 2Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi, Kimya Ana Bilim Dalı, Van,
3
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç hastalıkları Ana
Bilim Dalı, Van
Amaç: Akut lösemili olguların eritrositlerinde bir antioksidan olarak katalaz (KAT) ve karbonik anhidraz (KA)
aktivitelerini belirlemek.
Yöntemler: Çalışmaya Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Ana Bilim Dalında akut lösemi tanısı konulan olgular alındı. Total 67 Venöz kan örneği alıdı
(31 akut lösemili ve 36 sağlıklı olgu). Eritrosit KAT enzim
aktivitesi Aebi metoduyla ve KA aktivitesi ise CO2’un hidrasyonu metoduyla belirlendi.
Sonuçlar: KAT enzim aktivitesi sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırıldığında akut lösemili olgularda anlamlı derecede azaldığı (p<0.001) ve eritrosit KA aktivitesinin
ise anlamlı derecede artmış (p<0.001) olduğu tespit edildi.
Tartışma: Bizim bulgular akut lösemili olgularda antioksidan sistemin yetersiz bir işleve sahip olduğunu gösterdi. Bundan dolayı atioksidan sistemin lösemi patogenezinde önemli olup olmadığının ortaya konması için daha
geniş ölçekli çalışmalara ihtiyaç olduğuna inanmaktayız.
Bildiri: 0099
Poster No: P027
AKUT PROMİYELOSİTİK LÖSEMİLİ HASTADA ATRA
KULLANIMINA BAĞLI PENİL ÜLSER. Zahit Bolaman,
İrfan Yavaşoğlu, Umut Çakıroğlu, Gürhan Kadıköylü.
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp fakültesi İç hastalıkları
Anabilim Dalı,-Hematoloji Bilim Dalı,
Amaç: Akut promiyelositik lösemi tedavisinde alltransretinoik asit (ATRA) ile etkili tedavi sağlanmaktadır.
Penil ve skrotal genital ülser çok nadir yan etkisi olarak
görülebilmektedir.
Yöntemler: Yirmidokuz yaşında erkek hastaya diş eti
kanaması başvurduğunda, kemik iliği ve genetik değerlendirme ile akut promiyelositik lösemi tanısı konuldu. Sitozin
arabinozid, idarubisin ve 45 mg/m2 ATRA kombinasyon
kemoterapisi ile remisyon indüksiyon tedavisine başlandı. Hastada tedavinin 14. gününde yaklaşık 1 cm çapında, tabanı eritemli ve ağrısız penil ülser ortaya çıktı (Şekil).
Öyküsünde 1 yıldır zaman oral aftlar ve sırt bölgesindeki
aknelerden vardı. Hastanı anti- HIV ve VDRL testi negatifti. Göz bakısı normaldi. Nötropenik dönemde yapılan Paterji
testinde reaksiyon gözlenmedi. Hemafilus dukreyi için kültürü negatifti. ASCA (Saccharomyces Cerevisiae Antikoru)
antikoru negatifti. Almakta olduğu ATRA tedavisi kesildi.
Yirminci gününde penil ülser skarla iyileşti.
Sonuçlar: Hastada immunsupresif dönemde ülserinin
oluşması, ASCA antikoru negatif olması, ilacı bıraktıktan sonra iyileşmesi ve skrotum yerine penil ülser olması
sebebiyle ATRA ilişkili genital ülser düşünüldü.
Tartışma: ATRA kullanımına bağlı literatürde az sayıda skoratal ülser gelişimi bildirilmişken bilgilerimize göre
penil ülser yayımlanmamıştır. ATRA tedavisi sırasında
penil ülser gelişebileceği düşünülmelidir.
46
Şekil 1. Tedavinin 14. gününde yaklaşık 1 cm çapında, tabanı eritemli ve ağrısız
penil ülser
Bildiri: 0415
Poster No: P028
Selda
Kahraman1, Abdullah Katgı1, Pınar Ataca2, Güler
Özcan1, Özden Pişkin1, Mehmet Ali Özcan1, Fatih
Demirkan1, Bülent Ündar1. 1Dokuz Eylül Üniversitesi
ATİPİK
PREZENTASYONLU
ALL
OLGUSU.
Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, İzmir, 2Dokuz Eylül
Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
İzmir
Amaç: Akut lenfoblastik lösemi (ALL) de, mide tutulumu tanı ve/veya relaps esnasında oldukça nadir olarak izlenmektedir.Bizde periferik fasial paralizi ile gelen
tanı anı hemogram ve periferik yayması normal olan mide
başta olmak üzere tüm vücutta yaygın tutulum izlenen
ALL hastasını sunuyoruz.
Sonuçlar: 23 yaşında erkek hasta,sağ göz kapağında düşüklük,şiddetli baş ağrısı,kılo kaybı,gece
terlemesi,ates yukseklıgı sıkayetleri ile polikliniğimize başvuran hasta değerlendirildi.Hastanın yapılan
fızık muayenesınde sağ gözde pitozis ve sol perıferık fasial paralizi izlendi.Dalak,karaciğer kot altı 4 cm
palpabl,periferik LAP yoktu.Labaratuar değerlendirmesinde lökosit 8400 UL,nötrofil.5500 UL,Hb. 13.3 G/
DL,MCV. 80,trombosit.337UL,LDH.510 U/L, diğer biyokimyasal testler normal sınırlarda idi. Beyin BT ve MR
tetkikleri normal idi.Yapılan LP’sinde blastik natürde
hücre izlenmedi.Periferik fasial paralizi olarak değerlendirilen hastaya steroid başlandı. Hastanın torakoabdominal BT’sinde karacıger vertıkal uzunlugu 20 cm,13 x 9 cm
boyutlarında cevresel psodokapsuler gorunumu bulunan
kıtle ızlendi.Dalak 14.5 cm,dalak hılusunda en buyugu 2 x 1.5 cm capında LAP, mıde duvarında kalınlaşma ve buyuk kurvatur komsulugunda en buyugu 2.5 x 2
cm boyutlarında ve mezenterık en buyugu 2.5 x 1.5 cm
boyutlarında olmak uzere multıple LAP’ler izlendi.Mide
duvarından endoskopik biyopsi alındı. Patoloji sonucu
B hücreli lenfoblastık lenfoma ıle uyumlu geldi. Periferik
yayması normal olan hastanın kemik iliği aspirasyonbiyopsisisi yapıldı. Kemik iliği hipersellüler, M/E oranı
20 olan %85 L2 tipi blast içeren kemik iliğiydi. Hasta
flow sitometresi ile de birlikte değerlendirilerek prekürsör
B hücreli ALL-lenfoblastik lenfoma olarak değerlendirildi.HyperCVAD kemoterapisi verilmesi planlandı. Kronik
Hepatit B ‘si olan ve HBV DNA kopyası 1 milyonun üzerinde olan hastaya entekavir tedavisi başlandı. LP’si tekrarlanan hastanın bu kez BOS bakısında blastları mevcuttu. İntratekal metotreksat tedavisi başlandı.Organ
tutulumu açısından çekilen PET-CT’sinde tüm vücutta
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
yaygın tutulum izlendi. (RESİM 1-2) Hastanın skrotal usg
si yapıldı,sol testıste 19x16x24mm boyutlarında kıtlesel
lezyon ızlendi. 1. Kür 1. Kol Hyper CVAD tedavisi sonrası kemikiliği aspirasyonunda blastik natürde hücre izlenmedi. 3. İntratekal metoteksat sonrası LP de blastları
kaybolan hastaya 6 kez intratekal mtx. verilmesine rağmen SSS tutulum bulguları gerilemedi Testisteki tutulumuda 1 kür 2 kol Hyper CVAD tedavisine rağmen gerilemeyen hastanın kranial ve iki taraflı testis ışınlaması
yapıldı. Ardından kemoterapisine devam edildi. Yapılan
görüntülemelerinde tutulu alanlarda >%50 regresyon
izlenmesine rağmen hasta 2. Kür 2 kol tedavi sonrasında
septik şok nedeniyle kaybedildi.
Tartışma: ALL atipik prezentasyonla da karşımıza
gelebilmektedir. Başta hemogram, PY, LP bakısı normal
olmasına rağmen klinik şüphe halinde tetkiklere devam
edilmeli görüntülemelerdeki tutulu alanlardan biyopsi
yapılarak tanıya gidilmelidir
Şekil 1.
Şekil 2.
Bildiri: 0327
Poster No: P029
LARİNGEAL KARSİNOM TEDAVİSİNDEN SONRA
ORTAYA ÇIKAN TEDAVİ İLİŞKİLİ ERİTROLÖSEMİ
OLGUSU. Anıl Tombak1, Tolga Köşeci1, Alper Ata2,
Ebru Serinsöz Pfeifer3, Eyüp Naci Tiftik1. 1Mersin
Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Hematoloji Bilim
Dalı, 2Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Tıbbi
Onkoloji Bilim Dalı, 3Mersin Üniversitesi Patoloji Anabilim
Dalı,.
Amaç: Eritrolösemi (EL), eritroblastların baskın olmasıyla karakterizedir. Nadirdir; tüm akut miyeloid lösemi
(AML) vakalarının %2 – 4’ünü oluşturur (1,2). Birincil olarak ortaya çıkan akut EL, ikincil vakalardan daha fazla
görülür (2). Bununla beraber, sitotoksik ajanlara ve radyoterapiye (RT) maruz kalan hastalar, tedavi ilişkili AML
(t-AML) gelişimi açısından risk altındadırlar ve EL vakalarının yarısının t-AML olduğu bildirilmiştir (3,4).
Yöntemler: Kırk dokuz yaşındaki erkek hasta, hematoloji bölümümüze pansitopeni nedeniyle konsülte edildi
(WBC: 840/mm3, Hb: 11,5 gr/dL, plt: 126.000 /mm3).
Hastaya, nisan 2008 tarihinde, laringeal skuamoz hücreli karsinom teşhisi konulmuştu ve aynı zamanda akciğer metastazı saptanmıştı. Radikal boyun diseksiyonu
yapıldıktan sonra, adjuvan RT (13x250 Gy), takiben de
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
cisplatin + 5-FU tedavisi verilmişti. Hasta, bu rejimi tolere edememiş, 3. kürden sonra eylül 2008 tarihinde docetaxel tedavisi başlanmış ve 8 kür uygulanmıştı. Bu tedavi boyunca, akciğer lezyonlarının boyutunda artış olmamıştı. Bununla beraber, mayıs 2009’da, bölgesel laringeal nüks ve akciğer metastazlarının boyutunda artış saptandı. Bunun üzerine nisan 2009 tarihinde gemcitabine tedavisi başlandı. Gemcitabine tedavisinin başlangıcında, hastanın hemogramı normalken, 5. kürde, derece 4 trombositopeni ve nötropeni saptandı. Tedavi durduruldu, fakat 1 ay sonrasında, hasta hala pansitopenik
idi. Periferik yaymada, blastik hücreler ve normoblastlar görüldü. Kemik iliği aspirasyonunda; hücre içeriğinin
%31’inin eritroblastlar olduğu görüldü (Şekil). Kemik iliği
örneğinin sitogenetik incelemesinde, 7 hücrenin karyotipi
normal bulunurken, 8 hücrede rastgele kromozom kayıplarının olduğu görüldü ve bu durum, daha önce verilen
kemoterapötiklerle ilişkili bulundu. Sonuçta, t-AML (akut
EL) tanısı konuldu. Hasta, laringeal karsinom açısından
durağan hastalık kabul edildiği için, AML-M6 tedavisine
başlandı (cytarabine ve idarubicine).
Tartışma: t-AML tanısı, sitotoksik kemoterapi ve/
veya RT öyküsüne dayanır. Hastalığın ortaya çıkması için
yaklaşık 5 – 7 yıllık bir gizli dönem gerekir (3). Bununla
beraber, bizim hastamızda gördüğümüz gibi, t-AML ortaya çıkışı için gereken süre, 1 yıl kadar kısa da olabilir.
t-AML’den özellikle, kemoterapiden sonra görülen sitopeninin süresi uzuyorsa, birincil hastalık tedavisi için
geniş alan RT’si, cisplatin, docetaxel gibi sitotoksik ajanlar verilmişse şüphelenilmelidir. Ek olarak bu vaka, docetaxel ilişkili EL’nin bildirildiği ilk olgu sunumudur.
Şekil 1. Eritroblastlar
Bildiri: 0353
Poster No: P030
TİROZİN KİNAZ İNHİBİTÖRLERİ VARLIĞINDA
PHİLADELPHİA (+) ERİŞKİN AKUT LENFOBLASTİK
LÖSEMİDE TEDAVİ SONUÇLARIMIZ: ÖN RAPOR. Nuran
Ahu Baysal1, Şahika Zeynep Akı1, Elif Suyanı1, Zeynep
Arzu Yeğin2, Zübeyde Nur Özkurt3, Şermin Altındal1,
Merih Kızılçakar1, Kadir Acar1, Münci Yağcı1, Gülsan
Türköz Sucak1, Rauf Haznedar1. 1Gazi Üniversitesi
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Hematoloji Bilim Dalı,
Ankara, 2Meram Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Konya,
3
Kahramanmaraş Devlet Hastanesi, Kahramanmaraş
Amaç:
Erişkin
akut
lenfoblastik
lösemi (ALL) hastaları arasında çok yüksek riskli olarak
47
POSTER BİLDİRİLER
değerlendirilen Philadelphia (+) (Ph +) ALL’de tirozin kinaz
inhibitörlerinin(TKİ) çoklu kemoterapi (KT) protokollerine eklenmesi, tam yanıt (TY) ve sağ kalım oranları üzerinde önemli gelişmelere neden olmuştur. Bu çalışmada
TKI ların tedaviye katılımından sonra Ph (+) ALL tedavisi
ile ilgili donörü olan ve olmayan hastalarda tedavi sonuçlarımızın değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu çerçevede
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji B.D.’da takipli 18 Ph + ALL olgusunun TKI’nin varlığında elde edilen tedavi sonuçlarının dosya kayıtlarından geriye dönük
analiz edilmiştir.
Yöntemler: Ocak 2005- Ağustos 2010 tarihleri arasında takip edilmiş18 hasta [12 erkek, 6 kadın; ortanca yaş 32 (17- 63 yıl)] analiz edilmiştir. İndüksiyon tedavisine (13 hastada HiperCVAD, diğer 5 hastada CALGB,
BFM 95 ve TLG- ALL protokolü kullanılmıştır) TKI’ü 12
hastada eklenmiştir. İndüksiyon tedavisine dirençli kronik myeloid lösemiden dönüşüm 1 ALL olgusu hariç 13
hastada [8 hasta 1. moleküler tam yanıt (MTY), 3 hasta
1. hematolojik tam yanıt (HTY), 2 hasta > 1 HTY] tanıdan
itibaren ortanca 198,5 gün (79- 1972 gün) sonra HLA
tam uyumlu vericiden (13 kardeş, 1 akraba dışı) allojeneik kök hücre nakli (AKHN) yapılmıştır.
HLA uyumlu vericisi olmadığı için AKHN yapılamayan, kemoterapi ve TKI’leri ile tedaviye devam edilen 4
hasta 2 erkek [ortanca yaş 32 (20- 44 yıl)] ve 2 kadından
[ortanca yaş 54 (53- 55 yıl)] oluşuyordu.
Sonuçlar: AKHN yapılan 14 hasta 10 erkek [ortanca
yaş 30 (17- 55 yıl)] ve 4 kadından [(ortanca yaş 26 (21- 63
yıl)] oluşuyordu. AKHN öncesi Sorror komorbidite indeksi % 50 hastada >=3 olarak saptandı. Hazırlama rejimi olarak 9 hastada TBI/ siklofosfamid (Cy), 4 hastada
busulfan/ Cy ve 1 hastada fludarabin/melfalan kullanıldı. Hastalara ortanca 4,2 x 106/kg (1,77- 7,62 x 106/kg)
CD34+ kök hücre infüze edildi. AKHN sonrası 4 hastada
(% 28,5) idame tedavi olarak TKI kullanılabildi. Ortanca
532 gün (113-2888 gün) takip süresi sonunda 4 hasta
MTY’da (% 28,6) izlenirken 10 hasta (% 71,4) (4 hasta
nüks, 6 hasta nakil ilişkili nedenlerle) öldü.
AKHN yapılamayan hastalarda indüksiyon tedavisi
ile 3 hastada TY elde edilirken 1 hasta tedaviye dirençli idi. Ortanca gün (114- 730 gün) takip süresi sonunda 3 hastada ilerleyici hastalık saptandı. Ortanca 621,5
gün (197- 1304 gün) takip süresi sonunda 1hasta MTY’da
izlenirken 2 hasta hastalık, 1 hasta infeksiyon ilişkili
nedenle öldü.
Tartışma: HLA tam uyumlu kardeş vericisi olan Ph
(+) ALL hastalarında AKHN 1. TY’da uygulanmaktadır.
Myeloablatif hazırlama rejimleri ile nakil ilişkili ölüm
oranlarının yüksek olması bu hastalarda yeni tedavi
seçeneklerinin oluşturulması gerektiğini düşündürmektedir. Hasta sayımızın az olması nedeniyle AKHN ve KT/
TKI kullanımı arasında karşılaştırmalı analiz yapılamamıştır. Ancak TKI tedavisi öncesi döneme göre kök hücre
nakli dışındaki tedavi yöntemleri ümit verici olabilir.
Bildiri: 0259
Poster No: P031
SİTARABİNE IKİNCİL OTOTOKSİTİTE: OLGU SUNUMU.
Hakkı Onur Kırkızlar, Nurşen Gümüş, Seval Akpınar,
Muzaffer Demir. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç
Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, Edirne
Amaç: Sitarabin (1-Beta-D arabinofuranosil sitozin;
Ara-C) akut miyeloid lösemi (AML) tedavisinde kullanılan
en önemli antimetabolittir. Sitarabin özellikle miyelositer
seri üzerine etkili,güçlü bir kemik iliği baskılayıcı ajandır. Ani gelişen ve belirgin megaloblastik değişikliklerle
48
beraber olan anemi, trombositopeni, şiddetli lökopeniye neden olabilir. Diğer toksik etkileri gastrointestinal
bozukluk, stomatit, konjonktivit, geri dönüşümlü karaciğer enzim yüksekliği, kardiyojenik nedenli olmayan pulmoner ödem ve dermatittir. Bilinen en sık nörolojik toksititesi ise serebellar toksisiteye bağlı ataksi ve konuşma
bozukluğu şeklinde gözlenir. Serebral toksisite ise nöbet,
demans ya da koma şeklinde ortaya çıkabilir. Bu durum
intratekal uygulamayı takiben ya da yüksek doz sistemik
ilaç verilen, 50 yaş üzeri ve\veya böbrek işlevleri bozulmuş olan hastalarda görülür. Ancak salt kraniyal sinir
tutulumuna bağlı nöropatiler pek sık görülmemektedir.
Yüksek doz sitrabin tedavisi uygulanan ve nörojenik işitme kaybı olan bir olgu sunumunu bildirmek istedik.
Yöntemler: 44 yaşında AML-M4\M5 tanılı kadın
hastaya idarubisin+sitarabin (“3+7”) tedavisi verildi.
Sonrasında yapılan kemik iliği aspirasyon incelemesiyle tam remisyon olarak değerlendirildi ve idame tedavisi yüksek doz (3000 mg/m2) sitarabin olarak planlandı. 1. kurs yüksek doz sitarabin sonrası işitme güçlüğü
şikayeti olması nedeniyle, hasta Kulak Burun Boğaz hastalıkları (KBB) tarafından değerlendirildi. KBB bölümünce yapılan odiyometrik tetkiklerde %50 çift taraflı sensörinöral işitme kaybı saptandı. Bu dönemde ototoksisiteye yol açabilecek ilaç veya benzeri bir ürün kullanmamaktaydı. İşitme kaybına serebellar nörotoksik etkileri
bilinen sitarabinin neden olabileceği düşünülerek hastaya idame tedavisinin %50 azaltılmış doz olarak verilmesi planlandı. Hasta ototoksisite açısından haftalık odiyometri takibine alındı. Hastada sitarabinin nörotoksisitesi açısından yapılan serabellar sistem muayenesi normal olarak değerlendirildi. Kraniyal bilgisayarlı tomografisinde lösemik infiltrasyon lehine bulgu saptanmadı.
Tedavisinin %50 azaltılmış doz olarak verilmesine rağmen hastamızın odiyometrik takiplerinde işitme kaybında ilerleme saptandı. Hasta ve yakınları ile işitme kaybı
ve tedavi olmaması halinde oluşabilecek riskler görüşüldü. Hastanın %50 azaltılmış sitarabin tedavisine devam
edildi. Ancak 3. yüksek doz sitarabine tedavisi sonrasında periferik yayma incelemelerinde miyeloblastlara rastlanması nedeniyle yapılan kemik iliği aspirasyon ve akım
sitometri incelemelerinde tedaviye refrakter/nüks olarak
değerlendirildi. Hastaya fludarabin, sitarabine ve idorubisin (FLAG-IDA) bazlı reinduksiyon tedavisi başlandı.
Ancak hasta tedavi sonrası febril nötropeni ve fırsatçı
akciğer enfeksiyonu sonrasında hayatını kaybetti.
Sonuçlar: Sitarabinin başta serebellar toksisitesi
olmak üzere nörotoksik bir ajan olduğu bilinmektedir.
Ancak sitarabine bağlı ototoksitite bilinen bir yan etki
olmaması nedeniyle olguyu paylaşmak istedik.
Bildiri: 0287
Poster No: P032
AKUT BİLİNEAL LÖSEMİDE ÖZGÜN BİR TEDAVİ
YAKLAŞIMI. Hüseyin Salih Semiz1, Demircan Özbalcı2,
Ülkü Ergene2. 1Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi İç
Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Celal Bayar Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, Manisa
Amaç: Akut Bilineal Lösemi (ABL), tanım olarak iki
veya daha fazla fenotipik özellikte blastik hücrelerin yer
aldığı ve bu farklı fenotipteki blastik hücrelerin bir kısmının myeloid, diğerlerinin lenfoid işaretleri taşıdığı
nadir bir lösemi türüdür. Prognozu iyi olmayan bu lösemi türünde standart bir tedavi önerisi bulunmamaktadır.
Yöntemler: 58 yaşında kadın hasta beş gündür sağ alt
ekstremitede tek taraflı ağrı ve şişlik yakınması ile başvurdu. Başvurusu sırasında yapılan fizik bakısında ateş,
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
lenfadenopati ve organomegali saptanmadı; sağ alt ekstremite çapı sola kıyasla artmıştı. Doppler USG ile derin
ven trombozu tanısı alan hastanın bakılan hemogramda
Hg: 10,5 gr/dl, Htc: 31%, WBC: 102300/μL, Plt: 87000/
μL idi. Kemik iliği aspirasyonunda; kemik iliğinde görülen
çekirdekli hücrelerin %80’den fazlasını atipik mononükleer hücreler oluşturuyordu; bu hücreler farklı boyutlarda,
dar bazofil sitoplâzmalı, çekirdek kromatin yapısı olgunlaşmamıştı, bazılarında 1-2, hatta 3 çekirdekçik bulunması üzerine akut lösemi olarak değerlendirildi. Akım
Sitometri’de CD5: %29,CD10: %97,1,CD13: %82,5,CD19:
%93,CD19+CD5: %28,9,CD20: %46,1,CD22: %91,CD33:
95,8,CD34: %99,8,CD10+CD19: %67,8,TdT: %86,1
saptandı. Blastlarda myeloid ve lenfoid göstergelerin eş zamanlı salınımı saptandı. ABL tanısı konarak
Vinkristine-Sitarabin-Deksametazon-İdarubisin tedavisi başlandı. FISH’le bakılan t(9;22)’nin %100 müsbet
gelmesi üzerine İmatinib 400 mg/gün tedavisi eklendi.
Kemoterapinin 42. gününde Hg: 10,9 gr/dl, WBC: 2800/
μL PLt: 93000/μL iken tekrarlanan kemik iliği aspirasyonunda blast oranı %5’in altında saptandı. İmatinib tedavisi ile taburcu edildi ancak indüksiyon tedavisi sırasında ağır fungal akciğer enfeksiyonu geçirdiğinden konsolidasyon tedavisi ertelendi. Taburcu olduktan üç ay sonra
Hg: 13,4 gr/dl, WBC: 40100/μL, Plt: 57000/μL saptandı.
Yapılan periferik yaymada ve kemik iliği aspirasyonunda tanı anındakilerle aynı görünümsel özelliklere sahip
blastik hücreler saptandı. Relaps ABL tanısı ile FLAG-İda
kemoterapisi başlanarak, İmatinib’e devam edildi ancak
kemoterapinin 11. gününde WBC: 5600/μL saptandı, periferik yaymada görülen hücrelerin tamamı blastik
hücrelerden oluştuğu için dirençli ABL tanısı düşünülen
hastaya 14.07.2010 tarihinde düşük doz Sitarabin kemoterapisi başlandı. FISH ile t(9;22) % 92 müspet saptanınca 23.07.2010 tarihinde Dasatinib 140 mg/gün başlandı.
Kemoterapinin 25. gününde Hg: 9,2 gr/dl, WBC: 400/μL,
PLt: 13000/μL idi, bunun üzerine 5-Azasitidin tedavisi
başlandı. Kemoterapisinin 7. gününde iken genel durumu iyi, fizik bakısı normal olan hastanın kemoterapinin
13. gününde Hb: 10,9 gr/dl, Htc: 31,4 %, WBC: 2600/μL,
Neu: 1600/μL, Plt: 133.000/μL saptandı.
Tartışma: Taramalarımızda, İmatinib direnci ile seyreden ve tedavisi kesilerek Dasatinib verilen; ayrıca
Dasatinib ile birlikte 5-Azasitidin tedavisi başlanan olguya rastlanmamıştır. ABL, tanısı ve tedavisi oldukça güç
nadir bir lösemi türüdür, kliniğimizde halen takip etmekte olduğumuz vakamızın tedavi sürecini paylaşmak
istedik.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Hematolojik Malignitelerde Sitogenetik ve Moleküler
Biyoloji / Immunofenotipleme
Bildiri: 0396
Poster No: P033
TÜRK POPULASYONUNDA AİLEVİ HEMOFAGOSİTİK
LENFOHİSTİYOSİTOZ HASTALIĞINDAN SORUMLU
MUNC13-4 GENİNİN MUTASYON SPEKTURUMU. Günay
Balta1, Selin Aytaç Elmas1, Şule Ünal1, Bahattin Tunç2,
Yıldız Yıldırmak3, Nursel Elçioğlu4, Ünsal Özgen5,
Tülin Şaylı2, Ümran Çalışkan6, Mehmet Fatih Azık2,
Türkan Patıroğlu7, Duygu Uçkan Çetinkaya1, Mualla
Çetin1, Fatma Gümrük1, A. Murat Tuncer1, Aytemiz
Gürgey1. 1Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 2SSK Dışkapı Hastanesi, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 3Şişli Etfal EAH, Pediatrik Hematoloji Bölümü,
4
Marmara Üniversitesi, Çocuk Genetik Bilim Dalı, 5İnönü
Üniversitesi, Turgut Özal Tıp Merkezi, Pediatri Anabilim
Dalı, 6Konya Selçuk Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 7Erciyes Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji Ünitesi
Amaç: Ailevi hemofagositik lenfohistiyositoz (FHL),
ülkemizde kalıtsal hastalıklar arasında önemli bir sağlık sorunu haline gelen, dünyada nadir gözlenesine karşın, akraba evlilikleri nedeniyle neredeyse ülkemize özgü
hastalık sayılabilecek sıklıkta gözlenen, otozomal çekinik bir immun fonksiyon bozukluğu hastalığıdır. Genetik
olarak heterojen olan hastalığın patolojisinden sorumlu genlerden birinde mutasyon gösterilmesi, tedavi edilmezse ölümcül bu erken çocukluk çağı hastalığının ayırıcı tanısı, uygun şekilde tedavisi ve prenatal tanısı açısından hayati öneme sahiptir. Bu çalışmada, Perforin
ve Syntaxin 11 genleriyle karşılaştırıldığında, çok daha
büyük ve polimorfik olması nedeniyle çalışılması çok
daha zor olan Munc13-4 genindeki moleküler patolojilerin aydınlatılarak, mutasyonların coğrafi bölgelere göre
dağılımlarının belirlenmesi ve sonuçta hastalarımıza
katkı sağlanması hedeflenmiştir.
Yöntemler: 2004-2010 yılları arasında araştırılmak
üzere merkezimize yönlendirilen, aralarında akraba evliliği olan veya aynı köyden ebeveynlerden gelip, HLH tanı
kriterlerini taşıyan 180 muhtemel FHL hastası aile bireyleriyle beraber, Munc13-4 geni açısından haplotip analizine alınmış, homozigot haplotip gözlenen hastalarda
genin 32 ekzonunda tek tek direkt DNA dizi analizi yapılmıştır.
Sonuçlar: Birbirleriyle ilişkisiz toplam 18 ailede (15
akraba evliliği, 3 aynı köy) 8 farklı homozigot moleküler patoloji saptanmıştır: Güney Doğu’dan 5, Doğu
Anadolu’dan 1 olmak üzere toplam 6 ailede saptanan Arg214Ter (R214X) nonsense mutasyonunun, Türk
populasyonunda gendeki en yaygın, tüm FHL mutasyonları içerisinde 3. yaygın mutasyon olduğu anlaşılmıştır. Doğu Anadolu’dan homozigot Perforin A91V değişimi saptadığımız 1 hastada 2135-2137delTCG delesyon, Doğu Karadeniz ve ilk kez Kala-azar-FHL birlikteliği gösterdiğimiz kuzey İç Anadolu’dan birer ailede
627delT çerçeve kayması, Doğu Karadeniz’den ikişer ailede Arg414Cys (R414C) ve Leu403Pro (L403P) missense, İç Anadolu’dan ikişer ailede IVS9+1G>T splicing ve
Leu1044Arg (L1044R) missense ve kökeni bilinmeyen 1
ailede Arg1065Ter (R1065X) nonsense mutasyonları saptanmıştır.
Tartışma: Bu çalışmada, FHL’den sorumlu Munc13-4
geninin Türk populasyonundaki mutasyon specturumu
ilk kez çıkarılabilmiş, nadir bir hastalık olmasına ve tüm
49
POSTER BİLDİRİLER
çalışma zorluklarına rağmen 18 FHL ailesindeki patolojiden 8 farklı mutasyonun sorumlu olduğu tesbit edilebilmiştir. Araştırma sonuçlarından, Munc13-4 gen mutasyonlarının ülkemizde Perforin’den sonra ikinci sıklıkta
gözlendiği, mutasyon spectrumunun diğer FHL genlerine göre daha heterojen olduğu, özellikle Doğu Karadeniz
bölgesini de içine alan daha geniş bir coğrafyada dağılım gösterdiği, belli mutasyonların belli coğrafi bölgelerde gözlendiği ve bir mutasyonun ülkemizde yaygın olduğu
anlaşılmış ve böylece ailelerin önce geldikleri, sonra çevre
bölgelerdeki yaygın mutasyonlar açısından araştırılarak,
hastaya katkı sağlayabilecek bir süre içerisinde sonuç
alınabilmesi olanağı doğmuştur. TUBİTAK (105S3863193) ve TUBA desteklemiştir.
Bildiri: 0202
Poster No: P034
YÜKSEK ÇIKTILI FISH PANELİ (HIGH – THROUGHPUT
FISH ANALYSIS) ANALİZLERİ: HEMATOLOJİK
MALİGNİTE ANALİZİNDE HASSAS YENİ BİR TARAMA
SEÇENEĞİ. Hakan Savlı, Nilüfer Üzülmez, Deniz
Sünnetçi, Esen Gümüşlü, Buket Engüzel, Seda Eren,
Zeynep Ünal, Duygu Yavuz, Ramiz Akkoyunlu, Naci
Çine. Kocaeli Üniversitesi Tıp fakültesi, Tıbbi Genetik Ana
Bilim Dalı, Kocaeli
Amaç: Hematolojik maligniterin tanısınıda bakteri
yapay kromozomu (BAC) kullanılarak geliştirilmiş çoklu
problar hedef genlerdeki genomik değişikliklerin bulunmasını ve haritalanmasını kolaylaştıran yeni bir tanı yaklaşımıdır. Bu yöntemle, konvansiyonel tekniklerden farklı olarak birden çok delesyon-duplikasyon bölgeleri aynı
anda taranabilmekte ve hematolojik bir yaklaşım sağlamaktadır. High-Throughput FISH Analises platformları
hematolojik malignitelerle ilişkili somatik kromozomların
31 bölgesini içermektedir.
Yöntemler: Bu çalışma kapsamında Kocaeli
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Polikliniği’nden
lösemi ön tanısıyla gönderilen 4 olgu analiz edildi.
Protokole göre lekelenen DNA örnekleri High-Throughput
FISH Analises (BlueGnome Ltd, Cambridge, UK)platformları ile hibridize edildi ve taranarak (Agilent Microarray
Scanner; Agilent Technologies, Palo Alto, CA) BlueFuse
Multi v2.1 yazılımı (BlueGnome Ltd, Cambridge, UK) yardımıyla analiz edildi.
Sonuçlar: Elde edilen verilere göre bir hastada,
5(q21.2)-q33.3) bantları arasında 55,414,419.5 bp boyutlarında bir delesyon varlığı saptanmıştır. Bir hastada
7(p22.3-q31.3) bantları arasında 118,801,746.5 bp boyutunda, 7(q31.3-q35) bantları arasında 17,543,770.0 bp
boyutunda, 7(q35-q36.3) bantları arasında 11,622,058.0
bp boyutunda olmak üzere 3 delesyon varlığı saptanmıştır. Bir diğer hastada 3q11.2 bölgesinde 558,808.5 bp
boyutunda duplikasyon varlığı saptanmıştır. Bir olguda
bu panele yönelik bir değişiklik izlenmedi.
Tartışma: Sonuçlanan iki olgu Klinik Hematoloji
Anabilim Dalı, tarafından AML-MDS ayrıcı tanısında kullanılmış ve verdiğimiz sonuca göre iki hastanın tanı ve
tedavileri şekillenmiştir. Elde ettiğimiz ön bulgular BAC
tabanlı çoklu FISH arraylerinin hematolojide etkin ve
hızlı bir şekilde uygulanabileceğini göstermektedir.
50
Bildiri: 0307
Poster No: P035
LÖKOMOGENEZ’DE
YENİ
BİR
YAKLAŞIM
OLARAK İFADESİNDE ARTIŞ GÖZLENEN GEN
4 (URG4)’ÜN SİNYAL İLETİM YOLAKLARINDAKİ
GEN EKSPRESYONLARI İLE KORELASYONUNUN
ARAŞTIRILMASI. Yavuz Dodurga1, Yeşim Oymak2,
Cumhur Gündüz3, Lale N Şatıroğlu Tufan4, Canan
Vergin2, Nazan Çetingül5, Çığır Biray Avcı3, Nejat
Topçuoğlu3. 1Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi
Biyoloji Anabilim Dalı, Denizli, 2Dr. Behçet Uz Çocuk
Hastanesi, Hematoloji ve Onkoloji Bölümü, İzmir, 3Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı,
İzmir, 4Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik
Anabilim Dalı, Denizli, 5Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Pediatrik Onkoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Şatıroğlu-Tufan ve arkadaşları tarafından
yapılmış olan araştırmada, HBV X proteini varlığında ekspresyonunda artış gözlenen özgün-yeni bir gen
tanımlanmış ve “Up-Regulated-Gene-4 (URG4)” olarak
isimlendirilmiştir. Temel yapı karakterizasyonu yapılan
URG4’ün tam sekansının 3.607 kb olduğu ve sitoplazma
içinde 922 aminoasit içeren bir protein sentezlediği tespit
edilmiştir. Ayrıca URG4’ün 7. kromozomun kısa kolunda
(7p13) lokalize olduğu ve daha önce tanımlanan genler ile
herhangi bir uyum/homoloji göstermediği bulunmuştur
(GeneID: 55665, Entrez Nükleotid ID NM_017920).Yeni
onkogen adayı URG4’ün ve hücre döngüsünde rol alan
bazı genlerin lökomogenezdeki işlevsel rollerinin RNA ifadesi düzeyinde kantitatif olarak araştırılması amaçlandı.
Elde edilecek bulgular ile klinik olarak anlamlı olabilecek
yeni bir gen profil modeli geliştirilmesi ve bunların akut
lösemide prognostik önemi araştırıldı.
Yöntemler: Çalışmamıza 0-18 yaş aralığında 36 ALLAML olgusu (15 prekürsör B-ALL, 10 T-ALL ve 11 AML) ve
kontrol grubuna ait 6 kemik iliği aspirasyon örneği ayrıca
pozitif kontrol grubuna ait 6 kemik iliği aspirasyon örneği
ayrıca pozitif kontrol olarak CCRF-CEM (akut lenfoblastik lösemi-T hücre) hücre hattı dahil edildi. RNA izolasyonundan sonra, RT-PZR reaksiyonunun ilk ürünü olan
komplementer DNA sentezi gerçekleştirildi. Sonrasında
ilgili reaksiyon karışımları hazırlanarak 96 kuyucuklu
mikroplaka ve LightCycler 480 Gerçek zamanlı (RT)-PZR
platformu kullanılarak kantitatif analiz yapıldı.
Sonuçlar: Ekspresyon analizleri sonucunda T-ALL
grubunda, CHEK1, URG4, CCNG1, CCNC, CDC16,
KRAS, CDKN2D; Prekürsör B-ALL grubunda CCND2,
ATM, CDK8, CHEK1, TP53, CHEK2, CCNG2, CDK4,
CDKN2A, E2F4, CCNC, KRAS; AML grubunda CCND2,
CDK6 genlerinde ekspresyon artışları, kontrol grubu
olgularına göre anlamlı oldukları saptandı. Risk grupları içinde URG4 gen ekspresyonu değerlendirildiğinde, yüksek risk grubunda URG4 geni 40,44 kat, orta
risk grubunda 3,27 kat (p=0,031) ve standart risk grubunda 3,28 kat (p=0,008) ekspresyon artışı saptandı.
İndüksiyon sağaltımına ilk yanıtları yetersiz olan prekürsör B-ALL ve T-ALL’li olgularda URG4 geninde 53,29 kat
artmış ekspresyon gözlendi. Ancak bu artış olgu sayısının azlığı nedeniyle istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0.29). İndüksiyon sonunda hala remisyon sağlanamayan iki olguda bu artış 204,48 kat olarak saptandı.
Tartışma: Bu ön çalışmada çocukluk çağı akut lösemilerinde URG4 geni ve hücre döngüsünde yer alan bazı
genlerin lökomogenezde etkinlikleri ve prognoz ile ilişkileri araştırıldı. Lökomogenez ile ilişkili gen profillerinin ve
bunların prognoz ile ilişkilerinin saptanması risk grup-
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
larının daha net belirlenmesini sağlarken ayrıca bunlara
yönelik hedef sağaltımları gündeme getirecektir.
Bildiri: 0517
Kromozom 13 FISH çalışması (In situ)
Poster No: P036
MULTİPL MYELOMA HASTALARINDA MOLEKÜLER
SİTOGENETİK (FISH) VE SİTOGENETİK ANALİZ
SONUÇLARI: TEK MERKEZDEN 106 HASTANIN
VERİLERİ. Gönül Ogur1, Fatma Ekici1, Hilmi Atay2,
Feride Duru3, Ümmet Abur1, Mehmet Turgut2.
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik
Anabilim Dalı, 2Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Tıp Fakültesi
Hematoloji Anabilim Dalı, 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi,
Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı,
Amaç: Multiple myeloma, kemik iliğinde plasma hücrelerinin kontrolsüz çoğalımı temelinde gelişen bir kemik
iliği neoplazisidir. Hastalığın denetimi ve tedavisinde
genetik değişikliklerin belirlenmesi prognostik bir önem
taşımaktadır. Bu nedenle MM lu hastalarda sitogenetik
ve moleküler sitogenetik çalışmaların (FISH) rutin olarak uygulanmasının önemi giderek artmaktadır. Bu çalışmamızda Multiple Myeloma tanısı ile merkezimize refere edile 106 hastanın FISH ve konvansiyonel sitogenetik
analiz sonuçlarını sunmaktayız
Yöntemler: FISH çalışmaları için tüm hastalarda, kromozom 13 (13q14; 13q34), kromozom 17p ve kromozom
11q ile ilgili problar [P53(17p13.1) ve ATM (11q 22.3)]
kullanıldı. Yine tüm hastalarda en az 2 farklı yöntemle (Direkt/24 st. inkübasyon) konvansiyonel sitogenetik
analiz gerçekleştirildi.
Sonuçlar: Hastaların yaş ortalaması 64, yaş sınırı 36-83 yıl idi. Hasta grubunun 51 i kadın 55 i ise
erkek idi. 106 olgunun 47 sinde (%44.4) FISH ile patolojik sonuç elde edildi. Bunlardan %80.9 u (38 olgu) kromozom 13 delesyonlarını (del 13q14 ve/veya del 13q34),
yaklaşık %20 si ise p53 delesyonları ve ATM değişikliklerini yansıtmakta idi (Şekil1). 2 olgu dışında tüm hastalarda (%98) karyotip elde edildi. 61 olguda (%57.6), kromozom anomalisi gösterildi. Bunların hemen tümü yapısal kromozomal anomalilerini içermekte idi [del(13q), Y
kromozom eksikliği, del(6q), kromozom 1p, 1q, 3p, 3q,
4q, 5p, 7q, 11q, 14q, 15, 17p,19q ve Xq ile ilgili kompleks
anomaliler](Şekil 2 ve 3). %12 sinde kompleks yapısal
anomalilere, öncelikli olarak hiperdiploid, daha az oranda
ise hipodiploid klonlar eşlik etmekte idi. Kompleks kromozom anamalisi olan ve hiperdiploid klonlar yansıtan 7
olgudan 3 ünün, excitus olduğu öğrenildi (%43).
FISH ve sitogenetik analiz sonuçları karşılastırıldığında 33 patolojik FISH olgusunda karyotipin normal olduğu, 16 olguda ise FISH normal olduğu halde karyotipin
patolojik olduğu belirlendi. 12 olguda ise her 2 analiz de
patolojik idi.
Tartışma: Multiple Myelomalı hastaların tümünde,
gerek sitogenetik gerekse FISH panellerinin hasta takibindeki etkin rolleri nedeni ile, rutin uygulanması gerektiği kanısındayız.
Şekil 1. Del 13/Monosomi 13
MM Karyotip (Olgu RO)
Şekil 2. Kompleks Anomaliler
MM Karyotip 1 (Olgu FC)
Şekil 3. Kompleks Anomaliler
Bildiri: 0498
Poster No: P037
OVERDE
GÖRÜLEN
FOLİKÜLER
LENFOMA
OLGULARININ KLİNİKOPATOLOJİK ÖZELLİKLERİ.
Nazan Ozsan1, Brent Bedke2, Mark E. Law2, Gary
L. Keeney2, Ahmet Dogan2, Andrew L. Feldman2.
Ege Üniversitesi Patoloji Anabilim Dalı, İzmir, Türkiye,
Department of Laboratory Medicine and Pathology, Mayo
Clinic, Rochester, MN, USA
Amaç: Overde görülen lenfomaların büyük kısmı B
hücre fenotipindedir; bunlar arasında en sık rastlanan
tipler Burkitt lenfoma ve diffüz büyük B hücreli lenfomadır. Overde folliküler lenfoma oldukca nadir görülür
1
2
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
51
POSTER BİLDİRİLER
ve klinikopatolojik özellikleri tam olarak ortaya konmuş
değildir. Bu çalışmanın amacı ilk olarak overde tanı alan
folliküler lenfoma olgularının klinik, morfolojik, immunofenotipik ve genetik özelliklerini araştırmaktır.
Yöntemler: Bu çalışmaya Mayo Clinic, Rochester, MN
Patoloji Bölümü arşivinde ilk tanısını over materyalinde
almış 16 folliküler lenfoma olgusu dahil edilmiştir. Klinik
bulgular incelenmiş. morfolojik özellikler tekrar değerlendirilmiş, olgulara ait parafin bloklardan elde edilen kesitlerde CD20, CD3, CD10, Bcl2 ve Bcl6 antikorları kullanılarak immunhistokimyasal inceleme ve LSI IGH/BCL2
dual color dual füzyon probu, BCL6 ve BCL2 için LSI dual
color break-apart probları kullanılarak interfaz floresan
in situ hibridizasyon (FISH) incelemeleri yapılmıştır.
Sonuçlar: Hasta yaşları 38-73 (ortalama 58) arasında
değişmektedir. Evre IE olarak belirlenen dört olguda tek
taraflı over tutulumu saptanmıştır. Evre IIE olarak değerlendirilen üç olguda heriki over tutulumu yanısıra birinde omentum, diğerinde tuba uterina, üçüncüsünde inguinal lenf nodülü infiltrasyonu bulunmuştur. Altı hastanın tanı anında ileri evre hastalığa sahip olduğu görülmüştür. Tek over tutulumu ile giden yedi olguda (Evre 1
olguların tümü ve klinik evreleme bilgisine ulaşılamayan
üç olgu) WHO grade 3a olup diğer olgular grade 1 ya da 2
olarak saptanmıştır. Olguların tümü CD20 ve Bcl6 pozitif
bulunmuştur. CD10 ve Bcl2 EvreIE olan dört olguda ve
tek overe sınırlı diğer üç olguda negatif saptanmış, bunların dışındaki olgularda pozitif bulunmuştur. FISH ile
olguların yedisinde IGH/BCL2 füzyon (tümü Evre II-IV)
bulunmuş, IGH/BCL2 pozitif olguların ikisinde ayrıca BCL6 rearanjmanı saptanmıştır. Olguların tümünde ooferektomi uygulanmış olup, bilgisine ulaşılan olgulardan 11 hastada kemoterapi ve/veya radyoterapi (RT)
uygulanmış, bir hastaya sadece RT verilmiş, Evre IE olguların ikisinde ek bir tedavi verilmemiştir. İzlem bilgisine
ulaşılan olgularda, 6 ay ile 14 yıl arasında değişen izlem
sonuçlarına göre, üç olgu (tümü Evre III/IV) tanıdan 3,
6, 7 yıl sonra hastalık nedeniyle ex olmuş, üçünün hastalıklı olarak, yedi olgunun hastalıksız olarak yaşamakta
olduğu saptanmıştır.
Tartışma: Olguların daha büyük kısmının ileri evre
hastalığa sahip olduğu görülmüştür, bu olguların tümü
Bcl2 pozitif olup, histolojik derecesi düşük olan (WHO
Grade I-II) olgulardır. Tek over tutulumlu, dördü Evre
I olduğu bilinen yedi olgunun tümünün, yüksek histolojik evre yanısıra immunhistokimyasal olarak CD10 ve
Bcl2 negatif, IGH/BCL2 füzyon açısından negatif oldukları saptanmıştır. Bu ikinci grup olgunun, yüksek histolojik grade/ erken klinik evre birlikteliği gösterdiği bildirilen diğer ekstranodal folliküler lenfoma olguları ile benzer immünolojik ve biyolojik karakteristikleri içerebileceği sonucuna varılmıştır.
Bildiri: 0316
Poster No: P038
MOBİLİZASYON BAŞARISINI ÖNGÖREN YENİ BİR
BELİRTEÇ: BAZAL ÇEVRESEL KAN CD34 POZİTİF
HÜCRE DÜZEYİ - ÖN SONUÇLAR. Çiğdem Sönmez,
Arzu Yurtcu, Mevlüde Kurdal, Funda Aydın, Fatma
Özgür, Ayşegül Tetik, Itır Demiriz, Hülya Arslan,
Meltem Yüksel, Emre Tekgündüz, Fevzi Altuntaş.
Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kök Hücre
Nakli Merkezi ve Hematoloji Laboratuvarı Ankara
Amaç: CD34 pozitif erken progenitör hücreler çevresel kandaki çekirdekli hücrelerin %0,06’sını oluşturur.
Büyüme faktörü ve/veya kemoterapi gibi mobilizasyon
rejimleri sonrası çevresel kanda CD34 pozitif progenitör
52
hücre sayısı artışı aferez yöntemiyle yeterli miktarda kök
hücre toplanmasına olanak tanır. Ancak olguların %1030’unda yeterli miktarda kök hücre toplanması başarılamamaktadır. Bu durumu olgu ve olguyla ilişkili çok çeşitli faktörler etkileyebilmektedir. Bu çalışmada bazal CD34
pozitif hücre sayısı ile mobilizasyon başarısı arasında bir
ilişki olup olmadığı araştırılmıştır.
Yöntemler: Ekim 2009-Haziran 2010 dönemleri arasında periferik kök hücre mobilizasyonu öncesi 35 olgunun bazal CD34 değerine bakıldı. CD34 tayini FacsCalibur
model akım sitometri cihazı (Becton Dickinson, CA, USA)
kullanılarak BD Stem Cell Enumeration kiti ile yapıldı.
Olguların 7’u kadın, 28’i erkek olup 17’i multiple miyeloma, 10’i NHL ve 8’i hodgkin lenfoma tanısı ile izlenmekteydi. Olguların 8’u bir basamak, 23’ü iki basamak, 4’ü
üç ve daha fazla basamak kemoterapi protokolü almıştı.
Olguların 8’i sınırlı alan radyoterapi almıştı. Mobilizasyon
rejimi olarak G-CSF (filgrastim 10 μg/kg/gün) veya siklofosfamit (4g/m2/gün) +G-CSF verildi.
Sonuçlar: Olguların bazal CD34 pozitif hücre değeri
ortanca 1,68/μL (Aralık: 0,05–4,6/μL) tespit edildi. Bazal
CD34 pozitif hücre değerlerine göre 3 gruba ayrılan olguların bazal periferik kan CD34 pozitif hücre sayısı, işlem
başına toplanan CD34 pozitif hücre sayısı ve ürün toplam CD34 pozitif hücre sayıları Tablo-1’de özetlenmiştir.
Tartışma: Bazal çevresel kan CD34 pozitif hücre >3/
μL üzerinde olanlarda hem işlem başına ürün CD34+
hücre sayısı hem de ürün toplam CD34 pozitif hücre
sayısı daha fazla elde edilmektedir. Bu nedenle bazal çevresel kan CD34 pozitif hücre düzeyi mobilizasyon başarısını öngören yeni bir belirteç olarak kullanılabilir. Ancak,
mobilizasyon başarısına birçok faktör etki etmektedir.
Bu nedenle bu ön sonuçların daha standardize edilmiş
ve daha fazla sayıda hastayla yapılan çalışmalarla doğrulanmasına ihtiyaç vardır.
Tablo-1. Bazal CD34+ hücre değerlerine göre işlem özellikleri
Grup
N
I
15
II
14
1,9 (1.01-3,0)
3,44
4,35
2 (1-3)
III
6
3,6 (3.01-4,6)
5,10
5,75
1 (1-2)
Bildiri: 0156
Bazal çevresel
Ürün
CD34+ hücre CD34+ hücre sayısı
sayısı (μL)
(x106/kg)
İşlem başına
0,46(0,05-1)
1,78
Ürün
CD34+ hücre
sayısı (x106/kg)
Toplam
İşlem sayısı
Ortanca
(aralık)
3,21
2 (1-4)
Poster No: P039
AKTİVASYON İLE UYARILAN SİTİDİN DEAMİNAZIN
TRANSKRİPSİYON SEVİYESİNDE ANTİFOSFOLİPİD
SENDROMUNA KATKISI. Veysel Sabri Hançer1, Tuğba
Varlık1, Murat Büyükdoğan2, Tuncay Altuğ1, Reyhan
Küçükkaya3. 1İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
Tıbbi Biyoloji Ve Genetik Anabilim Dalı, 2Gayrettepe
Florence Nightingale Hastanesi, Genetik Hastalıklar Tanı
Merkezi, 3İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç
Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: Antifosfolipid sendromu (AFS), arteriyel ve
venöz tromboz eğilimi, tekrarlayan düşükler ve antifosfolipid antikorlarının varlığı ile karakterizedir. Sendromun
patogenezi tam olarak aydınlatılamamakla beraber, klinik tablodan negatif yüklü fosfolipidler ve fosfolipidprotein komplekslerine karşı oluşmuş olan antifosfolipid antikorlarının (lupus antikoagülanı, antikardiolipin
antikorları ve anti-β2 glikoprotein-I antikorları) sorumlu
olduğu düşünülmektedir. Aktivasyon ile indüklenen sitidin deaminaz (AID), antikor dağarcığının çeşitlenmesinde
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
rol alan 3 reaksiyon için gereklidir. Bunlar Somatik
hipermutasyon (SHM), sınıf çevrim rekombinasyonu
(CSR) ve gen dönüşümü’dür. AID’in Ig dışı genlerde de
DNA hasarı oluşturma ve genom stabilitesini bozma olasılığı vardır. Ig genleri SHM geçirirler, fakat bazı istisnalar dışında mutasyon geçiren hücrelerdeki diğer genlerin çoğu bundan korunur. Bu genlerin SHM’den korunuşunun, AID’in düzenlenmiş olmasına bağlı olduğu görülmektedir. Çünkü aşırı AID sunumu normal B hücrelerinde SHM gelişmeyen birkaç gende mutasyona neden
olmaktadır. Bir çalışmada, AID-/- farelerde dalağın
büyüdüğü ve IgM miktarında artış olduğu gösterilmiştir.
Çalışmamızda, AID gen ekspresyonunun AFS’ye katkısının varlığı araştırıldı.
Yöntemler: 100 AFS hastası ile 100 sağlıklı erişkin
bireyden alınan kan örneklerinden periferik mononükleer hücreler izole edilip, bu hücrelerden total RNA ayırımı gerçekleştirildi. cDNA sentezlenip, hedef gen AID ve
referans gen hipoksantin fosforibozil transferaz (HPRT1)’e
özgü tasarlanan primer ve problar kullanılarak nicel gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (Q RT-PCR) gerçekleştirildi.
Sonuçlar: Pfaffl hesaplaması ile AFS hastalarındaki
hedef gen olan AID’in ortalama mRNA miktarının, sağlıklı
erişkin gruptakinin yarısı kadar olduğu saptandı.
Tartışma: AID miktarı, AFS olgularında normallerin yarısı kadar olup, hastalık progresyonu ile ilgili bir
parametre olabileceği yönünde bulgular elde edilmiştir.
Miktar azlığı, otoantikor gelişimini destekliyor görünmektedir. Daha geniş serilerde uzun süreli takipler ve çok
yönlü analizlerle önemi gösterilebildiği takdirde, sadece QRT-PCR ile tetkik edilebiliyor olması nedeniyle klinik
kullanımda yararlanılacak bir parametre olabilir.
Bildiri: 0306
Poster No: P040
ALLOJENİK KÖK HÜCRE NAKLİ SONRASI STR İLE
KİMERİZM ANALİZİ VE KLİNİK SONUÇLARI: ANKARA
ONKOLOJİ HASTANESİ KÖK HÜCRE NAKLİ MERKEZİ
DENEYİMİ. Mevlüde Kurdal, Emre Tekgündüz,
Çiğdem Sönmez, Meltem Yüksel, Fevzi Altuntaş.
Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kök Hücre
Nakli Merkezi ve Hematoloji Laboratuvarı, Ankara
Amaç: Son yıllarda hematoloji ve kök hücre çalışmalarında moleküler tekniklerin sayısı ve önemi hızla
artmaktadır. Bunlar arasında yer alan Short Tandem
Repeats (STR) analizleri ile allojenik hematopoetik kök
hücre nakli (AHKN) sonrası kimerizm analizi, dünyada giderek artan sayıda merkez tarafından uygulanır
hale gelmiştir. Ünitemiz Hematoloji-Moleküler Genetik
Laboratuarında STR ile kimerizm analizi yapılan 41 olgunun verileri geriye dönük olarak analiz edildi.
Yöntemler: Kimerizm işlemi için AKHN öncesinde verici ve hastanın DNA’ları izole edilerek nakil öncesi profil elde edildi. Nakil sonrasında +30.gün, +60.gün, +90.
gün, +180.gün ve 1.yılda hastanın profili değerlendirildi. Verici ve hasta hücrelerinin ayırımında bilgilendirici genetik belirleyicilerden (Allelic Ladder) yararlanıldı.
Kullanılan optimal DNA miktarı 0,5-1 ng arasında idi.
Ünitede ABI 310 Genetic Analyzer cihazinda AmpFISTR
Idendifier PCR Kiti kullanılmakta ve 16 bölge (CSF1PO,
D2S1338, D3S1358, D5S818, D7S820, D8S1179,
D13S317, D16S539, D18S51, D19S433, D21S11, FGA,
TH01,
P0X T, vWA) taranmaktadır. STR (GeneScan) ile
yapılan kimerizm değerlendirmelerinde, fragment analizi ABI GeneMapper v4.0 analiz programı ile otomatik olarak yapılarak ve “Leukemia 2001; 15: 303–306” makalesi
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
referans alınarak hesaplama yapılmıştır. Hematopoetik
hücrelerin >%95 üzerinde verici tipinde olması tam kimerizm, %5-95 arasında verici tipinde olması karma kimerizm, <%5 altında verici tipinde olması ise engraftman
yetmezliği olarak tanımlanmıştır. Karma kimerik yapı
gözlenen olgularda donör lenfosit infüzyonu (DLI) protokolü uygulanmıştır. DLI işlemine 1x10E7 CD3+ hücre/kg
infüzyonu ile başlanıp yanıta göre 28 günde bir (1/2 log)
donör T hücre miktarı artırılmaktadır.
Sonuçlar: AHKN sonrası kimerizm takibi yapılan olguların sonuçları Tablo-1’de özetlenmiştir. Karma kimerik
yapı gözlenen iki hastaya DLI yapılmıştır. Bu iki olguda
da 28 gün arayla yapılan 2 DLI işlemi sonrası tam kimerik yapı (1. olgu %56-%96, 2.olgu %72-%96) elde edilmiş olup hematolojik tam remisyonda takip edilmektedir. Kimerizm analizinde tam kimerik yapı gözlenmesine rağmen 2 ALL olgusunda da hematolojik aktif hastalık saptanmıştır.
Tartışma: AHKN sonrası önemli takip parametrelerinden biri de kimerizm analizidir. Tedavi başarısı, yeni
tedavi kararı ve prognoz hakkında önemli bilgiler verebilir. DLI kararı ve takibinde çok önemlidir. Tam kimerik
yapı olmasına rağmen bazı olgularda hematolojik aktif
hastalık olabilmektedir. Bu nedenle kimerizm sonuçları diğer klinik bulgular ile birlikte dikkatli yorumlanmalıdır. Sonuç olarak kök hücre nakil üniteleri ile kimerizm
laboratuarlarının ortak çalışması, sonuçların kısa sürede alınması ve birlikte yorumlanması ve takibi rasyonel
kimerizm tabanlı tedavi planlamasına olanak verecektir.
Tablo 1. Allojenik KHN sonrası kimerizm sonuçları
n=41
+30. gün
+60. gün
+90. gün
+180. gün
Median
%98
%95
%95
%98
%98
%96-100
%56-100
%72-100
%96-100
%96-100
Aralık
Bildiri: 0453
+1. yıl
Poster No: P041
MİKROSİTER ANEMİ, RİNGSİDEROBLAST İLE
KARAKTERİZE REFRAKTER ANEMİ (RARS) VE
KRONİK MYELOSİTER LÖSEMİ(KML). ÜÇ FARKLI
HASTALIK MI YOKSA TEK Mİ ? BİR OLGU SUNUMU.
Özden Özer1, Işınsu Kuzu2, Klara Dalva3, Mutlu
Arat4. 1İstanbul Patoloji Grubu, 2Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, 3Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim Dalı, 4Şişli Florence
Nightingale Hastanesi Hematoloji
Amaç: Miyelodisplastik sendrom (MDS) ve kronik
miyeloproliferatif neoplazi (KMN) zıt biyolojilerde iki oluşumdur. İleri evre KMN `de matürasyon anomalileri eklenmekte, sitomorfolojik displazi gelişebilmektedir.
MDS ile benzeşen bu evreler aynı hastalığın farklı fazları olduğunu yansıtan “ hızlanmış (akselere) faz”, “tükenme (spent) fazı” terimleri ile tanımlanmaktadır. MDS`den
KMN gelişimi rasyonel biyoloji ile örtüşmeyen, genelde
görülmeyen bir durumdur. Burada, makrositer anemi
ile başvuran, üç yıl RARS tanısı ile takip edilen, EPO +
G-CSF tedavisi ardından, BCR-ABL+ kronik miyelositer lösemi (KML) ve mikrositer anemi gelişen yetişkin bir
hasta sunulmakta, bu hastalıklar arasındaki genetik,
biyolojik ilişki sorgulanmaktadır.
Yöntemler: İzole makrositer anemi ile başvuran 60
yaşında erkek hastada, 2007 yılında kemik iliği biyopsisinde, RARS tanısı konmuştur. Konvansiyonel sitogenetik analizde normal karyotip bildirilmiştir (IPSS düşük
risk). Üç yıl tedavisiz izlenen hastaya, derinleşen anemi
53
POSTER BİLDİRİLER
nedeni ile EPO-G-CSF uygulanmış, 50k/ul seviyesine
ulaşan, granülositer lökositoz gelişmiştir. Kemik iliğinde
FISH ìle %100 t(9;22) (+)`liği saptanmış, Ph+ KML (Sokal
ve Euro orta risk) tanısı konarken sayısız halka şeklinde sideroblastın sebat ettiği saptanmıştır. 2007`de dondurulan kemik iliği aspiratında FISH ile t(9;22) (-) bulunmuştur. MDS`de tipik olarak normokrom ya da makrositer olan aneminin olguda mikrositer anemiye dönüşmesi (77fl) kongentinal hemoglobinopati aleyhine olmakla birlikte, Hb A2`nin de düşük çıkması sebebiyle hasta
alfa talasemi açısından taranmış, PCR ile genomik DNA
bazında mutasyon saptanmamıştır. Demir tetkikleri normal sınırlardadır. Hastada 400 mg imatinib ile moleküler tam yanıt alınmasına rağmen Gr4 hematolojik toksisite gelişmiş, EPO ve 300mg İmatinib ile devam edilmiştir.
Bu tedavi altında da transfüzyon bağımlılığı devam etmiş
ve takiben sitogenetik relaps gelişmiştir. Tekrarlanan
kemik iliği biyopsisinde RARS devam etmekte, Ph+
dışında ek sitogenetik anomali gelişmediği anlaşılmıştır.
Hasta Nilotinib 2x200mg ile allojeneik hematopoietik kök
hücre transplantasyonuna yönlendirilmiştir, transfüzyon
bağımlılığı devam etmektedir.
Sonuçlar: Mikrositer anemi, MDS ve KML aynı hastada mevcuttur.
Tartışma: Miyeloid seriye ait iki neoplaziye aynı hastada ardışık tanı konulması aralarında klonal ilişki olup
olmadığını sorgulatmaktadır. RARS tanısının konduğu
zaman t(9;22)`nin (-) oluşu nezdinde hastada iki farklı klonun varlığı, RARS ve KML - iki ayrı primer hastalık
olarak yorumlanmıştır. Higgs ve ark. (*), MDS`de, genetik
bilginin protein seviyesine aktarılmasında yer alan, üretimden sorumlu mekanizmalardaki anomalilerin MDS`de
izlenebilen mikrositik anemiden sorumlu olduğu göstermiştir. MDS zemininde kazanılmış talasemi olasılığının mikrositozdan sorumlu olduğu sonucuna varılmıştır.
Olguda allojeneik HHN ile iki farklı hematolojik neoplazide küratif yaklaşım hedeflenmiştir. *Higgs et al. Acquired
alpha Thal in MDS. Blood 15.01.2006 V 105 N2
Bildiri: 0473
Poster No: P042
TÜYLÜ HÜCRELİ LÖSEMİDE CD10 EKSPRESYONU.
TANIDA, AKIMSİTOMETRİK İMMÜNFENOTİPLEME
VE MORFOLOJİK DEĞERLENDİRMENİN YERİ. BİR
OLGU SUNUMU. Özden Özer1, Leyla Tarhan2, Cem
Ar3, Güven Çetin3, Şebnem İzmir Güner4. 1İstanbul
Patoloji Grubu, 2İstanbul Laboratuarları, 3İstanbul Eiğitim
ve Araştırma Hastanesi Hematoloji, 4Medical Park
Bahçelievler Hastanesi, Hematoloji Bölümü
Amaç: Tüylü hücreli lösemi (THL), tipik olarak splenomegali, kemik iliği tutulumu ile ortaya çıkan, lökosit değerlerinin tipik olarak normal ya normalin altında
olduğu bir entitedir. Mutlak monositopeni, THL olgularının tümüne yakınında mevcut olup, tüberküloz riskinin
artması nezdinde dikkate değerdir. THL, Cladribine dramatik yanıt vermesi sebebiyle, diğer düşük dereceli lenfomalardan ayrımı önemlidir. THL, B hücre markerlarının tümünün parlak (+)`liği, diğer B hücreli neoplazilerde
(-) olan CD103 (+)`liği yanında, olgun B hücreli neoplazilerin birbirlerinden ayırt edilmesinde tarihi değere sahip,
CD5 ve CD10 – immünfenotiptedir. Burada, bu tipik
immünprofilin aksine CD10 + bir HCL olgusu sunulmakta, immünfenotipleme gibi destek niteliğindeki analiz verilerinin, mutlaka morfolojik bulgular ile korelasyon
içinde tanıda kullanılmasının önemi vurgulanmaktadır.
Yöntemler: Halsizlik, karın ağrısı ile başvuran 52 yaşındaki hastada, anemi, trombositopeni ve
54
hepatosplenomegali saptanmış, ek organomegali saptanmamıştır. Kemik iliği biopsisi, yaygın retikülin fibrozisi
zemininde, bol miktarda ekstravaze eritrositin eşlik ettiği, difüz paternde, berrak, geniş sitoplazmalı, CD20+ B
hücreli lenfoid infiltrasyon sergilemiştir. Aspirat, fibrozis sebebiyle çok düşük selülariteye sahip olmasına rağmen, yaymalarda geniş sitoplazmalı, tüyümsü sitoplazmik membran çıkıntılarına sahip, atipik lenfoid hücrelere
rastlanmıştır. Aspiratta çalışılan akımsitometrik immünfenotiplemede, analiz edilen hücrelerin %35`ini oluşturan, B hücre markerları CD19,CD22,CD20, parlak (+),
CD10+, CD5-, CD103+, CD11c+, IgD+, FMC7+, yüzey Ig
lambda hafif zincir +/monoklonal B hücreli lenfoid proliferasyon saptanmıştır. Biopside TRAP (+)`tir.
Sonuçlar: CD10 (+)`liği THL`de alışılagelmedik bir
bulgu olmasına rağmen, morfolojik ve diğer immünfenotipik bulgular nezdinde THL tanısına ulaşılmıştır. Tanıdan
bu yana bir ay geçmesine rağmen, ülkemizin en büyük
metropolünde hematoloji yatağı bulunamadığı için henüz
cladribin tedavisine başlanamamıştır.
Tartışma: Foliküler lenfoma, olguların %50`sinde
CD10 (-) olmasına rağmen, diğer %50`sindeki CD10
(+)`liği sebebiyle olgun B hücreli neoplaziler içinde, CD10
ekspresyonu ile ilişkilendirilmektedir. THL`yi diğer olgun
lösemilerden nisbeten en kuvvetle ayıran CD103 birçok
kurumda rutin panelde çalışılmadığından, buna karşın CD10 sıklıkla rutin panellerde yer aldığından, bu tip
bir olgu, sadece immünfenotip nezdinde yanlış bir şekilde Foliküler lenfoma ile uyumlu olarak yorumlanabilir.
CD10 ekspresyonu THL`de ileri derece nadirdir, prognostik değeri ortaya konmamıştır. Cladribine iyi yanıt vermesi, tedavisinin farklı olması sebebiyle, foliküler lenfomadan ayrımı ileri derece önemli olan bu örnek THL olgusu,
hematolojide tanıya sadece destek analiz verilerine dayanarak ulaşılmaması, morfolojik bulgular ile korelasyon
içinde tanı konmasının önemini vurgulayan bir örnektir.
Bildiri: 0223
Poster No: P043
İYONİZAN
RADYASYONA
MARUZ
KALMIŞ
LÖSEMİLERİN SİTOMORFOLOJİK, İMMÜNOKİMYASAL
VE MOLEKÜLER BİYOLOJİK ÖZELLİKLERİ. Hakan
Savlı1, Naci Çine1, Daniel F. Gluzman2, Deniz
Sünnetçi1, Liliya M. Sklyarenko2, Valentina A.
Nadgornaya2, Michael P. Zavelevich2, Stella V. Koval2.
1
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Ana Bilim
Dalı, Kocaeli, Türkiye
2
R.E. Kavetsky Deneysel Patoloji Onkoloji ve
Radyobiyoloji Enstitüsü, Kiev, Ukrayna
Amaç: Çernobil kazasından sonra iyonizasyonlu radyasyonun Türkiye’de ve Ukrayna’da lösemi insidansını
arttırması beklenmektedir. Uzun dönem iyonizasyonlu
radyasyon maruziyeti sonucunda lösemi ve malign lenfomaların çeşitli biyolojik formlarında rol oynayan genlerin
ekspresyonları hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Bu
araştırmanın amacı, uzun süre iyonizasyonlu radyasyon
maruziyetinin B-KLL gelişim mekanizmalarındaki rolünü
açıklığa kavuşturmaktır.
Yöntemler: Kan örnekleri 40 B-KLL hastasından
2008-2009 yılları arasında Kavetsky Enstitüsü’nde toplandı. Tanı için sitomorfolojik, sitokimyasal, immünositokimyasal araştırmalar 9 altgruba (Akut Myeloid Lösemi,
Kronik Myeloid Lösemi, Akut Lenfositik Lösemi, Kronik
Lenfositik Lösemi, Hairy Cell Lösemi, Multipl Myelom,
Hodgkin Lenfoma, Non- Hodgkin Lenfoma, nadir myeloproliferatif hastalıklar) göre Ukrayna’da gerçekleştirildi. RNA izolasyonları ve 7 genin (BCL2, BAX, FAS1,
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
MYC, P38MAPK, APAF1, P53) Kantitatif Gerçek Zamanlı
PZR (LightCycler 1.5; Roche Diagnostic GmbH, Germany)
kullanılarak yapılan gen ekspresyon çalışmaları Kocaeli
Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı’nda yapılarak
deney sonuçları analiz edildi.
Sonuçlar: B-KLL populasyonunda P38MAPK, MYC,
APAF1, P53 genlerinin ekspresyonlarının sırasıyla 1.579,
3.138, 1.277 ve 1.825 kat azaldığı, BCL2, BAX, FAS1
genlerinin ekspresyonlarının ise 1.197, 1.506 ve 2.476
kat arttığı saptandı.
Tartışma: APAF1’in azalan ekspresyonunun KLL’de
kötü prognoz belirleyicisi olduğu ileri sürülmektedir.
P38MAPK’ın radyoaktif indüksiyon ile azalan gen ekspresyonu ise spesifik olarak aynı lösemi grubunda gözlenmektedir.
Bildiri: 0321
Poster No: P044
PH+ KML OLGULARINDA ASS GEN BÖLGESİ
YENİDEN DÜZENLENMELERİNİN FISH ANALİZİ
İLE DEĞERLENDİRİLMESİ. Beyhan Durak Aras1,
Olga Meltem Akay2, Tuba Mutlu1, Vahap Aslan3,
Eren Gündüz2, Sevilhan Artan1, Zafer Gülbaş2.
1
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi
Genetik Anabilim Dalı, Eskişehir-Türkiye, 2Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim
Dalı, Eskişehir-Türkiye, 3Eskişehir Özel Ümit Hastanesi
Hematoloji Bölümü Eskişehir-Türkiye
Amaç: Philadelphia pozitif (Ph+) KML olgularının
%10-15 inde yeniden düzenlenme sonucu oluşan der(9)
kırık noktası olan ASS (9q34) gen bölgesinde büyük submikroskopik delesyonlar bildirilmiştir. Prognostik önemi
tartışmalı olan ASS (9q34) delesyonları, klasik kemoterapi ve IFN-alfa tedavisi alan olgularda düşük oranda tedavi yanıtı ve kötü prognoz ile ilişkilendirilmiştir. Imatinib
kullanımı sonrası literatürde yer alan az sayıdaki çalışmada olgular geç kronik fazda değerlendirilmiştir. Bu
çalışmalarda ASS delesyonlarının prognostik önemine
ait çelişkili sonuçlar elde edilmiş olmakla birlikte erken
kronik faz KML olgularına ait yeterli veri mevcut değildir. Çalışmamızda Ph+ KML olgularında ASS gen bölgesi delesyon oranının saptanması ve prognostik etkisinin
değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmamıza 2001-2010 arasında KML
tanısı almış ve Ph kromozomu tanımlanmış yaş dağılımı 25-66 olan toplam 26 olgu dahil edildi. Olguların 23
ü yeni tanı aşamasında dahil edilmiş olup 19 una imatinib, 4 üne hidroksiüre tedavisi başlanırken; 3 olgu takipte olan KML hastaları olup 2 si imatinib, 1 i hidroksiüre tedavisi almaktaydı. ASS (9q34) delesyonunun saptanması için FISH analizi yapıldı. Çalışmaya dahil edilen
olgularda 3.ayda hematolojik yanıt, 12.ayda sitogenetik
yanıt ve moleküler yanıt değerlendirildi.
Sonuçlar: Yapılan FISH analizleri sonucu 26 Ph+ KML
olgusunun 10/26 (%38.5) sında ASS delesyonu saptanmıştır. ASS delesyonu saptanan 10/26 hastanın dokuzunda hematolojik yanıt, sitogenetik yanıt değerlendirmesi yapılabilen yedi hastanın ikisinde hem sitogenetik hem
moleküler yanıt saptanmıştır. ASS delesyonu saptanmayan 16/26 hastanın, imatinib tedavisi altında 12.ayını
tamamlayan sekiz hastanın yedisinde sitogenetik yanıt,
beşinde moleküler yanıt görülmüştür.
Tartışma: Çalışmamız sonucunda ASS delesyonu
bulunana olgularımızda sitogenetik yanıt oranımızın daha
düşük olduğu izlenmiştir. ASS delesyonunun imatinib
alan hastalardaki prognostik değerlendirmesini belirlemek
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
için geniş olgu serilerinde yapılacak çalışmalara ihtiyaç
vardır. Bulgularımız çalışmamıza ait ilk verilerimizdir.
Bildiri: 0491
Poster No: P045
SURVİVİN (BIRC5) GEN EKSPRESYONUNUN MİNİMAL
REZİDÜEL HASTALIK (MRH) TAKİBİNDEKİ ÖNEMİ
Yusuf Özkul1, Hülya Şıvgın1, Mustafa Pehlivan2,
Serdar Şıvgın3, Müge Önal1, Leylagül Kaynar3, Fatih
Kurnaz3, Bülent Eser2, Sacide Pehlivan4, Munis
Dündar1
1
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim
Dalı, Kayseri, 2Gaziantep Üniversitesi,Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Gaziantep, 3Erciyes Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı,Kayseri,
4
Gaziantep üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji ve
Genetik Anabilim Dalı, Gaziantep.
Amaç: GİRİŞ: Survivin IAP ailesinin en küçük üyesidir
ve ‘baculoviral inhibitor of apoptosis repeat-containing 5’
olarakta adlandırılan geni BIRC5 geni tarafından sentezlenen bir proteindir. Anti-apoptotik etkilerine ek olarak
hem normal hücrelerde hem de malign hücrelerde mitozu düzenler. Survivin proteini mitoz boyunca tübulin ile
etkileşimde bulunarak mitotik iğde lokalize olur ve böylece mitozun düzenlenmesine katkıda bulunur.
Bu çalışmada, survivin (BIRC5) geni ekspresyonu
çalışılarak Akut Myeloblastik Lösemi (AML) ve Akut
Lenfoblastik Lösemi (ALL) hastalarında MRH takibi için
kullanışlı bir markır olup olmayacağı araştırıldı.
Yöntemler: Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı ve Gaziantep Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı’ndan ALL ve AML tanısı alan 25 hasta çalışmaya dahil edildi. 15 AML, 10 ALL
hastasından 92 periferik kan (PK) örneği ve 13 AML ve 4
ALL hastasından toplam 42 kemik iliği (Kİ) örneği toplandı. Hastalardan tanı anında, ilk remisyonda ve sonrasında ortalama 2-3 ay ara ile Kİ/PK örneği alındı. Kontrol
grubu olarak 25 sağlıklı bireyden PK örneği toplandı.
Örneklerden ilk olarak RNA izole edildi. RNA örneklerinden Real Time PZR metodu ile vesurvivin gen ekspresyonu çalışıldı.
Sonuçlar: Çalışmamızda AML hastalarının tanı anı
Kİ örnekleri survivin ekspresyonu kontrol grubu PK
örneklerindekinden anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur
(P<0,05). Aynı zamanda hem AML hastalarının, hem ALL
hastalarının tanı anı PK örneklerinde survivin ekspresyonundaki artış, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak
anlamlı bulunmuştur (P<0,05).
Tartışma: Tanı anındaki ekspesyon düzeyleri anlamlı olarak bulunmasına rağmen, nüks olan 3 ALL ve 6
AML hastasının survivin gen ekspresyonunda anlamlı bir
artış veya azalma izlenmemiştir. Bu durum, survivin gen
ekspresyonunun akut lösemilerde MRH takibi için markır olabileceği konusunda olumsuz bir kanı doğurmuştur. Bu sonuçlar; gerek hastalardaki lösemi alt tiplerinin
farklılığı, gerekse toplamdaki hasta sayısının kısıtlı olması nedeniyle, daha geniş hasta gruplarının yer aldığı çalışmalarla desteklenmelidir.
55
POSTER BİLDİRİLER
Hematopoetik Kök Hücre Nakli ve Yüksek Doz Tedaviler
Bildiri: 0314
Poster No: P046
ALLOJENİK HEMATOPOİETİK KÖK HÜCRE NAKLİ:
ANKARA ONKOLOJİ HASTANESİ KÖK HÜCRE NAKLİ
MERKEZİ DENEYİMİ. Emre Tekgündüz1, İlhami
Tekgündüz1, Meltem Yüksel1, Mevlüde Kurdal1,
Çiğdem Sönmez1, Arzu Yurtcu1, Şerife Koçubaba1,
Hülya Arslan1, Ayşegül Tetik1, Itır Demiriz1, Muhit
Özcan2, Fevzi Altuntaş1. 1Ankara Onkoloji Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği ve Kök Hücre
Nakli Merkezi, Ankara, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Allojenik kök hücre nakli (AKHN) bazı hematolojik, onkolojik ve immünolojik hastalıklarda küratif bir
tedavi seçeneğidir. Kötü prognozlu hematolojik malignitelerin tedavisinde ise altın standarttır. Bu çalışmada Mart
2009- Haziran 2010 arasında ünitemizde gerçekleştirilen
41 AKHN işlemleri geriye dönük değerlendirildi.
Yöntemler: Bu tarihler arasında yaş ortancası 35
(Aralık: 18-54) olan; 19 kadın, 20 erkek toplam 39 hastaya AKHN yapıldı. İki olguya ise iki kez AKHN uygulandı. Kök hücre kaynağı olarak 35 olguda büyüme faktörü ile mobilize edilmiş çevresel kan kaynaklı kök hücre
ve 6 olguda da kemik iliği kaynaklı kök hücre kullanıldı.
Hastaların tanıları AML (n=21), ALL (n=12), NHL (n=4),
HL (n=1), KLL (n=1), MM (n=1) ve Aplastik Anemi (n=1)
şeklinde idi. Hazırlama rejimi olarak CyBu (n=21), TBI/
Cy (n=16), BuFu (n=2), MelFu (n=1) ve Cy/ATG (n=1) kullanıldı. İki hastada da major kan grubu uyuşmazlığı mevcuttu. GVHH profilaksisi amacıyla siklosporin ve kısa
süreli metotreksat (n=29) veya tek başına siklofosfamit
(n=12) uygulandı. Haftalık belli aralıklarla rutin RT-PCR
yöntemi ile periferik kan CMV-DNA, serum CsA düzeyi ve
galaktomannan antijen düzeyi çalışıldı. STR yöntemi ile
bazal, +30.gün, +60.gün, +90.gün, +180.gün ve 1.yılda
kimerizm analizi yapıldı.
Sonuçlar: İnfüze edilen CD34+ hücre miktarı ortanca
5,8x106/kg (4,3–7,5x106/kg) idi. Ortanca 5 ünite (Aralık:
1-10) ışınlanmış trombosit ve 2 ünite (Aralık: 1-4) ışınlanmış eritrosit süspansiyonu kullanıldı. Olguların %59’inde
febril nötropenik atak gelişti. Nötrofil engrafmanı (>500/
μL) ortanca 13 gün (Aralık: 11-21 gün), trombosit engrafmanı (>20.000/μL) ise ortanca 15 gün (Aralık: 12-24 gün)
içinde gerçekleşti. Takip süresi içinde sinüzoidal obstrüksiyon sendromu %5, engraftman sendromu %15, akut
GVVH %30, kronik GVHH ise %34, CMV-DNA pozitifliği %44, CsA nefrotoksisitesi %7 oranında kayıt edildi. İlk
100 günlük transplant ilişkili mortalite oranı %15 olarak
tespit edildi. AKHN yapılan olguların halen %72’si hematolojik tam remisyonda izlenmektedir.
Tartışma: Ülkemizde endikasyonu olan hastaların
ancak %25’ine kök hücre nakli uygulanabilmektedir. Bu
nedenle yeni merkezlere ihtiyaç vardır. Yeni açılacak merkezlerin aktivasyonu ise ancak ekip, her kademede çalışanın katılımı, klinik-laboratuar takım çalışması ve multidisipliner yaklaşım ile sağlanabilir.
Bildiri: 0308
Poster No: P047
HBSAG POZİTİF OLGULARDA HEMATOPOETİK KÖK
HÜCRE NAKLİ: ANKARA ONKOLOJİ HASTANESİ KÖK
HÜCRE NAKLİ MERKEZİ DENEYİMİ. Emre Tekgündüz1,
İlhami Kiki1, Müfide Çimentepe2, Şerife Koçubaba1,
Hülya Arslan1, Itır Demiriz1, Ayşegül Tetik1, Mevlüde
Kurdal1, Arzu Yurtcu1, Çiğdem Sönmez1, Meltem
Yüksel1, Fevzi Altuntaş1. 1Ankara Onkoloji Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Hematoloji Kliniği ve Kök Hücre Nakil
Merkezi, Ankara, 2Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Mikrobiyoloji Laboratuvarı, Ankara.
Amaç: Hepatit B virüsü yüzey antijeni (HBsAg) taşıyan hastalarda kök hücre nakli (KHN) virüs reaktivasyonu, fulminan hepatit ve mortalite açısından yüksek riskli bir işlemdir. Akut hepatit olmadığı sürece hematopoetik kök hücre nakli açısından mutlak bir kontrendikasyon
olmamakla birlikte HBsAg pozitif hastalarda nakil ile ilişkili morbidite ve mortalite riski artmaktadır. Bu çalışmada
ünitemizde KHN yapılan HBsAg pozitif olguların sonuçlarının geriye dönük olarak incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Olgular ile ilgili detaylı veriler Tablo-1’de
özetlenmiştir. Olguların hepsinde KHN öncesi HBsAg
pozitifliği ve anti-HBs negatifliği saptandı. Altı olguya
toplam 7 KHN yapıldı. Adefovir kullanan bir hasta dışında diğer tüm hastalarda KHN öncesi ve sonrasında lamivudin ile proflaksi uygulandı. Hiçbir hastada primer hastalığa bağlı karaciğer tutulumu yoktu. KHN öncesinde
bir hastada GGT düzeyi normalin 2 katı yüksek saptandı. Bunun dışında tüm hastalarda KHN öncesinde serum
AST, ALT, GGT, albumin, total ve direkt bilirubin düzeyleri ve protrombin zamanı normal sınırlar içinde izlendi.
Sonuçlar: Hastalar KHN sonrası medyan 3 ay (Aralık:
1-12 ay) süreyle izlendi. KHN sonrası dönemde 3 (%50) hastada transaminaz, 6 hastada (% 100) ise kolestaz enzimlerinin düzeylerinde normalin iki katını aşan artışlar izlendi. Bir
numaralı olgu progresif hastalık ve fulminan hepatit tablosu
ile kayıp edildi. Söz konusu olguda fulminan hepatit sırasında HBV-DNA düzeyi saptanamadığından HBV reaktivasyonu
olasılığı yüksek olmasına karşın bu konuda kesin bir yargıda bulunmak mümkün değildir. İki numaralı olguda ise HBV
reaktivasyonu izlenmesine karşın aktif hepatit gelişmedi. Bu
olgu ikinci KHN sonrası dönemde dirençli hastalık ve sepsis
nedeniyle kaybedildi. Geri kalan 4 hastada ise izlem sürecinde viral reaktivasyon ve fulminan hepatit gelişmedi.
Tartışma: HBsAg pozitif hastalarda KHN karaciğer ilişkili morbidite ve mortalite riskini arttırmaktadır. Ünitemiz deneyimleri iyi seçilmiş, proflaktik antiviral tedavi ile nakil öncesi HBV-DNA düzeyleri baskılanmış olgularda risk-yarar dengesi gözetilerek KHN yapılabileceğini göstermektedir.
Tablo 1. HBsAg Pozitif KHN yapılan hastalara ait veriler
Hasta
Yaş
Cins
Tanı
KHN
Rejim
HBVDNA-I
HBVDNA-II
Proflaksi
1
46
E
NHL
Oto
R-ICE
Negatif
Negatif
Lamıvudin
2
36
E
NHL
Oto
ICE*
BEAM
Negatif 13742978/ml
3
29
E
HL
Oto
BEAM
Negatif
Negatif
Lamıvudin
4
63
E
NHL
Oto
ICE
Negatif
Negatif
Lamıvudin
5
45
K
AML
Allo
Cy/Bu
Negatif
Negatif
Adefovir
6
54
E
NHL
Oto
R-ICE
Negatif
Negatif
Lamıvudin
Lamıvudin
*: hastaya farklı hazırlama rejimleri ile iki kez otolog kök hücre nakli uygulandı; HBV-DNA.I: transplant öncesi
HBV-DNA kopya sayısı; HBV-DNA.II: transplant sonrası HBV-DNA kopya sayısı.
56
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0439
Poster No: P048
ALLOJENEİK KEMİK İLİĞİ NAKLİ;10 YILLIK AÜTF
DENEYİMİ. Sinem Civriz Bozdağ, Sule Mine Bakanay,
Erol Ayyıldız, Pervin Topcuoğlu, Ender Soydan, Mutlu
Arat, Muhit Özcan, Meral Beksac, Onder Arslan,
Nahide Konuk, Gunhan Gurman, Akın Uysal, Osman
İlhan. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim
Dalı, Ankara
Amaç: Allojeneik kök hücre nakli, bir çok hematolojik
malignensi için küratif bir tedavi seçeneği oluşturmaktadır.Ancak kök hücre kaynağı,olarak periferik kök hücre
mi yoksa kemik iliği mi tercih edileceği konusu periferik kök hücreden yana gözükse de özellikle daha az graft
versus host hastalığı istenen durumlarda halen kemik
iliği kök hücre kaynağı olarak kullanılmaktadır.Biz de
bu çalışmada son 10 yıldır yapılan allojeneik kemik iliği
nakillerinde infüze edilen hücre miktarı ile engrafman
arası ilşkiyi sorgulamayı amaçladık.
Yöntemler: 2000-2010 Yılları arasında kök hücre
nakli ünitemizde Allojeneik kemik iliği nakli yapılmış
olan 102 hasta çalışmaya alındı.Hastalardan akraba dışı
nakil olan 2 hasta ve vericiye granulosit koloni stimüle
edici faktör verilmiş olan 15 hasta çalışma dışı bırakıldı.
HLA tam uyumlu akraba vericiden allojeneik kemik iliği
nakli yapılan seksen beş hastanın ortanca yaşı 26(1657) idi,Erkek /Kadın: 53/32 idi,ortanca vücut ağırlığı
ise 65 (39-97) idi.Sağlıklı vericilerin ortanca yaşı 26(1156),Erkek /Kadın: 40/45 ve ortanca vücut ağırlığı ise
63(24-13) bulundu.Dört hasta dışında bütün hastalara
myeloablatif nakil yapılmıştır.
Sonuçlar: Tüm vericilerden toplanan ürün miktarı oranca 1155 cc (392-1928)cc iken major kan grubu
uyumsuzluğu olan hastalara eritrosit deplesyonu yaıldıktan sonra infüze edilen ortanca ürün miktarı 143(78178) cc olarak bulunmuştur.Toplanan ürünlerde ortanca CD34(+) hücre sayısı 2,4(0,3-7,5) x10e6/kg,ortanca
total nükleer hücre sayısı(TNC) 2,3(0,5-5,2)x10e8/kg
ve ortanca mononükleer hücre sayısı ise 0,59(0,3-3,02)
x10e8/kg dır.Hastalarda nötrofil engrafmanı ortanca
16 (11-28) günde trombosit engrafmanı ise ortanca 22
(9-69) günde olmuştur.Dört hasta aplazik dönemdeinfeksiyon nedeni ile kaybedilirken bir hastada primer engrafman yetmezliği gelişmiştir, bu hastaya ek hücre verilmiş olup halen tam remisyonda izlenmektedir.İnfüze edilen cd34 pozitif hücre sayısı 2x10e6/kg altı ve üstü olarak gruplanıp;nötrofil ve trombosit engrafman süreleri açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı gözlendi(sırasıyla p=0.334 ve p=0.080).
İnfüze edilen TNC sayısı 2X1Oe8/kg altı ve üstü olanlar karşılaştırıldığında nötrofil ve trombosit engrafmanının TNC >2X10E8/kg olanlarda daha kısa sürede olduğu
gözlendi(p=0,334 ve p=0,080).
Tartışma: Biz bu çalışmada sağlıklı vericiden toplanan CD34(+) kök hücre sayısından bağımsız olarak nötrofil ve trombosit engrafmanının elde edilebildiğini gözledik.Her ne kadar Allojeneik periferik kök hücre nakli ile
daha hızlı engrafman beklentisi olsa da kemik iliği nakillerimizde çok nadir olarak engrafman yetmezliği gözledik.
Bu alanda verici özelliklerinin de daha ayrıntılı inceleneceği daha büyük çalışmalara gereksinim olduğu görülmektedir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0490
Poster No: P049
MULTİPLE MYELOMADA OTOLOG KÖK HÜCRE
DESTEKLİ YÜKSEK DOZ KEMOTERAPİ AMAÇLI
SİKLOFOSFAMİD İLE MOBİLİZASYON SONRASI ÜRÜN
KALİTESİNİ BELİRLEYEN FAKTÖRLER. Güner Hayri
Özsan1, İvana N.m. Micallef2, Angela Dispenzieri2,
Shaji Kumar2, Martha Q Lacy2, David Dingli2, Suzanne
R Hayman2, Francis K Buadi2, Robert C Wolf2, Dennis
A Gastineau2, William J Hogan2, Morie A Gertz2.
Dokuz Eylul Universitesi Tip Fakultesi Hematoloji Bilim
Dali Izmir, 2Division of Hematology Mayo Clinic Rochester
MN
Amaç: Kök hücre destekli yüksek doz kemoterapi
multipl myeloma için önemli tedavi seçeneklerinden birini oluşturmaktadır. Başarılı bir işlem için gerekli minimum kök hücre sayısı (CD34+ hücre) 2x106/kg dır.
Bununla birlikte 5x106/kg dozu üzerindeki uygulamaların avantajları bazı çalışmalarda gösterilmiştir. Ardışık
transplant olarak adlandırılan 2. Transplant uygulamasının düşünüldüğü durumlarda yine 5x106/kg CD34+
hücre sayısı hedeflenmelidir. Bu çalışmada siklofosfamid ile yapılan mobilizasyon işlemi uygulanan hastalarda başlangıç ve takip sürecindeki faktörlerin kök hücre
toplama sonucuna etkileri araştırıldı.
Yöntemler: Çalışmada mayo klinik Rochester, MN’da
2000-2009 yılları arasında multipl myeloma tanısı alıp
transplant amaçlı siklofosfamid+büyüme faktörü ile
mobilize edilen hastalardaki ardışık 396 kök hücre toplama işlemi analiz edildi. Toplanan kök hücre miktarına göre (CD34+hücre) hastalar öncelikle yeterli (>2x106/
kg) ve yetersiz (<2x106/kg) olmak üzere 2 guruba ayrıldı. Yeterli grup; optimal (>5x106/kg) ve suboptimal
(2-5x106/kg) olmak üzere 2 gruba, optimal grupta hedefe ulaşmak için gereken aferez sayısına göre (<3,>3)2 ayrı
gruba ayrıldı. Gruplarda başlangıç Hemoglobin, lökosit
(BK), trombosit (Tr) değerleri, mobilizasyonu takip eden
günlerdeki günlük BK, Tr değerleri, Bk ve Tr nadir değerleri, BK>1 veya nadirden çıkış için geçen süre, periferik
kanda CD34+hücre>10 için geçen süre değerleri kıyaslandı.
Sonuçlar: Yetersiz kök hücre toplanan grubun başlangıç Hb, BK ve Tr değerleri yeterli gruba göre istatiksek olarak anlamlı bir şekilde düşük bulundu. BK>1
için gereken süre yetersiz mobilizasyon gurubunda daha
uzun bulundu(11gün/12 gün p= 0.03). Yeterli grupta
BK>1 den CD34+hücre>10’a kadar geçen süre anlamlı derecede kısa bulundu (0/2 p=0.0005). Yeterli mobilizasyon gurubunun kendi içinde kıyaslamasında en dikkat çekici bulgu CD34+hücre>10 için geçen sürenin ve
BK>1’den CD34+hücre>10 için geçen sürenin optimal
mobilizasyon gurubunda anlamlı derecede kısa olmasıydı (p<0.0001). 5x106/kg üzeri kök hücre toplanıp 3’ten az
aferez gerektiren grupta CD34+>10 için geçen süre dağılımına bakıldığında median sürenin 11 gün olduğu, hastaların %90’ında bu sürenin 14 günü geçmediği gözlendi.
Tartışma: Sonuç olarak özellikle periferik kan
CD34+hücre>10 için geçen süre mobilizasyonun sonucu
için önemli bir göstergedir, bu sürenin uzaması özellikle
yüksek doz kök hücre sayısına gereksinim duyulan hastalarda mobilizasyon stratejisini değiştirmeye yönelik (Ör:
AMD3100 eklenmesi) iyi bir gösterge olabilir.
1
57
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0421
Poster No: P050
ALLOJENİK
KÖK
HÜCRETRANSPLANTASYONU
YAPILAN VE DEMİR BİRİKİMİ BULUNAN HASTALARDA
YENİ BİR ORAL ŞELASYON AJANI: DEFERASİROKS.
Serdar Şıvgın1, Bülent Eser1, Leylagül Kaynar1, Fatih
Kurnaz1, Elmas Uzer1, Kemal Deniz2, Mustafa Çetin1,
Ali Ünal1. 1Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Erciyes Transplant Merkezi,Kayseri, 2Erciyes
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı,
Amaç: Bu çalışmanın amacı; yeni bir demir şelasyon
tedavi ajanı olan deferasiroks maddesinin AKHT yapılan
ve transfüzyona sekonder demir birikimi olan hastalar
üzerindeki etkinliğinin ve güvenilirliğinin belirlenmesidir.
Yöntemler: Çalışmaya AKHT yapılan ve pre-transplant
1) demir birikimi tesbit edilen (serum ferritin>1000ng/
ml olan ve transfferin saturasyonu> %45) 2)KC enzim
bozukluğu başka bir sebeple açıklanamayan toplam 23
hasta retrospektif olarak dahil edildi. Deferasiroks bazı
hastalara (15/23) tek başına 20mg/kg dozunda verilirken, bazı hastalara (8/23) flebotomi eşliğinde verildi.
Sonuçlar: Hastaların 14’ü kadın (%61), 9 tanesi erkek
idi (%39). 15 hastada tanı AML iken, 8 hasta ALL idi.
Median yaş 31(17-54) bulunurken, median hemoglobin
değeri 11,9 gr/dl (7-16) idi. Ortalama deferasiroks kullanım süresi 3 ay oldu. Tedaviye post-transplant başlama zamanı median değeri 115 gün olarak bulundu.
Hastaların 10 tanesinde KC biopsisi ile doğrulanmış
hemosiderosis tanısı kondu. Deferasiroks öncesi median
ferritin seviyesi 2646(1777-3996) ng/ml iken, tedavi sonrası 1143 (744-2675)ng/ml olarak bulundu. Bu değişim
istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0,001). Ferritin seviyesi<1000 ng/ml indiğinde tedavisi kesilen hasta sayısı 11
idi (% 47,8).
Karaciğer enzimlerinden ALT median değerleri tedavi öncesi 49 u/L(18-103) iken, tedavi sonrası değerleri
29u/L (18-48) bulundu. Bu değişim de istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0,005). Deferasirox kullanımı ile ilişkili
olarak en sık gözlenen yan etkiler bulantı ve karın ağrısı
idi (3/23). Bu belirtiler özellikle GİS GVHD’si olan hastalarda daha belirgin olarak gözlendi. Bu hastalarda ciddi
bulantı-kusma ve/veya karın ağrısı nedeniyle ilaç kesilmek zorunda kalındı.
Tartışma: Bizim hastalarımızda ferritin düzeyinin
1000ng/ml altına inmesi, iyi yanıt alınan hastalarda ortalama 3 ay gibi kısa bir sürede gerçekleşmiştir.
Deferasiroks 20 mg/kg dozunda tek başına veya flebotomi ile birlikte uygulanması hızlı, etkili ve güvenilir bir
tedavi yöntemi gibi görünmektedir. Transplant hastalarında uygun dozun ne olduğuna dair yeterli bir veri
yoktur. Bizim çalışmamızın sonucuna göre post- transplant dönemde transfüzyon ihtiyacı olmayan hastalarda 20 mg/kg dozu (belki de daha düşük dozlar) şelasyon
için yeterli görünmektedir. Bu tedavi yöntemiyle özellikle GVHD öntanısıyla tedavisine başlanan veya immünsupresif ilaç dozları arttırılan hastalarda gereksiz tedavinin de önüne geçilmiş olacaktır. Optimal tedavi dozu ve
kullanım süresini belirlemek için prospektif çalışmalara
ihtiyaç vardır.
58
Bildiri: 0342
Poster No: P051
ALLOJENEİK KÖK HÜCRE NAKLİ SONRASI NÜKS
AKUT LÖSEMİ HASTALARINDA TEDAVİ VE SAĞKALIMI
ETKİLEYEN FAKTÖRLER. Fatih Kurnaz1, Leylagül
Kaynar1, Bülent Eser1, Fevzi Altuntaş2, Serdar Şıvgın1,
Cem Şahin3, Ali Ünal1, Mustafa Çetin1. 1Erciyes
Üniversitesi İç Hastalıkları Hematoloji Bilim Dalı, Kayseri,
Türkiye, 2Ankara Onkoloji Hastanesi Hematoloji Bilim
Dalı, Ankara, Türkiye, 3Erciyes Üniversitesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Kayseri, Türkiye
Amaç: Allojeneik kök hücre nakli (KHN) akut lösemiler dahil hematolojik maligniteler için küratif bir tedavi olmakla birlikte nakil sonrası nüks halen önemli bir
problemdir. Nakil sonrası nüks eden hastalarda donör
lökosit infüzyonu (DLİ) tedavi seçeneklerinden biridir. DLİ
tedavisinin etkinliği tümör çoğalma hızı ve tümör yükü
yüksek olan hastalarda iyi değildir. DLİ öncesi kemoterapinin tümör yükünü azaltacağı ve cevap oranlarını iyileştireceği düşünülmektedir. Tümör yükünde azalma aynı
zamanda verici lenfositleri için graft versus lösemi (GVL)
etkisinin gelişmesinde daha iyi bir ortam sağlayabilmektedir.Çalışmamızda allojeneik KHN sonrası nüks eden ve
FLAG kemoterapisini takiben DLİ alan akut lösemi hastalarında sağkalımı etkileyen faktörler araştırıldı.
Yöntemler: Mart 2004 ve Ağustos 2009 tarihleri arasında allojeneik KHN sonrası nüks eden ve FLAG kemoterapisi sonrası DLİ yapılan 29 hasta retrospektif olarak
değerlendirildi.
Sonuçlar: Hastaların 15’i (%51,7) erkek iken 14
hasta (%48,3) kadın idi. Hastaların median yaşı 26 idi.
Hastaların 15’i (%51,7) akut myeloblastik lösemi (AML)
iken 14 hasta (%48,3) akut lenfoblastik lösemi idi. AML
için sağkalım olasılığı 12. ve 24. aylar için sırasıyla %45
ve %37 iken ALL için sağkalım olasılığı ise 12. ve 24.
aylar için %49 ve %16 idi. Birinci yıl sağkalım olasılığı ALL için literatüre göre daha iyi idi. AML için median sağkalım 308 gün iken ALL için median sağkalım 264
gün idi he iki grup arasında anlamlı fark yoktu (p>0,05).
Tüm hastalar için ise 1 yıllık sağkalım olasılığı %47 iken
2 yıllık sağkalım olasılığı %31 idi. Hastalar nakil sonrası
nüks anında kemik iliği blast yüzdesine göre değerlendirildiğinde kemik iliği blast oranı %5 olan hastalarda sağkalım olasılığı daha iyi olmasına rağmen kemik iliği blast
oranı %5-20 ve >=%20 olan grupla karşılaştırıldığında
anlamlı fark görülmedi. Hastaların 13’ünde (%44,8) DLİ
sonrası akut graft versus host hastalığı (GVHH) gelişti; bir kez DLİ olan hastalara göre birden fazla DLİ alan
hastalarda akut GVHH anlamlı olarak daha yüksekti
(p=0,03). DLİ sayısının artışı ile birlikte sağkalım avantajı elde edilmesine rağmen akut GVHH gelişen hastalarda sağkalım avantajı görülmedi. Median sağkalım akut
GVHH olan hastalar için 514 gün iken akut GVHH olmayan hastalar için median sağ kalım 234 gün idi (p>0,05).
Hastaların 4’ü allojeneik KHN için düşük yoğunluklu
hazırlama rejimi alırken 25 hasta standart hazırlama rejimi aldı. DLİ sonrası median sağkalım standart hazırlama rejimi alan hastalar için 273 gün iken düşük yoğunluklu hazırlık rejimi alan hastalar için median sağkalım
308 idi (p>0,05).
Tartışma: DLİ öncesi fludarabin gibi lenfosit sayısını azaltıcı ajan ihtiva eden kemoterapilerin verilmesi allojeneik KHN sonrası nüks eden akut lösemi hastalarının
tedavisinde DLİ’nin etkinliğini artırabilir. Birden fazla DLİ
alan hastalarda sağkalım sonuçlarının daha iyi olması
daha fazla lenfoid hücrenin infüze edilmesi sonrası daha
güçlü bir GVL etkisinin ortaya çıkması ile açıklanabilir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0418
Poster No: P052
ALLOGENİK KEMİK İLİĞİ NAKLİ SONRASI, OTOİMMÜN
TROMBOSİTOPENİ VAKASINDA SPLENEKTOMİ İLE
TAM REMİSYON. Güven Yılmaz, Bülent Kantarcıoğlu,
Tayfur Toptaş, Işık Kaygusuz, Cafer Adıgüzel, Mahmut
Bayık, Tülin Fıratlı Tuğlular. Marmara Üniversitesi İç
Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: Allogenik kemik iliği nakilleri sonrasında trombositopeni sıklıkla görülmektedir. Bu hastalarda nadir
ancak ciddi bir komplikasyon olarak otoımmun trombositopeni gelişmektedir.Literatürde bizim bulabildiğimiz
sadece iki vaka mevcuttur.Burada allogenik kemik iliği
nakli sonrasında refrakter trombositopenisi olan ve splenektomi ile başarılı bir şekilde tedavi edilen bir otoimmun
trombositopeni olgusu sunulmuştur.
Yöntemler: Olgu: 54 yaşında erkek hasta.2008 Aralık
ayında hastaya Akut Myeloid Lösemi(AML-MO) tanısı kondu. Hastaya 2009 ocak-ağustos arasında indüksiyon ve konsolidasyon tedavileri verildi. Tedaviler sonrasında HLA tam uyumlu kardeşinden Aralık 2009 da allogenik kök hücre nakli uygulandı. Şubat 2010 da CMV
enfeksiyonu olan hastada aynı zamanda trombositopenisi oluştu ve CMV tedavisi almasına rağmen devam etti.
Hastadaki sebat eden trombositopeni (trombosit değerleri 2.000-14.000 arasında),anemi ve lökopeni nedenlerini
araştırmak için hastaya iki kez kemik iliği aspirasyonu ve
biopsisi yapıldı. Her ikisinde de remisyonda olan hastanın kemik iliğinde megakaryositleri normaldi. Hastadan
bakılan 60 ve 90.günlerdeki kimerizm %100 donör kimerizmi idi. Hasta ile donör arasında majör kan grubu
uyuşmazlığı(donör A + hasta O+) mevcuttu. Hastada
4.ayda bakılan kan grubu donör kan grubu idi. Hastaya
trombositopeni nedenlerini araştırmak açısından viral
hepatit, parvovirus, BK ve JC virus, enfeksiyonları bakıldı. Hastanın direkt antiglobulin testi (+)’idi. Bakılan trombosit antikorlarıda negatif olan hastaya otoimmün trombositopeni tanısı ile sırasıyla; 1-2mg/kg dozunda prednizolon, IVIG 0,4 g/kg/gün 4 gün, ritüksumab 375 mg/
m2 dozunda haftada bir ve toplam 4 kez ve takiben 1gr/
gün metil prednizolon verildi. Hastanın trombosit değerlerinde yükselme olmadı. Hastada trombosit değerleri
bu dönemde çoğunlukla 10.000’in altında olmasına rağmen kanama komplikasyonu olmadı.Hastanın trombosit değeri diğer tedavilerle yükseltilemediği için hastaya
splenektomi planlandı.Trombosit değeri 14.000 iken hastaya splenektomi yapıldı. Hastanın peroperatif trombosit değeri 79.000 post-op 2. saat 74.000 6.saat 64.000
ve 72.saatte 125.000 idi. Hasta halen Lökosit 5600 mm3
Hgb: 11,5 gr/dl ve Trombositleri 170.000 /mcl ile izlenmektedir.
Tartışma: Erişkinde trombositopeni hematoloji pratiğinde sık karşılaşılan bir durumdur. Allogenik kemik iliği
nakilleri sonrasında trombositopeni sıklıkla görülmektedir. Bunun nedenleri arasında graft yetmezliği, primer
hastalık relapsı, enfeksiyonlar, ilaçlar ve multipl transfüzyonlar yer almaktadır. Bu hastalarda nadir olarak
otoımmun trombositopeni de gelişmektedir. Literatürde
bizim bulabildiğimiz sadece iki vaka mevcuttur. Bu hastaların tedavilerinde, kortikosteroidler, IVIG, Rituxamab
ve splenektomi kullanılmaktadır.
Allogenik kemik iliği nakli sonrasında gelişen sitopenilerde nadir nedenlerden birisi olan otoimmun trombositopenininde akılda tutulması gerektiği düşüncesindeyiz.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0258
Poster No: P053
KEMİK İLİĞİNDE FİBROZİS VE ANJİYOGENEZİSİN
ENGRAFTMAN ÜZERİNE ETKİSİ. Nurhilal Turgut1,
Güner Hayri Özsan2, Sermin Özkal3, Selda
Kahraman2, Özden Pişkin2, Mehmet Ali Özcan2, Fatih
Demirkan2, Bülent Ündar2. 1Adana Numune Eğitim
Araştırma Hastanesi, Hematoloji Kliniği, Adana, 2Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı,
İzmir, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Ana
bilim Dalı, İzmir
Amaç: Bu çalışmada hematolojik malignitelerde
kemik iliğindeki fibrozis ve anjiyogenezisin engraftman
sürecisine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp
Fakültesi (DEÜTF) hematoloji bilim dalında 2003-2008
yıllarında otolog (n=37) ve allogeneik (n=3) periferik kök
hücre nakli yapılan multipl myelom (n=26), amiloidoz
(n=1), plazmasitom(n=1), hodgkin (n=6)-hodgkin dışı (n=6)
lenfoma tanılı 40 hasta (yaş ortalaması 48,50±14,31 yıl,
23 erkek, 17 kadın) alınmıştır. Hastaların transplantasyondan önceki son kemik iliklerinde myelofibrozis derecesi 0-3 arasında skorlanmış, anjiyogenezis için birim
tümör dokuya düşen damar yoğunluğu (VSD) ve birim
alana düşen mikrodamar sayısı (NVES) olarak hesaplanmıştır. CD 34+ hücre miktarı, fibrozis ve anjiyogenezis
için oluşturulan alt grupların nötrofil ve trombosit engraftman süreleri açısından varyans analizleri, korelasyon
analizleri ve fibrozis ve anjiyogenezisin sağ kalım analizleri değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan hastaların hepsinde nötrofil engraftmanının olduğu, trombosit engraftmanının
ise 37 hastada olduğu saptanmıştır. Reinfüze edilen ürünün CD 34+ hücre düzeyine göre yapılan alt grup analizinde; grup 1 (2,5-5x 106/kg) ve grup 3 (>10x106 /kg)
arasında nötrofil ve trombosit engraftman günleri açısından anlamlı farklılık saptanmıştır (sırasıyla p=0,02
ve 0,03). Korelasyon analizinde de nötrofil ve trombosit engraftman günleri ile CD 34+ hücre düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon bulunmuştur (sırasıyla p=0,030, r=-0,34 ve p=0,027, r=-0,36).
Hastaların 20’sinde (%50) fibrozisin olmadığı, 14 (%35)
hastada derece 1, 6 (%15) hastada derece 2 fibrozis olduğu saptanmıştır. Fibrozis ile nötrofil, trombosit ve eritrosit engraftman süreleri arasında anlamlı korelasyon saptanmamıştır (sırasıyla rs=0,09 p=0,57, rs=0,22
p=0,18, rs=0,25 p=0,14). Alt grup analizinde ise derece 0 (n=20) ve derece 2 (n=6) fibrozisi olan grupların
trombosit engraftman günleri açısından varyans analizinde p=0,059 saptanmıştır. Anjiyogenezis için stereolojik yöntemle hesaplanan VSD ve NVES ile yapılan değerlendirmede oluşturulan alt gruplarda nötrofil ve trombosit engraftmanı açısından varyans analizlerinde anlamlı farlılık, korelasyon analizlerinde de anlamlı korelasyon
bulunamamıştır. Ancak fibrozis ile VSD ve NVES arasında anlamlı pozitif bir korelasyon gözlenmiştir. Sağ kalım
analizlerinde fibrozis ve anjiyogenezisin alt grupları arasında sağ kalım üzerine anlamlı fark gözlenmemiştir.
Tartışma: Fibrozisin nötrofil engraftmanı üzerine
negatif etkisi yoktur. Bunun fibrozis artışına eşlik eden
artmış anjiyogenezis ile ilişkili olabileceği düşünülmüştür. İleri derece fibrozisi olan olgularda trombosit engraftman süresinde uzama görülebilir. Bu grup hastalara
verilecek CD 34+ hücre miktarının eşik değeri daha yüksek tutulmalıdır.
59
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0347
Poster No: P054
ALLOJENEİK
KÖK
HÜCRE
NAKLİ
SONRASI
PROFLAKTİK ANTİBİYOTİK KULLANIMI AKUT GRAFT
VERSUS HOST HASTALIĞI OLUŞUMUNU ETKİLER
Mİ?. Fatih Kurnaz1, Leylagül Kaynar1, Bülent Eser1,
Serdar Şıvgın1, Cem Şahin2, Ali Ünal1, Mustafa Çetin1.
Erciyes Üniversitesi İç Hastalıkları Hematoloji Bilim Dalı,
Kayseri, Türkiye, 2Erciyes Üniversitesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Kayseri
Amaç: Son yıllarda allojeneik kök hücre nakli (KHN)
akut lösemi, lenfoma gibi bir çok hematolojik malignitede önemli bir tedavi seçeneği haline gelmiştir. Graft versus host hastalığı (GVHH) allojeneik KHN sonrası en
önemli komplikasyonlardan biridir. Çeşitli risk faktörleri GVHH oluşumunda etkilidir. Bu çalışmada Erciyes
Nakil Merkezinde allojeneik KHN yapılan hastalarda akut
GVHH sıklığının ve akut GVHH’nı etkileyen faktörlerin
tespit edilmesi planlandı.
Yöntemler: Çalışmada Mart 2005-Temmuz 2009
tarihleri arasında allojeneik KHN yapılan173 hasta değerlendirildi.
Sonuçlar: Akraba dışı vericiden nakil yapılan hastaların hiçbirinde akut GVHH gelişmezken, doku grubu
uyumsuz (HLA tek uyumsuz) vericiden yapılan nakil hastalarının 5’inde (%20,8) akut GVHH gelişti ve tam uyumlu
doku grubu olan hastaların ise 29’unda (%20) akut GVHH
gelişti (p=0,6). Toplam 15 (%8,7) hastada CMV tespit edilmesine rağmen bu hastaların sadece 1’inde (%0,6) akut
GVHH gelişmiştir (p=0,3). Myeloablatif rejim alanların
20’sinde (%17,2) akut GVHH gelişirken non-myeloablatif
rejim alanların 14’ünde (%24,6) akut GVHH gelişmiştir
(p=0,3). 20 hastaya (%11,6) minör kan grubu uyumsuzluğu olan vericiden, 11 (%6,4) hastaya major ve minör kan
grubu uyumsuzluğu olan vericiden ve 31 (%17,9) hastaya ise major kan grubu uyumsuzluğu olan vericiden
nakil yapıldı. Hastalar ABO kan grubu uyumsuzluğu ve
akut GVHH gelişimi açısından değerlendirildiğinde akut
GVHH gelişim oranı açısından fark tespit edilmedi (p=0,8).
52 erkek hastaya kadın vericiden (%30) nakil yapıldı.
Kadın vericiden erkek hastaya yapılan nakillerde 13 hastada (%25) akut GVHH gelişti, verici ve alıcı cinsiyetlerine göre değerlendirildiğinde akut GVHH gelişimi açısından
anlamlı fark yoktu (p=0,14). Hastalar yaş grubu açısından
değerlendirildiğinde (<40yaş ve >=40 yaş) iki grup arasında akut GVHH gelişim oranı açısından fark yoktu (p=0,9).
Hastaların 143’ü proflaktik olarak moksifloksasin alırken,
30 hasta siprofloksasin aldı. Siprofloksasin alan grupta
toplam 12 (% 40) hastada akut GVHH gelişirken, moksifloksasin alan grupta ise toplam 22 hastada (% 15,4) akut
GVHH gelişti (P=0,004). Akut GVHH oranı siprofloksasin
alan grupta anlamlı olarak yüksek çıktı. TBI alanlar ve
almayanlar arasında akut GVHH gelişimi açısından fark
tespit edilmedi. Yapılan lojistik regresyon analizinde siprofloksasin kullanımının moksifloksasin kullanımına göre
[odds ratio (OR): 0,273 (CI%95 L: 0,115 U: 0,645) p=0,003]
anlamlı olarak daha yüksek oranda akut GVHH ile ilişkili olduğu tespit edildi. CMV enfeksiyonu, hazırlık tedavi
rejimi, hasta yaşı, ABO kan grubu uyumu, TBI kullanımı,
alıcı verici cinsiyet uyumu ve HLA doku grubu uyumu ile
akut GVHH arasında ilişki tespit edilmedi.
Tartışma: Çalışmamızda akut GVHH’nı etkileyebilecek faktörler değerlendirildiğinde kullanılan proflaktik antibiyotiğin akut GVHH gelişim sıklığı üzerine etkisi
olduğu görüldü. Nakil sonrası kullanılan proflaktik antibiyotiklerin akut GVHH gelişimi üzerine etkisi in vivo ve
in vitro çalışmalarla araştırılmalıdır.
1
60
Bildiri: 0352
Poster No: P055
DNA LİGAZ IV EKSİKLİĞİ SENDROMU (LIG4 SENDROMU)
OLAN İKİ KARDEŞTE HEMATOPOETİK KÖK HÜCRE
TRANSPLANTASYONU. Barış Kuşkonmaz1, Şule Ünal2,
Müge Gökçe2, Mualla Çetin2, Fatma Gümrük2, Duygu
Uçkan Çetinkaya2. 1Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Pediatrik Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi, 2Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Ünitesi
Amaç: DNA ligaz IV eksikliği sendromu (LIG4 sendromu) mikrosefali, büyüme geriliği, düşük doğum ağırlığı,
dismorfik yüz bulguları, immün yetmezlik, pansitopeni,
klinik ve selüler düzeyde radyosensitivitenin görüldüğü
otozomal resesif bir hastalıktır. Ligaz IV proteini çift sarmal DNA kırıklarının tamiri için gereklidir. LIG 4 sendromunun Nijmegen breakage sendromu (NBS), ataksitelenjiektazi, ve Fanconi anemisine (FA) benzer bulgulara sahiptir. Nadir görülen bu hastalıkta çok az sayıda
hematopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) bildirilmiştir. Bu çalışmada HKHT’u yapılan LIG4 sendromlu
iki kardeşin sonuçları bildirilmiştir.
Sonuçlar: Vaka 1: Pansitopeni ve büyüme geriliği
nedeni ile izlenen 10 yaşındaki kız hastanın anne-babası
arasında birinci dereceden akrabalık olduğu, doğum
ağırlığının düşük olduğu, tekrarlayan üst solunum yolu
enfeksiyonu ve otit geçirdiği öğrenilmiştir. Hastanın fizik
muayenesinde vücut ağırlığı, boy, baş çevresi değerlerinin 3 persentilin altında olduğu, düşük anterior saç çizgisi, belirgin nazal köprü, bilateral epikantus varlığı saptanmıştır. Kemik iliği aspirasyonu normoselüler olarak
değerlendirilmiştir. Hastanın sitogenetik incelemesinde spontan kırık oranında artış olduğu, DEB ve mitomisin C ile indüklenmiş kromozomal kırık çalışması negatif olduğu bulunmuştur. NBS açısından yapılan mutasyon çalışması negatif olarak saptanmıştır. Hastada DEB
(-) FA olabileceği düşünülerek tam uyumlu babasından
non-myeloablatif rejim kullanılarak ve CD 34 seleksiyonu yapılarak HKHT yapılmış, engraftman sağlanamamıştır (Tablo 1). Hastadan LIG4 sendromu açısından mutasyon analizi çalışmaları yurtdışına gönderilmiş ve birinci transplantasyondan 3 ay sonra hastaya hazırlık rejimi
yoğunluğu artırılarak ikinci transplantasyon yapılmış ve
engraftman sağlanmıştır.
Vaka 2: Vaka 1’e benzer klinik ve laboratuar özelikleri olan hastanın mutasyon analizi çalışmasında DNA
ligaz IV proteinin 588. pozisyonunda olan lizin aminoasitinin delesyonu ile sonuçlanan (588 del K) hemozigot trinüklootid mutasyon, 1762delAAG, saptanmış ve
LIG4 sendromu tanısı konmuştur. HKHT’u öncesi kemik
iliği aspirasyon örneği hiposelüler olarak değerlendirilmiş olup düşük yoğunlukta rejim verilerek tam uyumlu babasından HKHT’u yapılmış ve engraftman sağlanmıştır (Tablo 1).
Tartışma: Kemik iliğinin normoselüler olduğu vaka
1’de fludarabin bazlı non-myeloablatif rejim ile ilk transplantasyonda engraftman sağlanamaz iken, rejim yoğunluğunun arttırıldığı ikinci transplantasyonda engraftman sağlanmıştır. Kemik iliğinin hiposelüler olduğu vaka
2’de fludarabin bazlı non-myeloablatif rejim engraftman
sağlanmasında yeterli olmuştur. Bu çalışma sonucunda HKHT’u yapılacak LIG4 sendromlu hastalarda kemik
iliği selülaritesinin hazırlık rejimi seçiminde ve yoğunluğunu belirlenmesinde belirleyici bir faktör olabileceği söylenebilir. Vaka 1’de ilk transplantasyonda CD34 seleksiyonu yapılmış olması da engraftman başarısızlığına katkıda bulunmuş olabilir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Tablo 1. Hastaların özellikleri ve transplantasyon sonuçları
Vaka 1 (1.
transplantasyon)
Vaka 1 (2.
transplantasyon)
Vaka 2
10 y
10 y
9.5 y
Yaş
Cinsiyet
Kız
Kız
Erkek
HLA tam
uyumlu baba
HLA tam
uyumlu baba
HLA tam
uyumlu baba
Kök hücre kaynağı
Kemil iliği
Periferik kök hücre
Periferik kök hücre
CD 34 seleksiyonu
+
-
-
Fludarabin
(175 mg/m2)+
siklofosfamid
(40 mg/kg)+ATG
busulfan
(6.4 mg/kg)+
siklosfamid
(150 mg/kg)+ ATG
Fludarabin
(175 mg/m2)+
siklofosfamid
(40 mg/kg)+ATG
Siklosporin A
Siklosporin A+MTX
Siklosporin A+MTX
Donör
Hazırlık rejimi
Graft versus host
hastalığı proflaksisi
Engraftman
-
+
+
Nötrofil engraftman
günü
-
+12. gün
+16.gün
Trombosit engraftman
günü
-
+26. gün
+20. gün
Akut graft versus host
hastalığı
-
-
-
Kronik graft versus
host hastalığı
-
-
-
Veno-oklüziv hastalık
-
-
-
Hemorajik sistit
-
-
-
İkinci
transplantasyon
Hastalıksız yaşam
(+44 ay)
Hastalıksız yaşam
(+ 6 ay)
Sonuç
Bildiri: 0350
Poster No: P056
FANCONİ ANEMİLİ 13 ÇOCUK HASTADA FLUDARABİN
BAZLI NON-MYELOABLATİF KAZIRLIK REJİMİ
KULLANILARAK YAPILAN HEMATOPOETİK KÖK
HÜCRE TRANSPLANTASYON SONUÇLARI. Barış
Kuşkonmaz1, İlhan Altan2, Şule Ünal2, Selin Aytaç
Elmas2, Mualla Çetin2, Fatma Gümrük2, Duygu
Uçkan Öetinkaya1. 1Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Pediatrik Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi, Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Ünitesi
Amaç: Fanconi anemisi (FA) çeşitli yapısal fiziksel
anomaliler, ilerleyici kemik iliği yetmezliği, kansere yatkınlıkla seyreden, otozomal resesif kalıtım gösteren nadir
bir hastalıktır. FA hücrelerinin, kromozomal insitabilite ve çarpraz bağ yapan alkilleyici ajanlara karşı DNA
hipersensitivitesi göstermeleri karakteristik özellikleridir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT),
kemik iliği yetmezliği ile myeloid kökenli kanser önlenmesi ve tedavisinde tek seçenek olarak görülmektedir.
FA hastalarında seçilecek hazırlık rejimi transplantasyon
başarısında önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmada ünitemizde FA hastalarında Fludarabin bazlı rejim kullanılarak yapılan HKHT sonuçları bildirilmiştir.
Yöntemler: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Pediatrik Kemik İliği Transplantasyon Ünitesinde, açıldığı tarih olan Haziran 1994’den itibaren toplam 23
FA’li hastaya HKHT’u yapılmıştır. Fludrabin bazlı rejimlerin kullanılmaya başlandığı tarih olan Nisan 2004 ve
Temmuz 2010 tarihleri arasında ise toplam 13 FA’li hastaya HKHT’u uygulanmıştır. Bu hastaların verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Vakaların transplantasyon ile ilgili özellikler tablo 1’de sunulmuştur. Hastaların
ortalama yaşları 10.1±3.5 yıl ve erkek/kız oranı 9/4 idi.
Çalışmaya alınan hastaların hepsinde Fludarabin+siklo
2
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
fosfamid+ATG’den oluşan non-myeloablatif hazırlık rejimi kullanılmıştır. CD 34 seleksiyonu yapılan hastalarda
graft versus host hastalığı proflaksisi olarak siklosporin A
kullanılmıştır. Geriye kalan 8 hastadan yedisinde GVHD
proflaksisi olarak siklosporin A+metotreksat, bir hastada
siklosporin A+metilprednizolon kullanılmıştır.
Sonuçlar: Vakaların tümünde nötrofil engraftmanı sağlanmış olup, ortalama nötrofil engraftman süresi 13.4±2.9 gün (9-19 gün) olarak bulunmuştur (Tablo
1). Graft versus host hastalığı (grade 2) iki vakada
(%15.4), veno-oklüzif hastalık (orta derecede) iki vakada
(%15.4), hemorajik sistit ise bir (%7.7) vakada gelişmiştir.
Çalışmaya dahil edilen 13 hastanın 12’sinde (%92.3) hastalıksız yaşam sağlanmıştır (Tablo 1). Bir hastada transplantasyon sonrası zayıf graft fonksiyonu gelişmiş olup
akciğer enfeksiyonu nedeni ile kaybedilmiştir.
Tartışma: Fludarabin bazlı non-myeloablatif hazırlık
rejimleri konvensiyonel myeloablatif rejimlerin tolere edilemeyeceği hastalıklarda yoğun T hücre immünsüpresyonu yaparak, minimal toksisite ile erken ve kalıcı engraftman sağlayabilmektedir. Fludarabin immümsüpresif özelikleri yanında antimetabolit olması nedeni ile sitoredüktif etkiye sahiptir. DNA çapraz bağ yapan ajanların aksine Fludarabinin, FA hasta hücrelerinde kromozomal bütünlük üzerinde olumsuz etkisi yoktur. Bu özelik
Fludarabin içeren non-myeloablatif rejimleri FA hastaları doğal bir aday haline getirmektedir. Bizim çalışmamızda da Fludarabin içeren rejim kullanımı ile FA hastalarında hastalıksız yaşam oranı %92.3 olarak bulunmuştur.
Tablo 1. Hastaların özellikleri ve transplantasyon sonuçları
Yaş
Cinsiyet (Erkek)
10.1±3.5 y (5.6-17 y)
9 (%69.2)
Donör özellikleri
HLA tam uyumlu kardeş
8 (%61.2)
HLA 1 antijen uyumsuz kardeş
2 (%15.4)
HLA tam uyumlu baba
2 (%15.4)
HLA tam uyumlu anne
1 (%7.7)
Kök hücre kaynakları
Kemik iliği
9 (%69.2)
Periferik kök hücre
3 (%23.1)
Kemik iliği+kord kanı
1 (%7.7)
CD 34 seleksiyonu
Hazırlık rejimi
5 (%38.5)
Flu+Cy+ATG
Graft versus host hastalığı proflaksisi
Siklosporin A+metotreksat
7 (%53.9)
Siklosporin A
5 (%38.5)
Siklosporin A+metilprednizolon
Nötrofil engraftmanı
Nötrofil engraftman günü
Akut GVHD (grade 2)
Kronik GVHD
1 (%7.7)
13 (%100)
13.4±2.9 (9-19 gün)
2 (%15.4)
-
Veno-oklüzif hastalık (orta şiddette)
2 (%15.4)
Hemorajik sistit
1 (%7.7)
Yaşam oranı
12 (%92.3)
Hastalıksız yaşam oranı
12 (%92.3)
61
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0315
Poster No: P057
OTOLOG HEMATOPOİETİK KÖK HÜCRE NAKLİ:
ANKARA ONKOLOJİ HASTANESİ KÖK HÜCRE NAKLİ
MERKEZİ DENEYİMİ. İlhami Kiki, Emre Tekgündüz,
Çiğdem Sönmez, Mevlüde Kurdal, Fatma Özgür, Arzu
Yurtcu, Şerife Koçubaba, Hülya Arslan, Ayşegül Tetik,
Itır Demiriz, Meltem Yüksel, Fevzi Altuntaş. Ankara
Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği
ve Kök Hücre Nakli Merkezi, Ankara
Amaç: Otolog kök hücre desteğinde yüksek doz tedavi nüks lenfoma ve plazma hücre hastalıklarında başarılı ile kullanılmaktadır. Bu çalışmada Ocak 2009- Haziran
2010 arasında ünitemizde gerçekleştirilen 65 otolog kök
hücre nakli (OKHN) işlemlerinin geriye dönük olarak
değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntemler: Yaş ortancası 48 (Aralık: 15-70) olan; 28
kadın, 36 erkek toplam 64 hastaya 65 periferik OKHN
yapıldı. Otolog kök hücre kaynağı olarak büyüme faktörü (G-CSF;10μg/kg/gün) ile mobilize edilmiş çevresel kan kaynaklı kök hücre kullanıldı. Hastaların tanıları şu şekilde idi: Non-Hodgkin Lenfoma (n=26), Hodgkin
Lenfoma (n=13), Multipl Miyeloma (n=25), Waldenstrom
Makroglobulinemisi (n=1). Hazırlama Rejimi olarak BEAM
± Rituximab (n=26), ICE ± Rituximab (n=13) ve Melfelan
± Bortezomib (n=26) kullanıldı.
Sonuçlar: Nakil edilen CD34 (+) kök hücre miktarı
ortanca 5,1x106/kg (Aralık: 2,5–8,8x106/kg) idi. Nakil
sonrasında hastalara ortanca 6 ünite (Aralık: 1-10) ışınlanmış trombosit ve 1 ünite (Aralık: 1-3) ışınlanmış eritrosit süspansiyonu verildi. Olguların %65’inde febril
nötropenik atak gelişti. Nötrofil engrafmanı (> 500/μL)
ortanca 10 gün (Aralık: 8-18 gün), trombosit engrafmanı (>20.000/μL) ortanca 12 gün (Aralık: 8-25 gün) içinde gerçekleşti. 100 günlük transplant ile ilişkili mortalite %3 tespit edildi. OKHN yapılan olguların halen %64’ü
tam remisyonda veya hastalıklı takip edilmektedir.
Tartışma: OKHN kemosensitif bazı hastalıklarda
önemli bir tedavi seçeneğidir. OKHN ile ilişkili morbidite ve mortalite oranları kabul edilebilir düzeydedir. Yeni
açılan bir kök hücre nakli merkezinin başarısında ekip,
takım çalışması, fiziki mekân, laboratuarlar, aferez ünitesi, kan bankası, standart uygulama protokolleri, hemşirelik bakım hizmetleri, sürekli eğitim programı ve multidisipliner çalışma önemli unsurlardır.
Bildiri: 0345
Poster No: P058
KONJENİTAL DİSERİTROPOETİK ANEMİLİ BİR
ÇOCUK HASTADA HEMATOPOETİK KÖK HÜCRE
TRANSPLANTASYONU. Barış Kuşkonmaz1, Şule
Ünal2, Ceren Günbey3, Tülin Şaylı4, Duygu Uçkan
Çetinkaya1, Mualla Çetin2. 1Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Pediatrik Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi,
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 3Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 4Ankara Dışkapı
Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Konjenital diseritropoetik anemi (KDA), inefektif eritropoez (intramedüller eritrosit ölümü, retiklositopeni ile beraber anemi, eritroid hiperplazi) ve kemik iliğinde çok çekirdekli eritrosit öncülleri gibi morfolojik değişikliklerinin görüldüğü farklı tiplerden oluşan bir hastalıktır. Anemi dışındaki diğer bulguları arasında, sarılık (kronik veya aralıklı), safra taşı, hepatosplenomegali,
hemosiderozis ve eritrosit yaşam süresinde kısalma sayılabilir. Literatür taramasında KDA’li hastalarda hematopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) yapılan vaka
2
62
sayısının çok az olduğu görülmüştür. Bu çalışmada başarılı bir şekilde HKHT’u yapılan transfüzyon bağımlı KDA’li
bir hasta sunulmuştur.
Sonuçlar: 1.5 aylıkken anemisi saptanan, yapılan
incelemeler sonucunda konjenital diseritropoetik anemi
tanısı konulan, 3-4 hafta aralarla eritrosit transfüzyonu
ihtiyacı olan, fizik muayenesinde hepatosplenomegalisi saptanan, 6 yaşındaki kız hastaya tam uyumlu kardeşinden hematopoetik kök hücre transplantasyonu yapılmıştır. Hazırlık rejimi olarak hastaya busulfan (12.8 mg/
kg, iv)+siklofosfamid (200 mg/kg)+ATG, graft versus host
hastalığı proflaksisi için siklosporin A+metotreksat verilmiştir. Hematopoetik kök hücre kaynağı olarak kemik
iliği kullanılmıştır. Hastaya verilen çekirdekli hücre sayısı 9.4x108/kg, CD34 sayısı 4.7x106/kg olarak bulunmuştur. Nötrofil engraftman günü +21. gün, trombosit engraftman günü +30 gün olarak bulunmuştur.
Hastanın izleminde akut GVHD, kronik GVHD, VOD gibi
transplantasyon ilişkili komplikasyonlar gözlenmemiştir.
Hasta transplantasyon sonrası +32. ayda hastalıksız olarak izlenmeye devam edilmektedir.
Tartışma: Başta talasemi major olmak üzere hemoglobinopatiler dışındaki, transfüzyon bağımlılığı olan ve
demir yüklenmesi riski bulanan eritrosit bozukluklarında da HKHT’u kür sağlayabilmektedir. Literatürde
HKHT’unun uygulandığı KDA’li hasta sayısı oldukça
azdır. Bildirilen bu transfüzyon bağımlı KDA’li hastada
HKHT’u ile kür sağlanmıştır.
Tablo 1. Hastanın özellikleri ve transplantasyon sonuçları
Yaş
6y
Cinsiyet
Kız
Donör
Kök hücre kaynağı
Hazırlık rejimi
Graft versus host hastalığı proflaksisi
Engraftman
HLA tam uyumlu kardeş
Kemik iliği
Busulfan (12.8 mg/kg, iv)+ Siklofosfamid (200
mg/kg) +ATG
Siklosporin A+metotreksat
Evet
Nötrofil engraftman günü
+21. gün
Trombosit engraftman günü
+30. gün
Akut graft versus host hastalığı
-
Kronik graft versus host hastalığı
-
Veno-oklüziv hastalık
-
Hemorajik sistit
-
Sonuç
Bildiri: 0355
Hastalıksız yaşam (+32. ay)
Poster No: P059
HEMATOPOETİK KÖK HÜCRE TRANSPLANTASYONU
SONRASI NADİR GÖRÜLEN MULTİFOKAL ALANLARDA
EKSTRAMEDULLER RELAPS GELİŞEN AML OLGUSU.
Talia İleri1, Mehmet Ertem1, Elif Ünal İnce1, Tuğba
Belgemen1, Hasan Çakmaklı1, Ünsal Özgen2, Zümrüt
Uysal1. 1Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik
Hematoloji Bilim Dalı, 2İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi
Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: Allojenik hematopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) günümüzde akut myeloid lösemi (AML)
olgularında başarı ile uygulanmakta olup yüksek oranda kür elde edilmektedir. HKHT sonrası santral sinir sistemi (SSS), testis, overlerde izole ekstramedüller relaps
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
yaklaşık %0,6 sıklığında gelişmektedir. Olgumuzu HKHT
sonrası erken dönemde farklı ve olağan dışı odaklarda
gelişen ekstramedüller relaps nedeni ile sunmak istedik.
Yöntemler: 7 yaşında dış merkezde Hb: 3.6 g/dl, BK:
18500/mm³, PLT: 19000/mm³ bulunan, periferik yayma
ve kemik iliğinde %85 blast saptanan hastaya immünhistokimyasal boyamalarda sadece sudan black ile pozitiflik elde edilmesi nedeniyle AML-M2 tanısı konulmuş.
Sitogenetik analizde t(8;21) pozitif bulunan, SSS tutulumu olmayan hastaya “MRC 10 kemoterapi protokolü” başlanmış. İlk kür sonrası remisyon sağlanan hastada tedavinin tamamlanmasını takiben 6. ayda (ilk tanıdan 11 ay sonra) kemik iliği relapsı gelişmiş. Uygulanan
1. kür kemoterapi ile 2. tam remisyon elde edilen, tedavi sürecinde profilaktik kranial radyoterapi uygulanmayan hasta doku grubu tam uyumlu kardeşinin bulunması üzerine HKHT yapılmak üzere kliniğimize kabul edildi. HKHT öncesinde kemik iliği morfolojik ve sitogenetik,
BOS sitolojik incelemeleri normal bulundu. HKHT sürecini sorunsuz olarak atlatan hastamız HKHT sonrası 7.
ayda sol periferik fasiyal paralizi ile başvurdu. Temporal
MR incelemesinde sol internal akustik kanalda 9x6 mm
boyutlarında kitle ve mastoidit saptanan hastaya mastoiektomi yapıldı ve kitle mümkün olabildiğince çıkartıldı.
İnternal akustik kanal ve mastoit içine yayılım gösteren
kitle immünhistokimyasal olarak AML ile uyumlu bulundu. Kemik iliği incelemesinde remisyonda olduğu saptanan hasta HKHT sonrası erken dönemde izole ekstramedüller relaps olarak değerlendirildi. Tedavisinin planlanma aşamasında pulmoner ödem tablosu gelişmesi üzerine çekilen akciğer BT’de mediastende 7x4 cm boyutlarında kitle geliştiği ve ekokardiyografide sol atriuma kitlenin bası yapması sonucu ventriküle akımın güçlükle sağlanabildiği görüldü. BOS sitolojik incelemesinde
lösemik tutulum saptandı. Hastamızda internal akustik
kanal, SSS, mediasten tutulumları ile kendini gösteren
“multifokal ekstramedüller relaps” geliştiğinin saptanması nedeniyle intratekal tedavi ile birlikte IDA-FLAG kemoterapi protokolü uygulandı. Kemoterapi sonrasında fasiyel paralizi, mediastinal kitle yakınmaları kaybolan hastamızda BOS sitolojik incelemesi normal olarak değerlendirildi. Hastamıza takiben kemoterapi ile birlikte kranial ve mediastinal bölgelere lokal radyoterapi uygulanması planlandı.
Sonuçlar: AML hastalarında transplantasyon sonrası ekstramedüller relaps gelişimi nadir olup kemik iliği
tutulumu olmaksızın multifokal alanlarda relaps gelişimi
çok daha nadir bir durumdur. Nedeni bilinmemekle birlikte HKHT sonrası graft vs lösemi etkisinin gelişmemesine bağlanan bu tablo hastada farklı yakınmaların ortaya çıkması ile kendini göstereceğinden her zaman akılda tutulmalıdır.
Bildiri: 0446
Poster No: P060
MYELODİSPLASTİK SENDROM (MDS) TEDAVİSİNDE
ALLOJENEİK HEMATOPOETİK KÖK HÜCRE NAKLİNİN
(AHKHN) ETKİNLİĞİ (TEK MERKEZ DENEYİMİ). Ender
Soydan, Pervin Topçuoğlu, Şule Mine Bakanay, Sinem
Civriz Bozdağ, Muhit Özcan, Önder Arslan, Osman
İlhan, Meral Beksac, Nahide Konuk, Akın Uysal,
Günhan Gürman. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: MDS tedavisinde yeni ajanların gelişimine rağmen, kök hücre nakli günümüzde hastalıklı klonun kalıcı olarak ortadan kalkmasını sağlayan tek tedavi seçeneğidir. IBMTR’ın retrospektif verilerinde uluslar arası
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
prognostik indekse (UAPI) göre orta-2 ve yüksek risk
MDS olguları erken dönemde yapılan, düşük ve orta-1
risk MDS olguları ise geç dönemde yapılan kök hücre
naklinden daha çok fayda görmektedir. Bu çalışmanın
amacı, kliniğimizde MDS tanısı ile AHKNH uygulanan
hastalara ait verilerin toplanmasıdır.
Yöntemler: Kliniğimizde 1993-2009 yılları arasında
MDS tanısı ile kliniğimizde AHKHN uygulanan 47 olgunun verileri geriye dönük olarak dosya taraması ile değerlendirildi.
Sonuçlar: Hasta özelliklerine bakıldığında ortanca
yaş 40 (16-64), 16E/31K, MDS alt grubu değerlendirilebilen 37 olguda 13RA, 10 RAEB-2, 8 RARS, 5 KMML
ve 1 RAEB-1, UAPI verilerine ulaşılabilen 24 olguda 13
I, 7 II ve 4 III tespit edildi. Nakil özelliklerine bakıldığında 23 olguda cinsiyet uyumsuz, 23 olguda kan grubu
uyumsuz nakil, ortanca çekirdekli hücre miktarının 4,65
(0,30-12,60), CD34+ hücre miktarının 5,26 (0,28-25,89),
kök hücre kaynağı 41 perifer kan (PK), 4 kemik iliği(Kİ),
1 PK+Kİ, 1 kordon kanı (KK) ve 46 HLA tam uyumlu
kardeş, 1 HLA tam uyulu akraba dışı verici olduğu ve
hazırlık rejiminin ağırlıklı olarak busulfan ve fludarabin
tabanlı rejimleri içerdiği gözlendi. Tanıdan nakile kadar
geçen süre ortanca 11 (2,10-96,57) ay bulundu.Nakil
sonrası yan etkilere bakıldığında grade II-IV akut graft
versus host hastalığı (AGVHH) %37, kronik graft versus
host hastalığı (KGVHH) %57 oranında ve %50’si yaygın
KGVHH olarak belirlendi. Nakil ilişkili ölüm %62, nüks ve
hastalığa bağlı ölüm ise %21 olarak bulundu. Tüm olgular değerlendirildiğinde ortalama yaşam 56,41±12,74, beş
ve on yıllık tahmini yaşam olasılığı ise %31 idi. Hastalık
alt grubu ve UAPI’e göre bakıldığında yaşam olasılıkları arasında anlamlı bir fark gözlenmedi (sırasıyla p=0,15
ve p=0,68). Kemik iliği biyopsilerinde fibrosis ile ilgili veri
bulunan 29 olgu değerlendirildiğinde ortalama yaşam
süresinin fibrozis olan olgularda (n=7) daha düşük olduğu (72,12±19,49’a karşı 10,49±5,32, p=0,22) görüldü.
Tartışma: Sonuçlarımızın daha önce yayınlanan araştırmalarla benzer GVHH oranlarına sahip. Yaşam olasılıklarına bakıldığında bizim serimizdeki 3 yıllık %35
yaşam olasılığının biraz düşük fakat beş ve 10 yıllık
%31’lik yaşam olasılığının iyi olduğu ve bu hastaların
çoğununda RA alt grubuna ait olduğu gözlenmiştir.
Bildiri: 0214
Poster No: P061
LENFOMALI HASTALARDA DHAP + G-CSF İLE
BAŞARILI PERİFERİK KÖK HÜCRE MOBİLİZASYONU.
Eren Gündüz, Olga Meltem Akay, Celil Öncü, Esin
Kuş, Gülcihan Demirel, Zafer Gülbaş. Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilimdalı
Amaç: Relaps/refrakter Hodgkin lenfoma (HL) ve non
Hodgkin lenfoma (NHL) lı hastalarda otolog periferik kök
hücre nakli etkili bir tedavi seçeneğidir. Deksametazon,
sitarabin, sisplatin (DHAP) protokolü etkinliği yüksek ve
kabul edilebilir toksisitesi olan bir kurtarma rejimi olarak kullanılmaktadır. Aynı rejimi takiben uygulanan granülosit koloni stimule edici faktör (G-CSF) ile lenfomalı
hastalarda başarılı kök hücre mobilizasyonu da sağlanabilmektedir. Biz de çalışmamızda relaps/refrakter lenfomalı hastalarımızda DHAP+G-CSF ile yapılan kök hücre
mobilizasyonunun etkinlik ve güvenilirliğini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Çalışmaya 2008-2009 yıllarında DHAP+GCSF ile mobilizasyon yapılan 11’i HL ve 9’u NHL’li (7 difüz
büyük B hücreli, 1 T hücreli, 1 mantle hücreli lenfoma)
20 hasta (Erkek: 13, Kadın: 7) dahil edildi. Hastaların yaş
63
POSTER BİLDİRİLER
ortalaması 42 yıldı. Lenfoma tanısı 1999-2009 yılları arasında konmuştu. Daha önce aldıkları kemoterapi sayısı ortalama 7 kürdü. Son aldıkları kemoterapi ile mobilizasyon amaçlı verilen DHAP (deksametazon 40 mg/gün
1-4.gün, sitarabin 2 gr/m2/12 saat 2.gün, sisplatin 100
mg/m2/gün 1.gün) rejimi arasındaki süre ortalama 17
aydı. Hastaların yalnızca 3 tanesi daha önce radyoterapi
de almıştı. 4 hastaya daha önce 1 ve 1 hastaya da daha
önce 2 kez mobilizasyon denenmişti. Mobilizasyon 2 hastada 3, diğerlerinde 2 kür DHAP sonrası denendi. G-CSF
(filgrastim) 5 μg/kg kemoterapi sonrası 1.günde subkutan olarak yeterli hücre toplanana ya da yetersiz mobilizasyon kararı verilene dek günde tek doz uygulandı.
Sonuçlar: 20 hastanın sadece 3’ünde ateş gözlendi. En düşük Hb değerine ortalama 14.günde, en düşük
beyaz küre değerine ortalama 12.günde ve en düşük
trombosit değerine ortalama 13.günde ulaşıldı. En yüksek beyaz küre sayısına ulaşılan gün ise 15.gün idi. 20
hastanın 19’unda minimum eşik değer olan >2x106/kg
kök hücre sayısına ulaşıldı. Toplanan kök hücre miktarı
7 hastada >5x106/kg, 3 hastada >10x106/kg idi. Yeterli
hücre miktarına 6 hastada 1 günde, 9 hastada 2 günde, 3
hastada 3 günde ve 1 hastada 4 günde ulaşıldı.
Tartışma: Çalışmamızdan elde ettiğimiz sonuçlar bir
kurtarma rejimi olan DHAP ve G-CSF ile mobilizasyonun
etkili ve güvenli bir rejim olduğunu desteklemektedir.
Bildiri: 0311
Poster No: P062
TÜM VÜCUT IŞINLAMASI SEYRİNDE PAROTİT:
ANKARA ONKOLOJİ HASTANESİ KÖK HÜCRE NAKLİ
MERKEZİ DENEYİMİ. Emre Tekgündüz1, İlhami
Kiki1, Şerife Koçubaba1, Hülya Arslan1, Itır Demiriz1,
Ayşegül Tetik1, Meltem Yüksel1, İsmet Aydoğdu2,
Fevzi Altuntaş1. 1Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Hematoloji Kliniği ve Kemik İliği Nakil Merkezi,
Ankara, 2Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Konya
Amaç: Tüm vücut ışınlaması (TVI) allojenik hematopoetik kök hücre nakli (KHN) öncesi kullanılan hazırlama rejimlerinde tek başına veya farklı kemoterapötik ajanlarla birlikte değişen dozlarda kullanılmaktadır.
TVI tümör eradikasyonu ve myeloablatif etki açısından
önemli bir tedavi yöntemi olmasına karşın erken ve geç
dönemde çok çeşitli komplikasyonlara neden olmaktadır.
Fraksiyone TVI % 10-30; tek seferde uygulanan TVI %
25-75 olguda geçici parotite neden olmaktadır. Bu çalışmada TVI temelli hazırlama rejimi sonrası KHN uygulanan olgularda parotit gelişimi geriye dönük olarak analiz edildi.
Yöntemler: TVI temelli hazırlama rejimi uygulanan 16
hastaya ilişkin veriler Tablo-1’de özetlenmiştir. Tüm hastalarda hazırlama rejimi olarak TVI ile siklofosfamit (120
mg/kg) kombine edildi. Olguların 15’ine (% 94) akut lenfoblastik lösemi tanısı ile allojenik KHN yapıldı. İki olgu
dışında tüm hastalarda (% 88) TVI dozu 12 Gy olarak altı
fraksiyonda uygulandı. Parotit tanısı için parotis lojunda
ağrı, şişlik ve serum amilaz düzeylerinde artış kullanıldı.
Klinik gereklilik halinde parotis loju ultrasonografik olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: Çalışma sürecinde TVI uygulanan olguların
6’sında (% 38) geçici parotit gelişti. Parotit olan tüm olgularda parotit atağının TVI’nın başlangıcından sonraki ilk
gün içinde geliştiği görüldü. Hastaların tümünde parotit
tablosu 1-3 gün içinde kendiliğinden geriledi. Bu süreçte
hastalara semptomatik tedavi uygulandı.
64
Tartışma: TVI uygulanan hastalarda geçici parotit erken dönemde izlenen ve nispeten sık rastlanan bir
komplikasyondur. Kalıcı olmayan bu komplikasyonda
semptomatik tedavi yapılması yeterli görülmektedir.
Tablo 1. TVI temelli hazırlama rejimi uygulanan hastalar
Hasta
Cinsiyet
Yaş
Tanı
Kök hücre kaynağı
TVI dozu
Parotit
1
E
26
ALL
2
K
50
ALL
Kİ
12 Gy
-
Kİ
14.4 Gy
3
E
23
-
ALL
Kİ
12 Gy
4
E
-
17
ALL
Kİ
12 Gy
-
5
6
E
26
ALL
Kİ
12 Gy
-
E
41
ALL
Kİ
12 Gy
-
7
K
27
ALL
PKH
12 Gy
-
8
K
38
ALL
Kİ
12 Gy
+
9
E
27
ALL
Kİ
12 Gy
10
E
28
ALL
Kİ
12 Gy
+
11
E
18
ALL
PKH
12 Gy
+
12
K
20
ALL
Kİ
12 Gy
+
13
E
41
ALL
Kİ
4 Gy
+
14
E
53
T-NHL
Kİ
12 Gy
+
15
K
24
ALL
Kİ
12 Gy
-
16
E
32
ALL
PKH
12 Gy
-
Bildiri: 0383
Poster No: P063
HEMATOPOETİK KÖK HÜCRE NAKLİ: YEDİTEPE
ÜNİVERSİTESİ HASTANESİ DENEYİMİ. Gülderen
Yanıkkaya Demirel1, Sema Aktaş1, Fatma Tuba
Akdeniz1, Gülçin Kalaycı Kırcı1, Meral Sönmezoğlu2,
Süleyman Sami Kartı1. 1Yeditepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, 2Yeditepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı
Amaç: Hematopoetik kök hücre nakli (HKHN) başta
akut lösemiler ve multipl myelom olmak üzere, hematolojik malinitelerde yaygın olarak kullanılan bir tedavi
yöntemidir. Ülkemizde de yaklaşık 25 yıldan beri HKHN
yapılmaktadır ve HKHN yapan merkez sayısı giderek artmaktadır.
Yöntemler: Bu bildiride Yeditepe Üniversitesi HKHN
merkezinde Ekim 2008 ve Eylül 2010 arasındaki sürede
gerçekleştirilen toplam 21 HKHN deneyimini aktarmayı
planladık. Bu sürede 16 otolog kök hücre nakli (OKHN),
5 allojeneik kök hücre nakli (AKHN) yapıldı. OKHN’lerinin
dokuzu multipl myelom, ikisi Hodgkin lenfoma, üçü
mantle hücreli lenfoma, biri folliküler lenfoma, biri de diffüz büyük B hücreli lenfoma hastasıydı. AKHN grubunda
ise üç akut myeloid lösemi (AML) ve iki yüksek risk myelodisplastik sendrom hastası vardı.
Sonuçlar: Her iki grupta transplantasyona bağlı
mortalite görülmedi. Otolog transplantasyon grubunda 11/16 tam cevap gözlenirken, 5/16 kısmi cevap gözlendi. Kısmi cevap gözlenen hastalardan biri kromozom
13 delesyonu gösteren MM hastasıydı ve bu hasta nakil
sonrası 4. ayda nüks olarak, pnömoni ve septik şoktan
kaybedildi. AKHN grubunda 5/5 tam cevap gözlenirken,
AML’li bir hasta AKHN’nin 4. ayında nüks olarak 7. ayda
septik şoktan kaybedildi.
Tartışma: Sonuç olarak ünitemizde 2 yılda toplam 21
HKHN gerçekleştirildi. Ortalama 11 aylık takipte OKHN
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
grubunda toplam sağ kalım %94 bulunurken, AKHN grubunda ortalama 4 aylık takipte toplam sağ kalım %80
bulundu.
direnç gösteren aşırı inflamasyonla seyreden JIA’li hastalarda genetik HLH varlığının hatırlanması erken tanı ve
tedavide başarı sağlayabilir.
Hematopoez/ Sitotokinler / Büyüme Faktörleri,
Reseptörleri / İlaç Farmakolojisi / Apopitoz
Bildiri: 0233
Poster No: P064
AŞIRI HİPERİNFLAMASYONLA SEYREDEN JUVENİL
İDİOPATİK ARTRİTLİ (JIA) ÇOCUKTA HETEROZİGOT
PERFORİN W374X MUTASYONU TEKRARLAYAN
MAKROFAJ AKTİVASYON SENDROMU (MAS) VEYA
HEMOFAGOSİTOZA NEDEN OLABİLİR Mİ ?. Şule
Ünal1, Günay Balta1, Hamza Okur1, Selin Aytaç1,
Mualla Çetin1, Fatma Gümrük1, Seza Özen2, Aytemiz
Gürgey1. 1Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 2Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Romatoloji
Ünitesi
Amaç: JIA’lı hastalarda MAS önemli mortalite nedenlerinden biridir. MAS’ın klinik ve laboratuar kriterleri hemofagositik lenfohistiositoz (HLH) ile benzerlik göstermektedir. Genellikle MAS sadece steroid, IVIG veya
siklosporin ile tedayiye yanıt vermektedir. Burada tekrarlayan kereler dirençli MAS geliştiren olgumuz sunulmuştur.
Yöntemler: Olgu sunumu
Sonuçlar: İki buçuk yaşında kız hasta yüksek ateş,
diz ağrısı ve deri döküntüleri nedeni ile başvurdu. Fizik
incelemesinde deride papüler lezyonlar vardı, karaciğer
3 cm ele geliyordu ve her iki diz ekleminde şişlik bulundu. Laboratuvar incelemesinde; pansitopeni (hemoglobin,
7.9 g/dl, beyaz küre 21 300 /mm3, trombosit 47 000 /
mm3), hiperferritinemi (43.852 ng/ml), sedimentation
yüksekliği (75 mm/saat) ve C-reaktif protein (23 mg/dl)
yüksekliği saptandı. İlk kemik iliği (Kİ) aspirasyonu normaldi. Hastaya JIA tanısı konuldu. Ateş çoklu antibiyotik, ateş düşürücü ilaçlar, steroid, siklosporin A, etanercept tedavisine yanıt vermedi. Tekrarlanan Kİ aspirasyonunda hemofagositoz tesbit edilerek MAS tanısı konuldu
ve HLH-2004 protokolu ile tedaviye cevap alındı. On üç
aylık tedaviden sonra tedavi kesildi ve hasta 6 ay sonra
JIA ve HLH relapsı oldu. Hastada Perforin ekspresyonu %
0.9-2, NK aktivitesi % 9 bulundu. Moleküler çalışmalar
hasta ve annesinde Perforin geninde heterozigot W374X
mutasyonu varlığını gösterdi. Hasta 4 kez hastahaneye
yatırıldı ve her Kİ aspirasyonunda hemafagositoz gözlendi. Üçüncü yatıştan itibaren aile tedaviye uyum göstermedi. Hastalık hiperferritinemi (267054 ng/ml) (Şekil 1),
MAS atakları dışında hiperlökositoz (52 000 /mm3), sedimentasyon (109 mm/saat) ve CRP (22.3 mg/dl) yüksekliği ile aşırı hiperinflamasyon tablosu gösterdi. Hasta dördüncü yatıştan sonra ailenin isteği ile taburcu edildi ve
evde kaybedildi.
Tartışma: Romotologlar JIA’de oluşan sekonder
HLH’yi MAS olarak tanımlamaktadırlar. JIA ve HLH’nin
her ikisi de inflamasyonla seyretmektedir. Hastamızda
W374X mutasyonunun varlığı hiperinflamasyonla seyreden JIA’in klinik ve laboratuvar bulgularının abartılı seyretmesine neden olmuştur. Hastamızda HLH protokolu
başlamadan remisyon sağlanamaması ve relapslar JIA
yanında genetik HLH mutasyon varlığını düşündürmüştür. Bu birliktelik lökositoz, CRP, sedimentasyon yüksekliği ve özellikle serum ferritin düzeylerinin tedavi almadığı dönemlerde genellikle 100 000 ng/ml üzerinde seyretmesine neden olmuştur. Sonuç olarak, MAS tedavisine
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Şekil 1. Hastanın takibi süresince serum ferritin değerleri
Bildiri: 0269
Poster No: P065
BEHÇET HASTALARINDA PROTEAZOM İNHİBİTÖRÜ
BORTEZOMİB’İN T-LENFOSİTLERE ETKİLERİNİN İN
VİTRO OLARAK İNCELENMESİ. Ferit Avcu1, Meral
Sarper2, Kamile Öztürk3, Pınar Elçi2, Aysel Pekel4,
Uğur Muşabak4, Salih Pay5, Ali Uğur Ural1. 1Gülhane
Askeri Tıp Akademisi, Hematoloji Bilim Dalı, Ankara,
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Tıbbi ve Kanser Araştırma
Kısmı, Ankara, 3Aksaray Üniversitesi, Fen ve Edebiyat
Fakültesi, Moleküler Biyoloji Ana Bilim Dalı, Aksaray,
4
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, İmmünoloji Bilim Dalı,
Ankara, 5Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Romatoloji Bilim
Dalı, Ankara
Amaç: Behçet hastalığı (BH) patogenezinde T hücre
aktivasyonu ve artmış sitokin üretiminin rolünü işaret etmektedir. Bu çalışmada, Th1 sitokin oluşumunu
ve alloreaktif T lenfositleri azalttığı saptanan bortezomib
(BOR)’in, BH’nın lenfosit fonksiyonları üzerine olan etkilerinin araştırılması planlanmıştır.
Yöntemler: Çalışma sağlıklı kontrol (SK), pozitif
(Ankilozan spondilit) kontrol (PK) ve aktif BH olan olgulardan elde edilen fitohemaglutinin (PHA) ile uyarılmış
(U+) ve uyarılmamış (U-) lenfositler üzerinde gerçekleştirildi. Lenfositler üzerine artan miktarlarda BOR uygulandı ve lenfositler üzerine olan çoğaltıcı etkisi 5. günde XTT
ile değerlendirildi. U+ ve U- lenfositler üzerine beş gün
10nM BOR uygulaması lenfosit alt gruplarının oranlarında ve hücre yüzeyi erken (CD69, CD25) ve geç dönem
(HLADR) aktivasyon moleküllerinin ifadelerindeki değişiklikler akım sitometrisiyle incelendi. U+ ve U- lenfositlerin kültür sıvısında Th1 ilişkili IFN-gama, IL-2 ve TNFalfa sitokin miktarları EIA yöntemiyle ölçüldü. BOR’in
NF-kB m-RNA değişimleri TagMan probu kullanılarak
gerçek zamanlı RT-PCR ile değerlendirildi.
Sonuçlar: BH olgularının U+ ve U- lenfositleri üzerine 10nM BOR uygulaması sonucu canlılık oranı % 61,7
ve %41,8 saptandı ve aradaki fark anlamlı bulunmadı. U+ ve U-lenfositler üzerine beş gün 10nM BOR uygulaması sonucu aktif BH, SK ve PK olgularında CD2+,
CD3+, CD4+, CD8+, CD19+, CD45+, CD8+CD28+ hücre
oranlarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Benzer şekilde CD25, HLADR ve CD3+ T hücre
(CD3+CD25+, CD3+HLA-DR+) oranlarında da anlamlı bir
farklılık bulunmadı. BH’da erken aktivasyon belirteci olan
CD3+ T hücre (CD3+CD69+) oranı BH U- lenfositlerine
2
65
POSTER BİLDİRİLER
(%3,0) göre U+’larda (%36,8) anlamlı yüksek saptandı (p<0,001). Bu artış SK U+ lenfositlerine (%16,7) göre
de anlamlı yüksek idi (p=0,001). Th1 ilişkili IFN-gama,
IL-2 ve TNF-alfa sitokinleri BH U+ lenfosit kültür sıvısında anlamlı yüksekti (p<0.001, p=0,008 ve p=0,003), Bu
artış, BOR uygulaması sonucunda IFN-gama ve TNF-alfa
anlamı derecede azaldı (p=0.018, ve p=0,009). IL-2’deki
azalma ise anlamlı değildi (p=0,167). BH’da U+ lenfositlerdeki NF-kappaB/p50 ve NF-kappaB/p65(RelA) m-RNA
artışı (2,90 ve 3,81) U- lenfositlere göre (1,27 ve 1,64)
anlamlı yüksek saptanırken (p=0,043 ve p=0,002), BOR
uygulaması sonrası U+ lenfositlerde (0,64 ve 0,58) anlamlı düşük saptandı (p=0,003 ve p<0,001).
Tartışma: BOR’in BH lenfositleri üzerine etkilerinin in
vitro olarak ilk defa test edildiği bu çalışmada, alloreaktif
T-lenfosit aracılığı ile gelişen Th1 cevabının, istirahattaki
T-lenfositlere göre belirgin baskılandığı gösterilmiştir. BH
lenfositleri üzerine in vitro BOR uygulamasının, NF-kB
aracılıklı apoptozisi indükleyerek hücrelerin çoğalmasını
inhibe ettiği söylenebilir. BH’da BOR’in in vitro etkilerini
kanıtlayan çalışmamız, BH’nın tedavisinde bortezomib’in
kullanılabileceğini ve daha sonra planlanabilecek in vivo
çalışmalara öncülük edeceğini desteklemektedir.
(THD tarafından 07-BF-A No’lu proje ile desteklenmiştir)
Bildiri: 0495
Poster No: P066
MİNİMAL REZİDÜEL HASTALIK TAKİBİNDE YENİ BİR
MARKIR: VEGFA. Hülya Şıvgın1, Sacide Pehlivan2,
Serdar Şıvgın3, Fatih Kurnaz3, Leylagül Kaynar3, Bülent
Eser3, Ali Ünal3, Mustafa Çetin3, Mustafa Pehlivan4,
Yusuf Özkul1. 1Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi
Genetik Anabilim Dalı, Kayseri, 2Gaziantep Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı,
Gaziantep, 3Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Kayseri, 4Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Gaziantep.
Amaç: Akut lösemilerin tedavisindeki ilerlemeler hastalardaki tedaviye yanıt oranlarını artırmakta ve pek çok
hastada hastalıksız sağ kalımı uzatmaktadır. Ancak akut
lösemilerde nüksün varlığı hala ciddi bir sorun olarak
sürmektedir. Düzenli minimal rezidüel hastalık takibi ile
nüksün erken tanınabileceği kabul gören bir yaklaşımdır. Bu nedenle MRH takibi önem kazanmaktadır Son 10
yılda yapılan çalışmalar AML ve ALL gibi çeşitli hematolojik malignansilerde WT1 mRNA’sının overekspresyonu
gösterilmiştir. Bu yüzden akut lösemide potansiyel teropatik hedef ve uygun MRH markırı olarak tanımlanmıştır. Hematolojik malignansilerde tam rolü anlaşılmasa da
Vasküler Endotelyal Büyüme Faktörü (VEGFA) geni ve
bazı reseptörlerinin akut lösemilerde aşırı eksprese edildiğini gösteren çalışmalar mevcuttur.
Bu araştırmanın amacı, Akut Myeloblastik Lösemi
(AML) ve Akut Lenfoblastik Lösemi (ALL) hastalarından
alınan kemik iliği (Kİ) ve periferik kan (PK) örneklerinde WT1 genine alternatif yeni MRH markırları belirleyebilmektir. Bu amaçla, VEGFA ve onun reseptörleri olan
Vasküler Endotelyal Büyüme Faktör Reseptörü 2 (KDR/
VEGFR2) ve Nöropilin1 (NP1) genlerinin ekspresyonlarının MRH takibi için kullanışlı bir markır olup olmayacağınının araştırılması hedeflenmiştir.
Yöntemler: Erciyes ve Gaziantep Üniversitesi Tıp
Fakültesi Dahiliye Anabilim Dalı Hematoloji Bilimdalı’ndan
ALL ve AML tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. 15 AML, 10 ALL hastasından 92 periferik kan örneği ve 13 AML ve 4 ALL hastasından toplam 42 kemik iliği
66
örneği toplandı. Hastalardan tanı anında, ilk remisyonda
ve sonrasında ortalama 2-3 ay ara ile Kİ/PK örneği alındı.
Kontrol grubu olarak 25 sağlıklı bireyden PK örneği toplandı. Örneklerden ilk olarak RNA izole edildi. RNA örneklerinden Real Time PZR metodu ile WT1, VEGFA, NRP1,
VEGFR2 genleri için ekspresyon çalışması yapıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan 3 ALL, 6 AML hastası
nüks etti. Bu hastalardan nüks öncesi alınan örneklerde
WT1 ekspresyonunda artış gözlendi. Nüks olan AML hastalarında VEGFA geni ekspresyonunda anlamlı bir azalma veya artış izlenmezken 3 ALL (2 hastada t(9;22) pozitifliliği mevcuttu) hastasında nüks öncesi örneklerinde
VEGFA geni ekspresyonunda artış görüldü.
Tartışma: Erişkin ALL hastalarında, VEGF gen ekspresyonunun nüksün erken tanısında, -başka moleküler
markırların varlığında veya yokluğunda- kullanılabilir bir
MRH markırı olabileceği gerçeği ortaya çıkmıştır.
Bildiri: 0509
Poster No: P067
HİPOKSİK
İSKEMİK
ENSEFALOPATİSİ
OLAN
YENİDOĞAN
RATLARDA
ERİTROPOİETİNİN
NÖROGLOBİN ÜZERİNE ETKİSİ. Yasemin Altuner
Torun1, Mehmet Akif Özdemir2, Hilal Akalın3, Arzu
Taşdemir4, Ahmet Öztürk5, Türkan Patıroğlu2, Musa
Karakukcu2, Yusuf Özkul3. 1Kayseri Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Çocuk Hematoloji Bölümü, Kayseri, 2Erciyes
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim Dalı,
Kayseri, 3Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi,Genetik
Ana Bilim Dalı, Kayseri, 4Kayseri Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Patoloji Bölümü, Kayseri, 5Erciyes Üniversitesi,
Tıp Fakültesi, Biyoistatistik ve Tıp Bilişimi Ana Bilim Dalı,
Kayseri
Amaç: Son yıllarda yapılan in vitro ve in vivo birçok çalışmada eritropoetinin (EPO) nöroprotektif etkisi gösterilmesi üzere klinik kullanıma girmeye başlamıştır. Nöroglobin(Ngb) son yıllarda bulunan ve memelilerin santral, periferik sinir sistemi, retina ve endokrin
hücrelerinde gösterilen bir protein olup nöronal dokuların oksijen homeostazında önemli rolü olmasıyla beraber
hipoksik-iskemik durumlarda da nöronal dokuları koruyucu etkisi vardır. Bu çalışmanın amacı; akut olarak
hipoksiye maruz kalmış yenidoğan ratlarda EPO uygulamasını takiben Ngb ekspresyonundaki değişiklikleri tespit ederek EPO’nun nöroprotektif etki mekanizmasında
Ngb’in yerini belirlemektir.
Yöntemler: Yedi günlük sıçanlara öncelikle isofluran
ile anestezi uygulandıktan neonatal hipoksik-iskemik
ensefalopati modeli uygulandı. Bu işlem sonrası sıçanlar 4 gruba ayrıldı. I. grup sham-operated grup (n: 8), II.
grup hipoksi-iskemik grup(n: 8), III. grup hipoksik iskemi
sonrası EPO verilen grup (n: 8), IV. grup kontrol grubu (n:
8) olup EPO tedavisi hipoksiden 24 saat sonra başlamak
üzere üç gün intraperitoneal 300Ü dozunda verildi. En
son EPO dozundan 4–6 saat sonra ve hipoksiden 7, 14 ve
21 gün sonra sıçanların beyinleri ipsi ve kontrlateral olarak çıkartılıp RT-PCR ile beyin nöroglobin gen expresyonuna bakıldı. Ayrıca beyin ağırlıkları ve parafin kesitleri
alınarak beynin histolojik yapısı incelendi.
Sonuçlar: Beyin ağırlıkları açısından hipoksi grubu ile
sham, kontrol ve EPO grupları arasında fark vardı. Ngb
gen ekspresyonu açısından gruplar karşılaştırıldığında;
kontrol ve EPO grubu arasında 3.-7.-14. ve 21. Günler
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yok iken
diğer tüm gruplar arasında anlamlı bir fark vardı. Ngb
gen expresyonunda zaman dilimleri açısından karşılaştırma yapıldığında; 3. Gün ile 7.-14.-21. Günler arsında
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
sham, hipoksi ve kontrol grublarında ipsilateral olarak
istatistksel olarak anlamlı fark vardı. EPO grubunda ipsi
ve kontlateral olarak ve diğer gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Grupların eğri altındaki alanları karşılaştırıldığında Ngb ekspresyonu kontrol,
EPO, sham, hipoksi grubu şeklinde artmakta idi.
Tartışma: Hipoksik iskemik ensefalopati varlığında
beyin Ngb gen ekspresyonu fizyolojik bir savunma mekanizması olarak artış göstermektedir. Bu durum cerrahi işlemler sonrasında da görülmekte olup EPO tedavisi verildiğinde ılımlı bir (x3 kat) ngb artışı olmakta olup
tek başına hipoksiye (x 20 kat) nazaran belirgin olarak az
olması EPO’nun hipoksiye karşı koruyucu etki oluşturması sonucunda Ngb’nin azaldığı şeklinde açıklanabilir.
Bildiri: 0119
Tablo 1.
Heparin
Bildiri Özetleri Kitabı
20 U/ml
(X ± SD)
(min-max)
0. saat
0
10.09 ± 1.27a
8.82-11.36
12.76 ± 1.08d
10,6-13.84
1. saat
0
18.81 ± 1.19b
17.62-20.0
21.52 ± 1,25e
20.27-22.77
2.saat
0
13.90 ± 1.06c
12.84-14.96
15.7 ± 1.41f
14.29-17.11
0, 10, 20 U/ml heparin konsantrasyonlarındaki lenfoblastlardaki 0., 1. ve 2. saatteki apopitozis oranları a-d, a-b,
a-c, d-e, d-f, e-f, b-e, c-f: p= 0,005
Poster No: P068
Tablo 2.
Heparin
0 U/ml
(X ± S.D)
(min-max)
10 U/ml
(X ± S.D)
(min-max)
20 U/ml
(X ± S.D)
(min-max)
0. saat
0.98 ± 0.35a
0.63-1.33
2.36 ± 0.34d
2.02-2.70
3.30 ± 0.32g
2.98-3.62
1. saat
1.05 ± 0.28b
0.77-1.33
3.58 ± 0.43e
3.15-4.01
4.65 ± 0.34h
4.31-4.99
2. saat
0.94 ± 0.24c
0.70-1.18
3.05 ± 0.24f
2.81-3.29
3.66 ± 0.23ı
3.43-3.89
Zaman
Erduran1, Yusuf Gedik1, Yavuz Tekelioğlu2, Tuğba
Bayraktar1, Ayşenur Bahadır1. 1Karadeniz Teknik
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
10 U/ml
(X ± SD)
(min-max)
Zaman
HEPARİNİN
LENFOBLASTLAR
ÜZERİNDEKİ
APOPİTOTİK ETKİSİNİN AKIM SİTOMETRİK DNA
ANALİZİ VE HÜCRE İÇİ KALSİYUM DÜZEYİNİN
ÖLÇÜMÜ İLE İN VİTRO OLARAK BELİRLENMESİ. Erol
Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı, Trabzon,
2
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Histoloji ve Embriyoloji
Ana Bilim Dalı,Trabzon
Amaç: Apopitozis programlı hücre ölümü olarak
tanımlanmaktadır. Heparinin anti proliferatif, anti hipertansif, anti inflamatuar etkilerinin yanı sıra lenfoblastlar üzerine apopitotik etkisi de bulunmaktadır. Bu çalışmada, heparinin lenfoblastlar üzerine apopitotik etkisini göstermek için in vitro olarak akım sitometrik analizle
DNA analizi ve hücre içi kalsiyum düzeyi ölçüldü.
Yöntemler: 32 yeni B hücreli akut lenfoblastik lösemi tanısı koyulmuş hastanın kemik iliği örnekleri alındı.
Vakaların 14’ü erkek, 9’u kızdı, hastaların yaşları 2-11
arasında değişmekte idi. Lenfoblastlar 0, 10 ve 20 U/ml
heparinle muamele edildi; in vitro 0., 1. ve 2. saatte akım
sitometrik DNA analizi ile apopitozis ve hücre içi kalsiyum oranları değerlendirildi.
Sonuçlar: Heparin ile inkübe edilen lenfoblastlar üzerine ortalama apopitozis oranının 10 ve 20 U/ml heparin konsantrasyonlarında 1. saatte, 0. ve 2. saatlerden
daha fazla olduğu tespit edildi (p=0.005). 20 U/ml heparin konsantrasyonundaki ortalama apopitozis oranı, 10
U/ml heparin konsantrasyonundaki apopitozis oranından yüksek bulundu (p=0.005). En yüksek apopitozis
20 U/ml heparin konsantrasyonunda birinci saatte tespit edildi (Tablo 1). Hücre içi kalsiyum düzeyleri 0, 10, 20
U/ml heparin konsantrasyonlarında 0. saate göre 1. ve
2. saatlerde belirgin yüksekti. Hücre içi kalsiyum düzeyi
20 U/ml heparin konsantrasyonunda, 10 U/ml heparin
konsantrasyonundakine göre daha yüksekti (p=0.005).
En yüksek hücre içi kalsiyum düzeyi 20 U/ml heparinle
birinci saatte elde edildi (Tablo 2). Heparin ile inkübe edilen lenfoblastlarda hücre içi kalsiyum düzeyleri, apopitozis oranları ile orantılı şekilde yüksek bulundu.
Tartışma: Sonuç olarak heparin lenfoblastlarda apopitozise neden olmaktadır ve apopitozisle eş zamanlı olarak lenfoblastlarda hücre içi kalsiyum düzeyleri artmaktadır. Hücre içi kalsiyum düzeylerindeki yükselme, heparinin indüklediği lenfoblastların apopitozisinde mitokondrinin rol oynadığını düşündürmektedir.
0 U/ml
(X ± SD)
(min-max)
0, 10, 20 U/ml heparin ile inkübe edilen lenfoblastlardaki 0., 1. ve 2. saatteki hücre içi kalsiyum düzeyleri a-d,
a-g, d-g, b-e, b-h, e-h, c-f, c-ı, f-ı, d-e, d-f, e-f, g-h, h-ı: p =0.005 a-c, a-b, b-c: p>0,05
Bildiri: 0194
Poster No: P069
ZOLEDRONİK ASİDİN SIÇAN AORTUNDA ENDOTELİAL
NİTRİK OKSİT SENTAZ İFADESİ VE DAMAR
KASILMASI ÜZERİNE ETKİLERİ. Meral Sarper1, Ferit
Avcu2, Oğuzhan Yıldız3, Burak Cem Soner3, Kamile
Öztürk4, Pınar Elçi1, Ali Uğur Ural2. 1Gülhane Askeri
Tıp Akademisi, Tıbbi ve Kanser Araştırma Kısmı, Ankara,
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Hematoloji Bilim Dalı,
Ankara, 3Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Tıbbi Farmakoloji
Anabilim Dalı, Ankara, 4Aksaray Üniversitesi, Fen ve
Edebiyat Fakültesi, Moleküler Biyoloji Anabilim Dalı,
Aksaray
Amaç: Zoledronik asit (ZOL), osteoklastların aracılık
ettiği metastatik ve metabolik kemik hastalıklarında kullanılan azot içeren bifosfonat grubu bir bileşiktir. ZOL’in
statin türevlerine benzer şekilde mevalonat yolağında
RhoA kinaz gibi küçük GTPaz enzimleri etkilediği gösterilmiştir. Statin türevlerinin damar dokusu üzerine olumlu etkileri gösterildiği halde, ZOL’in sağlam damar dokusunda endotel fonksiyonlarına etkisi ve bu etkinin mekanizmaları bilinmemektedir.
Bu çalışmada, ZOL’in sıçan aortunda endotelyal nitrik oksit sentaz (eNOS) ifadesi ve endotel fonksiyonları üzerine olası etkisinin mekanizmalarının araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Endotelli ve endotelsiz izole sıçan aortunda (n=6) 100 μM ZOL inkübasyonu yapılarak potasyum
klorür ve fenilefrin’in oluşturduğu kasıcı etki test edilmiş
ve ZOL inkübasyonu yapılmadan elde edilen cevaplarla
karşılaştırılmıştır. Ayrıca ZOL’in endotel aracılı ve endotelden bağımsız etkilerini belirlemek amacıyla, ortamda ZOL varken ve yokken asetilkolin ve sodyum nitroprusiat ile oluşan gevşetici etki araştırılmıştır. ZOL’in
etkisinde protein geranilasyonunun etkisini test etmek
için ise, endotelli ve endotelsiz preparatlarda mevalonat yolağının önemli enzimlerinden, farnezil pirofosfat
2
67
POSTER BİLDİRİLER
ve geranilgeranil pirofosfat varlığında ZOL inkübasyonu
sonrası fenilefrin’in oluşturduğu kasıcı etki karşılaştırılmıştır. Ayrıca, kantitatif RT-PCR ile sağlam aort preparatlarında ve ZOL varlığında eNOS mRNA ifadeleri incelenmiştir.
Sonuçlar: ZOL inkübasyonu, potasyum klorür ve fenilefrin ile oluşan kasıcı etkiyi anlamlı derecede azaltmıştır.
Bu azalma NO-sentaz inhibitörü Nώ-nitro-L-arginin metil
ester (L-NAME) 10-4 M ile ortadan kalkmıştır. Ayrıca,
ZOL inkübasyonu asetilkolinle oluşan endotel aracılı gevşetici etkiyi artırmış ve ZOL’in bu etkisi de L-NAME tarafından ortadan kaldırılmıştır. ZOL inkübasyonu yapılan
aort preparatlarında eNOS mRNA ifadesi kontrol grubuna göre anlamlı derecede (1.52 kat) artmıştır.
Tartışma: NO güncel birçok tedavi yaklaşımının hedefidir. ZOL, eNOS ekspresyonunu artırarak endotel fonksiyonlarını ve dolayısıyla vasküler kontraktiliteyi olumlu
olarak etkilemektedir. Bu etkisi muhtemelen RhoA kinaz
inhibisyonu aracılığıyla oluşmaktadır. Dolayısıyla, ZOL
kullanan geniş hasta gruplarında endotel fonksiyonlarının ve kardiyovasküler olay görülme sıklığının belirlenmesi bifosfanatların pleiotropik etkilerinin ortaya konulabilmesi açısından da önem taşımaktadır.
Bildiri: 0144
Poster No: P070
HEPARİNİN LENFOBLASTLAR ÜZERİNE APOPTOTİK
ETKİSİNİN AKIM SİTOMETRİDE DNA ANALİZİ,
SİTOKROM C VE KASPAZ 9 AKTİVİTELERİNİN
FLOROMETRİK VE ELİZA METODLARIYLA İN
VİTRO DEĞERLENDİRİLMESİ. Erol Erduran1, Yüksel
Aliyazıcıoğlu2, Tuna Zaman1, Ayşenur Bahadır1.
Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Peditrik
Hematoloji Bilim Dalı, 2Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp
Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı
Amaç: Heparinin lenfoblastlar üzerine heparinin apopitotik etkisini, eş zamanlı lenfoblastlarda sitokrom c
seviyesi ve kaspaz-9 aktivitesinin artıp artmadığını tespit etmek, heparinin intrensek yolak üzerinden apoptozise neden olup olmadığını göstermek
Yöntemler: Hücre canlılık düzeyi %90’ın üzerinde
olan 15 yeni tanı ALL’li hastanın kemik iliğinden elde edilen lenfoblastlar çalışmaya alındı. 0, 10 ve 20 U/ml heparin konsantrasyonlarında inkübe edilen lenfoblastlarda
0,1. ve 2. saatlerde akım sitometri ile apoptozis yüzdeleri
ve hücre içi sitokrom c düzeyleri florometrik metodla ve
kaspaz-9 aktiviteleri ELİZA metoduyla ölçüldü.
Sonuçlar: 10 ve 20 U/ml heparin konsantrasyonlarında 0. 1.ve 2.saatlerde lenfoblastlarda apopitozis
saptandı(p<0.005).10 ve 20 U/ml heparin konsantrasyonlarında 1.saatlerde 0. ve 2. saatlere oranla daha yüksek apopitozis saptandı(p<0.005).En yüksek apopitozis 20 U/ml heparin konsantrasyonunda 1.saatte tespit edildi.10 ve 20 U/ml konsantrasyonlarında heparin ile inkübe edilen lenfoblastlarda 0.,1.ve 2.saatlerde hücre içi sitokrom c ve kaspaz-9 aktivitelerinde artış
saptandı(p<0.05).10 ve 20 U/ml heparin konsantrasyonlarında lenfoblastlarda hücre içi sitokrom c seviyeleri ve
kaspaz-9 aktiviteleri 1.saatlerde 0.ve 2.saatlere göre daha
yüksekti(p<0.005).En yüksek sitokrom c düzeyi ve kaspaz-9 aktivitesinde artış 20 U/ml heparin konsantrasyonunda 1.saatte tespit edildi.
Tartışma: Yaptığımız çalışmada heparinin yeni tanı
ALL hastalarında apopitozise neden olduğu, ancak relaps
ALL lenfoblastları,sağlıklı kişilerin nötrofil ve monositleri üzerine apopitoziseneden olmadığı gösterilmiştir(1). Başka çalışmada heparinin lenfoblastlar üzerine
1
68
apopitotik etkisini ekstrensek yolak üzerinden gösterdiği,
apopitozisle eş zamanlı fas protoonkogen seviyesinde artışın ve Bcl-2 protoonkogen seviyesinde azalmanın bulunması ile saptanmıştır(2).Başka çalışmamızda heparin ile
inkübe edilen lenfoblastlarda apopitozis saptanmış,
apopitozisle eş zamanlı bakılan kaspaz-3 ve-8 aktivetelerinde artış saptanmış ve heparinin lenfoblastlar üzerine apopitotik etkisini ekstrensek yolak üzerinden
gösterdiği iddia edilmiştir(3)Çalışmamızda, heparin
yeni tanı ALL’li hastaların lenfoblastlarında in vitro olarak apopitozise neden olmaktadır. Hücre içi sitokrom c
düzeylerinde ve kaspaz-9 aktivitelerindeki artış heparinin
lenfoblastlar üzerine mitokondri aracılı apopitotik etkisini desteklemektedir.
Referanslar
1.Erduran E,et al.Apoptotik effect of heparin on
lymphoblasts,neutrophils and mononuclear cells: results
of a preliminary in vitro study. Am J hematol, 61: 90,1999
2.Erduran E,et al.In vitro determination of the apoptotic effect of heparin on lymphoblasts by using DNA
nalysis and measurements of Fas and Bcl-2 proteins by
flow cytometry.Pediatr Hematol Oncol 21: 383,2004
3. Erduran E,et al. In vitro investigation of the apoptotic effect of heparin on lymphoblasts by using flow cytometric DNA analysis and fluorometric caspase-3 and-8
activities. DNA Cell Biol 26: 803,2007
Bildiri: 0236
Poster No: P071
AKKİZ HEMOFAGOSİTİK LENFOHİSTİOSİTOZLU (HLH)
HASTALARDA KLİNİK VE LABORATUVAR BULGULARI.
Şule Ünal1, Günay Balta1, Hamza Okur1, Selin Aytaç1,
Mehmet Ceyhan2, Zuhal Akçören3, Fatma Gümrük1,
Mualla Çetin1, Murat Tuncer1, Seza Özen4, Aytemiz
Gürgey1. 1Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 2Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Enfeksiyon
Ünitesi, 3Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Patoloji Ünitesi,
4
Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik Romatoloji Ünitesi
Amaç: Tanı kriterlerinin belirlenmesinyle HLH tanısı
alan hasta sayısı artmıştır. İlk sırada enfeksiyon olmak
üzere malignansi, ilaçlar, otoimmün ve metabolik hastalıklar gibi nedenlere bağlı olarak akkiz HLH gelişebilmektedir. Daha önceki bir çalışmamızda 7 yılda 18 hastaya akkiz HLH tanısı konulmuş, bunların çoğunun enfeksiyonlara ikincil olarak geliştiği gözlemlenmişti. Son yıllarda kronik seyirli hastalıkların seyrinde de akkiz HLH
geliştiği dikkatimizi çekmiştir. Diğer taraftan akkiz HLH
olgularında daha çok altta yatan hastalık tedavisine ağırlık verilirken son yıllarda ağır seyirli olguların HLH protokolleri ile tedavi edilmesinin mortaliteyi azalttığı düşünülmektedir.Burada Şubat 2005-Mayıs 2009 arasında tanı
alan 28 akkiz HLH hastasının bulguları, tedavi cevabı ve
prognozu incelenmiştir.
Yöntemler: Hastaların ortanca yaşları 4 yıl(1gün-16
yıl) olup, 20’si erkekti. Hastaların 8’inde anne baba akrabalığı, 5’inde ebeveynler aynı köyden olduğu için, aile
bireyleri genetik HLH den sorumlu Perforin, Munc13-4 ve
Syntaxin 11 genleri için haplotip analizine alınmış, ailelerde bu genlerden hiçbirinde homozigot haplotip gözlenmemiştir.
Sonuçlar: Altta yatan primer hastalıklar: 4 bakteriyel sepsis, 4 juvenil idiopatik artrit (JIA), 3 EBV, 2 pnömoni, 2 Leishmania, 1 aplastik anemi, 1 hastada bakteriyel sepsis ile birlikte mikotik enfeksiyon, 1 Salmonella,
1 Brusella, 1 Parvovirüs B19 enfeksiyonu, 1 CMV, 1
SLE, 1 glikojenosis, 1 inflamatuvar barsak hastalı-
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
ğı, 1 Langerhans histiositozu, 1 Kawasaki hastalığı, 1
metamizole bağlı kemik iliği yetmezliği, 1 MDS.
Kan kültüründe 2 hastada E.coli, 1 hastada önce E.
coli sonra Proteus Mirabilis, 1 hastada Staphylococcus
viridans, 1 hastada Streptococcus intermedius, 1 hastada Salmonella paratyphi üredi. 21’inde natural killer
hücre sayısına bakıldı ve 7’sinde düşük bulundu.
Tedavi: 7 hasta 4-12 hafta arasında HLH-2004 protokolu aldı. JIA’lı 3 hasta steroid, siklosporin A ve IVIG ile
tedavi edildi. Ağır bakteriyel enfeksiyonlu bir hasta antibiyotik, IVIG ve 2 doz etoposid aldı. Leishmania (+) hastalar amfoterisin B ile, MDS ve Langerhans histiositozlu
hastalar spesifik kemoterapi protokolleri ile tedavi edildi. Aplastik anemili hasta 1 gün sonra kaybedildiği için
sadece semptomatik tedavi aldı.
Prognoz: Kaybedilen 9 hastanın 5’inde kronik hastalık olup bu hastaların altta yatan hastalık nedeniyle
kaybedildiği, kalan 4 hastadan 2’sinde neonatal bakteriyel sepsis, 1’inde CMV enfeksiyonu olduğu tespit edildi.
Kemik iliği yetmezliği olan hasta pulmoner kanama nedeniyle kaybedildi.
Tartışma: 1.Enfeksiyondan ilaç kullanımına kadar
çeşitli nedenlerin akkiz HLH’ye neden olabildiği,
2.Kronik hastalığı olmayan enfeksiyonlara bağlı gelişen HLH hastalarında antibiyotik, HLH-2004 protokolü, steroid+siklosporin A, IVIG kullanımı ile mortalitenin
gelişmediği,
3.Kronik hastalığı olanlarda HLH tedavi ile düzeltilse
bile, hastaların kronik hastalığı nedeni ile kaybedildiği,
4.JIA’de HLH geliştiğinde serum ferritinin çok yüksek
değerlere ulaşabildiği görüldü.
bağlı olduğu düşünülerek CsA tedavisi kesildi ve TDP
infüzyonuna devam edildi. Bu dönemde TTP bulguları
saptanmadı. 36 saat entübe olarak midazolam ve epdantoin tedavisi alan hastanın uyandırılma sonrası EEG
incelemesinde her iki temporal bölgede sağda daha belirgin olmak üzere keskin, yavaş (teta-delta) dalga aktivitesi saptandı. Kranyal MR incelemesinde patolojik sinyal değişikliğine rastlanmadı. Hastanın 5 aylık takibinde
antiepileptik tedavisi eşliğinde herhangi bir patolojik bulgusu gelişmedi.
Tartışma: TTP tedavisinde ilk tercih plazmaferez tedavisi iken önemli tedavi seçenekleri arasında siklosporin A
yer almaktadır. Yan etkileri arasında tremor, hipertansiyon, böbrek yetersizliği, elektrolit bozuklukları, santral ve periferik nörotoksisite ortaya çıkabilmektedir.
Santral nörotoksisite dendiğinde posterior lökoensefalopati (PLE), konvülziyonlar vb sayılabilir. Siklosporin A
kullanan hastaların %1.5-6’sında konvülziyonlar görülebilir. Konvülziyon nedenleri arasında CsA’nın beyinde endotel fonksiyonlarını bozduğu ve vasokontrüksiyona bağlı beyinde iskemiye yol açtığı düşünülmektedir.
TTP kliniği ile CsA yan etkileri arasında büyük bir örtüşme olması nedeniyle (böbrek yetersizliği, konvülziyonlar,
merkezi sinir sistemi bulguları vb) bu bulguların hangi
patolojiye bağlı olduğunu ayırmak büyük önem taşımaktadır. Epileptik satatusla karşılaşıldığında mevcut patolojinin hangi etkene bağlı olduğunu saptamak tedaviye yön vermede önemlidir. Erken dönemde CsA tedavisi
kesilmeli, bulguların etyolojisi hızlıca belirlenmeli ve CsA
yan etkisi olduğu gösterilen hastalarda CsA bir daha kullanılmamalıdır.
Bildiri: 0377
Bildiri: 0142
Poster No: P072
TROMBOTİK
TROMBOSİTOPENİK
PURPURA
TEDAVİSİNDE SİKLOSPORİN A’YA BAĞLI STATUS
EPİLEPTİKUS OLGUSU. Erman Öztürk1, Oral Nevruz2,
Ferit Avcu2, Türker Çetin2, Ali Uğur Ural2. 1SB Göztepe
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Hematoloji Kliniği,
İstanbul, 2Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Hematoloji Ana
Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Trombotik trombositopenik purpura (TTP)
ADAMTS 13 enzim eksikliği nedeniyle ortaya çıkan mikroanjiopatik hemolitik anemi tablosudur. Bulguları arasında yüksek ateş, sarılık, böbrek yetersizliği, anemi,
konvülziyonlar olabilir. TTP tedavisinde plazmaferez,
splenektomi, vinkristin, siklosporin A (CsA) kullanılabilir. Siklosporin A nadir de olsa status epileptikusa neden
olabilmektedir ve TTP’ye bağlı konvülziyon ile ayrımı akut
dönem tedavi ve uzun dönem tedavi planlamasında hayati önem taşımaktadır.
Yöntemler: Bir yıl öncesinde TTP tanısı ile plazmaferez tedavisi gören 22 yaşında erkek hasta, remisyonda
takip edilirken, tedavisiz bir yıl aradan sonra kas ağrısı
nedeniyle yapılan tetkiklerinde TTP nüksü saptandı. 1 gr
metil-prednisilon üç gün ve 20 ml/kg/gün taze donmuş
plazma (TDP) tedavisine başlandı. TTP atağında olan hastanın tedavi ile LDH ve trombosit değerlerinin remisyon
ile uyumlu olması üzerine (Hb: 12.6gr/dl, Plt: 255000/
mm3, LDH: 426 IU (N: 125-450 IU), kreatinin: 0.9 mg/
dl) TDP replasmanı azaltıldı ve uzun dönem tedavi için
tedavisine oral CsA 2x4mg/kg eklendi. Oral CsA tedavisinin üçüncü günü ani başlangıçlı, status epileptikus başlaması üzerine hasta entübe edilerek yoğun bakım ünitesine alındı. Epilepsi atağı sırasında tansiyon magnezyum
ve kalsiyum değerleri normal saptandı. Konvülziyonların
remisyonda olan TTP’ye bağlı olmadığı CsA tedavisine
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Poster No: P073
CİVA ZEHİRLENMESİ-BİR AİLE VAKASI. Rahşan
Yıldırım1, Fuat Erdem1, Mehmet Gündoğdu1, Yusuf
Bilen1, Yalçın Yıllıkoğlu2, Yaşar Nuri Şahin3, Ebru
Koca4. 1Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Erzurum, 2Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Nöroloji Bilim Dalı, Erzurum, 3Atatürk Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Biyokimya Bilim Dalı, Erzurum, 4Bölge Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Hematoloji, Erzurum
Amaç: Çevre kirliliği artışı insanların yabancı maddelere maruziyetini artırmıştır. Bu makalede likit formdaki civa ile zehirlenen, yaşları 20 ila 54 arasında olan aynı
aileden beş olgu sunuldu.
Yöntemler: Birinci olgu 54 yaşındaki bayan hasta;
öksürük, ateş, gece terlemesi, kilo kaybı, kol ve bacaklarda ağrı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Febril nötropeni, pnömoni kliniği olan hastada, hızla akut respiratuar
distress sendromu (ARDS) gelişti ve yatışının dördüncü
gününde exitus oldu. Yirmi dokuz yaşında erkek ve yirmi
iki yaşında bayan olan ikinci ve üçüncü olgu; baş ağrısı,
diş etlerinde sızlama, el ve ayaklarında uyuşma şikayeti
ile kliniğimize başvurdu. Her iki olguda da elektromiyografi (EMG) ile teyit edilen, toksik periferik nöropati tespit
edildi. Civaya en fazla maruz kalan ilk iki olguda nötropeni görülürken diğer olgularda görülmedi. Yirmi ve yirmi
üç yaşında bayan hasta olan dördüncü ve beşinci vaka;
halsizlik ve baş ağrısı şikayeti ile başvurdu. Bu hastalarda yüksek kan civa düzeyleri dışında herhangi bir müsbet bulgu saptanmadı. Tüm olgularda klinik semptomlar,
idrar ve/veya tam kandaki civa konsantrasyonu monitorizasyonu ile desteklendi. Hastalara, British anti-Lewisite
(BAL; dimercaprol; 2,3-dimercaptopropanol) veya DMPS
(2,3-Dimercaptopropane-1-sulfonate) ile şelasyon tedavisi yapıldı. Anneleri olan ilk olgu exitus olurken diğer dört
69
POSTER BİLDİRİLER
hasta, herhangi bir şikayet ve sekel olmaksızın taburcu edildi.
Tartışma: Bu aile olgusu ile; temas ve inhalasyon yolu
ile likit formdaki civaya maruz kalan aynı ailenin bireylerinde görülen farklı derecedeki klinik tabloları bildirdik. Cilt, kardiyovasküler, solunum, nörolojik gibi birçok sistemin tutulduğunu gösteren semptomlarla gelen
hastalarda, çok nadir de görülse ağır metallere bağlı klinik tabloların akla getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Olgumuz aile olgusu olması yönüyle diğer olgulardan farklıdır.
Bildiri: 0435
Poster No: P074
ALLOJENEİK
HEMATOPOETİK
KÖK
HÜCRE
DONÖRÜNDE LENOGASTRİM UYGULAMASI SONRASI
GELİŞEN CİDDİ TROMBOSİTOPENİ. Ahmet Ifran,
Cengiz Beyan, Kürşat Kaptan. GATA Hematoloji Bilim
Dalı, Ankara
Amaç: Kemik iliğinden ayrılan kök hücrelerin çevre
kanından aferez yöntemiyle toplanması ve bu yöntemle
allojeneik hematopoetik kök hücre nakli yapılması tüm
dünyada kabul gören ve yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Bu amaçla donöre rekombinant insan granülosit büyüme faktörü (rhG-CSF) uygulaması, ki ülkemizde lenogastrim ve filgrastim olarak iki ürün mevcuttur,
kullanılır. G-CSF uygulamasının donör üzerindeki kısa
ve uzun vadede oluşturabileceği yan etkiler çeşitli çalışmalarda ayrıntılı olarak incelenmiştir. Sağlıklı kök hücre
vericisinde lenogastrim kullanımı sonrası gelişen trombositopeni olgusu rapor edilmektedir.
Yöntemler:
Sonuçlar: Ellialtı yaşındaki sağlıklı erkek allojeneik kemik iliği vericisi olarak belirlendi. Akut lenfoblastik
lösemi olan erkek kardeşi için kullanılmak üzere nisan
2010 tarihinde kemik iliği çekimi yapılarak, kök hücre
nakli yapıldı. Komplikasyonsuz geçen ve engrafman sağlanan başarılı naklin 4 ay sonrasında kemik iliği yetmezliğine bağlı pansitopeni gelişti. Bunun üzerine alıcıya hematopoetik kök hücre desteği planlandı. Bu amaçla donöre 10 mcg/kg dozunda olmak üzere günde 2 kez
lenograstim uygulandı ve 5nci gün çevre kanından aferez yöntemiyle kök hücre toplandı. Vericinin başlangıçtaki trombosit değeri 221x109/L idi. Aferez işlemi öncesinde trombosit değeri 95xx109/L olarak ölçüldü. Aferez
işlemi sonrasında trombosit değeri 46x109/L’ye düştü.
Vericide başka bir komplikasyon gelişmedi. Aferez sonrası 4ncü günde trombosit değeri 57x109/L ve 6ncı günde
ise 116x109/L oldu.
Tartışma: Hem G-CSFuygulamasının hem de aferez işleminin trombositopeni yapabildiği rapor edilmiştir.
Trombosit değerlerindeki bu düşüklük G-CSF uygulamasının mekakaryopoezi geçici olarak baskılamasına bağlı
olabileceği düşünülmektedir. Aynı zamanda G-CSF uygulaması sırasında görülebilen dalak büyümesi ve dalak
fonksiyonlarındaki değişimler de trombositopeni gelişimine katkıda bulunuyor olabilir. Sağlıklı kişilerde G-CSF
uygulamasının ciddi trombositopeni yapabileceği akılda
bulundurulmalı ve kan değerleri özellikle afereez işlemi
sonrası yakından takip edilmelidir.
70
İnfeksiyon ve Destek Tedaviler
Bildiri: 0511
Poster No: P075
LEVOFLOKSASİNİN KÖK HÜCRE NAKLİ SONRASINDA
GELİŞEN
BK
VİRÜS
İLİŞKİLİ
HEMORAJİK
SİSTİTTE KLİNİK VE MOLEKÜLER YANITLARININ
DEĞERLENDİRMESİ. Tayfur Toptaş1, Işık Kaygusuz1,
Tarık Kani2, Bülent Kantarcıoğlu1, Güven Yılmaz1,
Cafer Adıgüzel1, Tülin Fıratlı Tuğlular1, Mahmut
Bayık1. 1Marmara Üniversitesi Hastanesi, İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Hematoloji-İmmünoloji Bilim Dalı, 2Marmara
Üniversitesi Hastanesi; İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Amaç: BK virüs kök hücre nakli sonrasınde görülen hemorajik sistitin en sık nedenlerinden biridir.
Tedavisinde kullanılan en etkin ajan sidofovir olup, ülkemizde ilaca erişimde zorluklar yaşanmaktadır. Buna rağmen klinik fayda hastaların ancak %50’sine yakınında elde edilmektedir. Florokinolonların BK virüs üzerine
in vitro etkileri gösterilmiştir. Ancak klinik yanıt oranları düşüktür. Yeni kuşak florokinolonların klinik durum
üzerine etkisine yönelik bilgi bulunmamaktadır. Biz
burada, kök hücre nakli sonrası BK virüse bağlı hemorajik sistit gelişen 3 ardışık hastada levoflokasasinin klinik
ve moleküler etkilerini sunuyoruz.
Yöntemler: Kök hücre nakli yapıldıktan sonra BK
virüsle ilişkili hemorajik sistit gelişen 3 hastada levofloksasin kullanımı sonrası elde edilen yanıtlar hasta dosyalarından geriye yönelik olarak incelendi.
Sonuçlar: Akrabadan tam doku uyumlu allojeneik
kök hücre nakli yapılan Hasta 1, nakilin 48nci, Hasta 2
49ncu ve Hasta 3 otolog kök hücre naklinin 77nci gününde makroskopik hematürileri olmaları nedeniyle değerlendirildi. Her üç hastanın da birincil tanıları akut myeloid lösemi idi. Üç hastanın da sürekli mesane irrigasyonu
gerektirecek düzeyde hematürisi vardı. Hemorajik sistit
etyolojisine yönelik yapılan idrar mikroskopik ve kültür
incelemelerinde ve adenovirüs, sitomegalovirüs, mikoplazma ve üreaplazma enfeksiyonlarına yönelik incelemelerde herhangi bir patojene rastlanmadı. Hastalar uygun
dozlarda immünsüpresif tedavi altında olup, graft versus
host hastalığına ilişkin herhangi bir klinik bulgu saptanmadı. Ancak BK virüs her üç hastada da değişik düzeylerde tespit edildi. Hastalar en az 2 hafta süreyle siprofloksasin tedavisi aldı, intravesikal risperdal uygulaması yapıldı. Hasta 3, bu tedavilere ek olarak hiperbarik
oksijen tedavisi aldı. Hematürisinin geçmemesi üzerine
ekternal ilyak arter embolizasyonu uygulandı. Hasta 1’e
levofloksasin tedavisi başlandı. 1 hafta içinde makroskopik hematürisinin tamamen kaybolduğu görülünce diğer
iki hastaya da levofloksasin tedavisi uygulandı. Diğer iki
hastada da dirençli makroskopik hematüri 1 hafta içinde kayboldu. BK virüs düzeylerini geriletebileceği düşüncesiyle her 3 hasta da 2 ay süreyle levofloksasin kullandı. 2 aylık kullanım sonucunda her üç hastada da idrarda BK virüs kopya sayısı >%90 azaldı. Bunun üzerine
akut myeloid lösemi nedeniyle allojeneik kök hücre nakli
yapılan ve ilk 100 gün içinde hematüri gelişen, ancak BK
virüs de dahil olmak üzere hiç bir etyolojik neden saptanamayan bir hastaya da 2 ay süreyle levofloksasin verildi. Ancak hiç bir klinik yanıt alınamadı.
Tartışma: Levofloksasin, kök hücre nakilleri sonrasında gelişen BK virüs reaktivasyonu ile ilişkili hemorajik sistit kliniği ve idrarda BK virüs kopya sayısı üzerinde etkilidir. Levofloksasinin virüs üzerine olan etkisi DNA giraz ve DNA tip IV topoizomeraz enzimlerinin
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
inhibisyonunun yanı sıra ikinci kuşak kinolonlara özgü
başka faktörlerle açıklanabilir.
hastalarda H1N1’e bağlı gelişen HLH ve çoklu organ yetmezliği sorumlu olabilmektedir.
Tablo 1. Pandemik influenza H1N1 enfeksiyonu olan hastaların özellikleri
Grup 1
(n=14)
Grup 2*
(n=9)
Grup 3**
(n=10)
Ateş
11 (78.6%)
8 (88.9%)
9 (90%)
Öksürük
14 (100%)
9 (100%)
9 (90%)
Boğaz ağrısı
10 (71.4%)
2 (22.2%)
5 (50%)
Belirtiler
Şekil 1. Levofloksasin sonrasında idrarda BK virüs kopya sayıları
Bildiri: 0213
1 (11.1%)
7 (70%)
2 (14.3%)
2 (22.2%)
7 (70%)
Trombositopeni
1 (7.1%)
-
7 (70%)
Poster No: P076
Gökçe1, Ateş Kara2, Selin Aytac1, Mualla Çetin1, Murat
Tuncer1, Fatma Gumruk1. 1Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Ünitesi, Ankara, 2Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Enfeksiyon Ünitesi,
Ankara
Amaç: Şüphesiz dünyada yaptığı maddi, psikolojik ve
beklendiği kadar olmasa da fatal etkileri göz önüne alınacak olursa 2009 yılının en önemli sağlık başlıklarından birinin pandemik influenza H1N1 virüsü enfeksiyonu olduğu söylenebilir. Viral enfeksiyonlar pek çok hematolojik bulgulara yol açabilir, öte yandan, değişik hematolojik hastalıklarda ve özellikle de hematolojik malignitelerde virüs değişken bir hastalık seyrine sahip olabilmektedir.
Yöntemler: Temmuz-Aralık 2009 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 33 grip belirtileri olan hastanın
nazofaringeal aspiratlarında PCR yöntemiyle H1N1 virusu gösterildi. Hastaların hepsinin kan sayımı ve periferik kan yaymaları incelendi. Düşmeyen ateşi ve sitopenileri olan 6 hastaya kemik iliği aspirasyonu yapıldı. Bu
6 hastada hemofagositik lenfohistiositoz (HLH) açısından serum ferritin, lipid ve plazma fibrinojen ölçümleri de yapıldı.
Sonuçlar: Hastaların yaşları 2-17 yaş arasında değişmekteydi (22 erkek). Hastalar daha önce bilinen bir kronik hastalığı olmayan hastalar (Grup 1, n=14), kemik iliğini ilgilendiren bir hastalığı olmayan kronik hastalar
(Grup 2, n=9) ve kemik iliğini ilgilendiren kronik hastalığı
olan hastalar (Grup 3, n=10) olmak üzere 3 gruba ayrıldı.
Hastaların özellikleri Tablo 1’de gösterilmiştir. Nötropeni
geliştiren hastaların %91’i, trombositopeni geliştiren hastaların tamamı başvuru öncesi antipiretik kullanmıştı.
Tüm hastalara oseltamivir başlandı.
Grup 1’deki 14 yaşındaki 1 hastada HLH ve çoklu
organ yetmezliği gelişti ve hasta HLH2004 tedavisine rağmen kaybedildi. Grup 3’teki hastaların 2’si (5 yaşında,
relaps ALL, pnömoni, ARDS ve 5 yaşında, idame tedavi alan alan ALL, HLH geliştirdikten sonra çoklu organ
yetmezliği sonrası HLH 2004 protokolu de başlanmasına
rağmen) kaybedildi.
Tartışma: H1N1 enfeksiyonu genellikle hafif grip benzeri belirtilerle seyretse de altta kemik iliğini ilgilendiren
kronik hastalığı olan hastalarda daha fazla olmak üzere
ölümcül seyir gösterebilmektedir. Özellikle kötü seyirden
Bildiri Özetleri Kitabı
2 (14.3%)
Nötropeni
*vonWillebrand sendromu (vWD) (n=2), mental motor gerilik (n=2), serebral palsi (n=1), spinal musküler
atrofi (n=1), ileal atrezi (n=1), astım (n=1), konjenital kalp hastalığı (n=1) **Kemoterapi almakta olan ALL
(n=5), relaps ALL (n=1), yeni tanı AML+Bloom sendromu (n=1), yeni tanı AML+Down’s sendromu (n=1),
3 ay önce tedavisi kesilen AML (n=1), metilmalonik asidemi (n=1)
PANDEMİK INFLUENZA H1N1 ENFEKSİYONUNUN
HEMATOLOJİK SONUÇLARI. Şule Ünal1, Müge
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Lökopeni
Bildiri: 0133
Poster No: P077
H1N1 VİRUS İNFEKSİYONU GEÇİREN KANSERLİ
HASTALARDAKİ RADYOLOJİK BULGULAR. Ayşenur
Bahadır, Erol Erduran, Seçil Cezaroğlu. Karadeniz
Teknik Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı,
Trabzon
Amaç: H1N1 virus infeksiyonu, immun sistemi zayıf
olan kanserli hastalarda, hamile kadınlarda, yaşlılarda
ve diğer kronik rahatsızlığı mevcut olan vakalarda öldürücü seyredebilmektedir. En yaygın ölüm sebebi solunum
yetmezliğidir. H1N1 virus enfeksiyonu geçiren hastalarda
akciğerde görülen en yaygın radyolojik bulgu buzlu cam
alanları ve nodüler infiltrasyonlardır. Bu çalışmada pandemik H1N1 enfeksiyonu geçiren kanserli hastalardaki
radyolojik bulguların ve lökosit sayısının, mortalite üzerine etkileri tartışıldı.
Yöntemler: Çocuk hematoloji-onkoloji kliniğimize
1-15 Aralık 2010 tarihinde grip benzeri şikayetlerle başvuran yedi kanserli çocuk hasta değerlendirildi. Hastalar
prospektif olarak beyaz küre sayılarına göre iki gruba
ayrıldı. Grup I, WBC > 1.000 /mm3, grup II WBC <1.000
mm3 (Tablo 1).
Sonuçlar: Hastalardaki en yaygın şikayet 38º C den
yüksek ateş, öksürük, burun akıntısı ve ishal idi. Fizik
muayenelerinde nazal ve postnazal sero-pürülan akıntı, orofarinkste hiperemi dışında anormal bulgu yoktu.
Grup II hastaların hepsinin absolü nötrofil sayısı (ANS)
sıfırdı. Solunum sıkıntısı gelişen ve klinik durumu bozulan Grup II hastaların tümüne ve grup I deki bir hastaya
başvurudan sonraki 2-5 gün içinde göğüs radyografisi ve
bilgisayarlı tomografi çekildi. Göğüs radyografisindeki en
belirgin bulgu yama şeklinde konsolidasyon, bilgisayarlı
tomografideki en yaygın bulgu artmış pulmoner konsolidasyon ve buzlu cam görünümüydü. Kanserli hastalarda
ilk olarak nötropenik ateş düşünülerek bütün hastalara
antipsödomonal etkili antibiyotik ve granülosit koloni stimule edici faktör başlandı. Antibiyotik tedavisine rağmen
ateşi devam eden ve anormal radyolojik bulguları olan
hastalara amfoterisin B eklendi. H1N1 pandemisi olması
nedeniyle oseltamivir tedavisi de başlandı. Tüm hastalardan H1N1 izole edildi. Grup I deki hastaların hepsi iyileşti. Grup II deki hastalarda 4-15 gün içinde akut solunum
sıkıntısı sendromu gelişti ve mekanik ventilatöre bağlandı. Ancak grup II deki 3 hasta kaybedildi.
71
POSTER BİLDİRİLER
Tartışma: H1N1 influenza kemoterapi almakta olan
ve tedaviye dirençli kanserli hastalarda öldürücü seyretmektedir. Bu nedenle öksürük,ateş,ishal ve grip benzeri şikayetleri olan kanserli hastalarda H1N1 enfeksiyonu
düşünülerek antiviral tedavi en kısa sürede başlanmalı ve yoğun bakım önlemleri alınmalıdır. Ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış olan hastalarda pulmoner aspergillosis ile H1N1 influenzanın akciğer bulgularının ayırıcı
tanısının iyi yapılması gerekmektedir. Beyaz küre sayısı
< 1.000 /mm3, absolu nötrofil sayısı 0/mm3 olan, yoğun
kemoterapi alan ve tedaviye dirençli kanserli hastalarda mortalite oranının daha yüksek olduğu gözlenmiştir.
Tablo 1.
Özellik
Tanı
Hasta1
Hasta2
Akut
Akut
lenfoblastik lenfoblastik
lösemi
lösemi
Yaş
Hasta3
Hasta4
Hasta5
Hasta6
Hasta7
nöroblastom non hodgkin
Akut
Akut
Akut
lenfoma
lenfoblastik myeloblastik lenfoblastik
lösemi
lösemi
lösemi
(Relaps)
(Relaps)
4
5
4,5
17
8
15
15
Cinsiyet
Erkek
Erkek
Erkek
Kız
Erkek
Kız
Kız
Beyaz küre
sayısı
1000
1200
2900
27200
300
200
600
0
600
1000
19400
0
0
0
Yok
Yok
Yok
Yok
Var
Var
Var
İyileşti
İyileşti
İyileşti
İyileşti
Öldü
Öldü
Öldü
Absolu
nötrofil
sayısı
Mekanik
ventilasyon
Sonuç
Hasta 1,2,3,4 Grup1; Hasta 5,6,7 Grup2
Bildiri: 0486
Poster No: P078
ÇOCUKLUK ÇAĞI AKUT LÖSEMİ OLGULARIMIZDA
İNFLUENZA A (H1N1) ENFEKSİYONU. Betül Tavil, Fatih
Azık, Vildan Çulha, Abdurrahman Kara, Hasan Tezer,
Bahattin Tunç. Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: İnfluenza A (H1N1) salgını Mart 2009’da
Meksika’da tesbit edildikten sonra insandan insana
bulaş sonucu bütün dünyaya yayılmıştır. Enfeksiyona
bağlı mortalite özellikle altta yatan kronik hastalığı olan
ve immün sistemi baskılanmış kişilerde daha fazla oranda gözlenmiştir. Burada Ekim 2009-Ocak 2010 döneminde influenza A (H1N1) enfeksiyonu PCR ile kanıtlanmış
lösemi olgularımız sunulmuştur.
Yöntemler: Ekim 2009-Ocak 2010 döneminde merkezimizde akut lösemi tedavisi gören 120 hastadan 8’inde
influenza A (H1N1) enfeksiyonu gelişmiştir. Bu süreçte
ateş ve/veya solunum yolu enfeksiyonu ile uyumlu kliniği olan tüm hastalardan nazofarengeal sürüntü örnekleri özel viral transport solusyonlarında Hıfzısıhha Refik
Saydam Viroloji Referans laboratuvarına gönderilmiş,
örneklerde RT-PCR yöntemiyle influenza A (H1N1) viral
RNA saptanmıştır.
Sonuçlar: İnfluenza A (H1N1) enfeksiyonu kanıtlanmış olan 8 olgunun 4’ü kız ve 4’ü erkek idi. Yaş ortalaması 6.7±2.0 yıl (4-10) idi. Sekiz olgunun 3’ü ALL ve 5’i
AML tanılarıyla halen kemoterapi almakta idi. Beş olgu
kemoterapinin indüksiyon safhasında, 1 olgu konsolidasyon ve 2 olgu idame safhasındaydı. Hastaların tamamında influenza A (H1N1) enfeksiyonu başlangıcında nötropeni mevcut idi. Olguların 7’si remisyonda, yalnız 1 olgu
tanı aldıktan hemen sonra influenza A (H1N1) enfeksiyonuna yakalandığı için henüz remisyona girmemişti.
72
Tüm olguların akciğer grafisinde infiltrasyon tesbit edildi.
Olguların tamamına Oseltamivir tedavisi 10 gün süreyle
vücut ağırlığına göre önerilen dozda uygulandı. Yalnız bir
olgu kaybedildi, diğer 7 hasta Oseltamivir tedavisinden
fayda gördü, entübasyon ve ventilator gereksinimi olmaksızın 7-10 gün içerisinde düzeldi. Kaybedilen olgu influenza A (H1N1) enfeksiyonu saptandığı sırada AML-BFM
2004 tedavi bloklarından 4.sünü almış ve mutlak nötrofil sayısı 0’a düşmüştü ve bu derin nötropeni sürecinde
H1N1 enfeksiyonuna yakalanan hasta tüm çabalara rağmen kısa bir sure içinde ARDS tablosu geliştirerek kaybedildi.
Tartışma: Çocukluk çağı lösemi hastalarında influenza A (H1N1) enfeksiyonu özellikle AML ve kemoterapinin indüksiyon safhasındaki olgularda daha ciddi seyretmekte ve mortaliteye neden olabilmektedir. Bizim hastalarımız içerisinde AML-BFM 2004 tedavi blokları almakta olan bir hasta ARDS tablosu geliştirerek kaybedildi. İnfluenza A (H1N1) enfeksiyonu çocukluk çağı lösemi
hastalarında ciddi bir mortalite ve morbidite nedeni olabileceği için bütün lösemi hastalarımız ve ailelerine influenza A (H1N1) enfeksiyonuna karşı aşılanmaları önerildi. Lösemi olgularımız ve ailelerinin %70’ine aşı yapıldı
ve sonraki dönemlerde aşılanan hiç bir olgumuzda H1N1
enfeksiyonu gelişmedi ve herhangi bir kaybımız olmadı.
Bildiri: 0270
Poster No: P079
ÇOĞUL DİRENÇLİ ACİNETOBACTER BAUMANNİİ
NOZOKOMİYAL İNFEKSİYONU. Çiğdem Yıldırım
Erbay1, Itır Şirinoğlu2, Gülşen İskender1, Cihat
Oğan1, Emre Tekgündüz2, Sema Batı3, Yeşim Yiğit4,
Hülya Arslan2, Ayşegül Tetik2, Meltem Yüksel2, Fevzi
Altuntaş2. 1Ankara Onkoloji Hastanesi, Enfeksiyon
Hastalıkları Birimi, Ankara, 2Ankara Onkoloji Hastanesi,
Hematoloji ve KİT Ünitesi,Ankara, 3Ankara Onkoloji
Hastanesi, Mikrobiyoloji Laboratuvarı,Ankara, 4Ankara
Onkoloji Hastanesi, Enfeksiyon KOntrol Hemşireliği,Ankara
Amaç: Günümüzde yeni, geniş spektrumlu antibiyotiklerin yaygın kullanımına bağlı olarak diğer nonfermentatiflerle birlikte Acinetobacter cinsi bakteriler hastane infeksiyonlarının en sık etkenleri haline gelmiştir.
Acinetobacter spp. hastane infeksiyonlarının %13-20’sinden sorumludur.
Diğer hasta gruplarında olduğu gibi nötropenik hastalarda da dirençli mikroorganizmalarla gelişen infeksiyonlar artmaktadır. Bu durum daha önce pek fazla karşımıza çıkmayan Acinetobacter gibi bakterilerin sık izole
edilmesine neden olmaktadır. Bu mikroorganizmalarla
gelişen küçük çaplı salgınlar da bildirilmektedir.
Yöntemler: Mikroorganizma tanımlanması ve antibiyotik duyarlık testleri Mikrobiyoloji Laboratuarında klasik yöntemlerle yapıldı, daha sonra VİTEK 2 COMPACT
tam otomatize sistemi ile teyit edildi.
Sonuçlar: Kan dolaşımı infeksiyonu ile tanımladığımız
11 hastanın kan kültüründe çoğul dirençli Acinetobacter
baumannii üredi. Bu izolatların 9’u (%81,8) tigesikline duyarlı bulundu. İzolatların tamamı seftazidim, sefepim, imipenem, siprofloksasin, levofloksasin, piperasilintazobaktam, sefoperazon-sulbaktam, TMP-SXT ve tetrasikline karşı dirençliydi. Gentamisin direnci %72, amikasin direnci ise %90 idi. Suşların tamamı kolistine duyarlıydı.
Tartışma:Tigesiklin
karbapenamaz
üreten
Acinetobacter suşlarına karşı etkili bulunmuştur.
Diğer Enterobacteriaceae türlerinden farklı olarak
Acinetobacter türlerine karşı bakteriostatik etkinliğinden
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
dolayı tigesiklini nötropenik hastaların tedavisinde tek
başına kullanmadık, imipenem, rifampisinle veya amikasinle kombine ettik. İmipenem+rifampisin+tigesiklin kullandığımız 2 olgu şifayla sonuçlandı.
Kolistin, çoğul dirençli Acinetobacter infeksiyonlarında kullanılabilecek alternatif bir antibiyotiktir. Ancak
nefrotoksisite, nörotoksisite ve nöromüsküler blokaj
nedeniyle kullanımı sorunlu olan bir antimikrobiyaldir.
Parenteral veya aerolize kolistin kullanımı çoğul dirençli
A. baumannii pnömonisi için bir seçenek olabilir.
Sonuç olarak çok ilaca direçli A. baumannii ile infeksiyonlar hem oldukça mortal seyretmektedir hem de
tedavide alternatifler sınırlıdır. Bu yüzden infeksiyondan
korunma oldukça önemlidir; kontrollü antibiyotik kullanım politikalarının geliştirilmesi, gerekli laboratuvar desteğini alarak etkenlerin direnç profillerinin hızla çıkartılarak ünitelere bildirilmesi ve bulaşı önlemek için el yıkama, çevre temizliği, kullanılan medikal araçların dezenfeksiyon ve sterilizasyonu gibi infeksiyon kontrol önlemlerinin alınması çoğul dirençli bakterilerin görülme sıklığını azaltacaktır.
Bildiri: 0499
Poster No: P080
AKUT MİYELOBLASTİK LÖSEMİLİ BİR ÇOCUKTA H1N1
İLİŞKİLİ ENSEFALİT VE KLEBSİELLA PNEUMONİA
BAKTERİYEMİSİ. Lale Olcay1, Seda Öztürkmen1, Zafer
Bıçakçı1, Arzu Akyay1, Gülşen İskender2, Kamuran
Türker Sayılır2, Nil Çetin3, Saadet Dikmen Menteş4,
Özlem Kapusuz4, Mehmet Ertem5. 1S.B. Dr A.Y.
Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik
Hematoloji Bölümü, Ankara, 2S.B. Dr A.Y. Ankara Onkoloji
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Enfeksiyon Hastalıkları
Bölümü, Ankara, 3S.B. Dr A.Y. Ankara Onkoloji Eğitim
ve Araştırma Hastanesi, Nöroloji Bölümü, Ankara, 4S.B.
Dr A.Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Bölümü, Ankara, 5Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı, Pediatrik Hematoloji Bölümü, Ankara
Amaç: Yüzyılımızın ilk yeni influenza A (H1N1) pandemisi 2009 yılında gerçekleşmiştir. Burada, H1N1 olup,
klebsiella pneumonia bakteriyemisi sırasında ensefalit gelişen 16 yaşında bir akut miyeloblastik lösemi (M4)
hastası sunulmaktadır.
Yöntemler: Geriye dönük dosya incelemesi
Sonuçlar: AML-BFM-2004 protokolü ile tam remisyon sağlanan, sonra febril nötropeni gelişen (Kasım
2009), burun akıntısı, gözlerde sulanma saptanan, akciğer grafisi normal olup, Waters grafisi maksiller sinüzitle uyumlu olan hastaya sefoperazon-sulbaktam, amikasin, daha sonra teikoplanin başlandı; H1N1 şüphesi ile
nazofarinks sürüntü kültürü alınarak oseltamivir eklendi. Kan kültüründe Klebsiella pneumonia (ESBL+) saptanarak, sefoperazon-sülbaktam imipenemle değiştirildi. Diğer bakteriyel kültürleri negatifti. Ateşin 6.günü klinik ve radyolojik olarak pnömoni saptandı; yüksek doz
trimethoprim-sulfamethoxazole and klaritromisin eklendi. Galaktomannan negatif idi. Ateşin 7.günü, jeneralize tonik klonik konvülsiyon geçiren hasta kardiyopulmoner arrest oldu. Kardiyopulmoner resisütasyon yapıldı; konvülziyonları midazolam ve fenitoin ile kontrol edilemeyen hastaya genel anestezi yapıldı, ventilatöre bağlandı; fenitoine devam edildi. Bu sırada trombosit sayısı 27.7 x 109/L, biyokimya, koagülasyon parametreleri,
beyin tomografisi normal, kollajen doku işaretleri negatif bulundu. Önceden alınan diğer nazofaringeal sürüntü kültüründe real time RT-PCR ile H1N1 saptandı.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Ateş sekizinci gün düştü. Hastanın ekstübe edildikten sonra (konvülziyondan 3 gün sonra) yapılan nörolojik muayenesinde konfüzyon, disfazi, yaygın hipotoni,
derin tendon reflekslerine azalma saptandı; ense sertliği
yoktu. Elektroensefalografi (EEG) ensefalopati ile uyumlu bulundu. Beyin magnetic rezonans görüntüleme (MRI)
ve MRI anjiografisi normaldi. Bilinç bozukluğu nedeni ile lomber ponksiyon hemen yapılmadı. On beş gün
sonra, hastanın genel durumu düzelince alınabilen beyin
omurilik sıvısı biyokimya ve sitoloji yönünden normaldi.
Kemoterapi yeniden başlandı. Pnömoni, iki hafta içinde,
nörolojik bulgular 30 gün içinde düzeldi. Kontrol EEG’si
normal bulundu. Fenitoin kesildi. Konsolidasyon tedavisinden sonra, hastaya HLA tam uygun kardeşinden allojeneik kök hücre nakli yapıldı. Halen +77. günde olan
hastanın Karnofsky skoru %100 olup, muayenesi normaldir.
Tartışma: Ensefalopatinin, imipeneme devam edilmesine rağmen düzelmesi, bizleri ensefalopati-imipenemin
ilişkisinden uzaklaştırmaktadır. Oseltamivire bağlı nöropsikiyatrik yan etkilerin (NPYE), ilaç almayanlardaki kadar
olması; influenzada NPYE sıklığının normalden yüksek
olması, hastamızdaki ensefalitin, bizzat H1N1 tarafından oluşturulduğunu düşündürmektedir. İlgili literatür,
H1N1 ensefaliti olgularının çoğunun çocuk olup, hastalığın sadece birinde ölümle sonuçlandığını, bir olguda ise
oseltamivir tedavisi altında iken geliştiğini göstermektedir. Bu olgu, pandemi sırasında ateş gelişen lösemi hastalarında H1N1 virüsünün de etken olarak akılda tutulması gerektiğine dikkat çekmektedir.
Bildiri: 0231
Poster No: P081
ÇOCUKLUK ÇAĞI AKUT LÖSEMİ OLGULARIMIZDA
HAYATI TEHDİT EDİCİ BİR KOMPLİKASYON: TİFLİTİS.
Betül Tavil, Esma Açoğlu, Neslihan Karakurt, İkbal
Ok Bozkaya, Serdar Özkasap, Neşe Yaralı, Bahattin
Tunç, Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji
Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi.
Amaç: Tiflitis malign hastalıklarda uzamış ve ağır
nötropeni sırasında görülen ince ve kalın barsağın hayatı tehdit eden inflamasyonudur. Mortalitesi çocuklarda %45’e kadar yükselebilir. Bu çalışmada tiflitis gelişen olgularımızın takip ve tedavi sonuçları sunulmuştur.
Yöntemler: Ocak 2006-Nisan 2009 yılları arasında
akut lösemi tanısı ile takip edilmekte olan 75 hastadan
10’unda (5 AML, 4 ALL, 1 bifenotipik lösemi) (13.3%) ve
Nisan 2009-Ağustos 2010 tarihleri arasında takip edilen
64 hastadan 6’sında (3 AML, 3 ALL) (9.4%) tiflitis gelişmiştir. 2006-2009 yılları arasında ALL için St Jude Total
XIII; AML için AML-BFM 93 protokolleri; 2009-2010 yıllarında ALL için ALL-BFM TRALL 2000 ve AML için AMLBFM 2004 protokolleri kullanılmıştır. Tiflitis gelişen 16
olgu retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Tanıda ateş,
nötropeni, karın ağrısı şeklindeki klinik triad yanısıra ultrasonografi (USG) bulguları ile tiflitis tanısı konulmuştur.
Sonuçlar: Tiflitis tanısı konulan 16 olgunun ortalama yaşı 7.4±4.4 yıl (2-15) idi. Olguların tamamında son 15 gün içerisinde yoğun kemoterapi kullanıldığı saptandı. Tiflitis başlangıcında olguların 11/16’sında
mutlak nötrofil sayısı <100 ve ortalama nötropeni süresi 15.1±7.1 (6-25) gün idi. Tüm olgularda tiflitis klinik
bulguları olarak ateş, nötropeni ve karın ağrısı görüldü, ayrıca USG ile tiflitis tanısı doğrulandı. Hastaların
tümünde barsak duvar kalınlığında artış saptandı, olguların %68’inde batında serbest sıvı ve lenfadenopatiler diğer USG bulguları olarak dikkati çekti. Hastalara
73
POSTER BİLDİRİLER
tiflitis tanısı konulduktan hemen sonra oral beslenme
kesilerek, nazogastrik dekompresyon ve barsak istirahati uygulandı. 2009 yılından sonra takip edilen 5/6 olguda total parenteral beslenme (TPN) kullanıldı. TPN kullanım süresi ortalama 8.8±3.8 gün (5-15 gün) idi. Olgular
ortalama 9.5±3.8 gün (5-15) içinde oral beslenmeye başlandı ve tiflitis tablosundan çıktılar. Antibiyotik olarak karbapenem+aminoglikozid kombinasyonu yanısıra
anti-stafilokokal ve anti-anaerobik etkili antibiyotikler de
kullanıldı. Antifungal kullanımı 5/16 olguda gerekli oldu.
Tiflitis olgularımızın hiçbirisinde perforasyon gözlenmedi
ve cerrahi gereksinim olmadı. 2006-2009 yılları arasında
takip edilen 10 tiflitis olgusundan 2’si septik şok nedeniyle kaybedildi. 2009-2010 yılları arasında takip ettiğimiz 6
tiflitis olgusu ise medikal tedavi ile düzeldi.
Tartışma: Çocukluk çağı akut lösemilerinde tiflit
çoğu kez cerrahi yaklaşıma gereksinim olmaksızın medikal tedavi ile başarılı şekilde tedavi edilebilen bir sorundur. Özellikle son 2 hafta içerisinde yoğun kemoterapi almış lösemi olgularında karın ağrısı, ateş ve nötropeni varlığında tiflitis akla gelmelidir. Tiflitis olgularında
erken tanı konularak, hızla medikal tedaviye başlanması mortalite ve morbidite oranını önemli ölçüde azaltacaktır. Erken tanı yanında destek tedavi olanaklarımızın iyileşmesi mortalite oranımızın düşmesinde etkili olmuştur.
Bildiri: 0145
Poster No: P082
EPSTEİN-BARR VİRUS VE BRUCELLA İNFEKSİYONU
İLE İLİŞKİLİ HEMOFAGOSİTİK SENDROM. Fuat
Erdem, Rahşan Yıldırım, Mehmet Gündoğdu, Yusuf
Bilen. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim
Dalı, Erzurum
Amaç: 43 yaşında bayan hasta Mart 2010’da son bir
haftadır olan terleme, ateş, kemiklerde ağrı, kilo kaybı
şikayeti ile başvurdu. Fizik muayenesinde kan basıncı
100/70 mmHg, nabız 108/dk, ateş 38 ºC idi. Cilt ve konjonktivalar soluk, farinks hiperemik, tonsiller hipertrofik, bilateral servikal ve aksiller bölgede 3 cm çapa ulaşan multıpl lenfadenopati, kot altında 4 cm hepatomegali ve 5 cm splenomegali mevcuttu. Laboratuar tetkiklerinde tam kan sayımında lökosit 2.1 X 109/L (%75 lenfosit, % 25 nötrofil), hemoglobin 10.3 gr/dl, trombosit sayısı 88 x 109/L, retikülosit oranı %1.4 olarak idi. Karaciğer
fonksiyon testlerinde aspartat aminotransferaz 294 (<31)
U/L, alanin aminotransferaz 59 (<34)U/L, direkt bilirubin 2,5 mg/dl,indirekt bilirubin 0.8 mg/dl, laktat dehidrogenaz 1327 (0-250)U/L, gamaglutamil transferaz 94
U/L(<38), total protein 5.7 g/dl, albumin 2.9 g/dl ile
hepatit tablosu mevcuttu. Ayrıca triglserit 498 (40-200)
mg/dl, ferritin 2000 (13-150) ng/ml, β2 mikroglobulin
6.1(0.7-1.8) mg/L idi. Kemik iliğinde reaktif HLH teşhisini destekler şekilde hemafagositozlu olgun histiyositler görüldü. Hastaya klinik, laboratuar ve kemik iliği bulgularına göre HLH teşhisi kondu. Dekzametazon 10 mg/
gün ve Etoposide 100 mg /gün 5 gün süreyle uygulandı.Tedavi bitiminde, kemik iliği aspirasyon materyalinden
daha önceki gönderilmiş olan EBV ve Brucella serolojileri pozitif bulunurken kemik iliği kültüründe de Brucella
etken olarak izole edildi. Brucelloz tanısı ile trimetoprim + sulfametoksazol ve doksisiklin antibiyotikleri başlandı. EBV pozitifliği olan hastada olası lenfomayı ekarte etmek için yapılan servikal lenf nodu biyopsisi reaktif
lenfoid hiperplazi olarak değerlendirildi. Yatışının onbeşinci gününde hastanın ateşleri geriledi, karaciğer enzimleri geriledi, pansitopenisi düzeldi, hepatosplenomegalisi
küçüldü ve lenfadenopatileri kayboldu. Verilen tedavilere
74
laboratuar ve klinik olarak iyi yanıt veren hastaya intravenöz immunglobulin verilmedi. Hemofagositik lenfohistiyositozis (HLH), Hemofagositik sendrom), kontrolsuz
hiperinflamasyon ile karakterize çeşitli kalıtsal veya kazanılmış immün yetmezlikler zemininde oluşan hayatı tehdit eden bir durumdur. Dirençli ateş, hepatosplenomegali, ikter, lenfadenopati gibi önemli klinik bulguları olmakla birlikte hastalar, felç veya kranial sinir paralizisi gibi
merkezi sinir sistemi semptomları ile de başvurabilirler.
Sekonder HLH (sHLH) viral, bakteriyel, fungal, parazitik
enfeksiyonlarda, sistemik lupus eritamatozus, romatoid artrit gibi otoimmun inflamatuar hastalıklarda, lösemi, lenfoma, myeloma, melanoma, hepatoselüler karsinom, timoma, germ hücreli tümör gibi bir çok malignitede ve ayrıca organ transplantasyonu gibi immunsupresyon durumlarında immünolojik aktivasyonun bir sonucu olarak, herhangi bir yaşta görülebilir. Literatürde izole
brucella ya da EBV+Brucella’ya sekonder HLH olmaması
yönüyle sunmayı uygun bulduk.
Bildiri: 0242
Poster No: P083
VAKA SUNUMU: NÖTROPENİ VE TROMBOSİTOZ İLE
BAŞVURAN PARVOVİRUS B19 ENFEKSİYONU VAKASI.
Elif Birtaş Ateşoğlu, Özgür Mehtap, Hakan Keski, Emel
Gönüllü, Abdullah Hacıhanefioğlu. Kocaeli Üniversitesi
Hematoloji Bilim Dalı,.
Amaç: Ateş ve sitopenilerle başvuran hastalarda
maligniteler ve enfeksiyöz sebepler en sık etkenlerdir. Biz
burada ateş, nötropeni, anemi ve trombositoz ile başvuran bir Parvovirus B19 virus enfeksiyonu vakasını sunuyoruz.
Sonuçlar: Elli-sekiz yaşında bayan hasta halsizlik,
yorgunluk, gribal semptomlar ve ateşle doktora başvurmuş. Hastaya metamizol sodyum ve sefazolin içeren bir
antibiyotik verilmiş. Bir hafta ilaçları kullandıktan sonra
hastanın şikayetlerinin devam etmesi ve ağzında lezyonlar çıkması üzerine tekrar doktora başvuran hastanın
yapılan kan sayımında WBC: 956/mm3, Neutrofil: 74/
mm3, Hb: 8.51g/dl, MCV: 85 fL, Trombosit: 528.000/
mm3 tespit edilmesi üzerine tarafımıza yönlendirilmiş.
Hastanın başvurusunda 39 C ateşi mevcuttu ve fizik
muayenesinde oral kavitede kandidiasis ile uyumlu
beyaz plaklar dışında bir özellik yoktu. Periferik yaymasında atipik hücre tespit edilemedi.hasta febril nötropeni kabul edilerek piperasilin/tazobaktam ve antifungal
tedavi başlandı ve sevisimize yatırıldı. Hastanın sedimentasyon, biyokimya, hemostaz parametreleri normal sınırlar içerisindeydi. Hastada bisitopeni ve trombositoz yapabilecek etkenler araştırılmaya başlandı. Ön planda enfeksiyoz, ilaca bağlı kemik iliği süpresyonu ya da malignite olabileceği düşüncesiyle viral ve bakteriyel testler
(Hepatit, HIV, CMV, EBV, Parvovirus B19, brucella,) testleri gönderildi. Hastaya kemik iliği aspirasyon ve biyopsisi yapıldı. Hastanın kemik iliğnde megakaryositlerde belirgin artış ve dismorfik değişiklikler, myeloid seride totale yakın aplazi tespit edildi. Myelodisplastik sendrom olabileceği düşüncesiyle hastadan 5qdel tahlili gönderildi. Antibiyotik kullanımı sonrası 2 gün içinde hastanın ateşi düştü. Yatışının 13. gününde lökosit ve eritrosit sayısında yükselme ve trombosit sayısında düşüş gözlenen hastanın PCR Parvovirus B19 pozitif olarak tespit
edildi. Diğer enfeksiyon testleri negatif bulundu. Taburcu
edilen hastanın 1 hafta sonra yapılan poliklinik kontrolünde kan sayımı değerlerinin tamamen normale döndüğü tespit edildi.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Tartışma: Parvovirus B19 enfeksiyonu olan kişiler çoğunlukla semptomsuzken, bir kısmında hafif gribal semptomlardan derin sitopenilerin yol açtığı komplikasyonlara kadar geniş yelpazede yer alan bir tablo eşlik
edebilir. Çocuklarda beşinci hastalığa yol açarken, artropati, geçici aplastik krizler, saf eritroid aplazi sık ortaya çıkabilen tablolardır. Ancak, vakamızda ilginç olarak
eritroid seri ön planda etkilenmezken, myeloid aplazi ve
megakaryositik seride artış ve trombositoz görülmüştür.
Literatürde, benzer bulgular gösteren Parvovirus B19
virus enfeksiyonu vakası tespit edilememiştir.
Bildiri: 0303
Poster No: P084
YENİ TANI MULTİPLE MYELOMA OLGUSUNDA
VAD KEMOTERAPİSİNE BAĞLI GELİŞEN AKUT
PANKREATİT TABLOSU. Selami Koçak Toprak1, Sema
Karakuş1, Gül İlhan1, Betül Erişmiş2, Metin Kaya2,
Hamiyet Demirkaya3, Pervin Topçuoğlu4. 1Başkent
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, Ankara,
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Ankara, 3Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi
Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim
Dalı, Ankara, 4Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji
Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Akut pankreatit, yüksek morbidite ve mortalite oranına sahip, oldukça ciddi seyirli bir hastalıktır.
İlaçlara bağlı olarak gelişmesi görece ender bir durumdur. Multiple myeloma (MM) olgusunda uygulanan vinkristin, adriyamisin ve dekzametazon (VAD) kemoterapisi
sürecinde karşılaşılan bir akut pankreatit tablosu sunulmuştur.
Sonuçlar: 64 yaşında kadın hasta özellikle sağ kalçada şiddetli olmak üzere yaygın vücut ağrısı, halsizlik
ve ateş yakınmalarıyla polikliniğimize başvurdu. B2MG,
IgA, ESR, total protein belirgin yüksek, albumin ve Hb
ise düşük bulundu. Yapılan tetkikler sonucu Ig A/kappa
multiple myeloma tanısı konulduktan sonra hastaya VAD
kemoterapi protokolü başlandı. Aynı günün akşamında karın ağrısı başlayan hastaya abdominal bölge bilgisayarlı tomografisi çektirildi. Kolelithiazis ve pankreas
kuyruk kesiminde, peripankreatik yağ dokusunda minimal ödem-inflamasyonla uyumlu dansite artışları saptanarak, bunun klinik kuşku varsa akut pankreatit lehine yorumlanabileceği öğrenildi. Sonraki gün karın ağrısının artarak devam etmesi ve serum amilaz değerinin
(8448 IU/L) yüksek bulunması üzerine akut pankreatit
düşünülerek oral beslenmesi kesilen hastaya, ateş nedeniyle ampirik olarak imipenem ve kan kültüründe üreme
olması üzerine de teikoplanin tedavisi başlandı. Hastanın
BISAP skoru 3 olarak saptandı. Takip eden günlerde klinik tablosu düzelen ve pankreatik enzim düzeylerinde azalma saptanan hastanın ateşi kontrol altına alındı. Etyolojinin araştırılması amacı ile çekilen MRKP’de
kronik pankreatitle uyumlu görünüm izlenmesi, hadisenin kronik pankreatit zemininde gelişen bir akut alevlenme olduğunu düşündürttü. VAD kemoterapi protokolü birinci kürü eksiksiz şekilde uygulanan hasta, genel
durumunun düzelmesi üzerine kontrole gelmek üzere
taburcu edildi. İlk kontrolünde; kolestatik enzimleri ile
serum amilaz düzeyi hala yüksek olduğu için kemoterapi ertelendi. Yaklaşık bir ay sonra serum amilaz ile kolestatik enzimlerin düzeyinin düşme eğilimine girmesi ve
fakat hala normal sınırlarda olmamasına karşın multiple myeloma açısından tedavisinin aksayacağı kaygısı ile
hastaya pankreatit açısından daha az riskli bir başka
tedavi protokolü (bortezomib-dekzametazon) ile devam
2
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
edilmesi uygun görüldü. İlk kür tedavinin ardından
enzimleri tamamen normale dönen hastaya ikinci kür
tedavi verildi. Sonrasında ertelenmiş multiple vertebroplasti operasyonu yapıldı. Devamında bir kür daha kemoterapi alan hastaya uygun hazırlıkları yapıldıktan sonra
otolog hematopoietik kök hücre transplantasyonu desteğinde yüksek doz kemoterapi tedavisi verildi. Bu süreçte gerek pankreatit ve gerekse primer hastalığı ile ilişkili herhangi bir sorunu olmayan hasta halihazırda remisyonda izlenmektedir.
Tartışma: Çeşitli kemoterapötik ajanlara bağlı olarak
akut pankreatit gelişebileceği bilinmektedir. MM olgularında sıklıkla ilk sırada kullanılan VAD kombinasyonunun da böyle bir tabloya yol açabileceği akılda bulundurulmalıdır.
Bildiri: 0389
Poster No: P085
AKUT LENFOBLASTİK LÖSEMİLİ BİR OLGUDA RİNOORBİTO-SEREBRAL VE PULMONER MİKST FUNGAL
İNFEKSİYON. Salih Gözmen, Şebnem Yılmaz, Özlem
Tüfekçi, Tuba Hilkay Karapınar, Hale Ören, Gülersu
İrken. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Hematolojisi Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Mukormikozis immün yetmezlikli hastalarda
nadir görülen ancak fatal seyredebilen bir fungal infeksiyondur. Rino-orbito-serebral mukormikoz bunun en
sık görülen klinik tipidir. Burada akut lenfoblastik lösemi (ALL) tanısıyla takip ettiğimiz bir olgunun rino-orbitoserebral ve pulmoner mikst fungal infeksiyonu, klinik
izlem ve tedavisinin tartışılması amacıyla sunulmuştur.
Sonuçlar: Solukluk şikayeti ile başvuran beş yaşında erkek hasta, Kasım 2008’de T hücreli ALL tanısı aldı.
Tanıda santral sinir sistemi tutulumu yoktu. Hastaya
ALL BFM 95 protokolüne göre kemoterapi başlandı.
Tedavinin 16. günü başlayan ve bir hafta süren sol göz
kapağındaki yüzeysel hiperemi aniden ödem, ekzoftalmus ve propitozis şekline dönüştü. Görme kaybı gelişti.
Çekilen orbita BT’sinde sol periorbital yumuşak dokulardan orbita içine ve arkasına doğru uzanım gösteren dansite artışı saptandı. Dekompresyon ve debridman uygulandı. Alınan örnekte mikrobiyolojik ve histopatolojik olarak etken tanımlanamadı. Lösemik infiltrasyon yoktu.
Aspergillus Galaktomannan antijeni negatif bulundu.
Kontrol orbito-kranial MR’ında retroorbital alanda ve
frontal lobta abse görülerek tekrar debride edildi. Bu kez
sinüsten alınan örnekte Mukor spp üredi. Histopatolojik
olarak Mukor ve Aspergilloza ait mikst fungal infeksiyon bulguları mevcuttu. Geniş spektrumlu antibiyotik ve
lipozomal amfoterisin B alan hastanın tedavisine vorikonazol eklendi. İki ay boyunca kemoterapi alamayan hastanın kemik iliği remisyondaydı. Kontrol MR’da sinüs ve
beyindeki absenin antifungal tedaviye rağmen progresyon
göstermesi üzerine iki kez daha debride edildi. Bu sırada toraks BT’sinde iki adet beş milimetrelik nodüler lezyon izlendi ve vorikonazol kesilip posakonazol başlandı.
Bu tedavi kombinasyonunun başlanması ardından hastanın bulguları stabilleşti, lezyonlarda gerileme görüldü.
Hastanın kemoterapisine tekrar başlandı. İdame tedavinin altıncı ayı sonuna kadar oral posakonazol kullandı.
Hastanın tedavisinin kesilmesi ardından da bulgularında
progresyon gözlenmedi. İdame tedavisi alan hasta halen
remisyondadır.
Tartışma: Mukor infeksiyonunda amfoterisin B ilk
tedavi seçeneğidir. Amfoterisine yanıtsız veya kısmi yanıtlı Mukor infeksiyonlarında bir diğer seçenek daha yeni
bir antifungal olan posakonazoldür. Bizim hastamızda
75
POSTER BİLDİRİLER
da abselerin drene edilmesine ek olarak amfoterisin B ve
posakonazol kombinasyonu ve ardından oral posakonazol tedavisine iyi yanıt alınmıştır.
International Ankara Hastanesi Kanser Merkezi, 2Başkent
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, Ankara,
3
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Medikal Onkoloji Bilim
Dalı, Ankara, 4Medicana International Ankara Hastanesi
Nöroloji Bölümü
Amaç: İfosfamid antineoplastik ajan olarak özellikle
sarkomlar olmak üzere pek çok solid tümör ve lenfomada kullanılan alkilleyici bir ajandır. Metabolizması sonucu oluşan asetaldehid santral sinir sistemi yan etkilerinden sorumludur. Genelde nörolojik olarak halüsinasyon
ve uykuya meyil gibi istenmeyen etkileri saptanan ifosfamidin nadiren görülen negatif myoklonus yanetkisini bildirmek istedik.
Sonuçlar: Metastatik serviks kanseri nedeniyle 3.
basamak kemoterapi olarak ifosfamid ve karboplatin
alan hastada tedavinin 3. günü üst ekstremitelerinde negatif myoklonus geliştiği farkedildi. Yapılan nörolojik muayenede; hasta orta derecede konfüydü, yer ve
zaman oryantasyonu yoktu. Üst ekstremitelerinde gelişen negatif myoklonus dışında fokal nörolojik bulgu
saptanmadı. Kranial manyetik rezorans görüntülemesi normaldi, biyokimyasal tetkiklerinde patolojik bulgu
yoktu. Elektroensefalogramında metabolik ensefalopatiyi düşündüren sürekli, yavaş-yaygın periyodik trifazik
geçişli dalgalar saptandı. Tedavi bitiminden 24 saat sonra
hastanın bulguları kendiliğinden kayboldu.
Tartışma: Literatür taraması yapıldığında nadiren
ifosfamide bağlı negatif myoklonus görülebileceğini saptadık. İfosfamid kullanımı sırasında ilacın yüksek doz
uygulanması dışında genellikle nörolojik yanetki beklenmez. Ancak, nadir de olsa normal dozlarda da patolojik
bulgular gelişebilmektedir. Nörolojik problemi olan hastalarda ifosfamidin dikkatli kullanılması gerekmektedir.
bağlama kapasitesi (SDBK) 381 μmol/L, transferin saturasyonu (TS) %4.2 ve ferritin 1.5 ng/ml idi. Hastanın
eosinofilisi nedeniyle (DEA) gaitada ve kanda parazit
incelemeleri yapıldı ve kanda FH serolojisi pozitif bulundu. Hastada bu klinik ve laboratuvar bulguları ile FH
enfeksiyonu, demir eksikliği anemisi ve AC enfeksiyonu tanıları konularak, AC enfeksiyonuna yönelik olarak
Sulbaktam-ampisilin ve Klaritromisin IV tedavileri, demir
eksikliğine yönelik olarak 6 mg/kg/gün dozunda demir
tedavisi ve FH enfeksiyonuna yönelik olarak Egaten
(Triclabendazole) 10 mg/kg dozunda tek doz şeklinde
uygulanmış, aynı doz bir hafta sonra tekrar edilmiştir.
Olgu 2: 14 yaşında kız hastanın bir haftadır devam
eden halsizlik, solukluk, baş ağrısı şikayetleri ile hastanemize başvurduğu öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde halsizlik, solukluk ve hepatomegali (2 cm) saptandı. Laboratuar incelemelerinde Hb: 7.1 g/dl, total lökosit sayısı: 12000/mm3, MCV: 58 fl, trombosit sayısı: 689
000/mm3, RDW: %19, periferik yaymasında %24 lenfosit, %20 PMNL, %6 monosit, %50 eosinofil, hipokrom
mikrositer eritrositler görüldü; retikülositi %1.2 idi. SD
12 μmol/L, SDBK 473 μmol/L, TS %2.5 ve ferritin 1.5
ng/ml idi. Hastanın yapılan parazit incelemelerinde FH
serolojisi pozitif bulunmuş, abdominal USG’sinde hepatomegali ve KC hilusunda birkaç adet LAP saptanmıştır.
Hastada bu klinik ve laboratuvar bulguları ile FH enfestasyonu ve DEA tanıları konulmuş, 6 mg/kg/gün dozunda demir tedavisi ve Egaten (Triclabendazole) 10 mg/kg
dozunda tek doz şeklinde uygulanmış, aynı doz bir hafta
sonra tekrar edilmiştir.
Her iki hasta da halen sağlıklı şekilde ayaktan izlenmektedir.
Sonuçlar: Her iki olgumuz da ağır DEA ve eosinofili
ile başvurmuş, eosinofili nedenleri araştırılırken FH tanısı almıştır. Her iki hasta da oral triclabendazol ve demir
tedavisi ile sağlığına kavuşmuştur.
Tartışma: FH enfeksiyonunun ülkemizde oldukça sık
görüldüğü, ancak non-spesifik bulguları nedeniyle gözden kaçabileceği, özellikle ağır demir eksikliği ve eosinofilisi olan çocuklarda akla gelmesi gerektiği bu iki vaka ile
vurgulanmak istenmiştir.
Bildiri: 0376
Bildiri: 0164
Bildiri: 0247
Poster No: P086
İFOSFAMİDE BAĞLI GELİŞEN NEGATİF MYOKLONUS.
İbrahim Tek1, Selami Koçak Toprak2, Güngör Utkan3,
Ayça Koca1, Bülent Yalçın3, Kamil Topalkara4. 1Medicana
Poster No: P087
AĞIR DEMİR EKSİKLİĞİ ANEMİSİ VE EOSİNOFİLİ
İLE BAŞVURAN FASCİOLA HEPATİCA OLGULARIMIZ.
Betül Tavil, İkbal Bozkaya, Neslihan Karakurt, Neşe
Yaralı, Abdurrahman Kara, Bahattin Tunç. Ankara
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve
Araştırma Hastanesi
Amaç: Fasioliazis ‘Fasciola Hepatica’(FH) nın neden
olduğu bir paraziter enfeksiyondur. Parazit persistan olarak safra kanallarında ve karaciğerde yer alır, nadiren
diğer organları da enfekte edebilir. Burada ağır demir
eksikliği anemisi ve eosinofili ile başvuran ve FH tanısı
almış iki olgu sunulmuştur.
Yöntemler: Olgu 1: 10 yaşında kız hastanın uzun
süredir halsizlik ve solukluk şikayetleri olduğu, son 2
gündür ateş şikayetinin de eklenmesi ile hastanemize
başvurduğu öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde halsiz, soluk görünüm ve akciğerlerinde (AC) krepitan raller fark edildi. Laboratuvar incelemelerinde Hb: 4.8 g/
dl, total lökosit sayısı: 3100/mm3, MCV: 65 fl, trombosit sayısı: 155 000/mm3, RDW: %19, periferik yaymasında %48 lenfosit, %22 PMNL, %10 monosit, %20 eosinofil, hipokrom mikrositer eritrositler görüldü, retikülositi %0.8 idi. Serum demiri (SD) 16 μmol/L, serum demir
76
Poster No: P088
ANKARA ONKOLOJİ HASTANESİ KEMİK İLİĞİ
ÜNİTESİNDE VANKOMİSİN DİRENÇLİ ENTEROKOK
SÜRVEYANSI. Çiğdem Yıldırım Erbay, Emre
Tekgündüz, Cihat Oğan, Gülşen İskender, Müfide
Çimentepe, Itır Şirinoğlu, Nuran Akay, Şerife
Koçubaba, İlhami Kiki, Ayşegül Tetik, Meltam Yüksel,
Fevzi Altuntaş. Ankara Onkoloji Hastanesi
Amaç: İmmün kompromize hastalarda vankomisin
dirençli enterokok (VRE) ciddi enfeksiyon ve ko-morbitide
oluşturur. VRE infeksiyonu ve kolonizasyonu hastane
infeksiyonları açısından önemli bir sorundur. VRE kolonizasyonu bazı hasta gruplarında (hemotolojik malignite
varığı, nötropeni gibi) ve hastaların uzun süre kaldığı bazı
ünitelerde (yoğun bakım, KİT gibi) sıktır. Vankomisin, 2
ve 3. kuşak sefalosorinler, metranidazol gibi antibiyotiklerin uzun süre kullanımı bu riski daha da artırır.
Bu çalışmada Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Kemik İliği Ünitesinde yatan, VRE açısından
riskli olan hastaların haftalık periyodik rektal sürüntü
örneklerinde VRE kolonizasyonu ve VRE için risk faktörleri incelendi.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Yöntemler: Kemik İliği (KİT) Ünitesinde yatan hastalardan rektal sürüntü örneklerinde VRE kolonizasyonu
ve bu kolonizasyon için risk faktörleri incelendi.
Taramalar bu ünitede yatan tüm hastalarda haftada
bir gün rektal sürüntü alınarak yapıldı. Toplam 100 hastadan 1147 kültür alındı.
Enterekok izolasyonunda enterekok selektif besiyeri
olan enterekoksel agar (BBL), tiplendirilmesinde tam otomatize identifikasyon sistemi (VİTEK COMPACT 2) kullanıldı.
Tarama kültürlerinde enterekoksel agarda şüpheli görülen kolonilerden kanlı agara pasaj yapıldı. Gram
boyama ile enterekok düşünülen kolonilerden CLSI standartlarına uygun olarak (VİTEK COMPACT2) sistemi ile
identifikasyon ve duyarlılık testleri yapıldı. Vankomisine
dirençli suşlar CLSI standartlarına uygun Kirby-Bauer
disk difüzyon yöntemiyle konfirme edildi.
Bu yöntemde vankomsin için MİK sınır değeri <4
mg/mL duyarlı, 8-16 mg/mL orta duyarlı, >32 mg/mL
dirençli kabul edildi.
Sonuçlar: Taranan 100 hastadan alınan 1147 külltür
örneğinin 16 (%1,4) tanesinde VRE üredi (12 suş E. gallinarum, 1 suş E. faecalis, 2 suş E. casseliflavus, 1 suş
E. faecium).
Fenotiplendirilmede 13 suş VAN C, 2 suş VAN A, 1
suşda VAN B tipi direnç saptandı.
Tartışma: Günümüzde, dünyanın hemen her yerinde
VRE izole edildiğine dair bilgiler vardır. VRE’nin birçok
antibiyotiğe dirençli olması hastane ortamında kolayca
yayılmasına neden olmaktadır. Bu yüzden VRE izolasyonunu takiben planlanacak sürveyans çalışmaları, infeksiyonun kontrolü açısından çok önemlidir. Bu amaçla yapılacak perianal sürüntü kültürlerinin duyarlılık ve
özgünlüğü oldukça yüksek bulunmuştur.
Sonuç olarak, hematoloji ve KİT gibi yüksek riskli
hasta gruplarını takip ederken VRE kolonizasyonu/infeksiyonunun azaltılmasında başta vankomisin olmak üzere
kontrollü antibiyotik kullanımı, hastane personelinin eğitimi, mikrobiyoloji laboratuvarlarının etkin kullanılarak
ve bu hasta gruplarında periyodik sürveyans çalışmaları
yapılmasının kolonizasyon/infeksiyon oranlarının düşürülmesinde etkin olacağı kanısındayız.
Kemik İliği Yetersizliği ve Miyelodisplastik Sendromlar
Bildiri: 0260
Poster No: P089
5Q31 DELESYONUNA BAĞLI GELİŞEN PEDİATRİK
MYELODİSPLASTİK SENDROM OLGUSU. Hüseyin
Tokgöz1, Ümran Çalışkan1, Hasan Acar2. 1Selçuk
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim
Dalı, Konya, 2Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi,
Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı, Konya
Amaç: Myelodisplastik sendrom (MDS), çocukluk
çağında nadir görülmekte olup, tüm çocukluk çağı malignitelerinin %5’inden azını teşkil etmektedir. Pediatrik
MDS vakaları, nötropeni ve trombositopeninin daha sık
görülmesi ve nisbeten kötü prognoza sahip olması ile
erişkin vakalardan farklılık arz eder. Pediatrik vakalarda
klonal sitogenetik anomaliler (monozomi 7, trizomi 8, 5q
del,) yaklaşık olarak %70 olguda tespit edilebilmektedir.
Pediatrik 5q delesyonu vakaları oldukça az sayıda bildirilmiş olup, genelde kötü prognoza sahiptir.
Yöntemler: Üç yaşında kız hasta, son 1 aydır fark
edilen halsizlik, yüksek ateş ve burun kanaması şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Fizik muayenesinde ciltte
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
solukluk ve ekimozlar, belirgin hepatosplenomegali mevcuttu. Tam kan sayımında BK: 25,800/mm3 Hb5,3 g/
dl PLT: 19000/mm3 idi. Periferik yaymasında lökoeritroblastik tablo mevcut, parçalılarda hipersegmentasyon, hipogranülasyon, pseudopelger huet anomalisi izleniyordu. Serum B12 ve folik asit düzeyi normaldi. Kemik
iliği aspirasyonunda %10 oranında myeloblast görüldü.
Granülositer seride ve eritroid seride displazi bulguları
ile birlikte eksantrik nükleus yerleşimi olan mononükleer megakaryositler sıkca görülmekte idi. Ring sideroblast
görülmedi. Kemik iliğinin flow sitometrik incelemesinde
%10’luk blastik hücre grubunun, M0-M1 tipi myeloblastik hücre belirteçlerin taşıdığı görüldü. Kemik iliğinin klasik sitogenetik incelemesi ve FISH tekniği ile 5q31 delesyonunun pozitif olduğu gösterildi. Bu bulgularla hastaya 5q delesyonuna bağlı gelişen pediatrik MDS (refractory anemia excess blast-RAEB) teşhisi konuldu. Hastaya
Hacettepe AML-MDS tedavi protokolü başlandı. İlk kürden sonra hastanın kemik iliği remisyona girdi.
Sonuçlar: HLA uygun kardeş donörü bulunmayan
hasta, remisyondan iki ay sonra bel ağrısı şikayetiyle başvurdu. Torakolomber MR’de L2 vertebra seviyesinde kloroma ile uyumlu lezyon tespit edildi. Eş zamanlı bakılan
kemik iliği aspirasyonunda %40 oranında myeloblast görüldü. Bu blastlar AML M0-M1 özelliği taşımakta idi. Hastaya
BFM 98 yüksek risk AML tedavi protokolü başlandı. Ancak
bu protokol ile remisyon elde edilemedi. Bu nedenle fludarabin, ARA-C, G CSF ve idarubisinden oluşan (FLAG-İda)
kemoterapi uygulandı. Bu tedavi ile de remisyon elde edilemeyen hasta, nötropenik sepsis kliniği ile kaybedildi.
Tartışma: MDS’li olgularda 5q delesyonu, genelde
diğer kromozomal anomaliler ile birlikte tespit edilmekte ve bu durumda prognozu kötü olmaktadır. İzole 5q
delesyonu mevcut olduğu zaman erişkin vakalarda iyi
prognoz ve düşük lösemiye dönüşüm oranı bildirilmektedir. Literatürde bildirilen pediatrik 5q delesyon sendromu vakalarının sayısı oldukça azdır. Pediatrik vakalarda
prognoz nisbeten daha kötü olmaktadır. Bizim olgumuzda izole 5q delesyonuna bağlı MDS gelişmiş, bu da kısa
sürede AML’ye dönüşüm gösterek kötü prognoz göstermiştir. Seyrek görülen bir klinik durum olması nedeniyle
olgu sunumu yapılması uygun görülmüştür.
Bildiri: 0335
Poster No: P090
DOWN SENDROMLU BİR ÇOCUKTA RAŞİTİZME BAĞLI
MYELOFİBROZİS. Canan Albayrak1, Davut Albayrak1,
Ayşe Ayzıt Kılınç2, Cengiz Kara3. 1Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı,
2
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Ana Bilim Dalı, 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı
Amaç: Raşitizm çocukluk yaş grubunda görülen sıklıkla D vitamini eksikliğine bağlı gelişen bir hastalıktır.
Raşitizme bağlı myelofibrozis nadir görülen bir komplikasyondur. Bildirilen vakalar bebeklik dönemindedir.
Raşitizmde gelişen sekonder hiperparatroidizm, osteosklerozu indükler ve myelofibrozis gelişir.
Yöntemler: On yaşında Down sendromlu uzun süre
takipsiz bir erkek hasta ateş şikayeti ile hastanemiz
çocuk acil polikliniğine başvurdu. Fizik muayenesinde
genel durumu orta, Down sendromu bulguları ve belirgin büyüme-gelişme geriliği vardı. Vücut ağırlığı ve boyu
yaşıtlarının standardının %3’ünden geri idi. Yürüyemiyor
sadece oturabiliyordu. Zihinsel gelişimi belirgin geri görünümde idi. Batın bombe görünümde karaciğer kosta
altında 8cm, dalak kosta altında 6cm palpe ediliyordu.
77
POSTER BİLDİRİLER
Tam kan sayımında hemoglobin 5.4g/dl, beyaz küre sayısı 5600/mm3, trombosit sayısı 26 000/mm3 idi. Periferik
yayma incelemesinde %34 lenfosit, %56 granülosit, %10
monosit, trombositler ikili görüldü. Bisitopenisi olan hastada öncelikle akut lösemi düşünülerek kemik iliği aspirasyonu yapıldı. Hücre sayısı düşük olmakla beraber
lösemik infiltrasyon görülmedi. Tekrarlanan fizik muayenesinde el bileklerinin geniş olması nedeniyle raşitizmden şüphe edilerek gönderilen serum biyokimya tetkiklerinde kalsiyum 5.7mg/dl, fosfor 0.73mg/dl, alkalen fosfataz 587 U/L idi. 25 OH vitamin D3 düzeyi 5 mikrog/L
(30-80) bulundu ve hastaya raşitizm tanısı konuldu.
Parathormon düzeyi 348pg/ml (9-78) bulunarak sekonder hiperparatroidizm gösterildi.
Sonuçlar: Bu bulgularla raşitizme bağlı myelofibrozis
düşünülen hastaya kemik iliği biyopsisi yapıldı. Biyopsi
sonucu Trikrom ile yapılan histokimyasal çalışmada fibröz bağ dokusunun yağ dokusunun yerini alacak şekilde çoğaldığı, retikülin lif dağılımının grade 3-4 düzeyinde olduğu öğrenildi. Raşitizm tedavisi için Stoss tedavisi
(300 000U tek doz vitamin D), kalsiyum laktat ve nötral
fosfor başlandı. Hasta koruyucu dozda vitamin D, beslenme ve güneşlenme önerileri ile taburcu edildi. Dört
ay sonra kontrole gelen hastanın kilo aldığı, karaciğer ve
dalağının palpe edilmediği ve tam kan sayımının normal
sınırlara ulaştığı görüldü.
Tartışma: Bu vaka Down sendromlu hastada bildirilen
ilk raşitizme bağlı myelofibrozis vakasıdır. Myelofibrozis
genellikle Down sendromlarında çok sık görülen akut
myeloblastik lösemi-M7’ye eşlik eden bir bulgudur. Bu
vakada da öncelikle lösemiler ekarte edilmiştir. Vitamin D
eksikliğine bağlı myelofibrozisin on yaş gibi ileri bir yaşta
görülmesi de vakanın diğer ilginç bir yönüdür. Ancak
Down sendromu gibi zihinsel ve motor gerilikle giden bir
çok hastalıkta hastaların eve kapatılması güneşten yaralanamamalarına sebep olmaktadır. Ayrıca bu hastaların
tüm besin çeşitlerini tüketememesi besinlerle vitamin alımını önlemektedir. Zihinsel ve motor gerilikle giden bir
çok hastalıkta yaşam şartlarına bağlı olarak D vitamini
eksikliği ve onun nadir bir komplikasyonu olarak myelofibrozis akla gelmelidir.
Yöntemler: İlk olgu, kronik immün trombositopenik
purpura (ITP) tanısı ile splenektomi amacıyla sevk edilen,
55 yaşında erkek hastadır. Splenektomi öncesi örneklenen kemik iliği, 55 yaş için hiposelülerdir, mevcut granülositik hücrelerde segmente nötrofil evresine matürasyon blokedir; hipolobat megakaryositler izlenmiştir. ITP
ile açıklanamayacak bu kemik iliği bulguları nezdinde,
MDS ayırıcı tanıda irdelenmiştir. İkinci olgu, diş absesi
tanısı ile çoklu antibiotik almış hastada, antibiotik tedavisi ardından geliştiği bildirilerek sevk edilen, anemi ve
lökopenisi mevcut 38 yaşında bayan hastadır. Kemik iliği
38 yaş için hiperselülerdir, granülopoezis hem miktarca baskılanmış, hem de segmente nötrofil evresine matürasyon blokedir. Her iki hastada da atipik hücre infiltratı saptanmamış, sadece bayan hastada, viral enfeksiyonda karşılaşılan morfolojide reaktif lenfositler dikkati çekmiştir. Hematopoetik malinite irdelenmek üzere istenmiş,
akımsitometrik immünfenotiplemede, neoplazi delili saptanmazken, CD4/CD8 oranının 1: 10 olduğu dikkat çekmiş, HIV serolojisi istenmiştir.
Sonuçlar: Açıklanamayan sitopeni sebebiyle kemik
iliği örneklenen iki hastada, morfolojik bulgular nezdinde MDS değerlendirilirken, akımsitometrik immünfenotipleme sonuçları HIV`i işaret etmiş, her iki hastada HIV
(+)`liği saptanmıştır.
Tartışma: HIV`in hematopoetik hücreleri direk enfekte ederek, matürasyon anomalileri ve sitopenilere sebep
olduğu bilinen bir literatür gerçeği iken, rutin klinik yaklaşımda bu gerçek ihmal edilebilmektedir. HIV, morfolojik olarak MDS`nin tüm bulgularını taklit edebilmekte, hafif, ağır sitomorfolojik displazi, inefektif hematopoezis, hiper - hiposelülariteye sebep olabilmektedir. Klonal
sitogenetik anomali, objektif blast artışı dokümente edilmedikçe, MDS`nin de ITP gibi bir dışlama teşhisi olduğu unutulmamalı, açıklanmayan sitopenilerde HIV mutlaka test edilmelidir. Akımsitometrik immünfenotipleme
verileri, hematopoetik neoplazi açısından negatif olarak
yorumlandığında, CD4/CD8 oranında olası bir ileri derece tersine dönmüşlük/CD4+ T lenfosit kaybı atlanmamalı, hastanın HIV açısından tetkiki hızla tamamlanmalıdır.
Bildiri: 0129
Bildiri: 0489
Poster No: P091
AÇIKLANAMAYAN
SİTOPENİLERDE
HIV.
AKIMSİTOMETRİK İMMÜNFENOTİPLEMENİN HIV
TANISINA KATKISI. İKİ OLGU SUNUMU. Şebnem
İzmir Güner1, Güven Çetin2, Özden Özer3. 1Medikal
Park Bahçelievler Hastanesi, 2İstanbul Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, 3İstanbul Patoloji Grubu
Amaç: Açıklanamayan sitopenilerde, kemik iliği morfolojik ve immünfenotipik değerlendirmesi, organomegali ve çevresel kan tutulumu olmadan, sadece kemik iliği
infiltrasyonu ile seyreden lenfoid ve myeloid neoplazilerin tanısında önemli rol oynamaktadır. Net tanıya ulaşılan, vakaların dışında, miyelodisplastik sendromun ekarte edilemediği, subjektivite sınırları içinde, hafif, matürasyon anomalileri sergileyen olgular ile karşılaşılmaktadır. HIV, hematopoetik prekürsör hücre çekirdeklerine
direk entegrasyon ile sitopatik etki yaratmakta, MDS`nin
tüm bulgularını taklit edebilmektedir. MDS`nin bir dışlama tanısı olarak ekarte edilemediği tüm vakalarda, ayırıcı tanıda irdelenmesi endikedir. Burada, sitopeni sebebiyle araştılırken, HIV (+) `liği saptanan iki hasta sunulmakta, akımsitometrik immünfenotiplemesinin, tanıya katkısı vurgulanmaktadır.
78
Poster No: P092
MYELODİSPLASTİK SENDROMLU HASTALARIMIZIN
DEĞERLENDİRİLMESİ. Engin Kelkitli, M.hilmi Atay,
Taner Kaya, Mehmet Turgut, Düzgün Özatlı, Nil
Güler. 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji
Bilim Dalı, Samsun
Amaç: Myelodisplastik sendrom (MDS); inefektif eritropoez, sitopeniler ve akut myeloid lösemiye dönüşüm gösterebilen bir grup hastalığı tanımlamak için kullanılan bir
terimdir. 50 yaş öncesinde MDS görülme sıklığı çok azdır.
Radyoterapi ve kemoterapi uygulananlarda erken yaşlarda
tedaviye bağlı olarak MDS görülebilir. Tedavi, hastanın yaşı,
genel durumu, MDS’nin alt tipi, kemik iliğindeki blast oranı
dikkate alınarak planlanmaktadır. Çalışmamızda 20052009 yılları arasında MDS tanısı ile takip ettiğimiz hastaların dosyalarını geriye dönük olarak inceledik.
Sonuçlar: Değerlendirmeye 23’ü (% 41,8) kadın,
32’si (% 58,2) erkek olmak üzere toplam 55 hasta alındı.
Hastaların ortanca yaşı 69 (43-82) bulundu. Hastaların %
54’ü Samsun % 21’i Ordu ve geri kalan %25 i çoğunlukla Sinop ile Amasya olmak üzere Rize Artvin ve Giresun
ilinden başvurmuşlardı. Başvuru esnasında 54 (% 98,2)
olguda Hb 10 gr/dl altında, 28 (% 50,9) olguda nötropeni (nötrofil sayısı 1500/mm3 altında), 35 (% 63,6) olguda
trombositopeni (Trombosit sayısı 100 bin/mm3 altında)
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
ve 24(% 43,6) olguda pansitopeni mevcuttu. Hastaların
tanı anında WHO kriterlerine göre sınıflaması tablo 1
de gösterilmiştir. Sitogenetik sonuçlarına göre hastaların % 52’sinin normal sitogenetik yapıya sahip olduğunu saptadık (Tablo 2). Hastaların IPSS skorlarını hesaplandı ancak hastaların tanıları ile IPSS skorları arasında
bir ilişki saptanmadı. 4 yıllık takip esnasında olguların 6
tanesi AML’ye dönüşüm, geri kalan 7 tanesi ise enfeksiyon olmak üzere toplam 13 olgumuz öldü. 8 olgu 70 yaş
üzeri iken 5 olgumuz 70 yaş altında idi.
Tartışma: Sonuç olarak MDS anemi ile AML arasında
seyir eden, tanısında kemik iliği aspirasyon ve biopsisinin yanı sıra hastalara tedavi rejimi ve prognozu belirlemek amacı ile sitogenetik çalışmanın da yapılması gereken bir hastalıktır. Elde edilen sonuçlarla hastaların IPSS
skorunu belirlenmesi gereklidir. Akut lösemiye dönüşüm
riski ve enfeksiyona yatkınlık mortalite açısından önemlidir. Hasta populasyonun yaşlı olması tedavi rejimlerini
kısıtlamaktadır.
Table 1. Sitogenetik sonuçlar ve yüzdesi
SİTOGENETİK SONUÇ
SIKLIK
YÜZDE
Normal
29
52,7
Yetersiz
12
21,8
Del 5q
5
9,1
Trizomi 8
2
3,6
Trizomi 8 ve Monozomi 7
1
1,8
Del 5q ve –Y
1
1,8
-Y ve t(3,21)
1
1,8
Monozomi 4,5,7
1
1,8
Monozomi 5 ve Trizomi 8
1
1,8
Del 5q ve t(1,7)
1
1,8
Del 7q
1
1,8
100
100
TOPLAM
Tablo 2. WHO kriterlerine MDS alt grupları sıklığı ve yüzdesi
TANI
SIKLIK
YÜZDE
tremor, amnezi, uykusuzluk ve baş ağrısı gibi klinik
durumlara yol açmaktadır. Nörotoksisite patogenezinde
vazospazm, doğrudan nörotoksik etkiler, vazojenik ödem,
hipertansiyon, tromboz ve mikroanjiopati gibi etkenlerin
ön planda rol aldığı öne sürülmektedir.
Yöntemler: 26 yaşında kadın hasta 1,5 aydır baş ağrısı
ve çift görme şikâyeti ile başvurdu. Öyküsünde 2002 yılında aplastik anemi tanısı alarak Siklosporin 200 mg/gün
ve kortikosteroid tedavisi başlandığı ve 8 yıldır bu tedaviyi aralıksız ve doktor kontrolünde olmadan kullandığı bilgisi alındı. Kortikosteroid tedavisini kliniğimize başvurmadan 1 hafta önce kendi isteği ile kesmişti. Fizik muayenede konjonktivalar soluktu ve hipertrikoz mevcuttu. Hg: 5
gr/dl, WBC: 3100/ μL, Trombosit: 41000/ μL idi. Periferik
yaymada % 15 nötrofil ve % 85 lenfosit saptanırken yapılan kemik iliği aspirasyonunda hücre dansitesi normal,
eritroid seride myeloid seriye göre artış (M/E: 1/2) ve lenfosit sayısında artış saptandı. Hastanın Siklosporin tedavisi kesildi. Yapılan Göz konsültasyonunda iki taraflı nervus abdusens paralizisi, optik disklerde kabarıklık ve disk
çevresinde kıymık hemorojiler saptanması üzerine yapılan Nöroloji konsültasyonunda intrakranial basınç artışı
düşünülerek beyin bt çekildi, patoloji saptanmayan hastaya lomber ponksiyon yapıldı. BOS basıncı 270 mmH2O idi,
kültürlerinde üreme olmadı. Papilödem tedavi açısından
Diazoksid tablet 2x1 başlanarak takip edildi. Takiplerde
trombosit ve eritrosit transfüzyonu ihtiyacı olmayan hasta
kafa içi basınç artışı takibi açısında Nöroloji bölümüne
devredildi. Nörolojideki takiplerde Hg düzeyinde düşme
devam eden ancak trombosit ve lökosit düzeyi sabit
kalan hastaya eritrosit süspansiyonu transfüzyonu verilerek taburcu edildi. Takiplerinde çift görme şikâyeti azalan hastaya aralıklarla eritrosit süspansiyonu transfüzyonu gerekmekte ancak trombosit düzeyi 20000/μL de sabit
olarak seyretmektedir.
Tartışma: Siklosporin’in, iki taraflı n. abdusens paralizisi ile ilişkisi olabileceği belirtilen Openshaw ve arkadaşlarının çalışmasında, kök hücre nakli yapılmış ve
siklosporin ile gansiklovir kullanmakta olan hastaların
az bir kısmında paralizi saptandığı, ilaçların kesilmesi ile birlikte 72 saat içinde paralizinin gerilediğine ilişkin gözlem paylaşılmıştır. Vakamızda paralizi hali hazırda devam etmektedir. Nörotoksisite, siklosporin kullanan hastalarda sık görülebilen bir tablodur, kliniğimizde takibi yapılan bir hastamız ile deneyimimizi paylaşmak istedik.
RA-RARS
13
23,6
RCMD-RS
29
52,7
RAEB-1
5
9,1
RAEB-2
4
7,3
Bildiri: 0100
SARKOİDOZDA KEMİK VE KEMİK İLİĞİ TUTULUMU.
MDS - 5q
3
5,5
SEKONDER
1
1,8
TOPLAM
55
100
Bildiri: 0360
İrfan Yavaşoğlu1, Hakan Doğan1, Yakup Yürekli2,
Firuzan Kaçar Doğer3, Gürhan Kadıköylü1, Zahit
Bolaman1. 1Adnan Menderes Üniversitesi Tıp fakültesi İç
Poster No: P093
APLASTİK ANEMİDE UZUN SÜRELİ SİKLOSPORİN
VE KORTİKOSTEROİD KULLANIMI İLE BİRLİKTE
GELİŞEN NÖROTOKSİSİTE. Demircan Özbalcı1, Ülkü
Ergene1, Deniz Selçuki2. 1Celal Bayar Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, Manisa, 2Celal Bayar
Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, Manisa
Amaç: Siklosporin A, güçlü bir immunosupresif olarak geniş kullanım alanı olan bir ajandır. Nörotoksisite,
nefrotoksisiteden sonra en sık görülen ikinci yan etkisidir. Siklosporin başlıca, afazi, ataksi, kortikal körlük, epilepsi, ataksi, inme benzeri belirtiler, sanrı, uykusuzluk,
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Poster No: P094
Hastalıkarı Anabilim Dalı,-Hematoloji Bilim Dalı, 2Adnan
Menderes Üniversitesi Tıp fakültesi Nükleer Tıp Anabilim
Dalı, 3Adnan Menderes Üniversitesi Tıp fakültesi Patoloji
Anabilim Dalı,
Amaç: Sarkoidozda kemik tutulumu %10-15 oranından iken kemik iliği tutulumu daha azdır.
Yöntemler: Elliiki yaşında erkek hasta 2 aydır hareketle artan bel ağrısı yakınması ile başvurdu. Zaman zaman
beyaz renkli balgam çıkarıyordu. Yirmi yıl önce sarkoidoz
tanısı almıştı. Beş yıldır herhangi bir tedavi almıyordu.
Akciğerlerde orta ve alt zonlarda bilateral raller mevcuttu.
Sakroiliak germe testi pozitif idi. Eritrosit sedimentasyon
hızı 42 mm/s, hemoglobin 14.5 g/dl, hematokrit % 43.8,
lökosit sayısı 7.100/mm3, trombosit sayısı 376.000/mm3,
79
POSTER BİLDİRİLER
serum kalsiyum 9.6 mg/dl, total PSA 2.7 ng/ml, total protein 6.8 g/dl, albumin 3.3 g/dl idi. PPD 8 mm ve protein
elektroforezinde poliklonal gamopati saptandı. Balgamda
ARB 5 kez negatif olarak saptandı. Kalça grafisinde kemik
pelviste ve femurda kortikal kalınlık artışı görülürken servikal ve kafa grafilerinde kemik yapılar ve yumuşak dokular doğal idi. Akciğer grafisinde yaygın retiküler infiltrasyon vardı. Toraks tomografisinde Evre 4 sarkoidoz ile
uyumlu bulgular saptandı.
Sonuçlar: Tc-99m sintigrafisinde kraniyumda, tüm
pelvis ve sakroiliak eklemlerde, vertebral kolonda, C7,
T1-2 ve T11.vertebralarda ve her iki femurun proximal
kesimlerinde yoğun ve diffüz osteoblastik aktivite artışları saptandı (Şekil 1). Lumbosakral bölgenin MR incelemesinde patoloji saptanmadı. Bu bulgular sarkoidozun iskelet sistemi tutulumuyla uyumluydu. Kemik iliği biyopsisinde granülomatoz inflamasyon saptandı (Şekil 2).
Hastaya kemik iliği biyopsisi ve teknesyum sintigrafisiyle sarkoidozun vertebral, iliak kemik ve kemik iliği tutulumu tanısı koyularak günde 1mg/kg metil prednizolon
başlandı. Ağrısı azalan hasta şu an izlemdedir.
Tartışma: Sarkoidozda bel ağrısı ortaya çıktığında
kemik ve kemik iliği tutulumu hatırlanmalıdır.
Bildiri: 0298
Poster No: P095
HEMATOLOJİK
ANORMALLİKLİ
BRUSELLOZ
HASTALARINDA KEMİK İLİĞİ BİYOPSİ BULGULARI.
Cengiz Demir1, Mustafa Kasım Karahocagil2, Ramazan
Esen1, Murat Atmaca1, Hayrettin Akdeniz2. 1Yüzüncü
Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Ana Bilim Dalı,
Van, 2Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı, Van
Amaç: Bu çalışmada, hematolojik anormalliklerle
gelen bruselloz olgularında kemik iliği biopsi bulgularını inceledik.
Yöntemler: 48 brusellozlu olgu prospektif olarak incelendi. Şikayetler ve fizik muayene bulguları kaydedildi. Hastaların tam kan, rutin biyokimya testleri, eritrosit
sedimentasyon hızı, C-reaktif protein ve serolojik araştırmalar gerçekleştirildi. Sitopenili hastalarda kemik iliği
biyopsi ve aspirasyonu, kemik iliği incelemesi ve brusella kültürü için spina iliaka anterior posterior bölgesinden
standart prosedürlere uygun olarak yapıldı.
Sonuçlar: 48 hastanın 35’i (%72.9) kadın ve 13’ü
(%27.1) erkek idi. Yaş ortalaması 34.8±15.4 (yaş aralığı;
15-70) idi. 39 (%81.25) olguda anemi, 28 (%58.3) olguda
lökopeni, 22 (%45.8) olguda trombositopeni ve 10 (%20.8)
olguda pansitopeni tespit edildi. Kemik iliğinin incelenmesinde 35 (%72.9) olguda hipersellülarite, 28 (%58.3)
olguda megakaryositer, 15 (%31.25) olguda eritroid ve 5
(%10.4) olguda da granülositer seride artış tespit edildi.
Ayrıca 15 (%31.25) olguda hemofagositoz, 12 (%25) olguda granülom ve 9 (%18.75) olguda da eozinofili ve plazma
hücre artışı tespit edildi.
Tartışma: Çalışmamız sonuçlarına göre brusellozda hematolojik komplikasyonlardan hemofagositoz, mikrogranülom oluşumu ve hipersplenizm gibi birden fazla
mekanizma sorumlu olabilir.
Bildiri: 0239
Poster No: P096
İKİ MERKEZ DENEYİMİ, AZASİTİDİN TEDAVİSİ
ALAN
MDS’Lİ
HASTALARIN
RETROSPEKTİF
DEĞERLENDİRİLMESİ. Selda Kahraman1, Bahriye
Payzın2, Özden Pişkin1, İnci Alacacıoğlu2, Abdullah
Katgı1, Mehmet Ali Özcan1, Fatih Demirkan1, Bülent
Ündar1. 1Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji
Şekil 1. Tc-99m sintigrafisinde kraniyumda, tüm pelvis ve sakroiliak eklemlerde,
vertebral kolonda, C7, T1-2 ve T11.vertebralarda ve her iki femurun proximal
kesimlerinde yoğun ve diffüz osteoblastik aktivite artışları
Şekil 2. Kemik iliği biyopsisinde granülomatoz inflamasyon
80
Bilim Dalı, İzmir, 2İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Hematoloji Kliniği, İzmir
Amaç: Haziran 2007-Temmuz 2010 tarihleri arasında MDS tanısıyla Azasitidin tedavisi verilen Dokuz Eylül
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalında izlenen 17 ve İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde
izlenen 5 hasta retrospektif olarak değerlendirildi.
Yöntemler:
Sonuçlar: 22 hastanın 11’i kadın 11’i erkekti. Yaşları
35-84 arasında ve otalama yaş 66.18 yıl idi. Tanılarına
bakıldığında 12 hasta MDS-RAEB-1, 9 hasta MDSRAEB-2, 1 hasta KMML-1 idi. ECOG performansları Tablo
1’de, IPSS risk skoru Tablo 2’de, sitogenetik risk skoru
ise Tablo 3’de gösterildi.Sitogenetiklerine bakıldığında 15
hasta normal karyotip, 3 hastada kompleks karyotip, 1’er
hastada da del5q, del7q ve 47 XY+8 saptandı. Tanı anında hastaların ortalama blast sayısı 10.18, LDH.351 U/L,
Hb.8,4 G/DL, MCV.94 FL,nötrofil.1550 UL,plt.56000 UL
idi. Hastalar ortalama 4.14 kür Azasitidin tedavisi aldılar.(28 günde bir 75mg-m2-gün-7 gün)(Tablo.4) 4 kür ve
üzerinde tedavi alan hasta sayısı 14 (%63,6), ve ortalama
kür sayısı 5.14 idi. Son 1 yılda aldıkları eritrosit transfüzyon sayısı ortalama 12.14 Ü oarak saptandı. 4. kür tedavi
sonrası değerlendirilen 11 hastanın 6’sında parsiyel yanıt
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
(PR), 3’ünde AML gelişimi, 1 hastada hematolojik iyileşme
(HI), 1 hastada komplet remisyon (CR) sağlandı. 4. kür
sonrası blast sayısı ortalaması 12.14 idi. 9 hastada nötropenik ateş (NPA), 4 hastada pnömoni, 1 hastada kolanjit ve 1 hastada tüberküloz reaktivasyonu gerçekleşti. 2
hasta NPA esnasında kaybedildi. 6 kür sonrası değerlendirilen 6 hastanın 3’ü CR’da, 2’si PR’da, 1 hastada kemik
iliği CR’ında idi. 8 kür alan 3 hastanın 8. kür sonrası
hepsinde hematolojik iyileşme mevcuttu. 8 küre tamamlanan 3 hasta 6 kür sonrası 2’si PR’da,1’i CR’da olan
hastalardı. İzlem sırasında bu 3 hastanın 1’ i AML’ye,
1’i MDS-RAEB-2 döndü, 1 hasta halen tedavi sonrası 6.
ayında HI ile takip edilmektedir. Hastalar ortalama 11.68
ay izlendiler. 6 hastada (%27.3) AML gelişimi saptandı.
5 hastada Azacitidin tedavisi esnasında, 1 hastada ise
8 kür tedavi sonrası 5. ayda AML gelişti.AML gelişen 2
hasta 1 kür, 2 hasta 4 kür, 1 hasta 7 kür, 1 hastada ise
8 kür Azasitidin tedavisi almışlardı. 5 hasta Ara C-İda.,
1 hastada Klofarabin tedavisi aldı.. Hastaların son durumuna bakıldığında, 3 hastanın tedavisi devam etmekte,
2 hasta PR’da, 1 hasta CR da tedavisiz(6 kür sonrası CR
olan 1 hasta halen CRda, 1 CR ve 1 kemik iliği CR’ ı olan
2 hasta PR da izlenmektedir.), 2 hasta Hydrea ile izlenirken, 1 hastada 8 kür sonrası yanıt bozulması nedeniyle
Revlimid tedavisi, 2 hastada AML tedavisi almaktadır. 1
hasta izlem dışı kaldı. 4 hasta AML, 2 hastada NPA nedeniyle, 1 hasta GIS kanaması, 1 hasta Cervix ca progresyonu, 1 hasta miyokard enfarktüsü nedeniyle, 1 hastada akciğer aspergillozisi nedeniyle öldü.(Ortalama 11,68
ay takip süresinde toplam 10 hasta öldü.mortalite oranı.
%45)
Tartışma: Azasitidin tedavisi için hasta gurubumuzda yeterli süre tedavi uygulanan hastalarda yanıt oranları literatür ile uyumlu olup takipleri sürmektedir.
Tablo 1. Hastaların ECOG performans skalası
ECOG
Sıklık
Yüzde(%)
0
2
9,1
1
12
54,5
2
8
36,4
toplam
22
100
Tablo.2.Hastaların IPSS risk skorları
IPSS
Sıklık
Low
0
Yüzde(%)
0
İntermediate-1
13
59,1
Intermediate-2
6
27,3
High
3
13,6
Total
22
100
Tablo 3. Hastaların sitogenetik risk skorları
Sitogenetik risk skoru
Sıklık
Yüzde(%)
Low
17
77,3
İntermediate
1
4,5
High
4
18,2
Total
22
100
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Tablo.4.Vidaza kür sayı
Vidaza kür sayı
Sıklık
Yüzde
1 kür
3
13,6
2 kür
4
18,2
3 kür
1
4,5
4 kür
6
27,3
5 kür
1
4,5
6 kür
4
18,2
8 kür
3
13,6
Toplam
22
100
Bildiri: 0175
Poster No: P097
DALAKTA NODÜL SAPTANAN HEMOFAGOSİTİK
LENFOHİSTİYOSİTOZ
OLGUSU.
Yasemin Işık
Balcı1, Mehmet Seyhan2, Hacer Ergin2, Nuran Sabir
Akkoyunlu3, Uğur Koltuksuz4, Nilay Şentürk5, Ebru
Uzun1, Sema Yıldırım1. 1Pamukkale Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Çocuk Hematolojisi, Denizli, 2Pamukkale
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,
Denizli, 3Radyoloji, Denizli, 4Çocuk Cerrahisi, Denizli,
5
Patoloji, Denizli
Amaç: Hemofagositik lenfohistiyositoz (HLH); yüksek
ateş, splenomegali, bisitopeni veya pansitopeni, hipertrigliseridemi ve/veya hipofibrinojenemi, hiperferritinemi,
solubl CD25 yüksekliği ve natural killer (NK) hücre aktivitesinde azalma ile karakterize otozomal resesif geçiş
gösteren bir hastalıktır. Kesin tanı için kemik iliği, dalak
ve lenf bezleri gibi doku ve organlarda hemofagositozun
gösterilmesi gerekmektedir. Burada hemofagositik lenfohistiyositoz tanısı alan ve dalakta nadir görülen büyük
hemofagositik nodüller saptanan hasta sunulmuştur.
Yöntemler: OLGU: Onyedi aylık erkek hasta 3 haftadır devam eden ateş yüksekliği, kusma ve iştahsızlık şikayetleri ile getirildi. Soygeçmişinde babanın lösemi
(AML) olduğu öğrenildi. Fizik muayenede vücut ısısı 39.5
ºC idi, karaciğer 3 cm, dalak 2 cm kot altında ele geliyordu. Diğer sistem bulguları ve nörolojik muayenesi normal
olarak değerlendirildi.
Tetkiklerinde hemoglobin 8.03 gr/dl, lökosit 4340/
mm³, trombosit 110.000/mm³, AST 346 IU/L, ALT 213
IU/L, ferritin >2000 ng/ml, fibrinojen 100 mg/dl, trigliserid 337 mg/dl saptandı. CMV, EBV, Parvovirus, Brucella,
Salmonella serolojileri gönderildi. CMV Ig M sınırda pozitif idi. CMV PCR bakılamadı. Batın USG’de dalak orta
kesimde en büyüğü 6x4 cm boyutlarında solid kitle oluşumları, batın BT’de dalak orta kesimde noduler lezyonlar saptandı. Yapılan kemik iliği aspirasyonu değerlendirilmesinde yoğun hemofagositoz saptandı. Dalaktaki
nodüllerden yapılan biyopside hemofagositik sendrom ile
uyumlu histopatolojik bulgular görüldü. Genetik analiz
için yurtdışına gönderilen serum örneklerinin sonucunda
NK hücre aktivitesinde azalma bulundu. Mutasyon analiz sonucu bekleniyor. Hastaya HLH-2004 tedavi protokolü başlandı. Sekiz haftalık tedavi sonrası ateş yüksekliği
kayboldu, dalaktaki nodülleri 1x1 cm’ye geriledi, pansitopenisi düzeldi (Hemoglobin 11 gr/dl, lökosit 6630/mm³,
trombosit 231.000/mm³). Biyokimyasal tetkiklerinde AST
26 IU/L, ALT 17 IU/L, ferritin 346 ng/ml, fibrinojen 640
mg/dl, trigliserid 163 mg/dl olan hasta takip ve tedavisine ayaktan devam edilmek üzere taburcu edildi
81
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0475
Poster No: P098
SEA BLUE HİSTİOSİTOZ İLE KARAKTERİZE BİR
NİEMANN PİCK HASTALIĞI OLGUSU. Hüseyin Tokgöz1,
Ümran Çalışkan1, Bahar Çınar Demir2. 1Selçuk
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim
Dalı, Konya, 2Meram Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya
Amaç: Sea blue histiositozis (SBH), tanısı morfolojik
olarak konulan bir hastalık olup, primer olarak meydana gelebileceği gibi, bazı hematolojik hastalıklara (myelodisplastik sendrom, myeloproliferatif hastalıklar) ve
doğumsal lipid metabolizma bozukluklara (Niemann Pick
hastalığı, Fabry hastalığı, seroid depo hastalığı) sekonder
olarak meydana gelebilmektedir. Hastalığın kesin sebebi bilinmemektedir. Giemsa boyamada tipik deniz mavisi
stoplazmalı histiositlerin görülür.
Yöntemler: Biz burada Niemann Pick Hastalığı zemininde gelişmiş olan bir SBH vakasını bildiriyoruz.
Sonuçlar: On yedi yaşında erkek hasta, son iki aydır
mevcut olan karın ağrısı ve karında şişlik şikayeti ile başvurdu. Fizik muayenesinde belirgin hepatosplenomegalisi mevcut, kilo ve boy persentili %3’ün altında idi. Tam
kan sayımında BK: 5,3 Hb: 11,8 PLT: 209000 idi. periferik yaymasında bir özellik bulunmayan hastanın kemik
iliği aspirasyonunda çok sık olarak deniz mavisi stoplazmalı histiositlerin olduğu dikkati çekiyordu, birkaç adet
lenfosit ve eritrosit fagosite etmiş hemofagositik hücre
izlendi, dishematopoetik bulgu, metastatik odak, depo
hücresi izlenmedi. Viral serolojisinde bir özellik yoktu.
Akciğer grafisi normaldi. Batın US’de hepatosplenomegali ve karaciğerde yağlanma tespit edildi. SBH ile birlikte hepatosplenomegalisi bulunan hastada, Niemann Pick
hastalığı açısından sfingomyelinaz enzim düzeyi düşük
geldi. hastaya Niemann Pick hastalığı zemininde gelişen
sea blue histiyositoz tanısı konuldu. Hasta klinik olarak
stabil olduğu için tedavisiz izleme alındı.
Tartışma: SBH, ilk kez 1970 yılında Silverstein tarafından tanımlanan bir sendromdur. Histiyositik infiltrasyona bağlı hepatosplenomegali, anormal karaciğer fonksiyon testleri, lenfadenpati ve trombositopeni meydana gelebilen, Otozomal resesif geçişli bir hastalık olarak
tanımlanmıştır. Daha ziyade sekonder formu görülmektedir. Hastaların yaklaşık %15’inin siroz nedeni ile kaybedildiği bilinmektedir. Klasikleşmiş bir tedavi yöntemi
bulunmamakta olup, altta yatan hastalığa yönelik yaklaşımlar sergilenmektedir. Bizim hastamızda da Niemann
Pick hastalığına sekonder olarak SBH gelişmiştir. Halen
klinik olarak stabil bir halde izlenmektedir.
Kırmızı Hücre Fizyolojisi ve Bozuklukları
ile kombine kullanımında şelate edilebilir demir kaynağı
hakkındaki bilgi sınırlıdır. Bu çalışmada, şelasyon tedavisi sırasında plazma demir türlerindeki değişimlerin, şelate
edilebilir demir havuzunun büyüklüğü ile orantılı olduğunu varsaydık. DFP ve kombine tedavilerin öncesi ve sonrasında, üriner demir atılımı (UDA), transüzyonel demir
birikimi (TDB), karaciğer demir yoğunluğu (KDY) ve plazma transferrine bağlı olmayan demir (NTBI) ve labil plazma demir (LPI) yoğunlukları arasındaki ilişkiyi inceledik.
Yöntemler: Çalışmada, 12 talasemi major (TM) olgusu
bir yıl süresince 75 mg/kg/gün DFP şelasyonu ve 9 olgu
aynı dozda DFP yanı sıra haftada 2 gece DFO (40–50 mg/
kg, sc) infüzyonu alacağı kombine tedaviye randomize
edildi. İki haftalık şelatörsüz dönemin ardından randomize edildikleri tedaviyi alan olgularda, 0, 1 ve 52. haftalarda plazma NTBI ve LPI elde edildi. NTBI ve LPI örnekleri,
bazal ve 52. haftada transfüzyondan hemen önce olmak
üzere, son DFP dozundan 10 saat ve kombine tedavi
kolunda haftada 2 kez uygulanan DFO dozundan 24 saat
sonra alındı. UDA, 0, 1 ve 52. haftalarda 24 saatlik idrarda ölçüldü. Bir yıl süresince aldıkları total kan volümünden TDB (mg/kg/gün) hesaplandı.
Sonuçlar: Tedavinin birinci haftasında, hem DFP ve
hem de kombine tedavi alan hastalarda, NTBI düzeyleri bazalden anlamlı artış gösterdi. DFP alan olgularda LPI düzeyleri de tedavinin 1. haftasında anlamlı arttı
(p=0.039). Tedavinin birinci haftasında LPI düzeyleri,
NTBI düzeyleri ile korelasyon gösterdi. Tedavinin birinci
haftasında LPI düzeylerinde bazalden artış, aynı dönemdeki NTBI artışı ile korele bulundu (r=0.52, p=0.002).
Birinci haftada plazma NTBI düzeyleri, UDA (r=0.51, p=
0.02) ve KDY (r=0.54, p=0.01) ile doğru ve TDB ile ters
orantılıydı (r=0.74, p=0,0001). KDY ve TDB havuzlarının
eşit ağırlığı olduğu kabul edilerek, kombine şelate edilebilir demir havuz indeksi elde edildi. Bu, hem birinci haftadaki mutlak NTBI (r=0.72, p=0.003) ve hem de tedavinin birinci haftasında NTBI’ın bazalden artışı ile orantılıydı. Bu indeks, UDA (p=0.66, p=0,0017) ve 1. hafta LPI
düzeyleriyle de anlamlı olarak korele bulundu.
Tartışma: Sonuç olarak DFP ve kombine tedavi ile üriner demir atılımı (DFP ile demir atılımında temel yol), karaciğer demir yoğunluğu, plasma NTBI ve LPI ile doğru orantılı ve TDB ile ters orantılıydı. Bu durum, karaciğer ve eritrosit katabolizması kaynaklı, 2 temel şelate edilebilir demir
havuzunun varlığıyla uyumluydu. Eritrosit kaynaklı demir
havuzu, daha az transfüzyon alan hastalarda daha geniş
olup, bu hastalar muhtemelen daha büyük oranda ineffektif eritopoeze sahipti. Şelate edilebilir demirin kaynağı, haftada sadece 2 gün DFO uygulanan kombine tedavi
olgularında, DFP monoterapisi ile benzer bulundu.
Bildiri: 0373
Bildiri: 0386
Poster No: P099
DEFERİPRON VE KOMBİNASYON TEDAVİLERİ
SIRASINDA ŞELATE EDİLEBİLİR DEMİR KAYNAĞININ
PLAZMA NTBI VE LPI DÜZEYLERİYLE İNCELENMESİ.
Yeşim Aydınok1, Patricia Evans2, Chantal Manz3, John
Porter2. 1Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı, Ege Universitesi
Tıp Fakültesi, İzmir, Türkiye, 2Hematology Department,
University College London, Londra, UK, 3Lipomed AG,
Arlesheim, İsviçre
Amaç: Desferrioksamin (DFO) ile gerçekleştirilen klinik
ve deneysel hayvan çalışmaları, talasemi major olgularında, hepatositler ve eritrositler olmak üzere, 2 temel şelate edilebilir demir havuzu olduğunu göstermiştir. Buna
karşın, deferipron (DFP) tedavisinin tek başına veya DFO
82
Poster No: P100
DEMİR EKSİKLİĞİ ANEMİSİ OLAN KADINLARDA
LÖKOSİTOZ VÜCUT KİTLE İNDEKSİYLE VE FERRİTİN
HEPATOSTEATOZLA İLİŞKİLİDİR. Selami Koçak
Toprak1, Mehmet Baştemir2, Mustafa Şahin3,
Öznur Aydoğdu4, Sema Karakuş1, İbrahim Tek5.
1
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı,
Ankara, 2Özel Sani Konukoğlu Hastanesi Endokrinoloji
Bölümü, Gaziantep, 3Av Cengiz Gökçek Devlet Hastanesi
Endokrinoloji Bölümü, Gaziantep, 4Başkent Üniversitesi Tıp
Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı, Ankara, 5Medicana
International Ankara Hastanesi Kanser Merkezi, Ankara
Amaç: Kadınlarda, hemoglobin (Hb) miktarının 12 gr/
dl.nin altına düşmesi anemi olarak tanımlanır. Hipotiroidi
tablosu anemiye yol açabilir. Bununla birlikte ötiroidi
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
tablosunun anemi etyolojisinde yeri olmadığı bildirilmiştir. Demir eksikliği anemisi olan ötiroid kadın olgularda tiroid stimüle edici hormon (TSH, thyrotropin), vücut
kitle indeksi (VKI) ve hepatosteatozisin anemi ve tam kan
parametreleri ile ilişkisi araştırılmıştır.
Yöntemler: Ağustos 2008 ile şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimizde DEA tanısı alan 150 ötiroid kadın
hastada -menstrüel çağda-, demir replasman tedavisi öncesi, Hb, hematokrit (Hct), serum demir, serum demir bağlama kapasitesi (DBK) ve ferritin başta olmak üzere çeşitli
parametreler ile folik asit ve vitamin B12 düzeyleri, VKI, ultrasonografik olarak saptanan hepatosteatoz ve TSH, antiTPO, antiTg düzeyleri arasındaki ilişki araştırılmıştır.
Sonuçlar: Olgulara ait yaş ve diğer özellikler tabloda sunulmuştur. Ultrasonografik olarak değerlendirilebilen 100 olgunun 13’ünde hepatosteatoz saptanmıştır. Anemik hastalardaki Hb değeri (MCV, MCH ve RDW
de aynı şekilde olmak üzere) ile TSH, antiTPO, antiTg ve
VKI arasında bir ilişki saptanamamıştır (p>0,05). Buna
ek olarak Hb değeri hepatosteatoz olan ya da olmayan
grupta anlamlı olarak farklı değildi (p>0,05). Hastaların
lökosit sayıları ile VKI arasında doğru orantılı bir ilişki saptandı (r=0,23; p<0,05). Hepatosteatoz olan grupta lökosit sayılarının ortalaması daha yüksek bulundu
(8,4±1,6 - 7,3±2,2; p<0,05). Hb’nin tersine, ama normalde beklenebileceği gibi, ferritin ile hepatosteatoz arasında da pozitif bir korelasyon saptandı (4,3±1,6 - 3,4±2,5;
p<0,05). VKI değerlerini hepatosteatozla ilişkili bulduk
(32,9±,1 - 26,5±5,3; p<0,001). B12 değerleri hepatosteatoz ile ilişkili değilken TSH ile pozitif bir korelasyon içindeydi (p<0,05). Folik asit ise hepatosteatoz, VKI, TSH ve
antiTPO ile değil ama antiTg ile doğru orantılı bir ifadeye sahipti (p<0,05). Trombosit değeri 400 bin üzerinde
olanların Hb ortalaması diğer gruba göre anlamlı olarak
düşük saptandı (9,08±1,5 - 9,75±1,97; p=0,039).
Tartışma: DEA olanların lökosit sayıları yükseldikçe VKI’nın da yükselmesi normal popülasyonda reaktif
lökositozun nedenlerinden birisi olarak sayılabilen obezitenin yansıması şeklinde düşünülebilir (Herishanu et
al; Eur J Haematol 2006). Ferritin ile hepatosteatoz arasındaki ilişki görülebildiği kadarıyla sıkça kronik karaciğer parankim hastalığında çalışılmış ve pozitif bulunmuştur. Bununla birlikte çalışmamızda, anemik olgularda da görece ferritin yüksekliğinin steatoz ile birliktelik
göstermesi klinisyenleri demir tedavisi uygularken belki
de bir kez daha doz ve süre konusunda dikkatli olmaya itmelidir diye düşünmekteyiz. Makrositoz, genellikle tiroid fonksiyonları bozukluklarında görülmekle birlikte bazı çalışmalarda folik asitin TSH ile pozitif korelasyon
gösterdiği görülmüştür (Lippi et al; Am J Med Sci 2008).
Çalışmamızdaki B12/TSH korelasyonu ise DEA grubunda araştırılmaya değer bir sonuç gibi durmaktadır.
Tablo 1.
Yaş
Olguların Özellikleri
Hb
Hct
Demir
35,0± 9,86± 30,24± 12,0±
10,09 1,86 5,81
7,59
Demir
Ferritin
Bağlama
Kapasitesi
428,0±
55,07
TSH
Folat
Lökosit Trombosit Vücut
Kitle
İndeksi
3,78± 2,01± 313,0± 7,36± 6,75±
2,5
1,05 154,6 3,53
2,06
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
B12
340±
110
26,65±
5,65
Bildiri: 0188
Poster No: P101
HEREDİTER SFEROSİTOZDA MEMBRAN PROTEİN
EKSİKLİKLERİNİN
ELEKTROFORETİK
VE
SPEKTROMETRİK YÖNTEMLER İLE ARAŞTIRILMASI.
Selen Peker1, Nejat Akar2, Duygu Ozel Demiralp1.
Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü, 2Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı, Pediatrik Moleküler Genetik
Amaç: Herediter sferositoz (HS), eritrosit membran
proteinlerindeki bozukluk sonucu eritrositlerin morfolojik
yapılarını kaybederek küre şeklini almaları, periferik yaymada sferositik eritrositlerin görülmesi ve artmış osmotik
frajilite sonucu değişik derecede anemi, sarılık ve splenomegali ile karakterize edilen yaygın bir kalıtsal hemolitik anemi tipidir. Hastalıkta pozitif aile öyküsü HS riskini arttırmakla beraber, bazı sporadik vakalara da rastlanabilir. Aile öyküsü alınmayan ve atipik seyreden olgularda eritrosit zar bozukluğunu belirlemek için kantitatif analizler gerekebilir. Herediter sferositoz hastalarında
membran kaybı eritrosit membran proteinlerinin (ankrin,
spektrin, band 3 ve protein 4.2 gibi) eksikliğinden ileri
geldiğinden bu proteinlerin kantitatif değerlendirilmesi
en doğru diagnostik testtir. Hastalık, membran proteinlerindeki farklı moleküler bozukluklara göre farklı tipte ve
şiddette görülür. Bu çalışmada yüksek hassasiyette protein profilleme ve tanımlama yöntemlerinden elektroforetik ve spektrometrik analizlerin tanıda kullanılabilirliklerinin tayini amaçlanmıştır.
Yöntemler: Bu amaçla HS olgularına (n: 3) ve kontrollere (n: 6) ait EDTA’lı tam kanlar fikol 1077 kullanılarak
yoğunluk gradiyenti ayrıştırması ile eritrosit izolasyonu
yapılmıştır. Ayrımı yapılan eritrositler gri-beyaz membran elde edilinceye kadar yıkama işlemine tabi tutulmuştur. Peletler rehidrasyon tamponunda çözüldükten sonra
Bradford yöntemi ile protein miktarları tayin edilmiştir. Örnekler 75μg/125μl protein içerecek şekilde rehidrasyon tamponu ile karıştırılarak pH 3–10 aralıklı 7 cm’
lik tutuklanmış pH gradient (IPG) şeritlere yüklenmiş ve
aktif rehidrasyon işlemi yapılmıştır. IPG şeritler 1. boyut
ayrım olan izoelektrik odaklama(IEF) işlemine tabi tutulmuş, sonrasında poliakrilamid jellere mekanik olarak
yerleştirilerek proteinlerin moleküler ağırlıklarına göre
ikinci boyut ayrımları gerçekleştirilmiştir. Jeller Sypro
Ruby(BioRad) floresan boyası ile boyanarak VersaDoc
(Bio-Rad) sisteminde görüntülenmiş ve PDQuest 8.0.1
(Bio-Rad) ile profil analizleri yapılmıştır. Tripsin enzimi
ile peptid eldesi sonrası MALDI-TOF kütle spektrometresinde Peptid Kütle Analizleri (PMF), Mascot skorlaması ve
Expasy ulaşımlı veri tabanları kullanılarak gerçekleştirilmiştir. PDQuest 8.0.1 programında ifade farklılıkları bu
proteinler için kontrol grubu ile kıyaslanmıştır.
Sonuçlar: PMF analizi sonucunda ankrin, spektrin alfa ve beta zincirleri, band 4.1 membran proteinleri
tanımlanmış ve hasta-kontrol grubunda ifade farklılıkları
yoğunluk analizleriyle gösterilmiştir.
Tartışma: Elde edilen veriler doğrultusunda HS tanısında kullanılan osmotik frajilite testi sonuçları ile uyumlu olarak HS hasta grubunda protein profillemesinde
spektrin ve ankrin eksiklikleri tanımlanmıştır. Proteomik
yöntemlerin özellikle osmotik frajilite testinde sınırda
kalan hastalar için güvenilir bir tanı yöntemi olarak kullanılabilirliği gösterilmiştir.
1
83
POSTER BİLDİRİLER
HS-Hasta-Kontrol Protein Profili
Şekil 1. İki Boyutlu Jel Elektroforezi ile HS Olgularında Protein Profillerinde Spektrin
ve Ankrin Eksikliğinin Üç Boyutlu Olarak Gösterimi
ay sonraki kontrolleri ile 30 sağlıklı birey alındı. vWF ve
ADAMTS 13 düzeyinin etkilendiği akut koroner sendromlu hastalar, gebeler, böbrek yetmezliği, karaciğer hastalığı, malignitesi olanlar, kollajen doku hastaları, aktif
enfeksiyonu olanlar, akut inflamasyon halinde olanlar
(etiyolojisi ne olursa olsun), klopidogrel, tiklopidin kullanan ve glikoprotein IIb/IIIa antagonisti uygulanan hastalar, çalışma dışı bırakıldı. Hastaların ve kontrol grubunun ADAMTS 13 ile vWF antijeninin plazma düzeyleri,
ELISA yöntemi ile kantitatif olarak saptandı.
Sonuçlar: Hasta gruplarının vWF düzeyi, kontrol
gruplarının vWF düzeyinden anlamlı derecede yüksekti (p=0,0001). Her iki grubun ADAMTS 13 düzeylerinin
kontrol grubuna göre karşılaştırılmasında, istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0,295 ve p=0,082).
ADAMTS 13 / vWF oranı, hem ağrılı kriz döneminde, hem
de belirtisiz dönemde, kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı derecede düşüktü (p=0,0001).
Tartışma: ADAMTS 13 ile OHA arasında ilişki saptanmamışken, OHA’de vWF yüksekliği, vasküler hastalığın
bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Bildiri: 0343
Tablo . Eritrosit membran protenlerinin HS ve kontrol grubunda gösterimi
Spektrin Alfa/Beta
Ankrin
Protein Band 4.1
A.B (HS)
↓
↓
↓
A.Z (HS)
↓
↓
↓
B.Ç
√
√
√
B.A
√
√
√
C.Y (HS?)
√
√
√
N.İ
√
√
√
N.A
√
√
√
S.P
√
√
√
Ö.D
√
√
√
HS Olgularında ve Kontrol Grubunda Kütle Spektrometresi ile Tanımlanan Proteinlerin
Elektroforetik Analizler ile Değerlendirilmesi
Bildiri: 0326
Poster No: P102
AĞRILI KRİZLER İLE BELİRTİSİZ DÖNEMDEKİ ORAK
HÜCRELİ ANEMİ HASTALARINDA ADAMTS 13’ÜN
PLAZMA SEVİYESİNDE GÖRÜLEN DEĞİŞİKLİKLER.
Emre Yengel1, Anıl Tombak1, Mehmet Sami Serin2,
Eyüp Naci Tiftik1. 1Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi İç
Hastalıkları Hematoloji Bilim Dalı, 2Mersin Üniversitesi
Eczacılık Fakültesi Farmasötik Mikrobiyoloji Bilim Dalı.
Amaç: Orak hücreli anemi (OHA), ciddi hemoliz ile
karakterize kalıtsal bir hastalıktır. Bu klinik tablo, oraklaşan alyuvarların, vasküler sistem içinde oluşturduğu tıkanıklıklar sonucu meydana gelen iskemik değişikliklerle karakterizedir. ADAMTS 13 (A Disintegrin and
Metalloprotease with Thrombospondin type 1 repeats),
plazmadaki von Willebrand Faktör (vWF) multimerlerini parçalayan bir metalloproteazdır. ADAMTS 13 eksikliği, trombotik trombositopenik purpura (TTP) patogenezindeki başlıca faktördür. Tromboza eğilimin arttığı bazı
hastalıklarda da (iskemik inme, iskemik kalp hastalığı, maligniteler, kollajen doku hastalığı vb.) ADAMTS 13
eksikliği gösterilmiştir. Çalışmanın amacı; ADAMTS 13 ve
OHA’nın ağrılı krizi arasında ilişki olup olmadığının gösterilmesidir.
Yöntemler: Araştırmaya, ağrılı kriz nedeniyle acil servise başvuran 30 OHA hastası ve ağrı geçtikten en az 1
84
Poster No: P103
KRONİK HEMOLİTİK ANEMİ VE İLERLEYİCİ
NÖROLOJİK BULGUSU OLAN ÇOCUK HASTADA
TRİOZ FOSFAT İZOMERAZ ENZİM EKSİKLİĞİ. Selin
Aytaç Elmas1, İlhan Altan1, Göknur Haliloğlu2, Alberto
Zanella3, Mualla Çetin1. 1Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi Çocuk Hematoloji Ünitesi, 2Hacettepe Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Ünitesi, 3U.O. Ematologia
2 Fondazione IRCCS Ca Granda Ospedale Maggiore
Policlinico,Milan
Amaç: Trioz fosfat izomeraz (TPI) homodimerik bir
enzim olup glikoliz, glukoneogenez, ve trigiserid sentezinde görev almaktadır ve eksikliğinde ağır hemolitik anemi,
nörolojik disfonksiyon (distoni,tremor, piramidal bulgular, spinal motor nöron tutulumu ile ve ilerleyici nöromuskuler kayıp) gelişmektedir. Bu mortalitesi ve morbiditesi yüksek olan hastalığın tanısının konulması prenatal tanı ve genetik danışma açısından oldukça önemlidir.
Burada oldukça nadir olan hastalığa sahip olgunun klinik özellikleri sunulmuştur.
Sonuçlar: 21 aylık kız hasta hemolitik anemi ön
tanısıyla bölümümüze sevk edildiğinde öyküsünde Hb
düşüklüğünün 4 aylıktan beri mevcut olduğu ve ilk kan
transfüzyonunu 12 aylıkken aldığı, 8 aya kadar gelişiminin yaşıtlarına benzer olduğu, ancak 8 aydan sonra oturamamaya başladığı, konuşamadığı ve yürüyemediği,
anne babanın birinci derece kuzen evliliği yaptığı öğrenildi. Fizik muayenede hastanın supraglottik ve subkondral çekilmeleri, abdominal solunumu, hipoaktif DTR ve
hipotonisitesi mevcuttu. Hb: 11.4g/dl, Htc: 33.8, Beyaz
Küre: 11,4×106/L, MCV: 94,7fL, KK: 3,57, RDW: 12,
Trombosit: 433×106/L, retikülosit: %8 idi. Periferik kan
değerlendirmesinde ise makrositik eritrositleri, akantositik sferositleri, hafif polikromazisi, bazofilik noktalanması mevcuttu. EMG motor liflerde aksonal tutulumla seyreden simetrik orta şiddette polinöropatiyi desteklemekteydi. Vit B12: 531pg/ml (200-860), FA: >20mg/
ml (3-17), CK: 56U/L (26-192), İKAA: N/N, bulunan
hastada ayırıcı tanıda mitokondrial hastalıklar olabileceği düşünülerek laktik asit: 27.8(10-14), pirüvik asit:
0,45(0,5-1) incelendi. Osmotik frajilite testi(anne, baba,
çocuk),Pirimidin 5’nükleotidaz, G6PD ve piruvat kinaz
enzim tayinleri yapıldı ve normal bulundu. KİA da ise
eritroid hiperaktivite tespit edildi. Hastamızın hemolitik
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
anemisi ve ilerleyici kas güçsüzlüğü bulgularının olması nedeniyle otozomal resesif multisistem hastalığı olan
trioz fossat izomeraz enzim eksikliği olabileceği düşünüldü ve hastanın triozfosfat izomeraz enzim düzeyi(TPI)
170 UI/gHb(1414-2135) anne: 965 UI/gHb, baba: 783
UI/gHb kontrol: 2765 UI/gHb bulunurken hastamızda
mutant allellerin %80’inde gösterilmiş olan ortak mutasyon Glu104Asp/Glu104Asp homozigot mutasyonu tespit
edildi. Anne(Glu104Asp/N) ve babanın(Glu104Asp/N) ise
heterozigot taşıyıcı olduğu bulundu.
Tartışma: TPI aktivitesi normalin %10 olan hastamızda ağır klinikle karakterize olan Glu104Asp mutasyonu
gösterilmiş olup kronik hemolitik anemisi olan kas güçsüzlüğü, motor kayıp ve solunum kaslarının tutulmasıyla birlikte zorlu solunumu, tekrarlayan akciğer infeksiyonu olan hastalarda düşünülmesi gereken bir tanıdır. Literatürde index vaka ardından ilk prenatal tanı ile
sağlıklı doğan çocuk Türk olup akraba evliliğinin yüksek olduğu ülkemizde hastalığın tanınması önem taşımaktadır.
Bildiri: 0122
Poster No: P104
ORAK HÜCRE HASTALARINDA BELİRGİN GELİŞME
GERİLİĞİ. Mehmet Rami Helvacı1, Salih Çelik2. 1Mustafa
Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hatay, 2Mustafa Kemal
Üniversitesi Sağlık Meslek Yüksekokulu, Hatay
Amaç: Orak hücre hastalıkları (OHH), hemoglobin S
(Hb S) varlığıyla karakterize bir grup kalıtımsal hastalığı
içerir ki, Hb S dünyada 100 yıldır bilinen ve en çok rastlanılan hemoglobinopatilerden birisidir. Hb S, çeşitli stresler sırasında eritrositlerin normal disk şeklini kaybedip
orak şeklini almalarına neden olmaktadır. Başlangıçta
mevcut stres durumunun düzelmesi sonrasında eritrositler tekrar normal şekillerini kazanabilmekte, ancak tekrarlayan oraklaşma atakları sonucunda eritrositler hasar
görmekte ve yıkıma uğramaktadır. Böylece normalde 120
gün olan eritrosit ömrü 15-25 güne kadar gerileyebilmektedir. Bu çalışmada OHH’nın metabolik parametreler üzerine olan etkilerini anlamaya çalıştık.
Yöntemler: Çalışmaya 122 orak hücre hastası ve 176
kontrol vakası alındı.
Sonuçlar: Hastaların ortalama yaşı 28.6 seneydi.
Hastaların ortalama vücut ağırlığı ve vücut kitle endeksi
(VKE) önemli oranda geri kalmıştı (71.6’e karşılık 57.8 kg
ve 24.9’e karşılık 20.7 kg/m2, her ikisi için de p= 0.000).
Benzer şekilde, ortalama düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (LDL) ve ortalama yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol değerleri hasta grubunda düşüktü (her
ikisi için de p= 0.000) (Tablo 1). Muhtemelen düşük ortalama vücut ağırlığı ve VKE değerlerine paralel olarak,
ortalama alanin aminotransferaz (ALT) (p= 0.000) ve sistolik ve diyastolik kan basıncı (KB) değerleri de hasta grubunda anlamlı şekilde düşüktü (her ikisi için de p<0.01),
oysa ortalama trigliserid değeri hasta grubunda yüksekti ancak aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05).
Tartışma: Sonuç olarak, OHH hemen hemen tüm
organ sistemlerini etkileyebilmekte ve çok çeşitli klinik
sonuçlara sebep olabilmektedir. Bu sebeple hastaların
ortalama vücut ağırlığı ve VKE, ve muhtemelen bunlara
paralel olarak da ortalama LDL, ALT ve sistolik ve diyastolik KB değerlerinde anlamlı düşüklük olması sürpriz
değildir, çünkü bu etkileşimler metabolik sendrom başlığı altında iyi bilinmektedir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Tablo 1. Çalışma vakalarının karakteristik özellikleri
Değişken
Sayı
Bayan oranı
Orak hücre hastaları
Kontrol vakaları
122
176
p-value
47.5% (58)
47.7% (84)
>0.05
Ortalama yaş (sene)
28.6 ± 10.2 (14-59)
28.6 ± 8.2 (15-58)
>0.05
Ortalama vücut ağırlığı (kg)
57.8 ± 11.0 (31-83)
71.6 ± 14.4 (43-111)
0.000
Ortalama vücut boyu (cm)
166.1 ± 9.1 (145-188) 168.5 ± 10.0 (137-195) >0.05
Ortalama VKE† (kg/m2)
20.7 ± 2.9 (14.7-29.9) 24.9 ± 4.3 (17.3-41.2) 0.000
Ortalama APG‡ (mg/dL)
93.9 ± 13.8 (56-119)
Ortalama LDL§ (mg/dL)
74.0 ± 29.8 (24-164) 109.6 ± 29.6 (43-231) 0.000
⎮(mg/dL)
Ortalama HDL⎮
24.4 ± 7.8 (9-45)
94.7 ± 12.0 (63-160)
42.6 ± 11.0 (24-91)
>0.05
0.000
Ortalama trigliserid (mg/dL)
120.1 ± 63.9 (31-348) 112.1 ± 65.0 (27-388) >0.05
Ortalama ALT¶ (U/L)
34.9 ± 20.5 (11-125)
56.7 ± 26.6 (20-168)
0.000
Ortalama sistolik KB** (mmHg) 113.3 ± 14.9 (80-150) 118.8 ± 16.6 (80-170) 0.008
Ortalama diyastolik KB (mmHg)
72.3 ± 9.9 (60-100)
83.6 ± 10.7 (60-110)
0.000
*İstatistiksel olarak anlamsız †Vücut kitle endeksi ‡Açlık plazma glukozu §Düşük yoğunluklu lipoprotein
kolesterol ⎮
⎮Yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol ¶Alanin aminotransferaz **Kan basıncı
Bildiri: 0197
Poster No: P105
TALASEMİ
MAJOR
HASTALARINDA
GLİKOZ
METABOLİZMASI. Yasemin Işık Balcı1, Kazım
Küçüktaşçı2, Abdullah Karaca2, Özgür Sevinç3, Serap
Semiz4. 1Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk
Hematoloji, Denizli, 2Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Denizli, 3Pamukkale
Üniversitesi Tıp Fakülsi, Halk Sağlığı, Denizli, 4Pamukkale
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji, Denizli
Amaç: Talasemi major (TM) hastalarında son dönemlerde, artan tedavi seçenekleri ile yaşam süresi uzamış
fakat yaşam kalitesinin arttırılması için komplikasyonların tanı ve tedavisi daha önemli hale gelmiştir. Endokrin
komplikasyonlar içinde glikoz metabolizması ile ilgili bozukluklar sıklıkla görülmektedir. TM hastalarında,
bozulmuş glikoz metabolizması (BGM) %14-31, diabetes
mellitus (DM) %2.3-24 oranında saptanmıştır. Bu çalışmada, düzenli eritrosit transfüzyonu ve şelatör tedavisi
alan TM hastalarında BGM’nin sıklığı ve etkileyen faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya >=10 yaş, düzenli eritrosit
transfüzyonu alan 32 TM hastası alınmıştır. Oral glikoz
tolerans testi (OGTT) yapıldı. Açlık kan glikozu (AKG)’nin
>100-125 mg/dL olması bozulmuş açlık glikozu (BAG),
OGTT’den 2 saat sonraki kan glikozu >=140-199mg/dL
bozulmuş glikoz toleransı (BGT), < 140 mg/dL normal
glikoz toleransı (NGT), AKG’nin <126 mg/dL veya rastgele ölçülen kan glikozunun >=200 mg/dL olması DM olarak tanımlandı. İnsülinojenik indeks, β-hücre fonksiyon
indeks, insülin rezistan indeks değerleri hesaplandı.
Sonuçlar: Çalışmanın sonuçları tablo 1 ve 2’de gösterilmiştir.
Tartışma: BGM %21.8, DM %9.3 bulunmuştur.
BGM’nin yıllık eritrosit tüketim hızı, ferritin, splenektomi
süresi ve ALT düzeyinden etkilendiği görülmüştür.
85
POSTER BİLDİRİLER
Tablo 1. TM hastalarının özellikleri
Bildiri: 0261
Erkek/Kız (n)
17/15
Ağırlık (kg)
50.7±14.7
Boy (cm)
155.2±12.0
BMİ (kg/m2)
20.4±3.8
Testin yapıldığı yaş (yıl)
18.0±4.5
Tanı yaşı (ay)
15.8±22.7
İlk transfüzyon yaşı (ay)
16.4±22.7
Transfüzyon yılı (yıl)
16.5±4.9
Yıllık eritrosit tüketim hızı (mL/kg/yıl)
132.8±19.0
Transfüzyon öncesi hemoglobin (g/dL)
9.2±0.5
Ferritin (ng/dL)
2493.6±1116.0
ALT (U/L)
34.6±26.6
AST (U/L)
39.2±36.8
Splenektomi yapılan hasta sayısı (n)
21 (%65.6)
Splenektomi süresi (yıl)
7.6±6.5
Şelasyon yaşı (yıl)
6.4±9.2
Total kolesterol (mg/dL)
108.0±26.5
Trigliserid (mg/dL)
139.0±77.2
HDL (mg/dL)
30.2±8.8
LDL (mg/dL)
51.9±21.6
Sistolik kan basıncı (mmHg)
105.3±10.7
Diyastolik kan basıncı (mmHg)
63.2±7.2
Bel çevresi (cm)
78.0±10.5
İnsülinojenik indeks
25.2±22.6
ß-hücre fonksiyon indeksi
105.3±62.3
İnsülin rezistan indeksi
1.7±0.9
Tablo 2. Bozulmuş ve normal glukoz metabolizması olan hastaların
karşılaştırılması
Değişken
NGM
(n: 35)
BGM (n: 7)
p
Ağırlık (kg)
49.7±14.7
54.2±15.3
0.34
Boy (cm)
154.5±11.9
157.7±12.6
0.49
0.35
BMİ (kg/m2)
20.2±4.0
21.0±3.2
Tanı yaşı (ay)
15.7±23.8
16.4±19.9
0.44
Testin yapıldığı yaş (yıl)
17.6±4.9
19.2±2.7
0.36
İlk transfüzyon yaşı (ay)
16.4±23.8
16.4±19.9
0.59
Transfüzyon yılı (yıl)
15.9±5.2
18.8±2.9
0.12
125.2±12.2
160.0±12.9
0.00*
9.1±0.5
9.5±0.3
0.08
1983.2±615.5
4316.5±669.1
0.00*
ALT (U/L)
28.8±16.8
55.5±43.4
0.03*
AST (U/L)
33.7±30.2
59.0±52.4
0.11
5.9±6.0
13.8±4.4
0.00*
0.72
Yıllık eritrosit tüketim hızı (mL/kg/yıl)
Transfüzyon öncesi hemoglobin (g/dL)
Ferritin (ng/dL)
Splenektomi süresi (yıl)
5.0±2.1
11.4±19.6
Total kolesterol (mg/dL)
Şelasyon yaşı (yıl)
106.8±29.3
112.4±13.6
0.26
Trigliserid (mg/dL)
142.6±85.1
126.1±39.9
0.89
HDL (mg/dL)
30.1±9.6
30.4±6.3
0.73
LDL (mg/dL)
50.4±22.7
57.1±17.5
0.21
Sistolik kan basıncı (mmHg)
106.0±10.3
102.0±13.0
0.45
Diyastolik kan basıncı (mmHg)
63.0±6.3
64.0±11.4
0.94
Bel çevresi (cm)
76.8±9.0
83.4±16.2
0.40
İnsülinojenik indeks
29.4±24.0
12.6±11.3
0.03*
ß-hücre fonksiyon indeksi
114.6±65.5
75.0±40.0
0.10
1.7±1.0
1.8±0.9
0.82
İnsülin rezistan indeksi
BGM: DM (n: 3) + BAG (n: 3) + BGT (n: 1) NGM: Normal glikoz metabolizması p<0.05: Anlamlı
86
Poster No: P106
RİTUKSİMAB İLE BAŞARIYLA TEDAVİ EDİLEN BİR
İNFANT OTOİMMUN HEMOLİTİK ANEMİ OLGUSU.
Hüseyin Tokgöz, Ümran Çalışkan. Selçuk Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Konya
Amaç: Otoimmun hemolitik anemi (OHA), eritrositlerin antijenlerine karşı oto antikor gelişimi ile karakterize bir klinik tablo olup, zamanında tanı konulup tedavi edilmez ise önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. OHA vakalarında tedavide ilk seçenek kortikosteroiddir. Steroide cevapsız vakalarda splenektomi, siklosporin ve immun supresif ilaç tedavileri denenebilir. Dirençli
vakalarda rituksimab kullanımı ile olumlu sonuçlar bildirilmektedir.
Yöntemler: Biz burada rituksimab ile uzun dönem
hastalık kontrolü sağlanan bir dirençli bir infant OHA
vakasını sunuyoruz.
Sonuçlar: Altı aylık erkek hasta, son bir haftadır olan
halsizlik, solukluk ve ciltte sararma şikayeti ile kliniğimize getirildi. Herhangi bir ilaç kullanma veya enfeksiyon geçirme hikayesi yoktu. Fizik muayenesinde cilt ve
mukozalar soluk, skleralar ikterik, karaciğer ve dalak 2
cm ele gelmekte idi. Tam kan sayımında BK: 20000, Hb:
3,4 PLT: 220000 idi. Periferik yaymasında belirgin hemoliz bulguları mevcuttu. Direkt coombs testi (++++), retikülosit sayısı %10 idi. Serum LDH ve indirekt bilirubin değerlerinde artma mevcuttu. Viral seroloji (hepatitler, CMV, EBV, HIV, Parvovirus) menfi idi. ALPS açısından perifer kanda bakılan double negatif T hücre yüzdesi %1 (normal) geldi.
Hastaya idiyopatik OHA tanısıyla steroid tedavisi başlandı. Yetmezlik tablosunda olduğu için transfüzyon yapılarak izleme alındı. Hastanın steroide cevabı çok kısıtlı olduğu için siklosporin ile tedaviye geçildi. Bu tedaviye
rağmen de hasta sık sık ağır anemi atakları ile hastaneye
başvuruyor ve transfüzyon ihtiyacı oluyordu. Yaşının çok
küçük olması nedeniyle splenektomi yapılmadı. Sağlık
bakanlığından endikasyon dışı kullanım onayı alınarak,
hastaya rituksimab tedavisi 375 mg/m2/doz, haftada 1
kez, 4 doz olacak şekilde uygulandı. Bu tedaviden sonra
hastanın Hb değerleri 12 g/dl civarına yükseldi, retikülosit sayısı normale geldi, direkt coombs testi negatifleşti. Hasta, rituksimab tedavisinden sonra yaklaşık 1 yıldır
izlenmekte olup, herhangi bir medikal tedavi kullanmamakta ve Hb değerlerinde düşüş olmamaktadır.
Tartışma: Rituksimab anti CD20 monoklonal antikoru olup, B hücrelerini selektif olarak etkilemektedir.
Özellikle dirençli idiyopatik trombositopenik purpura,
trombotik trombositopenik purpura, otoimmun hemolitik
anemi ve edinsel hemofili hastalarında rituksimab kullanımı ile ilgili başarılı sonuçlar bildirilmektedir. Bizim
vakamıza steroid ve siklosporine dirençli olması ve splenektomi için de yaşının küçük olması nedeniyle rituksimab tedavisi uygulandı. Rituksimab sonrası bir yıllık
dönemde Hb düzeyleri oldukça iyi seyretti.
Rituksimab tedavisi, genelde iyi tolere edilmektedir. Nadiren ağır enfeksiyonlara, nötropeni ve tüberküloz reaktivasyonuna yol açabilir. Bizim hastamızda
bir yıllık dönemde herhangi bir yan etki gözlenmemiştir. Rituksimab, steroid tedavisine dirençli, splenektomiye uygun olmayan veya splenektomiye dirençli pediatrik
vakalarda uygun bir tedavi alternatifi olabilir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0101
Poster No: P107
DEMİR EKSİKLİĞİ ANEMİSİNDE HELİCOBACTER
PYLORİ ENFEKSİYONUNUN ÜRE NEFES TESTİ İLE
BELİRLENMESİ. Hava Üsküdar Teke, Hediye Uğur.
Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Hematoloji Kliniği,
Kayseri
Amaç: Demir eksikliği anemisi (DEA) en sık görülen
anemi şeklidir Demirin kaybı ve absorpsiyonu arasındaki dengesizlik sonucu ortaya çıkar. Bayanlarda DEA’sinin
en sık sebebi aşırı menstrual kanamadır. DEA saptandığında mutlaka diğer etyolojik sebepler de araştırılmalıdır. Olgularda gram negatif bir mikroaerofilik çomak
olan, birçok gastroduodenal inflamatuvar ve neoplastik
hastalığın etyolojisinde rol oynayan Helicobacter pylori
enfeksiyonununun düşünülmesi ve araştırılması gerekir.
Helicobacter pylori enfeksiyonununun tanısında endoskopi ve biyopsi gibi invaziv testler, üre nefes testi ve antijen ya da antikor aranmasına dayalı serolojik testleri içeren noninvaziv testler kullanılmaktadır.
Yöntemler: Çalışmamıza Şubat-Mayıs 2010 tarihleri arasında, Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Hematoloji polikliniğe başvuran, daha önceden demir
tedavisi alıp tedaviye yanıt alınamayan, hemoglobin
12gr/dl altında olan, ve üre nefes testi yapılan toplam 184 kadın hasta alındı. Serum demiri 60 ve ferritini 10 ng/ml altı düşük, total demir bağlama kapasitesi
(TDBK) 350’nin üzerinde olması ise yüksek değerler olarak kabul edildi ve hastalara demir eksikliği anemisi tanısı konuldu. Hastalara Helicobacter pylori enfeksiyonunun saptanması amacı ile oral yoldan radyoaktif karbon
(C13 veya C14) işaretli üre alımını takiben üre nefes testi
yapıldı.Hastaların ortalama yaşı 34,8±7,5 (16-48) idi.
Ortalama laboratuar değerleri; hemoglobin 9,7±1,6 gr/dl,
hematokrit % 32,7±4 ortalama eritrosit volümü 70,8±7,5
fentolitre, serum demiri 16,3±13,8, TDBK 439±64 ve ferritin ise 4,9± 3,07 ng/ml idi. Tüm hastalara +2 değerlikli demir preparatları verildi. Etyolojik açıdan sorgulandıklarında (menstrual kanama, diyet, PİKA, hematemez,
melana, hematokezya, burun kanaması gibi kan kaybı
odakları) kadınların %36,3’ünde hipermenore, %3,3’ünde
hematokezya, %24,4’ünde PİKA öyküsü olduğu saptandı. Olguların %46’sında dispeptik yakınmalar mevcuttu.
184 olgunun 135’inde (%73,4) üre nefes testi pozitif saptandı ve Helicobacter pylori eradikasyon tedavisi verildi.
Sonuçlar: Bayanlarda demir eksikliği anemisinin
etyolojisinde en sık sebep menstrual kanama olmasına
rağmen demir eksikliği anemisi saptanan veya tedaviye dirençli hastalarda mutlaka etken olarak Helicobacter
pylori’nin akılda tutulması gerekmektedir. Helicobacter
pylori’nin saptanabilmesi için ise invaziv testler yerine
noninvaziv bir test olan üre nefes testi kullanılabilir.
Bildiri: 0199
Poster No: P108
DEMİR TEDAVİSİNE DİRENÇLİ DEMİR EKSİKLİĞİ
ANEMİSİ OLGULARININ DEMİR EMİLİM TESTİ
İLE DEĞERLENDİRİLMESİ. İmdat Dilek, Tuba
Hacıbekiroğlu, Abdulkadir Baştürk, Sema Akıncı,
Buket Ulu. Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Hematoloji Kliniği Ankara
Amaç: Erişkinlerde aneminin en sık nedeni demir
eksikliğidir. Birçok hastada uzun süre demir preparatı kullanılmakta fakat beklenen cevap alınamamaktadır.
Biz demir tedavisi altında olan ve beklenen yanıt alınamayan hastalarda emilim kusurunu oral demir emilim
testi yaparak değerlendirdik.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Yöntemler: Çalışmamıza 2009-2010 yılları arasında
hematoloji polikliniğimize demir eksikliği anemisi nedeniyle başvuran hastalardan, öncesinde oral demir replasman tedavisi almış fakat yeterli cevap alınamamış, eksiklik anemisi devam eden 50 olgu dahil edildi. Olguların
45 kadın, 5 i erkekdi.Yaşları 23-71 arasında değişip, yaş
ortalaması 39,61±12,88 idi. Grubun ortalama hemoglobin düzeyi 10,1±1,72, ferritin düzeyi 8,8±14,5 idi. Bu
olguların 0. saat sabah açlık serum demirine bakıldı. Kan
alım işleminden hemen sonra 180 mg ferröz sulfat demir
preparatı oral yoldan verildi. Sonra olguların 3. saat açlık
serum demiri ölçüldü. İlk serum demir düzeyi ile kıyaslandığında en az 90 mikgr/dl serum demiri artışı olması
emilim problemi olmadığı lehine yorumlandı.
Sonuçlar: Oral demir emilim testi uygulanan 50 olgunun 44 ünde (%88) minimum 90 ve üzeri serum demirinde yükselme saptandı. Emilim testi negatif olan (serum
demir artışı 90 mikgr/dl den az olan) 6 (%12) olgunun 4
ü kadın, 2 si erkek idi. Bu 6 olgunun 4 ünde kronik aktif
gastrit ve helicobacter pylori birlikteliği saptandı. Ancak
bu hastalarda Helicobacter eradikasyonu sonrası emilim
testi elde olmayan nedenlerle yapılamadı. Olguların hiçbirinde emilim problemi oluşturan gluten gibi yapısal bir
hastalık tesbit edilmedi.
Tartışma: Demir eksikliği anemisi nedeniyle tedavi alan ve hemoglobin düzeyi yeterli ölçüde yükselmeyen
azımsanmıyacak sayıda hasta bulunmaktadır. Bu hastaların önemli bir kısmında pratikte emilim problemi akla
gelebilmektedir. Çalışma sonucunda bu hasta grubunun
çoğunda (%88) gerçekten emilim kusuru olmadığı emilim testinde yeterli düzeyde artış saptanması ile anlaşıldı.
Emilim testinde yeterli yanıt alınamayan az olguda (%12)
Helicobacter pylori pozitifliği ile birlikte kronik aktif gastrit bulunması dikkat çekici idi. Bu tablonun demir emilimine katkısı izaha muhtaçdır. Bu olgularda Helicobacter
Pylori tedavisi sonrası yeniden emilim testi yapılması
H.Pylorinin emilim üzerindeki etkisine açıklık getirecektir. Bu çalışma bize oral demir tedavisi altında beklenen
yanıt alınamayan olguların büyük çoğunluğunda emilim
kusuru olmadığını, problemin başka nedenlere bağlı olabileceğini göstermiştir. Emilim kusuru tesbit edilen az
sayıdaki olguda ise gluten gibi yapısal bir hastalık gösterilememiştir.
Bildiri: 0423
Poster No: P109
OZON TEDAVİSİNE BAĞLI İMMÜN HEMOLİTİK ANEMİ.
Meltem Aylı1, Hilal Tuncer2, Bülent Değertekin3, Halil
Değertekin3, Mehmet Çoban3, Ali Kemal Oğuz2. 1Ufuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı. Ankara,
2
Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hast. Anabilim Dalı,
3
Ufuk Ün. Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı.
Amaç: İlaca bağlı İHA etyolojisinde bir dizi ilaç ve
kimyasal madde tanımlanmışsa da her gün yeni ajanlar suçlanmaktadır. Biz de bu bildiri de Ozon tedavisine bağlı olarak ortaya çıkan bir İHA ve immün trombositopeni olgusunu sunarak alternatif Tıp başlığı altında
sıklıkla kullanılan bir ajan olan; OZON’a dikkat çekmeyi amaçladık.
Yöntemler: 61 yaşında, kadın hasta hastanemiz
acil servisine genel durum bozukluğu ile getirildi.
Öyküsünden zayıflama amacıyla intravenöz ozon tedavisi aldığı ve sonrasında genel durumunun yavaş yavaş
bozulduğu öğrenildi. Hasta ağızdan kan gelmesi ve genel
durum bozukluğu ile bulunduğu ildeki tıp fakültesi hastanesine başvurmuş. Karaciğer fonksiyon testlerinde
yükseklik, trombositopeni ve anemi saptanan hastaya
87
POSTER BİLDİRİLER
prednol 120 mg+ folbiol başlanmış, ancak yanıt alınamamış. Genel durumu kötüleşen hasta hastanemize sevk
edilmiş. Hastanın özgeçmişinde; 4 ay önce ozon tedavisi, kolelitiazis ve 4 yıl önce tedavisi tamamlanan meme
ca öyküsü mevcuttu. Fizik muayenesinde; genel durumu orta- kötü, şuuru açık, koopere, Solunum sıkıntısı
mevcut, TA: 150/80 mmHg, nabız: 109/dk, VI: 37’ C idi.
Yaygın ekimozlar, Skleralarda ikter, taşikardi ve solunum
sisteminde bilateral bazallerde raller mevcuttu. Hasta
hastanemiz yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Yapılan tetkiklerinde patolojik BULGULAR: KŞ: 218 mg/dL, BUN:
46 mg/dL, Kreat: 1.21 mg/dL, AST: 77U/L, ALT: 63U/L,
GGT: 1554U/L, ALP: 412U/L, T. Bil: 12.9, İ. Bil: 10.2,
LDH: 1064,4 U/L, WBC: 29600, HGB: 8.8, PLT: 70000,
D-Dimer: 5.5 idi. Eşzamanlı anemi ve trombositopenisi
olan hastanın periferik yaymasında, polikromazi, anizositoz, poikilositoz, yaygın sferositler, belirgin granülositoz
ve bol miktarda eritroblast izlenirken trombosit kümesi
görülemedi. Direkt coombs: IgG(++++), düzeltilmiş retikülosit: 5.5, LDH: 1065 U/L, Haptoglobulin: 10 mg/dl
olarak saptanan hastaya İHA + toksik hepatit+ Pulmoner
tromboemboli tanısı konularak IVIG ve heparin başlandı. Ancak genel durumu daha da bozulan hasta solunum
ve ardından kardiyak arrest gelişmesi üzerine kaybedildi.
Sonuçlar: Günümüzde ozon yan etkileri ve etkinliğine
dair veriler ve bilimsel çalışmalar yeterli olmasa da gün
geçtikçe popülaritesi artan bir şekilde kullanılmaktadır.
Ozon İV yolla verildiğinde eritrosit membranındaki doymamış yağ asitlerinin oksidasyonu ile süperoksit,hidrojen
peroksit,hipoklorik asid gibi reaktif oksijen radikalleri ile
lipid oksidasyonuna yol açan ve serbest radikal oluşumunu tetikleyen bir ajandır..Eritrosit membranının oksidasyona çok duyarlı olması nedeniyle ozonun özellikle yüksek dozda verildiği takdirde membran lipid konfigürasyonunda bozulmaya ve ayrıca antikor oluşumuna neden
olabileceği,bu yolla immün aracılı hemolize ve trombosit
yıkımına yol açabileceği düşünülmüştür.
Bildiri: 0325
Yöntemler: Bireyin kan örneğinden DNA izolasyonu klasik fenol-kloroform yöntemiyle gerçekleştirilmiştir. β-globin geni 1 ve 2. ekzon için F:
5’-GGTT
GGCCAATCTACTCCCAGGAG-3’
ve
R:
5’-GCTCACTCAGTGTGGCAAAG-3’ primerleri kullanılarak 536 bç uzunluğunda fragmentler, polimeraz zincir reaksiyonu yöntemiyle (PCR) amplifiye edilmiştir. 3.
ekzon için ise F: 5’-CAATGTATCATGCCTCTTTGCACC-3’
ve R: 5’-GAGTCAAGGCTGAGAGATACAGGA-3’ primerleri kullanılarak PCR ile elde edilen 861 bç’lik fragmentlerden, F: 5’-TGCATATAAATTGTAACTGAT-3’ ve R: 5’-CACT
GACCTCCCACATTCCC-3’ primerleri kullanılarak NestedPCR yöntemi ile 400 bç uzunluğunda fragmentler çoğaltılmıştır. Amplifiye edilen gen bölgeleri DNA dizi analizi
yöntemi ile taranmıştır (Beckman Coulter,USA).
Sonuçlar: 1. β-globin geninin 3. ekzonu, kodon 129’da
G>C (Ala-Pro) değişimi heterozigot olarak saptanmış olup,
bu değişimin Hb-Crete olduğu belirlenmiştir (Şekil 1,2).
2. β-globin geninin 5’ UTR bölgesinde CD 22’de C-T
değişimi heterozigot olarak belirlenmiştir.
Tartışma: Literatürde Hb-Crete ilk olarak New York’da
yaşayan Yunanlı bir ailenin üç üyesinde tanımlanmış
olup (1) sonrasında Girit adasında yaşayan 2 hastada
moleküler düzeyde yapılan çalışmalar ile heterozigot ve
homozigotluğu / beta ve delta-beta kombinasyonu gösterilmiştir (2,3). Yapılan bu çalışma ile de ilk kez Türkiye’de
Hb-Crete olgusu saptanmıştır (4,5). Bu olgunun bir özelliği de 5’ UTR’da CD 22’de C-T değişimini taşımasıdır. Bu
yirminci yüzyıl başında Girit’ten Anadolu’ya gerçekleşen
yoğun göçe, hastanın da öyküsü dikkate alınarak kalıtımsal bir işaret olarak alınabilir.
Poster No: P110
TÜRK TOPLUMUNDA İLK KEZ BELİRLENEN
HEMOGLOBİN CRETE [Β129(H7) ALA→PRO] OLGUSU.
Çiğdem Arslan1, Selda Kahraman2, Hayri Özsan2,
Nejat Akar1. 1Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk
Genetik Bilim Dalı, Ankara, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Anormal hemoglobin saptanmış İzmirli bir hastanın kanı ileri incelemeler yapılmak üzere laboratuarımıza gönderilmiştir.
Olgu: 50 yaşında erkek hasta, İzmir de yaşıyor. Ailesi
ile 4 yaşında iken Girit’ten İzmir’e göç etmiş. Kilo kaybı,
karında şişlik hissi nedeniyle polikliniğe başvuran hastanın yapılan tetkiklerinde BK 9.9 UL, KK 7.09 UL, Hb.
14.7 gr/dL, Htc.% 46.4, OEV. 65 FL, RDW 14, diğer
biyokimyasal parametreleri normal sınırlarda saptandı.
Hemoglobin elektroforezinde %56.8 oranında anormal
bir bant belirlendi. Hastanın yapılan Thorako abdominal
BT görüntülemelerinde dalak 20 cm, karaciğer 18 cm ve
alt torakal vertebralar düzeyinde en büyüğü T11 vertebra hizasında 25x20 mm çapında multipl nodüler lezyonlar izlendi. Bunun üzerine hastaya posterolateral torakotomi ile paravertebral kitle eksizyonu yapıldı. Bu kitlenin patoloji sonucuda ekstramedüller hematopoez olarak
değerlendirildi. Bası semptomları olması nedeniyle splenektomi uygulandı. Splenektomi materyali de konjesyone
dalak ve yaygın ekstramedüller hematopoez odakları olarak değerlendirildi.
88
Şekil 1. Beta globin geninin 3. ekzon DNA dizi analizi (Normal)
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0248
Poster No: P112
ŞANLIURFA İLİNDE BETA TALASEMİLİ ÇOCUK
HASTALARIN MUTASYONLARI. Ali Ayçiçek1, Ahmet
Koç1, Zeynep Canan Özdemi1, Hasan Bilinç2,
Abdurrahim Koçyiğit2. 1Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi
Şekil 2. Hb-Crete saptanan hastanın beta globin geni 3. ekzon DNA dizi analizi
Bildiri: 0425
IRAK
TÜRKLERİNDE
Poster No: P111
ALFA-TALASEMİ
SIKLIĞI.
Arjan Esmael, Ayşenur Öztürk, Nejat Akar. Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Genetik Bilim Dalı,
Ankara
Amaç: Alfa talasemi daha çok Güneydoğu Asya,
Akdeniz ve Orta Doğu toplumlarında yaygın olarak görülmekte olup, genellikle alfa globin geninde meydana gelen
gen delesyonları ile ortaya çıkmaktadır. Irak’ta alfa talasemi gen delesyonlarının sıklığı ile ilgili araştırmalar
yapılmasına karşın, çoğunlukla Kuzey Irak bölgesinde yaşayan Irak Türkleri ile ilgili bilgi literatürde bulunmamaktadır. Sağlıklı Irak Türkmenlerinde α-thal geninde -α3.7, -α4.2, --MED ve -α20.5 delesyonlarının sıklığının belirlenmesi.
Yöntemler: Çalışmaya, 39’u Kerkük, 20’si Musul,
10’u Erbil, 10’u Bağdat, 4’ü ise Diala ve Tikrit bölgelerinden olmak üzere Kuzey Irak’tan toplam 83 sağlıklı birey
dahil edilmiştir. DNA izolasyonu periferik kandan fenolkloroform yöntemiyle gerçekleştirildikten sonra, multipleks polimeraz zincir reaksiyonu ile de mutasyon analizleri yapılmıştır.
Sonuçlar: 83 bireyden 8’inin α-thal olduğu ve Irak’ta
yaşayan Türklerde α-thal görülme oranının %9.6 olduğu belirlenmiştir. Üç farklı α-globin genotipi tanımlanmış
olup, -α3.7/αα, -α3.7/-α3.7 ve -α3.7/-α4.2 dağılımları
sırasıyla %6.0, %1.2 ve %2.4 olarak bulunmuştur. Diğer
yandan, --MED ve -α20.5 delesyonları saptanmamıştır.
Tartışma: Türkiye’den yapılan çalışmalarla karşılaştırıldığında alfa talasemi insidansının Irak Türklerinde
oldukça yüksek olduğu görülmüştür. Bu farklılık da bölgesel ve etnik farklılıklarla açıklanabilir.
Not: Alfa talasemi gen delesyonları (-α3.7, -α4.2,
--MED ve -α20.5), Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Genetik Bilim Dalı’nda rutin olarak çalışılmaktadır.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, 2Harran Üniversitesi Tıp
Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı
Amaç: Şanlıurfa ilindeki beta-talasemi tanısı ile takip
edilen 115 çocuk olgunun beta-globin genindeki mutasyonların sıklığı araştırmak.
Yöntemler: Vakaların DNA’ları standart fenolkloroform ile ayrıştırıldı, etanol ile çöktürme işlemini takiben Beta-Globin StripAssay (ViennaLab cat.no.
4-120, Austria) ile -110 [C>T], -87[C>T], -30 [T>A], codon
5 [-CD], codon 6 [G>A] HbC, codon 6 [A>T] HbS, codon 6
[-A], codon 8 [-AA], codon 8/9 [+G], codon 15 [TTG>TGA],
codon 27 [G>T] Knossos, IVS 1.1 [G>A], IVS 1.5 [G>C],
IVS 1.6 [T>C], IVS 1.110 [G>A], IVS 1.116 [T>G], IVS
1.130 [G>C], codon 39 [C>T], codon 44 [-C], IVS 2.1
[G>A], IVS 2.745 [C>G], IVS 1.6 [T>C], IVS 2.848 [C>A]
olmak üzere toplam 22 mutasyon araştırıldı.
Sonuçlar: IVS 1-110 [G-A], IVS 1-1 [G-A], codon 8
[-AA], codon 39 [C>T] tüm mutasyonların %67.7’ni oluşturduğu görüldü. Çalışılan olguların %72.2 de homozigot,
%24.3 de ise heterozigot mutasyon saptanırken, 4 vakada (%3.5) mutasyon saptanmadı. Bir vakada ise codon
8/9 [+G], IVS 1.110 [G>A] ve IVS 1.1 [G>A]’den oluşan
triple heterozigot mutasyon bulundu. Üçü kardeş olmak
üzere 4 vakada iki farklı homozigot mutasyon saptandı. IVS 1.110 (G>A) homozigot mutasyon %26.1, heterozigot mutasyonu ise %6.1 oranı ile diğer Akdeniz ülkeleri ve Türkiye’de olduğu gibi en yaygın mutasyon olarak
belirlendi. Codon 8/9 [+G] ve IVS 2.745 [C>G]’nin her
birinden 2 vaka ile (%1,7) homozigot mutasyonlardan en
nadirleri, IVS 1.6 [T>C] bir vaka ile heterozigot mutasyonların en nadiri olarak belirlendi.
Tartışma: Şanlıurfa’daki beta-talasemi mutasyonları
açısından IVS 1-110 [G-A] en sık olmakla birlikte codon
8 [-AA], codon 39 [C>T] mutasyonlarının diğer bölgelere
göre daha sık bulunduğu görülmüştür.
Bildiri: 0317
Poster No: P113
İÇ ANADOLU ŞEHRİ KAYSERİ’DE EVLİLİK ÖNCESİ
TALASEMİ/HEMOGLOBİNOPATİ
TARAMASI
SONUÇLARININ
DEĞERLENDİRİLMESİ.
Çiğdem
Karakükcü1, Derya Koçer1, Yasemin Altuner Torun2,
Osman Yokuş3, Hatice Keçeli4, Musa Karakükcü5,
Mehmet Akif Özdemir5, Türkan Patıroğlu5. 1Kayseri
Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Klinik Biyokimya Ana Bilim
Dalı, Kayseri, 2Kayseri Eğitim Ve Araştırma Hastanesi,
Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Kayseri, 3Okmeydanı Eğitim
Ve Araştırma Hastanesi, Erişkin Hematoloji Bilim Dalı,
İstanbul, 4Kayseri Evlilik Öncesi Trama Merkezi, Kayseri,
5
Erciyes Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı,
Kayseri
Amaç: Bu çalışmada, Kayseri ve çevre illerden evlilik öncesi hemoglobinopati tarama programı kapsamında başvuran kişilere yapılan test sonuçlarının değerlendirilerek, talasemi taşıyıcılığı ve diğer hemoglobin varyant
yüzdelerinin belirlenmesi amaçlandı.
Yöntemler: Bu çalışma kapsamında, Şubat 2009–
Ocak 2010 tarihleri arasında evlilik öncesi hemoglobinopati/talasemi taraması amacıyla, Kayseri Ana
Çocuk Sağlığı Merkezi’ne 8676 çift (8676 erkek, 9687
kadın) başvurdu. Bu dönem içinde toplamda 9917 kişiye ait hemoglobin zincir analizi sonuçları, EDTA’lı kan
89
POSTER BİLDİRİLER
örneklerinde otomatize kapiller zon elektroforezi ile incelendi (Capillarys II, Sebia, France). Tam kan sayımı değerlendirmelerine göre mean corpuscular volume (MCV) 80
fL altı ve/veya mean corpuscular hemoglobin (MCH)
düzeyi 27 pg altı olanlar ve hemoglobin (Hb)A2 düzeyi %
3.5 üzeri veya HbF düzeyi % 2 üzeri olanlar talasemi taşıyıcısı kabul edildi. Ayrıca HbF ile birlikte diğer hemoglobin varyantları da tespit edildi.
Sonuçlar: Toplamda 162 kişide beta talasemi taşıyıcılığı, 53 kişide ise diğer hemoglobin varyantları tespit edildi. Beta talasemi taşıyıcılık oranı %1.63 olarak hesaplandı. Ayrıca sıklık sırasına göre 36 kişide HbD-Punjab,
9 kişide HbO Arab, 3 kişide HbE, 1 kişide HbH ve 1 kişide HbS varyantları bulundu. 12 kişide HbA2 yüksekliği
olmaksızın HbF yüksekliği tespit edildi.
Bir yıl içerisinde 1 çiftte her iki eşte de HbD, 2 çiftte
beta talasemi taşıyıcılığı tespit edilip gerekli danışmanlık eğitimi verildi.
Tartışma: Kayseri bölgesinde beta talasemi taşıyıcılık
oranı Türkiye ortalamasının altında bulunmuştur. Ayrıca
HbD-Punjab ve HbO Arab beta talasemiden sonraki diğer
en yaygın varyantlardır. Bir yıllık tarama süreci içerisinde sadece 1 kişide HbS taşıyıcılığı tespit edilmiştir.
Türkiye İstatistik Kurumu 2008-2009 göç istatistiklerine
göre Kayseri Türkiye’nin önemli miktarda göç alan illerindendir. Bu göç oranının çevre iller dışında özellikle güney
bölgelerimizde yer alan Adana ve Kahramanmararaş’tan
olması ve en fazla 20-29 yaş nüfüstan göç alması dikkat
çekicidir. Hızlı bir sanayileşme süreci yaşayan Kayseri’ye
göç oranının ileriki yıllarda daha da artmasını beklenmektedir. Bu nedenle hasta çocuk doğumunu engellemek
için Kayseri’de evlilik öncesi talasemi tarama programına
devam edilmelidir.
Bildiri: 0501
Poster No: P114
KRONİK GVHD NEDENİYLE STEROİD TEDAVİSİ
VERİLEN BİR OLGUDA UZUN SÜRE PROTON POMPA
İNHİBİTÖRÜ KULLANIMINA BAĞLI GELİŞEN VİTAMİN
B12 EKSİKLİĞİ. Orhan Gürsel1, Erman Ataş2,
Demet Altun3, Ahmet Emin Kürekçi1. 1Gülhane Askeri
Tıp Fakültesi, Çocuk Hematolojisi Bilim Dalı, Ankara,
2
Gülhane Askeri Tıp Fakültesi, Çocuk Onkolojisi Bilim Dalı,
Ankara, 3Gülhane Askeri Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Proton pompa inhibitörlerinin uzun süre kullanılmasına bağlı gelişen yan etkilerden biri de vitamin B12
eksikliği olup, periferal nöropatiden ataksi, nörogelişimin
gecikmesi veya gerilemesi, irritabilite, hipotoni ve nöbet
şeklinde karşımıza çıkabilir. Burada HKHN sonrası akciğer tutulumlu kronik GVHD nedeniyle steroid tedavisinin
yanında mide koruyucu olarak uzun süre proton pompa
inhibitörü kullanan ve sağ bacakta uyuşma yakınması ile
servisimize başvuran bir hasta sunulmaktadır.
Yöntemler: Beta talasemi majorlu 13 yaşındaki erkek
hastaya doku tipi tam uygun kardeşinden Şubat 2009
tarihinde kemik iliği kaynaklı allojeneik HKHN yapıldı.
Nakil sonrası akut GVHD dahil olmak üzere herhangi
bir komplikasyon gelişmeyen hasta takibe alındı. HKHN
sonrası 15. ayda şiddetli öksürük ve solunum sıkıntısı nedeniyle başvuran hastanın oksijen saturasyonunun pulse oksimetre ile %87 olduğu, fizik incelemesinde her iki akciğerde solunum seslerinde azalma ve ekspiratuvar ronküsler saptandı. Toraks YRBT incelemesinde her 2 akciğerde yaygın buzlu cam görünümü saptanan
hastaya yapılan bronkoskopi ve akciğer biyopsisi sonucunda akciğer tutulumlu kronik GVHD teşhisi konuldu.
90
Hastaya 2 mg/kg/gün oral metil prednizolon tedavisi ile
birlikte mide koruyucu olarak 30 mg/gün dozunda lansoprazol ve 1000 mg/gün hidrotalcid başlandı. Bu tedaviye 3 ay süreyle devam eden hastanın özellikle sağ bacakta uyuşma yakınmasının olması üzerine yapılan fizik
incelemesinde ağrı duyusunun sağ fibuler bölgede ve
ayak dorsalinde sola göre azaldığı tespit edildi. Tam kan
incelemesinde Hb: 14.1 g/dL, MCV: 94 fL, WBC: 10500/
μL, platelet 163000/ μL ve Rtc: %1 olan hastanın periferik yayma incelemesinde eritrositlerde anizopoikilositoz
ve makroovalositoz, nötrofillerde ise hipersegmentasyon
saptandı. Serum folat düzeyi 7.4 ng/mL olan hastanın
vitamin B12 düzeyi 94 pg/mL olarak ölçüldü. Nakil öncesi ve nakil sonrası 1. yıl kontrolünde serum vitamin B12
düzeyleri normal olan hastada uzun süreli proton pompa
inhibitörü kullanımına bağlı gelişen vitamin B12 eksikliği düşünüldü. İdrarda MMA negatif olan hastanın serum
homosistein düzeyleri normal, intrensek faktör blokan
antikor negatif ve spinal MR incelemesi normal olarak
bulundu. Lansoprazol tedavisi kesildikten sonra yakınmaları 2 hafta içerisinde düzelen hastanın 1 ay sonraki
tam kan incelemesinde MCV değeri 84 fL, periferik yayma
incelemesi normal ve serum vitamin B12 düzeyi 164 pg/
mL olarak saptandı.
Sonuçlar:
Tartışma: Erişkinler üzerinde yapılan birkaç araştırmada uzun süreli H2 reseptör antogonisti ya da proton pompa inhibitörü kullanımının vitamin B12 eksikliği
gelişme riskini artırdığı, 12 aydan uzun süreli kullanımlarda bu riskin çok daha belirgin olduğu gösterilmiştir.
Sonuç olarak proton pompa inhibitörlerinin uzun
süreli kullanımlarına bağlı olarak vitamin B12 eksikliği gelişebileceği unutulmamalı, hastaların serum vitamin B12 düzeyleri düzenli aralıklarla kontrol edilmelidir.
Bildiri: 0267
Poster No: P115
TALASEMİ MAJORLU HASTALARDA KARDİOLOJİK
FONKSİYONLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ. Yavuz
Delibaş1, Kazım Öztarhan2, Gönül Aydoğan1, Erkut
Öztürk1, Zafer Şalcıoğlu1, Ferhan Akıcı1, Hülya
Sayılan Şen1, Arzu Akçay1, Deniz Tuğcu1, Nuray
Aktay Ayaz1, Aysel Kıyak3. 1İstanbul Bakırköy Kadın ve
Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk
Hematoloji-Onkoloji Kliniği, 2İstanbul Bakırköy Kadın
ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Çocuk Kardiyoloji Kliniği, 3İstanbul Bakırköy Kadın ve
Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk
Nefroloji Kliniği
Amaç: Kan transfüzyonu ve şelasyonun temel tedavi yöntemi olduğu Talasemi Majorda, kardiak komplikasyonlar önemli mortalite ve morbidite nedenidir. Kardiak
fonksiyon bozukluğunun nedenleri, kronik hemolitik
anemiye bağlı ventriküler kontraktilite ve kalp debisinde
artış, ventriküllerde genişleme gibi bulgular ile demir birikimidir. Hastalar genellikle şelasyon tedavisindeki gelişmelere rağmen transfüzyona bağlı demir birikimi sonucu
kardiak sorunlarla kaybedilmektedir.
Yöntemler: Çalışmamızda toplam 60 talasemi majorlu hasta ferritin değerlerine (<1500 ng/ml, 1500-2500
ng/ml, >2500 ng/ml), sol ventrikül kitle indekslerine, sol
ventrikül diastolik ölçümlerine, 24 saatlik holterde ektopi
varlığına göre gruplandırıldı ve bu gruplardaki hastalarda
sol ventrikül sistolik, diastolik fonksiyonları ve düz EKG
ile 24 saatlik ritm holterindeki veriler değerlendirilerek
erken kardiak bozulmanın varlığı ve hangi fonksiyonların
erken kardiak bozulmanın işareti olabileceği araştırıldı.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Sonuçlar: Ferritin değerlerine göre <1500 ng/ml,
1500-2500 ng/ml ve >2500 ng/ml olarak gruplandırılan
hastalarda kardiak fonksiyon bozukluğu (sistolik, diastolik) ile ferritin değerleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Diastolik fonksiyonlarda, diastolik ve restriktif değişme saptanan hastalarda sistolik fonksiyonlarda
bozukluk saptanmamıştır. Çalışmada erken demir birikiminini göstermede en erken saptanan patolojinin kalp
hızı değişkenlerinde olduğu ortaya konmuştur.
Tartışma: Talasemi majorlu hastalarda aritmi ile başlayan ve kalp yetersizliğine doğru giden kardiak etkilenme olmaktadır. Ferritin değerlerinin kardiak demir birikimiyle korele gitmediğini gösteren değişik çalışmalar vardır. Bizim çalışmamızda da kardiak fonksiyon bozukluğu ile ferritin değerleri arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. Kalp hızı değişkenlerinin erken bozulması aritmiye eğilimi belirgin olarak arttırmaktadır. Bu çalışmanın
erken demir birikimini göstermede yardımcı olan T2*ile
birleştirilmesi erken tanı açısından çok değerli olacaktır.
Bildiri: 0176
Poster No: P116
BETA TALASEMİ MAJOR VE TAŞIYICI HASTALARIN SOL
VENTRİKÜLER FONKSİYONLARININ DOKU DOOPLER
EKOKARDİYOGRAFİ İLE DEĞERLENDİRİLMESİ.
Yasemin Işık Balcı1, Dolunay Gürses2. 1Pamukkale
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematolojisi, Denizli,
2
Denizli Devlet Hastanesi Çocuk Kardiyolojisi, Denizli
Amaç: Talasemi major(TM), hastalarının en önemli ölüm nedeni kardiyak fonksiyon bozukluğudur.Doku
Doopler Ekokardiografi, miyokardın sistolik ve diastolik fonksiyonlarını değerlendiren yeni bir yöntemdir.Bu
çalışmanın amacı, demir birikiminin ventriküler fonksiyonlar üzerindeki etkisini konvansiyonel ve doku doopler
ekokardiografi ile araştırmak, sağlıklı çocuk ve talasemi
taşıyıcıları(TT) ile karşılaştırmaktır.
Yöntemler: Çalışmaya 29 TM(Grup 1), 28 TT(Grup 2)
ve 29 sağlıklı çocuk(Grup 3) alındı. Hastalar ve kontrol
grubu 2D, M-mode doopler ve doku doopler ekokardiografi ile incelendi.
Sonuçlar: Her 3 grup arasında yaş, cinsiyet, ağırlık,
sol ventriküler diastol sonu çap, sol ventriküler posterior
duvar diastol sonu kalınlık, interventriküler septum diastol sonu kalınlık, sol atrium diastol çapı ve ejeksiyon fraksiyonu açısından fark yoktu. TM hastalarında sağ ventrikül E/A oranı düşük bulundu(Et/At: 1.4±0.4 /1.8±0.5
/ 1.7± 0.4, p<0.001). TM hastalarında doku doopler ekokardiografi ile geç relaksasyon pik hızı sol ventrikül(Adm:
10±3.4 / 6.9±1.7 / 7.2±1.2), interventriküler septum (Adi:
8.4±2.4 / 5.9±1 / 6.2±1) ve sağ ventrikül (Adt: 13.7±2.9
/ 9.2±1.8 / 10.5±2.3) yüksek bulundu(p<0.001). TM hastalarında erken dönemden geç döneme dek relaksasyon hız oranı sol ventrikül(Edm/ Adm !.8±0.2 / 2.5±0.5
/ 2.7±0.4), interventriküler septum (Edi /Adi: 1.6±0.4 /
2.5±0.5 / 2.5±0.6) ve sağ ventrikül(Edt(Adt: 1.2±0.2 /
1.9±0.3 / 1.8±0.3) düşük bulundu(p<0.001).TM hastalarında sol ventrikül erken pik hız oranı (E/Edi: 7.5±1.5 /
6.8±1.3 / 6.5±1.2) yüksek bulundu(p<0.01).
Tartışma: Bulgularımız, TM hastalarında diastolik
fonksiyonların TT ve sağlam çocuklara göre önemli oranda bozulduğunu göstermiştir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0225
Poster No: P117
ORAK HÜCRE HASTALIKLARINDA ÇOĞU ZAMAN
MORTALİTEYİ TEK BİR SEBEBE BAĞLAMAK
OLDUKÇA GÜÇTÜR. Mehmet Rami Helvacı, Hasan
Kaya, Hatice Rızaoğlu, Filiz Ertekin, Gamze Hande
Kavvasoğlu. Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hatay
Amaç: Orak hücre hastalıkları (OHH), orak hücreli
anemi (Hb SS), orak hücre-hemoglobin C, orak hücrebeta talasemi ve orak hücre-alfa talasemi hastalıklarını içeren bir kronik hemolitik anemi grubudur. Bunlar
hemoglobin S’in (Hb S) homozigot kalıtımı sonucu gelişen orak şeklini almış eritrositlerin varlığı ile karakterizedir. Hb S’in beta zincirinin altıncı noktasındaki glutamik asidin yerini daha az polar bir aminoasit olan valin
almıştır. Değişik stres şartlarında valin, Hb S’in polimerizasyonuna neden olmakta ve bunun sonucunda eritrositler elastik yapılarını kaybederek orak şeklini almaktadır. Eritrositlerin elastik yapılarını kaybetmesi hastalığın temel patolojisini oluşturmaktadır ki normalde eritrositler kılcal damarlardan kolaylıkla geçebilecek şekilleri kolaylıkla alabilmektedir. Bu oraklaşmış eritrositlerin neden olduğu damar tıkanıklıkları neticesinde gelişen
doku iskemisi ve nekrozları hastalığın nihayi sonucunu
oluşturmaktadır.
Yöntemler: Mart 2007 ile Ağustos 2010 tarihleri arasında Hematoloji Servisimiz tarafından takip edilen tüm
OHH vakaları çalışıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya 160 OHH vakası (77’si bayan)
alındı. Bay ve bayan hastaların ortalama yaşları sırasıyla 29.6 ± 9.6 (16-54) ve 27.4 ± 9.9 (14-59) seneydi.
Hastaların 131’i Hb SS, 23’ü orak hücre-beta talasemi
ve altısı orak hücre-alfa talasemi hastasıydı. Takip süresi zarfında dördü bayan olmak üzere toplam sekiz hasta
kaybedildi. Kaybedilen bay ve bayan hastaların yaş ortalamaları sırasıyla 28.5 ± 8.3 (19-39) ve 35.2 ± 16.5 (1954) seneydi ve hastaların tamamı Hb SS’ti. Kaybedilen bu
sekiz hastanın tamamında çeşitli enfeksiyonların tetiklediği sepsis ölüm nedeniydi, ancak hastaların ikisinde ileri
pulmoner hipertansiyon, ikisinde hemolitik kriz ve ikisinde de karaciğer yetmezliği kliniği sepsise eşlik etmekteydi. Diğer taraftan, iki hastada serebral kanama, iki hastada kronik serebral iskemi ve enfarkt, 19 hastada femur
başı avasküler nekrozu, bir hastada omuz ve bir hastada
diz avasküler nekrozu, 21 hastada kronik böbrek hastalığı, üç hastada son dönem böbrek yetmezliği, iki hastada konjestif kalp yetmezliği, üç hastada OHH dışında herhangi bir etiyolojik nedene bağlanamayan karaciğer sirozu, sekiz hastada açık ayak yarası, üç hastada alt ekstremite derin ven trombozu, iki hastada bronşektazi, bir
hastada kronik obstrüktif akciğer hastalığı, üç hastada
yaygın diş kaybı, bir hastada evre 2 orak hücre retinopatisi, 33 hastada kolelitiasis ve iki hastada koledokolitiasis tespit edildi. Ayrıca 43 hastada kolesistektomi, 14
hastada splenektomi, 12 hastada tonsilektomi, 12 hastada total kalça replasmanı, altı hastada apendektomi, yedi
hastada apse drenajı operasyonu, dört hastada osteomiyelit operasyonu, ve bir hastada da priapizm için operasyon tespit edildi.
Tartışma: OHH neredeyse vücudun tüm organ sistemlerini etkileyebilen bir sistemik olaylar şelalesidir ve
birçok klinik bulguyla karşımıza çıkabilmektedir. Bu
sebeple ölüm vakalarında çoğu zaman ölüm nedeni olarak tek bir sebep göstermek oldukça güçtür.
91
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0237
Poster No: P118
TALASEMİ İNTERMEDİALI HASTALARIN İZLEMİNDE
KLİNİK
VE
LABORATUVAR
BULGULARININ
DEĞERLENDİRİLMESİ. Berna Atabay1, Özlem Tüfekçi2,
Meral Türker1, Şebnem Yılmaz2, Salih Gözmen2, Tuba
Hilkay Karapınar2, Hale Ören2, Gülersu İrken2. 1Tepecik
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Hematolojisi Kliniği,
İzmir, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Hematolojisi Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Talasemi intermedia, talasemi major ve asemptomatik taşıyıcılık arasında değişken klinik özellik gösteren talasemi hastalarının oluşturduğu gruptur. Heterojen
klinik özellikleri ve genotip-fenotip ilişkisinin tam belirlenememesinden dolayı bu hastaların izlem ve tedavilerinde yol gösterecek net kılavuzlar bulunmamaktadır.
Bu çalışmada Talasemi intermedia tanısı ile takip edilen
hastaların klinik, laboratuvar ve demografik özelliklerinin retrospektif olarak incelenmesi, genotip-fenotip ilişkisinin araştırılması ve mevcut izlem ve tedavi yaklaşımlarının gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi ve İzmir
Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Hematoloji
Kliniklerinde 1993-2010 yılları arasında talasemi intermedia tanısı ile izlenen 46 hastanın kayıtları retrospektif
olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: Çalışmadaki 46 hastadan 34’ü (%73,9)
kız, 22’si (%26) erkekti. Tanı yaşı ortalama 4 yaş, ortanca 3 yaş (13-228 ay) idi. Hastaların ortalama izlem süresi 10 yıldı. Hastaların %82’si herhangi bir klinik yakınma ile başvurduklarında tanı almışken, %13’ü aile taraması nedeni ile, %4’ü de klinik yakınma olmaksızın anormal Hb değeri ile başvurduklarında tanı almıştı. İlk başvuru anındaki en sık klinik yakınma solukluktu (%75).
Tanı anında 41 hastadan %77’sinde iskelet değişikliği, 39 hastadan %46’sında hepatosplenomegali mevcuttu. Tanıdaki ortalama Hb değeri 7,13g/dL, ortalama
HbF değeri %65, ortalama HbA2 değeri %3,64’tü. En sık
rastlanan mutasyonlar sırasıyla IVS-I-110, IVS-I-6, IVSII-1 ve FSC 8/9’du. Hastaların %92’si en az bir kez kan
transfüzyonu almışken, %8’i hiç transfüzyon almamıştı.
İlk transfüzyon yaşı ortalama 4,8 yaş, ortanca 3,5 yaştı
(12-300 ay). Hastaların %74’ü düzenli olarak transfüzyon
alıyorlardı. Düzenli transfüzyonun ilk başladığı yaş ortalama 5,6 yaş, ortanca 4,1 yaş (12-408 ay) idi. İzlemde %
48 hastada komplikasyon gelişti. Gelişen en sık komplikasyonlar sırası ile osteopeni /osteoporoz (%34), büyüme geriliği (%24), hipogonadizm (%18), kardiyomiyopati
(%12) idi. 46 hastadan 25’ine splenektomi yapıldı (%54).
Tanı yaşı ile başvurudaki iskelet değişiklikleri ve düzenli transfüzyon ihtiyacı arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı. İlk transfüzyon yaşı, düzenli transfüzyon ihtiyacı,
transfüzyon sıklığı ile büyüme geriliği gelişmesi arasında
anlamlı bir ilişki saptanmadı. Tanı yaşı ile başlangıç ferritin değerleri arasında güçlü bir ilişki saptandı; tanı yaşı
arttıkça ferritin değeri daha yüksek bulundu. Tanı yaşı,
ilk transfüzyon yaşı, HbF değeri, düzenli transfüzyon ihtiyacı, tanı anında iskelet değişiklikleri ile beta globin gen
mutasyonları arasında anlamlı ilişki bulunmadı.
Tartışma: Talasemi intermedia gibi heterojen kliniği
olan hastaların izlem ve tedavisinde daha net kılavuzların oluşturulması, komplikasyonların önlenmesi ve erken
tedavisi açısından yararlı olacaktır.
92
Bildiri: 0107
Poster No: P119
TİAMİN CEVAPLI MEGALOBLASTİK ANEMİ OLGU
SUNUMU. Ali Bay1, Mehmet Keskin1, Şamil Hızlı1,
Hatice Uygun1, Alper Dai1, Fatma Gumruk2. 1Gaziantep
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Kliniği,
2
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji
Kliniği
Tartışma: Tiamine Yanıtlı Megaloblastik Anemi
Sendromu (TRMA) tiamin taşıyan proteinleri kodlayan
SLC19A2 genindeki bozukluk nedeniyle oluşan, otosomal resesif kalıtım gösteren nadir bir hastalıktır. Akraba
evliliklerinin sık görüldüğü yerlerde daha fazla görülen
bu sendromda klinik bulgular infant döneminden adolesan döneme kadar herhangi bir dönemde ortaya çıkabilir. Burada anemi ve trombositopeni nedeniyle kliniğimize başvuran ve incelemeler sonucu TRMA tanısı konan
5 aylık erkek hastayı nadir görülmesi nedeniyle sunduk.
Kliniğimize solukluk yakınması ile başvuran 5 aylık
erkek hastanın öyküsünden anne babası amca çocukları
olan ailenin 3. çocuğu olduğu, doğumdan sonra 3. ayda
solukluğunun fark edildiği öğrenildi. Anne babası ve diğer
kardeşlerinde anemi saptanmayan hastanın fizik muayenesinde cilt ve mukozalar belirgin soluktu, kalp taşikardik ve karaciğer kot altında 2 cm palpabl idi. Laboratuar
incelemesinde; Hb: 5.8gr/dl, MCV 100fl, BK: 6400/mm3
ve trombosit: 164.000/mm3, retikülosit: %1 ve periferik
yaymada belirgin makrositler izlendi. Serum vitamin B12
ve folat seviyesi normal sınırlarda olan hastanın kemik
iliği aspirasyonunda belirgin megaloblastik değişiklikler
izlendi. Eritrosit suspansiyonu (ES) verilen hastanın 20
gün sonraki kontrolünde hemoglobin değerinin yine düştüğü ve trombositopenisinin geliştiği görüldü. Aylık olarak ES ve 10 günde bir trombosit aferezi verilerek takip
edilen hastanın ilk başvurudan 3 ay sonra kan şekerinde yükselme saptandı ve diabetes mellitus tanısı kondu.
Megaloblastik anemi ile Diabet mellitus birlikteliğinde
hastanın TRMA olabileceği düşünüldü ve hastaya tiamin
100 mg/gün başlandı ve mutasyon saptanması için kan
gönderildi. Hastanın 1 ay içinde insülin ihtiyacı kalmadı ve tiamin başlandıktan sonra ES ve trombosit suspansiyonu verilme ihtiyacı olmadı. SLC19A2 gen mutasyonu
pozitif gelen hastaya TRMA tanısı kondu.
Sonuç olarak özellikle akraba evliliğinin sık olduğu
bölgelerde nedeni belli olmayan megaloblastik anemilerde TRMA’nın akılda tutulmalıdır.
Bildiri: 0378
Poster No: P120
KRONİK HASTALIK ANEMİSİ İLE BAŞVURAN VE PET
CT İLE DEV HÜCRELİ ARTERİT TANISI KOYULAN
BİR OLGU. Ahmet Durmuş, Ahmet Murat Gençer.
Numune Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Hematoloji,
Romatoloji,Trabzon
Amaç: Kronik hastalık anemisi; kronik enflamasyon
ile seyreden hemen tüm hastalıklarda görülebilen demir
eksikliğinden sonra ikinci en sık anemi sebebidir. Bu tür
anemiye inflamatuar sitokinler, azalmış eritrosit ömrü,
azalmış eritropoetin sentezi, kemik iliği yanıtında yetersizlik, demir transferinde blokaj gibi etkenler sebep olabilir. Tedavide esas alttaki hastalığın tedavisidir. Burada
ateş, halsizlik, zayıflama şikayeti ile başvuran ve PET CT
ile Dev Hücreli Arterit tanısı koyduğumuz ve görüntülemeleri ile de ilginç olduğunu düşündüğümüz olguyu sunduk. Yukarıda belirtilen yakınmalar ile hematoloji kliniğine yatırılan 76 yaşındaki erkek hastanın fizik muayenesinde önemli özellik yoktu. Yapılan tetkiklerde Hb 9 g/dl,
demir 4 μg/dl, total demir bağlama kapasitesi 204 μg/dl,
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
ferritin 1290 ng/ml, B12 123 ng/ml, folik asit 3.98 ng/
ml, sedim 120 mm/h, kreatinin 1.6 mg/dl, CRP 14 mg/
dl tespit edildi. Periferik yaymada rulo formasyonu dışında
özellik yoktu. Bu bulgular ile hastada kronik hastalık anemisi düşünüldü. Globulin artmış olan hastanın Multiple
myeloma açısından bakılan immunoglobilinlerde poliklonal gammopati izlendi. Üst ve alt GİS endoskopisi yapıldı normal bulundu. Batın-Toraks CT’leri çekildi patoloji
izlenmedi. Bundan sonra hastaya kemik iliği aspirasyonbiyopsisi yapıldı ve patoloji tespit edilemedi. Genel durum
orta olan hastada yer yer ateşler olmakta idi. Alınan kültürlerde üreme olmadı. Takip sırasında Hb daha da düşüp
semptomatik hale gelen hastaya 2 ünite eritrosit süspansiyonu transfüzyonu yapıldı. Hastaya PET CT çekildi. PET
CT’de her iki karotid arter, her iki suklavian arter, her
iki aksillar arter, asendan aorta, desendan aorta, arkus
aorta, abdominal aorta, her iki kommon iliak arter ve her
iki femoral arter boyunca diffüz hafif-orta derecede artmış PDG tutulumu izlendi. Büyük arter vaskülitleri açısından klinik değerlendirme önerildi. Bunun üzerine hastaya romatoloji konsültasyonu istendi. Romatoloji değerlendirmede eklemlerde ağrı, şişlik, ısı artışı, sabah tutukluğu, yüzde kelebek tarzı döküntü öyküsü, fotosensitivite, ağız kuruluğu, gözlerde yanma-batma-kaşıntı öyküsü
yoktu. Muayenesinde artrit, temporal hassasiyet yoktu ve
tüm nabızlar normal alınıyordu. Bu bulgular ile romatoloji hastada Dev hücreli Arterit düşündü ve düşük doz (20
mg/gün) metil prednizolon başlandı. Tedavi sonrası kısa
sürede hastada klinik durumda belirgin düzelme, laboratuar değerlerinden sedimantasyon ve CRP’de düşme oldu,
Hb normal değerlere çıktı ve kreatinin 1.3 gr/dl’ye geriledi.
Hastanın halen takip ve tedavisi devam etmektedir.
Bildiri: 0278
Poster No: P121
TRANSFÜZYONAL
HEMOSİDEROZU
BULUNAN
HASTALARIMIZDA
MİYOKARDİYAL
T2*
MRI
ÖLÇÜMLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ:
İLK
SONUÇLAR. Hülya Sayılan Şen1, Nuray Aktay Ayaz1,
Arzu Akçay1, Deniz Tuğcu1, Kazım Öztarhan2, Gülal
Bağbancı Karşenas3, Önder Kırdar3, Ender Uysal3,
Ferhan Akıcı1, Gönül Aydoğan1, Zafer Şalcıoğlu1.
İstanbul Bakırköy Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Çocuk Hematoloji-Onkoloji Kliniği,
2
İstanbul Bakırköy Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Çocuk Kardiyoloji Kliniği, 3İstanbul
Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Kliniği
Amaç: Transfüzyonel demir yığışımı bulunan hastalarda birincil ölüm nedeni olarak kalple ilgili komplikasyonlar bildirilmektedir. Bu riski tanımlamada ve değerlendirmede günümüze dek kullanılan yöntemlerin yetersizliği hep vurgulanmıştır. Serum Ferritin düzeyi, elektrokardiyografi, ekokardiyografi, tomografi ve magnetik
rezonans tetkikleri kalpteki demir yığışımını göstermede yetersiz tetkikler olarak belirtilmelidir. 2000’li yıllardan itibaren miyokardiyal T2* MRI ölçümü kalpteki demir
yığışımını objektif olarak gösteren ve hastanın prognozunu belirleyen kritik bir ölçüm olarak sık uygulanır olmuştur. Merkezimizde izlenen ve kronik transfüzyon gereksinimi olan hastalarımıza ait ilk T2* MRI ölçümleri ile hastalarımızın miyokardiyal demir yığışımlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Aralık 2008 ile Temmuz 2010 arasında yapılan T2* ölçümleri yanında hastalara ait diğer
bulgular ve tedavi rejimleri de gözden geçirilmiştir.
Yöntemler: Değerlendirilmeye alınan 72 hasta; 61
Talasemi Major, 4 Fanconi Aplastik Anemisi, 2 Talasemi
İntermedia, 2 Sideroblastik Anemi, 2 Herediter Sferositoz
1
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
ve bir Saf Eritrositer Anemi olgusundan oluşmaktadır.
Hastaların 32’si erkek (% 44.4), 40’ı kızdır (%55.6). Yaş
dağılımı 8-23 yıl arasında değişmekte olup ortalama 14.2
±2.1 yıldır.
Sonuçlar: T2* değerleri 5 hastada 10 msn’den düşük
(% 7), 40 hastada 10-20 msn arasında (% 55.5) ve 27 hastada 20 msn’den büyük (% 37.5) olarak bulunmuştur.
T2* değeri 10 msn’den düşük bulunan hastaların hepsi
Talasemi Major olgularıdır.
Tartışma: T2* ölçümlerinin elde edildiği dönemde
hastalarımızın tedavileri gözden geçirildiğinde hastaların
% 46’sının Desferrioksamin+Deferipron kombinasyonu,
%33.3’ünün Desferrioksamin ve % 16.7’sinin Deferasirox
ile şelasyon tedavisi aldığı anlaşılmıştır. Üç hastada
şelasyon uygulanmamaktadır. Bildirimizde demir yığışımı bulanan hastalarda T2* ölçüm sonuçlarının şelasyon tedavi seçimlerine etkisi ve prognostik önemi tartışılmaktadır.
Bildiri: 0240
Poster No: P122
SAMSUN İLİNDE 2-5 YAŞ ARASI ÇOCUKLARDA DEMİR
EKSİKLİĞİ ANEMİSİ PREVELANSI. Özlem Çakmak
Yılmaz, Davut Albayrak. Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi
Amaç: Demir eksikliği anemisi (DEA), tüm dünyada
çocukluk çağının en sık görülen sağlık sorunlarından biridir. Uzun dönem etkileri düşünüldüğünde sadece bireysel
değil toplum sağlığı açısından da gerekli önlemlerin alınması önemlidir. Korunma yaklaşımını belirlemek için toplum
tarama çalışmalarına ihtiyaç vardır. Bu çalışma Samsun il
merkezi ve merkez köylerde 2-6 yaş arası çocuklarda demir
eksikliği anemisi prevalansını belirlemeyi amaçlamıştır.
Yöntemler: Çalışmaya 01.09.09- 31.12.09 tarihleri arasında Samsun il merkezi ve merkez köylerde yaşayan sağlıklı görünümlü 169’u kız, 185’i erkek toplam 354
çocuk dahil edildi. Çocukların tam kan sayımları, serum
demir ve demir bağlama kapasiteleri ve ferritin düzeyleri ölçüldü.
Sonuçlar: Olguların ortalama hemoglobin değeri
12.1±0,85 gr/dl, kızların Hb ortalaması 12,1±0,84 gr/
dl, erkeklerin Hb ortalaması 12,18±0,85 olarak saptandı.
Çalışmamızda DEA prevalansı %20, DE prevalansı %28
olarak saptandı. Kızlarda demir eksikliği anemisi oranı
%21,9 iken, erkeklerde bu oran %18,4 idi. Yaş gruplarına göre değerlendirildiğinde 2–4 yaş arasındaki çocuklarda
DEA prevalansı %20,6, 5–6 yaş arasında %18,8 saptandı.
Yaşanan bölgeye göre şehir merkezi, gecekondu mahalleleri
ve merkez köyler karşılaştırlıdığında DEA görülme oranları
sırasıyla %24,2, %17,7 ve %16,1 olarak saptandı.
2004 yılından itibaren 4 ay-1 yaş arası süt çocuklarına ücretsiz olarak uygulanan oral demir profilaksisi kullanımı çalışma grubunda sorgulandı. Çalışmaya katılan
354 çocuğun %28’i demir profilaksisi almamışken %72’si
demir profilaksisi almıştı. Profilaksi alan çocukların
%17’sinde DEA, %27,6’sında DE saptanırken almayan
çocukların %21,2’sinde DEA, %29’unda DE saptandı.
Tartışma: Sonuç olarak yaptığımız bu kesitsel çalışma ulusal önlemlere rağmen DEA’nin halen önemli bir
çocuk sağlığı sorunu olmaya devam ettiğini göstermektedir. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi tedavi ve
koruma için demir kullanımına rağmen kabul edilemez
bir oranda yüksektir. Koruma için verilen demire uyum
azdır. Bu nedenle gerekli yeni önlemlerin alınarak beslenmenin düzenlenmesi ve hayatın ilk 4-24 ayı arasında profilaktik demir kullanımının yaygınlaştırılmaı büyük önem
taşımaktadır.
93
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0322
Poster No: P123
TALASEMİLİ
ÇOCUKLARDA
DEFERASİROKS
KULLANIMI: ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ
DENEYİMİ. Hatice Emel Özyürek1, Davut Albayrak1,
Dilşad Koca1, Tunç Fışgın1, Feride Duru1, Metin
Sungur2, Murat Danacı3, Canan Albayrak1. 1Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Bilim
Dalı, Samsun, 2Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Pediatrik Kardiyoloji Bilim Dalı, Samsun, 3Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Ana Bilim Dalı,
samsun
Amaç: Demir şelasyon tedavileri ile talaseminin prognozunda önemli oranda iyileşme olmuştur. Son yıllarda
yeni geliştirilen demir şelatörleri ile hem tedaviye uyum
artmış, hem de demir yükünün daha kolay kontrol altına alındığı bildirilmektedir. Bu çalışmada deferasiroks
tedavisi alan talasemili hastalarımızla ilgili deneyimimizi sunduk.
Yöntemler: Deferasiroks kullanan hastalarımızın bilgileri geriye dönük olarak çıkarıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya deferasiroks tedavisi alan beş
talasemi majör, bir talasemi intermedialı çocuk alındı.
Hastaların yaşları 7 ile 18 yıl arasında olup, üçü kız üçü
erkekti. Hastalarımız deferasiroksu 327 ile 816 gün kullandılar. Hastalarımızın kalp fonksiyonları ekokardiyografi ile düzenli olarak takip edilirken, karaciğer demir
yüküde magnetik rezonans görüntüleme ile iki defa
değerlendirildi. İlaç 20 mg/kg/gün dozunda başlanarak,
talasemi majörlü hastalarımızda 1-10 ay sonra 30 mg/
kg/gün dozuna çıkılırken, talasemi intermedialı hasta 20
mg/kg/gün dozunda devam edildi. Talasemi intermedialı
hasta ile iki talasemi majörlü hastamızda ferritin düzeyleri ilk altı aydan sonra, düştü. Diğer iki hastamızın, birinde ferritin 2000-2500 ng/ml seyrettiği için ilaç dozu 35
mg/kg/gün dozuna, diğerinde ise ferritin 3500 ng/ml
üzerinde seyrettiği için doz 40 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Bu yüksek dozlardan sonra bu iki hastamızda da ferritin düzeyleri 2000 ng/ml’in altına indi. Bütün hastalarımızda tedaviye uyum tamdı. Sadece bir hastamızın ilacın ilk başlandığı hafta bildirdiği bulantı, kusma dışında
bir yan etki görülmedi.
Tartışma: Sonuç olarak, deferasiroks talasemili
çocuklarda, hastalarımızda olduğu gibi güvenle kullanılabilir
Koagülasyon ve Fibrinoliz Bozuklukları
Bildiri: 0147
Poster No: P124
ENDOTELİAL MİKROPARTİKÜLLER İLE TROMBİN
JENERASYON TESTİNİN PEDİATRİK OBEZ OLGULARDA
İNCELENMESİ. Yonca Eğin1, Nejat Akar1, Gönül Öcal2,
Merih Berberoğlu2, Bülent Hacıhamdioğlu2, Şenay
Savaş Erdeve2, Zeynep Şıklar2. 1Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Çocuk Genetik Hastalıkları Bilim Dalı, Ankara,
2
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrin
Hastalıkları Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Mikropartiküllerin, salındığı hücre tipine göre
vasküler sistem ve enflamasyon üzerine aktif biyolojik
etkileri vardır. Mikropartikül düzeyleri ile birlikte trombin oluşumunun ölçümü bu mikropartiküllerin düzenlediği koagülasyon sürecinin ölçümünü sağlar.
Obezite, tromboz açısından fizyolojik edinsel bir
risk faktörüdür. Obezitede hiperkoagulabilite eğiliminin çocukluk döneminden itibaren risk oluşturma olasılığı yüksektir. Koagulasyonun pek çok basamağını
94
denetleyen trombin jenerasyon testi (TGT) ve trombin oluşumunda önemli rol oynayan mikropartikül düzeylerinin
ölçümü de bu sorunu ortaya koymada önemli bir yol gösterici olduğu düşünülmektedir.
Ateroskleroz oluşumu, hiperhomosistenemi gibi vasküler hasarlar vererek erişkin dönemde morbidite ve
mortaliteyi etkiliyen obezitenin özellikle erken yaşlarda
tromboz açısından gelişebilecek risk faktörlerini saptamak ve ileride gelişebilecek risklere karşı dikkat çekmek
amacıyla bu çalışma planlanmıştır.
Yöntemler: Bu çalışmaya, ortalama yaşları 11,3
olan 120 obez hasta ve ortalama yaşları 11,2 olan 38
kontrol dahil edilmiştir. Dahil edilen hasta ve kontrol grubu örnekleri sitratlı tüpe alınarak, -80°C’de saklanmıştır. Plazma örnekleri; STA-PROCOAG-PPL KİTİ
(DIAGNOSTICA STAGO S.A.S., FRANSA) kullanılarak
mikropartikül düzeyleri, START4 Cihazı (FRANSA) tarafından pıhtılaşma süresi ölçülerek değerlendirilmiştir. Ayrıca Thrombin Generation Kitleri (DIAGNOSTICA
STAGO S.A.S., FRANSA) kullanılarak, Calibrated
Automated Trombogram sistemi ile (Thrombinoscope bv,
Thermo Electron Corporation, Hollanda) trombin jenerasyonu değerlendirilmiştir. Çalışmanın teknik altyapısı
Albio Firması tarafından desteklenmiştir
Sonuçlar: Obez hasta grubunda, endotelial mikropartikül salınımı kontrol grubuna göre yüksek bulunmuştur (p<0.01). Trombin oluşturma potansiyeli incelendiğinde reaksiyonun başlama süresi kısalmış, pikin tepe
noktasına ulaşma süresi kontrol grubuna göre kısalmış
ve trombin oluşumu süresi de yine kontrol grubuna göre
daha kısa sürede gerçekleşmiştir (p<0.01). ETP düzeyleri
yüksek bulunmuştur. Mikropartikül salınımının artması,
trombin jenerasyonunun süresini kontrol grubuna göre
obez hastalarda kısaltmıştır. (Tablo: 1)
Tartışma: Yapılan çalışmalarla obez hastalarda tüm
protrombotik faktörlerin (fibrinojen, vonWillebrand
Faktör VII) yükselmesi, PAI-1’in uyarıcı etkisi ile intörlekin-6 ve TNF-Alfa miktarının artması, endotel disfonksiyonu ve koagülopati ilişkisini göstermektedir. Ayrıca obez
hastalarda yüksek homosistein düzeyi de yine endotel
hasarına yol açarak mikropartikül düzeyini kontrol grubuna göre arttırmıştır.
Yüksek mikropartikül salınımı, ETP reaksiyonu başlama zamanlarını kısaltmış(Lag Time), ETP düzeylerini
arttırmıştır. Mikropartikül salınım düzeyinin belirlenmesi tromboz riskinin belirlenmesinde önemli bir veri olarak
dikkati çekmektedir.
Obez çocuklarda artmış mikropartikül düzeyi ve
kısalmış trombin jenerasyon zamanı gelişebilecek tromboz riski açısından bir veri olarak karşımıza çıkmaktadır
Tablo 1.
Obez (n: 120)
Mikropartikül oluşum
süresi(sn)
Lag time
26,41
Kontrol (n: 38)
P değeri
90,36
<0.01
<0.01
3,01
5,31
ETP
1903,302
1704,32
0.039
Peak
418,62
321,58
<0.01
tt Peak
5,54
8,54
<0.01
start tail
18,48
26,43
<0.01
Mikropartikül salınımı ve Trombin Jenerasyon Düzeylerinin (Lag Time: Pikin başladığı zaman, ETP: Endojen
Trombin Potansiyeli, Peak: Pikin yüksekliği, tt Peak: Pike kadar olan zaman,Start Tail: Kuyruğun başladığı
zaman) Hastalık ve Kontrol Gruplarında Dağılımı
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0457
Poster No: P125
Tablo 1. FVL (+/+) 57 hasta ve 7 sağlıklı bireyde ilgili gen değişimlerinin genotip
ve allel dağılımları.
FV GENİNDE YER ALAN POLİMORFİZMLERLE
HAPLOTİPLERİN
OLUŞTURULARAK
FVL
HOMOZİGOTLUĞUNDA
TROMBOZ
OLUŞUMUNA
ETKİLERİNİN BELİRLENMESİ. Ayşenur Öztürk1,
FV Geni
Muzaffer Demir2, Hakan Gürkan2, Hilmi Tozkır2,
Reyhan Diz Küçükkaya3, Ender Altıok4, Ferit Avcu5,
Solaf M. Elsayed6, Nejat Akar1. 1Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Çocuk Genetik Bilim Dalı, Ankara, 2Trakya
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Edirne, 3İstanbul Bilim
Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul, 4Acıbadem Hastanesi,
İstanbul, 5GATA, Ankara, 6Medical Genetics Center, Mısır
Amaç: Kan pıhtılaşma faktörü V (FV), hemostazda hem
prokoagülant hem de antikoagülant yolaklarda önemli bir
rol oynayan proteindir. Genetik ve edinsel bozukluklar, FV
molekülünün aktivitesini veya ekspresyon düzeyini etkileyerek trombotik veya hemorajik olaylara neden olabilmektedir. Bu çalışmada ise, FV geni promotorunda -426
G/A, 2. ekzonda A327G, 4. ekzonda G495A, 9. ekzonda
C1470T, 11. ekzonda G1806A, 13. ekzonda C2298T ve
A4070G polimorfizmlerinin, FVL mutasyonunu homozigot
olarak taşıyan, tromboz geçirmiş ve geçirmemiş bireylerde taranarak, haplotiplerin oluşturulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Genetik Bilim Dalı DNA bankasından, daha önce trombozun moleküler genetiği konusunda yaptığımız projelerle elde etmiş olduğumuz, Faktör V Leiden 1691 G-A
mutasyonunu homozigot olarak taşıyan toplam 64 bireye
ait örnekler çalışmaya dahil edilmiştir. FVL mutasyonu
Light Cycler (Roche, Almanya) cihazında real-time PCR
yöntemiyle saptanmıştır. FV geni ilgili promotor ve ekzonlar uygun primerler kullanılarak polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) yöntemiyle amplifiye edildikten sonra, -426
G/A-->MvaI (promotor), A327G-->AccI (ekzon 2), G495A->PstI (ekzon 4), C1470T-->EarI (ekzon 9), G1806A-->HphI
(ekzon 11), C2298T-->HinfI ve A4070G-->RsaI (ekzon 13)
restriksiyon endonükleaz enzimleri kullanılarak RFLP
yöntemiyle gen değişimleri taranmıştır.
Sonuçlar: BULGULAR: FVL (+/+) 7 sağlıklı bireyde,
-426A (promotor), 327G (ekzon 2) ve 495A (ekzon 4) allel
frekansları sırasıyla 0.2, 0.1 ve 0.2, 57 hastada ise sırasıyla 0.1, 0.1 ve 0.06 olarak bulunmuştur. 4070G (ekzon 13)
1 hastada rastlanırken C1470T (ekzon 9), G1806A (ekzon
11) ve C2298T (ekzon 13) gen değişimleri her iki grupta da
saptanmamıştır (Tablo 1). Haplotip olarak sınıflandırılma
yapıldığında 9 farklı grup oluşturulmuş ve dağılımlarına
bakıldığında ise haplotip 6, 7, 8 ve 9’un sadece hasta grubunda bulunduğu saptanmıştır (Tablo 2).
Tartışma: Bu çalışma THD tarafından desteklenmekte
olup, elde edilen ön bulgular FVL mutasyonunun 1470C,
1806G ve 2298C ile birlikte kalıtım gösterdiğini, ekzon 4
ile 9 arasında kırılma olabileceğini işaret etmektedir.
Not: Bu çalışma, Türk Hematoloji Derneği Araştırma
Projelerine Destek Programı kapsamında “F5 Geninde
Yer Alan Polimorfizmlerle Haplotiplerin Oluşturularak
FVL Homozigotluğunda Tromboz Oluşumuna Etkilerinin
Belirlenmesi” başlığı ile 2010-1 nolu proje olarak kabul
edilmiştir.
FVL (+/+)
Sağlıklı kontrol
n=7 (%)
FVL (+/+)
Hasta
n=57 (%)
-426 G/A
(promotor)
GG
4 (57.1)
46 (80.7)
GA
3 (42.9)
10 (17.5)
AA
-
1 (1.8)
A
3 (21.4)
12 (10.5)
A327G
(ekzon 2)
AA
6 (85.7)
45 (78.9)
AG
-
10 (17.5)
GG
1 (14.3)
2 (3.5)
G
2 (14.3)
14 (12.3)
G495A
(ekzon 4)
GG
4 (57.1)
50 (87.7)
GA
3 (42.9)
7 (12.3)
AA
-
-
A
3 (21.4)
7 (6.1)
C1470T
(ekzon 9)
CC
7 (100)
57 (100)
CT
-
-
TT
-
-
T
-
-
7 (100)
57 (100)
GA
-
-
AA
-
-
A
-
-
7 (100)
57 (100)
CT
-
-
TT
-
-
T
-
-
7 (100)
56 (98.2)
AG
-
1 (1.8)
GG
-
-
G
-
1 (0.9)
G1806A
(ekzon 11)
GG
C2298T
(ekzon 13)
CC
A4070G
(ekzon 13)
AA
Tablo 2. FVL (+/+) 57 hasta ve 7 sağlıklı bireyde haplotip dağılımı.
FV GEN DEĞİŞİMLERİ
Haplotipler
-426 G/A
A327G
G495A
C1470T G1691A
G1806A
C2298T
A4070G
(promotor) (ekzon2) (ekzon4) (ekzon9) (ekzon10) (ekzon11) (ekzon13) (ekzon13)
1
G
A
G
C
A
G
C
A
2
A
A
G
C
A
G
C
A
3
G
G
G
C
A
G
C
A
4
G
A
A
C
A
G
C
A
A
5
A
A
A
C
A
G
C
6
G
G
A
C
A
G
C
A
7
G
A
G
C
A
G
C
G
8
A
G
G
C
A
G
C
A
9
A
G
A
C
A
G
C
A
Haplotip 1-9 57 hastadaki, haplotip 1-5 ise 7 sağlıklı bireydeki kalıtım modelini göstermektedir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
95
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0192
Poster No: P127
Bildiri: 0293
Poster No: P128
REKOMBİNANT FAKTÖR VIII KULLANIMINA GEÇİLEN
AĞIR HEMOFİLİ-A HASTASI ÇOCUK VE GENÇLERDE
İNHİBİTÖR GELİŞME RİSKİNİN PROSPEKTİF OLARAK
ARAŞTIRILMASI: EGE DENEYİMİ. Kaan Kavaklı, Can
ERİŞKİN
AĞIR
HEMOFİLİK
HASTALARDA
ASEMPTOMATİK MİKROSKOPİK HEMATÜRİ SIKLIĞI
VE PROFİLAKSİ. Mahir Cengiz1, M. Cem Ar2, Ahmet
Bilim Dalı, İzmir
Amaç: İnhibitör gelişmesi hemofili-A (HA) tedavisinin en sık ve en ciddi tedavi komplikasyonudur. Akkiz
ve genetik risk çok sayıda risk faktörünün rolu olduğu
bilinmektedir. Rekombinant FVIII (rFVIII) kullanımı ile
inhibitör riskinin plazma kaynaklı FVIII’e (Plz-FVIII) göre
daha yüksek olduğu konusunda bazı yayınların olması
hemofili kamuoyunda tereddüt yaratmaktadır. Ülkemizde
2008’de piyasaya çıkan rFVIII preperatları (Recombinate/
Baxter ve Kogenate-Bayer) merkezimiz tarafından bebek
ve çocuk hastalarda giderek ön planda tercih edilmeye
başlanmış olup 2.5 yıla varan deneyimlerimiz toparlandı.
Yöntemler: İzlenen hemofili hastalarında en az yılda
1 kez inhibitör taraması yapılmakla birlikte ağır HA grubunda 6 ayda 1’e inmektedir. rFVIII’e geçiş yapılan hastalarda 3-6 ayda 1 test olmak üzere test sıklığı arttırıldı. İnhibitör titraj testleri Bethesda yöntemiyle Siemens
CA-1500 tam otomatik koagulometresiyle gerçekleştirildi. Yeni tanı bebek ve çocuklar yanı sıra <18 yaş altındaki
diğer eski tanılı hastalara da rFVIII’e geçiş (şift) yapılmaktadır. Veriler henüz plz-FVIII kullanmaya devam eden
eski tanılı çocuk ve genç erişkin hastalarla karşılaştırıldı. Toplam 60 HA hastasına rFVIII başlandı. Hastaların
yaş dağılımı 9 ay-21 yaş iken toplam izlem süresi 34 aydı.
Hastalardan 58’inde sorun yaşanmadan tedaviye devam
edildi.
Sonuçlar: Yeni tanılı 2.5 yaşındaki bir hastada 12
kullanım günü sonrası HR tipte (5.7 BU/ml) inhibitör
gelişti. Diğer hasta ise inhibitör gelişmemesine rağmen
geçici deri döküntüleri sonrası tekrar plz-FVIII’e dönülen
hastadır. Sonuçta rFVIII’e şift yapılan 47 hastada inhibitör gelişimi saptanmazken, yeni tanısı sonrası rFVIII başlanan 13 olgunun sadece birinde yukarıda tanımlanan
epizodik tedavideki çocukta inhibitör saptandı. Uzun yıllardır Plz-FVIII kullanmaya devam eden ve evvelce inhibitör geliştirmemiş 62 çocuk ve genç erişkin hemofili hastası da son 3 yılda inhibitör gelişimi açısından takip edildi.
Bu hastaların 58’inde inhibitör (-) saptanırken 4 hastada inhibitör (+) liği prospektif olarak saptandı. Bunlardan
2’sinde çok saf FVIII, diğer 2‘sinde saf FVIII kullanılmaktaydı. İnhibitör titrajları sırasıyla 8.3–4–10.2–6.2 BU/ml
olan olgularının yaşları 4-6-10-5 yıl idi. FVIII kullanım
günleri ise 136-35-80-15 idi. 2 hastanın kardeşlerinde
de inhibitör (+) öyküsü vardı. Olgulardan birinde takipte inhibitör kaybolmasına rağmen diğer 3 hasta halen (+)
olarak devan etmektedir. Sonuçta son 3 yılda gözlenen
toplam 122 ağır HA’dan 5’inde inhibitör gelişimi saptanırken, olguların sadece 1’inde rFVIII (1/60), diğer 4’ünde
plz-FVIII (4/62) olması ilgi çekicidir.
Tartışma: Rekombinant gruptaki izlem süresinin
daha kısa olması yanı sıra diğer grupta ailevi risk taşıyan 2 hastanın saptanması karşılaştırmayı zorlaştırmaktadır. rFVIII’in çocuk ve gençlerde inhibitör gelişmesi açısından güvenle kullanılabileceği görülmekle birlikte her 2
grupta da inhibitör gelişmesinin mümkün olabileceği ve
batı ülkelerinde rekombinant faktörlerin ön planda tercih
edildiği hatırlanmalıdır.
Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul, 2TCSB
İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 5.Dahiliye,
İstanbul
Amaç: Asemptomatik mikroskopik hematüri ağır ve
orta dereceli hemofili hastalarında faktör öncesi dönemlerde %20’lere varan oranlarda bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı erişkin hemofili popülasyonunda asemptomatik mikroskopik hematüri sıklığını saptamak ve profilaktik faktör replasman tedavisinin mikroskopik hematüri gelişmesi açısından koruyucu olup olmadığını belirlemektir.
Yöntemler: Çalışmaya İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji BD tarafından takip edilen yaşları 19-52 arasında değişen 52 erişkin ağır hemofili hastası dahil edilmiştir. Söz konusu 52
hasta toplam 65 başvuru esnasında mikroskopik hematüri varlığı açısından idrar tetkiki ile değerlendirilmiş ve
standart yöntemlerle hazırlanmış idrar sedimentinde >=
3 eritrosit görülmesi mikoskopik hematüri olarak kabul
edilmiştir. Hastalar ayrıca idrarda kanama, idrar yaparken ağrı, sık idrara gitme gibi üriner sistem semptomları
açısından sorgulanmış; profilaktik faktör replasman kullanıp kullanmadıkları not edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastaların hiçbirinde inhibitör olmadığı gösterilmiştir.
Hasta özellikleri Tablo-1’de özetlenmiştir. Hastalar çalışmaya katılmaya gönüllü olduklarına dair yazılı onam vermiştir.
Sonuçlar: Başvuru sırasında mikroskopik hematüri ile karşılaşma sıklığı %10.8 (7/65) olarak bulunmuştur. Altmış beş başvurunun sadece birinde hematüri,
hastada üriner sistem semptomları ile birlikte gözlenmiştir. Mikroskopik hematüri ile üriner semptom varlığı
açısından anlamlı bir ilişki gösterilememiştir (p=0.108).
Profilaksi alan hastalarla kanadıkça tedavi gören hastalar arasında mikroskopik hematüri gelişme sıklığı açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0.691).
Tartışma: Bu bulgular ışığında iki sonuca ulaşılmıştır: (1) Hasta anamnezi ve bulgularına güvenerek mikroskopik hematüriyi dışlamak imkansızdır; (2) Hastanın profilaktik tedavi alıyor olması mikroskopik hematüri gelişmesini engellememektedir. Bu durum özellikle antifibrinolitik tedavi başlanırken göz önünde bulundurulmalı ve
idrar tetkikinde mikroskopik hematürinin yokluğu doğrulanmadan tedavi başlanmamalıdır.
Balkan, Deniz Yılmaz Karapınar, Yılmaz Ay, Basri
Bilenoğlu. Ege Üniversitesi, Çocuk Hastanesi, Hematoloji
96
Emre Eşkazan1, Derya Keçeci1, Ayşe Salihoğlu1, Şeniz
Öngören1, Emine Gültürk1, Teoman Soysal1, Burhan
Ferhanoğlu1, Yıldız Aydın1, Zafer Başlar1. 1İstanbul
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0436
Tablo 1. Hasta özellikleri
Grup
Hemofili A [39]
Hemofili B [13]
Poliklinik
Başvurusu [65]
Hasta
(n)
Yaş (yıl)
Faktör
Semptom
*
Düzeyi (%)*
(+)
MH
Profilaksi
16
26
0.7
0
3
Kanadıkça
23
32
0.9
0
3
Profilaksi
2
29.5
0.7
0
0
Kanadıkça
11
29
1.0
1
1
SFK
(gün)
3750±1080
3450±1484
Profilaksi
23
0
3
3
Kanadıkça
42
1
4
20
Toplam
65
1
7
28
0.7
Haftalık doz
(ünite)
*değerler medyan olarak verilmiştir; Semptom (+): ürolojik semptom/anamnez bulgusu verenler; MH:
mikroskopik hematüri; SFK: son kullanılan faktörden itibaren geçen gün sayısı
Bildiri: 0139
Poster No: P129
TROMBOEMBOLİZMDE
FAKTÖR
V
LEİDEN
MUTASYONUN ROLÜ: TÜRKİYE’DEN BİLDİRİLEN
ÇALIŞMALARIN META-ANALİZİ. Aydan Eroğlu1, Durdu
Sertkaya Karasoy2, Nejat Akar3. 1Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi -Cerrahi Onkoloji Bilim Dalı,
Ankara, 2Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi, İstatistik
Bölümü, Ankara, 3Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Çocuk Genetik Hastalıkları Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Faktör V 1691 G-A (Leiden) (FVL) tromboembolizm gelişiminde rol oynayan en önemli herediter trombofilik faktörlerdendir. Türk toplumunda FVL sıklığı % 7,9’
dur (% 3,5-15). Türkiye’nin farklı bölgelerinden tromboembolizmde FVL’nin rolünü araştıran makalelerin sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bu konuda Türkiye’ den
yayınlanmış çalışmaların gözden geçirilip meta-analizi
yapılarak ülke kapsamında genel bir bilgi sağlanması
amaçlanmıştır.
Yöntemler: Medline taramasında “factor V Leiden, factor V 1691 G-A, FVL, thrombosis, pulmonary thromboembolism, Turkey” anahtar kelimeleri kullanılmıştır. Elde
edilen toplam 125 makaleden 31 çalışma pediatrik yaş
grubu, 35 makale olgu sunumu, 41 makale Behçet hastalığı, işitme kaybı gibi spesifik bir konuyla ilgili olması,
7 makale kontrol veya çalışma grubunda eksiklik olması, 1 çalışma da derleme olduğu için dışlanmıştır. Metaanalizine kalan 10 çalışma dahil edilmiştir. Tüm analizler için software Comprehensive Meta-Analysis, version
2.2 (Biostat) kullanılmıştır.
Sonuçlar: Meta-analizine giren tromboembolizmli
1202 olguda FVL sıklığı % 22.8 (274 olgu), sağlıklı 1283
olguda % 7.6 (97 olgu) bulunmuştur. Homojenlik testi
(Q) yapıldığında çalışma homojen olup Q değeri 9.955
(p=0.354) bulunmuştur ve çalışma homojen olduğu için
sabit etki modeli kullanılmıştır. Birleştirilmiş odds oranı
(OR) 3.4 (%95 güven aralığı, 2.6-4.5) olup istatistiksel
olarak anlamlıdır (p < 0.0001). Olası yanlı yayın olup
olmadığını test etmek için rank correlation test kullanıldı
(p= 0.17). Ayrıca yanlı yayın olmadığı Begg test (p= 0.21)
ve Egger test (p= 0.29) uygulanarak ta doğrulandı.
Tartışma: Meta-analizi sonucunda, Türk toplumunda
görülme sıklığı diğer pek çok topluma göre yüksek olan
FVL varlığının thromboembolizm gelişiminde önemli bir
risk faktörü olduğunu belirtebiliriz.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Poster No: P130
MENORAJİLİ HASTALARDA VON WİLLEBRAND
HASTALIĞI
VE
TROMBOSİT
FONKSİYON
BOZUKLUKLARININ ARAŞTIRILMASI. Sibel Kabukçu
Hacıoğlu1, İsmail Sarı2, Ali Keskin2. 1Dr. Lütfi Kırdar
Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Hematoloji Kliniği,
İstanbul, 2Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Denizli
Amaç: Doğurganlık çağındaki bayanlarda menstruasyon bozuklukları yaygın klinik problemdir ve menoraji bu bozukluklardan en sık olanıdır. Menorajiye neden
olabilecek kalıtsal pıhtılaşma bozukluklarının içinde en
sık karşılaşılan klinik durum Von Willebrand hastalığı
(VWH)’dır. Bu çalışma ile ilimizde menoraji yakınması ile
jinekoloji polikliniklerinde değerlendirilen ve lokal jinekolojik patoloji saptanmayan bayanlarda trombosit fonksiyon bozuklukları ve VWH sıklığı belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışma, Denizli ilinde jinekoloji polikliniklerine menoraji yakınması ile başvuran ve yapılan incelemelerde jinekolojik patoloji saptanmayan 90
gönüllü kadın hastada yapıldı. Menoraji PBAC (Pictrorial
Blood Assesment Chart) skorlama yöntemi ile belirlendi. PBAC skoru 180 ve üzerinde olanlar çalışmaya alındı. Çalışmaya alınan hastalarda; tam kan sayımı, trombosit sayı ve morfolojisini değerlendirmek için periferik yayma, kan grubu, PT, APTT, fibrinojen, FVIII ve FIX
düzeyi, VWF: Ag düzeyi, ristocetin kofaktör aktivitesi ve
ADP, kollagen, epinefrin ve ristocetin ile trombosit agregasyonu testleri yapıldı.
Sonuçlar: Menoraji yakınması ile çalışmaya alınan 90
hastanın; %13,3’ünde (12/90) VWH, %26.7’sinde (24/90)
trombosit fonksiyon bozukluğu, %4,4’ünde (4/90) ılımlı faktör VIII eksikliği saptandı. %55,6’sında (50/90)
herhangi bir patoloji belirlenmedi. Trombosit fonksiyon
bozukluğu olarak 1 hastada (%4.1) Glanzman trombastenisi, 1 hastada (%4.1) da Bernard Soulier sendromu saptandı. Klasifiye edilemeyen trombosit fonksiyon bozuklukları içinde en sık bozukluk %29 (7/24) oranında ristosetine bozulmuş agregasyon yanıtı şeklinde iken, ikinci olarak %16 (4/24) oranında hem ristosetin ve hem
de ADP’ye yanıt azalması gözlendi. Üçüncü olarak %12
(3/24) oranında kollajen ve epinefrine bozulmuş agregasyon yanıtı belirlendi. Bunların dışında 2 hastada (%8.3)
ADP’ye, 1 hastada (%4.1) kollajen ve ADP’ye, 1 hastada
(%4.1) epinefrin ve kollajene ve 1 hastada (%4.1) da ristosetin ve epinefrine bozulmuş agregasyon yanıtı saptandı.
Tartışma: Ülkemizde menoraji yakınması olan bayanlarda VWH sıklığını belirlemeye yönelik çalışmalar çok
azdır. Bu çalışma ile yoğun ve/veya uzamış menstruasyonun altında henüz tanı almamış kalıtsal kanama bozukluklarının yatabileceği ve bu bozuklukların klinisyenler
tarafından mutlak taranması gerekliliği vurgulanmıştır.
Böylece VWH saptanan bireylerin hastalık hakkında bilgilendirilmesi, kanama durumunda veya menstruasyon
dönemlerinde desmopressin, antifibrinolitik ajanlar veya
faktör konsantreleri gibi hemostatik müdahaleler ile özellikle menorajili hastalar için en sık problem olan demir
eksikliği anemisi sıklığının azaltılması, olası kanama
problemlerine karşı alınması gereken önlemlerin belirlenmesi ve genetik danışmanlık hizmetleri gibi bireylere ve
ailelerine yönelik sağlık hizmetlerinin verilmesi mümkün
hale gelebilecektir.
97
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0232
Poster No: P131
VİTAMİN K’YA BAĞIMLI ÇOKLU FAKTÖR EKSİKLİĞİ
OLAN OLGU SUNUMU: GGCX GENİNDE YENİ BİR
MUTASYON. Şule Ünal1, Sahin Khaniyev2, Matthias
Watzka3, Johannes Oldenburg3, Turan Bayhan2,
Mualla Cetin1, Fatma Gumruk1. 1Hacettepe Üniversitesi,
Pediatrik Hematoloji Ünitesi, 2Hacettepe Üniversitesi, Tıp
Fakültesi, 3Institut für Experimentelle Hämatologie und
Transfusionsmedizin, Bonn
Amaç: Kalıtsal çoklu faktör eksiklikleri nadir olup, de
ğişken bir klinik bulgu çeşitliliğine yol açar. Vitamin K’ya
bağımlı faktörlerde (Faktör II, VII, IX, X) eksiklikler vitamin K’ya bağımlı gama glutamil karboksilaz ya da vitamin K epoksid reduktaz enzimlerinden birindeki defekt
sonucu oluşabilir.
Yöntemler: 15 aylık kız hasta çabuk morarma şikayetiyle başvurdu. Hastanın kronik ishali ya da ilaç kullanım
öyküsü bulunmamaktaydı. Anne baba akrabalığı olmayan hastanın aile öyküsünden kız kardeşinin 1 yaşında
intrakraniyel kanama nedeniyle kaybedildiği öğrenildi.
Karaciğer fonksiyon testleri normaldi. Hastanın 3 mg, iv
K vitamini öncesi ve 24 saat sonrası koagulasyon ölçümleri Tablo 1’de özetlenmiştir.
Hastanın aynı anda çok sayıda faktör eksikliğinin
olması ve bu faktörlerin Vitamin K’ya bağımlı faktörler
olup Vitamin K tedavisi sonrası yükselmesi hastada kalıtsal çoklu faktör eksikliklerinden vitamin K metabolizması ile ilgili bir defekti düşündürdü. Ancak tam düzelme
olmaması K vitamini bozukluklarından GCCX geninde bir
mutasyon olabileceği lehine olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: Yapılan moleküler analizde GGCX geni,
egzon 3’te homozigot missens mutasyon (GGCX: c.248
G>C; p.Arg83Pro) saptandı. Hastanın midfasial hipoplazisi mevcuttu. El bilek grafisinde osteoporoz saptanmadı.
Hastaya Vitamin K tedavisi başlandı.
Tartışma: Çoklu faktör eksikliklerinde faktör düzeyleri çok ciddi eksiklikler düzeyinde olmamakla beraber ağır
klinik seyre neden olabilmektedir. Aile öyküsü ve vitamin K cevabı olgumuzda tanı koymada yol gösterici olnmuştur. Vitamin K’nın kemik metabolizmasındaki rolü
de bilinmektedir. Ancak olgumuzun 15 aylık değerlendirmesinde kemik grafilerinde osteopeni izlenmemiştir.
Hastamız osteopeni açısından da takip edilecektir.
Tablo 1. Hastanın geliş ve vitamin K sonrası koagulasyon ölçümleri
INR (0.96-1.04)
Başlangıç ölçümü
Vitamin K sonrası
Bildiri: 0281
HEMOFİLİ
PROFİLAKSİ
Poster No: P132
HASTALARIMIZDA
SONUÇLARI. Hülya
SEKONDER
Sayılan Şen1,
Nuray Aktay Ayaz1, Selvinaz Edizer1, Arzu Akçay1,
Deniz Tuğcu1, Ferhan Akıcı1, Gönül Aydoğan1, Zafer
Başlar2, Zafer Şalcıoğlu1. 1İstanbul Bakırköy Kadın
ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Çocuk Hematoloji-Onkoloji Kliniği, 2İstanbul Üniversitesi,
Cerrahpaşa Tıp Faültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji Kliniği
Amaç: Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Hemofili
Federasyonu ve çok sayıda ulusal sağlık otoritesi hemofili hastalarının optimal tedavisi için profilaksiyi önermektedir. Sekonder profilaksi genel olarak primer profilaksi
tanımının dışında kalan uzun ve sürekli tedaviyi tanımlar. Amaç primer profilaksi ile aynıdır. Sekonder profilaksi, merkezi sinir sistemi kanaması gibi ciddi kanamaların oluşması, değişik bölgelere sık kanamaları oluşması ve hedef eklem oluşması ile ilişkilendirilir. Geç yaşlarda başlanılan bir profilaksi seçeneği olması nedeniyle
bu hastalarda artropatilerin daha fazla görüldüğü bilinmektedir. Yine de kanadıkça tedavi edilen hastalara göre
kanama sıklığının azalması, eklemlerin korunması ve
fiziksel işlevlerin iyi olması söz konusudur. Bildirimizde
20002 yılından itibaren kliniğimizde uygulamaya başladığımız sekonder profilaksiye ilişkin sonuçları sunmayı
amaçlamaktayız.
Yöntemler: Toplam 42 hemofili A ve B hastasına ait
bulgular geçmişe yönelik incelenmiştir. Hasta grubumuzda 33 Hemofili A, 6 hemofili B ve 3 inhibitörlü Hemofili
A olgusu bulunmakta ve yaşları 6 ay ile 24 yaş arasında
değişmektedir (ortalama 13.8 ±4.7yıl). Hemofili A hastalarının hepsinin F: C düzeyleri %1’in altındadır.Hemofili
B olgularının dördü ağır, ikisi orta hemofili olgusudur.
Sonuçlar: Profilaksi nedenlerine bakıldığında, hedef
eklem oluşması 33 hastada, merkezi sinir sistemi kanaması 5 hastada ve değişik eklemlere sık kanama 4 hastada saptanmıştır. Hedef eklemler incelendiğinde diz eklemi 22 hastada ilk sırayı almakta ve ayak bileği 7 hastada,
dirsek eklemi dört hastada, kalça eklemi iki hastada kendini göstermektedir. Profilaksi süresi dört ay ile 8 yıl arasında değişmektedir (ortalama 3.4±2.2 yıl). Profilaksi için
26 hastamızda plazma kaynaklı faktörler, 7 hastamızda
ise rFVIII kullanılmıştır. Hastalarımızın 15’ine ait 22 ekleme radyoizotop sinovektomi yapılmış ve 12 hastamızda
değişik cerrahi girişimlerde bulunulmuştur.
Tartışma: Bildirimizde primer profilaksi şansını yitirmiş hastalarda sekonder profilaksinin önemi tartışılmaktadır.
1,72
1,39
Faktör II (71-116)
27
46
Faktör VII (55-116)
77
60
Bildiri: 0282
Faktör IX (47-104)
56
61
Faktör X (58-116)
33
50
SÜT ÇOCUĞUNDA LİGNÖZ KONJONKTİVİT İLE
SEYREDEN TİP 1 PLAZMİNOJEN EKSİKLİĞİ. Suar Çakı
Poster No: P133
Kılıç1, Emine Zengin1, Nihal Uyar1, Özgül Altıntaş2,
Sema Aylan, Nazan Sarper1. 1Kocaeli Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Kocaeli, 2Kocaeli
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı,
Kocaeli
Amaç: Lignöz konjunktivit, tarsal ve bulbar konjunktivada yalancı zarların oluşumu ile seyreder. Otozomal
resesif geçişlidir. Tip 1 plasminojen eksikliği sonucunda
ortaya çıkar. Göz yaşındaki plazminojenin eksikliği, konjonktivada küçük hasarlar sonucu oluşan tamir dokusundaki zarların eriyememesine neden olur. Epitel altında fibrin depolanması ve inflamasyondan oluşan kronik mukozal lezyonlarlar görülür. Yalancı zarlar ağız,
98
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
solunum yolu, renal toplayıcı sistem ve genital yol mukozalarında da görülebilir. Bazı hastalarda doğumsal, tıkayıcı hidrosefali bildirilmiştir. Hastalıkla ilgili genetik
mutasyonlar saptanmıştır.
Yöntemler: 7,5 aylık erkek hasta, her iki gözde akıntı ve zar oluşumu yakınmaları ile polikliniğimize getirildi. Yakınmalar 15 günlükken başlamış, başvurduğu
merkezlerde tanı konulamamış, zaman zaman zarlar göz
hekimlerince temizlenmiş ve çeşitli damlalar önerilmişti.
Anne ve baba arasında kuzen evliliği vardı. Ailede benzer
olgu tanımlanmadı. Fizik muayenesinde diğer sistemlerde
patolojik bulgu olmayan hastanın sağ gözde daha belirgin olmak üzere konjonktivalarında sarı renkli pürülan
görünümlü membranlar mevcuttu. Hasta lignöz konjonktivit ön tanısı ile yatırıldı. Transfontanel USG’de hidrosefali saptandı, kranial BT’de tıkayıcı hidrosefali ile uyumlu aquaduktus darlığı mevcuttu, ancak klinik belirti vermiyor, girişim gerektirmiyordu. Plazminojen düzeyi (%23,
normali 55-145) düşüktü. Hastanın gözlerine plazminojen kaynağı olarak annesinden alınan kandan günlük
hazırlanan serum ve 5000 IU/ml heparin sodyum 2 saat
aralarla damlatılmaya başlandı. Oftalmaloglar operasyon
ile zarları temizledi. Zarların patolojisinde hyalinize fibrinöz yalancı zarlar, yangısal infiltrasyon, reaktif epitelyum
artışı saptanarak tanı desteklendi. Operasyondan sonra
mevcut tedavisine florometolon (4x1) ve netilmisin(6x1)
içeren göz damlaları eklendi. Evde göz damlası olarak
kullanılmak üzere hastanın kan grubuna uygun taze
kandan hazırlanan plazma steril tüplere 4’er ml konularak donduruldu. Tüm damlalara aynı dozda devam edilmesi önerilerek taburcu edildi.
Sonuçlar: Takipte ilaçlarını düzenli kullandığı iki
aylık dönemde konjonktivalar sağlıklı idi. Üçüncü ayda
konjonktivit tekrarladı. Damlaların artık önerilen şekilde
kullanılmadığı öğrenildi. Gözdeki zarlar tekrar temizlenip,
aynı tedavi ile taburcu edildi.
Tartışma: Konjonktivada tekrarlayıcı ve tedaviye
dirençli zar oluşumu ile başvuran hastalarda lignöz
konjonktivit akla gelmelidir. Serum plazminojen düzeyi düşüklüğünün gösterilmesi tanıyı destekler. Tedavide
plazminojen, anistreplase (bakteriyel streptokinaz ve
acyl-plazminojen), direkt trombin inhibitörü (argatroban)
içeren göz damlaları denenebilir. Ülkemizde bu ilaçlar
bulunmadığı için cerrahi girişimi takiben literatürde de
denendiği şekilde taze plazma dondurularak hazırlanan
damla, heparin ve steroid kullanıldı. Uzun süreli plazminojen kullanımı gerekli olup tekrarlar kaçınılmazdır.
Bildiri: 0210
Poster No: P134
BEVASİZUMAB
UYGULANAN
METASTATİK
KOLOREKTAL
KANSERLİ
HASTALARDA
KOAGULASYON
BOZUKLUKLARININ
TROMBOELASTOGRAFİ İLE DEĞERLENDİRİLMESİ.
Zeki Üstüner1, Meltem Olga Akay2, Müge Keskin1,
Hatice Başyiğit2, Cengiz Bal3, Zafer Gülbaş2. 1Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi, Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı,
Eskişehir, 2Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Eskişehir, 3Eskişehir Osmangazi Üniversitesi,
Biyoistatistik Ana Bilim Dalı, Eskişehir
Amaç: Bevacizumab rekombinan, humanize antiVEGF antikor olup metastatik kolorektal kanseri, akciğer kanseri ve göğüs kanseri tedavisinde standart kemoterapi ile birlikte kullanılmak üzere onaylanmıştır. Çeşitli
tümörlerde klinik etkinliği gösterilmiş olan bevacizumab kullanımı hipertansiyon, proteinüri, tromboembolik
olaylar, kanama, yara iyileşmesinde komplikasyonlar ve
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
gastrointestinal perforasyon gibi yan etkilere yol açabilir.
İlginç olarak, bevacizumabın koagulasyon ile ilişkili toksisite profili hem trombotik hem de hemorajik komplikasyonları içermektedir. Serebrovasküler olay, geçici iskemik
atak, miyokard infarktüsü, derin ven trombüsü, pulmoner emboli, intraabdominal trombüsü içeren trombotik
olaylar ve epistaksis, hemoptizi, hematemez, gastrointestinal kanama, vajinal kanama, beyin kanamasını içeren
hemorajik olayların görülme sıklığı bevasizumab verilen
hastalarda yüksek bulunmuştur.
Tromboelastografi (TEG) hipokoagulabilite, hiperkoagulabilite ve fibrinolizisin değerlendirilmesinde kullanılan konvansiyonal koagulasyon testlerine alternatif bir metoddur. Günümüzde modifiye TEG uygulamasının ulaştığı en son teknolojik nokta rotasyonel TEG
(ROTEG veya ROTEM) analizidir. Çalışmamızda bevasizumab uygulanan metastatik kolorektal kanserli hastalarda izlenen koagulasyon bozukluklarının rotasyonel tromboelastografi (ROTEM®) ile değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntemler: Çalışmaya bevasizumab ve kemoterapi
kombinasyonu uygulanan toplam 18 hasta dahil edildi.
ROTEM® ile EXTEM ve INTEM yöntemleri kullanılarak CT (pıhtılaşma zamanı=sn), CFT (pıhtı oluşma
zamanı=sn) ve MCF (maksimum pıhtı sertliği=mm) parametreleri değerlendirildi. ROTEM® parametreleri ve rutin
testler (tam kan sayımı, PT, APTT, fibrinogen ve D-dimer)
tedavi öncesi ve 4., 8., ve 12. kemoterapi kürlerinin ilk
günü olmak üzere toplam 4 defa değerlendirildi.
Sonuçlar: Konvansiyonel koagulasyon parametreleri; trombosit sayısı, PT, APTT, fibrinojen ve D-Dimer açısından 4 ölçüm arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
farklılık elde edilmez iken, ROTEM® ile CFT parametresinde tedavi öncesi yapılan 1. ölçüme göre 4. ölçümde
INTEM (p<0.05) ve EXTEM (p<0.05) yöntemlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir uzama saptandı. Korelasyon
analizinde trombosit sayısı INTEM-MCF (r = 0.627,
p<0.01) ve EXTEM-MCF (r = 0.699, p<0.01) ile pozitif; EXTEM-CFT (r = -603, p<0.05) ile negatif korelasyon
gösterdi. Fibrinojen düzeyi ile INTEM-CFT (r = -0.617,
p<0.05) ve EXTEM-CFT (r = -0.512, p<0.05) arasında
negatif korelasyon elde edildi.
Tartışma: Sonuç olarak, konvansiyonel koagulasyon
taramaları ile ortaya konulamayan antianjiogenetik ajanların indüklediği koagulasyon bozuklukları ROTEM analizi ile saptanabilir.
Bildiri: 0155
Poster No: P135
UROKORTİNI PROMOTOR BÖLGESİNİN PEDİATRİK
İNME (SVA) HASTALARINDA İNCELENMESİ. Özge
Cumaoğulları1, Gülhis Deda2, Nejat Akar1. 1Pediatrik
Moleküler Genetik Bilim Dalı, Tıp Fakültesi, Ankara
Üniversitesi, Ankara, 2Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, Tıp
Fakültesi, Ankara Üniversitesi, Ankara
Amaç: Urokortin I (UCNI), beynin farklı bölgelerinde
(serebellum, hipotalamus), vasküler düz kaslarda ve kalp
kasında sentezlenen bir proteindir. UCNI geni, 2p2321’de lokalize olup 2 ekzon içermektedir. UCNI gen bölgesinde 23’ü promotor bölgesinde olmak üzere 30 farklı
gen değişimi tanımlanmış ancak herhangi bir hastalık ile
ilişkilendirilmemiştir. UCNI azalmasının iskemik reperfüzyona yol açtığı ve iskemiye karşı koruyucu etkisi olduğu belirlenmiştir.
Tüm bu veriler ışıgında, pediatrik inme hastalarında UCNI geninin promotor bölgesinin taranması amaçlanmıştır.
99
POSTER BİLDİRİLER
Yöntemler:
Pediatrik
yaş
grubunda
bulunan 32 inme hastası ile 41 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edilmiştir. UCNI promotor bölgesi
için F: 5’-CCAAGCCCAGTCTTACAAAT-3’ ve R:
-5’TGGTGCTGACCCCGTCCTCT-3’ primeri kullanılarak
polimeraz zincir reaksiyonu yöntemiyle 484bç’lik fragmentler amplifiye edildikten sonra, DNA dizi analizi ile
ilgili gen bölgesi taranmıştır.
Sonuçlar: Promotor bölgesinde daha önce tanımlanmış -535 A-->G (rs6731600 A>G) gen değişiminin heterozigotluğu inme hastalarında %12,5, sağlıklı kontrollerde
ise %12,2 olarak belirlenmiştir. Her iki grupta da homozigotluğu saptanmamıştır (tablo).
Tartışma: Pediatrik inme hastaları ile sağlıklı kontroller arasında ilgili gen değişimi açısından anlamlı bir fark
bulunamamıştır. Hasta sayısı artırılarak sonuçlar yeniden değerlendirilebilir.
uygun primerlerle PCR(tekniği kullanılarak çoğaltılmıştır.
Elde edilen PCR ürünlerinden DNA Dizi Analizi(Beckman
Coulter, Anabilim Dalı,) yapılmıştır.
Sonuçlar: 16 Mısırlı hastanın 5 tanesinde heterozigot, 6 Türk Down sendromlu hastanın 2 tanesinde heterozigot, 1 tanesinde homozigot ve 21 Türk sağlıklı bireyin
7 tanesinde heterozigot, 2 tanesinde ise homozigot olarak
daha önce 12. intronda (ekzon/intron sınırından 178 baz
downstreamda) bulunan ve polimorfizm olarak belirlenen
5 bazlık (TCTTA) delesyon bulunmuştur.
Tartışma: Bulunan delesyon JAK2 V617F pozitif, ve
sağlıklı olarak belirlenen çalışma grubunda bulunması sebebiyle Miyeloproliferatif hastalıklar ve tromboz için
risk etmeni değildir.
Tablo 1.
İnme
Kontrol
Genotip
n=32 (%)
n=41 (%)
AA
28 (87.5)
36 (87,8)
GA
4 (12.5)
5 (12,2)
GG
-
-
G
4 (6,25)
5 (6,10)
A
60 (93,75)
77 (93,90)
UCNI promotor bölgesi -535 A-->G değişiminin pediatrik inme hastalarında ve kontrol
grubunda genotip ve allel dağılımı
Bildiri: 0135
Poster No: P136
14. EKZON JAK-2 V617F NEGATİF OLGULARDA,
JAK-2 12. EKZON MUTASYONLARININ TARANMASI.
Dilara Fatma Akın, Nejat Akar. Çocuk Genetik Bilim
Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara, Türkiye
Amaç: JAK-2 mutasyonu, Janus kinaz geninde 617.
kodon da fenilalanin-valin yer değiştirmesi sonrası ortaya
çıkan somatik mutasyondur ve miyeloproliferatif bozukluklarda hematopoetik öncül hücrelerde büyüme faktörlerine karşı aşırı hassasiyete neden olmaktadır. JH2
bazal JAK aktivitesinin inaktivasyonu için önemlidir. JH2
ünitesi, JH1 için düzenleyici bir alt ünite olarak çalışır ve
mutasyonlara bağlı olarak gelişen bu alt ünitedeki fonksiyon kaybı miyeloproliferatif hastalıkların gelişiminden
sorumludur. JAK-2 geni 14. ekzonda olan bu mutasyon,
Kronik miyeloid lösemi (KML) dışındaki miyeloproliferatif
hastalıkların (MPH) çoğuna eşlik ettiği belirlenmiş olup,
Polisitemia Vera da (PV) %97, Esansiyel Trombositemi
de (ET) %57, İdiopatik Miyelofibroz da (IMF) %50 ilişkili olarak bildirilmiştir. JAK2 V617F bakımından negatif olan miyeloproliferatif hastalarda JAK2 12. ekzonda
yeni mutasyonlar tanımlanmıştır. Ekzon 12 mutasyonları JH2 domainin başlangınç bölgesinde bulunmaktadır ve
bu mutasyonlar JAK2 kinaz aktivitesinin regülâsyonunu
bozması sebebiyle eritropoetin için aşırı hassasiyete
sebep olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada; JAK V617F
bakımından negatif olan, tromboz tanısı almış Down
sendromlu ve Budd-Chiari hastalarda JAK2 12. ekzon
mutasyonlarının varlığı araştırılmıştır.
Yöntemler: Çalışmamıza JAK V617F negatif, 16
Budd-Chiari tanısı almış Mısırlı, 6 tromboz tanısı almış
Down sendromlu Türk hasta ve 21 Türk sağlıklı birey
dahil edilmiştir. Klasik Fenol-Kloroform Yöntemi ile izole
edilen DNA örneklerinden, JAK-2 geni 12. ekzon bölgesi
100
Şekil. TCTTA delesyonu DNA dizi analizi görüntüsü
Bildiri: 0148
Poster No: P137
SAĞLIKLI IRAK TÜRKLERİNDE FAKTÖR V 1691 G-A
MUTASYON SIKLIĞI. Arjan J. Esmael. Çocuk Genetik
Bilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara
Amaç: Irak’ın toplam nüfusu 32.500.000’dir.
Türkmenler bu sayının %10’unu oluşturmaktadır.Bu
çalışmoa Irak Türklerinde var olan kalıtsal Faktör V (F V)
gen değişimi ile ilgili ilk çalışmadır. Bu çalışmada, sağlıklı Türkmen toplumunda, Irak’ın 8 farklı bölgesinden toplanan DNA örneklerinde FVL sıklığının araştırılması, böylece sağlıklı Irak Türkleri ile bilgi birikimi oluşturulması ve sağlık politikalarına veri sağlanması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Bireylerden alınan kan örneklerinden
fenol–kloroform yöntemiyle DNA izolasyonu gerçekleştirilmiştir. Elde edilen DNA’lardan FVL 1691 G-A mutasyonu
Light Cycler “Factor V Leiden’’ Mutation Detection System
(Roche Diagnostics, USA) ile saptanmıştır.
Sonuçlar: Çalışma sonucunda sağlıklı 84 Irak
Türkünde (Türkmen), 4 (%4.8) bireyin taşıyıcı olduğu
belirlenmiştir
Tartışma: Daha önce Türk toplumunda yapılan çalışmada, FVL 1691 G-A mutasyonunun sıklığı %7,9 olarak belirlenmiştir (6). Böylece ulusal sınırların dışında
yaşayan Türk topluluklarına ait eksik bir bilgi eklenmiş
olmaktadır.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Sonuçlar: Faktör tedavisine alınan hastanın eklem
şikayetleri düzeldi.
Tartışma: Hemofili A, erken tanı ile kanamaların ve
sekellerin engellenebildiği bir kronik hastalıktır. Artrit
nedeniyle romatizmal hastalık tanısı alan ve antiinflamatuar tedavi alan hatta cerrahi girişim yapılan olgulara
rastlanmaktadır. Hemofili A’nın nadir görülmesi ve mezuniyet öncesi ve sonrası eğitiminde yeteri kadar yer almaması, olgumuzdaki gibi ciddi tanı gecikmelerine ve/veya
yanlış tanıya neden olmaktadır.
Bildiri: 0185
Poster No: P139
TEKRARLAYAN DERİN VEN TROMBOZU VE PULMONER
EMBOLİ ATAKLARI OLAN OLGUDA PAROKSİSMAL
NOKTURNAL HEMOGLOBİNÜRİ VE HOMOZİGOT
FAKTÖR V LEİDEN MUTASYONU BİRLİKTELİĞİ.
Şekil 1. Irak haritası.Türkmenlerin yaşadığı şehirler
Füsun Özdemirkıran, Zafer Gökgöz, Demet Çekdemir,
Nur Akad Soyer, Filiz Vural, Seçkin Çağırgan. Ege
Şekil 2. Kerkük kalesi
Bildiri: 0338
Poster No: P138
HEMOFİLİ-A TANISINDA İLGİNÇ GECİKME. Nergiz
Öner, Türkiz Gürsel, Zühre Kaya, Meryem Albayrak,
Burcu Belen, Melek Işık, Ebru Yılmaz Keskin, Ülker
Koçak. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi,Çocuk Hematoloji
Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Hemofilili hastalar, faktör eksikliğinin düzeyine göre orta ve/veya ağır tip olarak süt çocukluğu döneminde, hafif hemofililer ise ileri yaşlarda ciddi bir travma sırasında aşırı kanama ile tanı almaktadır. Bu hastalar nadir olarak tekrarlayan eklem kanamaları nedeniyle kollajen doku hastalığı olarak değerlendirilmektedir.
Ailevi akdeniz ateşi tanısı (FMF) ile izlenen ve 13 yaşında
hemofili A saptanılan bir olguyu tanı gecikmesine dikkat
çekmek amacıyla sunmak istedik.
Yöntemler: OLGU SUNUMU
13 yaşında erkek çocuk timpanoplasti ameliyatı için
yapılan preoperatif koagulasyon taramasında aPTT değeri uzun (61,8”) bulunarak bölümümüze refere edildi.
Öyküsünden diz ve ayak bileklerinde tekrarlayan şişlikler
nedeniyle FMF yönünden incelenerek heterozigot mutasyonu tespit edildiği ve 3 yıldır bu tanı ile kolçisin tedavisi almakta olduğu, özgeçmişinden 2 yaşında kafa travması sonrası oluşan hematomun defalarca ponksiyon ile
boşaltılmasına rağmen 2 ay devam ettiği, diş çekiminden
sonra kanamalarının uzun sürdüğü, 6 yaşında sünnetten sonra kanamasının 5 gün sürdüğü, ilk kez 4 yaşında
dizde şişlik başladığı, 5 yaşında 2 kez ayak bileğinde şişlik ve deride çabuk morarma olduğu öğrenildi. Fizik incelemede sağ dirsekte şişlik ve ağrı dışında patoloji tespit
edilmedi. Ultrasonografisinde dirsek eklem içinde kanama saptandı. Faktör 8 düzeyi % 1,8 idi.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı,; İzmir
Amaç: Paroksismal nokturnal hemoglobinüri (PNH)
kronik hemoliz, tromboza eğilim, kemik iliği yetmezliği ile
seyredebilen nadir görülen, kazanılmış, klonal hematopoetik kök hücre hastalığıdır. Eritrositlerde kompleman
aracılıklı lizise duyarlılık mevcuttur ve bu kompleman
saldırısını engelleyen yüzey proteinlerinin eksikliği ile
ilişkilidir. Hastalığın en önemli ve mortaliteye sebep olan
komponenti tromboza eğilimdir. Olguların yaklaşık %
40’ında görülen trombotik olaylara venöz sistemde daha
sık rastlanmakla birlikte arteriyel trombozlar da görülebilir. Aktive protein C rezistansına (APCR) yol açan Faktör
V Leiden mutasyonu trombofilinin en sık görülen genetik
nedenidir. 34 yaşında erkek hastaya ilk kez 1998 yılında
nefes darlığı ve hemoptizi yakınması ile başvurduğu merkezde toraks anjioBT, ventilasyon perfüzyon sintigrafisi ile pulmoner emboli tanısı konmuş. Yapılan alt ekstremite doppler ultrasonografide derin ven trombozu saptanan olguya o dönemde sosyal nedenlerle etyolojiye yönelik ileri tetkik yapılamamış. Bir yıl süre ile warfarin sodyum tedavisi alan olgu daha sonra kendi isteği ile tedaviyi bırakmış. 2004 yılından itibaren ara ara halsizliği ve
koyu renkli kırmızı siyah renkte idrar yapma öyküsü olan
olguda demir eksikliği anemisi saptanarak buna yönelik tedavi verilmiş. Halsizlik yakınması artan ve splenomegali saptanan olguya otoimmun hemolitik anemi tanısı ile 1 ay süreyle 1 mg/kg/gün steroid ve yapılan tedaviye yanıt alınamadığı gerekçesi ile 2007 yılında splenektomi yapılmış. Hastanın daha sonra birkaç kez bacaklarda şişlik yakınması olmuş ve yapılan alt ektremite doppler ultrasonogrofilerde derin ven trombozu saptanmış.
Tromboz etyolojisine yönelik yapılan tetkiklerde Faktör
V Leiden homozigot, MTHFR C677T heterozigot mutasyonu saptanmış. Kısa süreli warfarin tedavisi uygulanan
olgu düzenli kontrollerine gitmemiş. 2009 yılında tekrar
pulmoner emboli nedeni ile tedavi almakta iken anemi
nedeni ile tetkik edilmek üzere kliniğimize yönlendirilmiş. Olgunun başvuru sırasında yapılan fizik muayenesinde deri ve mukozalarda solukluk dışında patoloji saptanmadı. Lökosit: 13000/mm3, Hb: 7,2g/dl Htc: % 23,4
MCV: 87 fl Plt: 464000 /mm3 Ret: %11 D.Coombs (-),
LDH: 5355 U/L saptandı. Olguda öykü, klinik ve laboratuar bulgularla nonimmun edinsel hemolitik anemi
ve paroksismal nokturnal hemoglobinüri düşünülerek
akım sitometri yapıldı. Granülositlerde CD55 ekspresyonu %21, CD59 ekspresyonu %39 saptandı. Paroksismal
nokturnal hemoglobinüri tanısı konulan olguya donör
araştırılması yapıldı. HLA tam uyumlu erkek kardeşi
101
POSTER BİLDİRİLER
olan olgu warfarin ve demir tedavisi verilerek izleme alındı. Tekrarlayan derin ven trombozu ve pulmoner emboli öyküsü olan olguda, tromboemboliye eğilim yaratan 2
farklı patoloji, Faktör V Leiden mutasyonu ve PNH birlikte görüldüğünden sunulması uygun bulunmuştur.
Bildiri: 0245
Poster No: P140
İNHİBİTÖRLÜ BİR HEMOFİLİ A OLGUSUNA GENEL
VÜCUT TRAVMASI SONRASI YAKLAŞIM. Neslihan
Karakurt, Vildan Koşan Çulha, Ümmü Aydoğmuş,
Abdurrahman Kara, Bahattin Tunç. Ankara Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve
Araştırma Hastanesi
Amaç: Hemofili hastalarında inhibitor gelişimi hastalığın en ciddi komplikasyonlarından birisidir. Yüksek
inhibitor titresi olan hastalarda rekombinant aktive faktör 7 (rFVIIa) veya protrombin kompleks konsantreleri
(aPCC, PCC) kullanılabilir. Bu ürünlerin kullanımı sırasında standartlaşmış bir yöntemle laboratuar takibinin
yapılamaması dezavantaj oluşturabilmektedir. Biz de
genel vücut travması sonrası inhibitörlü bir hemofili A
hastasına yaklaşımımızı sunmak istedik.
Yöntemler: İnhibitörlü hemofili A tanısı ile izlenen 11
yaşındaki erkek hasta 5 basamak merdivenden yuvarlanma sonrası kliniğimize başvurdu. Geldiğinde genel
durumu orta vital bulguları stabildi. Fizik muayenede sağ dirsekte şişliği, hassasiyeti, hareket kısıtlılığı ve
karında yaygın hassasiyeti mevcuttu. Hastanın makroskopik düzeyde hematürisi oldu. Tam kan sayımında Hb:
12,9 gr/dL, Htc: %38,9, BK: 10300/mm³, MCV: 85,3
fl, Platelet: 254000/mm³ idi. Faktör VIII düzeyi: % 0,42
Faktör VIII inhibitör: 6 Bethesda Ünitesi idi. Hemartroz,
renal kapsül içine kanama, iliopsoas kası içine kanama
tanıları ile hastaya 90 μg/kg/doz 2 saat ara ile rFVIIa
başlandı. Tedavinin süresi, tedavi dozu ve doz aralığına
hastanın kliniği, hemoglobin (Hb) değeri ve USG’ de kanama boyutlarına göre karar verildi.
Sonuçlar: İzleminde hastanın idrarında pıhtı oluşan,
idrar yapmakta zorluğu gelişen hastanın kontrol USG’
sinde mesane içinde 80x64x84 mm boyutunda hematomla uyumlu görünüm tespit edildi. Hastaya idrar sondası takıldı. Hastaya aşırı kanama nedeniyle 2 kez eritrosit suspansiyonu verildi. Yatışının10. gününde kanaması kontrol altına alınan hastanın almakta olduğu aktive
faktör VII dozu ve doz aralığı azaltılmaya başlandı. Hasta
yatışının 15. gününde genel durumu iyi olarak taburcu edildi.
Tartışma: rFVIIa, faktör 8’i by-pass ederek hasar
yerinde ortaya çıkan doku faktörü ile kompleks yaparak
fazla miktarda trombin oluşumunu sağlayan ya da doku
faktörüne bağlı olmaksızın aktive trombositlerde direkt
etkileşime girerek hemostazı sağlayan, inhibitörlü hemofililerde kullanılabilen rekombinant ajandır. Yarı ömrü
kısa olması nedeniyle kanama kontrol altına alınana
kadar 2 saatte bir daha sonra doz aralığı açılarak 90-120
μg/kg/doz uygulanır. Kanamanın şiddetine göre tedavi
süresinde, dozunda ve doz aralığında konsensüs mevcut
değildir. Hemartroz, renal kapsül içine kanama, iliopsoas kası içine kanama tanıları ile hastaya rFVIIa tedavisi başlandı; tedavi altındayken mesanede kanama ve intrarenal kanaması gelişince 15 gün süre ile toplam 131
dozda (ortalama 8,7 doz/gün) ve 90-120 μg/kg/doz rFVIIa tedavisi uygulandı. Tedavi yaklaşımı için belli bir konsensüs oluşması için daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.
102
Tablo 1. Hastaya uygulanan günlük rFVIIa dozu ve doz aralığının, hemoglobin (Hb)
ve USG’ de saptanan kanama boyutları ile karşılaştırmalı şeması
Yatış günleri
USG’ de
Aktive faktör 7
renal subkapsüler (rFVIIa) günlük
kanama miktarı
doz aralığı
Aktive faktör 7
(rFVIIa) dozu
(μg/kg)
Hb değeri
(gr/dL)
1. gün
13 mm
12x 3 mg
90
12,9
2. gün
17 mm
12x 3 mg
90
11,9
3. gün
18 mm
8x 3 mg
90
10,2
4. gün
8x 3 mg
90
9,7
5. gün
12x 3 mg
90
7,6
12x 3 mg
90
7,0
12x 3 mg
90
8,5
6. gün
9 mm*
7. gün
8. gün
12x 4 mg
120
7,5
12x 4 mg
120
11,1
10. gün
8x 3 mg
90
11,3
11. gün
8x 3 mg
90
12. gün
8x 3 mg
90
10,9
4x 3 mg
90
11,9
14. gün
2x 3 mg
90
11,3
15. gün
1x 3 mg
90
9. gün
13. gün
10 mm**
5 mm***
*9 mm sağ subkapsüler hematom, sağ böbrek üst orta zonda 25 mm çaplı bir alanda kistik nodüler görünüm
(intraparankimal hematom ve laserasyon alanı?) ve mesane içinde 80x64x84 mm boyutunda hematomla
uyumlu görünüm ** 10 mm sağ subkapsüler hematom, sağ böbrek üst orta zonda 15 mm intraparankimal
hematom ve laserasyon, mesane tabanında 15 mm kalınlıkta hematom *** 5 mm sağ subkapsüler hematom,
sağ böbrek üst orta zonda 16 mm intraparankimal hematom ve laserasyon, mesane içinde 8 mm kanama
Bildiri: 0405
Poster No: P141
KANSERLİ HASTALARDA HİPERKOAGULABİLİTENİN
DEĞERLENDİRİLMESİ: PROTROMBİN FRAGMAN 1+2
VE ROTASYONEL TROMBOELASTOGRAFİ. Meltem
Olga Akay1, Zeki Üstüner2, Hatice Başyiğit1, Canan
Demirüstü3, Zafer Gülbaş1. 1Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi, Hematoloji Bilim Dalı, Eskişehir, 2Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi, Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı, Eskişehir,
3
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Biyoistatistik Ana
Bilim Dalı, Eskişehir
Amaç: Kanser ve hemostaz arasında yakın bir ilişki mevcut olup çoğunlukla koagulasyonun aktivasyonu
şeklinde hemostatik sistemindeki değişiklikler ile karakterizedir. Venöz tromboemboli (VTE) kanserin ve özellikle kanser tedavisinin sık bir komplikasyonudur ve artmış
mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Kanserli olgularda
VTE gelişiminin yaşamı tehdit edici olması nedeniyle VTE
gelişim riskini öngören klinik parametreler ve laboratuar testleri VTE gelişim riski yüksek veya düşük olguların
erken belirlenmesinde ve tedavi planlanmasında yardımcı
olabilir. Çalışmamızda tek bir test işlemiyle koagulasyonun çeşitli basamakları hakkında bilgi sağlayan rotasyonel tromboelastografi (ROTEM®) ve protrombin fragment
1+2 (PF1+2) kullanılarak kanserli hastalarda hiperkoagulabilitenin değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntemler: Çalışmaya tedavi almamış 40 kanserli hasta (18 gastrointeitinal sistem, 13 akciğer, 9 diğer)
dahil edildi. Kontrol grubunu 14 sağlıklı kadın ve erkek
oluşturdu. Çalışma ve kontrol grubunda ROTEM® ile 4
yöntem (Extem, Intem, Fibtem, Aptem) kullanılarak CT
(pıhtılaşma zamanı=sn), CFT (pıhtı oluşma zamanı=sn)
ve MCF (maksimum pıhtı sertliği=mm) parametreleri,
PF1+2 düzeyi ve rutin testler (tam kan sayımı, fibrinogen
ve D-dimer) değerlendirildi.
Sonuçlar: PF1+2 ve ROTEM® parametrelerine ait
hasta ve kontrol grubu sonuçlarının karşılaştırılması
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
tabloda verilmiştir. ROTEM® ile CT ve CFT’de kısalma,
MCF’de artma hiperkoagulabilite lehine kabul edilmiştir.
Tartışma: Hemostatik fonksiyonları bir bütün olarak
değerlendirmeyi sağlayan rotasyonel tromboelastografi
(ROTEM®) ve protrombin fragment 1+2 (PF1+2) kanserli
hastalarda VTE riskini öngörerek primer tromboprofilaksiden fayda sağlayacak yüksek riskli olguların belirlenmesinde kullanılabilecek duyarlı laboratuar testleridir.
Tablo 1. Hasta ve kontrol grubuna ait PF1+2 ve ROTEM® parametrelerinin
karşılaştırılması
Hasta
Kontrol
n=40
n=16
96.0 ± 91.4
28.0 ± 10.9
***
CT (sn)
141.1 ± 33.0
132.4 ± 17.3
ns
CFT (sn)
49.6 ± 14.5
79.9 ± 16.8
***
MCF (mm)
69.6 ± 6.3
57.8 ± 4.8
***
PF 1+2
P
Bildiri: 0160
INTEM
EXTEM
CT (sn)
52.2 ± 9.2
55.8 ± 5.9
ns
CFT (sn)
55.8 ± 23.8
102.8 ± 23.8
***
MCF (mm)
70.9 ± 7.5
59.7 ± 5.2
***
32.6 ± 12.7
14.9 ± 4.6
***
FIBTEM
MCF (mm)
APTEM
CT (sn)
55.9 ± 9.5
58.8 ± 5.2
ns
CFT (sn)
54.5 ± 20.5
107.8 ± 31.4
***
MCF (mm)
71.1 ± 6.5
58.2 ± 4.8
***
Veriler mean ± SD olarak verilmiştir; ns istatistiki önemsiz, *** p value <0.001
Bildiri: 0467
Poster No: P142
FAKTÖR V EKSİKLİĞİNE BAĞLI KANLI GÖZYAŞLARI
VE TIRNAK DİPLERİNE KANAMA: BİR OLGU SUNUMU.
Yurdanur Kılınç, Barbaros Şahin Karagün, Şaşmaz
Hatice İlgen, Antmen Ali Bülent. Çukurova Üniversitesi
Tıp Fakültesi
Amaç: Klinikte olgular bazen ilginç bulgularla veya
beklenmeyen bulgularla gelebilir. İlginç ve farklı olguları
rapor ederek türk kaynakçamızı oluşturabiliriz.
Yöntemler: Hastanın fizik ve nörolojik muayeneleri,
hematolojik laboratuvar değerlendirmesi, hemoztaz testleri
Sonuçlar: F.G. 13 Y kız çocuğu. Doğumundan sonra
3 aylıkken menenjit geçiren hasta süt çocukluğundan itibaren 11 yaşa kadar zaman zaman burnu kanıyormuş.
Kanamaları özellikle güneşte, yaz mevsimlerinde ve gündüzleri oluyormuş.Yine vücudunda çarpmayla kolaylıkla
morluklar oluşuyormuş.2 yıl evvel bu şikayetleri artmaya ve spontan kanamaları olmaya başlamış. Önce burnundan sonra kulakta, enson da gözyaşlarında kanama başlamış.
KBB ve göz doktorlarına gitmişler, sonuç alamamışlar.
2 yıl önce üst dişleri dökülmüş ancak kanaması olmamış.
Zaman zaman parmaklarda tırnak yataklarında oluşan,
1-2 dakika süren, tamponla geçen kanamaları olmaya
başlamış. Kanama diatezi araştırılırken Haziran 2010’da
FV eksikliği tanısı konan hastada Ağustos 2010un ikinci yarısından itibaren burnundan, kulaklarından, parmak yataklarında sızıntı şeklinde kanama olunca ve taze
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
donmuş plazma ile kanama devam edince ve durdurulamayınca tetkik ve tedavi için getirilmiş. Hastanede gözyaşlarının da pembe-kırmızı renkli olduğu, zaman zaman
tırnak diplerinde kapiller yatakta kanama olduğu gözlemlenmiş. Yapılan tetkiklerinde FV %32 düzeylerinde
bulunmuş. Diğer koagülasyon testleri normal sınırlardaymış, yapılan diğer faktör düzeyleri normalmiş.
Tartışma: Yapılabilen normal testlerle Faktör V eksikliği dışında anormal bulgusu olamayan hastanın ileride
bilinen yöntemler dışında değerlendirilmesi ile FV eksikliğine ek farklı bileşenlerin de klinik tabloyu açıklamaya
ışık tutacağı düşünülebilir.
Poster No: P143
NADİR GÖRÜLEN KALITSAL KAN HASTALIKLARINDA
BELİRLENEN GEN DEĞİŞİMLERİ. Didem Torun1, Talia
İleri2, Kaan Gündüz3, Nazan Sarper4, Yıldız Yıldırmak5,
Yeşim Oymak6, Sinan Akbayram7, Nejat Akar1. 1Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Moleküler Genetik
Bilim Dalı, Ankara, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 3Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı,Ankara, 4Kocaeli
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı,
Kocaeli, 5İstanbul Şişli Etfal Çocuk Hastanesi, Hematoloji
Bölümü, İstanbul, 6Hacettepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara, 7Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Van
Amaç: Bu çalışmada nadir görülen kalıtsal tromboza yol açan gen değişimleri kapsamında 4 gen çalışılmıştır: Sistatiyonin beta sentaz (CBS), Fibrinojen beta geni
(FBG), Endoplazmik retikulum Golgi intermediate compartment-53 (ERGIC 53)geni, Myosin Heavy Chain 9
(MYH9) geni
Homosistein, protein yapısında olmayan sülfürlü bir aminoasittir. Homosistein metabolizmasındaki
bazı enzim eksikliklerinin, yüksek homosistein seviyesine sebep olduğu bulunmuştur. Sistationin ß sentaz
(CBS) enzimindeki genetik eksikliklerin, homosisteinüriye sebep olduğu ve plazma homosistein seviyesini artırdığı yapılan çalışmalarla tespit edilmiştir.
Fibrinojen karaciğerde sentezlenen, kan plazmasında bulunan bir glikoprotein olup, kanın pıhtılaşmasında meydana gelen fibrinin öncü maddesidir. Fibrinojenin
plazmada az ya da olmaması ile kendini gösteren afibrinojemi; otozomal resesif geçişli, nadir görülen ve çoğunlukla akraba evliliği ile ortaya çıkan bir hastalıktır.
Faktör V ve VIII’in kombine eksikliği (F5F8D) ise nadir
görülen, otozomal resesif geçiş gösteren, orta derecede
kanamalara yol açan bir hastalıktır. Bu hastalık olguların çoğunda faktör V ve faktör VIII’in eksikliğinden çok,
“Endoplazmik retikulum–Golgi intermediate compartment” (ERGIC-53) isimli hücre içi taşıyıcı proteinin eksikliği sonucu ortaya çıkar.
Miyozinler sarkomerik miyozinleri, düz kas miyozinleri ve kas dışı miyozinlerini olarak üç gruba ayrılırlar. Memelilerde, kas dışı miyozin ağır zincirin (NMHC)
üç farklı izoformu bulunmaktadır. Bunlardan MYH9
geni tarafından şifrelenen NMHC-IIA hücre yayılmasında, hareketinde, hücre morfolojisinin korunmasında ve
sitokinezde önemli fonksiyonlara sahiptir. Düşük sayıda
(trombositopeni) ya da fazla sayıda (trombositozis) olabilen trombositlerdeki bir anormallik ya da bozukluk,
trombositopati olarak adlandırılır. Bu çalışmada özellikle
trombositopeni ile birlikte anılan dev trombosit sendromlu hastalar çalışılmıştır.
103
POSTER BİLDİRİLER
Yöntemler: Bu çalışma kapsamında 1 homosistinürili hasta, 2 afibrinojemili hasta, 1 FVF8 kombine eksikliği
görülen hasta ve 1 dev trombosit sendromlu hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların kanlarından fenol/kloroform yöntemiyle DNA’ları izole edildikten sonra, PCR
yöntemiyle genlerde yer alan ekzonlara ait primerlerle
amplifikasyon yapılmış ve PCR ürünleri DNA dizi analizi
yöntemiyle taranmıştır.
Sonuçlar: Nadir görülen kalıtsal kan hastalıklarında
gen değişimlerinin saptanması amacıyla yaptığımız çalışmada belirlediğimiz mutasyonlar tablo 1’de, bu mutasyonlara ait DNA dizi analiz görüntüleri ise tablo 2’de verilmiştir.
Tartışma: Bu hastalıklara ait çalışmalar, rutin olarak
sürdürülmektedir.
Şekil 4. FBG geni 5304 C>T değişimi
Şekil 1. CBS geni 110 bç’lik insersiyon
Şekil 5. FBG geni 5321 C>T değişimi
Şekil 2. CBS geni 833 T>C değişimi
Şekil 6. MYH9 geni 3660 T>G değişimi
Şekil 7. MYH9 geni 3814 T>G değişimi
Şekil 3. ERGIC-53 geni 1570 C>T değişimi
104
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0108
Tablo 1. Nadir Kan Hastalıklarında Belirlenen Gen Değişimleri
GEN
EKZON
MUTASYON
Homosistinüri
CBS
8
*110 bç’lik insersiyon/
833 T>C
Afibrinojemi
FBG
4
*5304 C>T
Afibrinojemi
FBG
4
5231 C>T
Psedotrombositopeni
MYH9
25
*3814 T>G
Psedotrombositopeni
MYH9
26
3660 T>G
ERGIC-53
Int 11
*1570 C>T
FV-FVIII Kombine Eksikliği
*: ilk kez bu çalışmada tanımlanan mutasyonlar
Bildiri: 0366
Poster No: P144
ORAL ANTİKOAGÜLAN TEDAVİ SEYRİNDE KANAMA
KOMPLİKASYONU
İLE
GELEN
HASTALARIN
DEĞERLENDİRİLMESİ. Murat Alay1, Cengiz Demir2,
Ramazan Esen2, Murat Atmaca1, İmdat Dilek2.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana
Bilim Dalı, Van, 2Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Ana Bilim Dalı, Van
Amaç: Warfarin dünyada en sık kullanılan oral antikoagülandır. En önemli komplikasyonu kanamadır. Bu
çalışma warfarin kullanan ve tedavi seyrinde kanama
komplikasyonu ile hastanemize başvuran hastaların
değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır.
Yöntemler: Retrospektif olarak dizayn edilen çalışmaya 27’si bayan 33’u erkek olmak üzere toplam 60 hasta
dâhil edildi. Hastalarda yaş, cinsiyet, warfarin kullanım
süresi, kullanım dozu, takip sıklığı, birlikte kullandığı
ilaçlar, kanama lokalizasyonu, verilen tedavi, yapılan replasman sayısı ve kanamanın kontrol altına alınma süresi
ve ayrıca geliş INR, PT, aPTT değerlerine bakıldı.
Sonuçlar: Hastaların ortalama warfarin kullanım
süresi 21,8 ± 32,4 ay (0,5–156), oratalama İNR takip
süresi 37,7 ± 66,8 gün (3–390) idi. Hastaların warfarin kulanım nedenlerinin başında kalp kapak replasmanı gelmekteydi. Hastaların ortalama warfarin kullanım
dozu 5,1 mg/gün idi ve en sık görülen kanama lokalizasyonu üst gastrointestinal sistemdi. Olguların 27 (%
44,5)’si majör kanama, 32 (% 55)’si minör kanama ile
geldi. Olguların 2 (% 3,3)’si fatal kanama nedeniyle kaybedildi. Ortalama geliş İNR, Hg, Htc değerleri ile kanama tipleri arasında yapılan karşılaştırılmada istatistiksel
olarak anlamlı fark görüldü (p<0,05). Hastalara uygulanan tedavi şekli ve tedavi sonrası kanamayı kontrol altına
alma süresi ile kanama tipleri arasında yapılan karşılaştırmada istatistikî olarak anlamlıydı (p<0,05). Hastaların
45 (% 75)’i warfarinin etkisini artıran en az bir ilaç kullanıyordu. Hastaların 37 (% 61,7)’si İNR kontrolünü düzenli olarak yapmıştı.
Tartışma: Çalışmamızda gelişen kanama komplikasyonunun warfarin kullanım süresi, yüksek İNR değeri
ve warfarin dışı ilaç kullanımı ile ilişkili olduğu görüldü.
1
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Poster No: P145
HEMOFİLİ ÇOCUKLARDA TROMBOFİLİNİN FAKTÖR
KULLANIMI VE KANAMA TİP VE AĞIRLIĞINA ETKİSİ.
Hamit Tüten1, Halit Çam2, Nihal Özdemir3, Fikret
Bezgal4, Ayşenur Buyru5, Bülent Zülfikar3, Tiraje
Celkan3. 1Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları Anabilim Dalı,İstanbul, 2Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi, İstanbul,
3
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı,
İstanbul, 4Türkiye Hemofili Derneği, İstanbul, 5Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji, İstanbul
Amaç: Hemofili A, X’e bağlı kalıtım görülen ve faktör 8
eksikliğiyle karakterize bir kanama bozukluğudur. Faktör
düzeyi ile hastalığın ciddiyeti genellikle paralellik gösterir ancak bir grup ağır hemofili hastasında beklenenden
daha az kanama görülebilmektedir. Kanama tipi ve şiddetinde saptanan farklılığın nedeni tam olarak bilinmemektedir. Çalışmanın amacı, hemofilik çocuklarda protrombotik mutasyonların faktör kullanımı ve kanama atakları
üzerine etkisinin araştırılmasıdır.
Yöntemler: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk
Hematoloji ve Türk Hemofili Derneğinden takipli ortaağır hemofili A (faktör < 1% (n: 34); faktör 1-5% (n: 17))
hastası çocuklar (<18 yaş) çalışmaya alındı. Hastaların
MTHFR(C677T), Faktör 5 Leiden(G1691A) ve Protrombin
(G 20210 A) mutasyonları polimeraz zincir reaksiyonu
(PCR) ile çalışıldı.
Sonuçlar: Ocak ve Aralık 2009 tarihleri arasında 51
hasta ve 25 kontrol çalışmaya alındı. Hasta ve kontrollerin hiçbirinde faktör V Leiden ve/veya Protrombin G
20210 A homozigotluğu görülmedi. Faktör V Leiden veya
Protrombin G 20210 A veya MTFR mutasyonları açısından hasta ve kontrol grubu arasında bir fark saptanmadı. Faktör V Leiden ve/veya Protrombin G 20210 A pozitif saptanan ve bu mutasyonlar saptanmayan hastalar
arasında faktör kullanımı, kanama yeri ve şiddeti açısından bir fark bulunmadı. Sadece trombofilik olarak bilinen MTHFRC677T homozigot olgularda faktör kullanımının beklenenin aksine daha fazla olduğu saptandı (3236
± 2272 Ü/Kg ve 1653 ± 1322 Ü/Kg (p = 0,015)).
Tartışma: Trombofilik mutasyon varlığının hemofilili hastalarda kanama tip, şiddet ve tüketilen faktör üzerine etkisi saptanmadı. Ancak MTHF C677T mutasyonunun homozigot olduğu hastalarda faktör kullanımında azalma yerine artış bulundu. Çalışmamızda olgu sayıları kısıtlı olduğundan saptanan bulguların güvenilirliği açısından daha geniş serili çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.
Bildiri: 0402
Poster No: P146
ANKAFERD
KAN
DURDURUCU’NUN
ÜREMİK
HASTALARDAKİ ETKİNLİĞİ. Nil Güler1, Melda Dilek2,
Burcu Çakar3, Nevzat Selim3, Zelal Adıbelli2, Tekin
Akpolat2. 1Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Samsun, 2Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nefroloji Bilim Dalı, Samsun,
3
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Samsun
Amaç: Ankaferd Kan Durdurucu geleneksel bir bitki
extresinden geliştirilmiş kanama durdurucu özelliği olan
bir üründür. İn vitro ortamda koagülan özelliğini pıhtılaşma faktörlerini kullanmadan gösterdiği tespit edilmiştir. Üremik hastalarda görülen kanamaların önemli bir
problem olması sebebiyle, bu ürünü hemodiyaliz işleminden çıkan hastalarda arteriovenöz fistüldeki arteriel
105
POSTER BİLDİRİLER
hattan çıkartılan iğne sonrası kanamalarda kullanarak
etkinliğini test etmek istedik
Yöntemler: 10 erkek 5 kadın ortalama yaşları 45 olan
(23-75), toplam 15 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar
haftada 3 gün 4 saatlik hemodiyaliz programında olan
hastalardı. Antikoagülan ve antiagregan ilaç kullananlar, Diyabetes Mellitus hastalığı olanlar, Hepatit C ve B
virüs taşıyıcıları çalışma dışı bırakıldı. Hastaların hiç biri
3 hafta öncesine kadar herhangi bir kan ürünü almamıştı. Çalışma yerel etik kurul onayı ile yapıldı. Hastalara
arteriovenöz fistüldeki arteriel hattaki iğnenin çıkarılmasında hemen sonra 2,5x7 cm(3mL)’lik Ankaferd tampon uygulandı. 30 saniyede bir kanama devam ediyor mu
diye kontrol edildi. Kanamanın durduğu dakika kaydedildi. Hastaların 8’ ine çalışmaya alındıklarından sonraki ilk hemodiyalizlerinden sonra Ankaferd tampon uygulandı. Bir sonraki diyalizlerinde aynı boyut ve ıslaklıkta serum fizyolojik tampon uygulandı. Hastaların 7’sine
ise çalışmaya alındıklarından sonraki ilk diyalizlerinden sonra serum fizyolojik tampon uygulandı. Bir sonraki diyalizlerinde ise Ankaferd tampon uygulandı. Böylece
15 hastanın 8’ine ardışık iki diyaliz işlemlerinden ilkinde
Ankaferd, ikincisinde serum fizyolojik tamponla müdahale edilirken; 7’sine ardışık iki diyaliz işleminin ilkinde
serum fizyolojik tamponla, ikincisinde Ankaferdle müdahale edildi.
Sonuçlar: Kanamanın durma zamanı Ankaferd ve
serum fizyolojik tamponla sırasıyla 3,4 dakika ve 2,7
dakikaydı. Hastaların hiç birinde her iki tamponla da
lokal yan etki gözlenmedi.
İstatistik çalışma Mann Whitney U test kullanılarak
yapıldı. Sonuç olarak p değerinin >0,05 olması sebebiyle
sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı.
Tartışma: Bizim bilgimize göre bu çalışma Ankaferd
ile ilgili üremik insanlar üzerinde yapılmış ilk çalışmadır. Ankaferd Kan Durdurucunun literatürde başka hastalıklardaki pek çok başarılı kanama durdurucu etkisinin bizim çalışmamızda gözlenememesinin başlıca nedeni üremik hastalardaki kanamanın kompleks olması,
tek bir sebebe bağlı olmaması olarak yorumlandı. Ancak
daha başka çalışma düzenekleri ile üremik hastalardaki etkinliğinin test edilmeye devam edilmesi gerekliğine
inanıyoruz.
Bildiri: 0392
Poster No: P147
TEKRARLAYAN
ABORTUSLU
TÜRK
KADIN
POPULASYONDA TROMBOFİLİK RİSK FAKTÖRLERİ.
Osman Yokuş1, Özlem Şahin Balçık2, Murat Albayrak3,
Funda Ceran4, Mesude Yılmaz4, Simten Dağdaş4,
Gülsüm Özet4. 1Okmeydanı Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Hematoloji Kliniği, İstanbul, 2Fatih Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 3Dışkapı Yıldırım Beyazıt
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara, 4Ankara Numune
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara
Amaç: Bu çalışmada, tekrarlayan abortus nedeni ile
hematoloji polikliniğine başvuran ve en az bir trombofilik
defekt saptanan Türk populasyonda trombofilik risk faktörleri ve sıklığını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Yöntemler: Tekrarlayan abortus öyküsü olan ve bir
ya da daha fazla trombofilik defekt [protein S, protein C,
antitrombin, aktive protein C rezistansı (APC-R), faktör
V Leiden (FVL), protrombin G 20210A (PTG), metilen tetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) C677T gen mutasyonları,
antifosfolipid antikorları (antikardiyolipin antikoru IgM ve
106
IgG, lupus antikoagülanı) varlığı ve faktör VIII yüksekliği] saptanan 41 olgu geriye dönük olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: En sık saptanan trombofilik defekt MTHFR
C677T gen mutasyonu (%53.7) idi. Kırk bir hastanın 22’si
(%53.7) (n: 22; 20 ikili, 2 üçlü defekt) birden fazla defekti aynı anda taşımaktaydı.
Tartışma: Türk toplumunda MTHFR C677T gen
mutasyonu tek ve/veya diğer trombofilik faktörlerle kombine olarak, tekrarlayan abortuslu hastalarda en sık rastlanan herediter trombofili etkeni olabilir.
Bildiri: 0403
Poster No: P148
GEBELİK SONRASI KAZANILMIŞ HEMOFİLİ. Nil Güler.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji
Bilim Dalı, Samsun
Tartışma: Kazanılmış hemofili nadir bir durum olup;
milyonda 1-4 oranında görülür. Erişkin hayatta FVIII’e
karşı gelişen antikorların FVIII’i inaktive etmesi ile karakterize bir durumdur. Nadir görülen bu durumu postpartum kanaması olan bir hastada tespit ettik. 24 yaşında kadın hastada doğum yaptıktan 10 gün sonra epizyotomi yerinde hematom gelişiyor. Kanama sırasında
PTT: 47,4 sn (22-35), PT: 12,3 sn, INR: 1.02. Hematom
boşaltılıyor.1 hafta sonra tekrar aynı yerde hematom oluyor. Boşaltmak için konan drenaj tüpünden aşırı kanama oluyor. Kanama sırasındaki PTT: 47,3 sn, PT: 12,2
sn, INR: 1.02. TDP (Taze Donmuş Plazma) sonrası kanaması duruyor.1 hafta sonra bu kez uterustan kanama başlıyor. Tekrar TDP veriliyor. Kanama duruyor.
Sık kanamalar sebebiyle hematolojiye konsülte ediliyor. Hematolojiye başvurduğunda hastada her hangi bir
kanama yoktu. Hemostaz testleri normaldi (PTT 32 sn,
PT: 11,7, INR.0,88). Kanama anamnezinin postpartum
başlaması sebebiyle FVIII inhibitörü ihtimaline karşı 2
saat inkübasyonlu karışım testi istendi. Bu testteki PTT
30,22 sn ile normaldi. Fakat kanama anamnezinin özelliği sebebiyle FVIII, von Willebrand Ag ve inhibitör tayini istendi. Faktör VIII % 10, VIII İnhibitör 0,5 BU, von
Willebrand Ag normal olarak geldi. Postpartum kazanılmış FVIII eksikliklerinde doğumdan sonra antikorların spontan azalarak kaybolması mümkün olabileceği için kanaması olmayan hastada bir süre beklenilmesine karar verildi. 1 ay sonra Faktör VIII % 13, inhibitör 0,4 BU, Lupus anticoagulant (LA-dRVVT) negatif olarak tespit edildi. 4 ay sonra yeni Faktor VIII %11,7, inhibitör negatif; PTT 29,5 olan hastaya immünsupresif tedavi verilmesine karar verildi. 1mg/kg prednol tedavisi başlandı. 15 günlük tedavi sonrası F VIII düzeyi %78 olarak
geldi. Hastanın 1 hafta daha steroid kullandıktan sonra
FVIII ve inhibitör tayini yapılmasına ve steroidin azaltılarak kesilmesine karar verildi.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Kronik Lenfositer Lösemi ve Kronik Lenfoproliferatif
Hastalıklar
Bildiri: 0098
Poster No: P149
KRONİK LENFOSİTER LÖSEMİDE BİR MUTATÖR
OLAN AKTİVASYON İLE TETİKLENEN SİTİDİN
DEAMİNAZ (AID)’IN MRNA ANALİZİ. Veysel Sabri
Hançer1, Murat Köse2, Melih Aktan3, Reyhan
Küçükkaya4, Akif Selim Yavuz3, Meliha Nalçacı3.
İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Ve
Genetik Anabilim Dalı, 2Bakırköy Prof.Dr.Mazhar Osman
Ruh Sağlığı Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Dahiliye
Servisi, 3İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, İç
Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, 4İstanbul
Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim
Dalı, Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: Kronik Lenfositer Lösemi (KLL)’de prognozun
değerlendirilmesinde standart metod olarak kullanılan
Rai ve Binet evreleme sistemleri, erken evre hastalarda
hangilerinin hızlı seyredeceğini ayırmada yetersizdir. Son
yıllarda evreleme dışındaki prognoz parametreleri önem
kazanmaktadır. Aktivasyon ile tetiklenen sitidin deaminaz (AID) düzeylerinin, hastalık progresyonunu belirlemede önemli bir parametre olabileceği ileri sürülmüştür. AID, antikor dağarcığının çeşitlenmesinde rol alan
3 reaksiyon için gereklidir. Bunlar Somatik hipermutasyon (SHM), sınıf çevrim rekombinasyonu (CSR) ve gen
dönüşümü’dür. Bu reksiyonları Ig genlerindeki tek sarmallı DNA içindeki sitidinleri deamine ederek başlattığına inanılmaktadır. AID’in Ig dışı genlerde de DNA hasarı oluşturma ve genom stabilitesini bozma olasılığı vardır. AID’in bu süreci bir RNA editörü gibi davranmak yerine, deoksi sitidin deaminasyonu ile başlattığını destekler nitelikte kanıtlar mevcuttur. Ig genleri SHM geçirirler, fakat bazı istisnalar dışında mutasyon geçiren hücrelerdeki diğer genlerin çoğu bundan korunur. Bu genlerin SHM’den korunuşunun, AID’in düzenlenmiş olmasına bağlı olduğu görülmektedir. Çünkü aşırı AID sunumu normal B hücrelerinde SHM gelişmeyen birkaç gende
mutasyona neden olmaktadır. Çalışmamızda 50 B-KLL
hastası ile 50 sağlıklı erişkin birey AID mRNA miktarı açısından analiz edilerek, hastalığa katkısının varlığı araştırıldı.
Yöntemler: 50 B-KLL hastası ile 50 sağlıklı erişkin
bireyden alınan kan örneklerinden periferik mononükleer hücreler izole edilip, bu hücrelerden total RNA ayırımı gerçekleştirildi. cDNA sentezlenip, hedef gen AID ve
referans gen hipoksantin fosforibozil transferaz (HPRT1)’e
özgü tasarlanan primer ve problar kullanılarak nicel gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (Q RT-PCR) gerçekleştirildi. KLL hastaları arasında evrelere göre ve kromozomal anormallik bulunuşuna göre AID mRNA düzeyleri incelendi. Rai 0,I,II evredeki olgular ile III ve IV. evredeki olgular birbirleri ile karşılaştırılırken, Binet A evresindeki olgular ile Binet B ve C evresindeki olgular AID
mRNA düzeyleri açısından birbirleriyle karşılaştırıldı.
Sonuçlar: B-KLL hastalarındaki AID mRNA miktarının, sağlıklı erişkin gruba göre 8 kat fazla olduğu saptandı. Benzer şekilde, yüksek risk gruplarında düşük risk
gruplarına göre fazla miktarda bulunduğu tespit edildi.
Kromozom anormalliği bulunan bireylerde incelendiğinde, hem sağlıklı kontrol grubuna hem de kromozom anormalliğine sahip olmayan hasta bireylere göre fazla miktarda bulunduğu saptandı.
1
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Tartışma: AID miktarı, KLL olgularında normallere
göre 8 kat yüksek olup, hastalık progresyonu veya sağkalım ile ilgili bir parametre olabileceği yönünde bulgular elde edilmiştir. Genomik instabiliteyi de destekliyor
görünmektedir. Daha geniş serilerde uzun süreli takipler ve çok yönlü analizlerle önemi gösterilebildiği takdirde, sadece QRT-PCR ile tetkik edilebiliyor olması nedeniyle klinik kullanımda yararlanılacak bir parametre olabilir.
Tablo 1. KLL hastaları ve sağlıklı kontrol bireylerinde
Q RT-PCR döngü numaraları.
Bildiri: 0369
Poster No: P150
B-KRONİK LENFOSİTİK LÖSEMİLİ HASTALARDA
KEMİK İLİĞİNDE RETİKÜLİN LİF ARTIŞI İLE
PROGNOZ İLİŞKİSİ. Neval Özkaya1, Murat Alp Öztek1,
M. Cem Ar2, Ahmet Emre Eşkazan1, Ayşe Salihoğlu1,
Şeniz Öngören1, Hilal Akı3, Zafer Başlar1, Burhan
Ferhanoğlu1, Nükhet Tüzüner3, Yıldız Aydın1, Teoman
Soysal1. 1İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi,
İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı,
İstanbul, 2TCSB İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
5.Dahiliye, İstanbul, 3İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, İstanbul
Amaç: Kronik lenfositik lösemi (KLL) çevresel kanda
küçük, olgun görünümlü lenfositlerin artışı (>5000/mikrolitre) ile giden lenfoproliferatif bir hastalıktır. Olguların
>= %95’inde habis hücre klonu CD 19, CD 5 yüzey antijeni birlikteliği gösteren B lenfositlerden oluşur. Tanı esnasında hastaların tamamına yakınında kemik iliği tutulumu gözlenir. Tutulum nodüler, interstisyel veya diffüz şekilde olabilir. Olguların %20-30’unda kemik iliğinde sekonder fibroz gelişimi bildirilmiştir. KLL’de CD38,
ZAP-70, Ig ağır zincir gen mutasyonları, hastalık evresi gibi bir çok moleküler ve klinik parametre prognostik
belirteç olarak ileri sürülmüştür. Bu bağlamda kemik iliğinde retiküler lif artışının KLL’li hastalarda prognostik
değerinin araştırılması çalışmamızın temel amacını oluşturmaktadır.
107
POSTER BİLDİRİLER
Yöntemler: Çalışmaya 1999-2009 yılları arasında
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji BD Polikliniğinde tanı, tedavi ve takibi yapılan
153 B-KLL hastası dahil edilmiştir. Hastalar, laboratuar
ve klinik özelliklerinin yanında kemik iliğinde fibroz varlığı (retiküler lif artışı) ve derecesi açısından retrospektif
olarak değerlendirilmiştir. Prognoz değerlendirilirken ilk
tedaviye kadar geçen süre bir kriter olarak kullanılmıştır.
Sonuçlar: Hasta özellikleri Tablo-1’de verilmiştir. 91
hastada tanı esnasında kemik iliği biyopsi ve aspirasyonu
yapıldığı saptanmış olup bu hastaların %83’ünde grade
1 – 3 arasında değişen retiküler lif artışı olduğu tespit
edilmiştir. Sonuç olarak, kemik iliğindeki fibrozun derecesi ile tedaviye kadar geçen süre arasında ters bir ilişki
olduğu ve fibroz derecesinin tedaviye kadar geçen süreyi
etkilediği görülmüştür (Şekil-1). Ancak, istatistiksel olarak anlamlı fark sadece grade 3 retiküler artış ile diğer
düzeyler arasında kaydedilmiştir (p<0.017).
Tartışma: Basit bir uygulama olması açısından kemik
iliği retikülin lif skorlaması KLL’de prognoz belirteci olarak kullanılabilir. Ancak daha fazla hasta sayısı ile
yapılacak prospektif çalışmalarda morfolojik bulguların,
TGF-beta gibi fibroz ilişkili moleküller ve diğer prognostik
belirteçlerle korelasyonunun araştırılması gerekmektedir.
Şekil 1.
Tablo 1. Hasta Özellikleri
Yaş
K/E
Evre (Rai)
65,4 ± 11 yıl
55/98
(n=148)
0
22 (%14,4)
1
53 (%34,6)
2
53 (%34,6)
3
10 (%6,5)
4
10 (%6,5)
ESH (mm/sa)
Lökosit (/mm3)
12
26.000 (1.500 – 526.000)
Hemoglobin (g/dl)
12,9 (7,1 – 19,2)
Trombosit (/mm3)
188.000 (17.900 –
531.000)
Artmış LDH
24/104
Kemik iliğinde retikülin lif artışı
(n=91)
İlk Tedaviye Kadar Geçen Süre
(medyan ay)
Yok
15
45
Grade 1
41
21
Grade 2
32
16
Grade 3
3
0
108
Bildiri: 0256
Poster No: P151
KRONİK MİYELOPROLİFERATİF HASTALIK VE
KRONİK LENFOSİTİK LÖSEMİ BİRLİKTELİĞİ: OLGU
SUNUMU. Hakkı Onur Kırkızlar1, Seval Akpınar1,
Adnan Ata1, Hilmi Tozkır2, Muzaffer Demir1. 1Trakya
Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, Edirne, 2Trakya Üniversitesi Tıp
Fakültesi,Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı, Edirne
Amaç: Miyeloid ve lenfoid kök hücreden kaynaklanan
habis hastalıkların birlikteliği daha önceden bildirilmesine rağmen oldukça nadir görülmektedir. Daha önceden
polisitemia vera ön tanısı almış post polistemik miyelofibroz ve hastalık seyrinde kronik lenfositik lösemi (KLL)
tanısı konan bir hastanın bulguları paylaşılacaktır.
Yöntemler: 62 yaşında erkek hasta ileri halsizlik ve
karında ileri derecede şişkinlik şikayeti ile başvurması
üzerine hastaneye yatırıldı. Son 2 yıldır başvurduğu dış
merkezlerde aralıklı olarak flebotomi yapıldığını ifade ediyor. Daha önceden yapılmış olan tetkiklerinde splenomegalisi (yaklaşık 16 cm) ve hemoglobin düzeyi 18 gr/
dl saptanmış, ancak ileri tetkik edilmemiş. Hasta bize
başvurduğunda ise lenfosit kaynaklı lökositozu, hafif bir
anemisi (Hb: 10 gr/dl), trombositopenisi (81.000/mm3),
kasık bölgesine uzanan masif splenomegalisi ve lenfadenopatisi mevcuttu. Lökosit sayısı 130.000/mm3, lenfosit
sayısı 119.000/mm3 olan hastanın periferik yayma incelemesinde %90 olgun küçük lenfositleri ve arada ezilmiş
hücreleri ile eritroid seride gözyaşı hücreleri mevcuttu.
Hastanın boyun, koltuk altı ve kasık bölgesi lenfadenopatileri fizik muayene ve görüntüleme yöntemleri ile saptandı. Periferik kandan ve kemik iliğinden yapılan akım
sitometri incelemeleri ile lenf düğümü biyopsi incelemesi
de KLL ile uyumlu saptandı. Ancak hastanın daha öncesinde flebotomi öyküsü bulunması, Hb seviyelerinin yüksek saptanması, masif splenomegalisinin olması ve kemik
iliği biyopsi incelemesinde ‘miyeloproliferatif neoplaziye
eşlik eden KLL infiltrasyonu’ ile uyumlu bulguların olması üzerine kronik miyeloproliferatif hastalık (KMPH) açısından yapılan moleküler genetik incelemesinde bcr-abl
füzyon geni negatif ve JAK2 mutasyon incelemesi pozitif
saptandı. Serum eritropoetin düzeyi düşük ve arter kan
gazı incelemesinde oksijen saturasyonu normal bulundu. Hasta bu nedenler ile KLL’nin eşlik ettiği post polistemik miyelofibroz olarak değerlendirildi. KLL tedaviye
yanıt açısından bakılan 17 p delesyonu negatif saptandı.
Anemisi ve trombositopenisi masif splenomegaliye bağlı
olduğu düşünüldü. 20 kurs dalak radyoterapisi sonrası splenomegalisi 15 cm’e gerileyen hastanın Hb düzeyi 12 gr/dl ve trombosit sayısı 170.000/mm3’e yükseldi.
Hastanın lenfosit ikilenme zamanının düşük olması üzerine evre II KLL olarak değerlendirildi ve KLL açısından
tedavisiz izlem altında takip edilmektedir.
Sonuçlar: KMPH ve KLL birlikteliği sık rastlanmayan bir durum olup, iki ayrı klonal hastalığın aynı hastada izlenmiş olması açısından ilgi çekicidir. Tedavisinde
sırasında sorunların çözümünde sıkıntılar yaşanması
bu grup hastalarda tecrübe azlığından kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu grup hastaların prognozları konusunda da
yeterli veri bulunmamaktadır.
Tartışma:
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0130
Poster No: P152
KRONİK LENFOSİTİK LÖSEMİ HASTALARIMIZIN
DEĞERLENDİRİLMESİ. Engin Kelkitli, M.hilmi Atay,
Yakup Ünsal, Düzgün Özatlı, Nil Güler. 19 Mayıs
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, SAMSUN
Amaç: KLL olgun B lenfositlerin periferik kan, kemik
iliği ve lenfoid dokularda anormal birikimiyle karakterize
hematolojik malignitedir. 65 yaş üstü erkeklerde daha sık
görülmektedir.Hematolojik maligniteler arasında tedavisiz izlenen hastalıklardan birisidir.Çalışmamızda 2003
– 2009 yılları arasında Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji
Bölümü’ne KLL tanısıyla başvuran hastalarımızı inceleyerek; demografik bulgular, kromozom analizi ve bazı prognostik faktörleri saptayarak bunları literatürle karşılaştırmayı amaçladık.
Yöntemler: KLL tanısıyla takip ve tedavi edilen 161
hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi.Hastalara
KLL tanısı Ulusal Kanser Enstitüsü Çalışma Grubu
(NCIWG) kriterlerine uygun olarak konuldu. Hastalar
modifiye Rai kriterlerine göre düşük, orta ve yüksek risk
grubu şeklinde üçe ayrıldı.Hastaların bir kısmı tedavisiz
izlenirken bir kısmına da NCIWG tedavi endikasyon krititerlerine uygun olarak tedavi verildi. Tedavi verilen hastaların bir kısmına klorombusil po 10 mg/10 gün ayda bir
uygulandı. Diğer bir kısmına ise fludarabin ve siklofosfamid kemoterapi rejimi (fludarabin 25 mg/m2/gün IV ve
siklofosfamid 750 mg/m2/gün IV) verildi. Bazı hastalarımıza (9 hastaya) bu rejime rituximab 375 mg/m2/gün
eklenerek tedavi uygulandı. Bu tedavi rejimlerine dirençli olan 4 hastamıza ise alemtuzumab tedavisi uygulandı.Hastalarda kemoterapi sonrası yanıtın değerlendirmesi NCIWG tarafından yayınlanan tedavi yanıt kriterlerine göre yapıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan hastaların medyan yaş
ortalaması 69 idi. 55 yaş altı 16 (%9,9) hasta mevcuttu. Hastaların evreleri tablo 1 de görülmektedir.
Hastalarımızdan 34’üne (%21,1) FISH yöntemiyle genetik çalışma yapıldı. FISH çalışılan hastaların 17’sinde
(%47) normal, 9’unda (%41) del 13q14, 6’sında (%27) trizomi 12, 3’ünde (%14) del 11q22.3 saptandı (Grafik 1).
Hastalarımızın 64’üne (%39,8) ya başlangıçta veya takibine göre tedavi uygulandı. Tedavi uygulanan hastalardan
35’inde (%54,7) kısmi yanıt elde edilirken 9’unda (%14,1)
tam yanıt gözlendi. Hastalarımızın 12’sinde (%7,4) otoimmün komplikasyon gözlendi. Bunlardan 5’i (%3,1) otoimmün hemolitik anemi, 5’i (%3,1) otoimmün trombositopeni hastasıydı. Hastalarımızın ortalama yaşam süresi
44 ay olup 15’i (%9,3) takip sırasında hayatını kaybetti.
Ölüm nedeni olarak en sık (~%75) enfeksiyon saptandı.
Tartışma: Hastalarımız da hastalığın görülme yaşı,
cinsiyet dağılımı gibi demografik bulgular açısından diğer
çalışma grupları arasında fark yoktu.FISH çalışılan hastalarımızda saptanan bulgular diğer literatürlere benzer orandaydı (Grafik 2). Tedavi yanıtı açısından ise tam
ve kısmi yanıt oranları literatürlere göre düşük saptandı. Bunun nedeni olarak monoklonal antikor tedavi seçeneklerinin kullanım azlığı, hastaların sosyokültürel düzeyi düşük olması nedeniyle tedavi uyumunun tam olmaması söylenebilir. Otoimmün komplikasyonlar açısından
diğer çalışmalarla benzer sonuçlar alındı.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Şekil 1. FISH sonuçları
Şekil 2. FISH sonuçlarının literatürle karşılaştırılması
Tablo 1. Hastalarımızın Evreleri
EVRE
KADIN
ERKEK
TOPLAM
Evre 0
18
23
41
Evre 1
9
22
31
Evre 2
8
22
30
Evre 3
14
16
30
Evre 4
7
22
29
Toplam
56
105
161
109
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0250
Poster No: P153
KİKUCHİ-FUJİMOTO
HASTALIĞININ
GLUKOKORTİKOİD İLE TEDAVİSİ: BİR OLGU SUNUMU
VE LİTERATÜRÜN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ. Selami
Koçak Toprak1, Selim Yalçın2, Betül Erişmiş3, Özden
Altundağ2, Sema Karakuş1, İbrahim Tek4, Handan
Özdemir5, Nuray Topçuoğlu6. 1Başkent Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 2Başkent
Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı,
Ankara, 3Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Ankara, 4Medicana International Ankara
Hastanesi Kanser Merkezi, Ankara, 5Başkent Üniversitesi
Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, Ankara, 6Başkent
Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Ankara
Amaç: Klasik prezentasyonunu, genellikle genç kadınlarda, servikal bölgedeki ağrılı lenfadenopatilerin (LAP)
oluşturduğu Kikuchi-Fujimoto hastalığı (KFH), histiyositik nekrotizan lenfadenit olarak da adlandırılmaktadır.
Kliniğimizde KFH tanısı koyduğumuz genç bir kadın hastayı sunmayı uygun bulduk.
Sonuçlar: 32 yaşındaki kadın hasta, polikliniğimize yaygın vücut ağrısı, iştahsızlık, gece terlemesi, boynun sol tarafında ağrılı şişlikler ve ateş yakınmaları ile
başvurdu. Muayenesinde; sol servikal bölgede neredeyse konglomere olmuş, sert ve ağrılı; sağ servikal bölgede ise daha az duyarlı ve yine sert, multiple LAP’lar saptandı. Bu süreçte hastanın dış merkezden getirdiği hazır
patoloji preparatı fakültemizde değerlendirildi. Morfolojik
bulgular KFH’yi düşündürse de neoplastik sürecin dışlanamadığı ve bu nedenle yeni biyopsinin uygun olacağı
belirtildi. Toxoplazma IgM, HBs Ag, antiHBs, anti-HCV,
anti-HIV, CMV IgM, VDRL, Brucella aglutinasyonu negatif saptandı. Anti ds-DNA normal, ANA ve RF negatif
bulundu. Angiotensin converting enzyme normal, PPD
cilt testi ise negatif bulundu. Tam kan sayımı, biyokimyasal incelemeler ve koagülasyon testleri normaldi. Periferik
yaymada görece lenfositoz saptanan hastanın radyolojik
tetkikinde her iki servikal zincir ve submandibuler bölgede, sol supraklavikuler bölgede konglomerasyon gösteren multiple LAP’lar ve sol sternocleidomastoid kası posteriorundan cilt altına uzanım gösteren sıvı koleksiyonu saptandı. Kikuchi öntanısı ile nonsteroid antienflamatuvar ilaçlar ile ampirik antibiyotik başlanan hastada
BT’de abse ile uyumlu olarak değerlendirilen daha önceki eksizyonel biyopsi bölgesinden cerrahi drenaj yapıldı.
Hastanın ateşinin ısrarcı ve genel durumunun da düşkün olması nedeniyle tedavisine piperacillin-tazobactam
ve teicoplanin eklendi. Sağ servikal bölgeden total LAP
eksizyonu yapıldı. Nekrotik debri ile birlikte, histiyosit
ve plazmositoid görünümlü lenfositlerin egemen olduğu lenfadenit tanısı konularak klinik bulguların da desteklemesi halinde öncelikle KFH’nin düşünüldüğü belirtildi. Bu süreçte gerek antibiyotik ve gerekse nonsteroid
antienflamatuvar tedaviye karşın klinik tabloda belirgin
bir düzelme görülmemesi nedeniyle, tedricen azaltılmak
üzere metilprednizolon 56 mg/gün, başlandı. Azaltılarak
verilen kortikosteroid tedavisiyle hastanın ateşi düştü ve
gerek sayı ve gerekse boyut bakımından LAP’larda belirgin bir gerileme kaydedildi. Taburcu edilen hastanın iki
ay sonraki poliklinik kontrolünde ise fizik muayene ve
laboratuvar değerleri normal sınırlarda bulundu. Hasta
gelişmesi olası bağ dokusu hastalığı yönünden takip
altında tutulmaktadır.
Tartışma: Özellikle batı toplumlarında görece ender
görülen ve fakat etyolojisinin aydınlatılamamış olması
110
nedeniyle hala gizemini koruyan KFH’yi, ayırıcı tanıda
karışabileceği bir kısmı malign pek çok önemli hastalık olması dolayısıyla, oldukça dinamik bir süreçte başarıyla tanı-tedavi ve takip sürecini gerçekleştirdiğimiz bir
olgumuz üzerinden sunmayı ve tartışmayı uygun bulduk.
Bildiri: 0460
Poster No: P154
LÖKOSİTOZ İLE KENDİNİ GÖSTEREN TÜYLÜ
HÜCRELİ LÖSEMİ: BİR OLGU SUNUMU VE AYIRICI
TANIDA DÜŞÜLEBİLECEK TUZAKLAR. Güven Çetin1,
Pınar Demir2, Özden Özer3, Bekir Hacıoğlu4, Yusuf
Coşkun3, M. Cem Ar1. 1TCSB İstanbul Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, 5. Dahiliye Kliniği, İstanbul, 2TCSB
İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 4. Dahiliye Kliniği,
İstanbul, 3İstanbul Patoloji, İstanbul, 4TCSB İstanbul Eğitim
ve Araştırma Hastanesi, 2. Dahiliye Kliniği, İstanbul
Amaç: Tüylü hücreli lösemi (klasik THL) tipik olarak splenomegali, normal ya da normalin altında lökosit
sayısı ile ortaya çıkan, cladribine tedavisine çok iyi yanıt
ile karakterize olgun B hücreli lenfoproliferatif neoplazidir. Tipik olarak, tüberküloz riskini arttıran monositopeni eşlik eder. Burada, alışılagelmiş hemogram değerlerinin aksine, lenfositoz ile oraya çıkan bir klasik THL olgusu bildirilmekte, gene lenfositoz ile ortaya çıkan, ancak
cladribin tedavisine yanıt vermeyen ve agresif seyirli varyant THL (v-THL)`den ayrımıirdelenmektedir.
Yöntemler: Halsizlik, karında şişkinlik şikayetleri ile
başvuran 37 yaşındaki erkek hastada, lökositoz (WBC:
41k/ul, hafif trombositopeni (Plt: 113k/ul) ve fizik muayenede kosta kavisini 15 cm geçen masif splenomegali
saptanmıştır. Otomatik cihaz sayımında lökosit dağılımı,
mutlak lenfositoz(5.3k/ul) ve monositoz (31k/ul) belirtmekle birlikte, perifer kan yayması morfolojik değerlendirmesinde monosit görülmemiş(<%1), cihaz tarafından
monosit sınıfında raporlanmış hücrelerin, tipik inaktif
bir lenfositin iki katı büyüklüğünde, merkezi nükleuslu,
nadiren nükleolus sergileyen, geniş sitoplazmalı, dağınık sitoplazmik çıkıntıları olan neoplastik hücreler olduğu saptanmıştır.
Sonuçlar: Kemik iliğinde, aspiratta benzer hücrelerin arttığı, biopside eritrosit ekravazyonu eşliğinde hücreler arası yayılım gösteren, immünhistokimasal incelemede yaygın TRAP çekirdek (+)`liği gösteren CD20 +
infiltrat saptanmıştır. Aspiratta çalışılan akımsitometrik
immünfenotiplemede, selülaritenin %35`ini oluşturan,
CD19+,CD20+, CD22+, CD103+, CD11c+, IgD+, CD25+
FMC7+, CD23-, CD5-, CD10-, fenotipte B hücreli lenfoproliferasyon saptanmıştır. Mutlak lenfositoz ile ortaya çıkan olguda, morfolojik ve immünfenotipik bulgular
nezdinde, klasik THL (ICD- O CODE: 9940/3) tanısı konmuştur. Cladribine tedavis ile 6. günde lökopeni gelişmiş, 14 gün itibari ile lökosit değeri normalize olmuş, bu
aşama itibari ile tedaviye yanıt alınmıştır.
Tartışma: Klasik THL nadiren lenfositoz ile ortaya
çıkabilmektedir, lenfositoz varlığı refleks olarak v-THL
tanısına götürmemelidir. İmmünfenotipik, immünhistokimyasal ve morfolojik bulguların birlikte değerlendirilmesi, doğru tanı için önem arz eder. Tipik olarak nükleolusu belirsiz klasik THL hücrelerinin aksine, v-THL`de prolenfosite benzer tarzda belirgin nükleolusların varlığı, tipik olarak CD25+, TRAP + klasik
THL`nin aksine v-THL`nin CD25-, TRAP – oluşu bu iki
entiteyi ayırt etmede kritik parametrelerdir. Benzer klinik bulgular ile ortaya çıkabilen splenik marjinal zone
lenfoma(SMZL), CD103 -, TRAP – antijen prolifili ile ayırt
edilebilir. Nadiren, CD103 ve TRAP (+)`liği, SMZL`da
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
da görülebilmekle beraber, bunların çok zayıf ve kısmi
nitelikte olması, kemik iliği infiltrasyon paterninin tipik
paratrabeküler agregatlar halinde oluşu SMZL tanısında yardımcıdır. Monozomi 7`nin bu entitelerin ayrımında
belirleyici olabileceğine dair yayınları takip eden çalışmalarda spesifik olmadığı gösterilmiştir.
Bildiri: 0158
Poster No: P155
GÖRME VE İŞİTME AZLIĞI İLE BAŞVURAN OLGUDA
KRONİK MİYELOİD LÖSEMİ. Müge Gökçe1, Şule
Ünal1, Benan Bayrakçı2, Murat Tuncer1. 1Hacettepe
Üniversitesi, Hacettepe Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji
Ünitesi, 2Hacettepe Üniversitesi, Hacettepe Tıp Fakültesi,
Pediatrik Yoğun Bakım Ünitesi
Amaç: Kronik myeloid lösemi (KML), çocukluk
çağı lösemilerinin %1-3’ünü oluşturmaktadır. KML’de;
Philedelphia kromozomu myeloproliferasyondan sorumludur. Klinik tablo çoğunlukla nötrofilik lökositoz ve splenomegali ile karakterize “kronik faz” ile başlar. Eğer bu
evrede yakalanmaz ise; hastalık “akselere ya da blastik faz”a ilerleyecektir ki bu evrede tedavi başarısı ve sağ
kalım kronik faza göre çok daha kötüdür. Hiperlökositoz
nedeni ile beyin, akciğer ve böbrek başta olmak üzere
hayati önemi olan organlara ait hasar meydana gelmektedir. Baş ağrısı, konvülziyon, inme, vertigo, tinnitus, papilödem ve işitme kaybı nörolojik semptomlar arasında yer
almaktadır. KML için alışılmadık bir başvuru yakınması
olarak görme ve işitme problemleri ile başvuran olgumuzu sunuyoruz.
Yöntemler: On beş yaşında kız hasta, son bir haftadır giderek artan görme ve işitme azlığı ile başvurdu. Öyküde geçirilen enfeksiyon, entoksikasyon, ilaç ve
madde bağımlılığı açısından özellik saptanmadı. Vital
bulguları yaşına uygun idi. Karın muayenesinde dalağın kot altından inguinal bölgeye kadar uzandığı ve sert
olduğu saptandı. Derin tendon refleksleri normoaktif ve
serebellar testleri normaldi. Bilateral ışık refleksi mevcuttu ancak görme keskinliği; 1 metreden parmak sayacak
kadardı. Fundoskopik değerlendirmede; bilateral papilödem, eksuda ve hemoraji saptandı. Hemogramında;
hemoglobin; 10.4 g/dl, beyaz küre; 455x109/L ve trombosit; 868x109/L idi. Periferik yaymada; %18 promiyelosit, %12 miyelosit, %8 metamiyelosit, %10 çomak, %32
nötrofil, %16 bazofil ve %4 eozinofil görüldü. Kemik iliği
değerlendirmesinde; morfolojik olarak %5, akım sitometrik değerlendirme ile %4 blast saptandı. Bu bulgular ile
hastada KML’nin kronik fazı düşünüldü. Kranial MR’ında
papillit dışında anormallik saptanmadı. Odyogramda sağ
kulakta sensoriyonöral tipte işitme kaybı olduğu izlendi.
BOS değerlendirmesinde hücre saptanmadı. Alkali hidrasyon başlandı ve bir kez lökoferez yapıldı. Lökoferez sonrası beyaz küre sayısı 326x109/L’ye düştü. Hidroksiüre
(40 mg/kg/gün, bid, po) ve 3 gün düşük doz sitarabin
(100 mg/m2/gün, IV) verildi. Görme ve işitme bulguları nedeniyle bir kez intratekal metotreksat ve prednizolon
uygulandı. Beşinci gün yapılan görme keskinliği ve işitme testlerinde belirgin düzelme olduğu görüldü. Yatışının
10. gününde beyaz küre sayısı; 8.1 x109/L ve trombosit
sayısı ise; 446 x 109/L idi. Philadelphia kromozomu sitogenetik inceleme ve RT-PCR ve ile pozitif saptandığından
imatinib (400 mg/m2, po) başlandı. HLA uygun babadan
allojenik kök hücre nakli planlandı
Sonuçlar: Erken dönemde lökoferez yapılarak lökostaza bağlı vasküler obstrüksiyonun azaltılması, intratekal prednisolonun antiödem-antineoplastik etkisini direk
koklea ve retina üzerinde göstermesi ile hastanın görme
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
ve işitme kaybının kalıcı olmasının engellendiği düşünülmektedir. Ayrıca olgumuz görme ve işitme azlığı ile başvuran olgularda sistemik muayene ve kan sayımının önemine dikkat çekmektedir.
Bildiri: 0249
Poster No: P156
KİKUCHİ-FUJİMOTO
HASTALIĞI:
BİR
OLGU
SUNUMU. Selami Koçak Toprak1, İbrahim Tek2, Sema
Karakuş1, Emel Kaya3, Özlem Azap4, Alev Ok Atılgan5,
Derya Kaşkari6. 1Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 2Medicana İnternational
Ankara Hastanesi Kanser Merkezi, Ankara, 3Başkent
Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Ankara, 4Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Ankara,
5
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı,
Ankara, 6Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji
Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Aynı zamanda histiyositik nekrotizan lenfadenit (HNL) olarak da adlandırılan Kikuchi-Fujimoto hastalığı (KFH), kendi kendini sınırlama özelliğine sahip,
benign karakterli, oldukça ender görülen ve etyolojisi
halen aydınlatılamamış sistemik bir lenfadenit tablosudur. Merkezimize boynunda yeni başlayan şişlik ve ağrı
yakınması ile başvuran erkek hastada, yapılan servikal lenf nodu biyopsisi sonucu Kikuchi lenfadeniti tanısı
konulmuştur. Geçirilmiş tüberküloz öyküsü bulunan bu
hastayı, KFH’nin lenfoproliferatif hastalıklar ve özellikle
sistemik lupus eritomatozus (SLE) gibi bağ dokusu hastalıklarıyla ayrıcı tanısının yapılması gerekliliği açısından
sunmayı uygun bulduk.
Yöntemler: Otuz beş yaşındaki erkek hasta, boynun
sol tarafında bir gün önce başlayan ağrı ve şişlik şikayeti
ile başvurmuş, sorgulamasında ateş, halsizlik, kilo kaybı
ve gece terlemesi tespit edilmemiştir. Muayenede boynun sol tarafında hareketli, 1x1.5 cm boyutunda ve ağrılı bir kitle saptanması üzerine yedi gün boyunca geniş
spektrumlu antibiyotik ve nonsteroid antiinflamatuvar
ilaç tedavileri verilen hastanın şikayetinin gerilememesi üzerine yapılan tam kan sayımı ve biyokimyasal inceleme sonuçları normal olarak saptanmıştır. Radyolojik
incelemede sol posterior zincirde konglomere karakterde büyümüş lenf nodları bulunması üzerine lenfoproliferatif hastalık öntanısıyla total eksizyonel biyopsi yapılmasına karar verilmiştir. Histopatolojik değerlendirmede lenf nodunda temel yapının yaygın makrofaj infiltrasyonu ve fokal nekroz odakları nedeniyle kısmen bozulmuş olduğu, lezyonun makrofajlardan zengin olup nötrofil ve plazma hücresinin belirgin olmadığı, histopatolojik bulguların Kikuchi lenfadeniti ile uyumlu olduğu
saptanmıştır. Olası tüberküloz yönünden yapılan ayrıntılı incelemede aside dirençli basil ya da mantar mikroorganizması görülmemiştir. Brucella ve Gruber-Widal
aglütinasyonu, VDRL, anti HIV, Toxoplazma IgM ve G,
Rubella IgM (IgG: +), Epstein-Barr virus (EBV) IgM (IgG:
+), Parvovirus B19 IgM (IgG: +), cytomegalovirus (CMV)
IgM, human herpes virus (HHV) tip 6 ve tip 8 serolojik
incelemesi ile Anti HCV negatif ve Anti HBs: 44,3 IU/L
olarak saptanmıştır. c-ANCA, p-ANCA, C3 compleman
ve C4 compleman negatif saptanırken, Anti-dsDNA ise
normal sınırlarda bulunmuştur. Bununla birlikte hastada malar ve diskoid rash, fotosensitivite, oral aft, artrit, serozit, renal ve nörolojik bozukluk saptanmamıştır.
Tedavisiz izlenen hastanın iki ay sonra yapılan kontrollerinde öncekine göre konglomere yapısı tamamen kaybolmuş, boyutları ve sayısı %50’den daha fazla azalmış
111
POSTER BİLDİRİLER
şekilde multiple lenfadenopatiler saptanmıştır. Hasta,
Hematoloji ve Romatoloji poliklinik kontrollerine gelmek
üzere gönderilmiştir.
Tartışma: Klinik prezentasyon bakımından benign ve
malign pek çok hastalık ile karışabilen KFH’nin lenfadenopati ayırıcı tanısında akla getirilmesi, böylece gereksiz
ve yanlış tetkik ve tedavilerin önlenmesi amaçlanarak bu
olgu sunulmaktadır.
olarak konabilen ve tedavi şekli konusunda kesin önerilerin bulunmadığı sistemik tip Castleman Hastalığı’nın da
düşünülmesi gereklidir.
Bildiri: 0393
1
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana
Bilim Dalı, Ankara, 2Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Post-transplant lenfoproliferatif hastalıklar, solid organ transplantasyonlarından sonra görülen oldukça ciddi komplikasyonlardan bir tanesidir.
Karaciğer naklinden yaklaşık üç yıl sonra tanı koyup
başarıyla takip-tedavisini yaptığımız bir diffüz büyük B
hücreli nonHodgkin lenfoma olgusunu burada tartışmak istedik.
Sonuçlar: 22 yaşında erkek hasta, nisan 2007 tarihinde Wilson Hastalığına ikincil kronik karaciğer parankim hastalığı tanısı almış. Mayıs 2007’de canlıdan karaciğer nakli yapılarak ardından değişen dozlarda ve
dönem dönem tacrolimus ve sirolimus tedavisi kullanmış. Nakilden yaklaşık 7 ay sonra, sirolimus 2 mg/gün
tedavisi altında izlenmekteyken, önce inguinal bölgede
lenfadenopati, devamında da parotis parankimi içerisinde solid lezyon saptanmış. Benzer şekilde, yaklaşık 2 yıl
boyunca vücudunun farklı bölgelerinde lenf nodu büyümesi saptanan hastaya toplamda 3 kez farklı bölgelerden lenf nodu biyopsisi yapılmış. Ancak malignite ya da
ek bir hastalık lehine herhangi bir bulguya rastlanamamış. Son bir yıl içerisinde bel ağrısı şikayeti olan hastaya
yapılan tetkikler sonucunda vertebra tüberkülozu tanısı
konularak ilk iki ay dörtlü (isoniazid, rifampicin, ethambutol, pyrazinamide), sonrasında yedi ay süreyle ikili (isoniazid, rifampicin) antitüberküloz tedavi verilerek kesilmiş. Hastanın takibinde bel ağrısı şikayetinin geçmemesi
üzerine tekrar yapılan vertebra biyopsisi sonucunda lenfoproliferatif hastalık öntanısı konulmuş. Ancak Hodgkin
lenfoma/diffüz büyük B hücreli lenfoma ayrımı yapılamadığı bildirilmiş. Bu aşamadan sonra bölümümüze refere edilen hastaya tüm vücut pozitron emisyon tomografisi (PET) tetkiki yaptırıldı. Tetkik sonucuna göre sağ ön
servikal lenf nodundan biyopsi alındı. Lenf nodu biyopsi sonucu diffüz büyük B hücreli lenfoma olarak saptandı. Ek tetkikleri ile evre 4 olarak kabul edilen hastaya devamında toplam 8 kür R-CHOP (rituximab, siklofosfamid, adriamisin, vincristin, metilprednisolon) tedavisi verildi. Transplantasyon yönünden almakta olduğu
immünsüpressif ilaçları da kontrollü biçimde devam edilen hastanın kemoterapi sürecinde ek bir sorunu olmadı. Halihazırda remisyonda olan hasta, düzenli kontrollerine gelmektedir.
Tartışma: Hasta nonHodgkin lenfoma tanısı alıncaya kadar değişken dozlarda olmak üzere tacrolimus ve
sirolimus kullanmaktaydı. Lenfoproliferatif hastalığın
transplantasyon sonrası ortaya çıkması üzerine hastanın
almakta olduğu immünsüpressif ilaç dozları ilgili bölüm
tarafından uyarlandı. Hastada santral sinir sistemi tutulumu olmaması iyi ve fakat kemik iliği tutulumu olması kötü prognostik etken olarak değerlendirildi. Her ne
kadar agresif lenfomalarda kombinasyon tedavisi ilişkili enfeksiyon ve toksisiteden korkulsa da literatür bilgisi
ışığında rituximab içeren kombinasyon rejimi tercih edildi. De novo lenfoproliferatif hastalıklara göre sonuçları
Poster No: P157
CASTLEMAN HASTALIĞI: SİSTEMİK- PLAZMA HÜCRE
TİPLİ OLGU SUNUMU. Tuba Hilkay Karapinar, Özlem
Tüfekçi, Salih Gözmen, Şebnem Yılmaz, Gülersu
İrken, Hale Ören. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Hematolojisi Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Castleman Hastalığı lenfoproliferatif bir hastalıktır. Tanısı sadece histopatolojik olarak konulabilen
Castleman Hastalığı’nın çocukluk yaş grubunda sistemik
formunun oldukça nadir görülmesi nedeniyle bu olgunun
bildirimi uygun görülmüştür.
Sonuçlar: Yedi yaşında erkek hasta, 8 gün önce başlayan ateş, öksürük, boyunda bezeler, ishal, yutmada
güçlük ve ses kısıklığı yakınmalarıyla hastaneye yatırılmış, anemi ve nötropeninin de gelişmesiyle hastanemize sevk edilmişti. Genel durumu kötü, halsiz, bilinci
açık, turgor-tonusu azalmıştı. Ateş yüksekliği, taşikardisi, solukluğu, bilateral membranöz tonsilliti, sağ ön servikal zincir üst kısmında 4x3 cm ve sol ön servikal zincir
üst kısmında 2x2 cm sert- ağrısız- fikse lenfadenopatisi,
5 cm hepatomegalisi mevcuttu. Laboratuvar bulgularında anemi, nötropeni, eritrosit sedimentasyon hızında ve
C-reaktif proteinde artış, direkt Coombs pozitifliği, böbrek fonksiyon testlerinde bozulma, hipoalbüminemi ve
dissemine intravasküler koagülasyon bulguları mevcuttu. Kemik iliği aspirasyonu incelendiğinde ileri derecede
hiposellüler olduğu, miyeloid seride aplazi, azalmış olan
eritroid seride displastik değişiklikler, plazma hücrelerinde belirgin artış ve çekirdek anomalileri saptandı, hemofagositoz izlenmedi. Radyolojik tetkiklerinde bilateral
akciğerlerde parankim infiltrasyonu, hepatomegali, bilateral nefromegali ile her iki böbrek parenkiminde hipodens lezyonlar izlendi. Hastaya geniş spektrumlu antibiyotikler, metronidazol, flukonazol, G-CSF, İVİG, taze
donmuş plazma tedavisi başlandı. Sağ servikal lenfadenopatiden yapılan eksizyonel biyopsi sonucu Castleman
Hastalığı plazma hücre varyantı ile uyumlu, HHV-8 negatif, dokuda EBER negatif sonucu geldi. Masif alt gastrointestinal sistem kanaması nedeniyle cerrahi girişim gerektiren hastada izlenen perforasyonlar nedeniyle hemikolektomi uygulandı. Kolektomi materyalinin patolojik
değerlendirilmesinde fungal ülseratif kolit saptandı.
Hastaya yüksek doz pulse metilprednizolon (30 mg/
kg/gün) tedavisi başlandı. Postoperatif 6 gün süre ile
pediyatrik yoğun bakım ünitesinde entübe olarak izlenen
hasta izleminin 12. gününde ekstübe edildi. İzleminin
16. gününde nötropeniden çıkan hastanın klinik bulguları da düzelmeye başladı. Metilprednizolon tedavisine 1mg/kg/gün PO olarak devam edilerek taburcu edildi, steroid dozu kademeli olarak azaltıldı. Tanıdan 6,5
ay sonra 400C’a ulaşan yüksek ateş ve nötropeni ile
geldi. Castleman Hastalığı relapsı olarak değerlendirilerek metilprednizolon dozu arttırıldı. Hasta halen düşük
doz metilprednizolon tedavisi almakta ve poliklinik kontrolleri ile izlenmektedir.
Tartışma: Benzer sistemik bulgulara sahip hastalarda,
çocukluk çağında nadir görülen ve tanısı histopatolojik
112
Bildiri: 0515
Poster No: P158
KARACİĞER TRANSPLANTASYONUNDAN SONRA
GÖRÜLEN KEMİK TÜBERKÜLOZUNU TAKİBEN
ORTAYA ÇIKAN NONHODGKİN LENFOMA OLGUSU.
Betül Erişmiş1, Sema Karakuş2, Selami Koçak Toprak2.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
daha kötü olan solid organ nakilleri sonrası ortaya çıkan
lenfoproliferatif hastalıklar için halihazırda yüzgüldürücü
tedavi seçenekleri araştırılmaktadır.
Bildiri: 0227
Poster No: P159
NODAL TUTULUM VE KEMİKTE LİTİK LEZYON İLE
NÜKS EDEN 11Q DELESYONLU KRONİK LENFOSİTİK
LÖSEMİLİ OLGU SUNUMU. İpek Yönal1, Hasan Sami
Göksoy1, Hasan Dermenci1, Emre Osmanbaşoğlu1,
Mehmet Ağan2, Mustafa Yenerel1, Meliha Nalçacı1.
1
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Ana Bilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul, 2İstanbul
Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Patoloji Ana Bilim Dalı,
İstanbul
Amaç: Erişkin tip löseminin en sık tipi olan kronik
lenfositik lösemi (KLL) çok değişken klinik seyir gösterir. Erken evrede tedavinin yaşam süresini uzattığı gösterilmemiştir.
Yöntemler: 30 yaşındaki kadın hastada 26 ay önce
kilo kaybı, gece terlemesi, genel durumda bozulma nedeni ile yapılan muayenesinde sol servikal bölgede lenfadenopati (LAP), dev splenomegali saptandı.
Sonuçlar: Sol servikal LAP ve kemik iliği biyopsi KLL ile uyumlu bulundu. Boyun BT’de büyüğü sağ
servikal bölgede 2 cm olmak üzere bilateral internal
juguler,submandibuler, supraklavikuler bölgede multipl
LAP, toraks BT’de büyüğü 3 cm bilateral aksiller LAP,
büyüğü sağ üst paratrakealde 2.5 cm olan bilateral trakeobronşial, subkarinal, sağ hiler bölgede multipl LAP,
batın BT’de gastrohepatik, paraaortik, parakaval, mezenterik, bilateral iliak lokalizasyonda büyüğü 8 cm multipl
LAP saptandı. Hemogramında lökosit: 13100/mm3, lenfosit: 10800/ mm3, Hb: 8.8 g/dl, trombosit: 91000/mm3
idi. Hastanın yaşı ve hastalığın davranış biçimi nedeniyle lenfoblastik lenfoma kabul edilip BFM faz 1 başlandı. Kontrol kemik iliğinde %60 atipik lenfosit saptandı. Tedavi sonlandırılarak hyper-CVAD başlandı. 2.siklus sonrasında kemik iliğinde KLL infiltrasyonu saptandı. Kemik iliği sitogenetik incelemesinde %50 46XX, %50
46XX,del(11)(q13q23) saptandı. Tedaviye cevap vermeyen hasta KLL (RAİ evre IV) kabul edildi ve FCR başlandı.
6 kür sonrasında tam yanıt alındı. Uygun akraba vericisi olmayan hasta akraba dışı verici taraması programına
alındı. FCR tamamlandıktan 5 ay sonra FISH ile sitogenetik anormallik saptanmadı. Sırt ağrısı nedeni ile tanının 27.ayında yapılan batın BT’de paraaortik büyüğü
1 cm multipl LAP, bilateral iliak zincirde büyüğü 2x1.3
cm, iliak zincir boyunca 2.7x2.5 cm multipl LAP, parakolik büyüğü 1.5 cm LAP, sağ femur proksimalinde 4.5
cm litik lezyon, splenomegali (155 mm) saptandı. Toraks
BT’sinde T9 vertebra korpus anteriorunda 2.2x1.5 cm
litik lezyon saptandı. Kemik iliğinde KLL infiltrasyonu
saptandı. Kemik iliği sitogenetik tetkikinde 43-44,X,X, der(8q),der(9p),-8,-9,-10,11q-,der(12q),der(12q),+mar
cp(16) kompleks karyotip özelliği saptandı. Batın içinde
ulaşılabilen LAP’den biyopsi, kemik litik lezyondan histolojik dokümantasyon ve gerekirse cerrahi müdahale
planlandı. Deksametazon tedavisi başlandı. Graft versus
lösemi etkisinden istifade edecek histolojik tanı çıkarsa,
akraba dışı uygun vericiden kemik iliği transplantasyonu
yapılması planlandı.
Tartışma: KLL’de konvansiyonel kromozom analizi
ile %50 hastada klonal kromozomal anormallik saptanmaktadır. 11q delesyonlu hastalar genç, ileri klinik evredeki, yaygın ve büyük periferal, mediastinal veya abdominal lenf nodları olan hastalardır. Bu delesyon KLL’de
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
evreden bağımsız kötü prognoz ile ilişkilidir. Erken yaşta
KLL tanısı konan, agresif lenfoma paterni gösteren, 26
ay sonra yaygın nodal tutulum ve kemikte litik lezyon ile
nüks eden 11q delesyonlu bu olgudan yola çıkarak, bu
delesyonun erken hastalık progresyonu ve sürvi ile yakın
ilişkili olduğu söylenebilir.
Lenfomalar/ Araştırmalar/ Transplant Dışı Tedaviler/
Biyolojisi
Bildiri: 0427
Poster No: P160
ANTRASİKLİN
KEMOTERAPİSİ
ALMAKTA
OLAN
OLGULARDA
KARDİYOTOKSİSİTENİN
ÖNGÖRÜLMESİNDE,
TANISINDA,
TAKİBİNDE
EKOKARDİYOGRAFİK İNCELEME YÖNTEMLERİ
VE SERUM NT-BNP, TROPONİN-I, TNF-ALFA VE
ADİPONEKTİN DÜZEYLERİNİN DEĞERİ. Uğur Ünsel
Türk1, Fahri Şahin2, Güray Saydam2, Emin Alioğlu1,
Bahadır Kırılmaz3, İstemihan Tengiz1, Nurullah
Tüzün1, Gülten Sönmez Tamer4, Serkan Saygı1,
Ertuğrul Ercan3. 1Central Hospital Kardiyoloji Kliniği,
Bayraklı, İzmir, 2Ege Üniversitesi İç Hastalıkları Anabilim
Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, Bornova, İzmir, 3Onsekiz
Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı,
Çanakkale, 4Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Kocaeli
Amaç: Ekokardiyografi antrasiklinlerin kardiyotoksik etkilerinin takibinde yaygın şekilde kullanılmaktadır.
Ekokardiyografi ve çeşitli biokimyasal göstergeler günümüzde yaygın şekilde kullanılmakta olup, subklinik kardiyotoksisitenin değerlendirilmesi için önerilmektedirler.
Kalp yetmezliği populasyonunda NT-Brain Natriuretik
Peptid (NT-BNP) tanısal ve prognostik önemi ortaya konmuş bir biyobelirteçtir. Bu çalışma serum adiponektin
düzeylerinin söz konusu populasyonda tanısal değerini
araştırmak ve NT-BNP yanı sıra ekokardiyografik göstergeler ile ilişkisini ortaya koymak amacı ile tasarlanmıştır.
Yöntemler: 35 yeni tanı almış DHBL, NHL ve HL olgusu çalışmaya alındı. Olguların fizik muayeneleri ve ekokardiyografik değerlendirmeleri yapıldı. Serum adiponektin, troponin I, NT-BNP ve TNF-alfa düzeyleri ölçüldü.
Benzer ölçümler 12 haftalık kemoterapi protokolü sonrasında tekrarlandı.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan 35 olgudan 30’u takip
sürecini tamamladı. Olguların bazal klinik ve demografik verileri tablo 1’de özetlenmektedir. İzlem süresi sonrasında hiçbir olguda kardiyotoksisiteye ilişkin klinik
bulgu gelişmedi. Miyokardiyal hasarın göstergesi olarak troponin I değerleri tüm olgularda bazalde ve 12.
Haftada negatif olarak saptandı. Buna karşın sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu ve fraksiyonel kısalma değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı azalma eğilimi gözlendi. (Sırasıyla p=0.016 ve 0.015) Ancak miyokardiyal performans indeksleri, E/A ve E/é oranları açısından izlem
süresi boyunca anlamlı değişim göstermedi. Olguların
takip süresi sonrasında vücut-kitle indeksleri anlamlı
olarak azaldı ancak serum adiponektin düzeyi ile anlamlı korelasyon mevcut değildi. Serum NT-BNP, TNF alfa
ve adiponektin düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı
değişim görülmedi. (Tablo 2)
Tartışma: Çalışma süresince populasyonumuzda klinik kardiyoksisite gözlenmemiş ve kardiyak miyosit hasarına ilişkin troponin değerlerinin yükselmemiş olması,
buna karşın sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu ve fraksiyonel kısalma değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı
113
POSTER BİLDİRİLER
azalma eğilimi görülmesi bu ekokardiyografik göstergelerin kardiyotoksisite göstergesi olarak kullanımı açısından sorgulanmasını gündeme getirmiştir.Bu faktörlerden
etkilenmeyen sol ventrikül sistolik fonksiyon göstergesi olarak miyokardiyal performans indeksi, daha optimal
bir parametre olabilir. Bu çalışma ile ortaya konan bir
diğer nokta da kardiyoksik etkilerin ortaya çıkması açısından daha uzun süreler gerekebileceğidir. Ancak çalışma populasyonuna uygulanan kısa süreli infüzyon protokollerinin ve pik dozun düşük dozlarda olmasının, hiçbir olgunun mediastinal radyoterapi almamış olmasının,
karditoksik etkiler açısından koruyucu rol oynamış olması da muhtemeldir.
Tablo 1. Olguların Klinik ve Demografik özellikleri
Çalışma Grubu
(n=35)
Yaş (yıl)
49,76±14,4
Cinsiyet (erkek, %)
%60
Boy (cm)
166,93±9,5
Kilo (kg)
71,15± 13
Beden-Kitle İndeksi (kg/m2)
25,47±3,7
Primer Tanı DLBCL (n;%)
NHL (n;%)
HL (n;%)
13; 37
13; 37
9; 26
Tablo 2.
Vücut-kitle İndeksi (kg/m2)
Adiponectin (ng/ml)
Bazal
12. Hafta
p değeri
25,47±13,7
21,6±3,0
p<0.001*
Bildiri: 0399
Poster No: P162
NON-HODGKİN
LENFOMADA
FDG
PET/BT
GÖRÜNTÜLEMENİN
HASTA
EVRELEMESİNDE,
TEDAVİYE YANITIN DEĞERLENDİRİLMESİNDE VE
YENİDEN EVRELEMEDE ROLÜ. Umut Elboğa, Güliz
4.54±0,75
5,87±4,24
BNP (pg/ml)
138,61±68,1
155,94±93,9
p=0.877
TNF alfa (pg/ml)
32,43±21,3
22,78±21,4
p=0.018*
E/A oranı
1,12±0,37
1,09±0,40
p=0.629
Durak, Mustafa Yılmaz, Sabri Zincirkeser, Y.zeki
Çelen. Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Nükleer Tıp
e’ (cm/s)
14,53±5
13,29±4,1
p>0.05
A.D
a’ (cm/s)
14,6±4,3
14,22±4,1
p>0.05
s (cm/s)
16,04±4,1
15,46±3,8
p>0.05
Sol Atrium (mm)
35,5±4,7
35,26±3,7
p>0.05
42±5
39±5
p=0.015
62,4±8
58,9±7
p=0.016
0,52±0,11
0,54±0,12
p=0.465
Fraksiyonel Kısalma (%)
Ejeksiyon Fraksiyonu (%)
MPI
p=0.106
çalışmada polikliniğimizde 14 gün aralarla uygulanan
R-CHOP tedavisinin, 21 günlük aralarla uygulanan standart tedaviden farkı olup olmadığı incelendi.
Yöntemler: Çalışmada 30’ u 21 günde bir, 22’ si de
14 günde bir R-CHOP kemoterapi protokolü uygulanan
toplam 52 DBBHL hastası yüksek risk grupları ayrı ayrı
olmak üzere tam remisyon, genel ve olaysız sağkalımlar
açısından değerlendirildi.
Sonuçlar: 30 aylık takip süresince R-CHOP21 grubunda olaysız sağ kalım %72, R-CHOP14 grubunda
%76 saptandı (p=0,48). R-CHOP21 grubunda genel sağ
kalım %87, R-CHOP14 grubunda %85 olarak saptandı (p=0,39). R-CHOP21 tedavisi alan hastaların 24’ünde
tam remisyon (%80), ikisinde kısmi remisyon (%6,7), dördünde de hastalık progresyonu (%13,3) oldu. R-CHOP14
tedavisi alan hastaların 20’sinde tam remisyon (%91),
birinde kısmi remisyon (%4,5), birinde de hastalık progresyonu (%4,5) oldu. Yüksek-orta ve yüksek IPI risk
skorlaması olan hastalarda ortalama olaysız sağ kalım
R-CHOP21 grubunda %66, R-CHOP14 grubunda %50
olarak saptandı (p=0,37), genel sağ kalım R-CHOP21 grubunda %75, R-CHOP14 grubunda %50 olarak saptandı (p=0,27).
Tartışma: Biraz daha masraflı ve emek gerektiren
bir tedavi protokolü olan 14 günde bir R-CHOP tedavisinin 30 aylık gözlem süresince, tedavi cevabı yönünden
21 günde bir yapılan tedaviden istatistiksel olarak farklı olmadığı görüldü. Buna rağmen R-CHOP14 tedavisinin daha kısa sürede tamamlanabilmesi nedeniyle hasta
ve bazen hekim tarafından tercih edilebilecek bir seçenek
olduğu düşünüldü.
E/e’
5,76±1,9
5,63±2
p>0.05
Vcf
0,00154±0,0003
0,00156±0,0003
p=0.704
Bildiri: 0466
Poster No: P161
ERİŞKİN DİFFÜZ BÜYÜK B HÜCRELİ LENFOMA
OLGULARINDA R-CHOP14 VE R-CHOP21 KEMOTERAPİ
PROTOKOLLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI. Mustafa
Akdemir1, Hasan Sami Göksoy2, Hasan Dermenci2,
Emre Osmanbaşoğlu2, Meliha Nalçacı2, Mustafa Nuri
Yenerel2. 1İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, İç
Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul, 2İstanbul Üniversitesi,
İstanbul Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul
Amaç: Agresif lenfomaların prototipi olarak kabul edilen diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) tedavisinde 21 ya da 14 günde bir uygulanan R-CHOP kemoterapi protokolleriyle önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu
114
Amaç: Bu çalışmada PET/BT’nin non-Hodgkin lenfomaların (NHL) evrelemesinde, tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde ve relapsların erken teşhisindeki rolünü
diyagnostik BT ve takip PET/BT görüntülemelerle karşılaştırmalı olarak inceledik.
Yöntemler: Ocak 2007 ile Ocak 2009 tarihleri arasında 2 yıl süresince Gaziantep Üniversitesi
Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı’nda FDG
PET/BT görüntülemesi yapılmış ve
bu görüntülemeye yakın tarihli (1 ay içinde) diyagnostik BT çekilmiş NHL tanılı toplam 73 hasta retrospektif
çalışmamıza dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 73 hastaya yapılan 135 FDG PET/BT ve diyagnostik BT görüntüleri incelenerek lezyonlar saptandı ve karşılaştırması
yapıldı. Lenf nodlarında FDG tutulumunun SUV değeri
>=2.5 olanlar nodal hastalık, organlardaki FDG artışları
ekstranodal hastalık pozitif olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: Hastaların 40’ı erkek (% 55), 33’ü kadın
(% 45); yaş aralığı 16-83 arasında; ortalama yaş ise
50.62±17.09 yıl idi. Çekimlerin % 79.3’ünde FDG PET/
BT ile diyagnostik BT lezyonları uyumlu idi. Uyumlu
olarak değerlendirilenlerin % 11’inde PET/BT’de daha
fazla nodal lezyon, % 11.9’unda da daha fazla ekstranodal lezyon saptandı. PET/BT görüntüleme ile diyagnostik BT’nin karşılaştırması sonucunda PET/BT’nin
duyarlılığı %98.8, özgüllüğü %100, doğruluğu %99.2
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
olarak hesaplandı. Tedaviye yanıt değerlendirme amacıyla yapılan görüntülemelerin istatistiki analizinde ise,
PET/BT’nin duyarlılığı %97.6, özgüllüğü %100, doğruluğu %98.9 bulundu. Evreleme endikasyonunda yapılan 23
FDG PET/BT görüntülemenin 20’si (%87.0) BT sonuçları ile uyumlu, 3’ü (%13) BT sonuçları ile uyumsuz; rekürrens değerlendirme amacıyla yapılan 18 FDG PET/BT
görüntülemenin 14’ü (%78) BT sonuçları ile uyumlu, 4’ü
(%22) BT sonuçları ile uyumsuz idi. Ancak bu uyumsuz
kabul edilen sonuçlarda PET/BT’de saptanan lezyonlar
BT’de izlenmemişti.
Tartışma: NHL’de FDG PET/BT evrelemede özellikle ekstranodal tutulumları göstermede,tedavi sonrası rezidüel tümör dokusunu veya remisyonu belirlemede ve yeniden evrelemede rekürensi saptamada diyagnostik BT’ye göre daha üstün olup hasta yönetimini etkilemektedir.
Bildiri: 0337
Poster No: P163
TEK
MERKEZ
DENEYİMİ:
HODGKİN
LENFOMALI
HASTALARIMIZIN
RETROSPEKTİF
DEĞERLENDİRİLMESİ. Deniz Kırtay1, Abdullah
Katgı2, Selda Kahraman2, Yasin Bakır1, Özden Pişkin2,
Mehmet Ali Özcan2, Fatih Demirkan2, Güner Hayri
Özsan2, Bülent Ündar2. 1Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, İZMİR, 2Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı,
İZMİR
Amaç: 1999-2010 tarihleri arasında merkezimizde
Hodgkin hastalığı tanısıyla izlenen 100 hasta retrospektif
olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: Hastaların 45’i kadın,55’i erkekti.Yaşları
18-84 arasında olup ortanca yaş 39’du,dağılımda 20-30
yaş ile 60-70 yaş arasında iki pik saptandı.
WHO sınıflamasına göre histopatolojik olarak alt
grupların dağılımı %37 mixt selluler,%60 noduler sklerozan,%2 lenfositten zengin,%1 lenfositten fakirdi. Alt
grupların cinsiyetlere göre dağılımında istatiksel olarak anlamlı fark yoktu. Hastalar %13 evre I,%41 evre
II, %25 evre III ve %21 evre IV idi. B semptomları hastaların %56’sında vardı. Hastaların IPSS risk skorları
tablo1’de gösterildi.Tanı anında tutulu lenf nodları %41
servikal, %12 mediastinal, %8 axiller, %23 supraklavikuler, %10 inguinalde idi.Extranodal tutulum yüzdesi
%16 idi. Ekstranodal tutulu alanlar Tablo 2’de gösterildi.
Hastaların %19’unda splenik tutulum,%8’inde Kİ tutulumu mevcuttu.Tanıdan önceki semptom süreleri tablo 3’
de gösterilmiştir.Tanı anında ortalama lökosit sayısı 10.4
uL,hemoglobin 12.1 g/dL, sedimantasyon 56 mm/h,
PL 350.000 uL, ALT.22 U/L, AST.20 U/L, LDH.309
U/L,bulky hastalık %28’di. Tedavide 38 hasta kemoterapi,62 hasta RT+KT almıştı.Tedavi cevaplarında alt tipler arasında fark yoktu. Uygulanan RT alanları tablo 4’de
gösterildi. 5 hasta 2-3 kür, 27 hasta 4 kür, 3 hasta 5 kür,
56 hasta ise 6 kür 1 hasta 7 kür, 8 hasta ise ise 8 kür
KT almıştı. 1. sıra KT 98 hastada ABVD rejimi, 2 hastada ise BEACOPP rejimi olarak uygulanmıştı. 6-8 kür
tedavi alan hastalarda 4 kür sonrası ara değerlendirmede yanıt oranları %4.5 CR, %13.2 CR-U, %50.7 PR, %7.5
SD ve %1.5 PD olup cevaplarda alt tipler arasında fark
yoktu. Erken evre olup 3-4 kür KT+RT alanlarla (20 olgu),
6-8 kür KT alanlar(6 olgu) arasında toplam cevap dikkate
alındığında fark saptanmadı.Tedavi sonu değerlendirmede ise yanıt oranları % 28CR, %26 CR-U, %26 PR, %3,1
SD ve %5,2 progresif hastalık olup alt tipler arasında fark
yoktu. Toplam 3 hasta tedaviyi kendi istekleri ile yarım
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
bıraktılar, ve toplam 13 hasta da tedavi sonrasıtakip dışı
kaldı. 5 hastanın tedavileri de halen devam etmekte. 28
hasta ise ikinci sıra KT adı. İkinci sıra KT endikasyonları; progressif hastalık 1 hasta,21 hasta ise relaps hastalık idi. Relaps oranları açısından alt tipler arasında fark
yoktu. Relapsa kadar geçen süre median 6 ay olup gruplar arasında fark yoktu.Hastaların PFS süreleri incelendiğinde ise IPS skoru yükseldikçe PFS anlamlı oranda azalmaktaydı.Aldıklar ikinci sıra KT’ler % 78 ESHAP, % 7,1
EVA %10.7 BEACOPP idi. Toplam 17 hastaya OKİT uygulandı.100. gün değerlendirme sonuçları Tablo 5’de gösterildi.Takipte ölen hasta sayısı 5 olup, mortalite nedenleri 3 hastada hastalık progresyonu, 2 hastada ise OKİT
esnasında gelişen sepsis idi. Ölen olguların ikisi mixt selluler, ikisi noduler sclerozan, birisi de lenfositten fakir tip
hodgkin hastalığı idi.
Tartışma: Sonuç olarak; hastaların tanı anında IPS
skorlarının hesaplanması prognozun önemli bir göstergesi olabilir.
Tablo 1. Hastaların IPS skorları
değer
sıklık
yüzde (%)
0
9
9
1
37
37
2
17
17
3
25
25
4
9
9
5
3
3
6-7
0
0
100
100
toplam
Tablo 2. OKİT sonrası 100. gün değerlendirme sonuçları
sıklık
geçerli yüzde (%)
CR
10
62.5
CR-U
1
6.3
PR
2
12.5
SH
1
6.3
veri yok
2
12.5
toplam
16
100
Tablo 3. Tanı anındaki ekstranodal tutulum alanları
sıklık
yüzde(%)
yok
84
3
karaciğer
3
5
kemik iliği
5
5
akciğer
4
4
karaciğer ve akciğer
1
1
kemik iliği ve akciğer
1
1
kemik iliği ve karaciğer
1
1
tonsil
1
1
toplam
100
100
115
POSTER BİLDİRİLER
Tablo 4. Tanı öncesi semptom süreleri
sıklık
yüzde (%)
0-1 ay
10
10
1-3 ay
45
45
3-6 ay
20
20
6 aydan uzun
25
25
toplam
100
100
Tartışma: Çalışmamızda DBBHL’nin iki alttipi arasında genel sağkalım, ölüm oranları ve ilk tedaviye yanıt açısından anlamlı bir fark saptanamamıştır. Mevcut sonuçlar immünhistokimyasal olarak yapılan ABH/GMB ayrımının prognostik açıdan önem taşımadı izlenimi vermektedir. Ancak çalışmanın retrospektif olması ve ABH grubundaki olguların medyan izlem süresinin GMB grubundan az olması bu duruma yol açmış olabilir. Prospektif,
çok merkezli ve çok sayıda hastanın dahil edileceği çalışmalara gereksinim vardır.
Tablo 5. Uygulanan radyoterapi alanları
sıklık
geçerli yüzde (%)
mediastinal
7
11,1
involfield
35
55,6
mantle
20
31,7
diğer
1
1,6
toplam
63
100
Bildiri: 0375
Poster No: P164
DİFFÜZ BÜYÜK B HÜCRELİ HOGKİN DIŞI LENFOMADA
AKTİVE B HÜCRELİ VE GERMİNAL MERKEZ B
HÜCRELİ ALTTİP AYIRIMININ PROGNOSTİK ÖNEMİ.
Murat Özbalak1, Nükhet Tüzüner3, M. Cem Ar2, Ahmet
Emre Eşkazan1, Şeniz Öngören1, Ayşe Salihoğlu1,
Güven Çetin2, Zafer Başlar1, Teoman Soysal1, Yıldız
Aydın1, Burhan Ferhanoğlu3. 1İstanbul Üniversitesi,
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul, 2TCSB İstanbul Rğitim
ve Araştırma Hastanesi, 5. Dahiliye, İstanbul, 3İstanbul
Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim
Dalı,
Amaç: Hodgkin Dışı Lenfomaların %30’unu oluşturan Difüz Büyük B Hücreli Lenfomada (DBBHL) prognoz klinik parametrelere dayalı internasyonal prognostik indeks (IPI) üzerinden saptanmaktadır. Ancak, IPI altgruplarda tatmin edici sonuç vermemektedir. cDNA mikrodizin veya immünhistokimyasal yöntemler kullanılarak
DBBHL’de Aktive B hücreli (ABH) ve Germinal Merkez B
hücreli (GMB) olmak iki alt tip ayırt etmek mümkündür.
Çalışmamızda bu iki alt tip ayrımının DBBHL’li hastalarımıda prognostik önemini belirlemeye çalıştık.
Yöntemler: Çalışmaya 2000-2009 yılları arasında İ.Ü.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji BD tarafından takip edilen 77 DBBHL tanılı
hasta dahil edilmiştir. Bu hastaların formalinle fikse edilmiş ve hematoksilen-eozin ile boyanmış lenf bezi materyelleri 0.6-mm’lik parçalar haline getirildikten sonra CD
20, CD 10, bcl6, MUM 1 ile boyanmıştır. %30’undan fazlası monoklonal antikorla boyanan tümör dokusunda
CD 10 pozitifliği gösteren olgular doğrudan GMB grubuna dahil edilmiştir. CD 10 negatif olgularda bcl 6 negatif
grup ABH olarak kabul edilmiştir. Bcl 6 pozitif grupta ise
MUM 1 pozitifliği ABH, negatifliği GMB olarak tanımlanmıştır. Bu yöntemle ayrılan 46 ABH ve 31 GMB olgusu
sağkalım, nüks, ilk kemoterapiye yanıt yönünden değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Alt tiplere göre hasta özellikleri Tablo-1’de
verilmiştir. ABH ve GMB altipleri sağkalım eğrileri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0.77 (Şekil-1). Alttip ile ölüm oranları arasında ilişki yoktur (p=0.597). Alttip ile ilk kemoterapiye yanıt arasında da bir ilişki gösterilememiştir (0.87).
116
Şekil 1.
Tablo 1. Hasta Özellikleri
Alttip [n]
Tanıda Yaş IPI Skoru
(Medyan) (Medyan)
Evre
(Medyan)
İzlem Süresi
(Medyan)
Ölüm
İlk KT’ye
yanıt
ABH [46]
54.5
1
3
19.5
12/46
33/44*
GMB [31]
55
1
2
31
8/31
25/31
*2 olguda remisyon değerlendirilemedi
Bildiri: 0381
Poster No: P165
NON HODGKİN LENFOMA TANILI HASTALARIMIZIN
KLİNİK-PATOLOJİK ÖZELLİKLERİ VE TEDAVİ
SONUÇLARI. Sinemis Çelik Yüksel, Hakan İsmail
Sarı, Ali Keskin. Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Ana Bilim Dalı, Denizli
Amaç: Bu bildiride Ocak 2005- Mayıs 2010 tarihleri arasında kliniğimizde NHL tanısı ile izlenen olguların
klinik-patolojik özellikleri ve tedavi sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: 108 NHL olgusu yaş, cinsiyet, histolojik dağılım, evre, ekstranodal tutulum, başlangıç belirtileri ve tedaviye yanıtları açısından geriye dönük olarak
değerlendirildi
Sonuçlar: 108 NHL olgusunun 52’ si (48.1) erkek,
56’sı (%51,9) kadındı. Ortalama yaş 61 (18-92) olarak
hesaplandı. Klinik başlangıç %49 olguda yüzeyel lenfadenopati ile karakterize idi. Ann arbor evreleme sistemi
ile evrelendirildiğinde hastaların %47’si ileri evre saptandı. Hastalar Dünya Sağlık Örgütü’nün lenfoma sınıflamasına göre değerlendirildiğinde en sık izlenen histopatolojik tip diffüz büyük B hücreli Lenfoma olarak belirlendi
(%84). Ekstranodal tutulum 69 (%63,9) hastada gözlendi.
Hastaların çoğu 6-8 kür tam doz R-CHOP- 21 kemoterapi
rejimi ile tedavi edildi. R-CHOP ile tedavi edilen 94 hastanın 72’sinde (%76.5) tam remisyon sağlandı.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Tartışma: Kliniğimizde takip ettiğimiz NHL hastaları
yaş, cinsiyet, histolojik dağılım, evre, ekstranodal tutulum, başlangıç belirtileri ve tedaviye yanıtları açısından değerlendirildiğinde, literatürdeki veriler ile benzer
sonuçlar elde edilmiştir
Bildiri: 0463
Poster No: P166
RELAPS REFRAKTER MANTLE CELL LENFOMA
TEDAVİSİNDE
RİTUXİMAB-BORTEZOMİBSİKLOFOSFAMİD-DEXAMETAZON (R-VCD) REJİMİNİN
ETKİNLİĞİ. Seçkin Çağırgan, Füsun Özdemirkıran,
Filiz Vural, Demet Çekdemir, Zafer Gökgöz. Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: ’’ Mantle cell’’ lenfoma (MCL) özel klinik bulguları, immunfenotipik ve sitogenetik özellikleri olan agresif
seyirli bir lenfoma tipidir. Geleneksel kemoterapi rejimleri ile kalıcı remisyonlar sağlanması olası değildir ve ortanca yaşam süresi 3-4 yıldır. Hyper CVAD/ Metotreksat,
ARA-C rejimi ile ardışık otolog hematopoetik kök hücre
nakli ve ‘rituximab’ içeren kombine tedavi rejimleri ile
ümit verici sonuçlar bildirilmesine karşın yaşam eğrisinde plato oluşumunu engelleyen nüksler halen devam
etmektedir. Son yıllarda etkili bir antimyelom ajan olduğu gösterilen proteozom inhibitörü bortezomibin MCL’da
başarılı sonuçlar sağladığını gösteren çalışmalar hücre
içi yolakların MCL tedavisinde önemli hedefler oluşturabileceğini göstermektedir. Bu geriye dönük çalışmada bortezomib temelli R-VCD (Rituximab 375 mg/m2 1.
gün- Velcade 1.3 mg/m2 1-4-8-11. günler- Siklofosfamid
500 mg/m2 1. ve 8. günler- Dexametazon 40 mg 1-4-811. günler / 3 haftada 1) rejimi ile 2009-2010 yılları arasında tedavi edilen relaps / refrakter 5 MCL hastasının
ön sonuçları sunulmuştur.
Yöntemler:
Sonuçlar: Olguların tümü erkek olup ortanca yaş 67
(50-86) dir. Bir olgu dışında tümü ileri evrede olan hastaların 3’ünde tanı sırasında ekstranodal tutuluş vardı.
İlk basamak tedavi olarak R-CHOP protokolü uygulanan
hastaların hepsi R-VCD protokolünden önce en az 2 ayrı
rejim ile tedavi edilmişlerdi. 2 olguya otolog hematopoetik
kök hücre nakli uygulanmıştı. 1-6 kür R-VCD protokolü
uygulanan hastaların 2’sinde tam, birisinde kısmi yanıt
sağlanmış olup, bir olguda stabil hastalık, bir olguda
tedavi altında progresyon gelişmiştir. Tedavi tüm hastalarda iyi tolere edilmiş, tedavi sürecini etkileyecek önemli
bir yan etki gözlenmemiştir. Tam yanıtlı 1 hastaya ardından allogenik kök hücre nakli uygulanmış olup 8 aydır
tam remisyonda olarak izlenmektedir. Tedavi altında preogresyon gösteren olgu kaybedilmiş olup diğer dört hasta
halen yaşamdadır.
Tartışma: İzlem süresi ve hasta sayısı değerlendirmesi yapılması açısından yeterli olmamasına karşın, kötü
prognozlu ve refrakter 5 hastanın ikisinde elde edilen tam
yanıt ümit verici görülmektedir ve bu nedenle daha geniş
bir hasta grubunda değerlendirilmelidir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Tablo 1. MHL hasta özellikleri
Hasta
No
Yaş
Cins
Evre
Ekstranodal
tutulum
Önceki
tedavi
sayısı
Tanıdan
itibaren geçen
süre
R-vcd
1
70
E
4
Var
3
25
Tam yanıt
2
50
E
4
Var
4
80
Tam yanıt
3
67
E
3
Yok
3
6
Yanıtsız
(tedavi altında
progresyon)
4
86
E
4
Yok
3
50
Kısmi yanıt
5
51
E
1
Var
2
5
Yanıtsız
Bildiri: 0161
Poster No: P167
PRİMER MEDİASTİNAL B HÜCRELİ LENFOMA İLE
İLGİLİ OLGU SUNUMU. Nilüfer Avcı1, Mehmet Ali
Balcı2, Berna Aytaç3, Mustafa Canhoroz1, Erdem
Çubukçu1, Ömer Fatih Ölmez1, Özkan Kanat1. 1Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi,Onkoloji Bilim Dalı,Bursa,
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi,İç Hastalıkları Ana Bilim
Dalı,Bursa, 3Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi,Patoloji Ana
Bilim Dalı,Bursa
Amaç: Pirimer mediastinal B- hücreli lenfoma (PMBL),
timustan köken alan, mediastende yerleşim gösteren
difüz büyük B hücreli lenfomanın (DLBCL) nadir görülen
bir alt tipidir.Tedavide, sıklıkla kombinasyon kemoterapisi ile birlikte radyoterapi kullanılmaktadır. Ancak optimal
kemoterapinin ne olduğu, radyoterapinin sağ kalıma katkısının ne kadar olduğu gibi bir takım sorular henüz tam
olarak yanıtlanmamıştır.
Bu yazıda PMBL tanısıyla takip ve tedavi edilen bir
kadın olgu, bu hastalığın güncel tedavi modalitelerinin
tartışılması amacıyla sunuldu.
Yöntemler: Olgunun klinik takibi
Sonuçlar: 33 yaşında kadın hasta,son iki - üç aydır
kilo kaybı, terleme, öksürük ve nefes darlığı şikayetleri ile
polikliniğimize başvurdu. Laboratuvar değerlendirildiğinde hemogram ve biyokimyasal tetkikleri normaldi. Toraks
tomografisinde; ön mediastende 12x10x7 cm boyutlarında kitle, sol plevral aralıkta ve perikardiyumda minimal
effüzyon saptandı. PET filminde; mediastende hipermetabolik (SUVmax: 5.2) multilobüler, konglomere görünümlü lenf nodları izlendi.
Hastaya mediastendeki kitleden tanısal amaçlı torakotomi ile biyopsi yapıldı.klinik ve histopatolojik bulgular ile hastaya PMBL tanısı kondu.Tedavide; rituksimab 375mg/m2/1 gün, siklofosfamid 750mg/m2/1 gün,
doxorubisin 50mg/m2/1 gün, vinkristin 2mg/m2/1 gün,
prednisolon 100mg /5 gün (R-CHOP) 21 günde bir toplam 6 kür verildi. 6 kür sonunda toraks tomografisinde ön mediastendeki lezyonun %50’den fazla küçüldüğü görüldü. Tekrarlanan PET ile ön mediastende saptanan bulguların tama yakın gerilediği, ancak kitlenin SUV
değerinin (SUVmax: 5) tedavi öncesi ile aynen sebat ettiği
görüldü. Bunun üzerine mediastinoskopik biyopsi yapıldı.Alınan biyopside geniş nekroz alanları çevresinde lenfoid infiltrasyon gözlenirken maligniteye rastlanmadı.
Tutulan alana radyoterapi uygulandı..
Relapsın en sık görüldüğü ilk bir yılın sonunda ise
vakamızda relaps gözlenmedi.
Tartışma: üçüncü kuşak kemoterapi rejimleri ile daha
yüsek cevap ve daha düşük relaps oranı ile CHOP’a göre
bir avantaj sağlansada tedavi süresi daha uzun, hematolojik ve non-hematolojik toksisite daha fazladır.
2
117
POSTER BİLDİRİLER
PMBL’da kemoterapiye rituximab eklenmesinin gerekliliğine dair veriler sınırlı olsada rituksimabın, CHOP
kombinasyonuna eklenmesi toksisite oranını artırmaksızın cevap oranını artırmış relaps oranını da azaltmıştır.
PMBL’da konsolidasyon radyoterapinin yeri, kür oranı ve
relaps üzerine olan etkisi açık değildir. Mediastinal radyoterapinin özellikle genç hastalarda, sekonder maligniteler ve kardiyovasküler hastalığı içeren uzun süreli toksisiteleri önemlidir. Ancak çalışmalar mediastinal radyoterapinin kemoterapiyi takiben oluşan parsiyel yanıtın komplet yanıta çevrilmesinde etkili olduğunu göstermiştir.
Sonuç olarak, PMBL’nın tedavisi tam olarak netlik kazanmamıştır. Bu olgunun klinik seyri, DLBCL’nın
standart tedavisi olan R-CHOP’un bu hastalıkta etkili
olduğunu ortaya koymuştur. Bizim vakamızda uyguladığımız adjuvan RT’nin yararlılığı daha sonradan yapılacak
büyük çalışmalar ile ortaya konmalıdır
HE X 100
ml) ELISA ile teyit edildi. HIV RNA ve CD4 düzeyi istendi.
BT’de jugular zincir boyunca posterior servikal zincirlerde
en büyüğü 5 mm çaplı lenf nodları, aksiller lenf nodları,
hepatosplenomegali ve bilateral renomegali görüldü. Sağ
aksiller lenf nodundan yapılan eksizyonel biyopsi sonucu yüksek dereceli Hodgkin dışı lenfoma ile uyumlu geldi.
LAP biyopsi immunohistokimyasal çalışmasında CD20(-),
CD79a(-), LCA(+), Pankreatin (-), CD3(-), CD5(-), CD4(-),
CD8(-), CD10(-), bcl-2(-), CD30 zayıf ve fokal (+), ALK(-),
CD56(-), CD43(+) ve Kİ67 indeksi %95’den fazla bulundu.
T ve B lenfoid hücre belirteçlerinin negatif, plazma hücresi yönünde farklılaşmayı gösteren CD38(+), TdT(-) saptanması sonucu tanı plazmablastik lenfoma ile uyumlu
bulundu. Kemik iliği tutulumu saptandı.
İnfeksiyon hastalıklarının önerisiyle lopinavir, ritonavir ve sitocrin başlandı. Trombositopeni için steroid
verildi. İzlemde olgunun üre, kreatinin değerlerinde artış
saptanması ve idrar miktarının azalması üzerine hastaya çekilen üriner USG’de sol böbrek alt polü ile dalak alt
polü komşuluğunda en büyüğü 70.3X41.4mm boyutlarında konglomere lenfadenomegali, bilateral renomegali, grade 2 nefropati ve grade 2 hidronefroz tespit edildi.
Olgu nefroloji kliniği ile görüşülerek hemodiyalize alınmasına karar verildi. Kemoterapi başlanamadan tanı konulmasından 3 gün sonra hasta kaybedildi
Tartışma: Plazmablastik lenfoma plazma hücre yüzey
belirteçlerinin varlığı ve değişken oranlarda B hücre
yüzey antijen ekspresyonu ile karakterize HIV enfekte
kişilerde özellikle oral kavitede tanımlanmış agresif seyirli
nadir rastlanan bir lenfoma alt tipidir. Plazmablastik lenfoma tanısında HIV enfeksiyonunun aranması ve hastalığın agresif seyri göz önüne alınarak hızla tedaviye başlanması önemlidir.
Bildiri: 0222
Şekil 1. HE ile Diffuz Boyanma
Bildiri: 0408
Poster No: P168
HIV POZİTİF PLAZMABLASTİK LENFOMA OLGUSU.
Güven Çetin1, Özden Özer2, Bekir Hacıoğlu1, Pınar
Demir1, Sevinç Yardımcı1, M. Cem Ar1, Esma Altunoğlu1.
TCSB İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 5.Dahiliye
Kliniği, İstanbul, 2İstanbul Patoloji, İstanbul
Amaç: Plazmablastik lenfoma HIV pozitif hastalarda özellikle oral kavitede tanımlanmış diffüz large B
cell lenfoma varyantı olan bir B hücreli lenfoma türüdür. İmmunoblastik morfolojisi plazma hücre fenotipi ile
karakterizedir. Burada terminal B hücre differansiyasyonu gösteren ancak CD20/CD79a negatif olarak tespit edilen HIV pozitif bir plazmablastik lenfoma olgusu
sunulmuştur.
Sonuçlar: Otuzdört yaşında erkek hasta halsizlik,
solukluk ve kilo kaybı şikayetleriyle başvurdu. Fizik muayenede servikal zincirde bilateral en büyüğü yaklaşık 0,5
cm, bilateral aksiller en büyüğü yaklaşık 1,5 cm lenfadenomegali, konjuktivalar soluk, karaciğer kot kavsinde 5 cm, dalak kot kavsinde 4 cm palpabl, traube alanı
kapalı olarak saptandı.Ciltte nodüler lezyonlar mevcuttu. Bunun dışında fizik muayene normaldi. Laboratuvar
incelemelerinde beyaz küre 10700/mm3, hemoglobin 9.1
gr/dl, hematokrit %23.6, trombosit 65.000/mm3, BUN
49 mg/dl, kreatinin 1.6 mg/dl, AST 152 U/L, ürik asit
31.5 mg/dl, total protein 6.4 g/dl, albumin 3.1 g/dl, GGT
76 U/L, LDH 4383 U/L (N<243), ferritin 2000 ng/ml,
CRP 4.29 mg/dl bulundu. AntiHIV pozitifliği (17.2 mIU/
1
118
Poster No: P169
NADİR BİR KOMBİNASYON; SENKRON OKULER
MANTLE HÜCRELİ LENFOMA VE KÜÇÜK HÜCRE DIŞI
AKCİĞER KANSERİ. Sinan Ünal1, Selda Kahraman2,
Ayten Eraydın1, Abdullah Katgı2, Güler Özcan2,
Özden Pişkin2, Mehmet Ali Özcan2, Fatih Demirkan2,
Bülent Ündar2. 1Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç
Hastalıkları Anabilim Dalı,İzmir, 2Dokuz Eylül Üniversitesi
Tıp Fakültesi,Hematoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Mantle cell lenfoma, non-hodgkin lenfomaların %3-5’ ini oluşturan nadir bir malign lenfoma türüdür. Genellikle tanı anında evre IV’ tür. Göz tutulumu
sıklıkla iki taraflı orbita ve göz kapağı tutulumu şeklindedir ve kısa sağ kalımla ilişkilidir. Oküler mantle cell lenfoma ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) birlikteliği bugüne kadar bildirilmemiştir. Biz burada orbital kitleden mantle cell lenfoma tanısı almış, tanı anında akciğerde tanımlanan kitleden izlemde KHDAK tanısı
alan vakayı sunuyoruz.
73 yaşındaki erkek hasta, 2-3 aydır olan sağ gözde
daha belirgin her iki gözde şişlik yakınması ile göz hastalıkları servisine başvurmuş. Öyküsünde; 40 paket/yıl
sigara içen hastanın, kronik hastalığı ve düzenli ilaç kullanımı yok. Yapılan görüntülemelerinde sağ orbitada 4X2
cm, sol orbitada 1X1.5 cm boyutunda solid kitle lezyonu
saptandı. Sağ gözdeki kitleden yapılan insizyonel biyopsi (bx) sonucu mantle cell lenfoma olarak gelen hastanın evreleme amaçlı yapılan Thorax-batın BT görüntülemesinde batında paraaortik kısa aksları 1cm’yi geçmeyen lenf nodları, sol 7. kot lateral kesiminde litik ekspansil kemik lezyonu, mediastinal patolojik boyutta lenf
nodları, sol akciğer üst lobda 3 cm çapında kitle lezyonu
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
saptandı. İki kez yapılan transbronşial bx ve bronkoalveolar levajda malignite saptanmayan hastanın akciğer lezyonunun lenfomaya bağlı olabileceği düşünülerek
R-CHOP kemoterapisi başlandı. Kemik iliği bx si normosellülerdi. 2 kür R-CHOP sonrası orbital lezyonları gerileyen hastanın görüntülemelerinde akciğer parankim lezyonu ve mediastinal lenfadenopatilerde değişiklik izlenmedi. Bunun üzerine hastaya ikinci sıra KT ye geçilerek
2 kür rituksimab-bortezomib-siklofosfamid-dexametazon
kemoterapisi verildi.Sonrasında yapılan değerlendirme
görüntülemelerinde tüm lenf bezlerinde ve orbital lezyonda tama yakın regresyon izlenirken akciğerdeki noduler lezyonda progresyon izlendi. Bunun üzerine hastanın
bronkoskobisi tekrarlandı, öncesinde izlenmeyen bronşiyal kitleden yapılan transbronşiyal bx sonucu KHDAK
olarak raporlandı. Mantle cell lenfoma açısından komplet remisyonda olduğu düşünülen hasta KHDAK açısından vinarelbine po tedavisi ile izleme alındı. Hastanın en
son yapılan görüntülemelerinde akciğerdeki lezyon stabil
görünümde ve lenfoma açısından da komplet remisyonda
olarak izlenmektedir.
Tartışma: Hastamızda başlangıçta akciğerde tanımlanan lezyona yönelik tanısal girişimlerden sonuç elde edilememiş ve hasta mantle cell lenfoma akciğer tutulumu
olarak düşünülmüş fakat izleminde kemoterapiye yanıt
alınamaması ve akciğerde yeni lezyonların ortaya çıkması üzerine tekrar ikinci primer kanser açısından değerlendirildi ve KHDAK tanısı aldı. Sonuç olarak; hastalarda senkron tümör olasılığı akıldan çıkarılmamalı gerekirse doku tanısı elde etmeye yönelik girişimler yapılmalı ve
klinik şüphe halinde tetkikler tekrarlanmalıdır. Bu olgu
hem nadir bir birliktelik olması hem de doku tanısı elde
etmeye yönelik çaba açısından önemlidir.
Bildiri: 0365
Poster No: P170
HODGKİN HASTALIĞINDA OTOİMMÜN HEMOLİTİK
ANEMİ VE EVANS SENDROMU: İKİ OLGU SUNUMU.
Cengiz Demir1, Murat Atmaca2, Eyüp Taşdemir2,
Mustafa Yılmaz2, İmdat Dilek3. 1Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Hematoloji Ana Bilim Dalı, Van, 2Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı,
Van, 3Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi, Hematoloji Ana
Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Hodgkin lenfoma otoimmün hemolitik anemi
ve trombositopeni birlikteliği nadirdir. Otoimmün hemolitik anemi Hodgkin lenfomadan önce, tanı sırasında veya
tanıdan yıllar sonra ortaya çıkabilir.
Yöntemler: Burada 16 yaşında, servikal lenfadenopati ve hemolitik kriz ile başvuran ve otoimmün hemolitik
anemi tanısı alan ve 34 yaşında 2 yıl önce noduler sklerozan tip hodgkin lenfoma tanısı ile tedavi edilen ve kliniğimize trombositopeni ve hemolitik anemi ile yatırılıp evans
sendromu tanısı konulan iki kadın olgu sunuldu
Sonuçlar: Birinci olgu immünsüpresif ve splenektomi tedavilerine dirençliydi. Olguda hemolitik anemi nedeni ile splenektomi yapıldıktan sonra portal ven trombozu gelişti. Hodgkin lenfoma tanısı sonrası uygulan kemoterapi ile hastanın hemolitik anemisi düzeldi. İkinci olgu
immunsüpresif tedaviye cevap verdi. Lenfoma nüksü açısından değerlendirilen hastada nüks saptanmadı.
Tartışma: Bu olgular bize nadir de olsa otoimmün
hemolitik anemi ve trombositopenin hodgkin lenfoma ile
birlikte veya hastalık remisyona girdikten sonra görülebileceğini göstermektedir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0394
Poster No: P171
İLERİ EVRE HODGKİN LENFOMA HASTALARINDA
BEACOPP
SONUÇLARI:
GAZİ
ÜNİVERSİTESİ
DENEYİMİ. Elif Suyanı1, Nuran Ahu Baysal1, Zeynep
Arzu Yeğin2, Zübeyde Nur Özkurt3, Şahika Zeynep
Akı1, Kadir Acaroğlu1, Gülsan Türköz Sucak1,
Münci Yağcı1. 1Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Erişkin
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 2Meram Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Konya, 3Kahramanmaraş Devlet Hastanesi,
Kahramanmaraş
Amaç: İleri evre Hodgkin Lenfoma (HL) hastalarında standart tedavi ile %30-40 nüks söz konusudur. Bu
sebeple son yıllarda Alman Çalışma Grubunun (GHSG)
geliştirmiş olduğu BEACOPP (bleomisin, etoposid, doksorubisin, siklofosfamid, vinkristin, prokarbazin ve prednizon) rejiminin ileri evre HL hastalarında kullanımı gündeme gelmiştir.
Yöntemler: Bu çalışmada Gazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Ünitesi’nde Mayıs 2008- Temmuz
2010 tarihleri arasında BEACOPP kemoterapi rejimi ile
tedavi edilen 13 ileri evre HL hastasının bilgileri retrospektif olarak sunulmaktadır.
Sonuçlar: 6’sı erkek, 7’si kadın 13 hastanın ortanca yaşı 45,5 (min-maks, 19-60) idi. 1 (%7,6) hasta evre
II, 6 (%46,2) hasta evre III, 6 (%46,2) hasta evre IV olup,
11 (%86,6) hastada B semptomu vardı. Histolojik olarak 4 (%30,8) hasta nodüler sklerozan, 4 (%30,8) hasta
karma hücreli, 1 hasta (%7,7) lenfositten fakir, 1 (%7,7)
hasta lenfositten zengin tip iken, 3 (%23,1) hastanın histolojik tiplendirmesi yapılamadı. Risk değerlendirmesinde 8 (%61,5) hastada IPS 0-2, 5 (%38,5) hastada IPS
>=3 idi. GHSG’ye göre yapılan risk değerlendirmesinde bütün hastalar ileri evre olarak tespit edildi. 3 hastaya ise acil tedavi başlanması gerektiği için ABVD başlanarak, 1 kür ABVD sonrası, ilaçlar temin edildiğinde BEACOPP tedavisine geçildi. 1 hastada 5. kür kemoterapi toksik seyretti ve yoğun bakım ihtiyacı doğdu, bu
sebeple tam yanıtta takip edilen bu hastada 5 kür sonrası
tedavi kesildi. Hastalara kemoterapinin 8. gününden itibaren, nötropeniden çıkana kadar 5 μg/kg G-CSF uygulandı. 2 kür kemoterapi sonrası erken yanıt değerlendirmesinde, 12 (%92,3) hastada tam yanıt (6’sı doğrulanmamış tam yanıt), 1 (%7,7) hastada kısmi yanıt elde edildi.
Tüm kemoterapiler tamamlandıktan sonra yapılan değerlendirmelerde ise tüm hastalarda tam yanıt elde edildi.
Tam yanıt elde edilen 4 hastanın PET-BT’sinde patolojik olmayan FDG tutulumu olması sebebi ile doğrulanmamış tam yanıt olarak kabul edildi. Ortanca 21,5 ay
(min-maks, 11-34)’lık izlemde toplam sağkalım %100 ve
ilerlemesiz sağkalım %100 saptandı. Kemoterapi ilişkili
toksisite değerlendirmesinde en sık miyelosupresyon: 10
(76,6%) hastada anemi, 3 (%23) hastada trombositopeni
8 (%61,4) hastada nötropeni, bu hastaların 4 (%50)’ünde
ise febril nötropeni izlendi. 1 hastada febril nötropeni ile eş zamanlı barsak perforasyonu gelişti. Standart
BEACOPP tedavisi ile hastaların toksik seyretmesi sebebi ile hastalara 2 kürde standart BEACOPP, sonrasında
yanıt değerlendirmesi yapılarak standart dozlar 21 günde
bir verilmeye başlandı. Bu uygulama ile toksisite ve hastaların tedaviye uyumun arttığı gözlendi.
Tartışma: Sonuç olarak ileri evre HL hastalarında,
BEACOPP rejimi ile yanıt oranları daha iyi olmakla birlikte daha uzun takip sonuçları gerekmektedir.
119
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0398
Poster No: P172
PRİMER TİROİD LENFOBLASTİK LENFOMA OLGUSU.
Selda Kahraman1, Abdullah Katgı1, Fatih Demirkan1,
Abdurrahman Çömlekçi2, Sermin Özkal3, Özden
Pişkin1, Mehmet Ali Özcan1, Bülent Ündar1. 1Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı,İzmir,
2
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi,Endokrinoloji Bilim
Dalı, İzmir, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji
Ana Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Tiroidde Non-Hodgkin lenfoma (NHL) tüm lenfomaların %3’ünü, tiroid kanserlerininde yaklaşık %5’ini
oluşturur. Sıklıkla Hashimato tiroiditi ile birliktedir.
Kitle diğer tiroid malignitelerine göre daha hızlı büyür.
Genellikle B lenfosit kökenlidir. %70 tiroid lenfoması
Diffüz Büyük B hücreli NHL iken, %10-27 arasında ise
MALT lenfoma bildirilmiştir. Tiroid lenfoblastik lenfoma
ise oldukça nadir görülür. 9 vaka sunulmuş, bu hastaların çoğunluğu kadın ve yaş ortalamaları ise 72’dir.
Bizde 21 yaşında Hashimato hastalığı zemininde gelişen primer tiroid lenfoblastik lenfoma olan bir olguyu
sunuyoruz.
Sonuçlar: 21yaşında erkek hasta; Aralık 2009’da
boyunda hızla büyüyen şişlik yakınması ile Kulak-BurunBoğaz polikliniğine başvuran hastanın yapılan boyun ultrasonografisinde tiroid sağ lobda 4 cm’lik nodül tespid
edilerek nodülden ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılır. Biyopside lenfoma olasılığı olması üzerine Hematoloji
polikliniğine yollanan hasta tarafımızca değerlendirildi. Sorgulamasında hastanın boyunda şişlik yakınması dışında ek yakınması, B semptomu yoktu. Fizik bakısında periferik lenfadenopati,karaciğer, dalak büyüklüğü
yoktu, tiroid sağ lobda sert hareketsiz 3-4 cm çaplı kitle
ele geliyordu. Laboratuar değerlendirmesinde lökosit. 5.7
UL, nötrofil. %52, Hb. 14.8 G/DL, Hct.%42.7, Plt. 151UL,
sed. 3 mm/h, LDH.139 UL, TSH.9 U.IU/M,ATPO.151 IU/
ML, FT3-T4 normal sınırlarda, hepatit markerleri negatif idi. Hastaya tiroid sağ lob tiroidektomisi uygulandı.
Tiroidektomi materyali patoloji sonucu tiroid B hücreli
lenfoblastik lenfoma ile uyumlu geldi. Hastanın evreleme
amaçlı yapılan görüntülemelerinde tiroiddeki tutulu alan
dışında tutulum saptanmadı. Kemik iliği biyopsisi normosellüler idi. Hasta Hashimato hastalığı zemininde gelişen Evre 1E tiroid lenfoblastik lenfoması olarak düşünülerek postoperatif dönemde L-Tiroksin ve 4 kür R-CHOP
tedavisi verildi. Ardından tiroid lojuna radyoterapi uygulandı. Hasta halen 9. ayında komplet remisyonda olarak
izlenmektedir
Tartışma: Sonuç olarak tiroide hızlı büyüyen nodüllerde lenfoma da akla gelmeli ve patolojik incelemede
Anaplastik tiroid kanseri ile ayırıcı tanısı yapılmalıdır.
Bildiri: 0336
Poster No: P173
OLDUKÇA NADİR GÖRÜLEN BİR TUTULUM YERİ:
KOLONUN FOLİKÜLER LENFOMA OLGUSU. Murat
Albayrak1, Vedat Aslan1, Esra Sarıbacak Can1, Aynur
Albayrak2, Harika Çelebi1. 1Dışkapı Yıldırım Beyazıt
Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği, 2Dışkapı
Yıldırım Beyazıt Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Patoloji
Kliniği
Amaç:
Foliküler
lenfoma
Amerika
Birleşik
Devletleri’nde en sık görülen ikinci non hodgkin lenfoma (NHL) tipidir. Gastrointestinal sistem tutulumu
nadirdir. Tüm gastrointestinal sis-temde görülen B hücreli non hodgkin lenfomaların %1-3’ünü oluşturur.
Gastrointestinal sis-temde NHL tutulum yeri mideden
sonra en sık ince bağırsaktır. Folüküler lenfomalarda
120
kolon tutulumu çok nadir olması nedeni ile bu vaka
sunuma uygun bulunmuştur.
Yöntemler: Yetmiş dokuz yaşındaki erkek hasta kilo
kaybı ve halsizlik şikayeti ile kliniğimize baş-vurdu.
Laboratuar tetkiklerinde lökosit değeri: 24.400/μL, Hb:
10.5 gr/dl, lenfosit oranı % 72.1 olarak bulundu. Çevre
kanı incelemesinde olgun lenfositoz ve basket hücreleri saptandı. Yapılan batın ultrasonografisinde dalak 162
mm idi. Dalak etrafında ve paraaortik en büyüğü 46x29
mm ebatlarında lenfadenopati (LAP) saptandı. Ayrıca sigmoid kolonda en geniş yerin-de 8 mm ölçülen çevresel
duvar kalınlaşması mevcuttu. Hastaya kolonoskopi yapıldı ve bi-yopsi alındı. Kolon biyopsi sonucu CD 20 (+) ve
CD 79 (+) idi ve sonuç foliküler lenfoma tutulumu olarak
geldi. Bunun üzerine hastaya çevre kanından akım sitometri yapıldı. CD 10: % 58, CD 19: % 79, CD 20: % 79,
CD 22: % 76, FMC 7: % 73, CD 38+ CD 19: % 79, HLA
DR; % 96, Anti Lambda; 77 olarak bulundu. Sonuç foliküler lenfoma ile uyumluydu. Kemik iliği aspirasyon ve
biyopsisi yapıldı. Kemik iliği aspirasyonunda % 50 oranında atipik lenfoid hücre infiltrasyonu saptandı. Kemik
iliği biyopsi sonucuda foliküler lenfoma tutulumu olarak raporlandı. Çekilen tomografileri sonucunda hastaya Evre IV EB foliküler lenfoma tanısı ko-nuldu. FLIPI
(Foliküler Lenfoma Uluslararası Prognostik İndex) skorlamasına göre hasta yük-sek risk grubunda saptandı. Yaş,
performans ve komorbit hastalıkları sebebiyle hastaya
R-CVP (Rituksimab-siklofosfamid, vinkristin, prednizon)
başlandı. Halen tedavisi devam edi-yor.
Tartışma: Gastrointestinal (GİS) sistem lenfomaları tüm GİS tümörlerinin % 1’ ini oluştur-maktadır. GİS,
ektranodal lenfomalar için en yaygın tutulum yerlerinden
birisidir. Mide tutu-lumu ise, kalın ve ince barsak tutulumuna göre daha sıktır. Ancak foliküler lenfomada barsak tutulumu oldukça nadir görülmektedir. Foliküler lenfomalar tüm gastrointestinal sistemde görülen B hücreli NHL’ın % 1-3’ünü oluşturur. Bu olgu; tutulum yerinin
nadir görülmesi nedeni ile sunuma uygun bulunmuştur.
Bildiri: 0358
Poster No: P174
BÖBREK TRANSPLANTASYONUNUN 1. YILINDA
ORTAYA ÇIKAN NONHODGKİN LENFOMA OLGUSU.
Selami Koçak Toprak1, Sema Karakuş1, Turan Çolak2,
Elçin Erdoğan3. 1Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 2Başkent Üniversitesi Tıp
Fakültesi Nefroloji Bilim Dalı, Ankara, 3Başkent Üniversitesi
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara
Amaç: Post-transplant lenfoproliferatif hastalıklar, solid organ transplantasyonlarından sonra görülen
oldukça ciddi komplikasyonlardan bir tanesidir. Gerek
diyaliz hastaları ve gerekse normal popülasyona göre
böbrek transplantasyon alıcıları lenfoma gelişimi yönünden belirgin olarak yüksek risk altındadırlar. Bu hastalıkların bazılarında hastanın almakta olduğu immünsüpressif ajanların azaltılması yoluna gidilirken, bazılarında da yoğun kemoterapötik tedavi gereksinmesi olduğu
görülmektedir. Yurtdışında bir yıl önce böbrek transplantasyonu yapılan ve yeni tanı koyduğumuz bir nonHodgkin lenfoma olgumuzu sunmak istedik.
Sonuçlar: 45 yaşında erkek hasta, yaklaşık 2-3 haftadır süregelen boğaz ağrısı, boynun sol tarafında şişlik
ve öksürük yakınmalarıyla başvurdu. Öyküsünde hipertansiyonu olup, 1 yıl önce Almanya’da amcasından böbrek transplantasyonu (etyoloji: glomerülonefrit? pyelonefrit?) yapıldığı öğrenilen hasta bu şikayetleri nedeniyle kendisine başka merkezde uygulanan parenteral
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
antibiyotiklerden yarar görmediğini belirtti. Hastaya yapılan sol tonsillektomi sonrası CD20 pozitif diffüz büyük
B hücreli nonHodgkin lenfoma (NHL) tanısı konuldu. Ek
tetkikleri sonucu evre III A olarak değerlendirilen hastaya
Nefroloji Bölümünün önerileri de alınarak R-CHOP kemoterapi protokolü verildi. Halihazırda takibeden kemoterapi kürlerine devam etmekte olan hasta genel durumu stabil olarak izlenmektedir.
Tartışma: Hasta, NHL tanısı alıncaya kadar değişken dozlarda olmak üzere tacrolimus (en son 2 mg/
gün), mycophenolate sodyum (en son 360 mg/gün) kullanmaktaydı. Lenfoproliferatif hastalığın genellikle görülen ve beklenenin aksine transplantasyon sonrası oldukça erken dönemde ortaya çıkması nedeniyle immünsüpressif tedavi dozları ancak yarı yarıya düşülerek izlendi. Hastada santral sinir sistemi ve kemik iliği tutulumu
ile hipoalbüminemi olarak belirtilen kötü prognostik kriterler saptanmadı (Evens et al; JCO 2010). Her ne kadar
agresif lenfomalarda kombinasyon tedavisi ilişkili enfeksiyon ve toksisiteden korkulsa da literatür bilgisi ışığında rituximab ile antrasiklin temelli ajanlar kombine verildi. 3 yıllık toplam sağkalımı %35-40 arasında bildirilen
bu hastalıkta halihazırda yüzgüldürücü tedavi seçenekleri araştırılmaktadır.
Bildiri: 0434
ateşi ve non-ketotik hiperglisemik koma kliniği nedeniyle hasta yatırılarak izlendi. 4 kür RCHOP tedavisi sonrası hastanın yapılan değerlendirme tetkiklerinde %50’nin
üzerinde tutulu alanlarda regresyon sağlanması üzerine
Waldeyer halkası, bilateral boyun, infra ve supraklavikular lenf nodu alanına total 39.6 Gy radyoterapi (RT) uygulandı.RT sonrası hastaya 4 kür daha Rituksimab tedavisi verildi.Toplam 8 kür KT +RT sonrası yapılan görüntülemelerinde hasta CR da olarak değerlendirildi.3 ay sonra
hastanın sağ bacak uyluk lateral üst kısmında giderek büyüyen sirküler kırmızı-mor renkli ciltten kabarık
sert kitle oluşması üzerine hasta tekrar değerlendirildi..
(Şekil 1-2) Mevcut kitleden alınan tam kat derin insiyonel biyopsi patoloji sonucu diffüz büyük B hücreli lenfoma cilt tutulumu ile uyumlu saptandı. Hastanın yapılan
yeni evreleme tetkiklerinde cilt tutulumu dışında tutulum izlenmedi. Relaps-refrakter DLBCNHL olarak değerlendirilen hasta 2. sıra tedavi olan ESHAP tedavisi almaya devam etmektedir.
Tartışma: Sonuç olarak; ciltte ortaya çıkan ve antibiyotik tedavisine cevap vermeyen ülsere nekrotik lezyonlarda ayırıcı tanıda lenfomayı düşünerek gecikilmeden
biyopsi yapılması önemlidir
Poster No: P175
UYLUK CİLDİNDE GENİŞ ÜLSERE KİTLE İLE ERKEN
RELAPS OLAN DİFFÜZ BÜYÜK B HÜCRELİ NHL
OLGUSU. Selda Kahraman1, Ali Şenkaya2, Abdullah
Katgı1, Özden Pişkin1, Sermin Özkal3, Mehmet Ali
Özcan1, Fatih Demirkan1, Bülent Ündar1. 1Dokuz Eylül
Üniversitesi Tıp Fakültesi,Hematoloji Bilim Dalı,İzmir,
2
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi,İç Hastalıkları Ana
Bilim Dalı, İzmir, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Patoloji Ana Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Lenfomada cildin infiltrasyonu, primer kutanöz bir lenfomanın ilk bulgusu olarak veya primer ekstrakutanöz lenfomanın cilt tutulumu olarak (sekonder
kutanöz lenfoma) ortaya çıkabilir. Diffüz büyük B- hücreli lenfomaların (DLBC-NHL) yaklaşık %30-40’ı primer
olarak ekstranodal bölgelerden kaynaklanır. Fakat hastalık nüksünün tek ekstranodal bölgeden kaynaklanması
nadirdir. Biz uylukda geniş, noduler cilt tutulumu ile tekrarlayan bir DLBC-NHL olgusunu sunuyoruz.
Yöntemler:
Sonuçlar: 72 yaşında bayan hasta, Eylül 2009’da yutkunma güçlüğü, boynun sol yanında şişlik yakınması ile
KBB polikliniğine başvuran hastanın yapılan baş-boyun
muayenesinde sol mastoid apeksten başlayıp, inferiorda sternokleidomastoid orta 1/2 kısmına kadar uzanan, angulus mandibula düzeyinde sonlanan sert ağrısız semifikse kitle, oral bakıda sol tonsilde tonsil alt
polüne kadar uzanan nekrotik görünümlü palpasyonla sert kıvamlı kitle saptanmış. Çekilen boyun BT’de sol
palatin tonsil hipertrofik görünümde olup lümene uzanım göstermekte, bilateral 2.-3.-4. bölgelerde solda en
büyüğü 14 mm çapında konglemere ve bazıları nekrotik izlenen lenf nodları saptanmış.Sol tonsildeki kitleden
yapılan insizyonel biyopsi sonucu DLBCNHL ile uyumlu gelmiş. Bu tanıyla Hematoloji polikliniğine yönlendirilen hasta değerlendirildi. Hastanın anlamlı kilo kaybı ve
gece terlemesi mevcuttu. Yapılan evrelendirme tetkiklerinde thorax ve batın görüntülemelerinde patolojik bulgu
saptanmadı, kemik iliği biyopsisinde tutulum izlenmedi.
Bu bulgularla Evre 2B NHL olarak değerlendirilen hastaya 4 kür RCHOP tedavisi verildi.Sonrasında nötropenik
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Şekil 1
Şekil 2
121
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0401
Poster No: P176
ROSAİ – DORFMAN HASTALIĞI: OLGU SUNUMU.
Mesut Ayer1, Müge Özarı2, Mustafa Yenigün2, Bayram
Veyseller3, Levent Ümit Temiz2, Esra Ataoğlu2, Faik
Çetin2, Gülnar Gülaçtı2. 1SB Haseki Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Hematoloji Polikliniği, 2SB Haseki Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, 4. Dahiliye Kliniği, 3SB Haseki
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, KBB Kliniği
Amaç: Rosai-Dorfman hastalığı (RDH) lenf nodu
sinüslerinde ve ekstranodal alanların lenfatiklerinde histiyosit hücrelerinin neoplastik olmayan artışı ile tanımlanan seyrek bir hastalıktır.RDH dünya çapında gözlenir ve
çocukluk-genç erişkinlik döneminde daha sıktır.bu yazımızda 42 yaşında bir bayan hasta sunulmuş ve literatür
eşliğinde tartışılmıştır.
Yöntemler: 42 yaşında bayan hasta ilk kez 2006 yılında 5 gün içinde sol sternokleidomastoid kas üzerinde
gelişen 5*5 cm lik sert,sıcak,ağrılı,hassas lenf bezi büyümesi ile Haseki E.A.H. Hematoloji polikliniğine başvurudu.10 gün boyunca seftriakson 1 gr 2*1 ve metranidazol
500 mg 2*1 I.V. olarak alımış. Lenfadenomegalileri gerileyen ve enfeksiyon belirteçleri normalleşen hasta oral antibiyoterapi ile taburcu edilimiş.2009 yılında hastanın bu
kez aksiler bölgede lenfadenomegalisi gelişmiş.İ.Ü.İT.F.
de biopsi yapılmış.Bir patoloji saptanmamış.Hasta son
1 yıldır anemisi nedeniyle poliklinik düzeyinde takip
edilirken,yüksek sedimantasyon gelişmesi,sağ supraklaviküler bölgede 2*2 cm lik ve sol SKM kası 1/3 üst kısmında 1*1 cm lik LAP palpasyonu üzerine tetkik edilidi.Boyun BT de: Sağ jugulodigastrik fossada ve posterior servikal zincirde yaklaşık 23*17 mm boyutlarında
birkaç adet lenfadenopati ve lenf ganglionu izlenmiştir.
Toraks BT sinde: Sol supraklaviküler bölgede yaklaşık
15*11 mm boyutlarında lenfadenopati izlenmiştir.Karın
BT sinde: Sol paraaortik bölgede böbrek hilusları seviyesinde en büyüğü yaklaşık 9 mm çapında birkaç adet lenf
ganglionu,sol inguinal bölgede yaklaşık 22*22*27 mm
boyutlarında lenfadenomegali mevcuttu.
Sonuçlar: LAP patolojisi: Fibrotik, kalın,yer yer kompartmanlara ayrılmış lenf nodu yapısı izlenmektedir.
Sinüsler açık ve geniştir.Sinüsler içinde histiositik hücre
proliferasyonları mevcuttur.Seyrek olarak regresif germinal merkezlere rastlanmıştır.Parankim alanında plazmositoz gözlenmiştir.Sinüsler içindeki histiositlerde sitoplazma içinde vakuoller halinde fagositik hücrelere rastlanmıştır.
Tartışma: RDH seyrek görülen ve özellikle ilk 2. dekad
da gözlenen iyi seyirli baş boyun kitlelerinin ayırıcı tanısında akıla tutulması gereken bir hastalıktır.Bizim hastamız 42 yaşında bayan idi,yaşı kriterlerin üstünde olmasına rağmen tanı konularak hastanın 5 yıldır süren araştırılması sona ermiş ve takibe alınması sağlanmıştır.
Bildiri: 0219
(International Prognostic Index) skoru yüksek olan hastalarda beş yıllık yaşam beklentisi % 50’nin altında olmuştur.Rituximab’ın bu tedaviye eklenmesi ile DBBHL hastalarında tedavi başarısı daha da artmıştır.
Biz bu çalışmada KOÜ Tıp Fakültesinde, günümüze
kadar takip edilen DBBHL hastalarının tedavi yanıtlarını sunacağız.
Yöntemler: 2003-2010 yılları arasında takip edilen
toplam 95 YBBHL tanılı hastanın dosyası restrospektif olarak tarama ile araştırma yapılmıştır. Hastaların
tamamı R-CHOP veya R-CVP (Kalp yetmezliği olan) tedavisi almıştır. Hastaların evrelemesi yapılmış, IPI skorları hesaplanmış ve tedaviye tam yanıt alınan hastaların
tedavi sonrası izlemi, hastalığın tekrarlama süresi veya
yanıtın devamlılığı ay olarak hesaplanmıştır. Hastaların
tedavi yanıtları uluslararası lenfoma çalışma grubunun
önerilerine göre değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: 48 kadın ve 47 erkek olmak üzere toplam 95 hastanın dosyası araştırılmıştır. Hastaların genel
özellikleri tabloda özetlenmiştir. 95 hastanın 32’sinde
(%33.6) lenf nodu dışı tutulum izlenmiştir. 95 hastanın 21’i tedavi sırasında takipten çıktığı için ve 8 hastanın tedavisi halen devam ettiği için 66 tedavi sonrası
yanıtları ve izlemi yapılabilmiştir. Tedavisi tamamlanan
66 hastaların ilk tedavi sonrası cevapları incelendiğinde
46 (%69.6) hastada tam yanıt elde edilmiştir. Hastaların
7’si (%10) tedavi sırasında kaybedilirken, 8 (%12.1)hastada kısmi yanıt elde edilmiş ve 5(%7.5)hastanın verilen
tedaviye yanıtsız olduğu görülmüştür. Tam yanıt alınan
hastaların hastalıksız sağ kalım süreleri ortalama 21 ay
bulunmuştur (1-78 ay). Tam yanıt alınan ve nüks olan 10
hastada nükse kadar geçen süre ortalama 10,5 ay(3-39
ay) tespit edilmiştir. Tedavisi tamamlanan 66 hastanın
IPI skorlarına göre yanıtları değerlendirildiğinde IPI skoru
0-2 arası olan 56 hastanın 49’unun (%74) yanıt alındığı
görülürken IPI skoru 3-4 olan 10 hastanın 5’inde yanıt
elde edilmiştir. (p=0,017). IPI skoru 0-2 olan ve yanıtsız 7
hastanın 5’inin extranodal olduğu görüldü.
Tartışma: R-CHOP tedavisi ile DBBHL tedavisi ile 3
yıllık olaysız sağ kalım oranları genç hastalarda %59’dan
%79’a çıkarken yaşlı hastalarda 5 yıllık oran %29’dan
%47’ye çıkmıştır. Bizim hastalarımızda toplam yanıt
%81.7 saptanırken tam yanıt %69.6 tespit edilmiştir.
Yapılan çalışmalarda R-CHOP tedavisi ile tam yanıt oranları ortalama %61 saptanmıştır. Yapılan çalışmalarda IPI
skoru yüksek ve düşük olanlarda tam yanıt oranı sırası ile %44 ve %87 saptanmıştır. Kendi hastalarımızda da
yüksek riskli ve düşük riskli ipi skorulu hastalar arasında tam yanıt oranları anlamlı farklı saptanmıştır. Bizim
hasta grubumuzda tedavi yanıtsız 12 hastanın 7’si extranodal bulundu.
Poster No: P177
KOCAELİ
ÜNİVERSİTESİ
TIP
FAKÜLTESİ
HASTANESİNDE TAKİP EDİLEN DBBHL HASTALARININ
TEDAVİ SONUÇLARI. Özgür Mehtap, Elif Birtaş
Ateşoğlu, Emel Gönüllü, Hakan Keski, Abdullah
Hacıhanefioğlu. Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Kocaeli
Amaç: Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL) tüm
Hodgkin dışı lenfomaların %30’unu oluşturur. Bu hastalar tedavi edilmez ise çok kısa yaşam süresine sahiptirler, ancak günümüzde tedavi ile % 50 üzerinde tam iyileşme sağlanmıştır. Yapılan araştırmalar ile CHOP tedavisi ile oldukça iyi yanıtlar elde edilmiştir. Özellikle IPI
122
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Tablo
CİNSİYET
KADIN
ERKEK
48
47
YAŞ ORTALAMASI
57(19-92)
KADIN
52(19-92)
ERKEK
58.5(22-83)
IPI SKORU
0-1
56 (%58.9)
2
25 (%26.3)
3
10 (%10.5)
4
4 (%4.2)
EVRE
I
50 (%52.6)
II
11 (%11.5)
III
22 (%23.1)
IV
12 (%12.6)
Miyeloproliferatif Hastalıklar ve Kronik Miyelositer
Lösemi
Bildiri: 0329
Poster No: P178
KRONİK MİYELOİD LÖSEMİ MOLEKÜLER YANIT
TAKİBİNDE YAYGIN OLARAK KULLANILABİLECEK
STANDARTLARIN
GELİŞTİRİLMESİ
VE
OPTİMİZASYONU. Hakkı Ogün Sercan, Zeynep Sercan.
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji ve
Genetik Ana Bilim Dalı, İzmir
Amaç: KML tedavisinde tirozin kinaz inhibitörlerinin yüksek etkinliği, moleküler yanıt takibi gereksinimini doğurmuştur. Hastalarda tedavinin takibi gibi zamana
yayılmış analizlerde bir gen ürününün göreceli ve/veya
tam kantitasyonunu için bir standarda ihtiyaç duyulmaktadır. Piyasada ticari olarak kullanılan birçok kantitasyon kiti, kendi içerisinde bir standart eğriyi oluşturmayı sağlayacak kontrolleri sağlamaktadır. Ancak bunların kullanımında test maliyet artışı, kitin uygun koşullarda saklanmaması, belirli firmalara bağımlılık, belirli
marka aletlere bağımlılık, sonuçların değerlendirilmesinde farklılıklar gibi çeşitli güçlüklerle karşılaşılabilmektedir. Bunların yanında ticari olarak satılan kitlerin büyük
çoğunluğu ancak göreceli kantitasyon yapabilmekte, tam
kantitasyon mümkün olmamaktadır. Amacımız KML’de
moleküler yanıt tayininde test maliyetini düşürebilecek,
hem tam hem de göreceli kantitasyona uygun, standart
eğrilerin laboratuar tarafından istenildiği an kontrol edilebildiği, kullanılacak sarf ve alet yelpazesini genişletebilecek iç kontrollerin geliştirilmesi ve kullanılıma sokulmasıdır. Bu amaçla geliştirilen vektörler ve yöntem ile
kontrol/doğrulama çalışmaları aşağıda verilmiştir.
Yöntemler: K562 hücrelerinde BCR-ABL’e özgü primerler kullanılarak amplifikasyon gerçekleştirildi ve ürün
TA klonlama vektörüne klonlandı. Koloni seçimi ve plazmid izolasyonu ardından vektör konsantrasyonu ve mikrolitredeki kopya sayısı hesaplandı. 1000000, 100000,
10000, 1000 ve 100 plasmid kopya/ul konsantrasyonda 5 farklı dilusyon oluşturuldu. Bu plazmid dilüsyonları
kalıp olarak kullanılarak, hedef genimiz olan BCR/ABL’in
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
göreceli kantitasyon ve tam kantitasyon değerlendirmesi için gerekli standart eğri hazırlandı. Benzer bir çalışma referans geni olan ABL için de yapıldı. Duyarlılığın
belirlenmesi için K562 hücreleri, BCR/ABL kimerik gen
ürününü taşımayan RS4;11 hücreleri ile toplam 100000
hücrede, 0, 1,10, 100, 1000, 10000 ve 100000 K562 hücresi olacak şekilde karıştırıldı. Karıştırılan hücrelerde
gerçek zamanlı PCR reaksiyonları gerçekleştirildi.
Sonuçlar: Tedavi takibinde bir KML hastasında BCRABL/ABL oranı hastanın moleküler yanıtının izlenmesinde temel değerdir. Kullandığımız yöntem ile hem göreceli hem de tam kantitasyon sonucunda bu oranı elde
etmek mümkündür. Değişen oranlarda BCR/ABL pozitif hücre bulunduran örnekler analiz edildiğinde göreceli kantitasyon için elde ettiğimiz değerler ve bunların log
tabanlı grafikteki değişimleri Şekil 1 ve Şekil 2’de verilmiştir. Tüm çalışmalar en az üçer kere, farklı zamanlarda
tekrarlanmış ve benzer değerler elde edilmiştir. Optimize
etmiş olduğumuz yöntemin 100000 hücrede 1 adet BCR/
ABL pozitif hücreyi tekrarlanabilir şekilde saptayabilecek
duyarlılıkta olduğu doğrulanmıştır
Tartışma: KML’nin moleküler yanıt takibinin tayin
edilmesinde, oluşturduğumuz iç kontrol ve standartlar
ile laboratuvarın yöntem üzerindeki kontrollünü arttıran, göreceli olarak maliyeti az, tekrarlanabilir ve güvenilir sonuçlar elde edilmektedir.
Şekil 1. Tam kantitasyon sonucu BCR-ABL(+)/BCR-ABL(-) hücre değerlendirmesi
Şekil 2. Göreceli kantitasyon sonucu BCR-ABL(+)/BCR-ABL(-) hücre
değerlendirmesi
123
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0422
Poster No: P179
POLİSİTEMİA VERA VE ESANSİYEL TROMBOSİTOZLU
HASTALARDA PAI-1, APO E VE ACE GEN
POLİMORFİZMİ. Özgür Mehtap1, Elif Birtaş Ateşoğlu1,
Emel Gönüllü1, Hakan Keski1, Yıdıray Topçu2,
Abdullah Hacıhanefioğlu1. 1Kocaeli Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, 2Kocaeli Üniversitesi Tıp
Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı
Amaç: Polisitemia vera (PV) ve esansiyel trombositoz
(ET), tromboz komplikasyonları ile karşımıza gelebilir. Bu
komplikasyonlarla ilgili, birçok faktör araştırılmıştır.
Doku plazminojen aktivatörü, plazminojenden plazmine dönüşümü sağlar. Plazminojen aktivatör inhibitör-1
(PAI-1) ise bu durumu inhibe eder. PAI-1 fazla salınımı
patolojik fibrin birikimine ve trombotik olaylara neden olur.
PAI-1 geni 7. kromozom üzerindedir. Bu genin polimorfizmi,
her allelde ardışık dört guanozin (4G) ve beş guanozin (5G)
bulunduran promotor bölgede tanımlanmıştır. Buna göre
4G/4G, 4G/5G ve 5G/5G olmak özere üç genotip oluşur.
Apolipoprotein (apo) ε, apolipoprotein gen ailesinin bir
üyesidir ve 19. kromozomda bulunur. Apo ε genindeki
polimorfizme bağlı olarak farklı yapılarda apo E oluşabilir. Bu gendeki polimorfizim ε2, ε3, ε4 tarafından 3 farklı
allel ile oluşturulur ve oluşturduğu proteinler E1, E2 ve
E3’tür. Bu polimorfizme göre 2/2, 3/3, 4/4, 2/3, 2/4 ve
3/4 olmak üzere altı tip fenotip meydana gelir.
Anjiotensin dönüştürücü enzimin (ACE) endotel ve
epitel hücre yüzeyinde dağılımı yaygındır. ACE geninin
16. intronunda insersiyon/delesyon polimorfizmi tanımlanmıştır ve buna göre I/I, I/D ve D/D genotipi bulunur.
Çeşitli çalışmalarda bu üç gendeki polimorfizimler ile
kardiovaskuler hastalıklar ve trombotik olaylar arasındaki ilişkiler incelenmiştir.
Biz bu çalışmada daha önce araştırılmayan, PV ve ET
tanılı hastalarda bu üç gendeki polimorfizmi ve bunların
trombotik olaylarla ilişkisini değerlendirdik.
Yöntemler: 33 ET ve 31 PV tanılı toplam 64 hasta
değerlendirildi. Arteryel ve/veya venöz trombotik olaylar (İskemik inme, geçici iskemik atak, akut myokard
infarktüsü, unstabil göğüs ağrısı,arteryel tromboz, retinal
arter/ven tıkanıklığı, venöz trombozlar)komplikasyon olarak değerlendirildi. Hastaların genetik incelemeleri reverse hibridizasyon yöntemi ile yapıldı.
Sonuçlar: 64 hastanın 29’unda (%45) komplikasyon
görülmüştür. Vasküler komplikasyon olan ve olmayan
hastalar karşılaştırıldığında tanımlanan polimorfizmlerin
hiçbiri diğerine göre anlamlı çıkmamıştır (% oranları şekil
1-2 ve 3 olarak gösterilmiştir). Komplikasyonlu hastaların %34’ünde JAK2 pozitif bulunurken, vasküler komplikasyon olmayan hastalarda oran %35 tespit edilmiştir ve
anlamlı fark bulunmamıştır
Tartışma: PV ve ET hastalarının yaklaşık %50 sinde
tromboz komplikasyonu görülür. PAI-1 geni 4G allelinin,
PAI-1 düzeyini arttırarak tromboza eğilim yarattığı gösterilmiştir. Yapılan çalışmalar, Apo ε polimorfizminin koroner kalp hastalığı açısından bağımsız bir risk faktörü
olduğunu göstermiştir. Meta analizlerde ACE geni D/D
polimorfizmi kardiovasküler hastalıklarla ilişkili bulunmuştur. D/D genotipi, diğer genotiplere oranla venöz
trombozu da hafif düzeyde arttırabilir. Biz çalışmamızda, bu üç gen polimorfizmi ile PV ve ET’lu hastalarımızda tromboz gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulamadık. Literatürdeki diğer çalışmaların aksine çalışmamızda JAK2 mutasyonu varlığı ile tromboz arasında ilişki tespit edemedik
124
Şekil 1. VAS(+): Vasküler komplikasyon görülen VAS(-): Vasküler komplikasyon
görülmeyen
Şekil 2. VAS(+): Vasküler komplikasyon görülen VAS(-): Vasküler komplikasyon
görülmeyen
Şekil 3.VAS(+): Vasküler komplikasyon görülen VAS(-): Vasküler komplikasyon
görülmeyen
Bildiri: 0318
Poster No: P180
TEK
MERKEZ
DENEYİMİ;KRONİK
MYELOPROLİFERATİF NEOPLAZİLİ HASTALARIN
RETROSPEKTİF
DEĞERLENDİRİLMESİ.
Serdar
Kalkan1, Selda Kahraman2, Abdullah Katgı2, Gökmen
Sevindik1, Özden Pişkin2, Mehmet Ali Özcan2, Güner
Hayri Özsan2, Fatih Demirkan2, Bülent Ündar2 1Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim
Dalı, izmir. 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı,İzmir
Amaç: Dokuz Eylül Üniversitesi Hematoloji Bilim Dalı
tarafından izlenen 57 Esansiyel Trombositoz (ET), 29
Polisitemia Vera (PV), 4 akut miyelofibrozis hastası retrospektif olarak değerlendirildi.
Yöntemler:
Sonuçlar: Hastaların 44’ü kadın (%48,9),46’sı erkekti.(%51.1).Yaşları 27-90 arasında ortalama 58,21 yıl
idi. Hastaların 68’i 65 yaş altında (%75.6), 22 hasta
65 yaş üstünde idi.(%24.4). Hastaların ortalama izlem
süresi 40,22 ay idi. 57hastaya tanı anında kemik iliği
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
biyopsisi yapılmıştı. 14 hastada fibrozis yokken, 28 hastada 1. Dereceden fibrozis izlendi. (Tablo 1).58 hastada
JAK2V617F mutasyonu bakılmazken (%64.4),17 hastada
pozitif (%18,9),15 hastada negatif(%16.7)olarak saptandı. Tanı anında batın ultrasonografisi 76 hastaya yapıldı.(Tablo 2) Tanı anında ortalama Hct.%43, lökosit 11.2
UL, plt. 722000 UL idi. Hastaların trombotik risk skorları Tablo 3 ve 4’de gösterildi.16 hasta sigara içerken
13 hastada hiperlipidemi,10 hastada Tip 2 DM,31 hastada hipertansiyon, 16 hastada KAH mevcuttu.20 hastada KMN tanısı almadan önceki 2 yıl içinde trombotik
olay yaşadıkları sorgulandı. Tromboz geçiren hastaların
HT,DM,KAH,HL,sigara içimi, cinsiyet,yaş,lökosit,Htc,plt
değerleri kıyaslandığında aralarında istatiksel fark yoktu.
Trombotik risk skoruna göre kıyaslandıklarında yüksek riskte olanlarda tromboz daha fazla idi. Hastaların
70’i (%77.8) izlemde ASA, 11 hastada (%12.2) antikoagülan kullanmaktaydılar. Hastalara tanıdan ortalama 3.98
ay sonra sitoreduktif tedavi başlandı, en fazla hidroksiüre tedavisi almaktaydılar. (%61.1) (Tablo 3) Takip sırasında 7 hastada bir trombotik hadise gelişti.(%7.7) 3’ü
arteryel, 4’ü venöz sistemde idi.(Tablo 4) Arteryel sistemde trombozu olan 3 hasta ASA, Clopidogrel, venöz sistemde trombozu olan 4 hasta antikoagülan tedavi kullandılar. Tromboz esnasında 6 hasta hidroksiüre-ASA, 1 hasta
anagralide-antikoagülan tedavi almaktaydı.Tromboz gelişim esnasında ortalama hct.%40.14, lökosit.9800UL,
plt.549000 UL idi. 7 hastada diyabetik değildi ve sigara kullanmıyordu. 6 tromboz hastası ET, 1 hasta PV idi.
Trombotik risk skoru yüksek olan 20 hastanın 7’sinde
takipte tromboz gelişti
Takip sırasında 1 hastada AML,1 hastada KMML
gelişti. 1 hastada intrakranial hemoraji, AML olan hastada hastalık progresyonu nedeniyle kaybedildi.
Hidroksiüre tedavisi esnasında gelişen yan etkiler
Tablo 5’degösterildi.Anagralid kullanan 1 hastada unstabil angina gelişmesi üzerine ilaç kesildi. Hidroksiüre
4 hastada grade3-4 hematolojik yan etki, 2 hastada ise
tedaviye yanıtsızlık nedeniyle kesildi.
Takipler esnasında 9 hastada kanama bulgusu gözlendi.(%10) 4 hastada GIS kanama, 1 hastada ölümcül
cranial kanama, 2 hastada burun kanaması, 2 hastada yoğun menometroraji izlendi. Kanayan hastaların 4’ü
PV,4’ü ET,1’i MF idi. 2 hasta ASA 100 mg, 1 hasta antikoagülan tadavi, 6 hasta ise tedavi almıyordu.
Tartışma: KMN’li hastaların izleminde tanı anında
trombotik risk skorunun hesaplanması antiagregan ve
antikoagülan tedavinin gerekliliği açısından yol gösterici olacaktır
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Tablo 1. Kemik iliği fibrozis derecesi
Kemik iliği fibrozis
Sıklık
Yüzde
Kemik iliği yapılmamış.
33
36,7
Fibrozis derece 1
28
31,7
derece 2
8
8,9
derece 3
5
5,6
derece 4
2
2,2
normal
14
15,6
Total
90
100
Tablo 2. Batın ultrasonografisi sonuçları
Batın usg
Sıklık
Yüzde(%)
Yapılmamış
14
15,6
Normal
43
47,8
Hepatomegeli
4
4,4
Splenomegali
15
16,7
Hepatosplenomegali
14
15,6
Total
90
90
Tablo 3. Troımbotik risk skalası
Trombotik risk
Düşük risk
Orta risk
yaş
tromboz sayı
<65 yaş
yok
<65> yaş
<3
>65
>3
Yüksek risk
Tablo 4. Hastaların trombotik risk skalası değerlendirmesi
Trombotik risk
Sıklık
Yüzde(%)
Düşük risk
40
44,5
Orta risk
30
33,3
Yüksek risk
20
22,2
Toplam
90
100
Tablo 5. Hidroksiüre tedavisi yan etkileri
Yan etki
Sıklık
yüzde (%)
86,7
Gelişmedi
78
Malleol ülseri
3
3,3
Grade 2-3 anemi
1
1,1
Grade 2-3 lökopeni
5
5,6
Bisitopeni
1
1,1
Pansitopeni
1
1,1
Diare
1
1,1
Total
90
100
125
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0334
Poster No: P181
ESANSİYEL TROMBOSİTOZ TANISIYLA İZLENEN
OLGULARDA
JAK-2
GEN
MUTASYONU
VE
KOMPLİKASYONLARLA İLİŞKİSİ. Murat Bayram1,
Vildan Özkocaman2, Fahir Özkalemkaş2, Rıdvan Ali2,
Mutlu Karkucak3, Tülay Özçelik2, Gönül Irmak2,
Tahsin Yakut3, Ahmet Tunalı2. 1Uludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Bursa, 2Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, Bursa, 3Uludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, Bursa
Amaç: Esansiyel Trombositoz (ET) olgularının klinik
yakınmaları olmadan da ilk bulguları kanama ve tromboz olabilir. ET trombosit sayısının arttığı, kemik iliğinde
megakaryositlerde proliferasyonla kendini gösteren, myeloproliferatif hastalıklar grubunda, klonal bir kök hücre
hastalığıdır. Bu çalışma ET olgularının tanı anındaki klinik ve laboratuvar bulguları, oluşan komplikasyonlar ve
Janus Kinaz 2 (JAK 2) gen mutasyonu ile olan ilişkilerini
değerlendirmek amacıyla yapılmıştır.
Yöntemler: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Erişkin
Hematoloji Bilim Dalı Polikliniğine 2005 Ocak - 2010
Mayıs ayları arasında başvuran, ET tanısıyla izlenen ve
JAK 2 gen mutasyonu bakılan 78 hastanın dosyaları klinik ve laboratuvar bulguları açısından geriye dönük olarak incelenmiştir. Elde edilen verilerin değerlendirmesinde yüzdelik hesaplaması ve ki-kare testleri kullanılmıştır.
Sonuçlar: Çalışmadan elde edilen verilere göre çalışma kapsamına alınan hastaların yaş ortancası 53 (26±81)
yıl, %65,4’ ü kadın ve ortalama hastalık süresi 27 (14±64)
aydır. Hastaların tanı sırasında ortalama %15,4’ ünde
splenomegali, %47,4’ ünde JAK 2 gen mutasyonu pozitifdir. Ayrıca ortalama %64,1’inin tanı sırasında kemik iliği
biyopsi ve aspirasyonuna ulaşılabilmiştir. Bunların ortalama %52’ si hipersellüler, %48’ i normosellüler kemik
iliği olup tümünde megakaryositer seride artış mevcuttur. Artışın niteliğine bakıldığında %16’ sında ileri derecede hiperplazi, %12’ sinde hafif derecede hiperplazi saptanmıştır. Kemik iliğinde retiküler lif artışı ise ortalama % 48 olup, bunların %33,3’ ü ileri derece, %16,7’
si orta derece, %50’ sinde hafif derecede bir artış vardır. Granülositer seride %12 oranında hiperplazi mevcut iken, %88 oranında kesintisiz maturasyonlu kolonizasyon saptanmıştır. Eritroid seride ise %6’ sında relatif
olarak azalma, %10’ unda hiperplazi, % 84 oranında ise
normoblastik maturasyonlu kolonizasyon olup kollajen
fibrozis görülmemiştir. Laboratuvar bulgularına bakıldığında ise ortalama Lökosit: 9110/mm³ (4000±12400),
Hemoglobin: 13,3 gr/dl (9,0±16,2), Trombosit: 995500/
mm³ (550000±2400000)’ dir. Hastalarda komplikasyon
olarak %46,2’ sinde tromboz ve kanama birlikte gelişirken, bunlardan %47,4’ ünün JAK 2 pozitifliği olduğu
görülmüştür. JAK 2 pozitifliği ve gelişen komplikasyonlar arasında ilişkiye bakıldığında JAK 2 pozitif olgularda
komplikasyonların fazla oluşu istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05).
Tartışma: ET vakalarında tanı anında görülen trombositoz, splenomegali ve kemik iliği bulguları değerlendirilerek; kanama ve tromboz sıklığının arttığı, JAK 2 gen
mutasyonu pozitifliğinin komplikasyonlarda bir artışa
neden olduğu görüldü. Bundan dolayı JAK 2 gen mutasyonu pozitif saptanan hastalarda tromboz ve kanama
komplikasyonları açısından daha dikkatli olunması öngörüldü. Diğer çalışmalarla benzer oranda saptanan JAK
2 gen mutasyonu pozitifliğinin tanı için önemli bir kriter olabileceği saptandı. JAK 2 gen mutasyonu ile ilgili
126
daha kapsamlı çalışmaların yapılmasına ihtiyaç olduğu
düşünüldü.
Bildiri: 0367
Poster No: P182
‘MİYELOPROLİFERATİF NEOPLAZMLARDA MPL
W515 K/L MUTASYONLARI’. Timur Selçuk Akpınar1,
Veysel Sabri Hançer2, Meliha Nalçacı3, Reyhan Diz
Küçükkaya4. 1İstanbul Tıp fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim dalı İstanbul, 2İstanbul Bilim Üniversitesi Tıbbi
Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı, 3İstanbul Tıp Fakültesi İç
Hastalıkları İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Bilim
Dalı, 4İstanbul Bilim Üniversitesi İç Hastalıkları Anabilim
Dalı Hematoloji Bilim dalı
Amaç: Dünya Sağlık Örgütü 2008 sınıflama sistemine göre miyeloproliferatif neoplazmlar (MPN) kronik myeloid lösemi (KML), polisitemia vera (PV), esansiyel trombositoz (ET), primer myelofibroz (PMF), mastositoz, eozinofilik lösemi, kronik nötrofilik lösemi ve “sınıflandırılamayan MPN”yi içermektedir. KML “Philadelphia” (Ph) kromozomu ve BCR-ABL pozitifliği ile bu gruptan ayrılmaktadır. 2005 yılında tanımlanan JAK2 V617F mutasyonu
PV’li hastaların %95’inde, EF ve PMF’li hastaların yaklaşık yarısında bulunmaktadır. MPL, trombopoitein (Tpo)
reseptörüdür ve yüksek oranda erken hemopoetik progenitörler ve megakaryositik kökendeki hücrelerde bulunur. Son yıllarda ET ve PMF hastalarında MPL geninin
mutasyonları tanımlanmıştır. En yaygın iki MPL mutasyonu W515L (triptofan yerine lösin geçişi) ve W515K (triptofan yerine lisin geçişi) olarak ifade edilir. Bu çalışmada
amacımız Ph kromozomu negatif ET ve PMF hastalarında
MPL gen mutasyonu (W515K/L) sıklığını araştırmaktır.
Yöntemler: Çalışmaya 77 hasta (46’sı kadın, 31’i
erkek) ve bu grupla yaş ve cinsiyet açısından uyumlu 42
sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. PV grubu yüksek oranda JAK2 V617F mutasyonu taşıdığından çalışmaya dahil
edilmemiştir. Dünya Sağlık Örgütü kriterlerine göre hastaların 66’sı ET, 11’i PMF tanısı almıştır. Periferik kan
örneklerinden polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) yöntemi
ile iki MPL somatik gen mutasyonu (W515K and W515L)
ve JAK-2 V617F mutasyonu araştırılmıştır.
Sonuçlar: Çalışmamızda sağlıklı kontrolde MPL
W515K, W515L mutasyonları ve JAK-2 V617F mutasyonuna rastlanmamıştır. Hasta grubunda JAK-2 V617F
mutasyonu 29’u ET, 6’sı PMF olmak üzere toplam 35
olguda gösterilmiştir. Hasta grubunda sadece 2 PMF
olgusunda MPLW515 mutasyonları saptanabilmiştir, bu
olgularda JAK-2 V617F mutasyonu bulunmamaktadır. MPLW515 mutasyonları taşıyan 2 olgu da uzun
takip sürelerine (124 ay ve 71 ay) sahiptir, tromboz veya
kanama komplikasyonları gelişmemiştir, ek sitogenetik anomali taşımamaktadır. Sonuç olarak, hasta gurubunda MPLW515 mutasyonları görülme oranı %2.6,
JAK-2 V617F mutasyonu negatif olgular içinde MPLW515
mutasyonları görülme oranı %4.8 olarak saptanmıştır.
Tartışma: MPLW515 mutasyonları Ph kromozomu ve
JAK-2 V617F mutasyonu saptanmayan olguların ancak
küçük bir kısmında klonal hastalığı göstermede yardımcı olabilir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Tablo 1. Hasta grubu olguların dağılımı
Yaş (yıl)
Hastalık süresi (yıl)
Min-Max
Ort± SD
20-77
49,89±14,01
1-21
7,84±4,45
Lökosit(103/μL)
1,30-27,50
10,92±4,80
Hb (g/dL)
6,70-22,70
12,99±2,51
Hct (%)
19,5-72,80
38,72±7,65
44-1700
870,44±374,53
Trombosit (103/μL)
Tromboz
N
%
15
19,5
MPLW 515 mutasyonu
2
2,6
JAK 2 Mutasyonu
35
45,5
Bildiri: 0510
Poster No: P183
KRONİK MİYELOİD LÖSEMİLİ BİR OLGUDA
İMATİNİB MESİLAT TEDAVİSİ ALTINDA GELİŞEN
İNTERSTİSİYEL PNÖMONİTİS. Ayşe Salihoğlu1, Ahmet
Emre Eşkazan1, Serdar Erturan2, Teoman Soysal1.
1
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim
Dalı/Hematoloji Bilim Dalı, 2İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı
Amaç: Kronik miyeloid lösemi (KML) hematopoetik kök hücrenin klonal bir habis hastalığıdır. KML’nin
birinci basamak tedavisinde imatinib mesilat (İM) kullanılır. Hematolojik toksisite, sıvı retansiyonu, ödem, ishal,
karın ağrısı, bulantı-kusma, kas krampları, deri döküntüsü gibi yan etkileri görülebildiği gibi çok sık olmayarak
da akciğer toksisitesine de neden olabilir. Burada kronik faz KML tanısı olan ve yaklaşık 2 yıl İM tedavisi kullanıp, akciğer toksisitesi gelişen 43 yaşında erkek olgu
sunulacaktır.
Sonuçlar: Mayıs 2008’de tanı koyulmuş kronik faz
KML hastasına 400 mg/gün İM tedavisi başlanmış ve 18.
ay sonunda major sitogenetik yanıtı olan hasta Şubat
2010’da nefes darlığı ile polikliniğe başvurdu. Tam kan
sayımında herhangi bir anormallik bulunmayan ve daha
önceden nefes darlığı yakınması olmayan ve 3 yıldır sigara kullanmayıp, daha öncesinde 15 yıl boyunca haftada 1 paket sigara içen hasta göğüs hastalıkları polikliniğinde değerlendirildi, toraks bilgisayarlı tomografisinde (BT); her iki akciğer üst lob apikal kesimi, posterior
alanlarda, bilateral alt lob süperior segmentlerde, posterobazal kesitlerde, sağda orta lobda, solda lingulada birleşme eğiliminde yamalı tarzda düzensiz sınırlı parankimal konsolidasyon alanları tespit edildi. Hasta bronşiyolitis obliterans-organize pnömoni olarak kabul edildi. Olası
ilişkisi nedeniyle İM tedavisi kesildi, bu arada hastanın
balgam incelemesinde direkt bakı ve kültürde herhangi
bir mikroorganizma yoktu, aside dirençli bakteri görülmedi. Akut faz yanıtı ve ateşi olmayan hastaya bronkoskopi ve bronkoalveolar lavaj (BAL) uygulandı. BAL örneğinde bakteri, mantar veya tüberküloz lehine bulgu tespit
edilmedi. Solunum fonksiyon testinde (SFT) restriksiyon
bulguları olan hastaya 80 mg/gün metilprednizolon tedavisi başlandı. Steroid tedavisi altında semptomatolojisi ve
akciğer grafisi ile SFT bulguları gerileyen hastada steroid
tedavisi azaltılarak kesildi ve KML açısından İM tedavisine sub-obtimal yanıtı bulunması ve pulmoner toksisitesi olması olduğundan ikinci kuşak tirozin kinaz inhibitörü olarak nilotinib 2x400 mg/gün tedavisine geçilmesine
karar verildi. Hasta halen 800 mg/gün nilotinib tedavisi
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
altında olup, poliklinikte en son 16.08.2010 tarihinde
muayene edildi. Organomegalisi olmayan, tam kan sayımında; lökosit: 8050/mm3 (dağılım normal) Hb: 15.3 g/
dL Hct: % 47.3 Plt: 214000/mm3 tespit edilen hastanın
kontrol akciğer grafisinde bir patoloji yoktu.
Tartışma: İM tedavisi altında gelişebilen interstisiyel pnömonitis seyrek de olsa görülebilen bir komplikasyon olup, KML hastaları bu olası komplikasyon açısından
da takip edilmelidir. Bizim hastamızda gelişen ve steroid
tedavisi ile gerileyen interstisiyel pnömonitis tablosunun
da İM ile ilişkili olma ihtimali yüksektir.
Bildiri: 0462
Poster No: P184
AKUT MİYELOBLASTİK LÖSEMİYE DÖNÜŞÜM
SIRASINDA TRİZOMİ 8 POZİTİF BULUNAN ESANSİYEL
TROMBOSİTEMİ OLGUSU. Bahriye Payzın1, İnci
Alacacıoğlu1, Haşim Erdinç Yeter2. 1Atatürk Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Hematoloji Kliniği, İzmir, 2Atatürk
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3. İç Hastalıkları Kliniği,
İzmir
Amaç: Üç yıl önce esansiyel trombositemi (ET) tanısı alarak hidroksiüre (1000-1500 mg/gün) ve ASA tedavisine başlanan 72 yaşındaki erkek hastada yaklaşık 15
gün ile bir ay arasında değişen sürelerde yapılan izlem
sırasında ilaç dozunda azalmaya ya da ilacın kesilmesine neden olan grade 3-4 trombositopeni gelişmesi dikkat çekti. Ocak 2009’da tekrarlanan kemik iliği aspirasyonu ve biyopsisinde yeni bir bulguya rastlanmadı. Sitogenetik inceleme normal karyotip olarak raporlandı. FISH analizinde t(9;22) negatif bulundu. Yaklaşık
2,5 yıl devam eden hidroksiüre tedavisi sonlandırılarak anagrelid (1mg/gün) başlandı ve hastanın trombosit sayısı bu tedavi ile normal sınırlarda kaldı. Ph kromozomu sitogenetik ve PCR incelemesi ile negatif bulundu. Altı ay kadar önce hastanın lökosit sayısında hidroksiüre tedavisi altında iken progresyon görüldü. Lökosit:
34.900/mikrol, hgb: 12,4 g/dl, trombosit: 378.000/mikrol, çevresel kanda %90 blast bulundu. Kemik iliğinin
immunohistokimyasal değerlendirmesi (CD-117, CD-34,
CD-7 pozitif, myeloperoksidaz fokal pozitif) ve akım sitometri incelemesi (CD 45, CD 7, CD 33, HLA DR, CD 34,
CD 71, CD 117, CD 38 pozitif) ile AML M1 tanısı aldı.
Sitogenetik değerlendirme ile yeterli metafaz elde edilemedi. FISH ile %33 oranında trizomi 8 pozitifliği saptandı. Ayrıca bakılan 5q delesyonu, monozomi 7, t(9;22)
negatifti. Hastaya uygulanan 2+5 indüksiyon kemoterapisi ile kemik iliği blast sayısı %4 olarak sayıldı. İkinci
2+5 kemoterapisi ile indüksiyon kemoterapisi ile hastanın kemik iliğinde hipersellülarite, blast oranı: %1, hiperaktif, displastik megakaryopoez ve trombositoz bulguları
ile ET ile uyumlu bulgulara dönüş gözlendi. AML yönünden tam remisyonda olan hastaya aylık sitarabin/ 6-tiyoguanin idame tedavisi uygulamasına geçildi. Hasta idame
tedavisinin 6. ayındadır. ET diğer kronik miyeloproliferatif (MPD) hastalık tiplerinden daha uzun sağkalım süreli
ve yaklaşık %3-5 gibi düşük blastik dönüşüm oranı gösteren multipotent kök hücrelerin kolanal bir hastalığıdır.
Hidroksiüre tedavisinin lösemik dönüşüm riskini arttırdığı gösterilememiştir. Karyotipik inceleme ET tanısında
normaldir. Bizim hastamızda da trizomi 8 bulgusu tedavinin 3. yılında ortaya çıkmıştır. Lösemik dönüşüm gösteren ET olgularında trizomi 8 oranı %15,3 olarak bildirilmiştir. Tizomi 8’in lösemik dönüşüm gösteren ET
hastalarında kemoterapötik ajanların kullanımı ile ilgisi olduğu gösterilememiştir. Trizomi 8, hastamızın lösemik dönüşümdeki patogenezinde yer almış olabilir. Bu
127
POSTER BİLDİRİLER
olguyu esansiyel trombositeide genellikle görülen nispeten monoton tedavi ve izlem sürecine uygunluk göstermeyen klinik gidişe, izlem sırasında gelişen AML ve trizomi 8
birlikteliğine dikkat çekmek amacı ile sunduk.
Bildiri: 0505
Poster No: P185
İMATİNİB MESİLAT KULLANAN KRONİK MİYELOİD
LÖSEMİLİ
ERKEK
HASTALARIN
EŞLERİNDE
GÖZLEMLENEN OBSTETRİK SORUNLAR-TEK MERKEZ
DENEYİMİ. Dilek Keskin1, Ahmet Emre Eşkazan2,
Burcu Aydın3, Nihal Esatoğlu1, Emine Gültürk2,
Ayşe Salihoğlu2, Muhlis Cem Ar4, Şeniz Öngören2,
Zafer Başlar2, Burhan Ferhanoğlu2, Yıldız Aydın2,
Rıza Madazlı3, Teoman Soysal2. 1İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, 2İ.Ü. Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı/Hematoloji Bilim
Dalı, 3İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve
Doğum Anabilim Dalı, 4TCSB İstanbul Eğitim ve Araştırma
Hastanesi 5. Dahiliye Kliniği
Amaç: Günümüzde kronik miyeloid lösemi (KML)’nin
birinci basamak tedavisinde imatinib mesilat (İM) kullanılır. Gebeler ve emziren kadınlarda İM kullanılması uygun değildir. Ancak KML tanısı olan ve İM kullanan
erkeklerin eşlerinin gebeliklerinde problemler olup olmadığı iyi bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı 9 ay veya
daha uzun süre ile KML tanısıyla İM kullanan erkek hastaların eşlerinin gebeliklerinde problem yaşayıp yaşamadıklarının sorgulanması ve bunların kontrol grubu ile
karşılaştırılmasıdır.
Yöntemler: Hematoloji polikliniğinimizde KML tanısıyla İM kullanan 28 erkek hasta (Grup-1) ve eşlerinin
(Grup-2) anket sorularını cevaplandırmaları istenmiştir.
Kadın hastalıkları ve doğum hastalıkları anabilim dalı
gebe polikliniğinden takip edilmiş 37 gebe (Grup-3) ve
eşleri (Grup-4) de kontrol grubu olarak alınmıştır.
Sonuçlar: Erkek KML hasta grubunda (Grup-1) ortanca yaş 47 (26-55) gebe kontrollerin eşlerinin (Grup-4)
ortanca yaşı ise 35 (25-51) olarak bulundu. KML hastalarının eşlerinin (Grup-2) ortanca yaşı 42.5 (27-56), gebe
kontrollerin (Grup-3) ise 30 (20-45) idi. KML hasta grubunun ortalama İM kullanma süresi 50.6 aydı (9-132).
Eşlerinin İM kullanımı süresi içinde toplam 3 kadında 4 gebelik tespit edildi. Birinci gebede gebelik normal
zamanında ve normal doğum ağırlığında, ikinci gebede
gebeliğin düşük ile sonuçlandığı, üçüncü gebede ise bir
düşük, bir de zamanından erken ve düşük doğum tartılı olmak üzere iki gebelik olduğu görüldü. Çiftlerden birinin İM kullanımı öncesinde atriyal septal defekti bulunan
bir çocuğa sahip oldukları anlaşıldı. 2.gruptaki kadınların 9’unda toplam 10 düşük vardı ve bunların sadece 2’si
eşleri İM kullandığı dönemde gerçekleşmişti. Kontrol grubunda evlilik süreleri boyunca düşük sayısı ise 10 gebede
15 olarak belirlendi. Grup-2’ye ait demografik özellikler
Tablo-1’de sıralanmıştır. Kontrasepsiyon uygulama oranlarına bakıldığında KML’li erkekler ve eşlerinden 18 çiftin (18/28-%64) çeşitli kontrasepsiyon yöntemleri uyguladıkları tespit edildi.
Tartışma: Gebelik kaybı toplumda sık görülmektedir. Döllenen yumurtaların yaklaşık %30-50’sinde spontan abortus görülebilmektedir. Bizim İM kullanan erkek
hastalarımızın eşlerinin 9 tanesinde 10 düşük (9/28),
kontrollerde ise 10 gebede 15 düşük (10/37) görülmüş
olup, bu sayılar verilen oranlar ile örtüşmektedir. İM
kullanan KML’li erkeklerin eşlerinin bu süre boyunca
3 tanesinde 4 gebelik gerçekleştiği ve bunlardan 2’sinin
düşük ile sonuçlandığı görüldü ki bu da bilinen oranlar
128
ile benzerlik göstermektedir. KML’li erkeklerin ve eşlerinden sadece 18 çiftin doğum kontrol yöntemi kullandığı belirlendi. İM kullanan kadın hastaların gebelikleri konusundaki bilgilerin büyük bölümü literatüre yansımış durumdadır. Buna karşılık İM kullanan erkeklerin eşlerinin gebelikleri konusundaki bilgiler çok daha
azdır. Çalışmamız imatinib kullanan olgularımızın eşlerinin gebelik sorunlarını incelemekte olup bu konuda daha
sağlıklı karar verebilmek için daha fazla olgu sayısını içeren çalışmalar yapılmasına ihtiyaç vardır.
Bildiri: 0117
Poster No: P186
2 MERKEZ DENEYİMİ: KRONİK MİYELOİD LÖSEMİLİ
HASTALARDA İMATİNİB MESİLAT TEDAVİSİNİN
SONUÇLARI. Emine Mercan1, Selda Kahraman2, Fatih
Demirkan2, İnci Alacacıoğlu3, Bahriye Payzın3, Nurhilal
Turgut4, Mehmet Ali Özcan2, Özden Pişkin2, Güner
Hayri Özsan2, Bülent Ündar2. 1Dokuz Eylül Üniversitesi
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, İZMİR, 2Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim
Dalı,Hematoloji Bilim Dalı,İZMİR, 3İzmir Atatürk Eğitim
Hastanesi,Hematoloji Kliniği,İzmir
4
Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Hematoloji Kliniği, Adana
Amaç: Kronik myeloid lösemi (KML) tedavisinde;
günümüzde imatinib mesilat (IM-STI571) ilk tedavi seçeneğidir. IM tedavisi ile daha iyi hematolojik, sitogenetik
ve moleküler yanıt elde edilmekte, daha iyi ortalama sağ
kalım ve progresyonsuz sağ kalım sağlanmaktadır. Biz
çalışmamızda Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi ve
İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji
kliniklerinde izlenen ve IM ile tedavi edilen 84 KML vakasında hematolojik, sitogenetik ve moleküler yanıtlar ile
hastaların klavuzlara uygun şekilde izlenip izlenmediğini değerlendirdik.
Yöntemler: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi ve
İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma hastanesi hematoloji kliniklerinde Ocak 1999-Mart 2010 tarihleri arasında
izlenen 84 Ph (+) KML vakası çalışmaya alındı. Standart
400 mg/gün IM tedavisi alan hastaların hematolojik,
sitogenetik ve moleküler yanıtları değerlendirildi.
Sonuçlar: Hastaların 44’ü kadın (%52.4), 40’ı erkek
(%47.6) idi. Yaşları 22-83 arasında ve yaş ortalamaları 52,98(±14.8) yıl, ortanca yaş 54.5 olarak saptandı.
Ortalama takip süreleri 47,4 ay ve tanı anında 80 hasta
kronik fazda (%95,2), 4 hasta akselere fazda (%4.8) idi.
Hematolojik yanıt ortalama 2.42 ayda sağlandı. Tam
hematolojik yanıt (THY) oranı üçüncü ayda %88,1, altıncı ayda %90,8, 12.ayda %93 ve 18.ayda %96,9 olarak
bulundu.(Tablo 1)
12. ayda 57 hastanın sitogenetiği bakılmıştı (%67.9).
Bunların %75.4’ünde tam sitogenetik yanıt (TSY)), üç
hastada kısmi sitogenetik yanıt(KSY) (%5.3), üç hastada
minör sitogenetik yanıt (MSY) (%5,3), bir hastada minimal sitogenetik yanıt (%1.8) elde edildi. Dört hastada ise
sitogenetik yanıt elde edilemedi (%7,0). Üç hastada ise
örnek yetersizdi (%5,3). (Tablo 2)
18. ayda hastaların 38’inin moleküler yanıtına bakılmıştı (%45.2). Bu hastaların 24’ünde tam moleküler yanıt
(%63.2), 10 hastada major moleküler yanıt (%26,3), dört
hastada ise moleküler yanıt alınamadı (%10,5).(Tablo 3)
IM kullanımı esnasında 22 hastada derece 3-4 hematolojik yan etki gelişirken (%26,2), 12 hastada rash
(%14,3), 10 hastada periorbital ödem (%11,9), 10 hastada bulantı (%11.9), dokuz hastada miyalji-artralji (%10,7)
gelişti. IM tedavisi altında bir hasta akselere faza, bir
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
hasta blastik faza geçti. Üç hastanın yan etki nedeniyle, dokuz hastanın ilaç direnci, bir hastanın yan etki ve
ilaç direnci nedeniyle ilacı değiştirildi (%15.5). Dört hasta
Dasatinib, sekiz hasta Nilotinib, bir hasta ise Nilotinib
ardından dirençli olması nedeniyle Dasatinib tedavisi aldı. Hastaların ortalama sağ kalım süreleri 48,54 ay
(3-132 ay), tedavi başarısızlığına kadar geçen süre ise
ortalama 30,67 ay (9-61 ay) olarak saptandı.
Tartışma: Kronik faz KML’de IM halen tolere edilebilir ve etkin bir tedavi seçeneği olarak ilk sıradaki yerini
korumaktadır. Yeni tirozin kinaz inhibitörleri dahil, daha
etkin ve küratif tedavi için yeni çalışmaların yapılması ve
hastaların takibinde özelliklede moleküler yanıt değerlendirilmesinde laboratuvar yöntemlerinde standardizasyon
yapılması gerekmektedir.
Tablo 1. 3. Aydaki hematolojik yanıt oranları
Hematolojik yanıt
Sıklık
Yüzde(%)
Var
74
88,1
Yok
10
11,9
Toplam
84
100
Tablo 2. 12. Aydaki sitogenetik yanıt oranları
Sitogenetik yanıt
Komplet Sitogenetik Yanıt (0 Ph +)
Sıklık
Yüzde(%)
43
75,4
Parsiyel Sitogenetik Yanıt (1 - 35 Ph +)
3
5,3
Minor Sitogenetik Yanıt (35 - 65 Ph +)
3
5,3
Minimal Sitogenetik Yanıt (66 - 94 Ph +)
1
1,8
Sitogenetik Yanıt Yok (Ph > 95)
4
7,0
Yetersiz Örnek
3
5,3
Toplam
57
100,0
Tablo 3. 18. Aydaki moleküler yanıt oranları
Moleküler yanıt
Sıklık
Yüzde (%)
Major Yanıt
10
26,3
Tam Yanıt
24
63,2
Yanıt Yok
4
10,5
Toplam
38
100
önemlisi, primer ya da otonom trombositozisde trombosit
fonksiyonlarının da bozulmasından ötürü trombohemorajik komplikasyonların ön planda olmasıdır. Ön sonuçları sunulan bu çalışmada ortalama trombosit hacmi
(MPV; 7-12 fL) değerlerinin birincil ve ikincil trombositozisde birbirinden farklı olup olmadığına bakıldı.
Yöntemler: Retrospektif gerçekleştirilen bu çalışmada trombosit sayıları 450.000/uL ve üstü olan hastalar
birincil (BT) ve ikincil trombositozis (İT) olmalarına göre
iki gruba ayrıldılar. Esansiyel trombositemi için Dünya
Sağlık Örgütü’nün 2008 yılı myeloproliferatif neoplazmlar
için tanısal kriterlerinden yararlanıldı. İkincil trombositozisi oluşturan gruptaki hastaların hepsinde demir eksikliği anemisi olup, herhangi bir tedavi kullanılmadan elde
edilen sonuçları değerlendirmeye alındı. Proje sonunda
bu gruptaki tüm hastaların uygun doz ve sürede demir
tedavisi sonrası trombosit değerlerinin normal sınırlara
gerilediği görüldü.
Sonuçlar: BT grubunda 23 (yaş: 19-87; ortanca: 65)
ve İT grubunda 26 hasta (yaş: 16-80; ortanca: 43,5) saptandı. Gruplara göre hastaların özellikleri tabloda sunulmuştur. BT grubunda trombosit sayısı İT grubuna göre
belirgin olarak yüksek bulundu (ortalama 995.500’e
karşılık 548.959; p=0,000). Bununla birlikte esansiyel
trombositemili hastaların MPV değerleri de İT grubuna
göre anlamlı olarak yüksek çıktı (8,819’a karşılık 7,607;
p=0,007).
Tartışma: Esansiyel trombositeminin de içinde
bulunduğu myeloproliferatif hastalıklarda trombositlerin membran ve adenin nükleotid içeriklerinin anormal
oldukları; üstelik ADP, epinefrin ve kollajenle agregasyon testlerinin de bozuk olduğu bilinmektedir. Belki de
ön sonuçlarını sunduğumuz çalışmamızda da görüldüğü gibi; primer trombositozisli grupta artmış olan MPV,
trombopoezisdeki disregülasyonun, trombosit membran ve adenin nükleotid bozukluklarının bir yansıması
şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Ek olarak, literatürdeki bazı çalışmaların tersine iki grup arasında trombosit
sayısının fazla olduğu grupta MPV de yüksek bulunmuştur. Klinisyenlerin halihazırda fazla ilgi göstermedikleri
MPV değerlerine bakarak trombositozisle gelen bir olguda
tanı ve etyolojiye yönelik öngörüde bulunmak için henüz
erken de olsa kısmen sonuçlarını sunduğumuz bu çalışmada MPV’nin görece yüksekliğinin primer hastalık lehine olduğu söylenebilmektedir.
Tablo 1. Her iki grup olgularının özellikleri
Bildiri: 0346
Toprak2, Sema Karakuş2, Gül İlhan2, Neslihan
Andıç2. 1Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Ankara, 2Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Belki de zemininde pek çok farklı etyolojik
neden yattığı için, trombositozisin ayırıcı tanısı genellikle
aşikar değildir ve zordur. Reaktif ya da ikincil trombositozis olarak adlandırılan antite; kan yapımının-üretiminin
hızlandığı durumlarda, enfeksiyöz,-enflamatuvar hastalıklar, demir eksikliği anemisi, splenektomi ve neoplazm
varlığında “rebound” tarzında görülebilmekte olup trombosit üretiminin normal yolaklarının ve düzeninin kaybolduğu “otonom” trombositozisden mutlaka ayrılmalıdır.
Zira bu iki farklı grupta trombosit sayılarının ulaşabileceği maksimum düzey değişiklik gösterebildiği kadar asıl
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Birincil Trombositoz
İkincil (reaktif) Trombositoz
995.000
548.959
MPV
8,819
7,607
Hb
13,50
9,18
Ferritin
24
4,9
CRP
1,7
3,3
8480
8330
Poster No: P187
TROMBOSİTOZİSİN AYIRICI TANISINDA “ORTALAMA
TROMBOSİT HACMİ”. Betül Erişmiş1, Selami Koçak
Trombosit
Lökosit
129
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0424
Poster No: P188
FIP1L1-PDGFRA YENİDEN DÜZENLENMESİ REALTİME PCR İLE GÖSTERİLEN VE İMATİNİB TEDAVİSİNE
İYİ YANIT VEREN HİPEREOZİNOFİLİK SENDROMLU
BİR OLGU. Nur Selvi1, Mustafa Pehlivan3, Burçin
Tezcanlı Kaymaz1, Çağdaş Aktan1, Ayşegül Dalmızrak1,
Ezgi İnalpolat1, Güray Saydam2, Mehmet Yılmaz3,
Vahap Okan3, Nejat Topçuoğlu1, Buket Kosova1. 1Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Ana Bilim Dalı,
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bililm Dalı,
3
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bililm
Dalı
Amaç: Hipereozinofilik sendrom (HES) süregen eozinofili (min 6 ay için >1500/μL) ve değişik organlarda
eozinofiliyle ilişkili fonksiyon bozukluğuyla karakterize
heterojen bir hastalık olup, son döneme kadar etkin bir
tedavisi tanımlanamamıştır. Ancak bazı HES olgularının
BCR-ABL, c-kit ve FIP1L1-PDGRFA tirozin kinazları inhibe eden imatinib mesilat kullanımıyla klinik ve hematolojik iyi yanıt verdikleri bildirilmiştir. Bu olguların tirozin
kinaz aktivitesine yol açan ve 4q12’ de interstisyel delesyon sonucu oluşan FIP1L1-PDGRFA füzyon genini taşıyıp, yüksek serum triptaz düzeyleri, doku fibrozisi, kötü
prognoz ve imatinibe yanıtla karakterize kronik myeloproliferatif hastalık özellikleri gösteren bir HES alt grubuna girdikleri anlaşılmıştır.
Bu çalışmada, kronik myeloproliferatif hastalık özellikleri gösteren multisistemik tutuluşlu HES’li bir olguda imatinib tedavisine dramatik bir yanıt tanımladık. 48
yaşındaki bu erkek olgunun, 1 yıldan bu yana giderek
artan halsizlik, efor dispnesi (Class III), öksürük ve alt
ekstremitelerde şişlik yakınmaları vardı. Yatışındaki fizik
bakısında genel durumunun orta, yatağa bağımlı, ECOG
performans durumu 3, karaciğer 4 ve dalak 2 cm palpabl
ve pretibial 2+ ödem; laboratuvar incelemelerinde, lökosit 30570/mm3 (%65 eozinofil), Hb 12 gr/dL, Hct %37,
trombosit 33400/mm3, periferik yaymada dev trombositler ve hipogranüler nötrofiller, üre 40 mg/dL, kemik
iliğinde eozinofilik seride belirgin artış (%60) eşliğinde
megakaryositlerde artış ve derece I myelofibrozis, toraks
HRCT’de yaygın kaba retikülonodüler patern değişikliği
ve yer yer buzlu cam dansiteleri, ekokardiyografide sağ
kalp boşluklarında ileri derecede genişleme ve sol kalp
boşluklarına bası, pulmoner arter basıncı 125 mmHg,
ileri derecede triküspid yetmezliği, sol ventrikül ejeksiyon
fraksiyonu %55 olarak belirlendi.
Yöntemler: Kİ örneğinde FIP1L1-PDGFRA füzyonu,
DNA/RNA seviyesinde iki farklı protokolle incelenmiştir. Transkripte özgül olarak dizayn edilip sentezlettirilen primer ve problarla ve probsuz olarak, kit manuelleri doğrultusunda oluşturduğumuz reaksiyon protokolleri gerçek-zamanlı PCR cihazı LightCycler ver: 2.0’ a uyarlanmıştır.
Sonuçlar: Sonuçta her 2 PCR yöntemiyle de füzyon transkripti RNA düzeyinde pozitif saptanmıştır.
Tedavisinde imatinibe (200 mg/gün) başlandı ve 2. haftadan itibaren klinik bulgularında düzelme görüldü. Son
fizik bakısında genel durumunun iyi, ECOG performans
durumu 1, efor dipnesi class I, ödemsiz, karaciğer 1 cm
ve dalak nonpalpabl, lökosit 9610/mm3 (%68 nötrofil,%2
eozinofil), Hb 15.8 gr/dL, Hct %50, trombosit 246000/
mm3, albumin 4.3 gr/dL, EKG’ de pulmoner arter basıncının 90 mmHg’a düştüğü, SVEF’nunu 60’a yükseldiği ve
Kİ’ de eozinofilik serinin normal olduğu belirlendi.
Tartışma: Olgumuz myeloproliferatif hastalık özellikleri taşıyan, fibrotik bulgular ile seyreden, multisistemik
2
130
tutuluşlu ileri dönemdeki HES hastalarında bile imatinib mesilat tedavisi ile çok iyi yanıt alınabileceğini ve bu
tip hastalarda da kullanılması gerektiğini göstermektedir.
Bildiri: 0357
Poster No: P189
MİYELOPROLİFERATİF
NEOPLAZMLARDA
JAK2V617F MUTASYONU İLE KANAMA, TROMBOZ
VE TROMBOSİT FONKSİYONLARININ İLİŞKİSİ.
Gülsüm Akgün Çağlıyan1, Hakan İsmail Sarı1, Lale
Şatıroğlu Tufan2, Ali Keskin1. 1Pamukkale Üniversitesi
İç hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı,Denizli,
Pamukkale Üniversitesi Tıbbı Biyoloji ve Genetik Anabilim
Dalı,
Amaç: Miyeloproliferatif neoplazmlar (MPN); multipotent progenitör hematopoietik hücrenin transformasyonundan ortaya çıkan klonal hematopoietik hastalıklardır. JAK2 mutasyonunun keşfinden sonra MPN’ ların
sınıflaması ve tanı kriterleri değişmiş, Dünya Sağlık
Örgütü’nün (WHO) yeniden revize edilen kriterlerinde
JAK2V617F mutasyonu varlığı tanı kriterleri içine girmiştir. Bu çalışmada 60 MPN tanılı hastada JAK2V617F
mutasyonu ile kanama, tromboz ve trombosit fonksiyonları arasındaki ilişki araştırıldı.
Yöntemler: Çalışma Pamukkale Üniversitesi hematoloji kliniğine başvuran ve yapılan incelemelerde WHO’nun
revize edilen kriterlerine göre MPN tanısı alan hastalarda
yapılmıştır. Çalışmaya 30’u PV, 28’i ET ve 2’si IMF olmak
üzere toplam 60 hasta alındı.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan 60 hastanın %65’inde
JAK2 mutasyonu pozitif bulundu. JAK2 mutasyon sıklığı PV’lı hastalarda %83,3, ET’lu hastalarda %42,9 ve
IMF’li hastalarda %100 olarak saptandı. Tüm hastaların %33,3’ünde kanama izlendi. JAK2 mutasyonu pozitif olan hastaların %41’inde kanama izlenirken, JAK2
mutasyonu negatif olan hastaların ise %19’unda kanama izlendi. JAK2 mutasyonu pozitif olan hastalarda,
JAK2 mutasyonu negatif olan hastalara göre kanamanın daha sık gözlenmesi klinik açıdan anlamlı olmasına
rağmen istatiksel olarak anlamlı bulunamadı (p=0.085).
Tüm hastaların %50’ sinde ise trombotik olay saptandı. JAK2 mutasyonu pozitif olan hastaların %64,1’ inde
tromboz gözlenirken, JAK2 mutasyonu negatif olan hastaların %23,8’inde trombotik olay izlendi. JAK2 mutasyonu pozitif olan hastalarda trombotik olayların daha sık
olması istatiksel olarak anlamlı bulundu (p= 0.003).
Tüm hastaların %80’inde (48/60) trombosit fonksiyon
bozukluğu bulundu. JAK2 mutasyonu pozitif olan hastaların %76,9’unda (30/39), JAK2 mutasyonu negatif olan
hastaların ise % 85,7’ sinde (18/21) trombosit fonksiyon
testlerinde bozukluk saptandı. PV tanılı ve JAK2 mutasyonu pozitif olan hastaların %72’ sinin (18/25) trombosit fonksiyonlarında bozukluk saptanırken, PV tanılı ve
JAK2 mutasyonu negatif olan hastaların ise %100’ünde
(5/5) bozukluk saptandı. ET tanılı ve JAK2 mutasyonu pozitif olan hastaların %83,3’ ünün (10/12) trombosit fonksiyonlarında bozukluk saptanırken, ET tanılı
ve JAK2 mutasyonu negatif olan hastaların %81,3’ünde
(13/16) bozukluk saptandı. Myelofibrozis tanılı 2 hastanın, 2’sinde de JAK2 mutasyonu pozitifti ve 2’ sinin de
trombosit fonksiyonları bozuktu
Tartışma: Yaptığımız çalışmada JAK2 mutasyonu
pozitif olan hastalarda, JAK2 mutasyonu negatif olan
hastalara göre kanama ve trombozun daha sık izlenmesi, bu mutasyonun varlığında kanamaya ve tromboza
eğilimin arttığını düşündürmektedir. Öte yandan, JAK2
mutasyon varlığı ile trombosit fonksiyonları arasında net
2
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
bir ilişki saptanmamakla birlikte, bu durum çalışmaya alınan hasta sayısının yetersiz olması veya MPN’larda
görülen trombosit fonksiyon bozukluğunun JAK2 mutasyonundan bağımsız olduğunu düşündürmektedir.
Bildiri: 0096
Poster No: P190
KRONİK
MİYELOİD
LÖSEMİDE
MEMEDE
GRANÜLOSİTİK SARKOM. Gürhan Kadıköylü1, İrfan
Yavaşoğlu1, Füsun Taşkın2, Zeliha Çetin3, Muhan
Erkuş3, Zahit Bolaman1. 1Adnan Menderes Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Aydın, 2Adnan
Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim
Dalı, Aydın
,3
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji,
Aydın
Amaç: Granülositik sarkom ekstramedüller blastik
hücre infiltrasyonu ile karakterize olup akut ve kronik
miyeloid lösemide (KML) ve miyelodisplastik sendromda
sık görülür. KML’li hastaların %10’unda granülositik sarkom izlenirken en sık kemik, lend nodları, deri ve yumuşak doku tutlur. Memede ise granülositik sarkom oldukça nadir olup literatürde otuz olgu izlenmiştir.
Yöntemler:
Sonuçlar: 50 yaşında bayan hasta bir yıl önce halsizlik, boyunda şişlik, gece terlemesi ve kilo kaybı ile kliniğimize başvurdu. Fizik muayenesinde solukluk, servikal
multiple lenfadenopati, sağ kolda çap farkı ve hepatosplenomegali saptandı. Hemoglobin 10 g/Dl, lökosit sayısı 36.000/mm3, trombosit sayısı 889.000/mm3, eritrosit sedimentasyon hızı 62 mm/s, periferik yaymada
%70 blast, kemik iliğinde hipersellülarite, megakaryositer ve miyeloid hiperplazi %22 blast, PAS (+), S.Black
(-), kemik iliğinin akım sitometrisinde CD13,133 zayıf
pozitif, CD19,45,41,71(+)’idi. Sitogenetik, FISH ve PCR
ile Ph(+) saptandı. Hasta blastik faz KML ve subklavian ven trombozu kabul edilerek imatinib 600 mg/gün ve
DMAH+warfarin başlandı. 3.ay değerlendirmede periferik yayma ve kemik iliğinde blastların devamı, Ph pozitiliğinin devamı nedeniyle mutasyon analizi yapıldı negatif bulundu. Dasatinib 140 mg/g başlandı. Allojeneik kök
hücre transplantasyonu için verici araştırılmasına gidildi. 1 ay sonra hastada nefes darlığı ve sağ memede ağrısız
ceviz büyüklüğünde kitle yakınmaları gelişti. Hastanın
blastları sürüyor ve plevral Grade III transüda tarzında
effüzyon ortaya çıkmıştı. Meme USG’sinde kitle ve biyopsi ile granülositik sarkom (CD13, 133, MPO pozitif blastik hücreler, Şekil 1) saptandı. Hastaya dasatinibe bağlı
perikardiyal effüzyon nedeniyle nilotinib 800 mg/g ve 7
gün sitozin arabinozid ile 3 gün idarubisin kombiansyonu başlandı. Şu anda tedavisi sürmekte ve daha sonra
radyoterapi uygulaması sonrası HLA uyumlu kardeşinden transplantasyon planlanmaktadır.
Tartışma: Granülositik sarkom akut lösemi ile eşzamanlı, nüks ya da kemik iliği tutulumu olmaksızın ortaya çıkabilir. Akut lösemi tedavisi ve radyoterapi ile yanıt
oldukça iyidir. Bazı olgularda transplantasyon uygulanmıştır. Memede granülositik sarkom ise nadir görülmesine rağmen akla gelmeli ve meme kanserinden histopatolojik olarak ayırıcı tanı yapılmalıdır.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Şekil 1. Patolojik görünüm
Bildiri: 0324
Poster No: P191
EOZİNOFİLİ: KRONİK MİYELOİD LÖSEMİLİ BİR
HASTANIN TEK ANORMAL BULGUSU. Anıl Tombak,
Özkan Tekin, Eyüp Naci Tiftik. Mersin Üniversitesi Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Hematoloji Bilim Dalı.
Amaç: Eozinofili, çeşitli hematolojik malignitelerin
tanısal delilidir. Miyelopoetik neoplazilerde eozinofiller,
malign klondan köken alırken, lenfoid neoplazilerde ve
reaktif durumlarda eozinofili sıklıkla eozinofilik sitokinlere bağlı gelişir. Eozinofili ile kendini gösteren miyeloid maligniteler; kronik miyeloid lösemi (KML), kronik
eozinofilik lösemi, diğer miyeloproliferatif lösemiler, bazı
akut lösemiler, mast hücre hastalıkları ve miyelodisplastik sendromların bazı nadir formlarıdır. Bu tür hastalıkların tanısı için, kemik iliği incelemesi ve immünohistokimyası, moleküler tetkikler, sitogenetik analiz ve etkilenmiş olası organ sistemlerinin değerlendirilmesi gerekir.
Burada, tek bulgusu eozinofili olan ve KML tanısı konulan vaka, izole eozinofililerde, parazitik vb. benign hastalıklar dışında ayırıcı tanıda, malign hematolojik hastalıkların da düşünülmesi amaçlanarak bildirilmiştir.
Yöntemler: Altmış altı yaşındaki erkek hasta, ocak
2010 tarihinde hematoloji bölümümüze, hemogramında
eozinofili olması nedeniyle konsülte edildi. Hastanın belirgin bir şikayeti yoktu. Kronik böbrek hastalığı ve hipertansiyon nedeniyle nefroloji bölümünün takibi altındaydı ve fosinopril sodyum, klopidogrel, rosuvastatin tedavisi altındaydı. Fizik muayenesi normaldi. Tetkiklerinde;
WBC: 9.000/mm3, nötrofil: 4750/mm3, eozinofil: 2.000/
mm3, Hb: 13,9 gr/dL, plt: 321.000 /mm3, kreatinin: 2
mg/dL, IgE: 82 IU/mL olarak bulundu. Geriye dönük
bakıldığında; hastanın 2002 tarihinde bakılan hemogramında da eozinofilisi (3.550/mm3) olduğu görüldü. Gaita
incelemesinde parazit saptanmadı. Periferik yaymada;
%25 oranında eozinofil saptandı, bazofil artışı yoktu.
Kemik iliği aspirasyonunda; %15 oranında eozinofil ve
eozinofilik miyelosit saptandı. Miyeloid/eritroid oranı 9/1
olarak bulundu (Şekil). Periferik kandan RT-PCR yöntemiyle bakılan t(9;22) (bcr: abl): 0,000029 kopya/mL olarak bulundu. Kemik iliği sitogenetik analizi ise; 46,XY (4
hücre) olarak raporlandı. Hipereozinofilik sendrom açısından ilk tanı anında bakılan FIP1L1 mutasyon analizinde mutasyon saptanmadı. Kalp, akciğer ve santral
sinir sistemi fonksiyonları normaldi.
Sonuçlar: Bu bilgiler ışığında hastaya KML tanısı konularak imatinib 300 mg/gün başlandı. (kreatinin
yüksekliği nedeniyle doz azaltıldı). Tedavinin 1. ayında
131
POSTER BİLDİRİLER
eozinofili tamamen düzeldi. Ancak imatinib ile ilişkili
ciddi dermatit olması üzerine nilotinib tedavisine geçildi.
Hastanın klinik takibi devam etmektedir.
Tartışma: Eozinofili, KML’nin sık bir bulgusudur ve
sıklıkla akselere fazı işaret eder. Ancak nadiren de olsa
eozinofili, bizim vakamızda olduğu gibi, KML’nin tek anormal bulgusu olabilmekle beraber, bu nadir durumun sıklığı bilinmemektedir. Yüksek eozinofil sayısı, kalp, akciğer ve merkezi sinir sisteminde fonksiyon bozukluklarına
yol açabilir. İzole eozinofililerde, benign hastalıklar dışında, KML gibi maligniteler de mutlaka akla getirilmelidir.
Tartışma: İmatinib tedavisi ile hastaların büyük kısmında hematolojik, sitogenetik yanıtlar alınır. Ancak bir
kısmında önce yanıt elde edilmesine rağmen yanıt kaybı
görülebilir bir kısmında da hiç yanıt olmayabilir. Ayrıca
ilaca intolerans da gelişebilir. Böyle durumlarda ikinci
kuşak tirozin kinaz inhibitörleri kullanılabilir. Bu ilaçlardan biri Dasatinib’dir. Dasatinib, Abl enzimin aktif ve
inaktif formlarına bağlanır, Src kinazı da inhibe ederken İmatinib selektif Bcr/Abl tirozin kinaz inhibitörüdür. T315 mutasyonu olmayan hücrelere karşı imatinibten daha güçlü etkiye sahiptir. Tedavide non hematolojik
yan etkiler daha ılımlı ve tolere edilebilirdir. Hematolojik
yan etkiler doz modifikasyonu ile kontrol altına alınabilir. Dasatinib, İmatinibe intolerans veya direnç durumunda kullanılabilecek tirozin kinaz inhibitörlerinden biridir.
Bildiri: 0103
Şekil 1. Kemik iliği aspirasyonu
Bildiri: 0331
Poster No: P192
İMATİNİB DİRENÇLİ VEYA İNTOLERAN OLUP
DASATİNİB KULLANAN HASTALARIN TEK MERKEZ
DEĞERLENDİRMESİ. Funda Ceran, Simten Dağdaş,
Ümit Üre, Gül Tokgöz, Mesude Yılmaz, Gülsüm
Özet. Ankara Numune Eğitim Ve Araştırma Hastanesi
Hematoloji Kliniği
Amaç: Tirozinkinaz inhibitörleri(TKI) kronik myelositer lösemi(KML) hastalarının büyük kısmında yanıt sağlayan hedefe yönelik ajanlardır. Imatinib KML tanısı alan
hastalarda ilk seçenek tedavidir.
Yöntemler: Biz daha önce KML tanısı alıp Imatinib
tedavisi altında direnç veya intolerans gelişen, Mart 2007
ile nisan 2009 tarihleri arasında Dasatinib tedavisine
başlanan hastaları değerlendirdik.
Sonuçlar: Hastaların 5’i erkek 2’si kadın, yaşları 30 ile 57 arasındaydı. Imatinib tedavi süreleri 19-54
ay, ortalama 34 ay idi. Bu hastaların 5’inin yanıt kaybı
2’sinin intolerans nedeniyle tedavileri Dasatinib ile değiştirildi. Yanıt kaybı sebebiyle tedavi değişen hastaların ikisinde aynı zamanda intolerans da mevcuttu. Intolerans
nedenleri arasında nötropeni, pansitopeni, anemi ve
bulantı vardı. Tüm hastalara 100 mg/gün tek doz oral
tedavi başlandı. Tedavi öncesi hastalardan İmatinib
direnci olup olmadığını belirlemek için mutasyon analizleri gerçekleştirildi. Hiçbir hastada mutasyon saptanmadı. Tedavi süreleri 19 ile 34 ay arasında ve halen devam
etmektedir. Dasatinib tedavisi ile 5 hastada tam moleküler yanıt elde edildi. 2 hastada İmatinib ile hematolojik remisyon kaybı da olduğundan Dasatinib ile hematolojik remisyon kısa sürede sağlandı ve parsiyel sitogenetik yanıt alındı.
132
Poster No: P193
NADİR
GÖRÜLEN
MYELOPROLİFERATİF
BİR
HASTALIK, MASTOSİTOZİS: OLGU SUNUMU. Hava
Üsküdar Teke, Hediye Uğur. Kayseri Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Hematoloji Kliniği, Kayseri
Amaç: Mastositozis, mast hücrelerinin anormal proliferasyonu ve mast hücre mediatörlerinin salınımı ile
karakterize, kutanöz veya sistemik, nadir görülen, heterojen bir grup hastalıktır. Myeloproliferatif hastalıklar
içerisinde yer alan mastositozis, klonal bir kemik iliği
hastalığıdır. Klinik gidiş benign veya agresif olabilmektedir. Kutanöz mastositozis grubunun sistemik mastositozislerden farkı mast hücre infiltrasyonunun deri ile sınırlı olmasıdır. En sık görülen formu ise ürtikerya pigmentozadır.
Bu yazıdaki amacımız nadir görülen bu hastalığın
tekrar gözden geçirilmesi ve tek başına cilt tutulumunun
olduğunu söyleyebilmek için mutlaka bu hastalara kemik
iliği incelemesinin de yapılması gerektiğidir.
Yöntemler: Olgumuz 44 yaşında erkek hasta.
Sorgulamasında 6 yaşından bu yana tüm vücudunda
(gövde ön yüz ve üst ekstremitelerde daha belirgin) olan
eritemli, deriden hafif kabarık, çok sayıda kahverengikırmızı papüler lezyonlar ile başvurdu. Yapılan değerlendirmeler sonrası 1999 ve 2009 yıllarında alınan cilt
biyopsilerinin ürrtikerya pigmentoza ile uyumlu olduğu saptandı. Hasta 2010 Mayıs ayına kadar herhangi bir
tedavi almamıştı. Sistemik tutulum açısından değerlendirilen hastanın yapılan tam kan sayımı, biyokimyasal
parametreleri, EKG, EKO, kemik garfileri, HRCT ve solunum fonksiyon testleri normal saptandı. Abdominopelvik
ve thoraks tomografilerinde lenfadenopati veya hepatosplenomegali izlenmedi. Tam kan sayımı normal olsa da
kemik iliği tutulumu açısından kemik iliği aspirasyonbiyopsisi yapıldı. Kemik iliği biyopsisinde paratrabeküler,
interstisyel ve perivasküler oval, yuvarlak, lobüle, yer yer
iğsi eksantrik nükleusa sahip, geniş, eozinofilik sitoplazmalı CD117 ile diffüz pozitif, toluidin mavisi ile metakromatik boyanan mast hücre infiltrasyonu izlendi. Kemik
iliğindeki mast hücre oranı yaklaşık %40 olan olgumuz
‘sistemik mastositozis’li olarak kabul edildi. Fakat mast
hücre infiltrasyonuna bağlı bozulmuş organ fonksiyonu
olmaması nedeni ile sistemik tedavi uygulanmadı. PUVA
tedavisi verilen hastanın lezyonlarında %20 oranında
gerileme saptandı.
Sonuçlar: Sonuç olarak; mastositozisin tek başına
cilde lokalize olan tipi olan ürtikerya pigmentoza tanımını yapabilmek için sistemik tutulumun ekarte edilmesi gerekir. Cilt tutulumu olan hastaların kan sayımları
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
normal olsa dahi mutlaka kemik iliği değerlendirilmeli ve
kemik iliği aspirasyon-biyopsisi yapılmalıdır.
Bildiri: 0104
Poster No: P194
PH KROMOZOMU POZİTİF KRONİK MYELOİD
LÖSEMİYE DÖNÜŞÜM GÖSTEREN POLİSİTEMİA
VERA OLGUSU. Hava Üsküdar Teke1, Olga Meltem
Akay2, Eren Gündüz2, Beyhan Durak3, Zafer Gülbaş2.
1
Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Hematoloji
Kliniği, Kayseri, 2Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim
Dalı, Eskişehir, 3Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Genetik Anabilim Dalı, Eskişehir
Amaç: Polisitemia vera (PV), Philadelphia kromozomu (Ph) negatif kronik myeloproliferatif bir hastalıktır. Hematopoietik stem hücrelerinden kaynak alan,
JAK-2 tirozinkinaz mutasyonu ile ilişkili klonal bir hastalıktır. PV’li bazı olgular myelofibrozis, myelodisplazi ve
akut myeloid lösemiye dönüşebilir. PV’den kronik myeloid lösemiye (KML) dönüşüm ise nadir görülmektedir. Biz
de JAK-2 mutasyonu negatif olan, Ph kromozomu pozitif
KML’ye dönüşüm gösteren PV olgusunu sunduk.
Yöntemler: 63 yaşında bayan hasta. Ağustos 2002’de
sol kolda uyuşma, sol elde tutamama şikayetleri ile başvuran hastanın yapılan tetkiklerinde hemoglobin (Hb)
18,1 gr/dl, hematokrit (htc) %53.5, lökosit 13,9x103/
UL, nötrofil %76,5, eozinofil %3,8, bazofil %1,8, platelet 652x103/UL saptandı. Fizik muayenesinde yüz pletorik görünümde, traube kapalı, dalak midklavikuler
hatta kot altı 2 cm palpabl ve sol kolda monoparezi mevcuttu. Serebral tomografide sağ hemisferik iskemisi saptandı. Arter kan gazında oksijen saturasyonu %96,7,
b12 vitamin düzeyi 262pg/ml (211-911), ferritin 16 ng/
ml (10-400), serum eritropoietin düzeyi 2,0 m/IU (4-25)
idi. Kemik iliği aspirasyonu ve biyopsisinde eritroid myeloid oranı ½, hipersellüler idi. Hastaya Polisitemia Vera
Çalışma Grubu (PVSG) tanı kriterlerine göre PV tanısı konularak flebotomi, asetilsalisik asit ve hidroksiüre
(0,5-1 gr/gün) tedavisi başlandı. 8 yıl boyunca flebotomi ve hidroksiüre ile polisitemisi takip edilen hasta Ekim
2009’da halsizlik, genel vücut ağrısı yakınmaları ile başvurdu. Hastanın hb 11,1 gr/dl, lökosit 81,1x103/UL,
%67,8 nötrofil, %8,6 lenfosit, %3,8 monosit, %1,5 eozinofil, platelet 1142x103/UL saptandı. Periferik yaymasında
blast, promyelosit, immatür granulositler izlenerek akut
lösemi dönüşümü ön tanısı ile kemik iliği aspirasyon,
biyopsi ve sitogenetik inceleme yapıldı. Kemik iliği aspirasyon ve biyopsisinde megakaryositler artmış, immatür
granulositik seri artmış, bunlar arasında eozinofilik seri
fazlaca artmış, blast oranı %3 idi. FISH ile Ph translokasyonu %66,06 pozitif saptandı. Hastaya PV’den Ph kromozomu pozitif KML dönüşümü tanısı ile imatinib mesylate
400mg/gün başlandı.
Sonuçlar: Kronik myeloproliferatif hastalıklar arasında myelosupresif tedavi nedenli ya da doğal seyrinden dolayı bir subgruptan diğerine geçiş mümkündür.
Radyoaktif fosfor ve alkali ajanların lökomojenezis için
predispozan oldukları, iyonize radyasyonun da KML insidansında artışa neden olduğu bilinmektedir. Olgumuzun
eski preparatlardan Ph kromozomu için FISH analizi başarısız olmuştur. PV’nin KML’ye dönüşümü klonal
değişim mi yoksa myelosupresif tedaviye sekonder mi tartışılabilir ancak hastamızın hidroksiüre dozunun düşük
ve kullanımının ise aralıklı olması myelosupresif tedaviye
sekonder olma olasılığını azaltmaktadır.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Olgumuzda da olduğu gibi, PV ile takip edilen hastalarda kan tablosunda değişiklik olması durumunda akut
lösemiye dönüşüm yanı sıra KML dönüşümünün de olabileceği akılda tutulup beraberinde sitogenetik inceleme
yapılmalıdır.
Bildiri: 0362
Poster No: P195
KRONİK
MİYELOPROLİFERATİF
HASTALIKTA
JAK-2 V617F MUTASYONU SONUÇLARIMIZ. Bahriye
Payzın1, İnci Alacacıoğlu1, Kaan Savaşoğlu2, Belgin
Berber Mutlu2. 1Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Hematoloji Kliniği, İzmir, 2Atatürk Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Tıbbi Genetik Laboratuvarı, İzmir
Amaç: Çalışmamızda kronik miyeloproliferatif hastalık (KMPH) tanısı Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008’de yaptığı miyeloid malign hastalıklar sınıflamasına uygun olarak konulan ve BCR/ABL gen ürünü negatif olan 62 hastada JAK-2 V617F mutasyonunu araştırdık. Otuz üç
kadın (%53,2), 29 erkek (%46,8) hastanın ortanca yaşı:
50 (28-78) idi. Tanı sırasında verisi bulunan 57 hastanın 36’sında splenomegali (%61) saptandı. Laboratuvar
tetkiklerindeki ortanca değerler; hematokrit: %47 (2266), hemoglobin: 15,6 (8-23) g/dl, lökosit: 13,7 (6,3-73)
x109/l, trombosit: 838,5 (113-1954) x109/l, serum eritropetin: 3,6 (1-43,8) mIÜ/ml, serum ferritin: 27,4 (4-340)
ng/ml, serum vitamin B12: 409 (180-1735) pg/ml olarak belirlendi. Klinik değerlendirme ve kemik iliği biyopsisi sonuçları ile 26 hasta (%42) polisitemia vera (PV),
24 hasta (%39) esansiyel trombositemi (ET), 4 hasta
(%7) primer miyelofibrozis (MF), 7 hasta (%11) tiplendirilemeyen KMPH, bir hasta (%1,6) sekonder polisitemi tanısı aldı. Polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) ile
JAK-2 V617F mutasyonu %5-12,5 pozitif 2 hasta (%3,2),
%5-12,5 pozitif 9 hasta (%14,5), %31-30 pozitif 14 hasta
(%22,6), %50-78 pozitif 18 hasta (%29), %78-100 pozitif 8
hasta (%12,9) ve negatif sonuçlu 11 hasta (%17,7) bulundu. JAK-2 pozitifliği KMPH tanısı kesinleşen 61 hastanın 51’inde (%83,6) saptandı. PV hastalarının 16’sında
(%61,5) ve ET hastalarının 14’de (%58) JAK-2 mutasyonunun pozitiflik değeri %50-100 arasında bulundu. ET
hastalarının 6’sında ve MF hastalarının 2’sinde negatif
sonuç elde edildi. Mutasyon testi negatif bulunan PV hastası yoktu. Çalışmamızda JAK-2 V617F mutasyonunun
varlığı PV hastalarında %100, ET hastalarında % 77, MF
hastalarında %50 oranında pozitif bulundu.
Multipl Miyelom ve Plazma Hücre Hastalıkları
Bildiri: 0297
Poster No: P196
MULTİPL MİYELOMLU HASTALARDA ÇEŞİTLİ TEDAVİ
SEÇENEKLERİNDE KEMİK SPESİFİK ALKALEN
FOSFATAZ DÜZEYLERİ. Güven Çetin1, M. Cem Ar1,
Seniz Öngören2, Ahmet Emre Eşkazan2, Zafer Başlar2,
Teoman Soysal2, Burhan Ferhanoğlu2, Birsen Ülkü2,
Yıldız Aydın2. 1TCSB İstanbul Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, 5.Dahiliye, Hematoloji, İstanbul, 2İstanbul
Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul
Amaç: Multipl miyelomda (MM) kemik spesifik alkalen fosfataz (KAF) düzeyleri ile kemik ağrısı, litik lezyonlar
ve kemik fraktürleri arasında anlamlı ilişki olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada MM tedavi protokolleri ile KAF
düzeyleri arasında ilişki olup olmadığını araştırdık.
Yöntemler: Çalışmamıza İstanbul Üniversitesi,
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
133
POSTER BİLDİRİLER
Hematoloji Bilim Dalı’nda Kasım 2006 – Temmuz 2008
tarihleri arasında MM tanısı ile takip ve tedavi edilen,
yeni tanı veya nüks aktif hastalığı olan 88 ve tedavi sonrası remisyona girmiş 26 hasta olmak üzere toplam 113
MM olgusu dahil edildi. Hastaların 52’si kadın (%40),
61’i (%60) erkekti. Ortalama yaş 60.5 olup, hastaların
yaşları 30 ve 84 arasında değişmekteydi. Hastalar, çalışmaya dahil edildiklerinde başlanması planlanan tedavi
protokolüne göre melfalan-prednizolon (MP), vinkristinadriamisin-deksametazon (VAD), talidomid, bortezomib
ve tedavi gerektirmeyenler olmak üzere 5 gruba ayrılmıştır. Buna göre MP grubunda 25, VAD grubunda 20,
Talidomid’de 17, Bortezomib’de ise 25 hasta yer almıştır. Tedavisiz gruptaki olgu sayısı 26’dır. Tüm hastalarda
tedavi öncesi/başlangıç (0.ay) ve tedavinin/izlemin 3. ve
6. ayında KAF düzeyleri çalışılmıştır.
Sonuçlar: MP, VAD, talidomid gruplarının kendi içindeki 0, 3.ay ve 6.ay KAF değerleri arasında anlamlı bir
fark gözlenmezken bortezomib grubunun 0, 3.ay ve 6.ay
KAF ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
değişim saptanmıştır (p=0,002). Bu hasta grubunda 6. ay
KAF ortalamaları tedavi öncesi ve 3.ay KAF ortalamalarından istatistiksel olarak yüksek bulunmuştur (p=0,003).
Tedavisiz grupta da 0., 3. ve 6.ay KAF ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmiştir
(p=0,0001). 3. ve 6.ay KAF değerleri başlangıç değerlerine
göre yüksek bulunmuştur (p=0,001, p=0,035).
Tartışma: Bu verilere göre bortezomib kullanan grupta KAF değerinin tedavinin 3. ve 6. aylarında başlangıca nazaran daha yüksek olması artmış osteoblastik aktivite ve dolayısıyla kemik hastalığında düzelme ile açıklanabilir. Kemoterapi ile sağlanan sistemik düzelmenin
kemik hastalığının düzelme derecesi ile paralellik göstermediği, plato döneminde artmış osteoklastik aktivitenin morbidite nedeni olabileceği bildirilmiştir (32, 33).
Bortezomib dışı tedavi kullananlarda KAF düzeylerinin
değişim göstermemesi uygulanan tedavilerin osteoblast/
osteoklast dengesine etkili olmaması şeklinde yorumlanabilir. Tedavisiz izlenen grupta KAF değerlerinin 3. ve
6. aylarda yapılan kontrollerde anlamlı olarak yüksek
bulunması ise bu gruptaki hastaların çoğunun remisyonda (tam ve/veya tama yakın) olması ve bu nedenle osteoklastik aktivitelerinin az osteoblastik aktivitelerinin artmış olmasına bağlanabilir. Yeni kuşak tedavi seçenekleri içinde yer alan protozeom inhibitörleri ve nükleer faktör κB ligand aktivatör inhibitörlerinin bifosfanatlarla birlikte kullanımı ile MM’ye bağlı kemik hastalığı tedavisinde daha olumlu sonuçlar elde etmek mümkün olacaktır.
Bildiri: 0443
Poster No: P197
GOSİPOL VE BORTEZOMİB’İN BİRLİKTE İN VİTRO
UYGULANMASI U-266 MULTİPL MYELOM HÜCRE
DİZİSİ ÜZERİNE SİNERJİK SİTOTOKSİK ETKİ
GÖSTERMEKTEDİR. Pelin Mutlu1, Meral Sarper2,
Pınar Elçi2, Ferit Avcu3, Ali Uğur Ural3. 1Orta Doğu
Teknik Üniversitesi, Biyoloji Bölümü, Ankara, 2Gülhane
Askeri Tıp Akademisi, AR-GE Mrk. Tıbbi-Kanser Araştırma
Kısmı, Ankara, 3Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Hematoloji
Bilim Dalı ve AR-GE Mrk. Tıbbi-Kanser Araştırma Kısmı,
Ankara
Amaç: Gosipol (GOS) pamuk tohumundan elde edilen
doğal bir polifenol bileşiğidir. İlk olarak 1960’larda Çin’de
erkeklerde infertiliteye neden olduğu ortaya konulmuş ve
daha sonra bu molekülün çeşitli tümör hücrelerindeki
çoğalmayı engelleyici etkileri incelenmeye başlanmıştır.
Yapılan çalışmalarda GOS’ün özellikle malign melanom
134
ve kolon kanseri başta olmak üzere prostat, over ve
meme kanseri dizilerinde apoptozu arttırdığı saptanmıştır. Özellikle GOS ve Zoledronik asitin birlikte uygulanmasının over ve prostat kanseri hücre dizilerinde sinerjik etki gösterdiği ve apoptozu arttırdığı gösterilmiştir.
Proteazom inhibitörü Bortezomib(BOR)’in vitro ve in vivo
antitümör etkinliği ispatlanmış olup başta multipl miyelom (MM) olmak üzere bazı malign hastalıklarda klinik
kullanıma girmiştir. MM’da BOR’in GOS ile birlikte kullanımı ise daha önce hiç denenmemiştir. Çalışmamızda
GOS’ün in vitro koşullarda multiple miyelom modeli olan
U-266 hücre dizisi üzerine etkilerinin saptanması ve BOR
ile birlikte kanser tedavisinde kullanılabilirliğinin in vitro
araştırılması amaçlandı.
Yöntemler: Bu amaçla öncelikle tek başına değişen
dozlarda GOS ve BOR uygulaması sonrası 72. saatte
MTT metodu ile ayrı ayrı IC50 değerleri elde edildi. GOS
ve BOR tek başına ve birlikte uygulandıktan sonra hücre
canlılığındaki azalmanın birleşim sonuçları için CalcuSyn
istatistik programı ile izobologram analizi uygulandı.
Sonuçlar: GOS ve BOR için IC50 değerleri sırasıyla
6μM ve 17nM olarak belirlendi. İki ilacın IC50 dozlarında
birlikte uygulanması ile U-266 hücrelerinin çoğalmasında daha belirgin azalma gözlendi (p<0,001). İzobologram
analizi sonrası elde edilen birleşim indeksinde GOS’ün
IC25 değerinde kuvvetli sinerjik ve IC50 değerinde ise
sinerjik etki gözlendi.
Tartışma: Sonuç olarak GOS’ün tek başına uygulanmasının MM hücre dizisinin çoğalmasını engellediği,
BOR ile birlikte kullanımında ise sinerjik sitotoksik etki
oluşturduğu gösterildi. Bu çalışmanın in vitro etkilerinin
ayrıntılı şekilde saptanması için birden fazla MM hücre
dizisi üzerine uygulanması, in vivo çalışmalar ile de desteklenerek MM’da klinik uygulama için etkinliğinin daha
ayrıntılı olarak belirlenmesi önerilir.
Bildiri: 0459
Poster No: P198
İLAÇ DİRENÇLİ MULTİPLE MYELOM HÜCRE
HATLARINDA FARKLI ONKOGEN İFADELERİNİN
İNCELENMESİ. Pelin Mutlu1, Ali Uğur Ural2, Ufuk
Gündüz1. 1Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Biyoloji Bölümü,
Ankara, 2Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Hematoloji
Bölümü, Ankara
Amaç: Multiple myelom (MM) plazma hücrelerinin
kontrolsüz bir şekilde çoğalmasıyla meydana gelen hematolojik bir kanser türüdür. Hastalığın tedavisi sırasında görülen çoklu ilaç dirençliliği kemoterapi başarısını
olumsuz yönde etkileyen önemli bir faktördür. Çoklu ilaç
dirençliliğine neden olan ve bugüne kadar çalışılan pek
çok mekanizma vardır. Bunlardan bazılarının ABC taşıyıcı proteinler, apoptozdan sorumlu proteinler, JAK-STAT
sinyal yolağında yer alan proteinler, ekstrasellüler matriks ve hücre adhezyon moleküllerinin ifadelerinde meydana gelen değişiklikler sonucu olduğu ifade edilmiştir. Bunlardan başka kanser oluşumu ve gelişimi açısından onkogenlerin de büyük önem taşıdığı bilinmektedir.
Genel olarak kanserde birden fazla onkogen aktiftir. Bu
çalışmada, multiple myelom tedavisinde sıklıkla kullanılan Prednizon, Vinkristin ve Melphalan’a direnç kazandırılmış RPMI-8226 ve U-266 MM hücre hatlarındaki farklı onkogen ifadeleri duyarlı RPMI-8226 ve U-266 hücreleri ile karşılaştırılmış ve ilaç dirençliliği açısından önemli
olabilecek onkogenler belirlenmeye çalışılmıştır.
Yöntemler: RPMI-8226 ve U-266 hücre hatlarına
artan dozlarda Prednizon, Vinkristin ve Melphalan uygulandı ve dirençlilik gelişimi XTT yöntemi ile belirlendi.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Dirençli ve duyarlı hücrelerdeki farklı onkogen ifadeleri mikroarray yöntemi ile gösterildi. İstatistiksel analiz
yöntemi olarak t-test kullanıldı ve duyarlı hücrelerdekine
oranla 2 kattan daha az veya fazla ifade edilen onkogenler değerlendirmeye alındı.
Sonuçlar: Ras süper ailesi onkogenleri Prednizon’a
dirençli MM hücre hatlarında artarken, Vinkristin ve
Melphalan’a dirençli gruplarda önemli bir değişiklik olmadığı gösterildi. ETS1 ve ETS2 genlerinin hem Prednizon’a
hem de Vinkristin’e dirençli hatlarda azaldığı belirlendi. YES1 ve FYN onkogenleri Vinkristin’e dirençli hatlarda artarken, YES1 ve ACT2 Melphalan’a dirençli hatlarda arttığı bulundu. Bunlardan başka ubikuitine özel
proteazlardan USP4 ve USP6 sadece Vinkristine dirençli
hatlarda artmakta, NFkB ise Vinkristin’e ve Melphalan’a
dirençli hatlarda artarken Prednizon’a dirençli hatlarda
azalmaktadır.
Tartışma: MM tedavisi sırasında kullanılan farklı ilaçların farklı onkogen ifadelerini değiştirdiği in vitro
koşullarda bu çalışmada gösterilmiştir. Ancak çoklu ilaç
dirençliliğine neden olan pek çok mekanizma var olduğu
için bu mekanizmaların toplu bir şekilde değerlendirilmesi ve in vivo koşullarda da benzer deneylerin tekrarlanması gerekmektedir.
Bildiri: 0296
CRP ve toplam sağkalım (OS) bakımından herhangi bir
ilişki saptanamadı. Buna karşın, p16(-) Rb(-) olanların (n:
39) OS’lerinin Rb(+) olanlara (n: 18) göre daha uzun olduğu bulundu (49/39 ay). p16’sı (+) iken Rb(-) olan tüm olguların bariz olarak daha kısa bir toplam sağkalıma sahip
oldukları görüldü (42/84 ay; p=0,006). Tüm olgular arasında en kötü yanıtın ilk tedavi (%47,3) sonunda elde edildiği ve bunun ancak otolog transplantasyon (%18,3) ile
iyileştirilebildiği görüldü. Otolog transplantasyonun tüm
olgular için (58/34 ay; p=0,0) ve fakat daha çok Rb ve/
veya siklin A(-) olanlarda OS’yi arttırdığı belirlendi (tablo).
Başlangıç tedavisine yanıtın OS’yi etkilemediği saptandı.
Bununla birlikte ilk tedavi sonrası seçeneklerde yanıtın
daha da iyileştirilemediği olgularda OS’nin belirgin olarak
kısaldığı görüldü (5 yıl OS 34/44 ay; p=0,022) (şekil). OS’si
kısa olan bu grubun akıbetinin ISS, yaş, B2MG ya da yüksek/düşük proliferatif dereceye sahip grup sınıflandırılmasından bağımsız olduğu saptandı.
Tartışma: Toplam sağkalımı ilk tedaviye verilen yanıtın derinliğinin değil, ardından verilen yeni ajanları içeren
rejimlerin ya da otolog transplantasyonun uzattığı (34/44
ay; p=0,022) ve bunun da özellikle düşük LDH düzeyleri ile
birlikte olduğu dikkati çekmiştir. Özellikle Rb ve/veya siklin A negatif olanlarda daha belirgin olmakla birlikte bütün
hastalarda otolog transplantasyon OS’yi uzatmaktadır.
Poster No: P199
İNDÜKSİYONA KEMOSENSİTİF VE/VEYA FOSFORİLE
RETİNOBLASTOMA İLE SİKLİN A İFADESİ TAŞIMAYAN
MULTİPLE MYELOMA OLGULARI, OTOLOG KÖK HÜCRE
TRANSPLANTASYONU DESTEĞİNDE YÜKSEK DOZ
TEDAVİDEN DAHA ÇOK YARAR GÖRMEKTEDİRLER.
Selami Koçak Toprak1, Gülşah Kaygusuz2, Nazmiye
Kurşun3, Duygu Özü1, Merih Kızıl Çakar1, Işınsu Kuzu2,
Meral Beksaç1. 1Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloj
Bilim Dalı, Ankara, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi
Patoloji Anabilim Dalı, Ankara, 3Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Biyoistatistik Anabilim Dalı, Ankara
Amaç: Multiple myeloma (MM) hastalarında, plazma
hücreleri için düşük çoğalma potansiyeli ve düşük plazma
labelling indekse sahip olmak, başlı başına birer prognostik etken olarak kabul edilmektedir. Miyelom tedavisinde
prognostik belirleyiciler konusunda henüz güçlü ve evrensel kabul gören bir standarda ulaşılabilmiş değildir.
Yöntemler: 2007 öncesi yeni tanı konulan 106 MM
hastasının kemik iliği ve plazmositoma örneklerinde siklin A, D1, D2, D3, fosforile retinoblastoma (Rb), p16,
p21, p27 ve Ki67 ifadeleri araştırıldı. 100 olgudan 65 yaş
altındakiler (n: 51), indüksiyon tedavisi olarak VAD, ikinci sıra olarak, indüksiyon tedavisine alınan yanıta göre
değişmek üzere yeni ajan (talidomid, bortezomib) içeren
kombine kemoterapi ya da otolog kök hücre transplantasyonu desteğinde yüksek doz tedavi almışlardır. Yaşlı
hastalar (n: 49) ise en az bir yıl indüksiyon tedavisi görmüşlerdir. İkinci sıra ve daha üstü tedavileri almış hastaların %94,2’ne yeni ajanlar verilmiştir.
Sonuçlar: Olguların %55,4 ile 88,5’inde CDKI negatif
bulundu. Siklin D1, D2, D3 ve A ifadeleri %29,2; 21,7; 5,7
ve 19,8 iken Rb ise %25’di. Sadece siklin D2’nin Ki67 varlığı ile ilişkili olduğu görüldü (p=0,027). p16 negatif olan
olguların büyük çoğunluğunda siklin A da negatif saptandı (p= 0,001). Hastaların çoğunluğunda hem Rb, hem p16
negatif olarak bulundu (p=0,037). Hastalar yüksek proliferasyonlu olmak üzere grup (g) 1 (siklinD+, p16-), g 2 (siklinA+, p21-), g 3 (siklinA+, Rb+) ve düşük olacak şekilde g
4 (Rb-, p16+) ve g 5 (siklinA-, Rb-) şeklinde değerlendirildiler. Risk grupları arasında siklin, CDKI, ISS, B2MG, LDH,
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Şekil 1. İndüksiyonu takiben verilen ikinci sıra tedaviye alınan yanıtın toplam
sağkalıma etkisi
Tablo 1. Hücre Döngüsüyle İlişkili Belirteçler ve Toplam Sağkalım
Tx Durumu
Belirteçler
Olgu Sayısı
Toplam Sağkalım (ay)
Otolog Tx (-)
Siklin A(+)
8
31,6
Otolog Tx (-)
Siklin A(-)
41
71
Otolog Tx (-)
Rb(+)
16
58,2
Otolog Tx (-)
Rb(-)
32
55,6
Otolog Tx (-)
Siklin A(+) Rb(+)
3
29
Otolog Tx (-)
Siklin A(-) Rb(-)
23
30,1
Otolog Tx (+)
Siklin A(+)
12
61,9
Otolog Tx (+)
Siklin A(-)
39
91,3
Otolog Tx (+)
Rb(+)
11
54,4
Otolog Tx (+)
Rb(-)
40
91,5
Otolog Tx (+)
Siklin A(+) Rb(+)
6
46
Otolog Tx (+)
Siklin A(-) Rb(-)
34
56,9
135
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 015
Poster No: P200
MULTİPL MİYELOM TANILI HASTALARDA SERUM
CTX DÜZEYİ VE KULLANILAN BİFOSFONAT TEDAVİSİ
SONRASI OLUŞAN ÇENE NEKROZU İNSİDANSI İLE
SERUM CTX DÜZEYİNİN İLİŞKİSİ. Munkhtsetseg
Banzragch1, Meliha Nalçacı1, Sevgi Kalayoğlu1, Melih
Aktan1, Fırat Selvi2. 1İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp
Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul, 2İstanbul
Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi Ağız Diş Çene Hast. ve
Cerr. Anabilim Dalı, İstanbul
Amaç: Bifosfonatların kullanılması multipl miyelomda kemik hastalığının tedavisinde standart ve etkin bir
tedavi yöntemidir. Bifosfonatlar etkisini osteoklast hücresini hedef alarak gösterir ve kemik rezorpsiyonunu baskılar. Son yıllarda bifosfonat tedavisi alan hasta sayısı arttıkça bu hastalarda çene nekrozu geliştiği daha sık olarak saptanmaya başlanmıştır. Bifosfonat tedavisine bağlanan bu yan etkinin tam insidansı bilinmemekle beraber
özellikle miyelom hastalarında insidans daha yüksek gibi
görünmektedir. Bifosfonat kullanımı ile ilişkili çene nekrozu tam tedavisi olmayan, çoğu vakada ameliyat gerektiren ve kemik kaybına neden olabilen ağır bir yan etkidir.
Çene nekrozu riskini belirleyen spesifik bir test bulunmamaktadır. Serum CTX (C terminal telopeptid) düzeyi
kemik rezorpsiyonu yapan hastalıklarda ve antirezorptif
tedavide ölçülebilir. Marx ve ark.2007 çene nekrozu gelişimi ile düşük CTX düzeyinin ilişkili olabileceğini gösterse de henüz çene nekrozu riskini belirleyen standart tanı
yöntemi yoktur. Kemik yapısında bulunan tip 1 kolajen
osteoklastlar tarafından yıkıldıkça seruma CTX beta izomerleri karışır. Serum CTX, Elecsys B-CrossLaps yöntemi ile saptanabilir. Bu prospektif çalışmada Şubat
2009-Şubat 2010 tarihleri arasında kliniğimizde izlenen
25 yeni tanılı (çalışma sırasında tanı konulan ve tedavisi
başlanan) ve 25 eski (çalışmadan önce multipl miyelom
tanısı konmuş ve bifosfonat tedavisi almakta olan) toplam 50 miyelom hastası değerlendirildi. Bifosfonat kullanan multipl miyelomlu hastalarda çene nekrozu insidansi ile bifosfonat tedavisi başlanan hastalarda serum
CTX düzeyinin çene nekrozu gelişme riskini belirlemedeki yeri araştırıldı.
Yöntemler: Yeni miyelom grubuna başvuruda, bifosfonat tedavi başlamadan, devamında 6. ve 12.ay olmak
üzere 6 ay ara ile eş zamanlı CTX düzeyi ve çene muayenesi takibi yapıldı. Diş Hekimliği tarafından ek önerileri
oldukça daha sık ara ile değerlendirildi ve gerekli görülen diş sağlığı, çene nekrozu önleyici tedaviler yapıldı.
Eski miyelom grubunda çalışma süresi içinde ilk rutin
kontrolu sırasında, sonrası 6 ay ara ile 2 kez eş zamanlı CTX, çene muayenesi yapıldı.Çene muayenesinde çene
nekrozu riski saptanan tüm hastalarda önleyici tedaviler yapıldı.
Sonuçlar: Yeni tanılı hasta grubunda çalışma süresi içinde çene nekrozu saptanmaz iken miyelom tanısı ile
tedavisine başlanmış ancak bifosfonat kullanımı öncesi diş muayenesi ve gerekebilecek tedavilerin yapılmadığı
eski tanılı hasta grubunda 6 hastada çene nekrozu saptandı. Bu hastalar ortalama 21 ay (7-36) bifosfonat tedavisi kullanmıştı. Bu hastalarda serum CTX düzeyi düşük
(ortalama 0.234 ng/ml) bulundu. Önleyici tedavisi alan
tüm hastalarda çene nekrozu gelişmedi.
Tartışma: Sonuç olarak, bifosfonatın olası ciddi bir
yan etkisi olan çene nekrozu gelişimini azaltmak için en
önemli işlem koruyucu tedbirlerin alınmasıdır. Düşük
CTX düzeyi ise tedavi altındaki hastalarda gelişmekte
olan çene nekrozunun habercisi olabilir.
136
Bildiri: 0363
Poster No: P201
GEÇİCİ PANSİTOPENİ VE KEMİK İLİĞİNDE REAKTİF
YOĞUN PLAZMA HÜCRE ARTIŞI: OLGU SUNUMU.
Füsun Özdemirkıran1, Nazan Özsan2, Filiz Vural1,
Mine Hekimgil2, Seçkin Çağırgan1. 1Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, İzmir, 2Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi Patoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: 61 yaşında kadın hasta öksürük, ateş yüksekliği yakınmaları ile başvurduğu merkezde, antibiyotik tedavisine (amoksisilin-klavulanik asit) yanıt alınamaması ve pansitopeni saptanması üzerine merkezimize sevk edildi. Fizik muayenesinde genel durumu orta,
aksiller ateş 38,5 C, deri ve mukozalar soluktu. Akciğer
oskültasyonunda sağ alt ve orta zonlarda raller mevcuttu. Laboratuar incelemelerinde Hb: 8,7g/dl, Htc: %26,
Lökosit: 204/mm3, Nötrofil 96/mm3, Plt: 10000/mm3,
LDH: 217 U/L, CRP: 31,79 mg/dl, serolojik tetkiklerde
EBV, CMV, Parvovirus ve HIV negatif saptandı. PA AC
grafisinde ve toraks tomografisinde sağ alt lobda pnömonik infiltrasyon saptandı. Kemik iliği biyopsisinde kemik
iliği hiposellüler, tüm hücre serilerinde belirgin azalma mevcuttu. Hücrelerin % 96’sını matür ve birkısmı
binükleer ve atipik formlarda plazma hücreleri oluşturmaktaydı. İmmunohistokimyasal inceleme CD138 plazma hücre oranı artmış ve kappa ve lambda mikst saptandı. Serum protein elektroforezinde gamma bandında poliklonal bir artış mevcuttu. Hastaya febril nötropeniye yönelik parenteral karbapenem ve G-CSF tedavisi uygulandı. 48. saatte ateş yanıtı sağlanan hastada 3.
haftada radyolojik, laboratuar ve klinik düzelme gözlendi.(lökosit: 45000/mm3, Hb: 9,9 g/dl Htc: % 29,7, PLT:
101000/mm3). Tekrarlanan kemik iliği biyopsisinde sellülarite artmış, iliğe ait tüm hücre serilerinde artış, plazma hücreleri %5-7 oranında kappa ve lambda hafif zincirleri ile mikst pozitif saptandı. Hasta ayaktan takibe alındı. Olgunun öyküsünde 3 yıl önce tonsillofarenjit nedeni ile amoksisilin-klavulanik asit uygulandığı ve
genel durumunda bozulma nedeni ile yapılan tetkiklerinde pansitopeni saptandığı kemik iliği biyopsisi önerildiği,
hastanın kabul etmediği, parenteral antibiyotik ve destek tedavi uygulandığı, kan tablosunun tedavi sonrasında düzeldiği öğrenildi.
Tartışma: Kemik iliğinde reaktif plazma hücre artışı
kronik enfeksiyonlar, otoimmun hastalıklar, bağ dokusu,
hemapoetik ve non-hemapoetik malign hastalıklarla birlikte görülebilir.Ancak, genellikle %10-20 nadiren % 50
oranına ulaşır. Olgumuzda %96 oranında plazma hücre
infiltrasyonu mevcuttu. Morfolojik olarak plazma hücre
diskrazisi ile karışabilecek bu durum, protein elektroforezi ve immunohistokimyasal incelemelerde klonal bir
artış saptanmaması nedeni ile reaktif olarak değerlendirildi. Literatürde yoğun reaktif plazma hücre artışı ve
kemik iliği yetmezliği ile seyreden nadir birkaç pediatrik olguda bir yıldan kısa süren izlemlerinde ALL geliştiği
bildirilmiştir. Olgunun bir yıllık izleminde klinik ve laboratuar olarak hematolojik bir patoloji saptanmamıştır. 3
yıl önce de amoksisilin klavulanik asit kullanımı sonrası
benzer bir atak geçirmiş olması, ilaca bağlı aplazi eşliğinde reaktif poliklonal plazma hücre infiltrasyonu geliştiğini düşündürmektedir. Literatürde nadir rastlanan reaktif
yoğun plazma hücre artışı gösteren ve morfolojik olarak
plazma hücre diskrazisi ile karışabilecek bu olguyu sunmayı uygun bulduk.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0178
Poster No: P202
MULTİPLE MYELOMA HASTALARINDA SERUM
MONOKLONAL HAFİF ZİNCİR ARTIŞI İLE BÖBREK
YETMEZLİĞİ İLİŞKİSİ. Onur Çakmak1, Nergiz Erkut2,
Mehmet Sönmez2, Şükrü Ulusoy3, Ümit Çobanoğlu4,
Gülsüm Özkan3, Mustafa Yılmaz2, Ercüment Ovalı2.
1
Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Trabzon, 2Karadeniz Teknik Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Trabzon, 3Karadeniz
Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nefroloji Bilim Dalı,
Trabzon, 4Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Patoloji Anabilim Dalı, Trabzon
Amaç: Multiple myeloma (MM) anormal miktarda
immünoglobülinin (Ig) sentezlendiği destrüktif kemik lezyonları, anemi, hiperkalsemi ve/veya böbrek yetmezliği ile
giden malign plazma hücre hastalığıdır. Hastalığın görülme
sıklığı erkeklerde 100.000/6.9, bayanlarda 100.000/4.3
olup yaşla birlikte artış göstermektedir. MM’da böbrek
yetmezliği önemli morbidite ve mortalite nedeni olup tanı
anında hastaların %20-40’ında izlenmektedir. Böbrek yetmezliği monoklonal hafif zincir toksisitesi, hiperkalsemi,
hiperürisemi, dehidratasyon, nefrotoksik ilaçlar ve kontrast madde kullanımına bağlı olarak görülebilmektedir.
Monoklonal hafif zincir özellikle distal tubuluslarda birikerek obstrüksiyona neden olmakta ve bunun sonucunda
böbrek yetmezliği gelişebilmektedir. Bu çalışmada MM’lu
hastalarda serum monoklonal hafif zincir düzeyi ile böbrek yetmezliği arasında bir ilişki olup olmadığı araştırıldı
Yöntemler: Çalışmaya Karadeniz Teknik Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalında takip edilen 157
MM’lu hasta (99 erkek, 58 kadın) alındı. Hastaların yaş
ortalaması 64.3 ± 11.1 (25-93) olup, 75’i Ig G, 36’sı Ig A,
16’sı kappa hafif zincir, 13’ü lambda hafif zincir, 17’si non
sekretuar MM idi. Tüm hastaların tanı kriterlerini takiben
serum hafif zincir düzeyleri ve oranları hesaplandı.
Sonuçlar: 54 hastada böbrek yetmezliği saptandı.
Bunların 20’si Ig G, 8’i Ig A, 9’u kappa hafif zincir, 9’u
lambda hafif zincir, 8’i non-nonsekretuar tip MM idi.
Böbrek yetmezliği olan hastaların 8’i sıvı replasmanı ile
düzelirken 22’i ise diyaliz ihtiyacı gösterdi. Geri kalan 24
hastada diyaliz ihtiyacı olmamasına rağmen böbrek yetmezliğinde düzelme izlenmedi. Diyalize alınan 22 hastanın sadece 5’inde diyaliz ihtiyacı düzeldi. Böbrek yetmezliği olan hastalarla olmayan hastaların serum hafif zincir oranı değerlendirildiğinde (kappa/lambda veya lambda/kapa) anlamlı fark olmadığı saptandı. Benzer şekilde
hastaların serum hafif zincir düzeyleri ile böbrek yetmezliği gelişimi arasında korelasyon mevcut değildi.
Tartışma: Sonuç olarak MM’lu hastalarda böbrek yetmezliği gelişimi ile serum hafif zincir düzeyi arasında bir
ilişkinin olmadığı gözlendi.
Bildiri: 0218
Poster No: P203
LAMBDA HAFİF ZİNCİR MYELOMU OLAN HASTADA
DERİ TUTULUMU. Engin Kelkitli, M.hilmi Atay, Ferdi
Taş, Düzgün Özatlı. 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: Multiple myeloma anemi, monoklonal gamopati, kemik ağrısı ve/veya litik lezyonlar, hiperkalsemi
ve renal yetmezlik karakterize neoplastik plazma hücre
diskrazisidir. Multiple myelom tüm malignitelerin %1 ini
hematolojik maliginitelerin %10 unu oluşturur. Özellikle
böbrek ve kemikleri etkilemekle birlikte çeşitli organları
etkileyen sistemik bir bozukluktur. Deri tutulumu yaygın
değildir. Biz burada Bortezomib, Melphalan, Prednisone
and Thalidomide (VMPT) ile başarılı bir şekilde tedavi
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
edilen deri tutulumu olan lambda hafif zincir multiple
myelomu tanısı alan bir vakayı sunduk.
Olgu: 58 yaşındaki kadın hasta Temmuz 2007 de
lambda hafif zincir multiple myelom tanısı almış. 6 kür
Vincristine, Adriamycine ve Dexamethezone (VAD) kemoterapisi ile komplet remisyon (CR) sağlanmış ancak otolog kemik iliği transplantasyonunu kabul etmemiş. Hasta
2009 da merkezimize kemik ağrısı ve vertebralarda litik lezyon ile başvurdu. Yapılan serum ve idrar immünelektroforezde lambda hafif zincir tespit edildi; kemik iliği aspirasyonunda %40 plazma hücresi mevcuttu. Hastaya bu bulgularla lambda hafif zincir myelomu Evre ıııA tanısı kondu.
6 kür Bortezomib, Cyclophosphamide ve Dexamethezone
tedavisi verildi. 6. kür sonrasında yüzde, bilateral üst ve
alt ekstremitede ve abdomende multiple eritematoz lezyonlar ortaya çıktı.(Şekil 1) Bu nodüllerden yapılan biopsi de lamda ile pozitif boyanan eksantrik yerleşimli nükleusu bulunan basofilik stoplazmalı plazma hücreleri izlendi.
Lezyonlara yönelik radyoterapi verildi ancak gerileme olmadı. Multiple myeloma cilt tutulumuna yönelik sitemik tedavi olarak Bortezomib (1.3 mg/m2 1, 4, 8, 11, 22, 25, 29, 32.
günler), Melphalan (9 mg/m2 oral 1–4.günler) Prednisone
(60 mg/m2 1–4günler) Thalidomide(100 mg 1–28.günler),
(VMPT) başlandı. 2 kür sonrasında kutenöz nodullerde regresyon izlendi.(Şekil 2) Ancak hasta gram negatif septisemiye sekonder kardiyak arrest ile kaybedildi.
Tartışma: Multiple myelomlu hastalarda deri turtulumu sıklığı tam olarak bilinmemektedir ancak oldukça
nadir bir durumdur. En sık boyun, abdomen, ekstremiteler ve yüzde görülür. Deri tutulumu ile immunglobulin
tipleri arasındaki ilişkinin araştırıldığı çalışmalarda lambda hafif zincir tipinde daha sık olduğu bulunmuştur. Deri
tutulumu varlığında tedavi konusunda fikir birliği yoktur.
Proteozom inhibitörlerinin etkili olduğu söylenmektedir.
Deri tutulumu olan hastaların prognozları daha kötüdür.
Bizim hastamızda 6 kür Bortezomib, Cyclophosphamide
ve Dexamethezone tedavisi aldıktan sonra lezyonların
ortaya çıkması ve Bortezomib, Melphalan Prednisone
Thalidomide (VMPT) tedavisin 2 kürden sonra lezyonlarda
gerileme olması Bortezomib ve Thalidomid birlikte kullanımının daha etkili olabileceğini düşündürmektedir ancak
daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Şekil 1. Abdomende ve yüzde multiple kutenöz lezyonlar
Şekil 2. Abdomen ve yüzdeki lezyonlarda regresyon
137
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0385
Poster No: P204
PRİMER DİFFÜZ TRAKEOBRONŞİAL AMİLOİDOZ:
OLGU SUNUMU. Füsun Özdemirkıran 1, Filiz
Vural1, Serra Kamer2, Selen Bayraktaroğlu3, Nur
Akad Soyer1, Seçkin Çağırgan1. 1Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, İzmir, 2Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi Ana Bilim Dalı, İzmir,
3
Ege Üniversitesi Tıp fakültesi, Radyoloji Ana Bilim Dalı,
İzmir
Amaç: 57 yaşında erkek hasta 20 yıldır devam eden
ve son 6 aydır şiddeti artan ses kısıklığı ve yeni gelişen nefes darlığı yakınması ile başvurduğu kulak burun
boğaz kliniğinde yapılan larengeal biyopside amiloid birikimi saptanması üzerine ileri inceleme için kliniğimize yönlendirildi. Öyküsünde 1 yıl önce de larengeal polip
nedeni ile operasyon öyküsü olan olgunun, o dönemde yapılan histopatolojik incelemesinde özellik saptanmamış. Başvuru sırasında yapılan fizik muayenesi normal. Laboratuar incelemelerinde lökosit.6130 /mm3, Hb
14,3 g/dl, Htc %46,9 trombositler 324000/mm3, sedimentasyon: 30 mm/h, serum albumin: 4,4 g/dl, globulin 2,9 g/dl, CRP, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri
normal sınırlarda. saptandı. Olgunun toraks bilgisayarlı
tomografisinde larinks, trakea ve ana bronş duvarlarında diffüz ve yaygın kalınlaşma saptandı. Yapılan bronkoskopik incelemede vokal kord, trakea, sağ ve sol ana
bronşlarda diffüz nodüler kalınlaşma ve alınan biyopsi örneklerinin histopatolojik incelemesinde amiloid birikimi saptandı. Karın ciltaltı yağ dokusu, rektum mukozası, kemik iliği biyopsilerinde amiloid birikimi saptanmayan olgunun yapılan ekokardiyografisi olağan sınırlardaydı. IgG, IgA, IgM, kappa ve lambda düzeyleri sırasıyla 1200,165, 47, 265 ve 140 mg/dl (normal sınırlarda)
saptandı. Serum ve 24 saat idrar protein elektroforezi ve
immun fiksasyon elektroforezinde monoklonal gammopati saptanmadı. Primer trakeobronşial amiloidoz olarak
değerlendirilen olguya lokal 20 Gy radyoterapi uygulandı.
Tedaviden 3 ay sonra belirgin semptomatik düzelme, 6 ay
sonra da radyolojik yanıt elde edildi. Amiloidoz, ekstraselüler matrikste fibriler yapıda protein birikimi ve bunun
sonucunda doku ve organ disfonksiyonuyla karakterli
heterojen bir hastalıktır. Lokal ve sistemik olarak iki ana
sınıfa ayrılır. Trakeobronşial amiloidoz primer amiloidozun nadir görülen lokalize bir formudur. Literatürde vaka
sunumları şeklinde tanımlanmış çeşitli tedavi protokolleri mevcuttur. Bronkoskopik rezeksiyon ve stent uygulanması, lokal veya sistemik medikal tedaviler (steroid,
melfalan vb..), karbondioksit lazer tedavisi, radyoterapi
ve semptomatik olmayan olgularda izlem önerilmektedir.
Lokal radyoterapinin etkili olduğunu bildiren az sayıda
olgu sunumları vardır. Bizim olgumuzda da klinik ve radyolojik yanıt alınmıştır ve 18 aylık izlemde nüks gözlenmemiştir. Trakeobronşial amiloidozda radyoterapi güvenle uygulanabilecek bir tedavi seçeneğidir.
Bildiri: 0187
Poster No: P205
SUPRASELLAR KİTLE İLE ORTAYA ÇIKAN MULTİPLE
MYELOMA OLGUSU. Füsun Özdemirkıran1, Demet
Çekdemir1, Nur Akad Soyer1, Zafer Gökgöz1, Serra
Kamer2, Seçkin Çağırgan1. 1Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, İzmir, 2Ege Üniversitesi
Tıp fakültesi, Radyasyon Onkolojisi Bilim Dalı, İzmir
Amaç: 66 Yaşında kadın hastanın başağrısı, görme
bozukluğu ve göz kapağında düşüklük yakınması ile başvurduğu nöroloji kliniğinde yapılan muayenesinde diplopi, bitemporal hemianopi ve sağ 3. kranial sinir tutulumu
138
saptanmış. Kranial MRI da sfenoid sinusu dolduran
kontrast tutan suprasellar kitle saptanan olgu nonfonksiyone pituiter adenom ön tanısı ile operasyon için
nöroşirürji kliniğine yönlendirilmiş. Transsfenoidel cerrahi ile opere edilen olgunun patolojik incelemesi plazmasitom ile uyumlu saptanmış. PET/CT’ de suprasellar bölgede klivusu destrükte eden bilateral sfenoid sinüse doğru da uzanım gösteren plazmositomla uyumlu olabilecek, 37 mm çaplı, suv değeri maksimum 13,5 …...
olan kitle saptanan olgu ileri tetkik ve tedavisinin planlanması için kliniğimize yönlendirilmiş. Nörolojik yakınmaları dışında herhangi sistemik bir yakınması olmayan olgunun, yapılan ileri incelemelerinde Hb: 12.8 gr/
dl, Htc: %39.7, Lök: 5500/mm³, Plt: 260000/mm³, alb:
4,5 g/dl, glob: 3,6 g/dl, Cr: 0,8 gr/dl, Ca: 9,5 gr/dl, Sed:
12mm/h, Beta2-mikroglobulin: 1694 mg/dl, IgG: 1940
mg/dl, IgA: 118 mg/dl, IgM: 142 mg/dl, Kappa: 545
mg/dl, Lambda: 56 mg/dl saptandı. Kemik iliği aspirasyon ve biyopsisinin histopatolojik incelemesinde sellülarite %60 olarak değerlendirildi. %30 oranında çoğu
atipik morfolojide plazma hücresi immunohistokimyasal incelemede kappa IgG pozitif saptandı. Serum protein elektroforezinde monoklonal pik, serum immun fiksasyon elektroforezinde IgG Kappa monoklonal gammopati saptandı. 24 saat idrar protein elektroforezinde protein atılımı düşüktü ve monoklonal gammopati gözlenmedi. Sitogenetik incelemesi 46 XX ile uyumlu saptandı.
Kemik surveyde litik lezyon saptanmayan hastaya suprasellar plazmositom nedeni ile küratif radyoterapi 25 gün
süre ile 45 Gy uygulandı. RT sonrası nörolojik bulguları
tamamen düzelen olgu, suprasellar plazmositom ile prezente olmuş multipl myeloma olarak değerlendirilerek
bortezomib-dexametazon tedavisine başlandı. Halen kliniğimizde takip ve tedavisi devam eden olguyu literatürde nadir görülen ve nonfonksiyone pituiter adenomu taklit eden supresellar plazmositom ile ortaya çıkan, multipl
myeloma nedeni ile sunmayı uygun bulduk.
Bildiri: 0207
Poster No: P206
HEPATİT B TAŞIYICILIĞI ZEMİNİNDE HEPATOSELÜLER
KARSİNOM GELİŞEN EVRE IIIA MULTİPL MYELOMLU
OLGU SUNUMU. Tuncay Şahutoğlu1, İpek Yönal1, Ayşe
Nilgün Kul1, İbrahim Öner Doğan2, Kadir Demir3,
Meliha Nalçacı1. 1İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp
Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Hematoloji
Bilim Dalı, İstanbul, 2İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp
Fakültesi, Patoloji Ana Bilim Dalı, İstanbul, 3İstanbul
Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana
Bilim Dalı, Gastroenterohepatoloji Bilim Dalı, İstanbul
Amaç: Multipl Myelom (MM) anemi, serum ve/veya
idrarda monoklonal protein, kemik ağrısı, kemik litik lezyonları, hiperkalsemi ve böbrek yetersizliği ile karakterize neoplastik plazma hücre diskrazisidir.
Sonuçlar: 49 yaşındaki erkek hastada 11 ay önce
halsizlik nedeni ile yapılan tetkiklerinde sedimentasyon
yüksekliği saptanmış. Dış merkezde yapılan kemik iliği
biyopsisinde %38 plazma hücresi, %40-50 CD20 düşük
gradlı lenfosit infiltrasyonu (nodüler ve yama tarzında)
tespit edilmiş. Karaciğerde nodüler lezyon saptanması
üzerine yapılan karaciğer tru-cut biyopsi sonucu hepatoselüler lezyon ve komşu alanlarda plazma hücre diferensiasyonu gösteren düşük gradlı B hücreli neoplastik
infiltrasyon olarak rapor edilmiş. AFP düzeyi normal saptanmış. 6 ay önce bilim dalımıza yönlendirilen hastanın
hemogramında: lökosit: 1970/mm3, Hb: 7.9 g/dl, trombosit: 112000/mm3, M-spike: 1.6 g/dl, ESR: 120 mm/
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
saat, IgG düzeyi: 7.13 g/dl, beta2 mikroglobulin düzeyi:
4.6 mg/L saptandı. Serum ve idrar hafif zincir düzeyleri normal saptanan, kemik litik lezyonları olmayan, kreatinin düzeyi normal olan hasta Durie-Salmon evrelemesine göre evre IIIA MM olarak kabul edildi. HbsAg taşıyıcılığı bilinen hastada lamuvudin tedavisine devam edilerek VAD (vincristine, adriablastina, dexametazon) kemoterapisine başlandı. Batın MR’ında karaciğerde 5.5 ve
1.5 cm çapında 2 adet hepatoselüler karsinomla (HCC)
uyumlu lezyon saptanan hastada bakılan AFP düzeyi: 56
ng/ml idi. Dış merkezdeki karaciğer tru-cut biyopsisi İTF
Patoloji Anabilim Dalı ile konsülte edildi. HCC ve etrafında düşük gradlı B hücreli lenfoma ile uyumlu infiltrasyon
olarak rapor edildi. Sağ hepatik arterin beslediği kitle lezyona yönelik transarteriyel kemoembolizasyon uygulandı. İşlemi komplikasyonsuz tamamlanan hasta VAD ve
lamuvudin tedavisi ile sorunsuz izlenmektedir.
Tartışma: MM’da sekonder malignitelerin teşhis edilmesi nadirdir. Bu tümörün sekonder malignite insidensi için risk faktörü olup olmadığı tartışmalıdır. 210 kişiyi içeren retrospektif bir çalışmada MM’lu hastaların
%6.2’sine sekonder malignitelerin eşlik ettiği bildirilmiştir. Eşlik eden en sık tümörler HCC, prostat adenokarsinom, yumuşak doku sarkomu ve akciğer adenokarsinomu olarak rapor edilmekte birlikte sırasıyla kolanjiokarsinom, endometrium ve mesane kanseri takip etmiştir. Sekonder tümörlerin eşlik ettiği myelom olguları sıklıkla IgG tipi olarak bildirilmiştir. Bu çalışmada, MM’lu
hastalarda sekonder malignite gelişiminin genel popülasyondan daha sık olmakla birlikte kanserli hastalardaki
sekonder malignite insidensinden daha yüksek olmadığı
belirtilmiştir. 317 HCC’lu hastayı içeren başka bir çalışmada en sık B hücreli immünoproliferatif kanserler (7
non-hodgkin lenfoma, 2 MM ve bir kronik lenfositik lenfoma) olmak üzere %10.1 hastada ekstrahepatik primer
malignitenin eşlik ettiği bildirilmiştir. Evre IIIA IgG tipi
MM’lu, karaciğerdeki kitle sonucunda HCC tanısı alan
ve kemoembolizasyon başarıyla uygulanan bir olgu nadir
birliktelik nedeniyle sunulmaya değer bulunmuştur.
Pediatrik Akut Lösemiler
Bildiri: 0479
Poster No: P207
ALL BFM 95 PROTOKOLÜ İLE 15 YILLIK SONUÇLAR.
Adalet Meral Güneş1, Hale Ören2, Birol Baytan1,
Şebnem Yılmaz2, Melike Sezgin Evim1, Salih Gözmen2,
Özlem Tüfekçi2, Tuba Karapınar2, Gülersu İrken2.
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim
Dalı, Bursa, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk
Hematoloji Bilim Dalı, İzmir
Amaç: Çocukluk çağı ALL tedavisi sonuçlarında son
20 yılda belirgin ilerleme saptanmıştır. Gelişmiş ülkelerde 5 yıllık olaysız sağ kalım oranı %30’lardan %80-90’lara
yükselmiştir.
Bu çalışmamızda Uludağ ve Dokuz Eylül üniversiteleri Çocuk Hematoloji Bilim Dallarında 1995–2009 yılları arasında ALL tanısı alan ve ALL BFM 95 protokolü ile
sağaltılan olguların sonuçları değerlendirilmiştir.
Yöntemler: Geriye dönük olarak ALL tanısı alan 343
çocuk (E/K: 200/143, ortalama yaş: 6,7±4.2;1–17.5
yıl) değerlendirildi. Yaş, cinsiyet, başlangıç lökosit sayısı, 8, 15 ve 33. gün kemoterapi yanıtları ile risk gruplarına göre genel sağkalım (GS) ve olaysız sağkalım (OS)
oranları Kaplan Meier yaşam analizleri ile değerlendirildi. Metotreksat dozu azaltılmadan 5 g/m2 olarak verildi.
1
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Sonuçlar: Olguların %98.5’inde tam remisyon sağlandı. Yaş ve başlangıç lökosit sayısına göre OS ve GS’de
anlamlı fark bulundu (p=0.03). Sekizinci gün steroid ve
15.gün kemik iliğinde kemoterapi yanıtı iyi olanlarında
OS ve GS belirgin yüksekti (p=0.001). Standart (%95.5)
ve median risk grubunda (%82.7), yüksek risk grubuna
(%56) göre daha yüksek OS saptandı (p=0.0001). Olaysız
sağkalım, B ve T hücreli ALL’de %81,5 ve %65.6 olarak
bulundu. Adolesan yaşta ki olgularda OS %64.6 bulundu. Beş yıllık OS ve GS %78.4 ve %79.9 idi. Relaps oranı
%22 (n: 76) idi. Ölüm 343 olgunun 69’unda (%20.1)
görüldü. En önemli ölüm nedenleri enfeksiyon ve relapsdı. İlaç toksisitesi nedeni ile ölüm gözlenmedi.
Tartışma: BFM 95 protokollerinin bu 2 merkezde
başarı ile uygulandığı saptanmıştır. Destek tedavini arttırılması ve minimal rezidüel hastalığın rutin olarak çalışılması ile sağ kalım oranlarının yükseltilebileceği düşünülmektedir
Bildiri: 0468
Poster No: P208
BİR SEKONDER LÖSEMİ HASTASINDA GELİŞEN
NON BAKTERİYAL TROMBOTİK ENDOKARDİT. Seda
Öztürkmen1, Ayşenur Paç2, Lale Olcay1. 1S. B. Dr. A. Y.
Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik
Hematoloji Kliniği, Ankara, 2T. C. Türkiye Yüksek İhtisas
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Kardiyoloji
Kliniği, Ankara
Amaç: Rekürren medulloblastom nedeniyle tedavi
uygulanmış beş yaşındaki kız hastaya, sekonder B-ALL
nedeniyle, servisimizde TRALL-BFM-2000 tedavi protokolü başlandı.Kemoterapi ve antibiyoterapi uygulamaları sırasında hemoglobin ve trombosit düşüklüğü nedeniyle sık transfüzyon yapıldığı dikkati çeken hastanın periferik yaymasında anizositoz, poikilositoz, şistosit ve gözyaşı hücreleri saptandı. Aspartat aminotransferaz(AST)
56U/L(10-47U/L),
alanin
aminotransferaz(ALT)
245U/L(24-49U/L) iken direkt Coombs testi pozitif bulundu. Laktat dehidrogenaz(LDH), total bilirubin ve idrar bulguları normal olan hastanın haptoglobini 1100mg/dl(360-1950), plazma serbest hemoglobini
34.2mg/dl(<5) idi.
Direkt Coombs testi pozitifliğinin sık transfüzyona
bağlı olabileceği düşünüldü. İmmün olmayan hemolitik
anemiler açısından, hastanın öncelikle, subklavien vene
port takılmasından sonraki ekokardiografisinde(EKO)
port ucunun sol ventrikül apeksine kadar uzanıyor
olmasından dolayı portu değiştirildi. Port değişimi sonrasında, enfeksiyon nedeniyle kemoterapiye ara verilmiş olmasına rağmen, transfüzyon bağımlılığı ve periferik yaymada şistositlerin varlığı devam etti. Karaciğer
enzimleri tekrar yükselerek AST 139U/L, ALT 145U/L’ye
ulaştı. LDH 741U/L(155-280), total bilirubin 2.46mg/
dl(0.3-1.2), retikülositi %0.68 olan hastanın haptoglobini
<58.3mg/dl’ye kadar düşerken plazma serbest hemoglobini en fazla 34.2mg/dl olmak üzere yüksek seyretti. Port
takılı olduğundan, tekrarlanan EKO’sinde, daha önce var
olmayan mitral ve aort kapaklarında eser derecede yetmezlik saptandı.
Ateşle birlikte aralıklı kardiyak üfürüm duyulması
nedeniyle, enfektif endokarditten şüphelenilerek tekrarlanan EKO’lerinde aort ve mitral yetmezliğin devam etmesi dışında bulgu saptanmadı. Periferik kan kültürlerinde
üreme saptanamayan hastada nonbakteriyal trombotik
endokardit(NBTE) açısından, transözefageal EKO(TEE),
genel durumu elvermediğinden yapılamadı; fakat profilaksi dozunda düşük molekül ağırlıklı heparinle(DMAH)
139
POSTER BİLDİRİLER
birlikte rölaps tedavisi başlandı. Hastada DMAH profilaksisinin 10.gününde ancak TEE yapılabildi ve aort kapağında sol koroner küspitten aortaya doğru uzanan ince
serbest hareketli uzantılar görülmesi üzerine NBTE düşünülerek heparin dozu tedavi dozuna arttırıldı. İki ay sonraki kontrol TEE’nin normal olması üzerine DMAH tedavisi kesildi. İzleminde AST, ALT, LDH, total bilirubin,
haptoglobin değerleri normale dönerken plazma serbest
hemoglobini 7.1mg/dl’ye kadar düştü.
Malignensileri de içeren değişik inflamatuvar sebeplerden kaynaklanan, artmış pıhtılaşma durumuna bağlı
olarak, hasarsız kalp kapakları üzerinde fibrin ve trombositten zengin pıhtı oluşumu ile karakterize NBTE solid
tümörlerde sık görülmekle birlikte hematolojik malignensilerde nadirdir. NBTE’de kapak yetmezliğinden ziyade
sistemik veya pulmoner tromboemboli görülür ve tanıda
en duyarlı yöntem TEE’dur. Hastamız özellikle hematolojik kanserlerde nadir görülen ve tanısı zor olan NBTE’ye
dikkat çekmek amacıyla sunulmuştur.
Bildiri: 0370
Poster No: P209
AKUT LENFOBLASTİK LÖSEMİDE TESTİS NÜKSÜ.
Çetin Timur, Aylin Canbolat Ayhan, Asım Yörük,
Betül Çakır, Endi Romano, Meryem Erat, Müferet
Ergüven. İstanbul Göztepe Eğitim Araştırma Hastanesi,
Çocuk Hematoloji-Onkoloji Servisi, İstanbul
Amaç: Akut Lenfoblastik Lösemi (ALL) tanısı alan
erkek çocuklarda testis relapsı yüksek doz metotreksat uygulanması ile azalmasına rağmen bir sorun olarak
devam etmektedir.
Çalışmamızda hastalarımızda testis relapsı oranlarını, relaps zamanlarını ve prognozlarını saptamak amaçlanmıştır.
Bu amaçla Ocak 2000-Ocak 2010 yılları arasında merkezimizde ALL tanısı ile remisyonda iken izlenen
114 erkek hasta testis nüksü açısından değerlendirildi.
Nüks oranı %4.1 (5/114) idi.Bu hastaların ilk tanı yaşları 3.5, 5, 7, 7.4 ve 15.8 yıl ve median yaş 7 idi. İlk tanıları ve risk grupları 3 hastada common ALL-MRG, 1 hastada common ALL-HRG ve 1 hastada T-hücreli MRG idi.
Testis nüksü 1 hastada ilk tanıdan 3 yıl, 1 hastada 3.5
yıl, 2 hastada 4 yıl ve 1 hastada 4.5 yıl sonra saptandı.
Nükslerin ikisi kombine (testis ve kemikiliği), 3’ü izole
testis nüksü idi. Hastalara BFM 2002 residiv protokolüne
uygun olarak radyoterapi ve kemoterapi verildi. Kombine
nüks saptanan her iki hasta hastalıkta progresyon sonucu kaybedildi. İzole testis tutulumu olan 3 hasta halen
remisyonda (6, 29, 45 ay) olarak izlenmektedir.
ALL tanılı erkek çocuklarda testis nüksü ciddi bir risk
oluşturmaktadır. Nükslerinin erken dönemde saptanması prognoz açısından önem taşımaktadır.
140
Bildiri: 0391
Poster No: P210
AKUT LENFOBLASTİK LÖSEMİLİ ÇOCUKLARDA
İNDÜKSİYON TEDAVİSİ SIRASINDA PROTEİN Z
DÜZEYLERİNİN ARAŞTIRILMASI. Aydan Çankal1,
Şebnem Yılmaz2, Özlem Tüfekçi2, Salih Gözmen2,
Tuba Hilkay Karapınar2, Faize Yüksel3, Canan Vergin4,
Gülersu İrken2, Hale Ören2. 1Dokuz Eylül Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim
Dalı, İzmir, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Hematolojisi Bilim Dalı, İzmir, 3Dokuz Eylül Üniversitesi
Hematoloji Laboratuvarı, 4Dr. Behçet Uz Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Kliniği,
İzmir
Amaç: Çocukluk çağının en sık görülen maliyn hastalığı olan akut lenfoblastik lösemide (ALL) indüksiyon
tedavisinde steroid ve L-asparajinaz’ın (ASP) birlikte kullanımı ile hastalarda tromboz ve kanamaya eğilimin arttığı iyi bilinmektedir. ALL’li olgularda steroid ve ASP kullanımının koagülasyon kaskad proteini olan protein Z (PZ)
düzeylerini nasıl etkilediği konusunda bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmanın amacı ALL’li pediatrik olgularda indüksiyon tedavisi sırasında PZ düzeylerini saptamak, steroid ve ASP tedavisi ile plazma PZ düzeyi arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Yöntemler: Çalışmaya Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp
Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı ve İzmir Dr. Behçet
Uz Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk HematolojiOnkoloji Kliniği tarafından takip ve tedavisi yapılmakta olan ALL’li çocuklar dahil edildi. Çalışma grubuna
yeni ALL tanısı almış ve ALL BFM-95 protokolü indüksiyon tedavisi alacak olan 24 çocuk alındı. Kontrol grubu
olarak akut ya da kronik sistemik hastalığı, ilaç kullanımı olmayan ve ailesinde hematolojik hastalık öyküsü
bulunmayan, çalışma grubu ile yaş ve cinsiyet açısından
uyumlu 39 çocuk alındı. Çalışma grubundan ALL BFM95 kemoterapi protokolü tedavi şemasına göre tedavi başlangıcında hiç kemoterapi uygulanmadan (PZ0) ve steroid
uygulaması ile birlikte ASP tedavisinin verildiği 12. gün
(PZ1), 15. gün (PZ2), 18. gün (PZ3) ve 21. gün (PZ4) tedavi öncesinde, kontrol grubu çocuklardan ise bir kez periferik kan örnekleri alındı. PZ düzeyleri enzim immunoassay (ELİSA) yöntemi ile ölçüldü.
Sonuçlar: Çalışma ve kontrol grubundaki çocukların ortanca yaşı sırayla 5,8 yaş (17-170 ay) ve 5,4 yaş
(22-222 ay) idi. Çalışma grubunda 12 (%50) kız, 12 (%50)
erkek, kontrol grubunda 19 (%48,7) kız, 20 (%51,3)
erkek çocuk vardı. Ortalama PZ0 düzeyi çalışma grubunda 1,628±0,485 μg/ml (minimum 0,976 μg/ml, maksimum 2,909 μg/ml), kontrol grubu PZ düzeyleri ortalaması ise 1,672±0,662 μg/ml (minimum 0,705 μg/ml, maksimum 3,40 μg/ml) saptandı. Çalışma grubu PZ0 dönemi
ve kontrol grubu PZ düzeyleri ortalaması arasında istatistiksel fark gözlenmedi. Çalışma grubunda PZ0 ve sadece
steroid tedavisi verilen PZ1 döneminde alınan kanda PZ
düzeylerinde istatistiksel anlamlı olmayan hafif bir artış
olduğu dikkati çekti. PZ0-PZ4, PZ1-PZ2, PZ1-PZ3, PZ1PZ4 ve PZ3-PZ4 dönemlerindeki PZ düzeylerinde istatistiksel anlamlı düşüş olduğu gözlendi. Tedavi boyunca PZ
düzeyleri düşük olanlar dahil hiçbir hastada kanama ve
semptomatik tromboz komplikasyonu izlenmedi.
Tartışma: ALL indüksiyon tedavisi başlangıcında,
tanı sırasında PZ değerleri kontrol grubu ile benzerdi. PZ
düzeylerinde yalnız steroid tedavisi ile istatistiksel anlamlı olmamakla birlikte hafif bir yükselme saptanırken, steroid ve ASP kullanımı ile indüksiyon tedavisinin ilerleyen
dönemlerinde istatistiksel anlamlı düşüş görüldü. Ancak
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
PZ düzeylerinde düşüklüğe rağmen hastalarda semptomatik tromboz ya da kanama komplikasyonu gelişmedi.
Bildiri: 0447
Poster No: P211
ÇOÇUKLUK ÇAĞI LÖSEMİLERİNDE NUCLEOPHOSMİN
(NPM-1) GENİ 12. EKZON MUTASYONLARININ
TARANMASI. Dilara Fatma Akın1, A. Emin Kürekçi1,
Çiğdem Arslan2, Üstün Ezer1, Nejat Akar2. 1Özel
Lösante Lösemili Çocuklar Hastanesi, Ankara, 2Çocuk
Genetik Bilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Ankara
Amaç: Çocukluk çağı kanserleri içinde dünyada ve
ülkemizde birinci sırayı lösemiler almaktadır. Lösemi
gelişiminde tek bir faktör olmayıp, çevresel ve genetik
etmenler birlikte rol almaktadır. Sitogenetik bozuklukların ve moleküler değişimlerin lösemilerin patogenezinde
ve prognozunda belirleyici olduğu bilinen bir gerçektir.
Nucleophosmin (NPM-1) geni AML’de mutasyonların en
fazla görüldüğü gendir. 12. ekzon mutasyonlarının yetişkin akut miyeloid lösemide (AML) görülme sıklığı %35
iken çocuklarda bu sıklık %8-10’dur.
Nükleer protein B23/ Numatrin/ NO38 şeklinde
de isimlendirilen moleküler şaperon olarak ifade edilen NPM, çekirdek/çekirdekçik ve sitoplazma arasında
işlevsel bir proteindir. NPM proteinini kodlayan NPM–1
geni 5q35‘te konumlanmıştır ve 12 ekzon içermektedir. Ribozom biyogenezinde, sentrozom duplikasyonunda, genomik stabilitenin sağlanmasında, hücre bölünmesi, apoptozis ve p53’ün stabilazyonu ve aktivasyonunda önemlidir. Prostat, ovaryum ve kolon kanserlerinde
NPM-1 proteinin aşırı ifadelendiği ve hematolojik kanserlerde NPM–1 geninde sıklıkla kromozomal translokasyonlar olduğu yapılan çalışmalarda belirtilmiştir. Genin 12.
ekzonunda meydana gelen heterozigotluk ya da çerçeve kayması şeklinde görülen 55 farklı somatik mutasyon
tanımlanmıştır ve bu mutasyonlar nedeni ile NPM proteinin sitoplazmik lokalizasyon fonksiyonunu kaybettiği
bildirilmiştir. Bu çalışmada; çocukluk çağı lösemilerinde
NPM-1 geni mutasyonlarının varlığının araştırılması, bu
mutasyonun tanısal bir değer göstergesi olarak kullanılmasının sorgulanması amaçlanmıştır.
Yöntemler: LÖSANTE Lösemili Çocuklar Hastanesinde
akut lenfoblastik ya da miyeloid lösemi tanısı almış 18
çocuk dahil edilmiştir. Klasik Fenol-Kloroform Yöntemi
ile izole edilen DNA örneklerinden, NPM-1 geni 12.
ekzon bölgesi uygun primerlerle PCR (Polimeraz Zincir
Reaksiyonu) tekniği kullanılarak çoğaltılmıştır. Elde
edilen PCR ürünlerinden DNA Dizi Analizi (Beckman
Coulter, ABD) yapılmıştır.
Sonuçlar: Akut lenfoblastik/ miyeloid lösemi tanısı
almış 18 çocuktan, ve 2 tanesinde daha önce tanımlanan,
3’UTR (165delT) regülasyon bölgesinde olduğu bildirilen T
delesyonu bulunmuştur.
Tartışma: Bulunan delesyon, mutasyon veri tabanlarında araştırıldığında klinik ile ilişkilendirilmediği fakat
genin m-RNA stabilazyonunu sağlayan 3’UTR ve regülasyon bölgesinde olduğu bildirilmiştir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Şekil 1. 165 delT DNA dizi analizi görüntüsü
Şekil 2. Normal dizi DNA dizi analizi görüntüsü
Bildiri: 0444
Poster No: P212
ÇOCUKLUK ÇAĞI LÖSEMİLERİNDE JAK-2 GENİ 12.
EKZONDA İLK KEZ TANIMLANAN BİR GEN DEĞİŞİMİ.
Dilara Fatma Akın1, A. Emin Kürekçi1, Çiğdem
Arslan2, Üstün Ezer1, Nejat Akar2. 1Özel Lösante
Lösemili Çocuklar Hastanesi, Ankara, 2Çocuk Genetik
Bilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara
Amaç: Lösemi, çocukluk çağında en sık görülen
kanser tipi olup, 15 yaş altındaki çocuk kanserlerinin
%31’ini, 20 yaş altındaki kanserlerin ise %25’ini oluşturmaktadır. Lösemi gelişimi tek bir faktör etkisi altında
olmayıp, çok sayıda kalıtsal, edinsel ve çevresel etmenlerin çeşitli mekanizmalar ile lösemiye neden olduğu bilinmektedir. Çeşitli sitogenetik bozuklukların ve moleküler
değişimlerin lösemilerin patogenezinde ve prognozunda
belirleyici olduğu bilinmektedir.
Miyeloproliferatif hastalıkların gelişiminde varlığı gösterilen ve diğer lösemilerin etyopatogenezinde de etkisinin
araştırılmaya başlandığı JAK-2 geni mutasyonları dikkat
çekici konu haline gelmiştir. JAK-2 bir tür tirozin kinaz
olup, bağlantılı olduğu hücresel mekanizmalarda birçok
proteinin fosforilasyonunu yaparak aktive etmekte, hücresel gelişim ve çoğalmayı indüklemektedir. JAK/STAT
yolunun belli bazı durumlarda, interferon aktivasyonu
aracılığı ile neoplastik hücre büyümesini kontrol ettiği ve
malign dönüşümü tetiklediği belirlenmiştir. Bu malign
sürecin gelişiminde protein tirozin kinazlarda oluşan
141
POSTER BİLDİRİLER
mutasyonlar önemli bir yer tutmaktadır. JAK-2 geni 12.
ekzonda yeni mutasyonlar tanımlanmıştır. Ekzon 12
mutasyonları JH2 domainin başlangıç bölgesinde bulunmaktadır ve bu mutasyonlar JAK-2 kinaz aktivitesinin
düzenlenmesini bozması sebebiyle eritropoetin için aşırı
hassasiyete sebep olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada,
çocukluk çağı lösemilerinde JAK-2 geni 12. ekzon mutasyonlarının varlığının araştırılması, bu mutasyonun tanısal bir değer göstergesi olarak kullanılmasının sorgulanması amaçlanmıştır.
Yöntemler: LÖSANTE Lösemili Çocuklar Hastanesinde
akut lenfoblastik ya da miyeloid lösemi tanısı almış 14
çocuk dahil edilmiştir. Klasik Fenol-Kloroform Yöntemi ile
izole edilen DNA örneklerinden, JAK-2 geni 12. ekzon bölgesi uygun primerlerle PCR (Polimeraz Zincir Reaksiyonu)
tekniği kullanılarak çoğaltılmıştır. Elde edilen PCR ürünlerinden DNA Dizi Analizi (Beckman Coulter, ABD) yapılmıştır.
Sonuçlar: Akut lenfoblastik/ miyeloid lösemi tanısı
almış 14 çocuktan 1 tanesinde mutasyon taraması sonucunda, İnsan gen mutasyon veri tabanında tanımlanmamış bir gen değişimi saptanmıştır: 12. ekzonda 1584delG
delesyonu. Çocuklardan 6 tanesinde daha önce tanımlanan, 12. intronda (ekzon/intron sınırından 178 baz
downstreamda) bulunan ve polimorfizm olarak belirlenen
5 bazlık (TCTTA) delesyon saptanmıştır.
Tartışma: Bulunan 1584delG değişim, arjininden
serin aminoasidinin kodlanmasına neden olarak yanlış
anlam mutasyona sebep olduğu bulunmuştur. 5 bazlık
(TCTTA) ise delesyon ise literatürde klinik ile ilişkilendirilmemiştir.
Bildiri: 0215
Poster No: P213
LÖSEMİLİ ÇOCUK HASTALARIN NÖTROPENİK
ATEŞ
ATAKLARINDA
İZOLE
EDİLEN
MİKROORGANİZMALARIN,
ENFEKSİYON
ODAKLARININ VE UYGULANAN TEDAVİLERİN
RETROSPEKTİF OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ.
Zeynep Canan Özdemir1, Ahmet Koç1, Ali Ayçiçek1,
Berna Kırhan2, Hasan Kapaklı2. 1Harran Üniversitesi Tıp
Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Şanlıurfa, 2Harran
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Ana Bilim Dalı, Şanlıurfa
Amaç: Lösemili çocuk hastaların nötropenik ateş
ataklarını değerlendirerek izole edilen mikroorganizmaları, enfeksiyon odaklarını ortaya koymak ve uygulanan
antibiyotik tedavilerini inceleyerek literatürde sunulan
bilgiler ile birlikte değerlendirmektir.
Yöntemler: Ocak 2008 ile Haziran 2010 tarihleri arasında Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Hematoloji Bilim Dalı’nda akut lösemi tanısı ile izlenen ve
kemoterapi almakta olan 48 çocuk hastada, toplam 136
nötropenik ateş atağı retrospektif olarak dosya kayıtlarından incelendi.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan hastaların 40’ı akut lenfoblastik lösemi (%83,3), 8’i akut myeloblastik lösemi ve
21’i kız (%43,8), 27’si erkek (%56,2) cinsiyette idi. 136
nötropenik ateş atağının 44’ünde (%32,3) kan, 14’inde
(%10,3) idrar, 10’unda (%7,4) yara yeri kültürü olmak
üzere 68 (% 50) atakda kültürde üreme tespit edildi.
Kan kültüründe en sık üreyen mikroorganizma gram (+)
koklar (%63,8) olup, bunlar içerisinde en sık izole edilen metisiline duyarlı koagülaz (–) stafilokok aureus (%
20,5) idi. En sık gözlenen enfeksiyon odağı ağız içi mukozit olup, kan kültüründe gram (+) kok üreyen vakalarımızda en sık gözlenen enfeksiyon odağı ağız içi mukozit,
selülit ve paronişi gibi yumuşak doku enfeksiyonları idi.
Atakların tedavisinde en sık kullandığımız ampirik antibiyotik tedavisi sefalosporin ile birlikte amikasin kombinasyonu olup, başarı oranı %92,6 olarak bulundu.
Tartışma: Sonuçlarımız, literatürde belirtildiği gibi
günümüzde gram (+) etkenlerin daha fazla görüldüğü
bilgisi ile uyumlu bulunmuştur. Bununla birlikte ampirik antibiyotik tedavisi seçeneği olarak sefalosporin ve
amikasin kombinasyonunun başarılı olduğunu göstermiştir. Gram (–) mikroorganizmaların insidansı ise daha
düşük bulunmuştur. Çalışmamız Güneydoğuanadolu
Bölge’sinde yapılan ilk çalışma olması nedeni ile referans
özelliği taşımaktadır.
Şekil 1. 1584 delG DNA dizi analizi görüntüsü
Tablo 1. Kan kültüründe üretilen mikroroganizmaların sıklığı
Gram (+) bakteriler
n
%
Gram (-) bakteriler
n
%
Mantarlar
n
%
MSSA
9
20,5
G (-) basil
3
6,8
C. Albicans
6
13,6
Corynebacteria spp
5
11,4
Enterobakter
2
4,5
Aspergillus
1
2,3
Streptokok spp
5
11,4
P. aeruginosa
1
2,3
Enterokok
4
9,1
S. maltophila
1
2,3
MRSA
2
4,5
Enterobacteraerogenes
1
2,3
K. pnömonia
1
2,3
9
20,5
7
15,9
S. aureus
1
2,3
S. pnömonia
1
2,3
MSSA ve S. pnömoni
1
2,3
Toplam
28
63,8
Şekil 2. Normal dizi DNA dizi analizi görüntüsü
142
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0465
Poster No: P214
ÇOCUKLUK ÇAĞI LÖSEMİLERİNDE FLT3 / ITD
Göksel Leblebisatan, Kılınç
MUTASYONLARI.
Yurdanur, Bayraktaroğlu Olga Saide, Şamaz Hatice
İlgen, Antmen Ali Bülent. Çukurova Üniversitesi Tıp
Fakültesi
Amaç: FLT3 reseptör ve ITD mutasyonlaru hücre
yaşamı, hücre düfferansiyasyon ve proliferasyon yollarıyla ilgilidir;bu reseptörlerdeki değişiklikler çocukluk çağı
lösemilerinde prognoz ve diğer klinik parametreleri etkileyebilirler. ALL tanısı alan 53 çocuk hasta ve AML tanılı 16
hasta sitomorfolojik, immünohistokimyasal ve immünoakım sitometrik bulguları ve FLT3 ve ITD mutasyonları
yönünden değerlendirildi.
Yöntemler: FLT3 VE ITD Real-time PCR yöntemi ile
çalışıldı.
Sonuçlar: FLT3/ITD mutasyon dağılımı ALL and AML
grouplarında: ALL grubunda sadece 1 hastada ve AML
grubunda 4 hastada saptandı. ALL grubundaki hasta 8
yaşında bir erkek çocuğuydu, pre-B ALL-L1 grubundaydı, remisyonda ve yaşamaktadır. AML grubundaki 4 hastada: 3 hastada relaps görüldü ve relaps devresinde kaybedildiler. AMLli hastalarda FLT3/ITD mutasyonlarını taşıyan ve taşımayan hastalar arasında mortalite ve
morbidite yönünden istatistiksel anlamlı farklılık yoktu.
(p0.05). Tüm ALL grubuda 4 hasta homozigot, 15 hasta
heterozigot durumda ITD mutasyonunu taşıyordu.
Tartışma: Sonuçta, çalışma göstermiştir ki FLT3/ITD
mutasyonlarının akut lösemi hastalarında hiçbir prognostic önemi yoktur. Mutasyonlar AML grubunda ALL
grubundan daha sık bulunmuştur.; AML grubunda mortalite veya morbidite değişikliğine yol açtığına dair kuvvetli kanıtlar yoktur. Çalışmamız sınırlı sayıda hastada
yapıldığından, genellemeden kaçınmalı ve çalışma grubunun sayısını arttırarak daha tutarlı sonuçlara ulaşabiliriz
Bildiri: 0159
Poster No: P215
LAKTİK ASİDOZ İLE BAŞVURAN ÇOCUKLUK ÇAĞI
AKUT LENFOBLASTİK LÖSEMİ OLGUSU. Müge Gökçe,
Şule Ünal, Selin Aytaç, Mualla Çetin, Fatma Gümrük,
Aytemiz Gürgey. Hacettepe Üniversitesi, Hacettepe Tıp
Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Ünitesi
Amaç: Çocukluk çağında laktik asidoz (LA) sıklıkla;
sepsis, şok ve dehidratasyon gibi durumlarda doku hipoperfüzyonu ve hipoksiye bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Hematolojik malignitelerde; LA’un patogenezi, çok iyi
bilinmemekle birlikte, blastlardan anaerobik glikoliz ile
aşırı laktat üretimine ve organ infiltrasyonu nedeni ile
laktatın hepatik/renal atılımının azalmasına bağlı olduğu
düşünülmektedir. Tanı anında, LA olması kötü prognoza
işaret etmektedir. Burada, detaylı incelemeler sonucunda laktik asidoz nedeni aydınlatılamamış ancak hematolojik değerlendirme sonrası akut lenfoblastik lösemi (ALL)
tanısı almış olgumuzu sunmaktayız.
Yöntemler: On üç yaşında erkek hasta yaklaşık 2
aydır devam eden halsizlik, kilo kaybı ve zaman zaman
olan kemik ağrısına son 1 haftadır karın ağrısı eklenmesi üzerine hastanemiz acil polikliniğine başvurdu. Vital
bulguları ve büyüme gelişmesi yaşına uygun olan hastanın muayenesinde; karında hafif hassasiyeti mevcuttu. Karaciğer midklavikular hat üzerinde subkostal 3 cm
palpe edildi. Diğer sistem bulguları doğaldı. Tam kan sayımında, hb; 13.6 g/dl, beyaz küre; 8.4 x109/L ve trombosit sayısı; 256 x109/L idi. Açlık kan şekeri; 97 mg/dl,
karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri normal sınırlardaydı. Laktat dehidrogenaz 1116 IU/L idi. Kan gazı
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
analizinde; anyon açığı yüksek metabolik asidoz saptandı (pH: 7.05, HCO3: 9.3 meq/L ve baz açığı: -19). Laktat
değeri ise; 62 mmol/l idi (0-2.2 mmol/l). Sedimentasyon
değeri 4 mm/saat ve C-reaktif protein 0.9 mg/dl idi. İdrar
ve kan aminoasit değerlendirmesinde özellik saptanmadı. Bikarbonat replasmanı yapılmasına karşın kan gazı
analizinde belirgin düzelme olmayan hasta servise yatışının 4. gününde batın ultrasonografisinde; bilateral böbrek boyutlarında ve ekojenitede artma saptanması üzerine bölümümüze danışıldı. Periferik yaymada %2 atipik
hücre görüldü. Kemik iliğinde %100 L1 blastlar saptanan
hasta, akım sitometrik inceleme ile CALLA (+) B hücreli ALL tanısı aldı. BOS değerlendirmesinde lösemik tutulum izlenmedi. Modifiye St Jude T15 protokolüne göre
hastaya 20 mg/kg/gün dozunda oral yüksek doz metilprenizolon (YDMP) tedavisi başlandı. YDMP tedavisinin 3.
gününde metabolik asidoz düzeldi. Tedavinin 15. gününde ultrasonografide karaciğer ve böbrek boyutlarında
küçülme olduğu görüldü. Hasta halen idame tedavisinin
56. haftasında ve remisyonda izlenmektedir. Klinik izlemi
sırasında tekrar LA gelişmemiştir.
Sonuçlar: Çocukluk çağında akut lösemilerin atipik
belirti ve bulgularla ortaya çıkabileceği ve nedeni açıklanamayan, dirençli LA durumlarında hematolojik malignitelerin de ayırıcı tanıda düşünülmesi gerektiği unutulmamalıdır.
Bildiri: 0482
Poster No: P216
ÇOCUKLUK ÇAĞI RELAPS/DİRENÇLİ LÖSEMİSİNDE
KLOFARABİN TEDAVİSİ. Mediha Akcan, Funda
Tayfun, Vedat Uygun, Gülsün Tezcan Karasu, Volkan
Hazar, Mehmet Akif Yeşilipek. Akdeniz Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Çocuk Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı, Antalya
Amaç: Akut lösemi en sık görülen çocukluk çağı kanseridir. Tedavide ki tüm gelişmelere rağmen relaps lösemi
en sık görülen dördüncü kanserdir ve tedavisinde istenen
kür oranları sağlanamamıştır. Akut lösemi tedavisinde
önemli diğer sorun da dirençli lösemidir. Dirençli lösemide standart bir tedavi yaklaşımı yoktur. Relaps/dirençli
lösemi için kür oranlarının yükselebilmesi için yeni tedavi ajanlarına ihtiyaç vardır. Bu alanda yeni bir kemoterapötik olan klofarabin bir tedavi seçeneği oluşturmaktadır.
Klofarabin içeren tedavi protokollerini kullandığımız dört
relaps/dirençli lösemi hastası bu sunumda tartışılmaktadır. Hastaların özellikleri Tablo I’de verilmiştir.
Tartışma: Relaps/dirençli lösemi tedavisindeki önemli aşamalardan biri klofarabin içeren tedavi protokolleridir. Biz de 4 relaps lösemi hastamızda (3 ALL, 1 AML) klofarabin içeren tedavi protokollerini uyguladık. Hastalarda
tedavi ilişkili yan etki olarak hepsinde febril nötropeni ve
mukozit görülmüştür, birinde sadece palmar eritem gelişmiştir. Hastaların hiçbirinde literatürde belirtilen karaciğer fonksiyon testlerinde yükseklik, venookluzif hastalık,
cilt döküntüsü, tümor lizis sendromu ve sitokin-salınım
sendromu görülmemiştir. Biz de klofarabinin çocuklarda
güvenle kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Remisyonda
olan hastamız için kemik iliği transplantasyonu planlanmıştır. Hastalardan üçü primer hastalığın remisyona girmemesi nedeni ile kaybedilmiştir. Hastalarımızdan klofarabinin ile remisyona girme oranı literatürle uyumlu
bulunmuştur. Çocukluk çağı relaps lösemi tedavisinde
klofarabin içeren tedavi protokolleri uygulanabilecek bir
tedavi seçeneği oluşturmaktadır.
143
POSTER BİLDİRİLER
Tablo 1. Olguların özellikleri
Özellikler/Olgular
1
2
3
4
Tanı
ALL
ALL
ALL
AML-M4
Risk grubu
MRG
MRG
MRG
Standart
13 yaş
5 yaş
9 yaş
6 yaş
Tedavi sırasındaki
yaş
Cinsiyet
Erkek
Kız
Kız
Kız
TRALL-BFM
2000
TRALL-BFM
2000
TRALL-BFM
2000
MRC-UK 12
REZ BFM ALL
REZ BFM ALL
REZ BFM ALL
FLAG-IDA
Sitogenetik
anormallik
Yok
t(12;21)
Yok
t(12;21)
Klofarabin
protokolü
Klofarabin,
Etoposid,
Siklofosfamid
Klofarabin,
Etoposid,
Siklofosfamid
Klofarabin,
Etoposid,
Siklofosfamid
Klofarabin,
Sitarabin
Klofarabin dozu
(indüksiyon)
20 mg/m2/doz
5 gün
20 mg/m2/doz
5 gün
20 mg/m2/doz
5 gün
40 mg/m2/doz
5 gün
Klofarabin dozu
(konsolidasyon)
40 mg/m2/doz
5 gün
40 mg/m2/doz
5 gün
40 mg/m2/doz
5 gün
40 mg/m2/doz
5 gün
Ölüm
(dirençli hastalık)
Remisyon
İlk protokol
Relaps protokolü
Sonuç
Bildiri: 0169
Ölüm
Ölüm
(dirençli hastalık) (dirençli hastalık)
Poster No: P217
TEMPORAL KEMİK YERLEŞİMLİ GRANÜLOSİTİK
SARKOM GELİŞEN AKUT MİYELOİD LÖSEMİ
OLGULARIMIZ. Müge Gökçe, Ayşe Derya Buluş,
başlandı. Tedavi kesiminden 2 yıl sonra periferal fasiyal
paralizi nedeni ile tekrar başvuran hastanın temporal MR
görüntülemesinde; sol temporal kemikten orta ve posterior kraniyal fossaya doğru uzanım gösteren GS ile uyumlu kitle saptandı. Kemik iliği ve beyin omurilik sıvısında
lösemik tutuluma rastlanılmadı. Doku biyopsisi GS ile
uyumlu geldi. Relaps tedavi protokolü başlanan hastanın
aile içi uygun donörü olmadığından başlatılan akraba dışı
HLA uygun donör taraması devam etmektedir.
Olgu 3: İki yaşında kız hasta periorbital ödem nedeni ile başvurduğunda bakılan kan sayımında anemi ve
trombositopeni saptanınca lösemi şüphesi ile tarafımıza yönlendirildi. Periferik kan yaymasında 8% atipik
hücre saptanınca yapılan kemik iliğinde > %30 miyeloblast olduğu görüldü. Sitogenetik inceleme de t(8;21) pozitif saptandı. AML protokolü başlanan hastanın indüksiyon sonrasında kemik iliği remisyonda idi. İdame tedavisi
sırasında sol postauriküler alanda kitlesi gelişen hastaya
yüksek doz metilprednizolon verilince kitle kaybolduğundan GS olarak değerlendirildi. Hastaya HLA tam uygun
kardeşinden KİT yapıldı ve halen sorunsuz izlenmektedir.
Sonuçlar: GS’un, AML’nin tanı ve/veya relapsında
karşımıza çıkabileceği ve kötü prognoza işaret ettiği unutulmamalıdır
Bildiri: 0361
Poster No: P218
SERVİKAL
SPİNAL
BÖLGEDE
İZOLE
GEÇ
EKSTRAMEDÜLLER
RELAPS
GELİŞEN
AKUT
LENFOBLASTİK LÖSEMİ OLGUSU. Talia İleri, Tuğba
İlhan Altan, Selin Aytaç, Barış Kuşkonmaz, Şule
Ünal, Mualla Çetin, Fatma Gümrük, Murat Tuncer.
Belgemen, Elif Ünal İnce, Hasan Fatih Çakmaklı,
Mehmet Ertem, Zümrüt Uysal. Ankara Üniversitesi Tıp
Hacettepe Üniversitesi, Hacettepe Tıp Fakültesi, Pediatrik
Hematoloji Ünitesi
Amaç: Granülositik sarkom (GS); immatür miyeloid hücrelerin kemik, yumuşak doku, cilt, lenf bezi gibi
dokulara göçü sonucu ortaya çıkan neoplastik bir oluşumdur. En sık akut miyeloid lösemi (AML) ile beraber görülmekle beraber tüm miyeloproliferatif durumlarda ortaya çıkabilir. GS; lösemiden önce ya da beraberinde görülebilir ve genellikle kötü prognoza işaret eder.
Burada, temporal kemik yerleşimli GS geliştiren 3 olgumuzu sunmaktayız.
Yöntemler: Olgu 1: Beş yaşında erkek hasta sol periferal fasiyal paralizi nedeni ile başvurduğunda çekilen
görüntülemesinde mastoid kemik içinde kitle saptanınca biyopsi yapıldı. Doku örneğinin immunohistokimyasal değerlendirilmesi; CD43 (+), CD68 (+), MPO (-) GS ile
uyumlu bulundu. Kemik iliğinde ve beyin omurilik sıvısında lösemik tutuluma rastlanılmadı ancak sitogenetik
olarak tüm metafazlarda inv (9)(p11q13) saptandı. AML
protokolü başlanan hastanın kitlesi indüksiyon ve konsolidasyon sonrası tamamen kayboldu. İdame tedavisine
geçildiğinde fasiyal paralizi tekrarladığından 20 Gy lokal
radyoterapi verildi ve AML BFM 2004 protokolüne geçildi. Fasiyal paralizisi gerileyen hastanın tanıdan 10 ay
sonra tedavi altında iken, şiddetli kemik ağrıları başladığı için çekilen uzun kemik MR görüntülemelerinde metafizlerde lösemik tutulum ile uyumlu bulgulara rastlanıldı.
Kemik iliği değerlendirmesinde 21% blast olduğu görüldü. Yüksek doz sitarabin içeren bir tedavi bloğu sonrası
kardeşinden kemik iliği nakli planlandı.
Olgu 2: İki yaşında erkek hasta sol temporal bölgede 8x9 cm boyutlarınde kitle nedeni ile başvurduğunda yapılan kemik iliği incelemesinde %62 oranında Auer
cisimciği içeren, HLA DR (-) miyeloblastlar olduğu görüldü. AML M3 tanısı konulan hastaya tedavi protokolü
Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı
Amaç: Leptomeningeal tutulum şeklinde SSS (santral
sinir sistemi) relapsı sık görülmesine karşın solid intraspinal kitle ile kendini gösteren izole ekstramedüller relaps
oldukça nadir görülen bir durumdur. Bu nedenle idame
tedavisi almakta iken izole olarak servikal spinal bölgede
relaps gelişen akut lenfoblastik lösemi (ALL)’li 14 yaşında
bir olgumuzu sunmak istedik.
Sonuçlar: OLGU: 12.5 yaşında ateş, solukluk, kemik
ağrılarıyla başvuran, hepatomegali, peteşi ve ekimozlar
saptanan kız hastada Hb: 10.6 g/dl, BK: 13.800/mm³,
PLT: 15.000/mm³, periferik yaymada %44, kemik iliğinde %74 blast saptanarak akut lösemi tanısı konuldu. PAS, MPO, asit fosfataz ve nonspesifik esteraz boyamaları negatif saptanan hastanın akım sitometri sonucu miyeloid varyant-pre-B ALL ile uyumlu bulundu.
Sitogenetik olarak (MLL ve t(9,22) dahil) hem iyi hem de
kötü prognostik risk faktörleri saptanmadı. Mediasten ve
SSS tutulumu olmayan hastaya yaşı nedeniyle Children’s
Oncology Group (COG) yüksek risk B prekürsör ALL tedavi protokolü (COG AALL 0232) başlandı. İndüksiyonun
29. gününde remisyon sağlandı ve kemoterapi protokolü
doğrultusunda konsolidasyon, ara idame I (yüksek doz5 gr/m²/doz, 2 hafta ara ile 4 doz metotreksat içeren) ve
geç intensifikasyon I tedavileri verildi. İdame tedavisinin
12. ayında (1. tam remisyon sonrası 19. ayda) sol el bileğinde ağrı, sol el 4. ve 5. parmaklarda uyuşma yakınmaları ile başvurdu. ENMG’de solda C5-6’da kök lezyonu ve
distal aksonal polinöropati saptandı. Servikal vertebra
MRI’da C7-T1’de nöral foramenleri infiltre eden 2x1 cm
büyüklüğünde yumuşak doku lezyonu görüldü ve beyin
cerrahisi bölümünde tamamen çıkarıldı. Histopatolojik
olarak prekürsör lenfoblastik lösemi, immünhistokimyasal olarak Pre-B ALL ile uyumlu bulunması üzerine kitlenin ALL-ekstramedüller relapsı olduğuna karar verildi.
144
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bu dönemde ve sonraki iki kontrolde beyin omurilik
sıvısı ve kemik iliği tutulumu yoktu. Çekilen torakallumbosakral MRI, torako-abdomino-pelvik BT, kraniyal MRI ve total vücut PET incelemeleri normal bulundu. İzole geç ekstramedüller (servikal spinal) relaps olarak kabul edilerek yüksek doz metotreksat (5 gr/m²) ve
yüksek doz sitozin arabinozid (3 gr/m²/doz, 12 saatte bir
4 doz, 3 hafta ara ile) içeren COG ALL geç izole ekstramedüller relaps tedavi protokolü (COG AALL 02P2) başlandı
ve aynı zamanda lezyon bölgesine lokal radyoterapi uygulanması planlandı.
Tartışma: SONUÇ: ALL’li hastalarda ekstramedüller relaps en sık SSS ve testislerde görülür. Nadiren izole
meme, prostat, over, konjuktiva, sinüs, böbrek ve intraspinal relapslar da bildirilmiştir. Kraniyal tutulum
olmaksızın izole solid intraspinal kitle şeklindeki relapslar oldukça nadir olup, konsolidasyon döneminde yüksek doz metotraksat tedavisi sonrası görülmemektedir. Olgumuz ara idame I tedavisi sırasında yüksek doz
metotreksat tedavisi almasına rağmen, idame tedavisi altında servikal spinal bölgede izole geç ektramedüller relaps gelişmiş nadir bir olgu olması nedeniyle sunulmaktadır.
Bildiri: 0471
Poster No: P219
ÇOCUKLUK ÇAĞINDA JUVENİL MİYELOMONOSİTİK
LÖSEMİ. Barbaros Şahin Karagün, Yurdanur Kılınç,
Atila Tanyeli, Ali Bülent Antmen, Hatice İlgen Şaşmaz,
İbrahim Bayram. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi
Amaç: Çocukluk çağında JMM(juvenil miyelomonositik lösemi) bebeklik ve erken çocukluk çağında görülen, özelliklemonositik ve granülositik seride aşırı proliferasyonla seyreden klonal bir hemopoetik bozukluktur.
Belirgin hepatosplenomegali en önemli klinik bulgudur.
Tüm hastalarda absolü monositoz, anemi ve trombositopeni ile birlikte belirgin lökositoz vardır. Prognoz yönünden dikkatle izlenmesi gereken hastalar grubudur.
Yöntemler: CBC, PY, kemik iliği aspirasyon yayması rutin ve spesifik boyaları, akım-hücre ölçerde hücre
gruplarının tanımlanması
Sonuçlar: Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
Pediatrik Hematoloji ve Pediatrik Onkoloji Klikleri’nde
tedavi edilen toplam 13 JMML’li hasta dokümante edilmiştir. Veriler hasta kayıtlarından klinik ve laboratuar
kayıtları retrospektif olarak derlendi. Hastalardan hiçbirinin uygun kök hücre vericisi yoktu. Hastaların E/K oranı
5/8;en küçüğü 1aylık, en büyüğü 24 aylık idi. Tanı sırasında 6 hasta 12 aylıktan büyük idi. Bütün hastalar farklı ajanlarla karşılaştırmalı tedavi rejimleri aldılar. Bunun
nedeni başvuru sırasında uygulanan standart tedavi protokollerinin hastalar için farklı olmasıydı.
Tartışma: Hastalardan 7’si sepsis nedeni ile,2 hasta
izlemde yitirilmiş, 4 hasta remisyonda veya tedavide
yaşamını sürdürmektedir.
Transfüzyon Tıbbı/ Aferez/ Hücre İşlenmesi
Bildiri: 0487
Poster No: P220
KARDİYOPULMONER
BYPASIN
DOLAŞIMDAKİ
ENDOTELİYAL
ÖNCÜL
HÜCRE
ORANLARINA
ETKİSİNİN
ARAŞTIRILMASI.
Çağdaş
Baran 1,
Klara Dalva2, Serkan Durdu1, Çağın Zaim1, Pervin
Topçuoğlu2, Önder Arslan2, Ahmet Rüçhan Akar1.
1
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar
Cerrahisi, Ankara, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Dahiliye/Hematoloji, Ankara
Amaç: Bu çalışmada, koroner arter bypass cerrahisine (KABG) alınan hastalarda kardiyopulmoner baypasın
(KBP) etkisiyle endoteliyal öncül hücre (EÖH) miktarlarındaki değişim ölçülerek, perioperatif süreçte klinik verilerle arasındaki bağlantı araştırılmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya, Şubat 2010-Mayıs 2010 tarihleri arasında KPB eşliğinde izole koroner arter bypass
cerrahisi yapılan 50 ardışık hasta (32 erkek/18 kadın,
yaş: 61.2±7.6, 45–75) alınmıştır. Bir ay içinde geçirilmiş miyokard enfarktüsü, acil cerrahi, konkomitan kardiyak cerrahi prosedür gereksinimi, kronik böbrek, karaciğer, immun sistem hastalığı bulunan hastalar çalışma
dışı bırakılmıştır. Çalışmanın primer sonlanım noktası üç
farklı zamanda (preoperatif, Z1; postoperatif 6. saat, Z2;
ve postoperatif 5. Gün, Z3) EÖH miktarları (hücre/100μl)
olarak belirlenmiştir. EÖH’ler, venöz kan örneklerinin
flow sitometrik analiz yöntemi ve antijen kapılama tekniğiyle (CD34+, VEGFR2+, CD133+, CD45-) saptanmıştır. Sekonder sonlanım noktaları, yüksek duyarlı akut
faz reaktanı (hsCRP) ölçümleri, hastalardaki klinik verilerin kaydedilmesi ve bunlarla EÖH miktarları arasında
yorumların yapılmasıdır.
Sonuçlar: EÖH ölçümleri 3 farklı zaman noktasında anlamlı farklılıklar göstermiş olmakla birlikte postoperatif 6. saatte pik yapmıştır. (Z1, 194.2±40.0; Z2,
362.7±144.4; Z3, 243.2±73.4, p < 0.001). Paralel olarak
hastaların hsCRP düzeylerindeki değişim (Z1, 2.2±1.5;
Z2, 96.9±3.6; Z3, 11.4±4.1, p < 0.001) EÖH sayılarıyla anlamlı olarak korelasyon göstermiştir. Postoperatif
takiplerde 7 hastada atriyal fibrilasyon (AF) gözlenmiştir.
AF’a giren 7 hastanın EÖH sayıları sinüs ritmini koruyan 43 hasta ile karşılaştırıldığında postoperatif 6. saatteki EÖH sayısı istatistiksel olarak düşük bulunmuştur
(260.2±120.7 vs 379.4±142.1, p=0.043)
Tartışma: Koroner baypas cerrahisine alınan hastalarda EÖH miktarları postoperatif 6. saatte yaklaşık 2.0
kat yükselmekte ve postoperatif 5. gün preoperatif değerlere yaklaşmaktadır. Bu çalışma; kardiyopulmoner bypas
sonrası postoperatif AF gelişimi ile yetersiz EÖH salınımı
ve inflamatuvar mediyatörler arasında bir ilişki olduğunu
ortaya koymaktadır.
Bildiri: 0097
Poster No: P221
10 YILLIK TERAPÖTİK AFEREZ SONUÇLARIMIZ.
Gürhan Kadıköylü1, İrfan Yavaşoğlu1, Ayça Özkul2,
Ali Akyol2, Vahit Yükselen3, Engin Güney4, Zahit
Bolaman1. 1Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Bilim Dalı, Aydın, 2Adnan Menderes Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı, Aydın, 3Adnan
Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Gastroenteroloji Bilim
Dalı, Aydın, 4Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Endokrinoloji Anabilim Dalı, Aydın
Amaç: Terapötik aferez (TA); hematoloji, onkoloji,
nöroloji, immunoloji-romatoloji, dermatoloji, nefroloji ve
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
145
POSTER BİLDİRİLER
endokrinolojide çeşitli hastalıklar ve sendromların tedavisinde birincil ya da yardımcı tedavide etkin olarak kullanılan bir tedavi şeklidir. Bu geriye dönük çalışmada
Tıp fakültemizde yapılan 10 yıllık TA endikasyonları ve
komplikasyonları içeren sonuçları değerlendirildi.
Yöntemler: 2000-2010 yılları arasında Adnan
Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesinde 90 hastaya (51
erkek, yaş ortalaması 53±16 yıl) olan 612 TA işlemi gerçekleştirildi. ASFA 2007 kriterlerine göre kategoriler ve
komplikasyonlar değerlendirildi. İşlem öncesi ve sonrası
hematolojik parametreler SPSS 14.0 kullanılarak twopaired student-t testi ile karşılaştırıldı ve p<0.05 olan
değerler anlamlı kabul edildi.
Sonuçlar: ASFA 2007 kriterlerine göre değerlendirildiğinde; hepsi Kategori-II olan 17 miyeloproliferatif hastaya (13’ü esansiyel trombositemi, 4’ü polistemia vera)
25 işlem terapötik tromboferez işlemi yapıldı. 11 hastaya
(6’sı akut miyeloid, 3’ü akut lenfoblastik, 1’er tanesi kronik lenfositik ve kronik miyeloid lösemi) 10’u KategoriIII, 5’i kategoriye girmeyen toplam 15 terapötik lökoferez işlem uygulandı. 58 hastaya 556 terapötik plazma değişimi (TPD) yapıldı. TPD yapılan hastalar; nörolojik (9 Guillain-Barre, 4 kronik inflamatuar demiyelinizan polinöropati, 1’er tane paraneoplastik sendrom ve
miyastenia gravis) hematolojik (11 trombotik trombositopenik purpura, 7 multipl miyelom, 1 akut miyeloid lösemi), immunolojik-romatolojik (7 sistemik lupus eritematozis, 1 katastrofik antifosfolipid sendromu), metabolik (9
hipertrigliseridemi ve 3 hipertrigliseridemiye bağlı akut
pankreatit), nefrolojik (1 mikroskobik poliarteritis nodosa) ve dermatolojik (pemfigus vulgaris) idi. 556 TPD işleminin 510’u kategori-I, 5’İ Kategori-II, 14’ü Kategori-II, 5’i
Kategori-III, 1’i Kategori-IV ve 25’i de kategoriye girmiyordu. Çift filtrasyon ASFA 2007’ye göre kategorize edilmemiş 4 hastaya (2 hipertrigliseridemi, 1’er AML-trombosit
direnci ve pemfigus vulgaris) 16 işlem yapıldı. Terapötik
tromboferez sonrası hemoglobin ve lökosit değerleri
değişmez iken (p>0.05), trombosit sayısı istatistiksel olarak anlamlı derecede 1.465±455x103 ‘den 935±305x103
‘e düştü (p<0.001). Terapötik lökoferez sonrası hemoglobin ve trombosit sayısı değişmezken (p>0.05), lökosit
sayısı istatistiksel olarak anlamlı derecede 235±137x103
‘den 203±122x103 ‘e düştü (p=0.035). TPD ise hematolojik parametreleri etkilemedi (p>0.05). TA işlemlerinin
%90’nında santral ven kullanıldı. TA işlemleri sırasında
%13 komplikasyon izlendi ve işlemlerin %3’ü sonlandırılamadı. En sık ortaya çıkan komplikasyon vasküler-cihaz
ilişkili (%3) ve hipotansiyon (%4) idi. TA işlemleri arasında komplikasyon bakımından fark saptanmadı (p>0.05).
Tartışma: Merkezimizde yapılan TA işlemlerinin çoğu
hematolojik, nörolojik ve metabolik hastalıklarda yapılmakta ve ASFA 2007 kriterlerine uygun olmaktadır.
Bildiri: 0182
Poster No: P222
GUİLLAİN BARRE SENDROMLU HASTALARDA
PLAZMAFEREZ ETKİNLİĞİ: TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
HASTANESİ KAN MERKEZİ DENEYİMİ. Hakkı Onur
Kırkızlar1, Selahattin Kat2, Seval Akpınar1, Nilda
Turgut2, Kemal Balcı2, Baburhan Güldiken2, Muzaffer
Demir1. 1Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Ana Bilim Dalı Hematoloji Bilim Dalı, 2Trakya Üniversitesi
Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı
Amaç: Guillian Barre Sendromu (GBS), periferik
sinirleri hedef alan bir grup immun aracılıklı hastalığı
tanımlar. Klinik olarak hızlı ve progresif seyirli, assendan paralizi ile arefleksinin eşlik ettiği ve hızla solunum
146
yetersizliğine ilerleyebilen bir tablodur. Tedavisinde plazmaferez ve intravenöz immunglobulin (İVİG) gibi imunmodulatör tedaviler tercih edilmektedir. Tromboza eğilimi olan ve hemodinamik açıdan stabil olmayan hastalarda İVİG tercih edilirken; ilk semptomun ortaya çıkışı
ile progresyon arasında geçen süre kısa olan hastalarda
plazmaferez ön planda tercih edilmektedir. İleri yaş (>60
yaş), solunum desteği ihtiyacı, hızlı progresyon (<7 gün)
ve aksonal tutulum kötü prognoza işaret eder.
Yöntemler: Kasım 2008 ile Temmuz 2010 yılları arasında Trakya Tıp Fakültesi Nöroloji Bilim Dalı’nda GBS
tanısı ile izlenen 8 hastaya plazmaferez tedavisi uygulandı. Bu hastaları incelediğimizde; 2 kadın, 6 erkek hastamız vardı. Hastaların yaş ortalaması 53.25 yıl (25-73)’dı.
Hastaların ilk başvuru anında 6’sında el ve ayaklarda
uyuşma, 1 hastada karın ağrısı ve 1 hastada ishal şikayeti mevcuttu. Hastaların hepsinde tanı anında motor
defisit vardı. 8 hastadan 4’ünde progresyon ve solunum
yetersizliği nedeniyle mekanik ventilasyon ihtiyacı duyuldu. Hastaların 7’sinde plazmeferez sırasında albumin
kullanılırken 1 hastada taze donmuş plazma kullanıldı.
8 hastaya toplam 36 seans plazmaferez (ortalama 4.5) ve
hepsi 1 volüm olacak şekilde uygulandı. Plazmeferez sırasında hastalarda elektrolit dengesizliği, katater ve antikoagulan ile ilişkili yada infeksiyona bağlı bir komplikasyon
gelişmedi. Üç hastada plazmeferez öncesi İVİG uygulandı.
GBS tanısı ile plazmeferez uygulanan 8 hastadan 2’si
tedaviye rağmen hayatını kaybetmiştir. Geri kalan 6 hastadan 3’ünde tedavi sonrası gerilemesine rağmen motor
defisit devam ederken diğer 3 hastada motor defisit saptanmadı.
Sonuçlar: GBS mevcut tedavi rejimlerine rağmen
progresif seyredebilen ve yaklaşık %8-12 arasında mortalite ile sonuçlanabilen bir hastalıktır. Plazmaferez ihtiyacı olan 8 hastanın 2’si hayatını kaybetmiştir (ortalama %25). Ancak hayatını kaybeden 2 hasta da tanı anında kötü prognoz ölçütlerini taşımaktaydı. Aynı zamanda
plazmaferez ve İVİG birlikte uygulanmasının klinik yarar
sağladığına dair bir çalışma olmamakla birlikte, iki tedavi
rejimini birlikte uygulanmış olan 3 hastanın 2’sinin hayatını kaybetmesi bu görüşü desteklemektedir.
Tablo 1. Guillan Barre Sendromunda Plazmaferez
Hasta 1
Hasta 2
Cinsiyet
K
E
K
E
E
E
E
E
Yaş
64
51
70
25
46
73
74
27
El ve
ayakta
uyuşma
İshal
Karın
Ağrısı
Motor Defisit
Var
Var
Var
Var
Var
Var
Var
Var
Mekanik Ventilasyon
Var
Var
Yok
Yok
Yok
Var
Var
Yok
İVİG
Yok
Yok
Var (5 gr)
Yok
Yok
Plazmaferez
Var
Var
Var
Var
Var
Var
Var
Var
Siklus sayısı
5 defa
3 defa
4 defa
6 defa
4 defa
8 defa
2 defa
4 defa
Albumin
Taze
Donmuş
Plazma
Albumin
Albumin
Tedavi Sonrası
Motor Defisit
Var
Var
Yok
Yok
Yok
Var
Var
Yok
Prognoz
Sağ
Sağ
Sağ
Sağ
Sağ
Exitus
Exitus
Sağ
İlk Şikayet
Replasman Sıvısı
Hasta 3 Hasta 4 Hasta 5 Hasta 6
Hasta 7
Hasta 8
El ve
El ve
El ve El ve ayakta El ve
ayakta
ayakta
ayakta
uyuşma
ayakta
uyuşma uyuşma uyuşma
uyuşma
Var (2 gr) Var (5 gr)
Albumin Albumin Albumin Albumin
Yok
Guillain barre sendromunda plazmaferez yapılan hastaların özeti
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0255
Poster No: P223
GEBELİKTE
HİPERTİROİDİNİN
OPERASYONA
HAZIRLIĞINDA PLAZMAFEREZ. Yeliz Kömürcü1,
Neslihan Soysal1, Hakkı Onur Kırkızlar2, Seval
Akpınar2, Atakan Sezer3, Betül Ekiz Bilir1, Muzaffer
Demir2. 1Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Ana Bilim Dalı, Endokrinoloji Bilim Dalı, Edirne, 2Trakya
Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı,
Hematoloji Bilim Dalı, Edirne, 3Trakya Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı, Edirne
Amaç: Gebelikte hipertirodinin tedavisi sırasında birçok problemle karşılaşılabilinir. Antitiroid ilaçlar ve iyoditler plasentayı geçerek fötüste guatr ve hipotiroidizme
yol açabilir. Beta-blokerlerin uzun süreli kullanımı ise
plasentanın küçük kalmasına, rahim içi gelişme geriliğine, fötüste bradikardi ve hipoglisemiye neden olabilir.
Tiroid hormon sentezini ve salınımını bloke ederek tiroid hormonlarını normal düzeye indirmek günler sürebilir. Tiroid hormonlarının düzeyini hızlı bir şekilde düşürmenin gerekli olduğu klinik durumlarda ise plazmaferez
uygulaması etkin ve güvenilir bir yöntemdir.
Yöntemler: 22 yaşında ve 14.gebelik haftasında olan
kadın hasta, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın
Doğum ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Polikliniği’ndeki
rutin kontrolleri sırasında Serbest T3 (FT3): 5.61 pq/
ml, Serbest T4 (FT4): 1.73 nq/dl ve Tiroid Stimule
eden Hormon (TSH): <0.015mIU/ml saptanması üzerine Endokrinoloji Polikliniği’nde takip edilmeye başlandı.
Hastanın bakılan Tiroid Stimüle Edici Hormon Reseptör
Antikoru (TRAb): 42.54 U/l saptandı. Tiroid ultrason
(USG) incelemesinde; tiroid sağ lob 16x19x43 mm, sol lob
18x20x45 mm ve isthmus 2 mm olarak ölçüldü; her iki
lob heterojen yapıdaydı ve nodül izlenmedi. Hasta mevcut
kliniği ile Graves Hastalığı olarak değerlendirilerek propiltiourasil (PTU) tablet 3x1 başlandı. Ancak tedavinin ikinci haftasında hastanın ellerinden başlayarak, tüm vücuda yayılan kaşıntı, kızarıklık ve özellikle göz çevresi ve
dudaklarda olmak üzere tüm vücutta şişme olması üzerine acil servise başvuran hastada; PTU kullanımına bağlı
anjioödem düşünüldü. PTU kesilerek düşük doz steroid
ve antihistaminik tedavisi yapıldı. Düşük doz beta bloker
ile yakından izlenen hastaya hipertiroidiye yönelik medikal tedavi verilemememesi ve 2.trimester içinde olması
üzerine total tiroidektomi yapılması planlandı. Gebeliğin
18.haftasında olan hastaya operasyon öncesi ötiroidi sağlamak icin plazmaferez yapılmasına karar verildi. Iki siklusda replasman sıvısı olarak taze donmuş plazma ve bir
siklusda albumin kullanılarak toplam 3 siklus 1 volüm
ile plazmaferez yapıldı. Plazmaferez işlemleri öncesinde ve sonrasında Kadın Doğum ve Hastalıkları Anabilim
Dalı, tarafından anne ve fötüs kontrol edildi. İşlem sırasında elektrolit dengesizliği, kateter yeri ve antikoagülan
ile ilgili komplikasyon gelişmedi. Plazmaferez işlemi bitiminde hastada FT3: 3.82 pq/ml FT4: 1.58 nq/dl ve TSH:
0.02 mIU/ml saptandı. Hastaya Genel Cerrahi Anabilim
Dalı,’da total tiroidektomi operasyonu yapıldı. Operasyon
sonrası hastada ve fötüste komplikasyon gelişmedi.
Sonuçlar: Gebelik gibi ilaç kullanımının riskli olduğu durumlarda plazmaferez ile otoimmun antikorların
ve toksik ürünlerin kandan geçici bir süre ile uzaklaştırılması asıl tedaviye hazırlık açısından oldukça önemlidir. Plazmaferez ile hastaların operasyona hazırlığı da
önemli bir seçenektir. Literatürde oldukça nadir görülen
bu olgu sunumunda gebe ve hipertiroidili hastanın operasyona hazırlığı anne ve fötüs açısından sorunsuz olarak gerçekleştirildi.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0276
Poster No: P224
EDİNSEL HEMOFİLİ TEDAVİSİNDE BONN-MALMÖ
PROTOKOLÜ: OLGU SUNUMU. Suphi Başlar1, Aynur
Uğur Bilgin1, Muhit Özcan1, Erol Ayyıldız2, Osman
İlhan1. 1Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi
Hematoloji Bilim Dalı, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi Hemaferez Ünitesi
Amaç: Burada kliniğimize burun kanaması, vücutta
yaygın morluklar, idrarda kanama yakınmaları ile başvuran ve edinsel hemofili tanısı alarak tedavi edilen 78
yaşında bir erkek hasta sunulmuştur.
Yöntemler: Hastanın fizik muayenesinde çok sayıda
ekimoz ve hematom saptandı. Anormal laboratuar bulguları; Lökosit: 12,3x109/L, hemoglobin: 7,3 g/dl, aPTT:
157sn şeklindeydi. Hastanın bu bulguları ve yüksek aPTT
değerinin karışım testi ile normale dönmemesi pıhtılaşma faktörlerine karşı inhibitör gelişimini düşündürmekteydi. Bunun üzerine yapılan tetkiklerinde faktör VIII: C
aktivitesi: %3,9 ve faktör inhibitörü düzeyi: 9,6 BU tespit edildi ve hastaya Edinsel Hemofili A tanısı konuldu.
Etyolojiye yönelik yapılan araştırmalarda herhangi bir
patolojik duruma rastlanmadı. Özgeçmişinde kronik obstrüktif akciğer hastalığı vardı.Kanamayı kontrol etmeye
yönelik Rekombinan FVIIa (rFVIIa NovoSeven®) 0,09g/
kg (3 kez) uygulandı. Akut kanama problemi düzelen ve
takibe alınan hastanın poliklinik izleminde yapılan tetkik sonuçlarında faktör VIII: C ve faktör İnhibitör düzeyleri %0,4 ve 44 BU gelmesi üzerine immünsüpresif tedavi
(siklofosfamid 1 mgr/kg/gün ve metil-prednizolon 1mgr/
kg/gün) başlanmasına karar verildi. Klinik olarak tedaviye yanıt alınmadığı düşünülen hastanın 1. ayında yapılan kontrol tetkik sonuçları; faktör VIII: C aktivitesi ve
inhibitör düzeyi 2% ve 52,8 BU olarak geldi. Bunun üzerine hastaya Bonn-Malmö Prototokolü [immünadsorbsiyon 1-5 gün, 0,3g/kg intravenöz immünglobulin 5-7 gün,
faktör VIII replasmanı (düzeyi %50-80 arasında tutulacak şekilde) 100Ü/kg her 6 saatte bir, oral siklofosfamid
1mg/kg/gün ve metil-prednizolon 1mg/kg/gün] uygulanmasına karar verildi.
Sonuçlar: Tedavinin 2. gününden itibaren klinik olarak kanama problemi kalmayan hastanın laboratuar
bulguları 3. günde normal sınırlar (aPTT: 31,3 sn, faktör VIII: C: % 81,7 ve faktör inhibitörü yok) içerisindeydi.
İmmünsüpresif tedavileri poliklinik takiplerinde azaltılarak kesilen hasta şu anda tedavinin 3. ayında olup klinik ve laboratuar olarak sorunsuz olarak izlenmektedir.
Tartışma: Edinsel hemofili koagulasyon faktörlerine
karşı gelişen otoantikorların neden olduğu otoimmün bir
hastalık olup son derece nadir görülen bir kanama hastalığıdır. Etyolojisinde başta otoimmün hastalıklar, maligniteler gibi bir çok neden sıralanmakla birlikte olguların % 50 sinde herhangi bir neden gösterilememektedir. Burada kliniğimize burun kanaması, vücutta yaygın
morluklar, idrarda kanama yakınmaları ile başvuran ve
edinsel hemofili tanısı alarak tedavi edilen 78 yaşında bir
erkek hasta sunulmuştur. Burada faktör replasmanı ve
immunsupresif tedaviye yanıt alınmayan, Bonn-Malmö
Prototokolu ile yanıt alınan bir hasta sunulmuştur.
Sonuç olarak olgumuzda da izlenildiği üzere mevcut tedavilere yanıtsız olgularda immünadsorsiyonun dahil olduğu kombinasyon tedavisinin uygulanması hastayı tedavi ederek kanama komplikasyonlarının getireceği ölüm
riskinden korumakla birlikte sürekli faktör replasmanı
sonucu oluşacak maddi yükü ortadan kaldırmaktadır.
147
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0183
Poster No: P225
PANDAS
SENDROMUNDA
PLAZMAFEREZİN
ETKİNLİĞİ: OLGU SUNUMU. Hakkı Onur Kırkızlar1,
Yasemin Küçükuğurluoğlu2, Seval Akpınar1, Serap
Karasalihoğlu2, Muzaffer Demir1. 1Trakya Üniversitesi
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Hematoloji
Bilim Dalı, 2Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı
Amaç:
PANDAS
(Pediatric
Autoimmune
Neuropsychiatric Disorder Associated with group A streptococci) sendromu nadir görülen streptokok infeksiyonun yol açtığı çocukluk çağı otoimmun nöropsikiyatrik bir hastalıktır. Hastalık geçirilmiş bir A grubu beta
hemolitik streptokok infeksiyonu sonrası gelişen obsesif kompulsif bozukluk ya da Tourette sendromu benzeri tik hareketlerinin oluşumu ile ortaya çıkar. Ulusal Ruh
Sağlığı Enstitüsü’ne (NIMH) göre tanı sırasında; obsesif/
kompulsif bozukluk veya tik bozukluğu, 3 yaş ile ergenlik arasında başlaması, aniden başlaması veya dramatik
alevlenmelerle karakterize olması, başlangıç yada alevlenme ile streptokok infeksiyonu arasında zamansal ilişki olması ve alevlenme sırasında anormal nörolojik bulguların var olması gerekmektedir. Tedavi olarak steroid,
antibiyoterapi ve immunomodulatör (İntra Venöz İmmun
Globulin-IVIG ve plazmaferez) kullanılmaktadır.
Yöntemler: 12 yaşındaki erkek hasta yaklaşık Mart
2007’den beri PANDAS sendromu tanısı ile Trakya Tıp
Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı tarafından izlem ve tedavisi yapılmaktadır. İlk tanı sonrası hasta karbamazepin,
fenitoin, valproat, propranolol ve aylık benzadin penisilin profilaksisi altında izlenirken atak nedeniyle ilk olarak tedavisinin 6. ayında, Eylül 2007’de pulse steroid
uygulanmış. Arada alevlenmeler nedeniyle Kasım 2007
ve Ağustos 2008’de pulse steroid tedavisi tekrarlanmış.
Pulse steroide rağmen hastanın tik bozukluğunda artma
olması üzerine Kasım 2008’de pulse steroide ek olarak
İVİG (1 gr/kg/gün/2 gün) uygulanmış. Hastanın takiplerinde tik hareketleri nedeniyle kullandığı antipsikotik ve
antikonvulzif ilaçlar kesilerek risperidon, topimarat, klomıpramin hidroklorür, paroksetin ve pimozide başlanmış. Ancak medikal tedavi altında semptomlarında ilerleme olması nedeniyle hasta Ağustos 2009’da ileri tetkik ve
tedavi için interne edildiğinde, hastaya plazmaferez uygulanmasına karar verildi. Hastaya intravenöz katater takılıp, replasman sıvısı olarak albumin kullanılarak 1 volüm
ile 5 seans plazmaferez uygulandı. İşlem sırasında hastanın elektrolit dengesizliği, katater yeri ve antikoagulan ile
ilişkili komplikasyon gelişmedi. Hastanın 5 seans sonrası
tik bozukluğunda belirgin azalma saptandı. Hasta yaklaşık bir yıldır mevcut antipsikotik ve antikonvulzif tedavisi
altında yeni bir alevlenme atağı olmadan polikinik takipleri devam etmektedir.
Sonuçlar: Plazmaferez ile B lenfosit hücrelerinin
reseptörleri veya Fc reseptörleri aracılığıyla hücre içi iletişimi başlatan immunglobulinler ve immunomodulatör etkiler gösteren sitokinler yada hormonlar vücuttan
uzaklaştırılır. Bunun sonucunda PANDAS sendromunu
tetikleyen immun mekanizmaların önüne geçilebilinmektedir. Nadir görülen bir hastalık olması ve plazmaferez
tecrübelerinin bu olgularda az olması nedeniyle PANDAS
sendromunda plazmaferezin etkinliğini belirleyen daha
fazla olgu sunumlarına ihtiyaç vardır.
148
Trombosit Bozuklukları/Tromboz ve Antitrombotik
Tedavi
Bildiri: 0407
Poster No: P226
SARKOMLU
HASTALARDA
EDİNSEL
AKTİVE
PROTEİN C REZİSTANSI. Nur Soyer1, Burçin Keçeci2,
Zuhal Eroğlu3, Serra Kamer4, Çağrı Özçelik2, Seçkin
Çağırgan1, Murat Tombuloğlu1, Dündar Sabah2, Ayhan
Dönmez1. 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim
Dalı, İzmir, 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ortopedi ve
Travmatoloji Anabilim Dalı, 3Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 4Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı
Amaç: Kanserli hastalarda artmış tromboz riskinin
edinsel aktive protein C rezistansı (eAPCR) ile ilişkisi gösterilmesine rağmen Sarkomlu hastalarda ayrıntılı bilgiler
yoktur. Çalışmamızda sarkomlu hastalarda klinik olarak
saptanabilen tromboz sıklığını ve eAPCR (tanı ve tedavileri sonrasında) varlığını araştırdık.
Yöntemler: Ocak 2007 ve Haziran 2009 yılları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji
kliniğinde sarkom tanısı alan 52 hasta (tanı ve tedavi sonrası dönemde) ile 52 sağlıklı kontrol (yaş ve cinsiyet uyumlu) olgusu ileri dönük olarak (etik kurul karar
no: 06-6.1/9, kullanılan kitlerin desteği: Roche müstahzarları sanayi) onam formları alındıktan sonra çalışmaya
kabul edilmiştir. Normalize APC sensitivite oranı (nAPCSO) ve FV Leiden (FVL) mutasyonu bakılarak eAPCR gelişen vakalar ortaya konmuştur. Ayrıca hastaların Faktör
(F) V ve FVIII düzeyleri belirlenmiştir. İstatistik değerlendirmelerde nonparametrik yöntemler kullanılmış, anlamlılık eşik düzeyi p= 0.05 olarak kabul edilmiş ve sonuçlar
ortanca (sınır) olarak sunulmuştur.
Sonuçlar: Hastaların tanı döneminden tedavi sonrası
döneme kadar geçen takip süreleri 6.5 (3 – 13) ay bulundu. Altısı hasta grubunda olmak üzere 12 (% 11.6) olguda FVL mutasyonu saptandı. Değerlendirmeler bu olguların dışlanmasından sonra yapıldı. Uygulanan tedavilere dirençli bir (% 2.17) hastada klinik olarak saptanabilen
tromboz izlenirken kontrol grubunda tromboz izlenmedi.
nAPCSO değerleri tanı (% 87.25), tedavi sonrası (% 94.35)
ve kontrol grubunda (% 106) farklı (p< 0.0001) bulundu.
eAPCR gruplara göre sırasıyla % 13, % 0 ve % 4.2 olarak
saptandı. FVIII düzeyleri gruplar arasında farklı bulunmazken, FV düzeyleri tedavi sonrasında (178.1 U/dl) tanı
dönemine (147.5 U/dl) göre anlamlı yüksek bulundu (p<
0.001). Tedavi sonrası dönemdeki hastaların FV düzeyleri ile nAPCSO değerleri arasında tersine ilişki (r= -0.38,
p< 0.02) saptandı. nAPCSO değerleri hasta grubumuzda, tedavi sonrasında tanı dönemine göre anlamlı yükselmesine karşın tromboz saptanan hastamızda tedavi
sonrası dönemde (% 79) tanı dönemine (% 91) göre belirgin azalmıştır.
Tartışma: Sarkomlu hastalarda (a) yakın zamanda
yayınlanan geriye dönük çalışmalar ile uyumlu olarak
artmış VTE sıklığını, (b) literatürde ilk olarak tanı ve tedavi sonrası dönemde nAPCSO düşüklüğünü, (c) tanı sırasındaki eAPCR oranının (% 13) kontrol grubuna (% 4.2)
göre yüksek olduğunu ve (d) bu yüksek orandaki eAPCR
varlığının tedavi sonrasında kaybolduğunu (% 0, bakılamayan bir hasta hariç) ortaya koyduk. Ayrıca ilerleyici hastalığı olan olgularda nAPCSO değerlerindeki belirgin düşüşün tromboz yönünden uyarıcı bir faktör olabileceği düşünülmüştür.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0209
Poster No: P227
RENAL
TRANSPLANTASYON
HASTALARINDA
KALSİNÖRİN İNHİBİTÖRLERİNİN ENDOTEL VE
TROMBOSİT FONKSİYONLARİ ÜZERİNE ETKİSİ.
Garip Şahin1, Meltem Olga Akay2, Cengiz Bal3, Ahmet
Uğur Yalçın1, Zafer Gülbaş2. 1Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi, Nefroloji Bilim Dalı, Eskişehir, 2Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi, Hematoloji Bilim Dalı, Eskişehir,
3
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Biyoistatistik Ana
Bilim Dalı, Eskişehir
Amaç: Posttransplant dönemde kardiyovasküler mortalite renal transplant alıcılarında önemli bir sorundur.
Konvansiyonel koroner risk faktörlerine ilave olarak koagulasyon anormallikleri renal transplant alıcılarında izlenen hiperkoagulabl durumdan sorumludur. Renal transplantasyon renal fonksiyonları düzelterek kardiyovasküler risk faktörlerini azaltmakla beraber immünsüpresif ajanların kullanımına bağlı yeni kardiyovasküler risk
gelişimine neden olabilir. Çalışmamızda, renal transplantasyon hastalarında kalsinörin inhibitörlerinin endotel
fonksiyonu, trombosit aktivasyonu ve trombosit agregasyonu üzerine etkisi araştırıldı.
Yöntemler: Siklosporin/mikofenolat mofetil/metilprednizolon kullanan 37 hasta ve takrolimus/mikofenolat mofetil/metilprednizolon kullanan 25 hasta olmak
üzere toplam 62 renal transplant alıcısı ve 16 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Hasta ve kontrol grubunda tam kan sayımı, protrombin zamanı (PT), aktive
parsiyel tromboplastin zamanı (APTT), fibrinojen düzeyi,
D-Dimer, açlık kan şekeri, lipid profili, asimetrik dimetil arjinin (ADMA), sP-selektin düzeyleri ve optik agregasyon yöntemi ile agonist olarak kollajen, adenozin difosfat
(ADP), ristosetin ve epinefrin kullanılarak trombosit agregasyon testleri değerlendirildi.
Sonuçlar: ADMA düzeyi siklosporin kullanan hastalarda takrolimus kullanan hastalar ve sağlıklı kontrollere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek
saptandı (p<0.05). Tüm agonistler (kollajen, ADP, ristosetin, epinefrin) ile indüklenen trombosit agragasyonu siklosporin kullanan hastalarda takrolimus kullanan hastalar ve sağlıklı kontrollere göre düşük saptandı
ancak istatistiksel olarak anlamlı bir fark elde edilmedi
(p>0.05). Siklosporin düzeyi ile ADP ile indüklenen trombosit agregasyonu (r = -0.43, p<0.01), ristosetin ile indüklenen trombosit agregasyonu (r = -0.40, p<0.05), epinefrin ile indüklenen trombosit agregasyonu (r = -0.41,
p<0.05) ve kollajen ile indüklenen trombosit agregasyonu
(r = -0.43, p<0.01) arasında negatif korelasyon saptandı. sP-selektin düzeyleri siklosporin kullanan hastalarda
takrolimus kullanan hastalar (p<0.05) ve sağlıklı kontrollere (p<0.01) göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek saptandı.
Tartışma: Renal transplant hastalarında siklosporin
kullanımının trombosit aktivasyonu ve endotel disfonksiyonuna neden olarak posttransplant dönemde izlenen
kardiyovasküler mortalite artışından sorumlu olabileceğini diüşünmekteyiz.
Bildiri: 0359
Poster No: P228
GLANZMAN
THROMBASTENİSİ:
HACETTEPE
DENEYİMİ. Selin Aytaç Elmas, Şule Ünal, Mualla
Çetin, Aytemiz Gürgey, Fatma Gümrük. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Ünitesi
Amaç: Glanzmann thrombastenisi nadir bir genetik trombosit fonksiyon bozukluğu olup glikoprotein IIb/
IIIa kompleksinin disfonksiyonu yada eksikliğine bağlı
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
oluşmakta, akraba evliliğinin sık olduğu toplumlarda daha sık görülmektedir. Bu çalışmada, bölümümüzde izlenen Glanzmann trombastenili hastaların klinik ve
laboratuar verileri retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Ocak 2002-Haziran 2010 tarihleri arasında Hacettepe üniversitesi Çocuk Hematoloji bölümünde
izlenen 28 Glanzmann thrombastenili vakanın 13’ü kız,
15’i erkek olup, tanı anında yaşları median 36 ay (2,5180 ay) idi. İlk kanama atağı anındaki ortanca yaşları 36
ay olan (1-180 ay) hastaların 3’ünde tanı, kardeş hikayesinin pozitif olması nedeniyle araştırıldığı için konuldu.
Hastaların 25’inde anne-baba arasında akrabalık öyküsü vardı, hastaların tanısı flowsitometri ile de (CD41 ve
CD61) olarak konfirme edildi.
Sonuçlar: Hastaların izlemlerinde gözlenen en sık
kanama tipi epistaksis olup (n=18, %64) diğer hafif
mukozal kanamalar (peteşi, ekimoz, diş eti kanaması) hastaneye en sık başvuru nedenini oluşturmaktaydı. Diğer kanamalar ise, tonsiller(n=2), gastrointestinal
(n=2), hemartroz(n=1), intrakranial(n=1), menoraji(n=3),
ve 1 hastada travma sonrası subkonjüktival kanama idi.
Sünnet sonrası kanama 3 hastada, diş çekimi sonrası
kanama ise 7 hastada gözlendi. Rekombinant faktör VIIa
90μg/kg (2 doz) dozunda trombosit transfüzyonuna refrakter, hayatı tehdit eden kanaması olan 4 hastada kullanılmış olup, bu kanamalar kapsül endoskopi sonrası
kolonda multipl anjiodiplazi tespit edilen hastadaki gastrointestinal kanama atağı, subdural hemoraji, menoraji
ve ağır epistaksisli olgulardı.
Tartışma: Glanzmann trombastenili hastalarımızdaki
kanama atakları hafif kanamalardan hayatı tehdit eden
kanamalara kadar klinik olarak değişkenlik göstermektedir. Bu heterojen klinikte hastalarımızın hiçbirinde kanama nedeniyle mortalite gözlenmemiştir.
Bildiri: 0163
Poster No: P229
SÜREĞEN İDİYOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURA
(İTP) HASTALARINDA TROMBOSİT YIKIMIDA CD5
B LENFOSİTLERİN VE KOMPLEMAN SİSTEMİNİN
ROLÜ VE TEDAVİ İLE İLİŞKİSİ. Fatma Kaya1, İsmet
Aydoğdu2, İsmail Reisli3, Emine Kaya1. 1Selçuk
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim
Dalı, Konya, 2Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji Ana Bilim Dalı, Konya, 3Selçuk Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi, Pediatrik Allerji İmmünoloji Ana Bilim
Dalı, Konya
Amaç: Bu çalışmanın amacı; süreğen idiyopatik trombositopenik purpura tanısı konulan hastalarda trombositlerin immün yıkımında, CD5+ B lenfositlerin ve kompleman sisteminin rolünü ve tedaviyle ilişkisini araştırmaktır.
Yöntemler: Süreğen İTP tanısı konulan yirmi hasta
ve sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alındı. Çalışmaya
alınan hastaların tedavi almadan önce trombosit sayısı, lenfositler üzerinde CD5, CD19, CD5+CD19, trombositler üzerinde CD41a, alyuvarlar üzerinde CD55+CD59
ekspresyon oranı çalışıldı. Tedavi sonrası hasta grubunda trombosit sayısı bakıldı. Diğer parametreler tedavi sonrası değerlendirilmedi. Kontrol grubundaki sağlıklı olgularda önce trombosit sayısı, lenfositler üzerinde CD5,CD19,CD5+CD19, trombositler üzerinde CD41a,
alyuvarlar üzerinde CD55+CD59 ekspresyon oranı çalışıldı. İki grup arasında trombosit sayısı, CD5, CD19,
CD5+CD19, CD41a, CD55+CD59 ekspresyon oranları
karşılaştırıldı.
149
POSTER BİLDİRİLER
Sonuçlar: Çalışmamızda süreğen İTP tanısı alan hastalarda CD5+CD19 B lenfosit oranı(p= 0,01) kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptandı. Hasta grubunda
CD5 ekspresyon oranı kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düşük saptandı(p= 0,04). CD55+59 eksprese eden alyuvar oranı (p<0.05) ise hasta grubunda
anlamlı yüksek saptandı. Kontrol grubunda CD41a eksprese eden trombosit oranı (p= 0,001) süreğen İTP tanılı
hasta grubuna kıyasla anlamlı yüksek saptandı. CD 41a
ekspresyonu ile trombosit sayısı arasında anlamlı ilişki
tespit edilmiş olup ciddi trombositopenisi olan hastalarda
CD41a ekspresyonu azalmış olarak bulunmuştur. Hasta
grubunda steroid tedavisine yanıt açısından CD yüzey
antijenleri arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
Tartışma: Çalışmamızda süreğen İTP tanısı alan hastalarda sağlıklı kontrol grubuna göre CD5+CD19 B lenfosit oranı kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptanırken, CD19+ B lenfosit oranı anlamlı olmasa da yüksek saptandı. Daha önce yapılan çalışmalara ve bizim
çalışmamıza dayanarak CD19+ ve CD5+CD19 B lenfositlerin süreğen İTP hastalarında otoimmün mekanizmada rol oynadığı düşünülebilir. Tek başına CD5+ lenfosit
oranının ise süreğen İTP gelişimindeki rolü net değildir.
CD55+59 eksprese eden alyuvar oranı ise hasta grubunda anlamlı yüksek saptandı. Çalışmamızda ayrıca sağlıklı
kontrol grubunda CD41a eksprese eden trombosit oranı
süreğen İTP tanısı alan hasta grubuna kıyasla anlamlı yüksek saptandı. Çalışmamızda CD 41a ekspresyonu
ile trombosit sayısı arasında anlamlı ilişki tespit edilmiş
olup ciddi trombositopenisi olan hastalarda CD41 a ekspresyonu azalmış olarak bulunmuştur.
4 (HPF4) kompleksi trombosit yüzeyindeki FcγIIa reseptörü ile çapraz bağ kurarak trombosit aktivasyonu sağlar. Literatürde sunulan bir kaç olgu sunumunda psödotrombositopenide anti-HPF4 antikorlarının varlığı gösterilmiştir. Çalışmamızda psödotrombositopenili olgularda anti-HPF4 antikor varlığı araştırılmıştır.
Yöntemler: Çalışmamıza 48 PTCP tanısı almış olgu ve
kontrol grubu olarak 36 sağlıklı kişi dahil edildi. PTCP
ve kontrol grubundan alınan -80 derecede dondurularak
saklanmış serum örneklerinde anti-HPF4 antikor varlığı ASSERACHROM® HPIA Detection of Anti-Heparin-PF4
Antibodies by Enzyme Immunoassay kiti kullanılarak
değerlendirildi.
Sonuçlar: Anti-HPF4 antikoru PTCP’li grupta 12 olguda anlamlı olarak pozitif saptandı (p<0.001). Kontrol grubunda antikor pozitifliği gözlenmedi. Heparin deriveleri
kullanan toplam 4 PTCP’li olgudan birinde kanama kliniği olmaksızın anti-HPF4 antikor pozitifliği izlendi. Antikor
pozitifliği bayanlarda anlamlı olarak daha yüksekti.
Antikardiyolipin antikoru (AKA) ve anti nükleer antikor
(ANA) pozitivitesi ile beraber anti-HPF4 antikor pozitifliği artmış bulunmakla beraber istatistiksel olarak anlamlı düzeyde değildi.
Tartışma: PTCP’li olgularda anti-HPF4 antikoru
anlamlı olarak yüksektir. Bu antikorun varlığı, PTCP için
bağımsız bir risk faktörüdür. Klinik pratikte bu antikorun pozitifliği durumunda ve heparin tedavisi altında
olan hastalarda yanlış tanılara yol açmamak ve tedaviyi
gereksiz olarak değiştirmemek için psödotrombositopeni
akılda tutulmalıdır.
Bildiri: 0494
Bildiri: 0464
Poster No: P230
PSÖDOTROMBOSİTOPENİK OLGULARDA ANLAMLI
ANTİ-HEPARİN-PLATELET FAKTÖR 4 ANTİKOR
POZİTİFLİĞİ. Özlem Şahin Balçık1, Derya Akdeniz2,
Handan Çipil3, Sema Uysal4, Ayşe Işık2, Ali Koşar1.
Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim
Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, Ankara, 2Fatih Üniversitesi Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara, 3Elazığ
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği, Elazığ,
4
Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı,
Ankara
Amaç: Psödotrombositopeni (PTCP), etilen diamin
tetra asetik asidin (EDTA) antikoagülan olarak kullanıldığı durumlarda yaygın olarak karşımıza çıkan, plateletlerin kümeleşmesi ve lokal birikimlerine bağlı olarak
görülen, otomatik kan sayım cihazlarında platelet sayısının yalancı düşük saptanmasıdır. Platelet sayısının diğer
antikoagülanların kullanımı veya kesin tanı yöntemi
olan periferik kan yaymasında normal olduğu gözlemlenir. Sitrat, oksalat ve heparin gibi kan örneği tüplerinde,
daha az kullanılan diğer antikoagülanlarda psödotrombositopeni çok daha nadir olarak gözlenir. Bu laboratuar değeri anormalliği, EDTA ile antikoagüle edilmiş olan
kanda bulunan otoantikorların plateletlerle reaksiyonu
sonucu oluşmaktadır. Psödotrombositopeninin gerçek
trombositopeni olarak algılanması birçok gereksiz tetkik
yapılmasına ve yanlış terapötik yaklaşımlara neden olur.
Heparinle indüklenen trombositopeni-tromboz (HITT);
trombosit sayısında hafif ve geçici bir düşmeden, ciddi
tromboz ve yaygın damar içi koagülasyon (DİK) gelişmesine kadar değişen, heparin tedavisinin tehlikeli bir komplikasyonudur. Heparin plazmada tedavi edici konsantrasyonlarda bulunduğu zaman (0.1- 0.4 U/ml) trombositlere direkt olarak bağlanabilir. Heparin-platelet faktör
1
150
Poster No: P231
AKUT SEREBRAL İSKEMİ ALT TİPLERİNDE
TROMBOSİT-LÖKOSİT
AGREGATLARI.
Burhan
Turgut1, Nilda Turgut2, Yahya Çelik2, Emre
Tekgündüz3, Gülsüm Emel Pamuk3, Muzaffer Demir3.
1
Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Ana Bilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, 2Trakya Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı, 3Trakya Üniversitesi
Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Hematoloji
Bilim Dalı
Amaç: Serebro-vasküler hastalıklar Dünya genelindeki ölümlerin en sık ikinci, kalıcı sakatlığın birinci nedenidir. Bu hastalıklarının patofizyolojilerinin daha iyi anlaşılması yeni tedavi yaklaşımları geliştirilmesi acısından
önem taşımaktadır. İskemik kardiovasküler hastalıklar etiyolojileri ve patofizyolojileri temelinde “Trial of Org
10172 in Acute Stroke Treatment (TOAST)” kriterleri kullanılarak 3 alt gruba ayrılarak incelenmektedir; büyük
damar hastalığı, kardio-emboli ve küçük damar hastalığı.
Çalışmamızda iskemik serebrovasküler hastalık alt tiplerinin trombosit aktivasyonu ve trombosit lökosit agregatları oluşumu acısından karşılaştırılmaları amaçlanmıştır.
Yöntemler: Akut iskemik serebro-vasküler hastalığı
olan 72 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 31’inde büyük
damar hastalığı, 21’inde kardio-emboli ve 20’sinde küçük
damar hastalığı vardı. Ayrıca 33 sağlıklı gönüllüden kontrol grubu oluşturuldu.Trombosit P selektin (CD62P)
ekspresyonu, trombosit monosit agregatları (TMA) ve
trombosit-granülosit agregatları (TGA) akım sitometri ile
çalışıldı. Rutin tetkikleri dışında hastaların serum CRP
düzeyleri ölçüldü.
Sonuçlar: Trombosit-monosit ve trombosit-granülosit
agregatları büyük damar hastalığı grubunda kontrol grubuna göre daha yüksekti (P=0,002 ve P<0,0001). Benzer
şekilde küçük damar hastalığı grubunda TMA ve TGA
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
kontrol grubuna göre yüksekti (P=0,004 ve P<0,0001).
Buna karşın, kardio-embolik grup ile kontrol grubu arasında bu agregatlar acısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. CD62P ekspresyonu büyük damar hastalığı
(P=0,003),kardio-emboli (P=0,022) ve küçük damar hastalığı grubunda (P=0,02) kontrol grubuna göre daha yüksekti. Serum CRP düzeyi bütün hasta gruplarında kontrol grubuna göre daha yüksekti (bütün karşılaştırmalarda P<0,0001).
Tartışma: Bulgularımız, trombosit-lökosit etkileşiminin büyük ve küçük damar hastalığına bağlı akut serebral iskeminin patofizyolojisinde önemli rolü olabileceğini
göstermiştir. Kardio-embolik akut serebral iskemide ise
trombosit aktivasyonunun, trombosit lökosit agregatları oluşumuna önemli katkısı olmadığını düşünülmüştür.
Bildiri: 0230
Poster No: P232
BERNARD
SOULİER
SENDROMU
DIŞINDAKİ
MAKROTROMBOSİTOPENİLER: TEK MERKEZDEN
10 YILLIK DENEYİM. Şule Ünal, Selin Aytac, Baris
Kuskonmaz, Aytemiz Gurgey, Murat Tuncer, Mualla
Cetin, Fatma Gumruk. Hacettepe Üniversitesi, Pediatrik
Hematoloji Ünitesi
Amaç: Kalıtsal makrotrombositopeniler X’e bağlı, otozomal resesif ya da otozomal dominant geçiş gösterebilen
pek çok nadir hastalıktan oluşmaktadır. Bernard Soulier
Sendromu dışındaki kalıtsal makrotrombositopeniler
tüm trombosit hastalıkları arasında küçük bir grubu
oluşturmaktadır. May Hegglin anomalisi, Sebastian platelet sendromu ve Fechtner sendromu iyi bilinen makrotrombositopeni sendromlarındandır; öte yandan GATA
1 mutasyonuna sahip X’e bağlı makrotrombositopeniler
yakın zamanda tanımlanmıştır. Burada 1999-2009 yılları arasında takip edilen, tanı yaşları 2 ay-17 yıl arasında değişen 20 makrotrombositopenili olgu sunulmuştur.
Yöntemler: Hastalarda Bernard Soulier sendromu,
akım sitometri ve trombosit fonksiyon testleri ile dışlanmıştır. Hastaların lökosit inklüzyon cisimcikleri açısından periferik yaymaları incelenmiş, ayrıca ileri işitme ve
görme muayeneleri yapılmıştır. Birinci derece yakınlarının kan sayımları ve periferik yaymaları da değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Olguların 16’sı (80%) erkek olup 4 olgu
daha önce değişik hastanelerde kronik İTP tansıyla izlenmiş ve steroid ve intravenöz immunglobulin tedavilerine
yanıtsız olarak değerlendirilmişti. Kolay morarma şikayeti olan 2 hasta dışında hiçbir hastamızda kanamaya
yatkınlık yakınmaları yoktu. Üç olgumuzun aile bireylerinde de otozomal dominant kalıtıma işaret eden kalıtım paterninde makrotrombositopeni saptandı. Bu hastalarımızın 2’sinde anne baba arasında akrabalık mevcuttu. Ortalama trombosit sayısı 69.2±36.7 x109/L
(18-135) olarak ölçüldü. Serideki tüm hastaların periferik
kan yaymalarında dev trombositler görülürken, 1 olguda
Döhle benzeri lökosit inklüzyonları görüldü. Bir hastada
eşlik eden Alport sendromu ile Fechtner sendromu tanısı düşünüldü. 17 yaşındaki 10 yıldır splenomegali, makrotrombositopeni ve anemi ile izlenen hastada X’e bağlı
trombositopeni ve diseritropetik anemi tanısı konuldu.
Sensorinöral işitme kaybı olan diğer bir hastada progresif sensorinöral sağırlık sendromunun eşlik ettiği makrotrombositopeni tanısı (OMIM 600208) konuldu.
Tartışma: Makrotrombositopenik hastalarda, Bernard
Soulier sendromu dışındaki daha nadir görülen makrotrombositopeni sendromları ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır. Özellikle rezistan kronik İTP tanısıyla izlenen
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
hastaların aile bireylerinde makrotrombositopeni varlığı
araştırışlırken, kendileri de katarakt, sağırlık, hematüri
gibi bulgular yönünden tetkik edilmelidir. Ayrıca bu hastaların ağır kanama yakınmalarının olmaması da bu grup
hastalıkların dikkat çeken bir bulguısudur. Bu nadir ve
heterojen grup hastalıklarda yapılacak moleküler analizler hem kesin tanının konulmasında, hem de makrotrombositopeni yapabilecek diğer bir durum olan Bernard
Soulier sendromunun taşıyıcılığının dışlanabilmesinde
yardımcı olacaktır.
Bildiri: 0136
Poster No: P233
AKKİZ HEMOFİLİ OLGUDA RFVIIA KULLANIMINA
İKİNCİL GELİŞEN GEÇİCİ İSKEMİK ATAK. Abdullah
Katgı1, Selda Kahraman1, Vahit Demir2, Güler
Özcan1, Özden Pişkin1, Mehmet Ali Özcan1, Fatih
Demirkan1, Bülent Ündar1. 1Dokuz Eylül Üniversitesi
Tıp Fakültesi Erişkin Hematoloji Bilim Dalı, İzmir, 2Dokuz
Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim
Dalı, İzmir
Amaç: Akkiz hemofili, faktör VIII’e karşı otoantikor
gelişimi nedeni ile ortaya çıkan yaşamı tehtid eden bir
hastalıktır. Kanama kontrolunde kullanılan ajanlarla
tromboembolik komplikasyonlar gelişebilir. Biz de Faktör
VIII inhibitörüne bağlı kanama ile gelen, rFVIIa ve steroid tedavisi ile başarılı tedavisi sağlanan ancak izleminde
stroke geçiren bir olguyu sunduk.
Yöntemler: 69 yaşında erkek hasta, ani başlayan
dispne ve disfaji şikayeti ile hastanemize başvurdu. Fizik
muayenede göğüs ön duvarında yaygın ekimoz, farinks
arka duvarında, dilde ve bilateral boyunda şişlik mevcuttu. Nazal endoskopisinde uvula arkasında aktif kanama ve hematomla daralma saptandı. Hastanın öyküsünde herhangi bir hastalığı, yakın zamanda ilaç kullanımı
yoktu. Tam kan sayımında hemoglobin 10,1 gr/dL hemotokrit %32,6, MCV.85, trombosit. 280 x 109 / L, beyaz
küre. 7100 x 109/L, aktive parsiyal tromboplastin zamanı: 65,1 sn, protrombin zamanı: 12.5 sn., açlık kan şekeri
90 mg/dL, kreatinin: 0.79 mg/dL ALT: 12 mg/dl AST: 22
mg/dl, trigliserid: 109 mg/dl, total kolesterol: 379 mg/dl,
LDL: 300 mg/dl, Factor VIII; %1.68 ve factor VIII inhibitor: 36 bedhasta unitesi olarak saptandı.Dispnesinin artması nedeni ile hastaya acil trakeostomi açıldı.
Hastaya Akkiz hemofili tanısı konularak rFVIIa tedavisi başlandı (90 Mgr/kg/IV bolus).ve 4-6 saat aralarla tekrarlandı.. 3. gününde kanama kontrol altına alındı. Bu dönemde bakılan aPTT değeri normal sınırlardaydı
ve inhibitör eradikasyonu için kortikosteroid tedavi başlandı. (metilprednizolon: 1 mg/kg/gün). Birinci haftanın
sonunda bakılan Faktör VIII aktivitesi %97 idi. Klinik olarak stabil olan hastada aniden sol hemipleji ve ardından
status epileptikus gelişti. Nöbetleri kontrol altına alınamayan hasta entübe edilerek dahiliye yoğun bakıma alındı. Görüntülemelerinde konvansiyonel ve difüzyon MR’da
akut enfarkt saptandı.
Hastanın izlemi devam ederken akkiz hemofili etyolojisine yönelik yapılan antikardiyolipin İgM, IgG, ANA,
ENA paneli, toraks, batın görüntülemeleri, tümör belirteçleri normaldi.. Tromboembolinin sekonder nedenlerine yönelik bakılan MTHFR, Faktör V leiden ve protrombin
gen mutasyonu saptanmadı. Protein C, S ve Antitrombin
III aktiviteleri normaldi.
Yoğun bakım izleminin beşinci gününde entübasyon
ihtiyacı ortadan kalkan ve hemiplejisi gerileyen hasta
hematoloji servisine alındı. Sonraki izlemlerinde nörolo-
151
POSTER BİLDİRİLER
jik durumu tamamen düzeldi, aPTT düzeyi ve Faktör VIII
aktivitesi normaldi, inhibitör saptanmadı.
Hasta oral prednisolon tedavisi ile taburcu edildi. 3
ay içerisinde steroid dozu azaltılarak kesildi. Hasta halen
taburculuğunun altıncı ayında hematoloji polikliniğinden aPTT ve FVIII aktivitesi normal olarak izlenmektedir.
Sonuçlar:
Tartışma: Akkiz hemofilide başarılı bir inhibitör eradikasyonu sonrası artmış serum FVIII seviyesi bağımsız
bir trombotik risk faktörüdür. Akkiz hemofilili hastalarda
kanama kontrolunde rFVIIa kullanımı durumunda trombotik strok açısından dikkatli olunmalıdır.
Bildiri: 0141
Poster No: P234
TÜRK
TOPLUMUNDA
TROMBOTİK
RİSK
ETMENLERİNİN UZUN YAŞAM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ.
Zerrin Gülin Gülbahar, Dilara Fatma Akın, Sezen
Ballı, Nejat Akar. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Çocuk Genetik Hastalıklar Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Birçok kalıtsal ve edinsel faktör insan yaşam
süresi üzerinde rol oynar. Uzun yaşam, kişiyi kardiyovasküler hastalıklardan koruyan, genetik olarak olumlu etkiye sahip faktörlerle ilişkilidir. Çalışmamızın amacı,
Faktör V A4070G (R2 alleli), Plazminojen aktivatör inhibitör (PAI-1) -675 4G/5G, Protrombin (PT) G20210A,
Metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) C677T ve
Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) I/D değişimleri gibi bazı kardiyovasküler ve trombotik risk faktörlerinin değerlendirilmesi ve bu trombotik risk faktörlerinin;
trombozlu hasta ve sağlıklı kontrollerde, Faktör V Leiden
mutasyonu ile birlikteliğindeki rolünün belirlenmesidir.
Yöntemler: Çalışma grubunu oluşturan hasta ve sağlıklı bireyler, 0-18 ve 70 yaş ve üstü olmak üzere iki farklı gruba ayrılmıştır. Kan örnekleri toplanmış, fenol kloroform yöntemi kullanılarak DNA’lar izole edilmiştir. FV,
PAI-1 ve ACE genlerinin çoğaltılması için polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) kullanılmıştır. FV 4070 ve PAI-1
-675 değişimlerini belirlemek için çoğaltılan PCR ürünleri uygun restriksiyon endonükleaz enzimleri ile kesilmiştir. FV 1691 G-A, PT 20210 G-A, MTHFR 677 C-T değişimleri ise eş zamanlı (Real- Time) PCR ile belirlenmiştir.
Sonuçlar: FV A4070G, PT G20210A, MTHFR C677T
ve ACE I/D değişimlerinin, FVL mutasyonunu taşıyan ve
taşımayan örneklerde, tromboz için herhangi bir etkisinin olmadığı gösterilmiştir. PAI-1 4G allelinin, bu değişimi heterozigot ve homozigot olarak taşıyan 70 yaş ve
üzeri hasta grubunda, koruyucu etkiye (sırasıyla, O.R
0.45; p=0.003, OR 0.5; p=0.03) sahip olduğu gösterilmiştir (Tablo 1). 5G allelinin ise homozigot olarak taşınması durumunda tromboz açısından risk getirdiği (OR 1.95;
p=0.05) bulunmuştur
Tartışma: Çalışmamızda, hemostazla ilişkilendirilmiş ve kardiyovasküler risk göstergeleri olarak belirlenmiş bu polimorfizmlerden PAI-1 dışındakilerin, genç ve
yaşlı gruplar arasında, istatiksel olarak anlamlı bir değişimleri olmadığı belirlenmiştir. PAI-1 4G allelinin, yaşlı
gruplarda koruyucu bir etkiye sahip olduğu ve 5G allelinin homozigot olduğu durumda hastalık için risk getirdiği bulunmuştur.
(Bu çalışma, Ankara Üniversitesi Bilimsel Araştırma
Projeleri komisyonu tarafından 08B3330008 proje numarası ile desteklenmiştir.)
152
Tablo 1. 70 yaş ve üzeri hasta ve kontrol gruplarına ait genotip dağılımları ve
sıklıkları
PAI-1
70 yaş ve üzeri Kontrol
n=221(%)
70 yaş ve üzeri
Hasta
n=170(%)
OR
CI(%95)
p
5G/5G
30(13.57)
43(25.29)
1
4G/5G
148(66.96)
96(56.47)
0.45
0.26-0.77
0.003
4G/4G
43(19.45)
31(18.23)
0.50
0.26-0.96
0.03
Bildiri: 0319
Poster No: P235
ERİŞKİN İDİOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURALI
HASTALARDA ORTALAMA TROMBOSİT HACMİ (MPV)
VE ŞİDDETLİ KANAMA İLİŞKİSİ. Mustafa Yılmaz1,
Ahmet Durmuş2, Elif Akdoğan3, Nergiz Erkut1,
Mehmet Sönmez1, Ercüment Ovalı1. 1KTÜ Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı, 2Trabzon Numune Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, 3Rize Devlet Hastanesi
Amaç: Yapılan çalışmalarda ITP’lı hastalarda ileri yaş
ve önceden kanama öyküsünün olmasının şiddetli kanmalar için yüksek risk faktörü olduğu saptanmıştır. Bu
çalışmada ITP’lı hastalarda ortalama trombosit hacminin
(MPV) şiddetli kanamalarla ilişkisinin olup olmadığının
irdelenmesi planlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya Ocak 2008- Haziran 2009 yılları arasında KTÜ Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı servis veya polikliniğine başvuran, ITP tanısı konulan sıralı
50 erişkin hasta dahil edilmiştir. Tedavi gerektiren trombositopeni (trombosit sayısı<30.000 mikroL) varlığı diğer
bir dahil edilme kriteri olarak kabul edilmiştir. Kanamaya
eğilim oluşturan başka bir hastalığı olan veya kanamaya yol açabilecek ilaç kullanan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Hastanede izlem gerektiren hematom, epistaksis, melena veya menorajili hastalar, hayatı tehdit oluşturan kanaması olan hastalar veya transfüzyon gerektiren
kanaması olan hastalar şiddetli kanama grubuna dahil
edilmiştir. Asemptomatik hastalar veya peteşi-purpuraekimöz gibi hafif kanaması olan hastalar diğer gruba
dahil edilmiş; yaş, trombosit sayısı ve MPV değerleri açısından şiddetli kanama grubu hastalarla karşılaştırılmıştır. MPV değerleri tam kan sayım cihazı (auto counter) ile
ölçülmüştür.
Sonuçlar: Çalışmaya dahil edilen hastaların 12’si
erkek, 38’i bayandı. Şiddetli kanama grubuna 7 hasta,
diğer grupa 43 hasta dahil edildi. Gruplar arasında yaş
yönünden anlamlı bir farklılık saptanmadı (şiddetli kanama olmayan hasta grubu 44±19 yıl, şiddetli kanama
olan hasta grubu 57±20 yıl). Her iki hasta grubu arasında trombosit sayısı yönünden fark yoktu (şiddetli kanama olmayan grup 10.000 ±7.900/mikroL, şiddetli kanama olan grup 6142±1676/mikroL). MPV değerleri şiddetli
kanama olan grupta istatistiksel anlamlı derecede düşük
bulundu (şiddetli kanama olmayan grup 8.7±1.3 fL, şiddetli kanama olan grup 6.9±1.0 fL; p<0.01).
Tartışma: Bu çalışmada şiddetli kanama ile seyreden ITP hastalarında, asemptomatik veya hafif kanaması olan hastalarla karşılaştırıldığında trombosit sayısı ve yaş yönünden bir farklılık gözlenmemiştir. Ancak
MPV’ün şiddetli kanaması olan ITP hastalarında, şiddetli kanaması olmayan hastalara oranla daha düşük olduğu bulunmuştur. Bulgular ITP’lı hastalarda düşük MPV
değerlerinin şiddetli kanama için bir risk faktörü olabileceğini düşündürmektedir.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0111
Poster No: P236
HERMANSKY-PUDLAK SENDROMU: 3 OLGU SUNUMU.
Emre Çelik, Murat Bulut, Nihal Özdemir, Tiraje
Özdemir. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji
Bilim Dalı,
Amaç: Hermansky –Pudlak Sendromu (HPS) okulokutanöz albinizm ve trombosit agregasyon bozukluğu ile
karakterize otozomal resesif geçişli bir hastalıktır.
Yöntemler: Kliniğimizde tanı konulan 3 olguyu sunmak istedik.
Sonuçlar: Olgu 1: Üç yaşında kız hasta, okulokutanöz albinizm nedeniyle göz ve tekrarlayan enfeksiyonlar nedeniyle imünoloji bölümlerinde takip edilirken Chediak-Higashi ön tanısıyla tarafımıza yönlendirildi. Anne ve baba arasında akrabalık olan hastanın kolay
morarma şikâyeti mevcuttu. Periferik yayması ChediakHigashi ile uyumlu bulunmadı, soluk trombositleri izlendi. Trombosit agregasyon testlerinde epinefrin ve adrenalinle düşük dalga görüldü. Hastaya HPS tanısı konuldu.
Olgu 2: Dokuz yaşında kız hasta 4 yaşından itibaren
vücudunda yaygın ekimozları ve burun kanaması nedeni ile izlendiği dış merkezde yapılan tetkiklerinde kanama
zamanı uzun (10dk) bulunması üzerine merkezimize vWF
eksikliği tanısı ile yönlendirilmişti. Anne ve baba arasında akrabalık olan hastanın fizik muayenesinde nistagmus saptandı. Göz muayenesinde albinoid fundus saptanan hastaya HPS tanısı konuldu. Trombosit agregasyon
testlerinde epinefrin ve adrenalinle düşük dalga görüldü.
Olgu 3: Altı yaşında kız hastanın, 3 yaşından beri
vücudunda ekimozları ve bacak ağrısı nedeniyle romatoloji bölümünde tetkik edilirken hemolitik anemi düşünülerek tarafımıza yönlendirilmişti. Anne ve baba arasında akrabalık olan hastanın fizik muayenesinde saç rengi
açık ve gözlerde nistagmus saptandı. Göz muayenesinde
her iki fundusta hipopigmente alanlar saptanan hastaya
tetkikleri sonrasında HPS tanısı konuldu.
Tartışma: Albinizm, göz problemleri (fotofobi, şaşılık ve nistagmus gibi) ve trombosit fonksiyon bozukluğu HPS’nin 3 önemli bulgusudur. HPS’nda ilave olarak
pulmoner fibrozis, granulomatöz kolit, böbrek yetmezliği, kardiyomiyopati gelişebilir ve 4.-5. dekat gibi erken
dönemde ölüme yol açabilir. Bu patolojilerin, lizozomlarda ceroid birikimine bağlı olduğu düşünül mektedir. Deride değişen miktarlarda pigment depolanır. Tanı
klinik olarak konulur. Göz bulguları ve albinizm eşlik
eden trombosit agregasyon bozukluğu olan hastalarda
HPS’dan şüphelenilmelidir. Trombosit agregometresinde sekonder dalga eksikliği veya yokluğu ve trombositlerin elektron mikroskopisinde delta granullerin yokluğu tipiktir. Delta granuller ATP, ADP, kalsiyum ve serotonin depolar. Gerektiğinde bunları sekrete ederek, diğer
trombositleri aktive eder ve agregasyon cevabını artırırlar.
Bu olgularda Protrombin zamanı, parsiyel tromboplastin
zamanı ve trombosit sayısı genellikle normaldir. Kanama
zamanı genellikle uzun bulunur ancak %25 oranında
normal de olabilir. Takipte körlük ve akciğer fibrozuna
ikincil gelişen solunum yetersizliği en önemli komplikasyonlardır. Klinikte ağır kanama pek sorun olmamaktadır.
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0228
Poster No: P237
KABUKİ SENDROMUNA EŞLİK EDEN EVANS
SENDROMU. Burcu Belen, Zühre Kaya, Meryem
Albayrak, Nergis Öner, Melek Işık, Ebru Yılmaz
Keskin, Ülker Koçak, Türkiz Gürsel. Gazi Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı,
Amaç: Kabuki sendromu (Kabuki make-up sendromu, Niikawa-Kuroki sendromu), özgün kromozomal
bozukluk olmaksızın karakteristik yüz görünümü, mental gerilik ve iskelet anomalileri ile birlikte immun bozuklukların görüldüğü nadir bir sendromdur. Kabuki sendromlu olgularda immun trombositopenik purpura (ITP),
otoimmün hemolitik anemi (OHA) ve tiroidit gibi otoimmün hastalıklar bildirilmiştir. Evans sendromu (ITP ile
birlikte OHA) çocuklarda ağır seyreden bir otoimmün
hastalık olup, Kabuki Sendromu ile birlikteliği nadirdir.
Yöntemler: Coombs pozitif hemolitik anemi ve ITP
saptanılan 2 yaşındaki bir kız çocukta, boy kısalığı, mikrosefali, mental motor retardasyon, kepçe kulak, hipertelorizm, basık burun kökü, brakidaktili bulgularının olması nedeni ile Kabuki Sendromu tanısı konuldu. Hastanın
serum immunglobulin düzeyleri düşük, karyotip incelemesi normaldi.
Sonuçlar: Steroid ve intravenöz immunglobin tedavisi
ile anemi ve trombositopenisi düzeldi, ancak 2 ay sonra
her ikisi de tekrarladı.
Tartışma: Kabuki Sendromuna neden olan genetik
bozukluk ve eşlik eden otoimmün hastalıkların nedenleri
henüz aydınlatılabilmiş değildir. Sunduğumuz olgu, ITP
ve/veya OHA li çocuklarda konjenital anomali varlığının
dikkatle araştırılması, diğer taraftan Kabuki sendromu
tanısı konulan çocukların, otoimmün sitopeniler yönünden yakın izlenmesi gerektiğini göstermektedir.
Bildiri: 0301
Poster No: P238
DİRENÇLİ KRONİK İMMUN TROMBOSİTOPENİK
PURPURA NEDENİ İLE RİTUXİMAB UYGULANAN
OLGULARIMIZ. Füsun Özdemirkıran, Zafer Gökgöz,
Nur Akad Soyer, Filiz Vural, Fahri Şahin, Güray
Saydam. Ege üniversitesi Tıp Fakültesi,Hematoloji Bilim
Dalı,İzmir
Amaç: İdiopatik trombositopenik purpura (İTP),
trombositlerin retikülo endoteliyal sistemde özellikle
dalakta yıkımı ile karakterize otoimmun bir hastalıktır.
Glukokortikosteroidler, semptomatik hastalarda standart
başlangıç tedavisidir. Tedaviye %70-80 oranında yanıt
alınmakla birlikte bu yanıt çok uzun süreli olmamaktadır. Splenektomi, steroide yanıtsız veya bağımlı olgularda
uygulanan ikinci basamak tedavi seçeneği olmakla birlikte, %40 oranında yanıtsızlık yada erken nüks gözlenebilmektedir. Bu tür olgularda farklı sitotoksik ve immunsupresif tedaviler kullanılsa da sonuçlar çok yüz güldürücü olmamaktadır. Rituksimab, steroid, splenektomi
veya immunsüpressif tedaviye yanıt alınamayan dirençli vakalarda kullanılabilecek bir tedavi seçeneği olabilir.
Burada splenektomi sonrası nüks gelişen ve farklı tedavi seçeneklerine yanıt alınamayan 4 olguda rituksimab
tedavisi ile tecrübelerimizi sunduk.
Yöntemler: . Olguların 3’ü kadın, 1’i erkekti, tüm
olgular ilk basamak tedavi olarak steroid almış ve dirençli hastalık nedeni ile splenektomi uygulanmış hastalardı.
Rituximab kullanımı öncesinde alternatif tedavi seçeneklerinden (steroid, anti-D, splenektomi, IVIG, azathioprin,
siklofosfamid, danasol, vincristin gibi) en az 4 ‘ü uygulanmış olguların, tümünde trombosit değerleri 20 x109/L ’in
altındaydı. Rituximab tüm hastalara 375 mg/m2 dozda
153
POSTER BİLDİRİLER
haftada bir olmak üzere toplam 4 hafta süre ile uygulandı. Tedavi sırasında hastalarda herhangi bir toksisite
yada yan etki gözlenmedi. Trombositlerin 100x109/L’in
üzerinde olması tam yanıt, 50-100 x109/L olması kısmi
yanıt, tedavi gereksinimi olmadan 50x109/L altında
olması hafif yanıt ve tedaviye ihtiyaç duyulan bulgularla birlikte; trombosit sayısının 50x109/L altında olması
yanıtsızlık olarak kabul edildi.
Sonuçlar: Olgulardan ikisinde tam yanıt, diğer ikisinde ise kısmi yanıt gözlendi. Kısmi yanıt gözlenen olgulardan bir tanesinde tedaviden 6 ay sonra nüks gözlenirken
diğer olguda tedavi sonrası 3. Ayda kısmi yanıt devam
etmektedir. Tam yanıt alınan olgulardan birincisinde 14
ay, diğerinde ise 26 aylık izlem süresince yanıt kaybı gözlenmedi. Rituximab otoreaktif B hücre klonunu baskılayarak birçok otoimmün hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır. K. ITP tedavisinde kullanımı ile ilgili farklı klinik sonuçlar bildirilmektedir. Ancak çoklu tedavi rejimlerinden sonuç alınamayan 4 olgunun ikisinde rituximab
tedavisi sonrasında tam yanıtın, 1 yıldan uzun süren
izlemlerinde devam etmesi sevindiricidir.Tedavi sırasında
ve sonrasında herhangi bir akut toksisite ve yan etki gözlenmemesi dirençli olgularda daha erken dönemde kullanılabilecek bir tedavi seçeneği olabileceğini düşündürmektedir.
Tablo 1.
Hasta
No
Yaş Cinsiyet Splenektomiye
kadar geçen
süre (ay)
Önceki
tedavi
sayısı
Rituximab
Rituximab
Tedavi Rituximab
Kullanımına
Öncesi
yanıtı
sonrası
geçen
Trombosit (mm³)
İzlem
süre(ay)
Süresi (ay)
1
41
K
5
7
148
9000
Kısmi
3
2
24
K
17
5
115
18000
Kısmi*
7
3
52
E
24
4
42
3000
Tam
14
4
49
K
4
6
10
14000
Tam
26
* 6. ayda nüks
Bildiri: 0485
Poster No: P239
KONJENİTAL ADAMTS13 EKSİKLİĞİNE BAĞLI
TEKRARLAYAN TROMBOTİK TROMBOSİTOPENİK
PURPURA
TEDAVİSİNDE
PROFİLAKTİK
TAZE
DONDURULMUŞ PLAZMA UYGULAMASI: OLGU
SUNUMU. Hasan Sami Göksoy, İpek Yönal, Ömer
Yöntemler: 3 yıl önce, bulanık görme, bulantı, ishal
şikayetleri ile acil dahiliye birimine başvuran 21 yaşında
erkek hastada solukluk, ikter ve yüksek ateş saptandı.
Sonuçlar: Lökosit: 19.100/mm3, Hb: 15.4 g/dl, Htc:
%46.2, trombosit: 61.000/mm3, LDH: 1627 IU/l, total
bilirubin: 4.06 mg/dl, indirekt bilirubin: 3.6 mg/dl, periferik yaymada: her sahada 3-4 adet fragmente eritrositler saptanması üzerine TTP tanısı konularak 40 ml/kg/
gün TDP ile plazmafereze başlandı. 1 mg/kg/gün prednizolon başlanarak 2 hafta sonra kesildi. Üç gün boyunca yapılan plazmaferez sonucunda trombosit 238000/
mm3, LDH düzeyi 421 IU/l saptandı ve plazmafereze ara verildi. Üçüncü hafta sonunda sol kolda uyuşma ve konuşmada bozulma şikayeti ile birlikte trombosit
62000/mm3, LDH 1049 IU/l idi. Periferik yaymada aşikar fragmantasyonu görüldü ve üç gün boyunca plazmaferez uygulandı. Trombosit: 236000/mm3’e kadar yükseldi. Üç ay sonra hastalık bir kez daha tekrarladı ve
yine üç gün içinde düzeldi. Hematoloji polikliniğinden sık
aralıklarla takip edildi ve üçüncü yılında hastalık bir kez
daha tekrarlayınca yine üç günlük plazmaferezle tedavi edildi. ADAMTS13 enzim düzeyi, ADAMTS13 aktivitesi
ve ADAMTS13 inhibitör düzeyleri bakıldı; aktivite 9 (50110), antijen düzeyi 0.08 (0.5-160), antikor düzeyi 7 (<16)
olarak saptandı. Bu değerlerin düşük saptanması üzerine
yetişkin başlangıçlı konjenital TTP tanısı konulan hastaya 3 haftada bir 10 ml/kg TDP ile profilaksi tedavisi başlandı. Tedavinin beşinci ayını dolduran hastanın izlem ve
tedavisi sürmektedir.
Tartışma: Konjenital TTP’ nin klinik spektrumu çok
genişdir. Çoğunluğu 8-10 yaşlarında olmakla birlikte yenidoğan ve yetişkin dönemde de ortaya çıkabilir.
Konjenital TTP plazma tedavisine hızlı yanıt veren tekrarlayan trombositopeni ve hemolitik anemi atakları ile seyreder. ADAMTS13 enziminin yarı ömrü 2-3 gün olmasına
rağmen çalışmalar 2-3 haftalık aralarla 10ml/kg dozunda TDP verilmesinin tekrarları önlemede oldukça etkili
olduğunu göstermektedir. Biz de üçüncü yılında konjental TTP olduğunu belirlediğimiz hastamızı hem tanı hem
de tedavi seçenekleri konusunda eğitici olması açısından
bildirmek istedik.
Bildiri: 0354
Poster No: P240
ADÖLESAN DÖNEMDE TANI ALMIŞ OLAN HOMOZİGOT
PROTEİN C EKSİKLİĞİ OLAN OLGU. Selin Aytaç
Kaya, Emre Osmanbaşoğlu, Mustafa Yenerel, Tanju
Atamer. İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, İç
Elmas1, İlhan Altan1, Şule Ünal1, Grethe Skretting2,
Mualla Çetin1. 1Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul
Amaç: Trombotik trombositopenik purpura (TTP),
mikroanjiyopatik hemolitik anemi, trombositopeni ile
kendini gösteren, mikrovasküler trombozlarla çoğul
organ yetersizliğine yol açabilen nadir bir hastalıktır.
Patogenezinde çok büyük von Willebrand faktörü multimerlerini daha küçük parçalara ayıran enzimde eksiklik
sorumludur. Erişkinlerde bu eksiklik çoğunlukla otoimmun nedenlere bağlı ortaya çıkmaktadır. Konjenital TTP
ilgili enzimi kodlayan ve ADAMTS13 olarak adlandırılan
gendeki mutasyonlar sonucu enzim yapımındaki kusurlara bağlı gelişmektedir. Edinsel enzim eksikliğine göre
daha sık tekrarlayan bu hasta grubunda ataklar profilaktik taze dondurulmuş plazma (TDP) transfüzyonları
ile önlenebilmektedir. Adolesan döneminde ortaya çıkan
ve tekrarlamalar nedeniyle değerlendirildiğinde konjenital TTP tanısı konulan erişkin bir hastanın tanı ve tedavi
özellikleri sunulmuştur.
Çocuk Hematoloji Ünitesi, 2Oslo Üniversitesi, Ulleval
Hastanesi, Hematoloji Bölümü,Oslo, Norveç
Amaç: Protein C (pro C) Vit K’ya bağlı plazma glikoproteini olup FVa ve FVIIIa’yı proteolitik olarak inaktive
etmektedir. Pro C eksikliği genellikle ağır klinik gidişli
venöz trombozlara neden olmakta, ağır eksiklikleri yenidoğan döneminde hayatı tehdit eden trombotik komplikasyonlara yol açmaktadır. Ağır pro C eksikliği cok daha
nadir olarak çocukluk çağı ve genç erişkinlerde de tanı
alabilmektedir. Asemptomatik pro C eksikliğnin sağlıklı bireylerdeki sıklığı 1/200 bin-1/500 bin olarak rapor
edilmiştir. Homozigot yada compound heterozigot pro C
eksikliği insidansının 4 milyon doğumda bir olduğu öngörülmektedir. Burada adölasan dönemde homozigot pro C
eksikliği tanısı almış olgu sunulmaktadır.
Sonuçlar: 13 yaşında erkek hasta sol ayakta 2 günden beri devam eden soğukluk, haraketle ağrı şikayeti nedeniyle bölümümüze başvurdu. Hastanın öyküsünden 11 yaşında iken merdivenden düşme sonucu sağ
154
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
bacağının atele alındığı ve sonrasında sağ bacakta derin
venöz tromboz nedeniyle kumadinize edildiği, kumadin tedavisi sırasında aynı bacakta morluklar ve yaralar
geliştiği bu nedenle LMWH tedavisi ile tedavisine devam
edildiği öğrenildi. Düşük molekül ağırlıklı heparin(DMAH)
tedavi kesiminin 2. ayında sol bacaktaki şikayetlerinin başladığı ve 3. derece akraba evliliği olan ebevynler
ve diğer aile bireylerinde tromboz hikayesinin olmadığı öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde sol alt ekstremitede dorsalis pedis ve tibialis anterior nabızları alınamadı, sol tibialis posterior nabzı zayıf, sağ alt ekstremitede sola göre çap farkı mevcuttu.Akut arterial trombozu ön tanısı ile hastaya yapılan Doppler USG ‘de popliteal arterde 10 cm’lik alanda akım olmadığı BT anjiografide ise sol alt ekstremitede derin femoral arterde, yüzeyel femoral arterin distal 6 cm’lik segmentinde, peroneal
arterin distal kısmında, dorsalis pediste oklüzyon bulguları tespit edildi. Antiplatelet ve DMA tedavisine başlanan
hastanın FV Leiden, MTHFR, Protrombin 20210 A mutasyonları normal olan hastanın aktive pro C resistansı 226
sn(120-300) ve pro C aktivitesinin ise %6 (70-130) olduğu görüldü. Anne ve baba pro C aktiviteleri ise sırasıyla
%57 ve %64 idi. Protein C düzeyi düşük bulunan hastaya
TDP tedavisi de başlandı. Hastanın öyküsünde de kumadin tedavisi sırasında ciltte nekroz gelişimi olması nedeniyle homozigot pro C eksikliği düşünüldü. Pro C geninin
ekson 9 sekanslamasında olgumuzun homozigot pro C
eksikliğine sahip olduğu gösterildi
Tartışma: Pro C eksikliğinde 200 den fazla mutasyon tanımlanmış olup, CG->TG ve CG->CA değişikliklerini içeren mutasyonlar daha sık olarak bildirilmiştir Hastanın DMAH ve antiplatelet tedavisinin 3. ayında kontrol Doppler USG, sol alt ekstremite arterlerinde
monofazik akım paterni, yüzeyel femoral arter 1/3 distalinden popliteal arter proksimaline uzanan trombüs
tespit edildi. Hasta halen asemptomatik olup, tedaviye
devam etmektedir.
Tablo 1. İndeks vaka ve ailesinin pro c aktiviteleri
C -> T
Pro C activitesi
Olgu
Baba
Homozygote TT
Heterozygote CT
6%
64 %
Bildiri: 0177
Anne
Kardeş
Heterozygote CT Heterozygote CT
57 %
37 %
Poster No: P241
REFRAKTER/RELAPS
KRONİK
İDİYOPATİK
TROMBOSİTOPENİK
PURPURA
TANISIYLA
SPLENEKTOMİ YAPILMIŞ HASTALARDA KEMİK İLİĞİ
VE DALAK CD20 (+) B LENFOSİT ORANININ TEDAVİ
YANITINA ETKİSİ. Nergiz Erkut1, Ümit Çobanoğlu2,
Mehmet Sönmez1. 1Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Trabzon, 2Karadeniz
Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı,
Trabzon
Amaç: İdiyopatik trombositopenik purpura (ITP),
trombositlerin otoantikorlar aracılığı ile retiküloendotelyal sistemde erken yıkılması sonucu gelişen otoimmün bir hastalıktır. Hastalığın erişkinlerde görülme sıklığı 100.000/3.6 olup, bayanlarda erkeklerden daha
fazla gözlenmektedir. Kronik ITP hastalarının yaklaşık % 30’unun tedaviye rağmen düzelmediği izlenmektedir. Hastalığın etyopatogenizi tam olarak bilinmemekle birlikte immün sistem değişimleri patogenezde önemli rol oynamaktadır. Son zamanlarda yapılan çalışmalarda antikor sentezinde etkin görev alan B lenfositlerinde
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
patogenezde sorumlu olabileceği gösterilmiştir. Bu çalışmada spelenektomi yapılmış refrakter/relaps kronik
ITP’li hastalarında, kemik iliği ve dalak CD20 (+) B lenfosit oranlarının tedavi yanıtına etkisi araştırıldı.
Yöntemler: Çalışmaya Karadeniz Teknik Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalında 2007-2009 yılları
arasında refrakter/relaps kronik ITP tanısıyla splenektomi yapılan 18 hasta (12 erkek, 6 kadın) alındı. Hastaların
yaş ortalaması 36.4 ± 17.6 (16-69) idi. Hastaların splenektomi öncesi yapılan kemik iliği örneklerinden ve splenektomi materyallerinden monoklonal antikor ile CD20
pozitif B lenfosit populasyonu saptandı.
Sonuçlar: Hastaların 12’sinde splenektominden sonra
düzelme saptanırken, 6‘sında splenektomi sonrasında düzelme izlenmedi. 10 hastada (%55.6) kemik iliğinde CD20 (+) B lenfosit oranı %1’den az iken, 8 hastada
(%44.4) kemik iliğindeki CD20 (+) B lenfosit oranı %1-5
arasında idi. Splenektomiye cevap ile kemik iliği CD20
(+) B lenfosit oranları arasında ilişki saptanmadı. Kemik
iliği CD20 (+) B lenfosit oranı %1’den az olan ve CD20
(+) B lenfosit oranı %1-5 arasında olan hastaların incelenen dalak mikroskopisinde dalaktaki CD20 (+) B lenfosit
maksimum ortalama folikül çapı, minimum ortalama folikül çapı, ortalama folikül alanı ve dalak ağırlığı ile tedavi
yanıtı arasında ilişki gözlenmedi.
Tartışma: Sonuç olarak kronik ITP hastalarında
kemik iliği ve dalak CD20 (+) B lenfosit oranları ile splenektomiye cevap arasında bir ilişki olmadığı gözlenmiş
olup, bunun daha fazla hasta sayısı ile desteklenmesinin
uygun olacağı kanaatine varılmıştır.
Bildiri: 0186
Poster No: P242
ÜLKEMİZDE TEKRARLAYAN DÜŞÜKLÜ KADINLARDA
TROMBOFİLİ NEDENLERİ: ÖN ÇALIŞMA RAPORU.
Cengiz Beyan, Kürşat Kaptan, Ahmet Ifran. Gülhane
Askeri Tıp Akademisi Hematoloji Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Tekrarlayan düşükler sterilitenin en sık görülen nedeni olup birçok çalışmada trombofilinin tekrarlayan düşükler için ana bir neden olduğu bildirilmiştir.
Bizim çalışmamızın amacı tekrarlayan düşükleri nedeni
ile kliniğimize sevk edilen olgularda trombofili nedenlerini ve sıklığını belirlemek olup burada çalışmamızın ilk
sonuçları sunulmuştur.
Yöntemler: Çalışma, yaşları 28,22 ± 4,00 yıl (aritmetik ortalama ± standart sapma) (21-37 yıl) olan 55 kadında gerçekleştirildi. İki veya daha fazla ilk trimester düşüğü olan olgular ile bir veya daha fazla geç dönem düşüğü
olan olgular çalışmaya alındı. Genital organlara ait anatomik bozukluk veya kromozom anormalliği tespit edilen olgular çalışmaya alınmadılar. Tüm kadınlar faktör V
Leiden, protrombin 20210 G→A ve metilen tetrahidrofolat redüktaz 677 C→T gen polimorfizmleri, aktive protein C direnci, antitrombin, protein C ve S eksikliği, lupus
antikoagulan ve antikardiyolipin antikorlar IgG veya IgM
varlığı, faktör VIII aktivitesinde artış, hiperhomosisteinemi, hiperfibrinojenemi ve kısa aktive parsiyel tromboplastin zamanı varlığı gibi kalıtsal ve/veya edinsel trombofili
nedenleri yönünden araştırıldılar.
Sonuçlar: Olgularda düşük sayısı 2-4 arasında değişiyordu (medyan 2). Bir olgu hariç tüm olgularda ilk
trimesterde düşük öyküsü mevcut olup, 14 olgu geç
dönemde düşük tanımlıyordu. Yedi olgu daha önce en
az bir sağlam ve sıhhatte çocuk doğurduğunu ifade ediyordu (sekonder tekrarlayan düşük). Bizim verilerimize göre tekrarlayan düşüklü kadınların %47,3’ünde en
az bir trombofili nedeni mevcuttu. Bu oran üç veya daha
155
POSTER BİLDİRİLER
fazla düşüğü olan olgularda %39,1, geç dönem düşüğü
olan olgularda %28,6, sekonder tekrarlayan düşüğü olan
olgularda ise %57,1 idi. Olgularda tespit edilen trombofili
nedenleri ve sıklıkları Tablo’da gösterilmiştir.
Tartışma: Çalışmamıza ait ön bulgularımız ülkemizdeki tekrarlayan düşüklü kadınlarda trombofili nedenlerinin rolünü vurgulamaktadır.
Tablo 1. Olgularda Tespit Edilen Trombofili Nedenleri
Trombofili Sebebi
Anormallik
Sıklık (%)
Faktör V Leiden gen
polimorfizmi (n=52)
heterozigot/homozigot
%9,6 (%1,9 homozigot)
Protrombin 20210 G→A gen
polimorfizmi (n=52)
heterozigot/homozigot
%3,8 (heterozigot)
homozigot
%20,7
<120 saniye
%18,2
(%6,8 faktör V Leiden negatif)
Antitrombin eksikliği (n=55)
<%80
%0,0
Protein C eksikliği (n=55)
<%70
%1,8
Protein S eksikliği (n=55)
<%60
%7,3
Lupus antikoagulan varlığı (n=40)
pozitif
%0,0
Antikardiyolipin antikorlar IgG ve/
veya IgM varlığı (n=40)
pozitif
%0,0
>%200
%11,1
Metilen tetrahidrofolat redüktaz
677 C→T gen polimorfizmi (n=29)
Aktive protein C direnci (n=44)
Yüksek faktör VIII aktivitesi (n=27)
Hiperhomosisteinemi (n=39)
>15 μmol/l
%7,7
Hiperfibrinojenemi (n=35)
>500 mg/dl
%2,9
Kısalmış aktive parsiyel
tromboplastin zamanı (n=40)
<26,5 saniye
%5,0
Bildiri: 0411
Poster No: P243
İNTRAKARDİAK
DEV
TROMBÜSÜN
DOKU
PLAZMİNOJEN
AKTİVATÖRÜ
İLE
BAŞARILI
TEDAVİSİ. Canan Albayrak1, Davut Albayrak1,
Metin Sungur2, Ozan Özkaya2, Gönül Dinler2, Nazik
Aşılıoğlu2. 1Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, 2Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı
Amaç: Doku plazminojen aktivatörünün çocuklarda
trombüs tedavisinde kullanımı ile ilgili az sayıda vaka bildirimi mevcuttur. Bu yazıda doku plazminojen aktivatörünün dev ve septik intrkardiak trombüsü olan bir çocuk
hastada başarılı kullanımını bildirdik.
Yöntemler: Onaltı yaşında kız hasta dört yıldır kronik
böbrek yetmezliği tanısıyla hemodiyaliz ile tedavi altındadır. Böbrek biyopsisinde postenfeksiyöz diffüz proliferatif glomerülonefrit rapor edilmiştir. İki yıl önce derin ven
trombozu ve vena kava inferiyor trombozu geçiren hastanın tromboz nedenleri araştırıldığında kalıtsal nedenlerden MTHFR gen polimorfizmi heterozigot olarak tespit edilmiş ve homosistein düzeyi yüksek bulunmuştur. Akkiz trombüs nedenlerine bakıldığında tekrarlayan
hemodiyaliz kateter uygulamaları ve kateter enfeksiyonları mevcuttu.
Ateş ve solunum sıkıntısı nedeniyle hastaneye başvuran hastanın akciğer grafisinde pulmoner emboliden
şüphe edilerek çekilen ventilasyon-perfüzyon sintigrafisinde sağ ve sol akciğerde hipoperfüzyon görülerek pulmoner emboli tanısı konuldu. Ekokardiyografik incelemede süperiyor vena kava ile sağ atriyum birleşim yerinden triküspit kapağa doğru uzanan 30X10mm boyutlarında mobil dev intrakardiak trombüs görüldü. D-dimer
156
1450mikrog/L bulundu. Ateşi olan ve C-Reaktif Proteini
yüksek olan hastadaki trombüsün enfekte olduğu düşünüldü. Trombüsün cerrahi çıkarılması veya trombolitik
tedavi uygulaması açısından konsey yapılan hastaya cerrahi işlemin de çok yüksek septik emboli riski taşıması nedeniyle sistemik intravenöz yolla doku plazminojen
aktivatörü uygulanmasına karar verildi.
Sonuçlar: Hasta Yoğun Bakım Ünitesine alınarak
yakın monitörüzasyonla doku plazminojen aktivatörü
0.3mg/kg/saat dozundan günde altı saat olmak üzere
üç gün arka arkaya verilmesi planlandı. İlk dozun ertesi gününde yapılan ekokardiyografik incelemede trombüsün tamamen kaybolduğu görüldü. Hastada septik emboli veya kanama gibi bir yan etki gözlenmedi.
Tedaviye devam edilmedi.
Tartışma: Bu vaka sebebiyle doku plazminojen aktivatörünün kullanımının riskli olduğu trombüsün büyük
ve septik bulguların mevcut olduğu çocuk vakalarda cerrahi trombüs tedavisi tartışılarak çok yakın yoğun bakım
izlemiyle uygulanabileceğini düşünüyoruz.
Bildiri: 0428
Poster No: P244
GEÇ TANI ALMASINA RAĞMEN TROMBOLİTİK TEDAVİ
UYGULAMASINDAN YARAR GÖREN PEDİATRİK AKUT
ARTERİYEL İSKEMİK İNME OLGUSU. Elif Ünal İnce1,
Talia İleri1, Hasan Çakmaklı1, Tanıl Kendirli2, Suat
Fitöz3, Serap Teber Tıraş4, Arzu Yılmaz4, Gülsüm
Türkcan5, Tuğba Belgemen1, Mehmet Ertem1, Zümrüt
Uysal1. 1Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik
Hematoloji Bilim Dalı, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Yoğun Bakım Ünitesi, 3Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Radyodiagnostik Anabilim Dalı, 4Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Pediatrik Nöroloji Bilim Dalı, 5Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Amaç: Çocukluk çağı akut arteriyel iskemik inmelerinin (AAİİ) klasik tedavi klavuzlarının çoğunda güvenirlilik
çalışmalarının yetersizliği nedeniyle trombolitik “Tissue
Plasminogen Activator” (tPA)] tedavi uygulaması net olarak yer almamakta, literatürde tek olgu sunuları şeklinde
çok az olgu bulunmaktadır. Tedavi şekli de erişkin hastalar için oluşturulmuş kılavuzlara göre düzenlenmekte,
kontrendikasyonun olmadığı durumlarda ve klinik bulgu
gelişiminden sonraki ilk 3 saat içinde uygulanırsa yararlı olabileceği belirtilmektedir.
Yöntemler: AAİİ sonrası 8,5. saatte, tPA uygulaması
ile radyolojik ve klinik düzelme görülen, tedaviden komplikasyonsuz olarak yararlanan hastamızı sunuyoruz.
Sonuçlar: Beta talasemi major tanısı ile izlenen, doku
grubu tam uyumlu babasından sorunsuz olarak HKHT
uygulanan 5 yaşında erkek hasta, HKHT sonrası 8. ayında sol elini oynatamama, konuşmada zorluk, dilinde
dolaşma yakınmalarıyla başvurdu. Hemen sonrasında
bilincinde bozulma ve bilinç kaybı, gözlerde sağa deviasyon ve sol hemiparezi tablosu ile yoğun bakıma yatırıldı. Beyin MRG’de bilateral çok sayıda akut enfarkt alanları, MR anjiyografide (MRA)(Şekil 1) de sağ orta serebral
arterde (OSA) tam tıkanma, sol internal karotid arter(İKA)
ve sağ anterior serebral arterde(ASA) incelme görüldü.
AAİİ tanısı konularak bilinç kaybından sonraki 8,5. saatte trombolitik tedavi olarak 0,3 mg/kg/saat dozunda tPA
6 saat süresince, beraberinde 10 ü/kg/saatten heparin infüzyonu ile birlikte verildi. tPA öncesinde plazminojen desteği için bir kez taze donmuş plazma verildi.
Heparinizasyonda hedeflenen aPTT normalin 1,5-2 katı
olacak şekilde sürdürüldü. Uygulama sırasında tPA veya
heparinizasyona bağlı komplikasyon gelişmedi. Tedavinin
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
bir gün sonrasında sol alt ekstremitede hareketlenmeyle
klinik düzelme izlendi. Trombolitik tedavi başlangıcından
12 saat sonra çekilen kontrol MRA’de (Şekil 2) sağ OSA’da
akım izlendi ve trombüsün eridiği görüldü. İnme etiyolojisine yönelik yapılan protrombotik risk faktörü incelemelerinde MTHFR C677T homozigot mutasyon dışında risk
saptanmadı (protein C, protein S, antitrombin, homosistein, faktör VIII, fibrinojen, lipoprotein a, antikardiolipin
ve antifosfolipid antikorları, Faktör V Leiden, protrombin 20210). İnmeye neden olabilecek vasküler patolojilerin araştırılması amacıyla yapılan konvansiyonel anjiyografide sol İKA tıkalı ve kollateral oluşumu görüldü. Moya
moya hastalığı, karotid arter diseksiyonu, geçici serebral
arteriopati, vaskülit lehine bulgu saptanmadı. Hastanın
halen hafif disfazisi ve sol üst ekstremitede kuvvet azlığı azalarak devam etmektedir. Hastada antikoagulasyon
düşük moleküler ağırlıklı heparinle sürdürülmektedir.
Tartışma: Çocukluk çağında AAİİ olgularında radyolojik kesin tanı için çoğu zaman kritik ilk 3 saat geçirilmiş
olmaktadır. Böyle durumlarda bile uygun tedbirler alınarak, tedavi riskleri ve hastanın yararları değerlendirilerek trombolitik tedavinin dikkatli bir şekilde uygulanmasının mortalite ve morbiditeyi azaltabileceği kanısındayız.
Şekil 1. Trombolitik tedavi öncesi MR anjiografi
Bildiri: 0356
Poster No: P245
ÇOCUKLUK ÇAĞI TROMBOZLARINDA TROMBOLİTİK
TEDAVİ VE SONUÇLARI. Selin Aytaç Elmas, Şule
Ünal, İlhan Altan, Müge Gökçe, Derya Buluş, Mualla
Çetin, Fatma Gümrük, Aytemiz Gürgey. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Ünitesi
Amaç: Çocukluk çağında trombozun etkin biçimde eritilmesi amacıyla doku plasminojen aktivatör (DPA)
tedavisi, son yıllarda gerek arterial ve gerekse venöz
trombozlarda artan oranda kullanılmaktadır. Literatürde
DPA kullanımının %50-64 trombüsde tam düzelme sağladığı ancak %6-22 minör kanama, %15-30 major kanama komplikasyonu gelişebileceği öte yandan hastaların
%15’inde kısmi düzelme sağladığı, %21’in de ise trombüste değişiklik olmadığı bildirilmektedir. Bu çalışmada, bölümümüzde tromboz tanısı ile izlenen ve sistemik
DPA uygulanan vakaların özellikleri ve DPA sonrası klinik
durumlarının incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Ocak 2003 ve Ağustos 2010 yılları arasında bölümümüzde tromboz tanısı alan 197 hastanın
27’sinde sistemik DPA kullanılmıştır. Kateter içi tromboz nedeniyle DPA kullanılan vakalar çalışma dışı bırakılmıştır.
Sonuçlar: Yirmiyedi vakanın 4 ‘ü kız, 23 ‘ü erkek olup
tanı aldıkları anda median yaşları 42 ay(10-276 ay) idi.
Hastaların 20 ‘sinin alta yatan hastalıkları vardı. Tromboz
için ek risk faktörleri ise 8’inde infeksiyon, 5’inde kateter,
1’inde travma, 3’ünde operasyon öyküsü, 5’inde konjenital kalp hastalığı ve 1’inde pozitif aile hikayesi idi.
Herediter protrombotik risk faktörleri incelendiğinde
ise 7 vakada heterozigot FV leiden mutasyonu, 1 vakada homozigot protrombin mutasyonu tespit edildi. DPA
uygulanan hastaların tümünde tromboz akut olup, DPA
uygulaması öncesinde hastaların 6’ sında birkez, 1’inde
2kez ve 1’inde 3 kez trombüsün tekrarladığı görüldü. DPA
uygulanan ataklar ise Juguler ven (n=2), IVC(n=3), renal
ven(n=3), pulmoner tromboemboli(n=6), DVT(n=2), portal
ven(n=2), kardiak tromboz(n=9) idi. Hastaların tedaviyi
(0.03mg-0.6mg/kg/saat) dozunda 6 saatlik kürler halinde ortalama 2 kür halinde aldıkları görüldü. DPA tedavisi sonrası 13(%48) hastanın trombozu kayboldu, 7(%26)
vakanın trombozu devam etmekteydi, 7(%26) vakada ise
parsiel düzelme oldu. Hastaların son durumlarına bakıldığında ise primer hastalık ve tromboz nedeniyle 2 vakanın ex olduğu, diğer vakaların ise yaşadığı görülmüştür.
DPA tedavisi sırasında 6(%22) vakada minör kanama
olması nedeniyle tedavi sonlandırıldı.
Tartışma: DPA ile tedavi sonuçlarımız her ne kadar
literatürle benzer olsa da, daha geniş serilerde ve standart DPA dozlarıyla karşılaştırma yapılmasının gerektiği görülmektedir.
Bildiri: 0380
Poster No: P246
AKUT
KORONER
SENDROMDA
ORTALAMA
TROMBOSİT HACMİ. Rıdvan Nercan1, Cengiz Demir2,
İmdat Dilek3, Müntecep Aşker4, Murat Atmaca1.
Şekil 2. rombolitik tedavi sonrası MR anjiografi
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
1
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana
Bilim Dalı, Van, 2Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Hematoloji Ana Bilim Dalı, Van, 3Atatürk Eğitim Araştırma
Hastanesi, Hematoloji Ana Bilim Dalı, Ankara, 4Yüksek
İhtisas Hastanesi, Kardiyoloji Bölümü, Van
Amaç: Koroner kalp hastalığında risk faktörlerinin
tanımlanması gerek akut koroner sendromların önlenmesinde, gerekse prognozu tahmin etmede büyük önem
taşımaktadır. Bu çalışmada akut koroner sendrom ile
157
POSTER BİLDİRİLER
risk faktörü olabileceği düşünülen trombosit hacmi arasındaki ilişki araştırıldı.
Yöntemler: Çalışmaya, 69 akut miyokard infarktüslü (AMİ), 73 kararsız angina pektoris ve 72 kararlı angina pektorisli olmak üzere toplam 214 hasta dahil edildi. Atipik göğüs ağrısı olan ve koroner anjiyografilerinde
patolojik bulgu saptanmayan 45 olgu ise kontrol grubu
olarak seçildi. Akut koroner sendromlu hasta grubunun kan örnekleri hastaneye yatışlarında, diğer olgularda ise hastaların rutin takiplerinde alındı. İstatistiksel
analiz “Tek yönlü varyans analizi (ANOVA)” ve post-hoc
Tukey HSD ile yapıldı. P< 0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Sonuçlar: Ortalama trombosit hacmi (TH) ve trombosit sayıları sırasıyla; kararsız angina grubunda 9,0 ± 1,0
fl ve 239,6 ± 59,2 x 109/L, AMİ grubunda 8.9 ± 0.8 fl ve
228.5 ± 74.1 x 109/L, kararlı angina grubunda 7.5 ± 0.6
fl ve 268.3 ± 73.5 x 109/L, kontrol grubunda ise 7.2 ± 0.6
fl ve 285.5 ± 80.9 x 109/L olarak bulundu. Kontrol grubu
ile kararsız angina ve AMİ grubu karşılaştırıldığında ortalama TH anlamlı olarak düşük, trombosit sayısı daha
yüksek saptandı (sırasıyla p<0.001, p<0.001, p=0.004,
p<0.001). Ortalama TH açısından; kararlı angina grubu,
kararsız angina ve AMİ grubu ile karşılaştırıldığında TH
anlamlı olarak daha düşük saptandı (sırasıyla p<0.001,
p<0.001), kararlı angina grubu ile kontrol grubu karşılaştırıldığında anlamlı fark saptanmadı (p=0,126), kararsız
angina grubu ile AMİ grubu karşılaştırıldığında anlamlı
fark saptanmadı (p=0.999). Trombosit sayıları açısından;
kararlı angina grubu ile kontrol grubu ve kararsız angina
grubu karşılaştırıldığında trombosit sayıları anlamlı olarak farklı bulunmadı (sırasıyla p=0.586, p=0.076), kararlı angina grubu ile AMİ grubu karşılaştırıldığında trombosit sayısı anlamlı olarak yüksek saptandı (p= 0.006).
Kararsız angina ile AMİ grubu karşılaştırıldığında anlamlı fark saptanmadı (p= 0.791).
Tartışma: Akut koroner sendromlu hastalarda, trombosit sayılarının azaldığı ve ortalama trombosit hacimlerinin arttığı saptandı.
Bildiri: 0351
Poster No: P247
ÇOCUKUK ÇAĞINDA GÖRÜLEN KRANİOSERVİKAL
ARTERİAL
DİSSEKSİYONA
BAĞLI
SEREBRAL
İNFAKTLAR. Selin Aytaç Elmas, Şule Ünal, Mualla
Çetin, Fatma Gümrük, Murat Tuncer, Aytemiz Gürgey.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji
Ünitesi
Amaç: Kranioservikal arterial disseksiyonlar çocukluk çağı arterial iskemik inmelerin önemli bir nedeni olup görülme sıklığı %7.5-%20 arasında değişmektedir. Travma ve/ veya altta yatan damarsal yapısal defektler bu vasküler hasarı tetikleyebilir. Serebral infakta yol
açan disseksiyonlar çocukluk çağında nadir görülmeleri ve disseksiyonda tedavinin de tartışmalı olması nedeniyle bölümümüzde takip edilen serebral infaktlı hastalar değerlendirilmiş ve bu hastalar içinde kranioservikal
disseksiyon tanısı konulmuş hastaların ayrıca incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Bölümüzde akut arterial serebral tromboz
tanısı ile izlenmiş 64 vaka değerlendirilmiş ve bu hastalar
içinden 4’ üne kranioservikal arterial disseksiyon tanısı konulmuştur.
Sonuçlar: Olgu 1(9Y,E): Bisikletten düşme sonrası kafa travması geçiren hastanın ilk değerlendirmesinde sol hemipleji ve sol santral fasial paralizisi mevcuttu. BT anjiografide distal internal karotid arterde petroz
158
kavernoz sinus bölgesi ile supraklinoid segmentte disseksiyonla uyumlu olabilecek azalmış kalibrede akım tespit edildi. Hastanın asetilsalisilik asit(ASA) tedavisinin 1.
ayında bulguları geriledi, tedavinin 6.ayında major nörolojik sekel olmaksızın hastanın izlemine devam edilmektedir. Olgu 2(9Y,E): Artmış fiziksel aktiviteli oyun sırasında aniden bayılma ve bilinç kaybı yakınması olan hastanın sağ santral fasial paralizi ve sağ hemiparezisi mevcuttu. MR anjiografide sol ICA da azalmış kalibrede akım
ve supraklinoid ICA da stenoz tespit edildi. Hastaya ASA
ve LMWH tedavisi verildi. LMWH’i 6 ay süreyle kullanan hastanın izleminde hemiparezisi düzelmişti. Olgu
3(13Y,E): Futbol oynarken kafa travması geçiren hastanın sağ santral fasial parazi ve sağ hemiplejisi mevcuttu.
Beyin MRG de sol MCA sulama alanında subakut infakt
ve sol ICA supraklinoid segmentte azalmış kalibrede akım
tespit edildi. ASA tedavisi verildi, 5 ay sonraki kontrol
MR anjiografideki bulgular gerilememiş olup semptomlarında azalma vardı. Olgu 4(8y;K): Xedorma pigmentosum tanısıyla izlenen hasta kafa travması sonrası solda
kuvvet kaybı yakınmasıyla başvurduğunda sol hemipleji
tespit edilmişti. MRG anjiografide sağ vertebral arterdeki
disseksiyona bağlı olarak subakut serebral infakt tespit
edildi. LMWH tedavisi verildi ve tedavinin 6. ayında hastanın hemiplejisi düzeldi.
Tartışma: Bölümümüzdeki kranioservikal arterial disseksiyon sıklığı %6.2 olup literatürle karşılaştırıldığında daha düşük olduğu görülmektedir. Ancak tanı büyük
oranda disseksiyondan kuşkulanılması ve uygun görüntüleme tekniklerinin kullanılması ile konulmaktadır. Kafa
ve/veya boyuna künt travmalar sonrası nörolojik bulgu
geliştiren çocuklarda özellikle disseksiyondan şüphe edilmeli ve travma sonrası BT de iskemik infaktların ilk 12
saat içinde bulgu vermemesi nedeniyle bu hastalarda disseksiyona ait olan karakteristik radyolojik bulguları gösterebilmek için MR/ MR anjiografinin çekilmesi gerekmektedir
Bildiri: 0300
Poster No: P248
KEMOTERAPİ
SONRASI
GELİŞEN
REAKTİF
TROMBOSİTOZA
İKİNCİL
AKUT
MİYOKARD
İNFARKTÜSÜ: OLGU SUNUMU. Hakkı Onur Kırkızlar,
Nurşen Gümüş, Seval Akpınar, Muzaffer Demir.
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim
Dalı Hematoloji Bilim Dalı Edirne
Amaç: Çevre kanında trombosit sayısının 400000/
mm3’ten daha yüksek olması trombositoz olarak tanımlanır. Başlıca trombositoz nedenleri miyeloproliferatif/
miyelodisplastik hastalıklar ve reaktif trombositozlardir.
Reaktif trombositozda trombosit sayısındaki artış geçicidir. Temelde yatan hastalığın tedavisi ile normale döner.
Trombotik ve hemorajik komplikasyonlar ise daha seyrektir. Genel olarak 40 yaşından genç, daha önce herhangi bir trombohemorajik hastalığı olmamış, belirgin
ateroskleroz risk faktörleri taşımayan hastalar rutin olarak tedavi edilmezler.
Yöntemler: Akut miyeloid lösemi (AML) -M2 tanısı alan 36 yaşında kadın hastaya idarubisin+ sitarabine (“3+7”) tedavisi başlandı. Trombositopenik olan hastaya, trombosit 10000/mm3 altındaki değerlerde afarez
trombosit replasmanları yapıldı. Ancak trombosit replasmanlarına yanıtsızlık gelişti. Replasmandan 1 saat sonraki hemogram ve periferik yayma incelemelerinde artış
5000/mm3’ten az olması nedeniyle hastada alloimmun
trombositopeni düşünüldü ve 3 gün 90 mg/gün intra
venöz immunglobulin (IVIG) tedavisi verildi. Bu tarihten
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
sonra tedrici olarak trombosit sayıları arttı ve trombositoz gelişti. Yapılan kemik iliği aspirasyonu incelemesinde tam remisyon olarak değerlendirilen, trombositozu (1.271.000/mm3) mevcut olan hasta idame tedavisine gelmek üzere taburcu edildi. Hastanın yaşının genç
olması, daha önce tromboz öyküsü olmaması ve reaktif trombositoza bağlı olması nedeniyle trombositozu
için ek tedavi verilmedi ve sık hemogram takibi önerildi. Hasta 1. kür yüksek toz sitozin arabinosid tedavisini
almak üzere servisimize alındığında rutin çekilen kontrol elektrokardiyografisi (EKG) incelemesinde ilk yatışına göre dinamik değişiklik izlendi. Kardiyoloji tarafindan
değerlendirildi ve subakut anteroseptal miyokard infarktüsü tanısı ile koroner arter anjiografi incelemesi yapıldı.
Anjiyografide sol ön inen dal 2. kısım sonundan başlayan
distale kadar devam eden uzun tromboze lezyon saptandı. Hastaya antiagregan ve antikoagulan tedavisi başlandı. Tromboz ayırıcı tanısı açısından bakılan lipoprotein-a,
homosistein, antifosfolipit antikorları ve faktör V düzeyi normal saptandı. Aynı zamanda Faktör II-G20210A,
Faktör V Leiden ve MTHFR mutasyonu homozigot sağlam
olarak saptandı. Hasta şu anda 4 kurs yüksek doz sitarabine tedavisi sonrası halen remisyonda izlenmektedir.
Sonuçlar: Etkeninden bağımsız olarak trombositoz
sonucu vazomotor, trombotik ve hemorojik komplikasyonlar gelişebilir. Bu komplikasyonlar miyeloproliferatif/miyelodisplastik hastalarda reaktif trombositoza göre
belirgin olarak daha sık izlenir. Trombositoza bağlı trombotik komplikasyonlar yüksek risk profiline sahip hastalarda (>60 yaş, daha önceden tromboz öyküsü, eşlik eden
sigara kullanımı, hipertansiyon ve obesite gibi durumların mevcudiyeti) daha sık rastlanır. Kemoterapi sonrası reaktif trombositoz gelişen hastamız hiç bir risk faktörü taşımamasına rağmen akut miyokard infarktüsü
geçirmesi nedeniyle bu olgu sunumunu sizinle paylaşmak istedik.
Bildiri: 0265
Poster No: P249
Sema
Akıncı1, Abdülkadir Baştürk1, Tuba Hacıbekiroğlu1,
Muhammed Bülent Akıncı2, Handan Çipil3, İmdat
Dilek1. 1Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi, Hematolojı
HEREDİTER
heterozigot, 3’ü(%10) homozigot olmak üzere toplam
13(%43,3) olguda saptandı. Faktör V1299 mutasyonu
ise 4(%13,3) olguda saptandı. Olguların tümü heterozigot idi. Faktör II G20210A mutasyonu ise, tümü heterozigot olmak üzere toplam 3(%10) olguda bulundu..
Hastaların 5’inde(%16,6) aynı anda üç farklı mutasyon
bir arada bulunurken, 9(%30) olguda iki mutasyon saptandı. Hastaların 25’inde (%50) pulmoner tromboemboli, 8(%26,7)’inde DVT, 7(%23,3)’sinde SVO, 2(%6,7)sinde
portal ven trombozu, 2’sinde(%6,7) tekrarlayan abortus,
1(%3,3) hastada retinal ven trombozu bulundu.
Tartışma: Faktör V Leiden mutasyonunun beyaz ırktaki görülme sıklığı %3-12 arasındadır. İlk venöz tromboemboli atağında faktör V Leiden homozigotluğu %1,5,
heterozigotluğu ise %7-20’dir. Herediter trombofili olgularında ise Faktör V Leiden mutasyon oranı %50’lere ulaşmaktadır. Bizim çalışmamızda Faktör V G1691A sıklığı
%43,3, faktör V 1299 mutasyon sıklığı %10 olarak saptanmıştır.
MTHFR gen mutasyonu sıklığı sağlıklı bireylerde
%2-15, ilk venöz tromboemboli atağı geçirenlerde %1025 olarak bildirilmiştir. Ülkemizdeki benzer çalışmalarda homozigot mutasyon oranı %5, heterozigot mutasyon
oranı ise %35 olarak bildirilmiştir. Bizim çalışmamızda
MTHFR C677T mutasyonu sıklığı %46,6, MTHFR A1299
mutasyonu sıklığı ise %56,6 olarak saptanmıştır.
Faktör II G20210A sıklığı sağlıklı bireylerde %0,062, ilk kez venöz tromboemboli atağı geçirenlerde %6-7,1
olarak bildirilirken, herediter trombofili olgularında sıklık %20 olarak belirtilmiştir. Bizim olgularımızda Faktör
II G20210A sıklığı %10 olarak saptanmıştır.Tekrarlayıcı
trombotik atak geçiren bireylerde birden fazla mutasyonun aynı anda bulunması venöz tromboemboli görülme sıklığını artırabilmektedir. Hastalarımızın %46,6’sının
birden fazla mutasyonu aynı anda taşıması mutasyon
oranlarının benzer araştırmalara göre daha yüksek saptanmasına neden olmuş olabilir.
TROMBOFİLİ
OLGULARIMIZ.
Ana Bilim Dalı, Ankara, 2Numune Eğitim Araştırma
Hastanesi, Tıbbi Onkolojı Ana Bilim Dalı, Ankara, 3Elazığ
Eğitim Araştırma Hastanesi, Hematoloji Bölümü, Elazığ
Amaç: Günümüzde tromboembolik olaylara sık rastlanmaktadır. Tromboz etyolojisinde herediter trombofili nedenleri sıklıkla saptanmaktadır. Bunlar arasında
Faktör V Leiden mutasyonu, G20210A protrombin gen
mutasyonu, MTHFR gen mutasyonu en sık rastlananlardır. Bu çalışmada tromboz nedeniyle tarafımızdan takip
edilen olgularda saptanan mutasyonların dağılımı retrospektif olarak incelendi.
Yöntemler: Çalışmamıza toplam 30 olgu dahil edildi. Hastalarda MTHFR C677T, MTHFR A1298, faktör V
G1691A, faktör V 1299, faktör II G20210A mutasyonlarından oluşan 5 mutasyon çalışıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya yaşları 18-66 arasında değişen, yaş ortalaması 41,96±14,62 olan 21’i(%70) kadın
9’u (%30) erkek toplam 30 hasta dahil edildi. Olguların
14(%46,6)ünde MTHFR C677T mutasyonu saptandı.
Bunların 10’u(%33,3) heterozigot, 4’ü(%13,3) homozigot olarak bulundu. Olguların 17’sinde (%56,6) MTHFR
A1298 mutasyonu saptandı. Bunların 7’si(%23,3) heterozigot 10’u(%33,3) homozigot olarak değerlendirildi. Faktör V G161691A mutasyonu ise 10’u(%33,3)
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
Bildiri: 0184
Poster No: P250
VENÖZ
TROMBOEMBOLİZM
TANISI
ALMIŞ
HASTALARDA ETİYOLOJİK RİSK FAKTÖRLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ. Şeniz Sarıtaş Gök1, Sema
Karakuş2, Nihat Gök1, Selami Koçak Toprak2, Figen
Atalay2. 1Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Ankara, 2Hematoloji Bilim Dalı, Ankara
Amaç: Venöz tromboembolizm (VTE); hematolojik
hastalıklar arasında sık görülen, pekçok nedene bağlı
olarak gelişen ve ölüme yol açabilen; ancak önlenmesi
mümkün bir hastalıktır. Bu çalışma hastanemizde venöz
tromboemboli tanısı almış hastalarda etiyolojik risk faktörlerinin değerlendirilmesi amacıyla yapıldı.
Yöntemler: Bu çalışmada Ocak 2003 – Aralık 2008
tarihleri arasında VTE tanısı almış 110 hasta geriyedönük olarak etyolojik risk faktörleri açısından incelendi.
Sonuçlar: Hastanemize yatan hastalar arasında tromboz sıklığımız 20.5/10.000 idi. Çalışmaya katılan hastaların yaş ortalaması 54,4 ± 17,3 bulundu. Hastaların 26’sı
(%23,6) 40 yaş altı, 41’i (%37,3) 40-59 yaş arası ve 43’ü
(%39,1) 60 yaş ve üzeri grupta yer alıyordu. Hastaların
41 (%37,3)’de ekstremitede, 18’de (%16,4) karın içi bölgesinde ve 51’nde (% 46,4) sadece PTE, 17’nde (% 15,46)
PTE ile beraber DVT tanısı mevcuttu. 60 yaş üzeri grupta fibrinojen ve homosistein düzeyleri diğer yaş gruplarından daha yüksek bulundu (p<0,05). Hemostatik risk faktörlerinden Antitrombin (AT) extremitede trombozu olanlarda, Protein C (PC) karın içinde trombozu olanlarda
159
POSTER BİLDİRİLER
ve Protein S (PS) de PTE tanılı hastalarda azalmış olarak bulundu. Eşlik eden sistemik hastalıklar açısından
hiperlipidemi 40-59 yaş, hipertansiyon, diabetes mellitus ve koroner arter hastalığı 60 yaş üzerinde daha sık
görüldü (p<0,05). Tromboza eşlik eden diğer risk faktörlerine bakıldığında; 10 hastada (% 9,1) immobilizasyon,
13 hastada (% 11,8) geçirilmiş cerrahi, 5 hastada (% 4,5)
malignite, 15 hastada (% 13,6) obesite, 42 hastada (%
38,2) sigara içimi ve 11 hastada (% 19,3) hormon kullanım öyküsü mevcuttu. Faktör V Leiden 32 kişide (%38,1)
heterozigot, Protrombin 20210A 16 kişide (%19,5) heterozigot, MTHFR 37 kişide (% 52,9) heterozigot, 5 kişide (%
7,1) homozigot mutant olarak saptandı. Genetik mutasyonlar açısından hem yaş grupları hem de tromboz lokalizasyonları arasında fark bulunmadı (p>0,05).
Tartışma: VTE sistemik bir hastalık olup, klinikte sık
görülmektedir. Hastaların uygun yöntemlerle değerlendirilip tanıları erken konarak kalıtsal ve edinsel risk faktörlerinin endikasyonu olan hasta grubunda incelenmesi gerekmektedir. Özellikle hastanede yatan ve venöz
tromboemboli gelişme riski yüksek olan hasta grubunda uygun dozda önleyici antikoagülan tedavi başlanması
VTE gelişme riskini düşürerek, bu hastalıkla ilgili gelişebilecek morbidite ve mortaliteyi de azaltacaktır.
Bildiri: 0340
Poster No: P251
KRONİK İDİYOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURALI
HASTALARDA BAZI OTOİMMÜN HASTALIKLARLA
İLİŞKİLİ OTOANTİKORLARIN SIKLIĞI. Cengiz Demir1,
Ramazan Esen1, Murat Atmaca2, Servet Efe2. 1Yüzüncü
Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Ana Bilim Dalı,
Van, 2Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Ana Bilim Dalı, Van
Amaç: Kronik İTP’li hastalarda antinükleer antikor (ANA), tiroid antimikrozomal antkor (AMA) ve antitiroglobülin antikor (ATA), anti-gliadin antikor (AGA)
IgA-G, anti endomisyum antikor (EMA) IgA-G ve doku
transglutaminaz (tTG) IgA-G antikor pozitiflik sıklığını
belirlemek.
Yöntemler: 87 kronik İTP, 95 sağlıklı kontrol grubunda mevcut antikorlar çalışıldı. ANA titers, AMA, ATA, AGA
IgG-A ve EMA IgG -A antikorları immünofloresan metoduyla, tTG IgG-A ELISA ile test edildi.
Sonuçlar: ANA,ATA, AMA, AGA IgA-G ve tTg IgA-G
antikor pozitifliği hasta grubunda istatistiksel açıdan
anlamlı olarak yüksekti sırasıyla, (p: 0,007, p<0.001;
p=0.008, p<0.001; p=0.007 p=0.029; p=0.023).
Tartışma: Kronik İTP’de otoantikor pozitifliğinin uzun
dönem etkilerinin ve klinik önemlerinin saptanması için
daha geniş çalışmlara ihtiyaç vardır.
Bildiri: 0254
Poster No: P252
SİSTEMİK LUPUS ERİTEMATOZUS ZEMİNİNDE EVANS
SENDROMU GELİŞEN BİR OLGUDA SPONTAN DALAK
RÜPTÜRÜ. Hüseyin Tokgöz1, Ümran Çalışkan1, Bülent
Ataş2, Orhan Özbek3. 1Selçuk Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesi, Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Konya, 2Selçuk
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Nefroloji Bilim
Dalı, Konya, 3Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi,
Radyoloji Ana Bilim Dalı, Konya
Amaç: Travmatik olmayan dalak rüptürü, hematolojik, neoplastik ve infeksiyöz hastalıkların seyri sırasında görülebilen nadir bir komplikasyondur. Yüksek mortalite oranı nedeniyle erken tanı konması ve tedavi edilmesi hayat kurtarıcıdır. Dalak rüptürü gelişen bir sistemik lupus eritematozus (SLE) vakasında trombositopeni
160
de mevcut ise hastanın tedavi yönetiminde önemli problemler yaşanabilir.
Yöntemler: On beş yaşında erkek hasta, bir haftadır
mevcut olan yüksek ateş, halsizlik şikayeti ile kliniğimize
başvurdu. Fizik muayenesinde cilt ve mukozalar soluk,
skleralar ikterikti, organomegalisi ve lenfadenopatisi
yoktu. Tam kan sayımında BK: 2,300/mm3, Hb: 6,5 g/dl
PLT: 12000/mm3 idi. Periferik yaymasında hemoliz bulguları mevcut, trombositler nadir tekli idi. Böbrek fonksiyon testleri anormaldi, hematüri ve proteinurisi mevcuttu. Direkt coombs testi (+++) geldi, retikülosit sayısı %9
idi. Kemik iliği aspirasyonunda malignite bulgusu yoktu,
normoblastik eritroid hiperplazi, genç megakaryositlerde
artma görüldü. Plevral ve perikardiyal efüzyon, asit saptandı. Antinükleer antikor ve andi dsDNA müsbet, C3 ve
C4 düzeyi düşük geldi. Hastaya SLE zemininde gelişmiş
olan Evans Sendromu tanısı konuldu. Steroid tedavisi
başlandı, fakat sitopenileri dirençli olduğu için tedaviye
siklofosfamid eklendi.
Sonuçlar: Hastada yatışının 10.gününde genel
durumda bozulma, hipotansiyon, bilinç bulanıklığı meydana geldi. Akut batın tablosu olduğu için çekilen batın
US ve CT ile hastada spontan dalak rüptürü ve batın
içi yaygın hemoraji belirlendi. Tam kan sayımında Hb:
5,9 g/dl PLT: 10000 idi. Uygun hidrasyon desteği verildi, hematokrit takibine alındı, eritrosit ve trombosit süspansiyonu verildi. Trombositopenisi sebat etmekle birlikte hızlı Hb düşüşü olmadı. Çocuk cerrahisi bölümüne
danışıldı, konservatif yaklaşım önerildi. Hastanın takibinde batın içindeki kanama rezorbe oldu, kliniği giderek düzeldi. Steroid ve siklofosfamid tedavisi ile tedavinin ikinci haftasında trombosit sayısı yükselmeye başladı, direkt coombs testi negatifleşti. Bir ay içinde sitopenileri düzeldi. Böbrek fonksiyonlarında ve santral sinir sistemi bulgularında düzelme oldu.
Tartışma: SLE, medikal tedavilere dirençli sitopenilere yol açabilen bir hastalıktır. SLE’li olgularda nadiren spontan dalak rüptürü bildirilmiş, bu durum genellikle dalakta aşırı büyüme ve konjesyon ile ilişkilendirilmiştir. Bizim olgumuzda ilginç olarak dalak büyüklüğü
yoktu. SLE’nin dalak tutulumu vasküler düzeyde mevcut
olup, karın içi basıncını artıran herhangi bir manevra ile
dalak rüptürü meydana gelmiş olabilir. Dirençli anemi ve
trombositopeniye rağmen, cerrahi uygulanmadan destek
tedavisi ile hastanın kliniğinin düzelmesi ilgi çekicidir.
Dışarıdan verilen trombositlerin, immunojenik yıkıma
rağmen akut etki ile kanama kontrolüne yardımcı olmuş
olabilir. SLE’li hastalarda ortaya çıkan Evans sendromu
tablosunda siklofosfamid kullanılması, SLE’nin diğer sistemik bulgularının yanı sıra hematolojik olarak düzelmesine katkı sağlamaktadır.
Bildiri: 0480
Poster No: P253
AĞIR TROMBOTİK ATAKLAR VE BUNA BAĞLI
UZUV KAYBI GELİŞEN PAROKSİSMAL NOKTÜRNAL
HEMOGLOBİNÜRİLİ
HASTADA
ECULİZUMAB
TEDAVİSİ. İpek Yönal, Hasan Sami Göksoy,
Abdurrahman Demir, Emre Osmanbaşoğlu, Hasan
Dermenci, Mustafa Yenerel, Meliha Nalçacı. İstanbul
Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana
Bilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul
Amaç: Klasik olarak gece hemoglobinürisi ve kronik intravasküler hemoliz bulguları ile kendini gösteren paroksismal noktürnal hemoglobinüri (PNH), hematopoietik kök hücrenin klonal bir hastalığıdır. Kök hücrenin edinsel, somatik bir mutasyonu sonucu oluşan
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
hastalık hemopoietik sistemin 3 hücre dizisini de etkiler.
En tipik bulgu eritrositlerin, komplemanın hemolitik etkisine karşı duyarlı hale gelerek düşük pH’ da intravasküler hemolizin gelişmesidir. Morbidite ve mortalitenin en
önemli nedenlerinden biri tromboza eğilimdir. Ağır venöz
ve arteryel trombozlarla seyreden, eculizumab tedavisiyle
yaşam kalitesi arttırılan bir PNH olgusu sunuldu.
Yöntemler: 50 yaşında erkek hastamıza 22 yıl önce
aplastik anemi (AA) tanısı konularak kortikosteroid, oksimetolone ve siklosporin tedavileri ile izlendikten sonra
ikinci yılında antilenfositer globülin uygulanmıştır.
Sonuçlar: Sitopenileri devam eden ve altı yıl sonra
hemolitik atağı ortaya çıkan hastada AA-PNH sendromu
düşünülerek asit ham testi yaptırılmış ve pozitif bulunmuştur. Kortikosteroid tedavisiyle izlenmiş ve iki yıl
sonra Budd-Chiari Sendromu gelişmesi üzerine tedavisine warfarin sodyum eklenmiştir. Kortikosteroid tedavisine bağlı Nocardia ampiyemi, katarakt ve osteopeni
gibi komplikasyonlar gelişmiştir. Beş yıl önce tekrarlayan
hemolitik ataklar nedeni ile oksimetolone tedavisi yeniden başlanan hastada ilaca bağlı hepatotoksisite gelişmesi nedeniyle bir ay sonunda kesilmiştir. Yedi ay önce
sol ayak 1. ve 2. parmak distalinde nekroz gelişen hastada distal iskemi nedeniyle iki parmağı da ampüte edilmiş
ve antikoagulan tedavisi düşük molekül ağırlıklı heparin
ile değiştirilmiştir. Üç ay önce sol alt ekstremitede tekrarlayan arteryel trombotik atakları nedeni ile debridman uygulanmış ve derin doku kültüründe Psödomonas
üremesi üzerine antipseudomonal tedavi başlanmıştır.
Tekrarlanan akım sitometrik incelemesinde nötrofillerde
CD55: %70.8, CD59: %4.9 olarak saptanmıştır. Yara iyileşmesi geciken ve diğer parmaklarının da siyanotik görünüm aldığı hastamıza eculizumab tedavisine başlama
kararı alınmıştır. Bu tedaviyle yara iyileşmesi hızlanmış
ve altı hafta içinde yaraları cerrahi olarak kapanabilecek
hale gelmiştir. Daha önce hemolitik ataklara bağlı ayda
üç ünite eritrosit süspansiyonu ihtiyacı olan hastamızın bir ay içinde transfüzyon ihtiyacı ortadan kalkmıştır.
Tartışma: PNH’de tromboz patogenezi net değildir. Trombositler dahil tüm kan hücrelerinin yüzeyinde
kompleman uyarısını düzenleyen proteinlerdeki eksiklik, bu hücreleri kompleman ile ilişkili aktivasyona veya
parçalanmaya daha hassas kılmaktadır. Kronik hemolize
bağlı serbest hemoglobin salınımı, nitrik oksid tüketimi,
endotelyal disfonksiyon ve trombosit aktivasyonu tromboza eğilim yaratan nedenler arasında kabul edilmektedir. Eculizumabın tromboz üzerine etkileri tam ortaya konulamamış olsa da tromboz patogenezi ve hemoliz
üzerine olan olumlu etkisini birlikte değerlendirdiğimizde
küçük damar dolaşımı üzerinde de iyileştirici bir etkisinin olabileceğini düşünmekteyiz.
Bildiri: 0433
Poster No: P254
TROMBOZ İLE BAŞVURAN GENÇ HASTALARDA
TROMBOFİLİK
RİSK
FAKTÖRLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ. Esra Sarıbacak Can, Murat
Albayrak, Vedat Aslan, Harika Çelebi. Dışkapı Yıldırım
Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği.
ANKARA
Amaç: Artan tromboz riski hiperkoagulabilite veya
trombofili olarak bilinmektedir. Trombofili geniş bir kalıtsal veya edinsel nedenlerden kaynaklanabilir. Arteryel ve
venöz trombozlar en yaygın morbidite ve mortalite nedenleri arasında gelmektedir. Çalışmamızda, tromboz ile başvuran ve trombofilik defekt saptanan 50 yaş ve altı hastalarımızda tespit edilen trombofilik defektleri, sıklığını
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
değerlendirmek ve literatür bilgileriyle karşılaştırmak
amaçlanmıştır.
Yöntemler: Bu çalışmada hastanemizin hematoloji
bölümüne 2010 yılı içinde tromboz ile başvurup, trombofili taraması yapılan 15-60 yaş arasında toplam 33 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. Trombofili tetkiki olarak protein C, protein S, antitrombin III eksikliği, aktive protein C rezistansı, faktör V Leiden (FVL), protrombin 20210A (PT 20210), metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) gen mutasyonları, antifosfolipid antikorları (AFA), faktör VIII ve homosistein yüksekliği araştırıldı.
Sonuçlar: Hemostatik süreçteki hassas dengenin
bozulması trombofiliye yol açabilir. Trombozlar en yaygın morbidite ve mortalite nedenleri arasında gelmektedir. Trombofili etkenlerinin sıklığı, etnik farklılık ve coğrafi bölgelere göre değişebildiğinden, her toplum tromboz kliniği ile başvuran hastalarda öncelikle sık görülen
trombofili etkenlerini araştırmalıdır.
Bildiri: 0112
Poster No: P255
NON-HODGKİN VE HODGKİN LENFOMA TEDAVİSİ
SONRASINDA GELİŞEN İMMÜN TROMBOSİTOPENİK
PURPURA: 2 OLGU SUNUMU. Nihal Özdemir, Emre
Çelik, Tiraje Celkan. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk
Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul
Amaç: İmmün trombositopenik purpura çocukluk
çağında en sık görülen trombosit hastalığıdır. İmmün
trombositopenik purpura (İTP), KLL gibi lenfoproliferatif hastalıkların tanı sırası yada öncesinde sık görülen
bir bulgusudur ancak non-Hodgkin lenfoma (NHL) ve
Hodgkin lenfoma (HL) olgularında nadir görülür.
Yöntemler: Tedavi sonrası tam remisyonda izlenirken
İTP gelişen NHL ve HL olgularımızı sunduk.
Sonuçlar: Olgu 1: On yaşında asit, karaciğer-dalak
ve lenf bezlerinde büyüme nedeni ile incelenerek Burkitt
lenfoma (evre 4 risk grubu 3) tanısı konulan, takibinde
böbrek yetersizliği gelişerek dialize giren ve 6 kür yüksek
risk BFM-NHL kemoterapisini aldıktan 1 yıl sonra remisyonda izlenirken, viral ÜSYE sonrasında trombositopeni
gelişen olguya tetkikleri ve kemik iliği aspirasyon sonucunda İTP tanısı konuldu. Yüksek doz steroid tedavisine (3 gün 30mg/kg) tam yanıt alındı. Hasta halen takipte
olup, lenfomasının 14., İTP sinin 10. yılında tam remisyondadır.
Olgu 2: Ondört yaşında kız hasta, sol boyun ve koltuk altında şişlik ve gece terlemesi nedeni ile incelenerek
Hodgkin lenfoma (Evre IIIB) tanısı ile 6 kür ABVD (adriamisin, vinblastin, bleomisin, DTIC) ve etkilenen alana
radyoterapi (RT) tedavileri aldı. Hastanın tedavi sonrası kontrol PET’i tam remisyonla uyumluydu. Kemoterapi
bitiminden 10 ay RT bitiminden 6 ay sonra yaygın ekimoz
ve peteşi nedeniyle başvurdu. Kan sayımında trombositopeni saptanan hastanın eşlik eden enfeksiyonu yoktu,
viral serolojisinde özellik saptanmadı. Kemik iliği aspirasyon sonrasında İTP tanısı konuldu. IVIG’e ve yüksek
doz steroide parsiyel yanıt veren hasta halen lenfomasının 18. İTP’sinin 3. ayında düşük doz kortikosteroid tedavisi ile izlemdedir.
Tartışma: Literatürde İTP ve NHL/HL ilişkisi ile ilgili az sayıda olgu bildirilmiştir. Prognoz üzerine etkisi tam
olarak bilinmemekle birlikte, İTP’nin lenfomalarda nüksün erken bulgusu olabileceği vurgulanmaktadır, ancak
bizim NHL olgumuz bu hipotezi desteklememektedir,
Hodgkin olgumuzda ise henüz izlem süresi çok kısadır.
161
POSTER BİLDİRİLER
Bildiri: 0149
Poster No: P256
SAFEN
VEN
KORONER
BAYPAS
GREFT
TIKANIKLIĞINDA ASPİRİN DİRENCİ. Selime Ayaz1,
Sevinç Yılmaz1, Göksel Çağırcı2, Dursun Aras2. 1T
Yüksek İhtisas Hastanesi Hematoloji Bölümü, 2T Yüksek
İhtisas Hastanesi Kardiyoloji Bölümü
Amaç: Otolog safen venler koroner arter baypas cerrahisinde, yüksek greft tıkanıklığı insidansına rağmen
sıkça kullanılmaktadır. Antiplatelet ilaçların baypas sonrası erken dönemde başlanması greft tıkanıklığı insidansını azaltmaktadır. Biz bu çalışmada, safen ven greft
(SVG) tıkanıklığı olan hastalarda PFA-100® (Platelet
Fonksiyon Analizörü) yöntemini kullanarak aspirin direncini araştırdık.
Yöntemler: Koroner angiografi yapılan 44 hasta incelendi. Hastalar SVG açıklığına göre 2 gruba ayrıldı. SVG
tıkanıklığı olan hastalar, SVG’i açık olan hastalarla klinik, angiografik ve laboratuar parametreleri açısından
karşılaştırıldı.
Sonuçlar: Onüç (%29.5) hastada aspirin direnci vardı.
SVG tıkanıklığı olan ve olmayan hastalardaki aspirin
direnci benzerdi (%35 ve %24, p= 0.4). İki grup arasında
başlangıç özelikleri ve ortalama Kollagen/ADP, Kollagen/
Epinefrin değerleri açısından fark yoktu. Çoklu değişken
analizlerinde, SVG tıkanıklığı riskini arttıran tek değişken hiperlipidemi idi. Aspirin direnci olan ve olmayan iki
grup klinik özellikler ve majör kardiyovasküler risk faktörleri açısından karşılaştırıldığında, iki grup arasında
fark yoktu. Fakat, ortalama trombosit hacmi, Kollagen/
ADP ve Kollagen/Epinefrin değerleri aspirin direnci olan
grupta daha yüksek idi. Kollagen/Epinefrin ile ortalama
trombosit hacmi ve hemotokrit arasında negatif korelasyon vardı.
Tartışma: Aspirin direnci SVG tıkanıklığında önemli
bir rol oynamamaktadır
Yaşam Kalitesi / Etik / Hukuk / Sosyal İçerikler
Bildiri: 0295
Poster No: P257
ERİŞKİN AĞIR HEMOFİLİ HASTALARINDA YAŞAM
KALİTESİ. Deram Büyüktaş1, M. Cem Ar2, Ahmet
Emre Eşkazan1, Ayşe Salihoğlu1, Emine Gültürk1,
Şeniz Öngören1, Teoman Soysal1, Burhan Ferhanoğlu1,
Yıldız Aydın1, Birsen Ülkü1, Zafer Başlar1. 1İstanbul
Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul, 2TCSB
İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 5.Dahiliye,
İstanbul
Amaç: Çalışmamızda ülkemiz koşulları nedeniyle
çocukluk çağında ve kısmen günümüzde faktör replasman tedavisine erişimi kısıtlı olan dolayısıyla ileri derecede hemofilik artropatisi bulunan bir erişkin hemofili
popülasyonunda sağlık ilişkili yaşam kalitesi parametrelerinin sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmanın ikincil amacı da ağır erişkin hemofilide ilk
kez kullanılacak olan MDHAQ (Çok boyutlu sağlık değerlendirme anketi) anketinin yeterliliğinin gösterilmesidir.
Yöntemler: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı’nda takip edilen 65
tane faktör düzeyi < %1 olan ağır hemofili hastası çalışmaya alındı. 53 sağlıklı erkek hasta kontrol grubu olarak seçildi. Hasta ve sağlıklı kontrollere SF-36 ve MDHAQ
isimli 2 adet sağlık ilişkili yaşam kalitesi anketi verilerek doldurmaları istenmiştir. Sonuçlar Mann-Whitney-U
162
testi kullanılarak karşılaştırılmıştır; p < 0.05 istatistiksel
olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan ağır hemofili hastalarının
yaş ortalaması 31, ortalama eğitim süreleri 9.5 yıl bulunmuştur. Hastaların 48’i kanadıkça faktör replasman
tedavisi alırken, 17’si sekonder profilaksi kullanmaktaydı. Kanamalardan en çok etkilenen eklemler sırasıyla diz
(% 64.6), dirsek (% 55.4), ayak bileği (%49.2), omuz (%
36.9), kalça (% 20.9), el bileği (% 16.9) ve bel (% 16.9) idi.
MDHAQ anketleri değerlendirildiğinde; hasta ve sağlıklı kontrol grubunun fiziksel aktivite skorları, ağrı, ağrı
şiddeti, yorgunluk, hastanın kendini nasıl bulduğu skorları arasında istatistiksel anlamlı farklılık (p<0.05) saptandı.
SF-36 anket sonuçları değerlendirildiğinde; tüm alt
skorlarda (fiziksel fonksiyon,fiziksel sorunlara bağlı rol
kısıtlılıkları, ağrı, genel sağlık, vitalite/enerji, sosyal fonksiyon, emosyonel sorunlara bağlı rol kısıtlılıkları, mental
sağlık ve toplam mental ve fiziksel skor toplamları) hasta
grubunun skorları kontrol grubuna göre istatistiki olarak
anlamlı derecede (p < 0.05) kötü bulundu.
Tartışma: Hemofilik artropati, özellikle faktöre kısıtlı erişebilen erişkin hemofili hastalarında yaşam kalitesini belirleyen en önemli etkendir. Hemofilik artropatinin boyutu ve hastalar üzerindeki etkisini ölçen çeşitli
klinik ve laboratuar skorlama sistemleri geliştirilmiştir.
Ancak bu yöntemler, hastanın hastalığı nasıl algıladığı ve
hastalığın hastanın günlük aktiviteleri ile sosyal yaşamını ne düzeyde etkilediği gibi bilgileri hekime aktarmada
yetersizdir.Ülkemizde erişkin hemofili hastaları üzerinde yapılmış geniş çaplı yaşam kalitesi çalışmaları yoktur.
Çalışmamızda ağır hemofilili hastaların skorları her iki
yaşam kalitesi anketinde de sağlıklı kontrollerden anlamlı ölçüde farklı bulunmuştur.
MDHAQ, kısa sürede hasta tarafından doldurulabilmesi, parametreleri görsel olarak derecelendirmesi, eklem
bulguları üzerine parametreler içermesi açısından hemofili hastalarının takibinde kullanılabilecek uygun bir
yaşam kalitesi değerlendirme aracıdır.
Bildiri: 0339
Poster No: P258
ERİŞKİN
LÖSEMİLİ
HASTALARDA
HASTAHEKİM İLİŞKİSİ: TIP ETİĞİ PERSPEKTİFİNDEN
DEĞERLENDİRME. Elif Atıcı. Uludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Tıp Tarihi ve Etik Ana Bilim Dalı, Bursa
Amaç: Hasta-hekim ilişkisinin etik değerlendirilmesi, sağlık hizmetlerinin kaliteli yürütülmesinin önkoşullarındandır. Yaşam kalitesinin etkilendiği hastalıklarda, hasta-hekim ilişkinin etik boyutu daha çok öne
çıkmakta, her hastalığın kendine özgü tıbbi sorunları
hasta-hekim ilişkisini ve tıp etiği ilkelerinin uygulanabilirliliğini etkilemektedir. Çalışmada lösemili hastalarda,
hasta-hekim ilişkisinin tıp etiği açısından değerlendirilmesi hedeflenmiş, hastaların beklentilerini, hekimin yaklaşımını ortaya çıkarmak, hastalığa özgü etik sorunları
saptamak amaçlanmıştır.
Yöntemler: Lösemi tedavisi gören 106 hasta ve hastaların takip-tedavisinde etkin olan 50 hekime anket formları uygulandı. Formlarda hasta-hekim ilişkisi türü, bilgilendirme, tedaviye katılım gibi parametreler alt başlıklarda değerlendirildi.
Sonuçlar: Hastaların %81.1’inin hekiminden beklediği davranış biçimi karşılıklı katılıma dayalı modelken bu
beklentinin karşılanması %39.6’dır. Hastaların %72.6’sı
hekimin yeterli zaman ayırdığını, %27.4’si empatik yaklaşımda bulunduğunu belirtirken, bu oran hekimlerde
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
sırasıyla %42.0-%58.0’dir. Tanısını bilen hasta oranı
%48.1, hastalığı-tedavisi hakkında herşeyi bilmek isteyen hasta oranı %49.1’dir. Herşeyi bilmek isteyen hastaların %59.6’si tanılarını bilmektedir. Bu hastaların
%63.5’ine hastalık-tedavileri hakkında bilgilendirme
yapılmıştır. Her konuda bilgi verdiğini söyleyen hekim
oranı %14.0’dır. Hastaların %42.4’ü hastalıkla, %62.5’i
tedaviyle ilgili bilgilendirmeyi yeterli bulurken, hekimlerin %12’si yaptıkları bilgilendirmeyi yeterli bulmaktadır. Bilgilendirmenin yetersiz bulunma nedenleri hastalarda daha çok hekime (%87.5), hekimlerdeyse hastaya bağlı nedenler (%65.8) olarak sıralanmaktadır.
Hastaların %72.6’si bilgilendirmenin hasta için yararlı olduğuna, %94.3’ü hastanın tedavisine katılımını sağlayacağına inanmaktayken bu oranlar hekimlerde sırasıyla %92.0-%66.0’dır. Hastaların %35.8’i, hekimlerin
%96.0’sı hastanın tedavinin yan etkisi-zararlarını bilmesinin tedavi reddine neden olabileceğini belirtmektedir. Hastaların %57.3’ü kendilerinden onam alındığını, hekimlerin %90.0’ı hastaların onamını aldığını ifade
etmektedir.
Tartışma: Hastaların karşılıklı katılıma dayalı hastahekim ilişkisini tercih etmesi toplumda değişen bir
anlayış olduğunu göstermektedir. Ancak hastaların bu
tür ilişkinin gerekenleri hakkında farkındalık düzeyleri
düşüktür. Hastalar açısından tanılarını bilme durumu,
hekimler açısından prognoz, tedaviden beklenen başarı ilişki biçimini etkilemektedir. Hasta merkezli ilişkide
empatinin kullanılması gerekmektedir. Bilgilendirme ve
onam alınmasında hekimlere beceri kazandırılmalıdır.
Hastaların beklentilerinin analiz edilmesi, hastanın bilgilendirilmesinde kademeli aydınlatma öngörülmelidir.
Hasta-hekim ilişkisinde etik ilkelerin gözetilmesinde tıp
etiği eğitimine verilen önemin artırılması, sürekliliğinin
sağlanması gerekmektedir.
Bildiri: 0502
Poster No: P259
KANSER VE HEMOFİLİ TANISI ALMIŞ HASTALARIN
ANNELERİNDE OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞA
YATKINLIĞIN DEĞERLENDİRİLMESİ. Arife Kaygusuz,
Yeşim Oymak, Ayşen Türedi, Yöntem Yaman, Gülcihan
Özek, Özgür Cartı, Canan Vergin. Dr Behçet Uz Çocuk
Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Kronik hastalıklar grubunda yer alan kanser
ve hemofili hastalarının annelerinde Obsesif Kompulsif
bozukluğa yatkınlığın değerlendirilmesi amacıyla; kanser
ve hemofili hasta anneleri ile kontrol grubu olarak kronik
hastalığı olmayan çocukların anneleri çalışmaya alındı.
Yöntemler: Çocuğu kanser ve hemofili tanısı almış 55
anne ile kontrol gurubu olarak 30 sağlıklı çocuğun annelerinden veriler toplandı.
Annelere ülkemizde geçerlilik ve güvenilirliği Erol ve
Savaşır tarafından gösterilen Maudsley Obsesif Kompulsif
Soru Listesi (MOKSL) ve sosyodemografik bilgi toplama anketi uygulandı. MOKSL doğru ve yanlış biçiminde
yanıtlanan obsesif kompulsif belirtilerin türünü araştırmak ve obsesif hastaları diğer nevrotik hastalardan ayırt
etmek için geliştirilen bir öz bildirim ölçeğidir. Doğru olarak işaretlenen soru için 1 puan verilirken 11 numaralı soru hayır olarak işaretlenirse bir puan verilmektedir.
Ölçeğin kesme puanı 19 olarak alınmıştır. Veriler yüz
yüze görüşme yöntemiyle elde edilmiştir.
Sonuçlar: Araştırmaya alınan annelerin yaş ortalaması yıl olarak kanser tanılı grupta 32 (std ± 6.5) hemofili grubunda 31 (std ± 5.4) sağlıklı grupta ise 29 (std ±
5.3)’dur. Obsesyon puan ortalamaları ise kanserde 20.33
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
(std ± 5.7), hemofilide 18.48 (std ± 6.7) sağlıklı grupta
15.83 (std ± 5.8) saptanmıştır. Sağlıklı kontrol grubuna göre çocuğu kanser ve hemofili tanısı alan annelerde,
obsesyona yatkın anne sayısı anlamlı olarak daha fazla
bulunmuştur (p=0.031). Fakat kanser ve hemofili tanısı
almış çocukların annelerinde obsesyona yatkınlık sıklığı
açısından fark saptanmadı (p=0.043).
Tartışma: Obsesif kompulsif davranış özellikleri bireyin yaşam kalitesini etkilemektedir. Yaşam kalitesini
etkileyen bu durumun kronik hasta gruplarından kanser ve hemofili hastalarında artmış olması yaşam kalitesi yanında tedaviye uyumu da zorlaştırabilir. Bu nedenle bu hasta gruplarının izlendiği merkezlerde hastalara ve
annelere psikososyal destek verilerek ruh sağlığının iyileştirilmesi uygun olacaktır.
Bildiri: 0266
Poster No: P260
HEMATOLOJİK
MALİGNİTELİ
HASTALARA
BAKIM VERENLERİN YAŞADIĞI GÜÇLÜKLERİN
BELİRLENMESİ. Yasemin Karacan, Vildan Özkocaman,
Murat Bayram, Rıdvan Ali, Fahir Özkalemkaş, Tülay
Özçelik, Melice Dede, Gönül Irmak, Ahmet Tunalı.
Uludağ Üniversitesi, Hematoloji Bilim Dalı, Bursa
Amaç: Çalışma, kanser hastasına bakım veren hasta
yakınlarının duygusal ve sosyal sorunlarını ve bu sorunlar arasındaki ilişkiyi saptamak amacıyla yapılmıştır.
Yöntemler: Çalışma tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
Çalışmayı Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji
Bilim Dalı Polikliğine 02 -20 Ağustos 2010 tarihleri arasında başvuran ve hematolojik malignite tanısıyla tedavi ve bakım alan hastaların yakınları oluşturmuştur.
Örneklemi çalışmayı kabul eden 77 hasta yakını oluşturmaktadır.. Çalışmanın verileri, hasta yakınlarına uygulanan Tanıtıcı Bilgi Formu ve Duygusal ve Sosyal Sorunları
Belirleme Formu yoluyla toplanmıştır. 2003 yılında
Babaoğlu ve Öz tarafından geçerlik güvenirliği yapılan
ölçek toplam 52 maddeden oluşmuştur. Ölçekte 7’ si duygusal sorunları, 6’ sı sosyal sorunları belirleyen toplam
13 alt grup bulunmaktadır. Her madde karşısında 0-2
puan arasında puanlanmış olan 3 seçenekli cevap yer
almaktadır. Evet, cevabı 2 puan, bazen cevabı 1 puan,
hayır cevabı için 0 puan verilerek toplam puanları hesaplanmıştır. Veriler SPSS 11.5 paket programında sayı, %
dağılımı ve ki-kare ve %1 ve %5 anlamlılık düzeyinde
korelasyon analizi yapılarak değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Çalışmadan elde edilen bulgulara göre,
çalışma kapsamına alınan hasta yakınlarının %59.8’ i
30-51 yaş grubu, %66.2’ si kadın, %77.9’ u evli, %40.3’ ü
hastanın eşi, %77.9’ u hasta ile aynı evde yaşıyor, %35.1’
i ev hanımı ve %48.1’ inin geliri giderlerini karşılamamaktadır. Hastalarına verdikleri bakım sürelerine bakıldığında %50.6’sı 0-1 yıl arası ve %50’si ise hastanın yanında
tam gün bakım verirken, %59.7’ si hastanın bakımını tek
başına sürdürmektedir.
Tartışma: Hastaların duygusal sorunlarındaki en
fazla değişim karar vermede çatışma: 5.67±2.16 alanındadır. Ümitsizlik (5.55±2.16) ve anksiyete (5.25±2.16)
hasta yakınlarının en sık yaşadığı diğer duygusal sorunlardır. Literatürde ise kanserli hastaya bakım veren eşlerde depresyonun en sık rastlanan duygusal sorun olduğu
vurgulanmaktadır. Hastaların sosyal sorunlarındaki en
fazla değişim: 5.32±2.10 bakım verici rolünde zorlanma
alanındadır. Eğlence faaliyetlerinde değişim (5.14±2.04),
günlük işleri sürdürmede yetersizlik (5.09±2.00) ve rol
performansında değişim (5.09±2.02) hasta yakınlarının
en sık yaşadığı diğer sosyal sorunlardır. Konu ile ilgili
163
POSTER BİLDİRİLER
çalışmalara bakıldığında kanser hastasına bakım verenlerde rol performansında ve sosyal etkileşimlerinde değişimin en sık yaşanan sosyal sorunlar olduğu saptanmıştır.
Kanser hastasına bakım verenlerin duygusal ve sosyal değişim yaşamaları nedeniyle sağlık ekibinin öncelikle hastasıyla ilgili bilgi gereksinimini karşılaması gerekir.
Bakım vericilerin günlük rutinlerini de gerçekleştirdiği
düşünülerek sosyal kaynaklar ve diğer destek sistemlerinin de farkındalığı sağlanmalıdır. Duygusal sorunların
azaltılmasına yönelik baş etme becerisi ve problem çözme
becerisi kazandırılması önerilir.
Bildiri: 0512
düzeyi olduğu görüldü (kappa: 0.76, AC1: 0.78). Özellikle
akut lösemi, plazma hücre displazileri ve kronik myeloproliferatif neoplazi tanıları için hemfikirlilik mükemmeldi (sırasıyla kappa: 0.91, AC1: 0.90; kappa: 0.92, AC1:
0.91; kappa: 0.91 ve AC1: 0.91). Demir eksikliği anemisi
tanısında hemfikirlilik zayıfken (kappa: 0.31, AC1: 0.22),
diğer tanılarda kabul edilebilir düzeylerdeydi.
Tartışma: Hematologlar tarafından yapılan kemik
iliği değerlendirilmeleri çoğunlukla ön tanı olarak hematopatolojik değerlendirmeye yakındır ve değerlidir.
Hematopatolojik tanının gecikebileceği ve acil tedavi
gerektiren hastalarda karar verdirici olabilir.
Poster No: P261
KEMİK İLİĞİ ASPİRASYONLARININ MİKROSKOPİK
DEĞERLENDİRMESİ:
HEMATOLOG
VE
HEMATOPATOLOGLARIN HEMFİKİRLİLİK DÜZEYİ.
Tayfur Toptaş1, Merve Sungurtekin2, Gülşah
Gökoğlu2, Melek Gün2, Tevfik Gazi Kaşıkçı2, Güven
Yılmaz1, Bülent Kantarcıoğlu1, Işık Kaygusuz1, Cafer
Adıgüzel1, Süheyla Bozkurt3, Tülin Fıratlı Tuğlular1,
Mahmut Bayık1. 1Marmara Üniversitesi Hastanesi, İç
Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul,
Marmara Üniversitesi Hastanesi, İç Hastalıkları Anabilim
Dalı, İstanbul, 3Marmara Üniversitesi Hastanesi, Patoloji
Anabilim Dalı, İstanbul
Amaç: Hematologların mikroskopik değerlendirmelerinin, tanısal değerlendirmede daha karmaşık yöntemleri de kullanan hematopatologların tanılarıyla hemfikirlilik düzeyi bilinmemektedir. Biz, bu çalışmada kemik iliği
aspirasyon yaymalarının değerlendirilmesi sonucunda
söylenecek ön tanı konusunda hematolog ve hematopatologların hemfikirlilik düzeylerini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: 2008-2009 yılları arasında bilim dalımızda yapılmış olan kemik iliği aspirasyon ve biyopsilerinden
rastgele seçilmiş 569 örneğe ait hematopatoloji raporu ve
kemik iliği aspirasyon yaymalarını arşivimizden ve hasta
dosyalarından taradık. Hematopatoloji raporu olmayan
veya kemik iliği aspirasyon yaymasına ulaşılamayan 169
örnek ve partikülsüz aspirasyon yayması olan 75 örnek
çalışma dışında tutuldu. Hematopatoloji raporu ve partikül içeren 325 yayma, 12, 24 ve 120 ay mikroskopik
inceleme tecrübesi olan ve haftada ortalama 15 yayma
değerlendiren 2 hematoloji yan dal asistanı ve 1 hematoloji uzmanı tarafından değerlendirildi. Gözlemciler arası
hemfikirliliği tespit etmek için, örneklem içinden rastgele seçilmiş 10 yaymanın 3 hematolog tarafından 8 farklı tanı ile kodlanması istendi. Uygulanan kodlamanın
uygulanabilirliğini değerlendirmek ve gözlemcilerin kodlamaya alışabilmelerini sağlamak için örneklem içinden
30 yayma ile bir pilot test yapıldı. Gözlemcilerden daha
önceden belirlenen 11 tanı kodunu kullanarak yaymaları değerlendirmeleri istendi. Elde edilen sonuçlar patoloji raporuyla karşılaştırıldı. 325 yayma 3 hematologa paylaştırıldı ve sonuçlar patoloji raporlarıyla karşılaştırıldı.
Hemfikirlilik karşılaştırmaları Cohen ve Fleiss kappa ve
AC1 istatistikleriyle yapıldı. Kappa ve AC1 değerlerinin en
az 0.70 olması durumunda hemfikirliliğin yeterli olduğu,
0.40’ın altında ise hemfikirliliğin olmadığı kabul edildi.
Sonuçlar: BULGULAR: Hematologlar için gözlemciler
arası hemfikirlilik düzeyi yeterli bulundu (kappa: 0.84,
AC1: 0.84). Pilot testte de hemfikirliğin yeterli bulunması
nedeniyle (kappa: 0.68, AC1: 0.71), kodlama uygulamasında herhangi bir değişiklik yapılmaksızın tüm örneklem değerlendirildi. Tüm örnekler için hematologlar ve
hematopatologlar arasında oldukça iyi bir hemfikirlilik
2
164
Şekil 1. Hematolog ve hematopatologların hemfikirlilik düzeyleri
Veriler kappa veya AC1 ± standart hata (Güvenlik aralığı) şeklinde verilmiştir.
Bildiri: 0262
Poster No: P262
HEMATOLOJİK MALİGNİTELİ HASTALARIN TIP DIŞI
UYGULAMA YAPMA DURUMU. Yasemin Karacan,
Vildan Özkocaman, Murat Bayram, Fahir Özkalemkaş,
Rıdvan Ali, Tülay Özçelik, Melice Dede, Ahmet Tunalı.
Uludağ Üniversitesi, Hematoloji Bilim Dalı, Bursa
Amaç: Günümüzde kronik hastalıkların artmasına bağlı olarak doğaya dönüş akımı, her alanda olduğu gibi sağlık alanında da tüm dünyada hızla yayılmaktadır. Ülkemizde tıp dışı uygulamaların kullanımına ilişkin geniş çaplı bir çalışma bulunmamakla birlikte kanser
hastalarının %39.2 ve %61.1 arasında alternatif tedavi
yöntemlerini kullandıkları belirtilmiştir. Bu çalışma merkezimize başvuran hematolojik malignite hastalarının tıp
dışı uygulamalarını saptamak amacıyla tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
Yöntemler: Çalışma, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hematoloji Bilim Dalı Polikliniğine 02 -20 Ağustos 2010
tarihleri arasında başvuran ve hematolojik malignite tanısıyla takip edilen 75 hastadan oluşmaktadır. Çalışmanın
yapılabilmesi için etik kurul ve hastalardan yazılı izin
alınmıştır. Verilerin toplanmasında araştırmacılar tarafından tıp dışı uygulamalarla ilgili literatüre dayalı olarak ha¬zırlanan soru formu kullanılmıştır. Soru formu
bireylerin sosyo-demografik özelliklerini ve uygulamalarını, uygulama amaçlarını ve süresini kapsayan sorulardan oluşmaktadır. Soru formu hastalarla bire-bir görüşme yöntemiyle doldurulmuştur. Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 11.5 paket programı kullanılmış olup sayı,
yüzdelik ve ki-kare testleriyle değerlendirme yapılmıştır.
Sonuçlar: Çalışmanın sonuçlarına gore; hastaların ortanca yaşı 50, %57.3’ ü erkek, %81.3’ ü evli,
%41.3’ü ilkokul mezunu, %29.3’ ü ev hanımı, %94.7’ si
SGK’lı, %28’i multiple myelom, %72’sinin başka kronik
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
POSTER BİLDİRİLER
hastalığının olmadığı, %85.3’ünün ailesinde sağlık personeli bulunmadığı, %5.3’ünün yakın çevresinde tıp dışı
uygulama kullanıldığı görülmüştür.
Çalışma sonuçlarına bakıldığında tanı sonrası hastaların %30.7’ si bitki, %28’i karışım, %4’ ü vitamin, %1.3’
ü kaplumbağa kanı kullandığı ayrıca ortalama %24 dini
uygulamalar (kuran okuma, namaz kılma) ve %2.7 oranında spor yaptığı görülmektedir
Tartışma: Hastaların tıp dışı tedavileri genellikle kür
amaçlı kullandığı görülmektedir. Tıp dışı uygulamalar
kanser tedavisi sırasında kullanılan uygulamalarla etkileşerek olumsuz sonuçlara yol açabilmektedir. Bundan
dolayı sağlık profesyonellerinin hastaları bütün olarak
değerlendirmeleri, hastaları ve ailelerini tıp dışı uygulamaların olası yan etkilerine karşı bilgilendirmeleri önerilmektedir.
Bildiri: 0445
Poster No: P263
KANSERLİ HASTALAR VE HASTA YAKINLARININ
UMUDUNUN GELİŞTİRİLMESİNE YÖNELİK SAĞLIK
ÇALIŞANLARININ GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİ. Kıymet
Yılmaz, Sultan Öztürk, Özge Koçak, Sinan İrtegün.
Acıbadem Sağlık Grubu
Amaç: Çalışma özel bir hastanede kanserli hastalar
ve hasta yakınlarının umudunun geliştirilmesine yönelik
sağlık çalışanlarının görüş ve önerilerini etkileyen faktörleri ortaya koymak amacıyla yapılmıştır.
Yöntemler: Araştırma tanımlayıcı ve kesitsel olarak
yapılmıştır. Araştırmanın evrenini çalışmanın yapıldığı
XXXVI. Ulusal Hematoloji Kongresi
Bildiri Özetleri Kitabı
hastanede görev yapan Kemoterapi, Radyoterapi, Onkoloji
Ağırlıklı Servis, Yoğun Bakım, Acil Servis çalışanları oluşturmaktadır. Araştırmaya gönüllü olarak 63 sağlık çalışanı alınmıştır. Araştırmanın yapılabilmesi için gerekli
kurumsal izin alınmıştır. Veri toplama aracı olarak araştırmacı deneyimleri ve literatür araştırma sonucu geliştirilen anket formu kullanılmıştır. Anket formları katılımcılara elden teslim edilmiştir. Veri analizleri Excel programında yüzdelik analizleri yapılarak sonuçlanmıştır.
Sonuçlar: Çalışanların %69,84’ü ölümcül bir tanı
almanın, %41,27’si kayıp yaşamanın umut düzeyini etkilediğini ifade etmiştir. Çalışanların %92,6’sı kanser tanısının umudu etkilediğini ifade etmiştir. Çalışanların
%88,89’u mesleki hayatı boyunca umudu geliştirmek
için belli stratejiler geliştirdiğini bu stratejilerin de ağırlıklı olarak yaptığı işe inanmak (%62,32), kendini motive
etmek (%46,3), sosyal ilişkilerini güçlendirmek (%36,51)
olarak ifade etmişlerdir. Çalışılan bölümde umudunu
yitiren hasta ve hasta yakınlarına nasıl destek olunduğuna bakıldığında en çok kullanılan yöntemler arasında ilk
üç sırayı; iyi bir dinleyici olmak, hasta/hasta yakınını bilgilendirmek, motivasyonu artırıcı aktivitelerde bulunmayı
sağlamak oluşturmaktadır.
Tartışma: Çalışanlar kurum içi sosyal aktivitelere
yönlendirilebilir, motivasyon eğitimine katılmaları sağlanabilir ya da çalışanların motivasyon hakkındaki görüşleri alınarak buna göre girişimlerde bulunulabilir.
165

Similar documents

23. Ulusal Biyokimya Kongresi Özel Sayısı

23. Ulusal Biyokimya Kongresi Özel Sayısı otomatik onay” konuları ele alınacaktır. Diğerinde, “Doku Mühendisliği” alanındaki yenilikler ve “Rejeneratif Tıp” ele alınacaktır. Klinisyenlerle laboratuvarcıları bir araya getiren 5 panel daha d...

More information

ankara üniversitesi fen bilimleri enstitüsü yüksek lisans tezi akut

ankara üniversitesi fen bilimleri enstitüsü yüksek lisans tezi akut klinik ve prognostik özelliklere sahiptirler. Bu çalışmada, NPM1 gen mutasyon sıklıkları Türk AML hastalarında araştırılmıştır. AML tanısı almış 44 hasta ve 12 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edil...

More information

Çernobil`in İnsan Sağlığına Etkileri

Çernobil`in İnsan Sağlığına Etkileri hastalıklarında (1987’den 1992‘ye kadar 25 kat), sinir sistemi hastalıklarında (6 kat), dolaşım sistemi hastalıklarında (44 kat), sindirim organı hastalıklarında (60 kat), cilt ve ciltaltı hastalık...

More information