kalpak ve kartal - Kuşadası Ticaret Odası
Transcription
kalpak ve kartal - Kuşadası Ticaret Odası
Mucize ÖZÜNAL KALPAK ve KARTAL Mucize ÖZÜNAL KALPAK ve KARTAL KUŞADASI TİCARET ODASI Akdoğan Çarşısı Kat: 2 No: 226227 Kuşadası/Aydın Telefon : +90 256 612 57 63 (pbx) Faks : +90 256 614 53 93 Web : http://www.kuto.org.tr e-mail : info@kuto. org.tr © Yayım hakları Kuşadası Ticaret Odası'nındır. Yayıncının yazılı izni olmadan hiçbir biçimde ve hiçbir yolla, bu kitabın içeriğinin bir kısmı ya da tümü yeniden üretilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz. Editör Sayfa Düzeni ve Kapak Tasarımı Baskı : Selim ESEN : Bekir KAYA : Körfez Matbası, Kuşadası, AYDIN KUŞADASI, 2007 SUNU Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ekonominin alacağı biçim ve yön, Lozan Barış görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir dönemde, Şubat 1923'te toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nde temel nitelikleriyle belirlendi. Kongre, İktisat vekili Mahmut Esat 1(Bozkurt) Bey'in önerisi Atatürk'ün onayı ile İzmir'de toplandı. Mustafa Kemal Kongreyi açış konuşmasında sorunu şöyle belirtiyordu: “Hakikaten Türk Tarihi tetkik olunursa bütün yükseliş ve çöküş nedenlerinin bu iktisat meselelerinden başka bir şey olmadığı anlaşılır.” Anadolu Ajansı 13 Şubat 1923 günü Kongre haberini verirken Mahmut Esat (Bozkurt) Bey'in Kongre'nin amacını şu şekilde vurguladığını duyuruyordu: “Bu Kongreyi millet ve memleketimizin kabiliyet ihtiyacat-ı iktisadîyesiniz elbirliği ile tetkik ederek ona göre bir ittila usulü vaz ve tetkik eylemek aynı zamanda 1 1892'de Kuşadası'nda doğdu. İstanbul Hukuk Mektebi mezunu. (1912) İsviçre'de de hukuk öğrenimi gördü. Fribourg Üniversitesi'nden “Hukuk Doktoru” unvanını aldı. Lozan kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti'nin başkanlığına seçildi (1919). İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere yurda döndü ve Kuşadası'nda Kuvayi Milliye'yi kurdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne birinci dönemde girdi. Londra Konferansı Heyeti'nde görevlendirildi. Adalet ve İktisat Bakanlıkları yaptı. Türk bandıralı 'Bozkurt' vapuru ile Fransız bandıralı 'Lotus' vapuru'nun Adalar Denizi'nde çarpışması olayından sonra Türkiye-Fransa uyuşmazlığını Milletlerarası Lahey Adalet Divanı'nda Türkiye'yi temsil ederek, ihtilafı gidermede başarı kazandı. 1934'de Soyadı Yasası kabul edildiğinde, Atatürk, bu davadaki başarısına dayanarak Mahmut Esat Bey'e “Bozkurt” soyadını verdi. 1930 yılı sonlarında Adliye Vekilliği'nden istifa etti. Ankara Hukuk Fakültesi'nde “Devletler Hukuku”, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde “Anayasa Hukuku” profesörlüğü yaptı. 21 Aralık 1943'de beyin kanaması sonucu İstanbul'da ölen Mahmut Esat Bozkurt, TBMM'de 1. Dönemden ölümüne kadar aralıksız 7 dönem İzmir Milletvekili olarak görev yaptı. Bozkurt'un 1926 yılında kaleme aldığı Medeni Kanun Genel Gerekçesi (Esbabı Mucibe Lâyihası), 2001 TBMM'sinde tartışmalara neden oldu. Başlıca yapıtları: Lotus Davasında Türkiye-Fransa Müdafaaları (1927), Türk İhtilalinde Vatan Müdafaası (1934), Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları (1939), Devletlerarası Hak (1940), Atatürk İhtilali (1940), Aksak Timur'un Devlet Politikası (1943). memleketimizin muhtelif ve şimdiye kadar yekdiğerine yabancı kalmış iktisat amillerinin birbiri ile tanıştırmak için açıyoruz.” İzmir'in kurtuluşundan 5 ay sonra, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından 4 ay önce toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nin başlıca iki amacı vardı. İlki, tüccar, çiftçi, sanayici ve işçi kesimlerinin kendilerine özgü sorun ve isteklerini bir bütünlük içinde belirlemek; bu isteklerin siyasal yönetim tarafından bilinmesini sağlamak; Diğeri de, yabancı sermaye çevrelerine ekonominin gelecekte alacağı biçimi ya da niteliği açıklamak. Bu açıdan bakıldığında, İzmir İktisat Kongresi'nde ulusal bütünleşme anlayışının ekonomik alana taşınması görüşü hedeflenmiştir. Kongre'de benimsenen Misak-ı İktisadi esaslarında Türkiye halkının tutum ve davranışları konusunda görüş ve ilkeler yer almaktadır. Kongrenin 1355 delegesinin “müttefiken tespit ve kabul ettiği” ilk 12 maddede Türk ulusunun bağımsızlığı, egemenliği, çalışkan ve dürüst, nüfus artışından yana olduğu, doğal kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istediği, yabancı sermayeye ülkenin yasalarına uyduğu sürece karşı olmadığı, farklı sınıf ve mesleklerde bulunanların birbirlerine sevgi ile bağlı oldukları dile getirilmiştir. Anadolu kurtuluş hareketinin iktisadî yönünü göstermesi bakımından son derece önemli olan Kongre, Kuşadası Ticaret Odası açısından da çok önemlidir. İlkin Kongre önerisinin Kuşadalı bir ulusalcı, devlet adamı Mahmut Esat Bozkurt tarafından gelmesi sonra da, sonuçlarının, uğraşı ticaret olan her kişi, her kurum gibi bizi de yakından ilgilendirmesi… Elinizdeki bu eser, Mahmut Esat Bozkurt'un Kuşadası'nda örgütlediği ulusalcı cephe'den Cumhuriyetin kuruluşuna, çekilen sıkıntılara; kurum ve kuruluşların oluşumundan çok partili döneme değin bir dönemin fotoğrafını yansıtmaktadır. Mahmut Esat bir devrimcidir. İlericilik ve aydınlanmacılık, görüş ve düşüncelerinin temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda Bozkurt'un şu özdeyişini anımsamak gerekir: “Kendi hesabıma son sözüm şudur: Bir ihtilâl hangi milletin hesabına yapılırsa, mutlaka o milletin öz evlâdının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır. Meselâ: Türk ihtilâli, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız ve şartsız. Yabancıların yardımı ile başarılan ihtilâller yabancılara borçlu kalırlar. Bu borç ödenmez.” Evet… Bu romanda bir yurtseverin, yaşamını ülkesinin ve milletinin çağdaşlaşma yolunda verdiği savaşa adayan bir devlet adamının kimi zaman hırçın sert, kimi zaman, uysal sevecen karakterine tanık olacak, Cumhuriyetimizin nereden nereye, nasıl ve hangi koşullarda geldiğini göreceksiniz. Bize bu eseri kazandıran ülkemizin saygın yazarı Sayın Mucize Özünal'a, romanın hazırlanmasında aile belgeliğini açan Sayın Gün Bozkurt Tekant'a ve editörlük birikimini sunan Sayın Selim Esen'e şükranlarımızı sunuyoruz. hemşehrilik bilincini yurttaşlık bilinciyle özleştiren Odamız bu eseri Türk Edebiyat'ına sunmanın haklı gururunu taşımaktadır. Saygılarımızla, Serdar Akdoğan Kuşadası Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mucize Özünal KALPAK ve KARTAL Roman Kuşadası Ticaret Odası'nın bir kültür hizmetidir. Mucize Özünal, 1947 yılında İstanbul'da doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Çeşitli yerlerde savcı ve avukat olarak çalıştı. Çağdaş toplum örgütlerinde ve derneklerde görev aldı. Yazın yaşamına öykü ile başladı. İlk öyküsünü 1965 yılında yayımladı. Çeşitli dergilerde çıkan öykülerini “Kızkovalayan”, “Park Öyküleri”, “Gün Tutulması Öyküleri” adlı kitaplarında topladı. Öyküleriyle PEN Yazarlar Derneği Öykü Ödülünü aldı. “Alayın Kızları” adlı romanıyla Can yayınlarının ilk Roman Ödülünü kazandı. “Kara Cümle” adlı dosyasıyla 2003 Tudem Edebiyat Ödülleri roman ikinciliğini kazandı. Gençlik romanları üçlemesinin ikinci kitabı “Dar Köprünün Dervişi”ni “Kalpak ve Kartal” izledi. “Kullanılmış Hayat” adlı deneme romanı 2006 yılında yayımlandı. Birçok gazete ve dergide edebiyat yazıları yayımlanıyor. Edebiyatçılar Derneği üyesi. Sevgilim... Bu zamansız kasabanın iç karartan günlerinden birindeyim. Gene, bir başıma pinekleyip durduğum köhne binadaki küçük odamdan yazıyorum. Her zamankinden daha çok seninleyim şimdi. Sana olan tutkum, bu yakıcı, gizemli buğu, bütün benliğimi, dünyamı sarıyor. Beni burada hayata sadece senin aşkın bağlıyor. Ruhumu aydınlatan çöl çiçeğim, biricik aşkım… İnan bana sevgilim, karanlık, dar sokaklarında başıboş köpeklerin dolaştığı, koyu gölgeli gövdelerin bir birine bakmadan “maraba”laşıp geçtiği bu unutulmuş yerde, lânetlenmiş kürek mahkûmu gibiyim. Üstelik fail olmayan bir mahkûm. Odamın geniş kirli camlarının ötesine bakıyorum. Deniz, külden bir ummanın gri dalgalarını getirip getirip kayaların rüzgârla biçilmiş çopur yüzlerine vuruyor. Daha beride, küçük adanın üzerindeki yıkık kalenin burçlarında, martılar, vahşî deniz kuşları, tiz çığlıklarla avlarına atılmaya hazır uçuşuyorlar. İş o kadar az ki, öğleye varmadan elim boşa çıkıyor. O zaman kitaplığın kağşamış tozlu raflarına el atıyorum. Sicili Kavanin, bakanlık talimatları, kara içtihat ciltleri, bordo kapaklı desturlar arasında boşu boşuna ilgimi çekecek bir şeyler arıyor, sonra umutsuzca, kırgınlıkla küçük odama dönüyor, eski daktilonun tık tıkları arasında, kâtiplerin yan odadan gelen kaba öksürüklerini dinliyorum. Yüksek bakanlığın, sanki alçağı varmış gibi, takdirlerine sunulan iş cetvellerini, müzekkereleri, tutanakları, büyük baş hayvan hırsızlarının sabıka kayıtlarını imzalıyor, kaçakçılığın men ve takibine dair yasanın, murabâha nizamnamesinin, kalem talimatnamesinin arkaik şifre dillerini çözmeye çalışarak esas hakkında mütalâalar, iddianameler hazırlıyorum. Yazdıklarımın yazmam 1 gerekenlerin ancak bir karikatürü olduğunu bilerek. Ben neden buradayım, burada ne işim var? “Cumhuriyet'in müdafii (savunucu) olacak bu müessesenin…” Fakültenin camlı döner kapısı önünden geçerken yüzlerce kez okuduğumuz bu sözlerin bizim hayatımızda açtığı yer bu mu? Bu insanlar bizim hizmetine koştuğumuz insanlar değil. Aramızda hiçbir iletişim yok. Onlar kendi kendilerine çağların ötesinden çekip getirdikleri geniş zamanlardaki hayatı yaşıyorlar. Sınırları aşılmaz, kuralları katı, içine girilmesi neredeyse imkânsız bir hayatı… Ruhları öyle derinde ki, aslında ruhları var mı yok mu o da meçhul. Az sonra baş gardiyan gelecek, bu mektubu onunla postahaneye göndereceğim. Öğleden sonra bir keşif var. Şimdilik bu kadar bir tanem. Bir an önce diplomanı al da gel. Gel bu durağan hayatıma, birbirinin aynısı günlerime ortak ol sevgilim… Bir Tanem, Bu gün günlerden pazar. Beni de “güneşe” çıkardılar. Papazın Bağı denilen yerde Hakim Osman Bey, Tapucu Hamdi, Yüzbaşı Vural'la bir at gezintisi yaptık. Sonra körfezin öte kıyısına, bataklıkların arasından ılgınlara, o eflâtun çiçekli ağaççıklara sürtünerek geçtik. Yaban ördekleri bulanık göletin üzerinde ağır yağlı gövdelerini zorlukla kaldırarak havalanıyorlar, başları ve kırmızı perdeli ayakları aynı düzlemde yitip gidinceye kadar alçaktan uçup duruyorlardı. Uzaklarda avcı fişeklerinin patladığını duyduk. Sonra sazlıkların arasındaki küçük çardak kahvesinde oturduk. Kahveci çakır gözlü, toparlak bir adamdı. Dizlerine kadar uzanan kara lâstik çizmeleri, kolsuz keçe yeleği ile bize bıldırcın közledi, nar şarabı sundu. Bütün ömrünü yaşamış bitirmiş de, bu gözlerden ırak yerde, ılgınların sazlıkların arasında, kinli Hera'nın Dionysous 2 ruhuna gizlice nar şarabı satarak, Nysa'dan bu yana sırf bu işi sürdürmek için yaşıyordu sanki. Kadınlarını eve kapatmış bütün kasaba erkekleri gibi biz de kadınlardan konuştuk bol bol. Tapucu Hamdi Bektaşi fıkraları anlattı. Bizim Hâkim Bey çok güzel bir Muğla türküsü söyledi. Saz da çalıyormuş. Bu fırça bıyıklı adamın küt parmaklı küçük elleriyle o şaşı gözlü çocuklarına saz çaldığını düşündüm bir an. Yoksa ben hayata bakmayı hiç öğrenemeyecek miyim? İnsanların sıradan yaşamlarındaki derinliği kavramaktan mı acizim? Hayır hayır, sabahları homurtularla sarsıla sarsıla çıkıp gelen minibüsün, gün batarken bir ilençten kaçar gibi dönüp gittiği bu yerde daha fazla kalamam. Evet bu hatalı bir seçimdi. Bu hayat benimki olamaz. Hayatımı bu köhne kasabalara, yılanlı bataklıklara gömecek değilim. Ben kendi hayatımı istiyorum. Saat on sekiz Bir tanem, o iç sıkıntısıyla evden çıktım. Beni avutacak bir şeyler bulabilmek umuduyla, tapınak şövalyelerinin solgun minyatürü Kaleiçi Mahallesi'nin dar sokaklarında, eğri incir dallarının kol attığı yosunlu ıslak yıkık duvar diplerinde, servili mezarlık yollarında, bozulmuş bostanların kıyısında, tütünleri kırılmış tarlalarda dolaştım. Sonra gidecek hiçbir yerim olmadığından buraya döndüm, geldim, sığındım. Sana bunları adliyedeki odamdan yazıyorum. Karşıda Kâtip Ali Bey, kırık sapını ince bir bezle sardığı, sağ camı çatlak gözlüğü burnunun ucunda, Remington makinesini tıkırdatıp duruyordu. Aslında benim maaşımı bu adamcağıza vermeliler. Mütalâalar dışında her şeyi benden iyi biliyor, yapıyor. Ne vakit gelsem, burada. Sabahları odacılardan önce geliyor. Çayını kendisi demliyor. Çaya biraz bergamot katıyormuş, çok hoş kokuyor. Sonra başlıyor çalışmaya. Az önce beni bilgece bir gülüşle karşıladı. Belki de kaderine bir ortak daha 3 bulduğunu düşünmüştür, kim bilir? Sonra belki de beni oyalamak amacıyla kalem odasıyla emanet arasındaki bölmeyi oluşturan dolabı oradan kaldırmak için izin istedi. Karşı odaya girince şaşırdım kaldım. Kaç kez girip çıkmıştım ama hiç dikkat etmemişim. Akıl almaz bir şey. Düşünsene bütün suç eşyalarının, tabancaların tüfeklerin, kanı üzerinde kurumuş kör cinayet bıçaklarının, sarı zarflarda kırmızı mühürler altındaki esrar plâkalarının, hikâyesi hala anlatılan imam öldüren Burgazlı Fatma'nın kanlı baltasının bile saklandığı emanet odasının kapısında asılı o kocaman paslı kilidin bir kıymeti harbisi yokmuş. Dolabı biraz çekince bize suretli tutanaklarla teslim edilen bütün bu insan yaşamlarında yaralar açmış nesneler pazar yeri malları gibi ortaya çıkıverdi. Aman Ali Bey, dedim, bu işi neden ihmal ettik? Buranın duvarını hemen ördürmeliyiz. Sonra dolaba baktım, gelişigüzel kapatılmış tahta kapaklarında nal kadar bir kilit. Bu ne dedim, vallahi Beyefendi dedi, içindekilerin de aslı yok. Zaman aşımına uğramış evrak, sıkıyönetim zamanının dosyaları, ilânları, eski iş cetvelleri falan. Kilidi zorlaya zorlaya açtık. Bir sürü karton dosya, sararmış silinmiş kâğıtlar, eski daktilo şeritleri, bildirdikleri zaman tarih olmuş takvimler. Bir sürü çöp haline gelmiş ıvır zıvır. Üst rafta bez bir torbanın içinde kalınca bir klâsör gözüme çarptı. Bu nedir dedim. Ali Bey güldü. Allah selamet versin, öldüyse rahmet etsin, beş altı yıl önce yaşlı bir savcı geldiydi. Kendisi istemiş buraya atanmayı. Yatmadan yatmaya giderdi evine. Çocuklarını evermiş. Ailesi uzak diye gelmemiş. Gece gündüz buradaydı. Bazı geceler geç vakit masa lâmbasının yandığını görürdük. Bekçiye açtırıp girermiş içeri. İş desen değil. Buranın işinden ne olacak. Ne yazar çizerdi, bilinmez. Okumaya ziyadesiyle meraklıydı. Ayda bir şehre gider, jipin arkasını kitaplarla, dergilerle doldurur gelirdi. Sonra emekliliği geldi. Giderken bu torbayı bana bıraktıydı. Bunun 4 içinde özel bir dosya var, daha sonra aldırırım dedi. Sonra da ne aradı ne sordu. O dosya da orda kaldı gitti. El ile yazılmış bir tomar evrak, bir de levhası vardı onu da sarıp sarmalamış koymuş içine. İşte böyle Sevgilim. Benim öncülüm bu yaşlı savcının torbası şimdi benim masamın üzerinde. Doğrusu pek merak ettim. İlk sayfalarına baktım, galiba hatıralarını yazmış. Bitmeyen sensiz gecelerimde belki biraz beni oyalar. Sen şimdi kim bilir neredesin. Ne olur bana daha sık yaz. Aldığım soluk sensin. Yılbaşını özlemle bekliyorum. Ve inşallah Aralığın son gününde bir daha dönmemek üzere kaçıp giderek buradan kurtulacağım. Şunu anladım ki bu iş bana göre değil. Ben büyük kentlerin çocuğuyum. Daha parıltılı, daha görkemli bir yaşamı hak etmiş olmalıyım. Bu köhne binanın karanlık odasında, kurtçukların delik deşik ettiği bu eski masanın arkasında, bu döner koltukta otura otura tükenip gideceğim yoksa. İnanır mısın, kendi cüppemi bile getirmedim O bana senin armağanın. Özenle saklıyorum. Burada yenleri epirmiş bir cüppe var onu kullanıyorum. Belki de eski meslektaşım bırakıp gitmiştir. Doğrusu onun ne yazdığını çok merak ediyorum. Böyle tomar tomar ne yazmış olabilir. Levhayı da öyle bir sıkı sarmış ki… Manzara resmi falan olmalı. Mektubunu bitirir bitirmez okumaya başlayacağım onun yazdıklarını. Gönlümün ecesi, seni seviyorum. Bu sevgi yaşamımı gönendiriyor, içimi şenlendiriyor. Sana tapıyorum. Yarın gene yazacağım. hoşça kal canım. 5 Napoli. Liman, ilk yaz mehtabı altında mavi bir aydınlığın içinde uykulanıyor. Limon, portakal çiçeklerinin serinleten kokusuna uzaktan romantik bir baritonun hüzünlü sesi karışmakta. Rıhtımda, müşterilerinden hâlâ umut kesmemiş bir iki kadın, kızıl ateşlerinin yüzlerini aydınlattığı sigaralarından derin soluklar çekerek tavernaların önünde dolaşıyorlar. Renkli tentelerle süslü, küçük gezinti tekneleri temizlenmiş hazır bekliyor. Yarın sabah müslin şapkaları, tüllenmiş etekleri, volânlı şemsiyeleri, dürbünleri, yandan düğmeli potinleriyle Capri'ye giden neşeli gezginlerin çığlıklarıyla dolacaklar. Yıpranmış ağlarla yüklü bir iki balıkçı teknesi karanlık, yaşlı gövdeleriyle suyun yaldızlı yüzünde usul usul sallanmakta. Daha uzakta yelkenleri indirilmiş bir gulet. Açıkta büyük nakliye gemileri var. Bunlardan birinin bütün ışıkları yanıyor. Asker giysili adamlar telaşla merdivenleri inip çıkıyorlar. Aralarında subaylar da var. - Avanti avanti… - Presto! - Piano amigo… Geminin sancak tarafında, karaltıya sığınmış iki genç adam fısıldaşarak konuşuyorlar. - Şükrü sen sola, ben arkaya. Şükrü işaret parmağını dudaklarına bastırarak geniş omuzlu iri yapılı olanı uyarıyor. - Yavaş, duyacaklar. Sırtlarını kamburlaştırıp dizleri üzerinde sürünerek merdivenin altına çekiliyorlar. Limanın ucundaki fenerin parlak uzun saçaklı ışıkları dönüp dönüp geçiyor az ötelerindeki filikaların üzerinden. Çelik halatlı ağır makaralarla geminin bordosuna asılı, üzerleri brandalarla sıkca örtülü bu ufak botların içine sığınabilirlerse ötesi 6 kolay. Bir hamlede ileri atılıp girmek gerek. Bekliyorlar fenerin ışıkları süpürüp geçiyor, süpürüp geçiyor… İki aydınlık arsındaki karanlıkta iki karaltıdan biri fırlıyor. Tok bir ses işitiliyor. Küt! Aman sakın, halat makaradan çözülmüş olmasın. Karanlığın içinde heyecanla fısıldayarak haykırıyor. - Şükrü! Şükrü… -Tamam merak etme. Bir şey yok. Dikkat et brandalar çürümüş yırtılıyor. Fener dönmeye devam ediyor. Ama artık ikisi de az önce sığındıkları, pek emin olmayan merdivenin altında değiller. Ağır mermi sandıklarını sırtlayan askerler geçip gidiyor, nöbetçilerin ayak sesleri, nöbetçi subaylarının anlaşılmaz sert komutları… Korkuyorlar yakalanmaktan, yakalanıp her şeyi berbat etmekten korkuyorlar. Şimdi sessizce bekleyecekler. Bütün mühimmat gemiye yükleninceye kadar. Sonra bu İtalyan nakliye gemisi demir alacak ve onlar bir yolunu bulup kimseye görünmeden ambara inecekler. Ondan ötesi kolay. İş ki şimdi yakalanmasınlar. Başına çektiği brandayı az aralayıp bakıyor. Ay masmavi. Sular yaldızlanıyor, havada bahar kokusu. Zihni sıçramalarda. İçinden şarkılar, türküler, gazeller, şiirler geçiyor. Ağır brandayı azıcık daha aralıyor iyot kokulu taze havayı derin derin içine çekiyor. Biraz sakinleşiyor. Alnında, boynunda biriken terleri siliyor, sonra işaret parmağının sırtıyla teknenin şişkin karnına iki kez vuruyor. Tok! Tok! Bekliyor. Yanıt yok. Şükrü! Aman sakın… Az sonra iskeleye uysallıkla vuran dalgaların fışırtıları içinden yanıt geliyor. Tok… Tok! İyi, şimdi artık beklemek gerek. Bariton çoktan sustu. Hafif bir rüzgâr kamelya, gül kokuları getiriyor. Gecenin içinde sesler tenhalaşırken yıldızlar birer birer kayboluyor… 7 O yıl Temmuz ayının cehennem sıcağında Patras patriği Germanos, dilinde baba oğul ve kutsal ruh, kara cüppesinin uzun eteklerini savurta savurta, kilise kilise dolaşıyor, Girit halkını Türklere karşı kışkırtarak Osmanlıya baş kaldırmaya çağırıyordu. Din adına yapılan bu çağrı etkisini çabuk gösterdi. Dip dibe komşu evlerde cinayetler işleniyor, Türkler çoluk çocuk canlarını kurtarmak için kalelere sığınıyorladı. Ganimet İsa adına paylaşılırken Osmanlı, mavi saçlı denizin hem kilidi hem kapısı Korent ile, Akropol taçlı Atinayı geri aldı. İsyancı Patrik'in uzun sakallı ince gövdesi üç gün güney kapısında sallandırıldı. Ama iş işten geçmiş, yangın adalar denizini çoktan sarmıştı. Mora… Leventlerin gücü bu boynu bükük deniz kızını kurtarmaya yetmedi. Küçük Kaynarcada haçın hamileri dur dediler, isyan tiz bastırıla, diyen kaptanı derya buyruğuna. Haç bir kez daha hilâle karşı birleşip ayağa kalkmıştı. Mora'nın şakayıklı sokakları, mermer çeşmeleri, sütunlu ak meydanları kana boyandı. Kan akıyor, kin kabardıkça kısa cepken altında sırma kuşakta kör bıçaklar taze bedenlerde şah damara girip girip çıkıyordu. Dağlara kaçtılar. Zeytin, defne ağaçlarının altında gecenin karanlığında pısarak beklediler. Gün geldi zülüm haçı da tanımadı, hilâli de. Aynı avluyu paylaşanlar kimi zaman dağda aynı ağacın karaltısından medet umdular, Muhammed ile İsaya birlikte yalvararak. Dualar geçmedi, derde derman olmadı yakarmalar. Can pazarında pazarlık olmazdı. Artık yollara düşme zamanıydı. Yükte hafif pahada ağır ne varsa alıp çıkmak, çıkıp göçmek zamanı… Moralı Hacı Mahmut Zade o geceden sonra birkaç gün ortalıkta gözükmedi. Kadınlar için için ağlayarak, çocuklar korkarak, hizmetkârlar susarak beklediler. Sonra bir gece 8 sabaha karşı arka mahallenin köse zangocu konağa bir haber getirdi gizlice. Göçeceklerdi. Hazırlansınlar diyordu Bey. Demek bu ata toprakları, bu tezgâh, bu düzen bozulacak, bir daha dönmemecesine bu ev bark terk edilip gidilecekti. Dip komşularıyla yan komşularıyla, avludaki nar ağacıyla, harpuşta örtülü avlu duvarıyla, duvardaki sarı kediyle, kalem işlemeli güneşli odalarla, aynalanan suyunu derinlerde gizleyen uğultulu sarnıçlarla vedalaştılar. Kalanlar suskun kala kaldılar. Haç hilâl demeden, kimseye göstermeden, çıkınlarda sepetlerde yolluklar ilettiler, yıllarca bayramı, paskalyayı, ramazanı, Noeli, Hanuşka'yı paylaştıkları göçüp giden komşularına… O sisli sabahta, eski bir yandan çarklı yolcu vapuru, bacasından kara dumanlar salarak, Mora'nın mermer meydanları sokakları, kalabalıklaşmadan ufukta usulca yitip gitti... Hacı Mahmut Bey akik ağızlığından dumanlar salarak hüzünle Mora dağlarını seyrederken kadınlar ağlaşıyordu. Nice batıkların mezarı bu derin suların ötesine, İzmir'e selametle ulaşabilecekler miydi? Yeniden yurt tutup soyunu sürdürmek nasip olacak mıydı? Bu ak köpüklü suların, aysız çok yıldızlı gecelerin ötesinde onu, ailesini nasıl bir gelecek bekliyordu? Ne Sultan ikinci Mahmut'un, kendisine batı Anadolu'nun bitek topraklarında, Menderes boyunda bir çiftliği tımar olarak ferman edeceğini biliyordu, ne o topraklarda oğuldan oğul, kızından kız bulacağını ne de oğlu Hasan'ın gün gelip yurt tuttukları bu yerde yıllarca belde başkanı olacağını, henüz biliyordu. Moralı Hacı Mahmut Zade, şafağın ilk ışıklarıyla gül pembesine dönüşen mor suları üst güvertede seyrederken, göçmenliklerinin ilk güneşi parlak bakır kızıllığıyla ufku yırtarak doğuyordu. Kısa kalın kollarıyla küpeşteye abandı, sıkıntılı yüreğini biraz ferahlatmasını umarak yüzünü rüzgâra verdi, öylece kaldı. 9 Şehremini Hasan Bey, dışarıya çıkınca kuru bir sıcaklık yüzünü yaladı, güneşin parıltısı gözünü aldı. Koltuğunun altındaki geyik başlı abanoz bastonu yere sertçe dayadı, iki elini üst üste koydu bekledi. Beyaz alınlıklı, yüksek geniş çatılı belediye binasının ince koyu gölgesi, sütunlu mermer sahanlığı aşmış bahçeye düşmüştü. Redingotu altındaki sadakor yeleğinin küçük cebinden Selanik köstekli saatini çıkardı. Daha kapağını açmadan asıl önemli evrakı yukarda unuttuğunu hatırladı. Döndü, telâşla içeri girdi. O sırada iki doru atın çektiği sepet fayton dağ mahallesinden inen yokuşun başında gözüktü. Belediye başkanı Hacı Mahmut Zade Hasan iki sarmal merdivenin tırmandığı üst kata doğru bağırdı. - Ziya, oğlum Ziya efendiii! Yukardan telâşsız bir yanıt. - Buyur Beyim. "Bu çocuk yavaş, bu işi beceremeyecek. Rüştiye mezunu diye aldık amma..." - Buraya baksana oğlum. Cılız gövdesinin çakır gözlerinde çaresizliğe dönüşmüş beceriksiz telâşı, ince boynu üzerinde düştü düşecek seyrek saçlı yassı kafasıyla çıktı geldi. -Yukarda benim masanın üzerinde büyük sarı bir zarf var hemen al gel. Haydi çabuk! - Hemen efendim, şimdi. "Hemen diyor hala duruyor yahu." Hasan bey malta taşı döşeli sahanlıkta sabırsız adımlarla gitti geldi. "Keşke dükkândan birkaç kutu yaptırsaydım kayınvalideye. Aklımıza gelmedi. Helvahaneye uğrayıp almalı. Davaslı Zekeriya Efendi tahini yetiştirdi mi acaba? Önümüz bayram. Usta geçen sefer, susam yanık dediydi ya, neyse. Bu helvacılığı toptan bırakmalı, kapatmalı helvahaneyi. Bu 10 babadan kalma usullerle, ağır aksak tezgâhla olacak iş değil. Aslında peder Mora'dan geldiğinde hiç başlamasaymış keşke. Yahut modernleştirmeli. Yeni makineler almalıyız. Belki çikolata lokum işine girmeli." Tekrar saatini çıkardı, eh vakittir… Zarfı açtı baktı. “Ziraî istihsalin sermaye imkânları”. Raporu fazla mı uzun tutmuştu? Ziyanı yok, gerekirse yarınki toplantıdan önce kısaltabilirdi. Bu bahusus İzmir İttihat Terakki'nin talebi olarak zabta geçirilmeliydi. Zirai istihsal programına bizim cemiyetin müessiren öncülük etmesi icap ederdi. Arabanın şakırtısını duydu. Kâğıtlar, sarı zarf, raporlar elinde çabucak dışarı çıktı, bu düşüncelerle arabaya atladı. Mekkiye Hanım krepdöşin yaşmağını çenesinin altından şakağı hizasında küçük bir elmas iğneyle tutturmuş, iki yanından zülüfler çıkarmıştı. İri siyah gözlerinde küçük saadetlere razı gizli bir hüzün. Kocası gözlerini kaçırarak uzandı, şaşkın çocuk utangaçlığıyla annesinin koluna yüzünü gömerek yan yan kendisine bakan kızı Süreyya'nın yanağını makasladı. Faruk'la Esat yakasız beyaz gömlekleri, tüvit küçük ceketleri içinde, rugan fotinlerini yere değdirmeye gayret ederek özenilmiş erkek somurtkanlığıyla arabacının arkasındaki küçük koltuğa ilişmişlerdi. Oğullarının çocuk yüzlerindeki bu yapma ciddiyet güldürdü Mahmut Zade Hasanı. Araba ağır ağır Tabakhaneler Köprüsünden, Musevi mahallesinin kıyı evlerinin önünden geçerek yıkık kiliseye yöneldi. - Hüsmen oğlum kestirmeye vur. Geç kalıyoruz. Arabacı atları kamçılarken, karısına döndü. - Mekkiye Hanım ben Pazartesiye gelir sizi alırım Alaşehir'den. İsterseniz oğlanları özellikle de Esat'ı alıkoyayım, malûm yaramazdır sizi oralarda üzmesin, dedi. Esat'ın yuvarlak yanaklarında belli belirsiz bir titreme. Kara gözleri Mekkiye Hanımda. Hayır de anne 11 hayır de. Mekkiye Hanım susuyor. Çolak Hüsmen atları a c ı m a s ı z k ı r b a ç l ı y o r. A r a b a , s u t e r a z i l e r i y l e basamaklandırılmış Roma su kemerleri boyunca tozutarak sarsıla sarsıla gidiyor, sonra Pamucak sahilini solda bırakarak kıvrılıp uzanan toprak yoldan sarıçam ormanına dalıyor. Pürenlerin, orman toprağının ıslak kokusu. Ard ayakları üzerinde dikilmiş kızıl kürklü gümrah kuyruklu bir sincap. Patileri arasındaki çürük palamutu uzun beyaz dişleriyle kemirerek sanki Esat'a bakıyor. Faruk'u dirseğiyle dürtüp başıyla bu arsız oburu göstermek istiyor. Ama babası tam gözünün içine bakıyor. Anladı mı? Başını eğiyor. Aklı Alaşehir'de, büyük dayısında. Şam'dan yeni geldi. Kim bilir neler neler anlatacak Esat'a. Büyük dayı Übeydullah Efendi aslında bir tıp doktoru, Jöntürk. Haver gazetesini çıkarmış. Önce İzmir'de sonra Paris'deki genç Türklerin çıkarttığı Servet gazetesine İngilizce Arapça Farsca çeviriler yapmış. Bu yüzden Şam'a sürgün edilmiş. Üç ay mahpus yatmış. Esat'ın hayalinde Übeydullah dayısı gibi olmak var. Yetkin bilgili, özgürlüğe tutkun. Güreşmeden yenilmeyen. İğde ağaçlarının çevrelediği yıkık türbenin yanı başında kâgir eski ev. Alt kat taş, üstü kırmızı tuğla, çatı kiremit. Geniş avlunun bir ucunda kerpiç duvarlarına tütün dizelerinin asıldığı ahırlar. Ağır gövdelerini zorlukla taşıyan ıslak burunlu kocaman kara gözlü bir çift camız. Kara kısa kıllarla örtülü bedenlerinde bir sürü parlak kanatlı küçük sinek. Daha küçükleri mandaların gözpınarlarında. Ahırın öteki bölümünde iki aygır. Biri al biri demir kırı. Demir kırı dedesinin. Al olanı daha genç. Parlak karnında kuru ağaç dalları kalın damarları titrer durur. Koşumları çıkarılmış at arabası, tekerlekleri kırmızı mavi boyalı. Esat Marsilya kiremitleri arasından hüzmelenip gelen tozlu gün ışığının perdelediği tavan arasını sever en çok. Susam helvalarının, kırmızı tarhanaların, sarı eriştelerin ak örtüler üzerinde 12 kurutulduğu, hala bal kokan boş karakovanların üstüne çıkıp atçılık oynadığı tavan arası. - Bu sandıkta ne var nine? - Dokunma. Dayının o. Geldiğinde sana kızar sonra. - Ne zaman gelecek? - Yakında. - Ya bu kâğıtlar ne? - Dokunma onlara. - Nece yazıyor bunlarda? -Öff sıktın artık be çocuğum. Ne bilem ben, gavurcadır her hal. Okur yazarlığım mı var benim? - Bak burada Übeydullah yazıyor. Dayımın adı. - Kapat çabuk onu. Her bir şey bu kâatlardan geldi başına zahir. Bir gün yakacam hepiceğini ya, ne gün dur bakalım. - Bağa gitmicez mi? - Gitmemiyiz. Haydi kapatalım tahtaboşu. Bak sana cevizli sucukla kaymak verecem. Gel haydii - Bu kamçı benim olsun mu? - Ne edecen eski şeyi. Al bakalım. Bak şinci, elleme dedenin kütüklüğünü, dokunma çifteye! Bir keresinde ninesi ona sararmış bir tomar eski gazete göstermişti… Dayısının Şikago'da çıkarttığı İngilizce gazetenin eski sayılarıydı bunlar. Sonra küçük bir risale. Liverpool'da bastırmış. Din ve Dünya. Sonra Sofya'da çıkarttığı Hilâl ve Doğru Yol gazeteleri. Şimdilerde İstanbul'da o. Ama neden çıktı geldi Alaşehir'e? Babası Hasan Bey, bu adamın başında bir iş olmasın gene diyor. Esat korkuyor, Abdülhamit Han dayısını bir kez daha sürecek diye. Atlar dörtnal, araba toz bulutu içinde savrularak gidiyor. Babası bastonuyla tak tak vuruyor öne. Hüsmen! Hüsmen oğlum, yavaş biraz. Çocukların midesi ağızlarına geldi. Şuradan çiftliğe sap. Kahyaya uğrayacağız. 13 Birkaç gün sonra bayram, kahyaya para bırakmak gerek. Kimsenin alacağı kalmamalı Hacı Mahmutlarda. Hüsmen dizginleri geriyor. Ağızları köpüklü güçlü katanalar kısa ayaklarının toynaklarıyla direniyorlar. Araba ormanın kıyısından dar patikaya sapıyor. Bu yol Arvalya'ya çıkar. Az ötede Bülbül Dağı onun ötesi şimendifer yolu. Beride Efes derler bir harabe. Caddeleri mermer, sokakları taş. Canlanıp kalkıverecek gibi erkek kadın heykelleri, taş kesmiş tanrılar, boylu boyunca yatar otların, yaban incirlerinin arasında. Son zamanlarda kırmızı sakallı bir Alman tebelleş oldu… Heykelleri sütunları dikip şehri mamur edecek deniyor. Daha yukarılara çıkıp baktın mı, bir yanın Menderes öte yanın Ege. Buğu içinde tarlalar, zeytinlikler, bahçeler bağlar, çavuş üzümü, çilli yapıncak. Kız saçı çayır çimen. Arvalya… Kutsal Koru. Daha Kemal Paşa gelecek buraya gelecek ve diyecek ki Esata, bundan böyle burası Eroğlu olsun. Ama daha çok var o günlere, çok acı, çok ateş, çok kavga… Fazla eğlenmediler çiftlikte. Taa Ayasuluğ İsa Bey Camii görünene kadar, sustu bekledi Esat. Bekledi ki annesi olmaz desin, onu İzmir'e göndermesin. Bekledi ki trene binip Manisa'ya Alaşehir'e gitsin. Gitsin de bir an evvel dayısına Übeydullah Efendiye kavuşsun. Ama olmadı Ayasuluğ kemeri önündeki taş binada, garda bıraktılar annesini, kardeşi Faruk'u, küçük Süreyya'yı. Ayasuluğ çarşısında asılan dervişi biraz büyü de anlatırım diyordu Dayısı. Babasına mı sorsa? Baba oğul yeniden düştüler yola. Baba dalgın düşünceli, oğul suskun tedirgin. Derken tam Tire sapağında Belen Kahvesi'nde dinlenirlerken Hasan Efendi bir haber daha verdi oğluna. Esat biliyor musun ne düşündüm? Seni Kuşadası'ndaki mektepten alacağım. Düvenci Rıza'nın mektebine gitmelisin. Zeki malûmatlı cerbezeli, tam 14 manasıyla terakkiperver. Yaman bir insan. Babası bunları söyledi ve sustu. Gözlerini uzaklara çevirdi. Düvenci'yi tanıdığı günü düşünüyordu. Salepçizâde konağında, matematikçi Celalettin Efendiyle hararetli bir sohbete dalmıştı Rıza Düvenci. Diyordu ki, -Üstadım zatınızın kitabında da beyan ettiğiniz üzere eğitim ezbere değil, muhakemeye istinat etmeli, olaylardan sonuçlar çıkarmaya yönelik olmalı. Mahmut Zade Hasanın Celalettin Efendiyle İttihat Terakki toplantılarından tanışıklığı vardı, ama Düvenci'yi ilk kez görüyordu. Bir Parisli veya Viyanalı kadar şık giyim kuşamı, zerafetinden öte, Fransızcası Almancası... Bir akşam üstü endüstri mektebinde ziyaretine gittiği Mehmet Celalettin Bey anlatmıştı Düvenci'nin acısını. Fikri Hür vicdanı, irfanı hür olsun diye kızının ismini İrfan koymuştu. İrfan İzmir'deki mektebini bitirince babası onu İsviçre'ye gönderdi. Lakin heyhat! Ecel yolda yakalamıştı göz bebeği kızı İrfan'ı. Ama o Yusuf Rızaydı, kadere teslim olmak yazmazdı onun defterinde. “Hür Akıl” ona ışığını tuttu. İşte bu ışık kızının adıyla, Darül İrfan Mektebi'nin öğrencilerini aydınlatıyordu şimdi. Kuşadası şehremini Hacı Mahmut Zade Hasan işte bu yüzden Esat'ı onun okuluna vermek istiyordu. Oğlu, iri kara gözlerini babasına çevirmiş tam bir teslimiyetle bakıyordu. Demek bu yıl İzmir'de okuyacaktı. Kordelya'yı, Pasaport'u, büyük gemileri, Kokaryalı'yı, ışıklı saat kulesini, çarşıları düşündü. Çocuk yüzü aydınlandı, birden gülümsedi. Babası gülüşünü görünce de utandı, başını eğdi, sustu. Mutluydu. Esat, Darül İrfan'a böyle yatılı oldu. Mektep o yıl yeni taşınmıştı ünlü Kerim Ağa Konağına. Arabî ilmî ve ahlâk, ulûmu dinîye, Türkçe ve Farisî, tarih coğrafya, resim, hesap hendese... Ne çok ders! Bari Fransızca olmasaydı. En çok hendese ve tarihi sevdi. Sonraki yıllarda İzmir İdadisinin l264 nolu öğrencisi tarihe merakı yüzünden Fransız 15 ihtilâlcilerinin söylevlerini ana dillerinden öğrenmek istedi. Bu yüzden çok çalıştı. Sözlükler buldu, kendi kendine didindi, iğneyle kuyu kazdı, kök söktü, sonunda Fransızca'yı hocaların yanlışlarını bulacak kadar iyi öğrendi. Yıllar geçtikce bu öğrenme açlığı, bu dil aracılığıyla ona hiç bilmediği, düşün, sanat, siyaset dünyasının kapılarını açtı. Okuyor okuyor, okuduklarını belliyor, konuşuyor tartışıyordu. Bu yorulmak bilmez çaba Esat'ı dönüştürdü değiştirdi. Hügo'ya, Fikrete merak sardı. İbni Sîna, Şirazî, Fuzûlî, Şeyh Galip, Sezar, Napolyon, hepsi birden doluyordu yaşamına. Öğrenilecek çok şey, yapılacak çok iş vardı. Bunu anlıyordu. Bu kavrayışla bambaşka bir yönde gelişti karakteri. O artık eski uysal, içe dönük, ”Mazlum” Rüştiye öğrencisi küçük Esat değil, öğretmenleriyle bile serbestçe tartışmalar yapabilecek, bilgili birikimli bilinçli ve cesur, karnesinde yazdığı gibi “Haşarı, çevik, isyankâr…” Mahmut Esat'tı. 16 Haziran ayının ilk günlerinde iki büyük imparator küçük bir kentte buluştu, Reval. Finlandiya Körfezi'nin güney girişinde küçük bir liman kenti. On dördüncü yüzyıldan kalma Kuleli Şato'nun görkemli kilisesi, Birinci Petro'nun yaptırdığı barok saray, eski surlar, konserve fabrikaları, keten işçiliği, eğik çatıları altında güçlükle doğrulan, soğuk karanlık dükkânlarında dağlar gibi yığılmış kınnaplar ipler halatlar, yelken bezleri ve ağır paslı kocaman dişli kepçelerin, arzın çekirdeğine yakın bataklık balçık galerilerden kazıp getirdiği, yüksek ısılı kara parlak kömür. Sonra baltık ormanlarının mis kokulu pandispanyası, kereste… Tahta fıçılarda siyah bira. Uzun beyaz gecelerin yoldaşı votka. Küçük pencerelerde, başlıkları ak kanatlı, kaya dibi çiğdemi, solgun tenli gri gözlü kuzey kadınlarının tahta mekiklerde işlediği ince dantel perdeler. Çoğunda deniz feneri, ringa balığı, boynu bükük bir kedi. İngiliz kralı yedinci Edward ile Rus çarı ikinci Nikola kentin iki ayrı kapısından insanlar uykudayken girdiler Reval'e. Çarın ve Britanya kralının taçlarıyla süslenmiş kırmızı atlas bayrakları halk, ancak sabah uyanınca gördü. Bu bayraklar Almanya'nın giderek artan gücüne karşı iki imparatorluğun kurduğu ittifakın simgesi olarak dalgalanıyordu. Ve Osmanlı'nın elindeki Makedonya ortada bir tepsi yağlı börek gibi iştah kabartıyordu. Avusturya Almanya'ya yanaşınca Fransa da İngiltere ve Rusya'ya katıldı. Böylece “Hasta Adam”ın mirasını paylaşmak isteyenlerin safları belli oldu. İstanbul'da ordu harekete geçti. “Her parçası binlerce kahramanın şehit kanıyla yoğrulmuş vatan topraklarına” göz dikilmesi, üstelik Yıldız'ın bunu görmezden gelmesi kabul edilemezdi. Yıldız'dan, “Zalim elinde yıpranan” özgürlükleri ilan etmesi istendi. Aksi takdirde iki yüz bin mücahit her şeyi göze alarak kararlılıkla İstanbul'a 17 yürüyecekti. Bu ültimatomu Yıldız “Yüce gönüllülüğünün ve hayır severliğinin bir nişanesi olarak” lütfen kabul etti. Yakasını da böylece kurtarmış oldu. Eh ordu da padişahtan daha az yüce gönüllü değildi. ”Vatanı parçalayan kanlı pençelerden, vatanın ciğerini emen kanlı ağızlardan” hürriyeti kurtaran ordu belki bu kez yola gelirler diyerek, ”Vücutlarının bekası caiz olmayan müstebiti” af etti. On Temmuz günü Kanuni Esasi böylece yeniden yürürlüğe kondu. Genç Türkler, öncülleri Yeni Osmanlıların, Tasviri Efkar, Mirat, Tercümanı Ahval ile döşedikleri hürriyet yolundan geçerek ikinci Meşrutiyete böylece ulaşmış oldular. Artık Fikret'in şiirleri gizli gizli değil açıkça okunabilecek, “Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen alçak”a karşı mecliste de güçlü özgürlük savunucuları olacaktı. Oysa dirilen ruh Mithat Paşa günlerinden kalma, fetvayla Abdülazizi tahttan indiren “Ruhani ve cismani” nitelikli padişahın egemenlik ruhuydu. Gene de şenlikler günlerce sürdü. Yıldız pencerelerindeki Sultanın titrek gölgesine şükürler ile biat edildi. Sultanınsa içi titriyordu, maazallah bunca kul bir arada, üstelik pek de ateşli! Gene de Gülhane'de, Sultanahmet'te, At Meydanı'nda günlerce marşlarla, meşalelerle sürdü şenlikler. Osmanlılarız can veririz şan alırız biz!.. Oysa ulus olmak için ayaklananlar, artık ne Osmanlı olmak istiyorlardı ne de Osmanlı için can vermek. İttihat Terakki güçlü uluslaşma rüzgârına karşı, özgürlük eşitlik kardeşlik bayraklarını yükselterek vatanın bütünlüğünü korumak istiyordu. Ama gençtiler, üstelik deneyimsiz. Kimisi saraya damat olacaktı, kimisi paşa kızına koca, ve tartışmalar çoğu kez bele el atılarak, yetmezse revolverler ateşlenerek sonuçlanacaktı. Ama şimdi bilinçten yoksun coşkunun kaldırdığı tozda fermanın okunduğu yoktu. Gelsin fener alayları, marşlar, davullar, bandolar bayraklar sancaklar… 18 Meclis-i Mebusan açıldığında Mahmut Esat İzmir'de sevinçten havalara uçuyordu. Nasıl uçmasın ki sevgili dayısı, ailenin Taif'deki sürgünü dönmüş, Meclis-i Mebusan'a Aydın milletvekili olarak girmişti. Mekkiye Hanım artık baş edilmez oğluyla baş edecek "ehil" birini bulmuştu. O idadî eğitimini İstanbul'da dayısının yanında tamamlamalıydı. Konuşuldu kararlaştırıldı. Büyük oğulları tahsiline İstanbul'da devam edecekti. Esat hürriyet sözcüğünün bir efsun gibi göklerde dolaştığı İstanbul'a uçarak geldi. İttihat Terakki eğitim meselesini en önemli iş olarak görüyor bu nedenle meşrutiyet meclisinde sık sık bu konuda tartışmalar oluyordu. Bu tartışmalar Darül Fünün'a da yansımakta gecikmedi. Hocalar öğrenciler, müderrisler muallimler, mektebi mülkiyeyi şahane, harbiye, tıbbiye... Henüz onyedi yaşını bitirmemiş Kuşadalı Mahmut Esat bu tartışmaların orta yerinde İstanbul Darül Fünun'unun Hukuk Mektebi'ne en genç öğrenci olarak kabul edildi. Meşrutiyet henüz bir yaşındaydı. O ilk sabah Harbiye Nezareti bahçesindeki Serasker Kulesinin dibinde ulu çınar ağaçlarının altında bir başına gezindi. Sonra heyecanı genç yüzünden taşarak mektebe yürüdü. İçinde davullar çalıyor, zihninde darmadağın düşünceler, yarım tümceler, hayaller uçuşuyordu. Cemil Bilsel Hoca kürsüye çıktığında ön sırada bütün dikkatiyle gözlerini ona çevirmiş bu genç talebesini gördü. Büyük işler yapmaya kararlı ateşli genç ruhunun çakmaklaştığı parlak kara gözleri, heyecanla titreyen geniş göz kapaklarıyla, yaşının toyluklarından pek erken kurtulmuş bilinçli bir ciddiyetle ön sırada oturuyordu. Anlatılanları dinlemiyor da, sanki hocasının ağzından çıkan sözcükleri içiyordu. Devletler Hukuku dersine böylesine meraklı bu genç kimdi. Henüz yıllar sonra Cumhuriyet Üniversitelerinde birlikte ne işler başaracaklarını hoca da 19 öğrenci de bilmiyordu. Büyük bir imparatorluğun çöküş felâketlerini yaşayan kuşakların karamsarlığına, teslimiyete pabuç bırakmayanlar safında yerini erkence alanlardandı bu genç öğrenci. Cemil Bey bir yandan dersini verirken öğrencilerine kürsüden tek tek bakıyor onların, ülkenin, insanlığın geleceğini düşlüyordu. Bu gençler, bu felâket günlerinin gecesini sırtlayıp aydınlık yarınlara mı yürüyeceklerdi, yoksa istibdadın yumruğu altında inleyerek geldikleri bu kapıdan, bir kapı kulu olarak çıkıp kalabalıklar arasında yitip gidecekler miydi? Bu gençler "milletin makûs talihini" yenebilirler miydi? Tevfik'i gördü. En öndeki dikkat kesilmiş gencin hemen yanında oturuyordu. Gelecek günlerin Irak Başvekili. Onların hemen arkasında Arnavutluk Kırallığı'nın Tâcı'nı giyecek olan Ahmet. Sonra Cezmi. Geleceğin ticaret Bakanı. Bu gençlerin düşünsel bilgisel birikimlerinde, siyasal bilinçlenmelerinde kürsülerdeki hocalar kadar, içinden geçtikleri toplumsal, tarihsel olaylar da etkin olacaktı şüphesiz. Daha ilk yarı yıl bitmeden Darül Fünun Hukuk Mektebi hocaları Mahmut Esat'ın Hizmet Gazetesi'ndeki makalelerini ilgiyle okumaya başladılar. İttihat Terakki yanlısı Hizmette yazıları ard arda çıkan bu gencin, tarihin, olayların, tarihsel koşulların gelip onun önünden akıp geçmesini bekleyecek ne sabrı ne de isteği olduğu anlaşılıyordu. Geleceğin dizginlerini ele geçirmek, ona yön vermek isteği, heyecanı, söylemine her bir yazısında yansımaktaydı. O günlerde başladı meşrutiyet grevleri. Selanik tütüncülerinin grev haberleri daha soğumadan, İstanbu'da tramvay işçilerininki başlamıştı. Petrol yataklarına ulaşacak demiryolu ihaleleri, hızla sanayileşen dünyada ticaret sermayesinin iştahını kabartırken, yalnızca çalışanların siyasal düşüncelerini değiştirip geliştirmekle kalmıyor, batının büyük devletleri arasındaki rekabeti de 20 keskinleştiriyordu. Hatta Sultanın, Meclis-i Mebusan'ı etkileyerek bu ihaleler üzerinden Batılıları bir birine düşürmeyi plânladığını bile söyleyenler vardı. On dört Eylül'de Anadolu Demiryolu işçileri işi bıraktı. Demiryolu'nda katarların durması kârın düşmesi demekti. Lâkin bu grevdi, direnen kazanacaktı. Öyle oldu. Sonunda yabancı şirket pes etti, işçiler haklarını aldılar. Grev şenliklerle bitti. Ama Rumeli demiryolcularının işi bırakmaları hızla Selanik, Demirkapı, Üsküp Metroviç hatlarına da yayılınca Bulgaristan'la Osmanlı bir birine düştü. Şirket grevin öncülerini işten çıkarıyordu. Bunlara Osmanlı topraklarında hiçbir işletme uzun süre iş vermedi. Divan Yolunda bahçeli, küçük bir restoranda buluşmuşlardı. -Ne dersiniz dayıcığım bu iş bizi yeniden Bulgarlarla kapıştırır mı? Ubeydullah Efendi ince uzun parmaklarıyla iri kemikli çenesini sıvazlayarak bir süre düşündü, beyaz keten örtü üzerindeki billûr sürahiye uzanacakken vaz geçti. Küçük bir yara izinin böldüğü kaşını hafifçe kaldırarak, sıkıntılı bir sesle konuştu. -Bu işte bir değil birkaç oyun iç içe oynanıyor. Şirketi Ecnebiye'nin menfaatinin en düşük maliyetle, en yüksek kârla bu demir yolunu tamamlamak olduğu belli. Ama bunlar aynı peynire ulaşmak için bir birleriyle de kıyasıya yarışıyorlar. - Arap petrolleri mi? -Ondan önce Osmanlı'nın işini bitirmek. Sultanın gırtlağını her gün biraz daha sıkıyorlar. Sultansa hala bilgiyle ferasetle değil de o küflü şark kurnazlığını kullanarak bununla işin içinden çıkabileceğini sanıyor. - Peki cemiyet? -Biliyor musun Esat biz hâlâ geçmiş asırların 21 karanlıklarında dolaşıyoruz. Bilmeden, anlamadan öğrenmeden güçlü olunabileceğini sanıyoruz. Yani hâlâ yüreğimize ve bileğimize güveniyoruz. Oysa ne kuvvet ne cesaret. Asrın gücü bilim ve fen ve de akıl. Sultan, yenilen pehlivan atalarının doymazlığıyla oyun üzerine oyun kurarak saltanatını kurtarabileceğini sanıyor. -Ben bu günlerde Köprülüzade Fuad Beyin ehemmiyetle işaret ettiği şiara uygun olarak Temir Leng'in devlet politikaları sahasında bazı şeyler okuyorum. Ama gördüğüm şu ki arap çöllerinin Bedevi fırtınası yüz yıllardır üzerimizi kalın bir kumla örtmeye devam etmekte. -Şunu unutmamalıyız Esat, tarih bize maziden bu güne bakmaya ve atiyi inşaya hizmet etmelidir. Kavmi beşer geriye gitmeyecektir. Her şey değişmekte. Biz terakki yönündeki değişimler için çabalamalıyız. Bence sen… Dayısı sözünü tamamlamadı. Kapıdan girmekte olanlara bakıyordu. Onlar da Übeydullah Efendiyi gördüler. Selâmlaştılar. İçlerinden birini tanımıştı Esat. Hizmet gazetesinde görmüştü bir iki kez. Hatta bir keresinde, bir somun ekmek için on oniki saat çalışanların ıstırabını yüreğimizde duymalıyız, dediğini işitmişti. Übeydullah Efendi önündeki keşkülü bitirmeden kalktı. - Sen yemeğini bitir oğlum, dedi. Esat, çıkışta adamlarla tokalaşıp ayaküstü konuştuğunu gördü dayısının. Telâşlanmış gibiydi. Az sonra o da tatlıyı yarım bıraktı çıktı. Adamlarsa arka tarafta küçük bir masada kafa kafaya vermişler konuşuyorlardı. O gün Pera Palas'ın önünde atlı tramvaydan indi. Gazeteci sabah gazetelerini henüz diziyordu. Avucundaki bozukların içinden bir kuruşu çıkardı tam uzatacakken gözü üst başlığa ilişti, “Dört yaralı bir ölü. Punta istasyonu yakıldı.” Telâşla İttihat Gazetesini çekti aldı. Punta mı? İçi burkuldu. Demek Aydın Demiryolu grevine kan bulaşmıştı. 22 Haberi bir solukta okudu. “Olayların sirayetini engellemek için jandarma icap eden tedbiri almışsa da işçilerden şimdilik bir kişinin vefat ettiğinin öğrenilmesiyle Mecidiye zırhlısı asker çıkarmak üzere bu sabah İzmir'e sevkedilmiştir.” Mahmut Esat dondu kaldı. Nasıl olurdu cemiyet kendi öz be öz soydaşları üzerine, şirket yönetiminin zalimce tatbikatına karşı çıkan zavallılar üzerine, asker gönderirdi. Hürriyet zalimin elinden bu işler için mi, böyle olsun diye mi kurtarılmıştı? Bir kaç gün sonra aynı gazete, İttihat Terakki Partisinin bütün grevleri yasaklayan Tatili eşkâl Kanununu meclise sevk ettiğini yazıyordu. O akşam sofrada Übeydullah dayısıyla ilk defa tartıştılar. Belki de Esat'ın ağzından inkılâp sözü ilk kez o akşam çıktı. Dayısı, "Sen her şeyi birden yıkıp yapmak istiyorsun ama bu her zaman mümkün olmaz" demişti de Esat, bir milletin bekası o milleti teşkil eden efradın ittihadıyla kaimdir, fikirler red ve çerh edilirse istibdadın envaına kapı açılır demişti. Peki dayısının gözbebeklerindeki bu sevince benzer ışıma nedendi şimdi? Sonra uzanıp karafaki'ye yeğeninin bardağını ilk kez rakıyla dolduruşu? Ve ilk tadı boğazında anasonun… Sultan Ahmet'te küçük bir kahvede toplanmışlardı. İçeride nargile tokurtuları dışarıda rengârenk bahar. Ama yüzlerde baharın uçarı canlılığından eser yok. İstanbul'un binbir kokulu havasında bungunluk, endişeli bir suskunluk var… Sarıklı ulema ayakta. Meşrutiyet dine aykırıdır, zinhar zındıklıktır. Meclisi Mebusan hıristiyan yasalarının yazıcısı, Kanuni Esasi ise Hıristiyan kanunuydu. Şeriat elden gitmekteydi. Ümmeti Muhammet bu kâfirlere karşı birleşmeliydi. Yağmurlu bir nisan gecesi iki tarikat şeyhi; Nakşibendî dervişi Vahdeti ile Ağrı'nın Nurs köyünden Sait 23 Ayasofya'nın binlerce yıllık kırmızı kalın duvarları arasında mevlit bahanesiyle bir araya geldiler. Mevlit kısa zamanda tekbirlerle gösteriye dönüştü. İki şeyh ayrı ayrı minbere çıktı, müritlerine seslendiler. Her ikisi de tehditle açılmış gözleri, sıkılmış yumruklarıyla aynı son tümceyi yineliyorlardı. - Ey cemaati müslimin! İttihadı Muhammedi Fırkası allahın fırkasıdır. Onun yeşil bayrağı altında toplanınız! Kalabalık dalgalandı. Şeyhlerle cemaat arasında görünmez bir cazibe oluşmuş bununla kalabalığı oluşturanların istençleri bu iki adamın eline geçmişti. İstencini teslim edenin yönetilmesi kolaydı. Aslında bütün mizansen de bu amaç içindi. Ertesi gün Volkan Gazetesi beşinci alayın tüm subay ve erleriyle derviş Vahdetinin İttihadı Muhammedi Fırkası'na katıldığını duyuruyordu. Artık pandoranın kutusu açılmıştı. Kutudaki iki yılandan biri, öte dünya kurallarını bu dünyaya uygulamak isteyen bağnazlık, irtica, öteki onun süt çanağı, kraliçeli çil çil Britanya altınlarıydı. Sultanahmet'teki küçük kahvede beş darül fünün talebesi, Cezmi, Cevat, Hakkı, Hikmet ve Tevfik sesizce kahvelerini içerek etrafı süzüyorlar. Canları sıkkın insanların huzursuzluğuyla kımıltılı kahvede kimse konuşmuyor. Kapıya yakın bir iki kişi, tedirgin gözlerle öne arkaya bakarak, uğursuz haberler verir gibi usulca fısıldaşıyor. Cezmi ta öteden gördü Esat'ı. Kanı çekilmiş bir yüzle koşmakla yürümek arası, öfkeli öfkeli geliyordu. Telâşlandılar. Esat daha oturmadan verdi haberi. -Arkadaşlar, Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi'yi Galata köprüsünde kurşunlamışlar. Sesi heyecanla yükseliyordu. Bütün gözler onlara döndü. Herkes kulak kesilmişti. Cevat çekti kolundan, oturttu. - Dur birader, sakin ol. Ortalık karışık. 24 Hakkı masanın üzerine eğildi etrafı kolaçan ederek usulca, -Bence dedi ittihatçıların işi bu. Hasan Fehmi muhalifti. Tevfik sakin bir sesle, - Bunun böyle olacağı belliydi, dedi. Daha hürriyetin ilanından bir ay geçmeden Ahrar Partisi Liberal Parti diye kurulmadı mı? Ademi merkeziyeti savunmak Osmanlıyı parçalamanın İngiliz oyunu olduğu besbelli değil miydi? Hakkı elindeki dergiyi masaya fırlatarak, -Azizim ben onu bunu bilmem dedi, alaylı subayların harp okulu çıkışlı subayların emrinde olacakları, erlikten yetişenlerin ordudan atılacağı meselesi İttihadı Muhammedi fırkasının ordu içinde adam kazanmasına yol açtı. Taşkışla'daki dördüncü avcı taburu, göreceksiniz bu işin başını çekecek. -Yok birader, dedi Cevat, onları İttihatçılar meşrutiyeti korumak üzere Selanik'ten getirmediler mi? Bence asıl mesele Medreselerdeki softaların okur yazarlık imtihanına tabi tutulması. İmtihanı veremeyenlerin askere alınmasıyla ilgili. Esat susuyordu ona döndü, - Öyle değil mi Esat? -Hepsi bir bütün arkadaş bence. Alaylı subayları ordudan çıkaracağı, softaları askere alacağı söylenen harbiye nazırı Ali Paşa'nın bunların bütün husumetini çektiği gerçek. Onlar böyle konuşurlarken, daha birkaç saat önce, gün doğmadan Taşkışla'da komutayı ele geçiren çavuşlarla erlerin subayları esir almaya devam ettiklerini henüz bilmiyorlardı. Kahvenin önü birden kalabalıklaştı. İnsanlar ayağa kalkmışlar Divanyolu'ndan geçerek Ayasofya'ya akan kalabalığa bakıyorlardı. Ellerinde yeşil sancaklarla İttihadı 25 Muhammedi militanları, Said-i Nursi müritleri, alaylı askerler, onların peşine takılmış çapulcular, tekbir getirerek, ellerinde palalar, tüfekler, zincirler, hançerlerle, “Okullu subay istemeyiz alaylı isteriz, şeriat elden gidiyor, şeriat isteriz.” diye haykırıyor, arada bir “Padişahım Çok Yaşa” naraları atılıyordu. Dükkânlardan, kahvelerden bürolardan çıkan insanlar, dehşetle şakırdayan boğma zincirlerine, inecek enseler arayan keskin satırlara, gözler oymaya hazır kamalara, bütün bunları perdelemek için dalgalandırılan yeşil bayraklara bakıyordu. Kalabalıktan kopan bir gurup, Tanin gazetesine yöneldi. Bir kaç dakika içinde makineler kâğıtlar yerlere serildi, kapı çerçeve aşağı indi. Vahşetin elinde insanlıktan çıkanlar, yok edici bir ruh, bilinçsiz bir şiddetle her yeri yıkıp ezmekte, herkesi yok edilmesi gereken münafık olarak görmekteydi. Beş arkadaş donmuş kalmışlardı. O sırada koşa koşa bir genç içeri girdi korkuyla bağırıyordu. - Ey millet uyanın! Adliye Nazırı Nazım Paşa'yı az önce meydanda süngüleyerek öldürdüler. Meclis-i Mebusan isyancıların eline geçti! Hüseyin Cahit'i öldürmüşler! Onunla birlikte içeri girenlerden biri, -Hayır Hüseyin Cahit değil Lazkiye Mebusunu o sanıp süngülemişler, dedi. Gençler sözlerini bitirir bitirmez geldikleri gibi telâşla çıkıp gittiler. Kahve birden boşalıvermişti. Az ötede kalabalığın kıyısında çember sakalını ıslatan, salyaları ağzının iki yanından taşan kara cüppeli, yeşil takkeli genç bir adam bir yandan elindeki yeşil bezi sallıyor öte yandan altına almaya çalıştığı setre pantollu rendigotlu birini tokatlıyordu. Rendigotlu bir anda elinden kurtulunca ayet yazılı bezi yere attı, kaçanı arkadan sıkıca kavradı, altına aldı. Bir müddet yerde yuvarlandılar. Sonra sakallı kuşağının arasından çıkarttığı büyük paslı bir kamayı adamın gırtlağına soktu. Kızıl köpüklü kan yırtılan gırtlaktan fışkırdı. Çember sakal 26 kana bulandı. Yerdekinin gözleri dehşetle ağarmıştı kama öylece boğazında saplıyken bilinçsizce debelenip kalkmaya çalışıyordu. Sakallı bu kez iki eliyle boynunu kavradı göğsüne oturdu. Tekbir getirerek hasmının başını kıllı kara parmaklarının arasında sıkıyor küt küt yere vuruyordu. Kahvenin önünde birikenler gözlerinin önündeki bu vahşetten birer ikişer uyanarak kaçıp kurtulmaya bakıyorlardı. Alaylı bir asker demirkırı atının terkisine bağlanmış gülümser gibi bakan, mavi gözleri hala açık bir ölüyü ardı sıra sürükleyerek dörtnal Vezneciler'e girdi. Esat'la arkadaşları donup kalmışlardı. Gördüklerinin gerçek olduğunu kavramaya çalışarak bir birlerinin gözlerine bakıyorlardı. Biraz toparlanınca hemen Beyazıt'a doğru koşmaya başladılar. Ortalık mahşere dönmüştü. Dükkânlar evler ateşe veriliyor, tüfekler ard arda patlıyor, millet canını kurtarmaya çalışıyordu. Bir anda kalabalığın içinde yapayalnız kalmışlardı. Önce sığınacak bir yer. Esat koşarken arkadaşlarına sesleniyor, durmayın beni takip edin diyordu. Bir ara soluklanmak istedi, ardına döndü kimseyi göremedi. Arkadaşları, onlar nerede? Yanından geçen şirketi Hayriye memuru, koş beyim koş durma diyordu. Unkapanı köprüsü? Evet evet… Koştu. Nefes nefese geldi köprünün altına. Haliç kayıkları… İktidar burgacının dışarıda tuttuğu insanlardan biri, ihtiyar bir kayıkçı, yetke olamayacağını bilmenin sakinliğiyle çubuğunu tüttürüyordu. Kıyamet onun dışında bir dünyada kopmaktaydı. Esat'ın ilk aklına gelen uzak bir akraba evi oldu. Oraya ulaşabilir miydi? Yollar kesilmiş, köprüler açılmıştı. Tramvaylar işlemiyordu. Vapurlar denizin orta yerinde çakılmış kalmıştı. Her yerde avlanacak adam, özellikle de İttihatçılar arıyordu. Ana caddeleri, boğaz yolunu kullanmadan korulardan, bostanlardan surlardan geçerek Ortaköy'e ulaşmanın yolunu bulmalıydı. Oradan 27 Naciye Sultan Korusunu geçer Büyükdere üzerinden Bebeğe inerdi. Ama önce şu kayıkçı. - Baba sen beni Kasımpaşa iskelesine bırakır mısın? - Beyim ben siya siya Balat'a… -Kaça gidiyorsun Balat'a? İki mislini vereceğim sana. Kayıkçı yanıtlamadı. Karşı kıyıya baktı. Eliyle atla dedi. Kayığın burnunu kuzeye çevirdi. Haliç sis içindeydi. Ayaklanma haberi o vakte kadar daha Yıldız'a ulaşmamıştı. Çünkü Sultan, kullarının olabildiğince az iletişim içinde olmalarını saltanatının selameti için önemsediğinden İstanbul'da telefon yoktu, Yıldız'a da haberler bu nedenle geç ulaşıyordu. Esat kayıkçının anlattıklarını düşünerek bütün gece yürüdü. "Sen ne diyorsun beyim?" diyordu Haliç'teki kayıkçı. Alaylı asker karakola girince nöbetçi er demiş ki ona, "Beni öldürmeden tüfeğimi alamazsın. Sen korkma beyim, Padişahımız efendimize Allah uzun ömürler verisin, uzun ömürler versin, ömürler versin, versin, versin…" Bu sözler dolanıp duruyordu kafasının içinde. Şehzadebaşı karakolunda irticaya direnen yiğit askeri düşünerek soluksuz kalıncaya kadar koştu. Vuruldu mu acaba bu asker? Daha iki gün önce o karakolun önünden geçmişti. Kimbilir, belki de o sırada kapının önündeki nöbetçi oydu. Yarı yürüyerek yarı koşarak yola devam etti. Dört yanı zifiri karanlık, nerede olduğunu ne yana gittiğini tam kestiremiyordu. Uzaktan at kişnemeleri duydu. Birden az ötede yüksek duvarlı yapının geniş kapısı üzerindeki solgun fenerleri gördü. Şale Köşkü yakınlarında olmalıydı. Demek Balmumcu'ya kadar gelebilmişti. Durdu etrafı dinledi. Korulardan baykuş, puhu sesleri, uzaktan geçen atlılar. Ağzı kurumuş, bacakları titriyordu. Tavla'ya yöneldi. Atlar kokusunu almış olmalıydılar, huylanmış kişneyerek haykırışlarla şahlanıyorlardı. Daha fazla gidemeyeceğini anladı, kapının yanındaki samanların içine 28 attı kendini, öylece düştü kaldı… Önce kulağı kirişte tavşan uykusu, sonra ağırlaşan karabasan. İhtiyar kayıkçı, kana batmış paslı pala, bir de dayısı. Sıçrayıp sıçrayıp uyandı. Sonra gençliğin derin uyku sularında iniltili bir uykuya daldı. Ortaköy Camii'nin ezan sesiyle uyandı. Her yanı sabah çiğinde ıslanmıştı. Bir bahçeden pırasa ıspanak söktü yedi. Kırmızı tulumbanın ağır koluna abanarak güçlükle çıkardığı paslı suda yıkandı. Tıslayarak peşine düşen tombul beyaz kazlara aldırmadı. Islak yapraklarıyla ağırlaşmış dalların altından, bostanlardan geçerek, çitlerden, yıkık taş duvarlardan atlayarak Boğaziçi korularının tenha, koyu gölgeli yollarında yürümeye devam etti. İki katlı ahşap evin önüne vardığında vakit kuşluğa yakındı. Tokmağı iki kez ancak vurabildi, oracıkta kapının önüne çöktü. Ev halkı merak içindeydi. İstanbul'da olan biteni öğrenmek istiyorlardı. Bakır mangalın çevresine toplanmışlardı. Kış nefesi üfleyen bahar sabahında mangaldan yüzüne okşayan bir sıcaklık yayılıyordu… Anımsadığı dehşet görüntülerini kendine saklayarak olanları anlattı. Aklı İzmirdeydi. Küçük sinideki yemeğini acele acele bitirdi, izin istedi. Hemen yola çıkmalıydı. - Durunuz Esat Bey oğlum biraz istirahat buyurunuz. Yaşlı kadının elini öptü, vedalaştı çıktı. Esat İzmir'e varmadan Jandarma Yüzbaşısı İsmailin ayaklanmayı bildiren telgrafı Selanik'e ulaşmıştı. İsmailin yıllar sonra Kemal Paşayı öldürmeye teşebbüs etmekten Esat'ın şimdi ulaşmak istediği İzmir'de asılacağını o an söyleseler inanmazdı. Ama İsmail o telgrafı çekerken bundan dolayı sultanın onu Malta'ya sürgün edebileceğini biliyordu. Gene de telgrafı çekmişti. Arnavutköy'e kadar yürüdü. Bir manavın önünde selede taze çilek gördü. İçi kalktı, ne alâkası var dedi. Ama 29 paslı kamanın açtığı yaradan pespembe ittihatçı kanının köpürerek akışını yıllarca her çilek gördüğünde anımsayacaktı. Birden ard arda patlayan iki el silâh sesiyle irkildi. “Aslan gibi genç bir zabit hakka sarılmış yatıyordu.” Doğruca iskeleye indi. Vapura atlayıp… Ne vapuru paşam, kıyamet kopuyor haberin yok mu? Yürüdü. Hey arabacı beni Beşiktaş'a bırakıver. Buyur beyzadem. Alınları akıtmalı kara kısrakların şakırtısıyla Yıldız'dan aşağı. Ihlamur yokuşunda süngülü bahriye erleri. Aralarında elleri bağlı siyahî bir adam. Baş açık, ayakları çıplak. Tanıdık biri bu, ama kim? Arabacıya sorsa mı? Sordu. Ne olacak beyim efendimiz padişahımıza hıyanetlik eden bir hain. Ertesi gün İzmir'e ulaştığında öğrendi “hainin” kim olduğunu. ”Bahriye Silâhendaz Taburu Asarı Tevfik zırhlısı komutanı Girit doğumlu Binbaşı Ali Kabuli Bey, tabur imamı Murat Efendinin telkinleriyle askerler tarafından parçalanarak şehit edilmiştir.” harekât Ordusu yola düştüğünde Ahmet Muhtar Paşa, bu yüzden önce Mesudiye Zırhlısına gitti. Ama denizciler hem Selanik Redif Tümeni Kurmay Yüzbaşısı Mustafa Kemal Bey'in adlandırdığı Harekât Ordusu'na, hem de Meclis-i Mebusana yürekten bağlıydılar. Bu ordunun öncü birlikleri Ayastefanos üzerinden İstanbula girerken halk alkışlarla genç subayları bir birine gösteriyordu. Binbaşı Enver, Ali Fuat, Kazım. İşte bak bu da İsmet. Şu ikisi İsmail Hakkı ve Muhtar beyler değil mi? Peki ya Mustafa Kemal? O nerde? Komutan Mahmut Şevket Paşayla birlikte geliyorlar. Peki bu siviller kim? Harekât Ordusu'nun geçtiği yerlerden onlara katılan gönüllüler… Ya bunlar? Gönüllüleri karşılayan Mülkiyeliler. “Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.” Ve işte Çanakkale'de destan yazacak olan genç tıbbiyeliler. Onlar da irticaya karşı harekât ordusunun içindeler. Korkunun teslim aldığı İstanbul sokaklarında 30 askerlerin ayak sesleri marşlara karışırken, kulaktan kulağa ulaşan haberler İzmirin bahar rüzgârında dalgalanarak körfezi dolaşıyordu. “Yaşasın İttihat ve Terakki, Kahrolsun İstanbul İrticayinu” namazgâhta, Kordon'da al bayraklarla günlerden beri sokaklardaydı İzmirliler… Kuşadası'na iner inmez müjdeyi verdiler, Abdülhamit tahttan indirilmişti. Sultana halledildiğini bildirenler, Arif Hikmet Paşa, Arnavut Esat Paşa ile Ermeni Aram ve Yahudi Emanuel Karasu, Şeyhülislam Mehmet Ziayyettin Efendi'nin fetvasını da getirmişlerdi. Sultan ince uzun gövdesinin gezindiği camların arkasından, altın varak kaplama tavandan sarkan muhteşem avizenin altında son kez denize baktı. İngiliz'e güvenmekle hata ettiğini anlıyordu. Kuşadalılar kale kapısından bayraklarla çıkmışlardı, “İttihat yolunda canımız feda” diyorlardı. On beş Mayıs günlü İttihat gazetesinde çıkan bir yazıda, “Yüzlerce aşiyaneleri söndürülmüş yüzlerce validelerin böğrünü bükmüş binlerce evlâdı vatanın kanını içmiş daha önce affedilmiş hainlerin artık bekai hayatları katiyen caiz değildir.” deniliyordu. Yazının altında genç bir darülfünun talebesinin imzası vardı. Kuşadalı Mahmut Esat. Bir iki gün sonra reji idaresine ait küçük bir vapur Güvercinada açıklarından Sakız'a gitmek üzere demir aldı. Kuşadası Kaymakamı beraberinde İttihat ve Terakki'yi temsilen bu talebeyi de götürüyordu. Adalarda Türkler ve hıristiyanlar coşku içindeydiler, zulümden baskıdan eli kanlı gericilikten kurtuluşu, hürriyeti kutluyorlardı. Çeşme'ye geçtiler. Aynı coşkulu “irticayı telin...” gericiliğe nefret. Bu kez İzmir Hizmet gazetesinde arka arkaya yazıları yayınlanıyordu. “Bir milletin bekası hâkimiyeti milliyenin tanınmasına” bağlıydı, millet bir kül bir bütündü, birliğini kaybeden ulusların egemenlikleri tehlikeye 31 düşerdi. İzmirliler henüz on sekiz yaşını doldurmamış bu hukuk talebesinin yazılarını bu kadar genç olmasına inanamasalar da merakla bekliyorlardı. Her biri memleketin bir gereksinimine yanıt veren, köylülerin birleşerek ormanlarına sahip çıkması, köy yollarının el birliğiyle hemen yapılarak medeniyete yol açılması, çocuklarını okula göndermeyen babaların cezalandırılmasını isteyen, kız kaldırma geleneğinin kadınların şerefini ezdiğini, medeniyet yolunda kültürel bir uyanış gerekliliğini vurgulayan, özellikle çocukların, kadınların kızların hukukunu savunan yazılarını… 32 Havada çayır çimen kokusu. Boğaz sırtlarında mor erguvanlar, bahçelerde lale, sümbül. Vakit erken. Üsküdar vapuru turkuvazı lacivertleyen boğaz sularını köpürterek ağır ağır karşıya geçiyor. Pardösüyü çıkarmalı, yok canım yukarıya geçeyim daha iyi. Üst güvertede geniş rahat hasır koltuklar… Bir iki yaşmaklı genç kız. Yanlarında rastıklı allıklı, parmakları elmaslı madama. Kızlar genç gülüşlerle kıkırdıyor. Madam uzun etekleri altındaki şason iskarpinleri içinde ayaklarını belli belirsiz oynatıyor. Az ötede, çene sakallarına kır düşmüş iki kişi kafa kafaya vermiş konuşuyorlar. Birinin parmağında pergelli çekiçli lacivert yüzük. İngiliz kumaşı tırıl tırıl ceket pantolon. Öteki puro içiyor. Az beride bir subay palaskasına asılı kocaman silahının ağırlığıyla yana kaykılmış gibi, uzaklara dikmiş yorgun gözlerini bambaşka bir dünyaya dalmış. Birden bir gürültü. Heybeli şalvarlı, poturlu kasketli cepkenli üç köylü, ceplerinden sarkan kırmızı turuncu mendilleri, sarı bıyıkları, al yanaklarıyla Arnavut oldukları hemen anlaşılıyor. Hepsi birden avurtlarını şişire şişire konuşarak güverteyi boydan boya geçiyor, arkadaki yuvarlak masaya koltukları çekiştirerek oturuyorlar. Az sonra ellerinden sıkı sıkı tuttuğu iki küçük kızıyla genç bir anne güverteye açılan kapının ağzında ikircikli duruyor. Uzun krem rengi manto, bürümcük krep, arkadan fildişi irice bir tokayla tutturulmuş. Siyah saçları krepten taşıyor. Hareli lacivert gözlerinin uzun kirpikleri kızlarının gözlerinde de inip inip kalkıyor. Çekingen. Kimseye gözükmek istemez gibi usulca Esat'ın yanındaki kanepeye ilişiyorlar. Boyasız canlı yüzünde iki küçük ben. Eğiliyor çantasından küçük zarif 'Le bon' paketini çıkarıyor, çikolataları küçüklere paylaştırıyor. Garson Barba sarı yeşil limonata bardaklarını şakırdatarak geliyor. Feraceli yaşmaklı kızlar Madama'ya sormadan hemen birer tane alıyorlar, sanki içmek için değil de 33 gülüşmek için. Canı çekiyor birden. Bir tane de buraya lütfen. Kızlar ona bakıyorlar. Biri küçük kalkık burnunu kırıştırıyor. Limonatanın buruk ekşisi Esat'ın damağında. Keşke Türk Ocağında buluşsalardı şimdi bütün gününü Çamlıca'da geçirmek zorunda kalacak. Übeydullah dayısı “Akşama konağa gel etraflıca görüşelim.” demişti. Şu mektup hiç gelmeseydi keşke. Kalın ipek kâğıt üzerine çini mürekkebiyle özenle yazılmıştı “l2 Haziran l911, Oğlum Esat Bey'e muhabbetle, Parlak mezuniyetini şerefle, saadetle öğrendik. Ben ve valideniz seni tebrik ediyor gözlerinden öpüyoruz. Bir an önce Kuşadası'na gelerek çiftliğin başına geçmen bence muaffık olacaktır. Ayrıca uzun zamandır beklediğimiz maden arama ruhsatını da elde etmiş bulunuyoruz. Antimuan çinko manganez filizlerinin varlığı bahusus Arvalya'da mebzul tahmin edilmektedir. Hatta İzmir'de bir yazıhane açarak dışarıya sevkıyatı da düşünmelisin. Unutmayınız ki yurdundan uzaklaşan kendinden uzaklaşır. Pederin Hacı Mahmutzade Hasan.” Kalın açık sarı kâğıdı katladı uzun zarfına soktu iç cebine yerleştirdi. Gözlerini karşıya Üsküdar'ın minareli göklerine çevirdi. Zor da olsa dayısının eninde sonunda babasını ikna edeceğini düşündü. Ama nasıl? Gerçekten İsviçre'ye gidebilir orada hukuk okuyabilir miydi? İçinde endişelerle vapurun köpüklü izinde döne döne balık arayan martıları seyrediyordu. İskele verilmeden atlayıp çıktı vapurdan, çeşmenin yanıbaşında müşteri bekleyen arabalara yürüdü. Mahmut Esat yanlıyordu. Dayısı, Hasan Efendinin kararını değiştirmeyi başaramadı. Sonunda kararını verdi. Her şeyi göze alarak gerekirse babasından habersiz gidecekti Lozan'a… 34 Napoli limanından kalkan nakliye gemisi kırmızı yeşil beyaz bayrağını dalgalandırarak Akdeniz'in derin mavi sularında yol alıyor. Ayak sesleri… Hemen ambarın dibindeki sintine çukuruna sindiler. Gelen bas bariton bir sesle “Ooo miya miyyyaaa” diye bir şarkı tutturmuş yaklaşıyordu. Gece geç saatlerde yukarıdaki mandolini çalan bu olmalıydı. Adam öndeki lâmbayı yaktı. Demir kafes içindeki küçük ampulün ölgün ışığında kısa boylu şişman bir asker gördüler. Ceket düğmelerini çözmüş, şapkasını arkaya itmişti. Bir iki dolabı açtı kapattı. Sonra alt raflardan hasır kaplı kocaman bir damacanayı sırtına vurdu. Ağır olmalıydı damacana, şarkıyı kesmişti. Merdivenleri zorlukla çıkarak ambar kapağını öylece açık bıraktı gitti. Şükrüyle bir birlerine baktılar. Ampul hâlâ yanıyordu. Açık kapaktan gidip gelenlerin ayak sesleri, kesik kesik konuşmalar. Bir kaç dakika öylece beklediler. Asker geri dönecek miydi? Yahut geri dönüp bu taraftaki dolaplardan bir şeyler almaya davranırsa… O şişman çavuş o gün bir daha ambara inmedi. Şükrü sindikleri yerden usulca çıktı kapağı indirdi, ışığı kapattı, geldi yere uzandı. Az sonra arkadaşının böğrüne hafice bir yumruk attı. Muzipçe gülüyordu. Elinde kocaman bir sucuk. En son ne zaman ne yediklerini unutmuşlardı. Sicimlerle sıkı sıkı sarılmış tombul sucuk ikonların pembe melekleri gibi ambarın yarı aydınlığında kutsal bir ışıkla parlıyor, iki arkadaşın ağzını sulandırıyordu. Yukarda denizcilerin yemek kampanası çaldı. Az sonra karavananın mis gibi kokusunu duyacaklardı. Ama bu kez onların karavanasında kaptanın mönüsünden kutsal bir sucuk vardı. Gene de idareli davranmalıydılar. Napoli'den kalkan geminin Ege sularına ne vakit gireceğini bilemiyorlardı. Friburg'da ırmağın iki yanındaki pansiyonlardan 35 birinin küçük odasında, erken batan güneşin yarı aydınlığında, elleri ceplerinde öylece dikiliyor. Kafasının içi boşalmış gibi. Zihninde birkaç saat sonra Lozan Türk Yurdunda yapılacak kabul töreninde başkan olarak aday üyelere okutacağı betiğin ilk tümceleri dönüp duruyor. “Yurdun sana olan hitabını dinle, döneceksen şimdi dön.” Dünkü tartışmayı anımsıyor. Çeşmeli Aliceoğlu Harun yönetimi şiddetle eleştirmişti. “Amacımız Türklük âleminde içtimaî inkılâp esaslarını hazırlamak ve onun mazisini ananelerini müdrik hale getirmektir. Bu güne kadar yapılan çalışmalar bu amacı sağlamaktan uzaktır.” diyor, örgüt töresinin behemehal hazırlanmasını istiyordu. Esat'sa baştan beri örgütün dışa yönelik çalışmalar yapmasını, özellikle öteki mazlum milletlerin öğrenci cemiyetleriyle canlı bağlar kurulmasını amaçlıyordu. Saatine baktı. Madamın ders vakti yaklaşıyordu. Vaud'lu emekli öğretmen Mme. Emma Jeni. Bu yaşlı kadın ona yalnızca Fransızca'nın inceliklerini değil demokrasi kültürü, siyaset konusunda da temel görüşlerini aktarıyordu. Çoğu kez dersler ikisi arasında ateşli tartışmalara dönüşürdü. Emma onu en çok aceleci olmakla eleştiriyordu. Bu eleştirilerin birinde Esat yerinden öfkeyle kalkmış, bakın Madam demişti, Osmanlı toprağı parçalanmakta, Rumu, Arabı, Bulgarı bayrağını alıp gidiyor. Vatanın fedakâr evlâları Türkler nihayet bir milliyetleri olduğunu hatırladılar. Bu hatırlama hızla yaygınlaştırılmalı. Meselenin beklemeye tahammülü yoktur. Bizler bu yüzden Türk Yurdu olarak Lozan, Cenevre, Paris, Neuchatel, Zürih ve Berlin'de teşkilâtlanıyoruz. Buna da devam edeceğiz. Mme Emma sabırla gülümseyerek dinliyordu. Öğrencisinin sözlerini bitirmesini bekledi sonra sakin bir sesle, - Sizi anlıyorum, dünyanın şeklini değiştirecek olan son saat çalmak üzeredir. Şimdiden hazırlananlar o gün yaşama hakkını elde edeceklerdir, dedi - İşte biz de Türklüğü o saate hazır bulundurmakla 36 mükellefiz. -Ama unutmayınız ki henüz demokratik bir rejimi kurabilmiş değilsiniz. O zaman susmuştu. Ne diyebilirdi ki?.. Tekrar masaya geldi. Aylardır Leon Cahun'un Türk Tarihini çeviriyordu. Sözlükler, sözcükler, anlaşılmayan anlam boşlukları, kavramlar… Kaldığı yerden çalışmaya devam etti. Haftaya Şair Raif Hanım'ın çaylı toplantısı olacaktı. Paris sefiri Münir Paşa'nın Harbin Tarihi Sebepleri konulu konferansı çok ilgi toplamıştı. Çaya Mme Jeni'yi çağırmayı unutmamalıydı. O sırada kapısı vuruldu. Açtı. Temizlikçi sıska kız, telefon diyordu. Ah nihayet Şükrü!.. Sevinçle koşarak aşağıya indi. -Alo evet evet Cenevre Türk Yurdu evet evet ben, “oui mademoisselle, attachez sil vous plait, j'ai attent.” -Hay Allah ses. Alo Şükrücüğüm merak içindeyiz yahu gelecek ayın programı çoktan ilân edildi. Tâbi, senin konun, evet evet şark meselesi. -Elbette mutlaka çoktan hazırlanmışsındır. Şimdiden ilgi büyük. Alman Avusturya konsolosları geleceklerini hemen bildirdiler. Osmanlı konsolosu iki kez aradı. İkdamdan Cevdet Bey, Münir Paşa, Nusret Paşa, ayrıca Mısır temsilcileri. Hüseyin Siret de. -Evet çok iyi olur konuyu genişletmiş oluruz. Erkânın kimliği nazara alınınca... Küçük bir ara veririz Türk Milli Edebiyatı şiirler açıklamalar. Sonra sen devam edersin. - Evet otuz santim alıyoruz bütün dinleyicilerden. - Anlamadım kaç kişi dedin. -Tabi tabi memnuniyetle yer bulunur merak etme sen. Gözlerinden öperim kardeşim. Telefonu kaparken bir başka şeyi, İzmir'e Köylü Gazetesine göndereceği yazıyı hâlâ postaya vermediğini hatırladı. Canı sıkıldı. 37 Lozan günlerden beri kapkara bulutlarla kaplıyken öğle saatlerine kadar incecik yağan kar iri iri dökülmeye başlamıştı. Önünde yürüyen kızın kırmızı kapüşonlu mantosunda kar tanelerinin geometrik biçimleri neredeyse ayrı ayrı çizilebilirdi. Bulutlar yükseldikçe mavi bir ışık iniyordu gökten. La deux Dents'in tepelerinde, karlar üzerinde kırılan altın sarısı keskin bir parlaklık vardı. Gittikçe genişliyordu. Yaban ördekleri gölün gri sularında, kıyılardan havalandıktan sonra tüllenen mavi aydınlığın içinde yitip gidiyorlardı. Le grad Chaine üzerindeki durakta Uchi'den gelecek tramvayı bekliyordu. Bir yıl daha bitiyor diye düşündü. Mağazalar şimdiden kırmızı kurdeleli noel çanlarını, kozalaklı çam dalı çelenklerini kapılarına asmışlardı. Pastacılarda çörekçilerde Noel Baba'nın geyikli arabaları, çörekler pastalar vitrinleri doldurmuştu. Gözlerinden yaşlar boşanıverdi birden. Sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir türlü kendini tutamıyordu. Aylardan beri içinde biriken acının tortusu gözlerinden, ağzından burnundan gözyaşı, hıçkırıklı inlemelerle dökülüyor, kalbi parçalanıyordu. Ah zavallı Süreyya, kardeşim benim. Daha geçen yıl bu zamanlarda seninle şuradaki dükkândan çikolatalar almıştık. Lâcivert manton sırtında, başında beyaz kürk başlığın, yakada nar çiçeği parlaklığında ebe okulu rozetin. Bayram çocuğu sevincini bana da bulaştırmıştın. Kartlar almıştık renk renk, anneme kırmızı bir eşarp, Faruk'a bordo çizgili papyon. Nereden bile bilirdik o menhus hastalık senin ciğerlerine çoktan yerleşmiş meğer. Ve bana söylemedin hiç. Ağabeyciğim diyordun bu bahar, diplomamı aldıktan sonra, dönmeden önce, diyorum ki Almanya'da da bir araştıralım belki orada Tıp tahsili mümkündür kadınlar için. Sonra o gece oda arkadaşın Rosse geldi yüzünde dehşetin korkusuyla. Tepedeki kliniğe nasıl çıktım, o uzun merdivenin basamakları nasıl çoğalıyordu ben tırmandıkça. Ah Süreyya şimdi ne kadar zor inanmak 38 buna, o kara gözlerin, kızıl saçların gamzeli gülüşünle orada, o tepedeki kliniğin bebekler mezarlığında o kanatsız meleklerle birlikte uyuduğuna inanmak! Ne zor bir bilsen… - Monsieur. Monsieur!. Başını kaldırdı. Yaşlı bir kadın kuru zayıf parmaklarıyla ellerini tutuyordu. - Vous etes malade? Vous Voulez Qelle que chose? - Hayır hayır madam teşekkür ederim hasta değilim. Hayır bir şey istemiyorum. Kadının çukurlarına çekilmiş küçük mavi gözlerinde sonsuz bir acıma şefkat. Büyük felâketler yaşamış insanların yaşam deneylerinden edindikleri, inanca dönüşmüş insan sevgisi. Yaşlı kadın gene de varlığıyla bu genç adama verebileceği desteği bilerek yanıbaşına oturuyor. Adamın gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyor. Kadının derinleşen bakışlarında içinin gittikçe artan hüznü birikiyor. Yüreği sıkılıyor, yeni yıl alış verişinin kırık dökük neşesi de kayboluveriyor. Artık canı hiçbir şey almak istemiyor. Buradan biniverir tramvaya. Elinde küçük bir bez torba, içinde uzun galetalar bir şişe de ucuz şarap. Tramvay durağında yan yana oturuyorlar şimdi. İnsanı insan yapan paylaşmayı yaşıyorlar. Artık bir birlerine yabancı değiller. Birbirlerini anlıyorlar, insan sevgisi insanın doğasında olan bu yakınlık git gide bir birlerine yakınlaştırıyor onları. Yalnızca gözleriyle bakışlarıyla konuşuyorlar. Kar lapa lapa yağıyor, batı Anadolu'dan Mora muhaciri Hasan Efendinin oğlu Kuşadalı Mahmut Esat, Jura dağlarının kim bilir hangi köyünden bu yaşlı kadınla diz dize insanın yüce durumlarından birini yaşıyorlar; acıyı paylaşmak için dayanışma. Sevgiden doğan özveri. Bir zaman sessizce öylece oturuyorlar. Sonra tramvay geldiğinde, yaşlı kadın telâşla ilk basamağı çıkarken Esat koşuyor, bu ermiş kadının kuru ellerinin ince parmaklarına sımsıcak bir öpüş koyuyor. Kadının ürkek gülüşü, küçük tramvayın yeşil camları da 39 uzaklaşıp gidiyor. İkisi bir birlerini bir daha hiç görmeyecekler ama ikisi de unutmayacak bu karlı Noel gününde, bu tahta sırada, uzun zamanları dolduracak kadar yoğun yaşadıkları birkaç dakikayı. İçinde bir ferahlık, rahatlama. Sırtı göğsü ıslak. Bu soğuk rüzgârlı havada ne çok terlemiş. Yakasını kaldırıyor, kaşkolunu kapatıyor. Saat kaç? Genel kurula gecikiyor..İlk konuşmayı başkan olarak onun yapması gerek. Biraz daha kısa tutmalı sözü,özlü olsun yeter. Nihayet kongre salonu. İçerisi kalabalık. Öne doğru yürüyor. Az sonra kürsüde. . -Sevgili Yurtçular, Lozan Türk Yurdunun tuttuğu yol açık ve büyüktür. Türklük bu yolu aşarak istiklâline, hürriyetine kavuşacaktır. Bu yolun koşulları sebat, ümit, icap ettiğinde mevkii, şahsî menfaatleri ve makamları hakir görmektir. Yurtçuluk ahlâkı, herkesin sansüre tabi tutulmadan, düşüncelerini mütalâa ve muhakemâtını açıklamasını gerektirir. Yurdumuzun amacı her şeyin üzerindedir. Ama şunu da açıkça söylemeliyim ki ilimle hakikatle başa çıkılmayacak ahkâmın hakkından kuvvetle gelinecektir. Lozan Türk Yurdu ilmi bir meclis olmakla birlikte bu gün içinde bulunduğumuz şerait bize icabında kuvvete dayanarak hareket edebilecek bir şubesinin de bulunmasını zarurî kılmaktadır. İçinde bulunduğumuz dünya yalnız haklı olmanın yetmediği bir dünyadır. Haklının güçlü de olması gerekmektedir. Türk olmak yalnız bir fikir meselesi değil, bir ruh meselesidir. Bu meşale etrafında birleşmeliyiz. İçtimai hayatımız Arap yasalarına göre değil, bizim ihtiyacımızın icap ettirdiği Türk yasalarına göre düzenlenmeli. Dokuz yaşında bir kız çocuğunun evlenmesine bile izin vermekle kalmayarak çok eşlilik gibi bir büyük ahlâksızlığı meşru gören koşullar yok edilmeli, kadınlar yeniden tacidâr olmalıdır. Türklük dine değil din Türklüğe hâdim olmalıdır. Bunu bize sahra çöllerinde 40 cembiyelenen şüheda emrediyor. İki saate yakın konuştu. Bir an sustu. Salonda çıt çıkmıyordu. Zihni bir saat gibi çalışıyor birkaç gün önce bir İngiliz gazetesindeki Anzakın “Heey haydi siz gelmiyor musunuz” diyen çağrısı, o boz fotoğraflı duyuru, gözünden gitmiyordu. Tarih bilinci, bilgisi, hitabet gücü dinleyenleri büyülüyordu. Heyecanlı alkışlarla sık sık kesilen konuşmasını bitirdiğinde, konuş konuş diye bağıranlar oldu. Hele doktora çalışmaları nedeniyle gelecek dönem başkanlığı üstlenemeyeceğini söylediğinde hem davetliler hem de üyeler karşı çıktılar buna. Sonra kongre çalışma raporunun okunmasına geçildi. 41 “Binbir düzen sahibi Odysseus. At işte oradaydı Agorada dimdik. Korumasız ten fark edilince Akilleus vurur ilk önce Hector'u. Hector'un ölüsünü ver bana dedi Priamos. Troya'da yiğit evlâtlarım oldu; onlardan bir teki bile bana kalmadı...” Avrupa'dan millerce uzakta okyanusun ortasında Avusturalya. Sidney duvarlarında kahve renkli afışler. Kolonyal şapkalı çizmeli tüfekli iri yarı bir Avusturalyalı. Bir ayağı Settülbahir'de bir ayağı Kitre köyünün tam üzerinde. Ellerini, o zavallı bilinçsiz köylü ellerini koymuş da ağzının iki yanına, sesleniyor halkına “Hey haydi siz gelmiyor musunuz?” Altında Kraliçenin savaşa daveti. İngiliz usulü nazikçe bir davet bu. Ölüme davet! Ama uluslaşmamış halkın sömürge ruhu, dansa davet gibi algıladı bu çağrıyı. Kraliçeleri onlardan yardım istemek lütfunda bulunuyordu. Doluşup gemilere Yeni Zelanda'dan, Hindiçin'den, Avustralya'dan geldiler Gelibolu önlerine. Hectorun ruhu yeniden canlandı gül parmaklı şafakta. Ama o da ne? Oyun içinde oyun. Londra'nın saldırgan buyurgan beyleri yağlı kat kat gerdanlarını sarkıtıp göbeklerine, meğer Süveyş'i, Hindistan'ı isterlermiş asıl. Çar hazretleri Karadeniz'de mahsur tam üçyüz bin tonaj demir çelik, tahıl yüklü ticaret filosunu indirmek istermiş de sıcak denizlerine dünyanın, kıyametin kopayazması bundanmış. Alman imparatoru kızıl bıyıklı elma yanaklı Wilhem'in derdi ise petrolmüş de Bağdat demiryolunu gözlermiş çipil mavi gözleri. Fransa'nın bleu blanc rouge horozu, horozlanıp dururmuş meğer Suriye, Lübnan, mümkünse Trablus Şam benden sorulsun diye. Anzakların kızıl saçlı, yüzleri çilli saf çiftçi 42 çocukları, güçlü bedenlerini sımsıkı saran Bombay keteni üniformaları içinde gördüklerinde gerçeği, artık her şey için çok geçti. Kraliçenin sadık harbiye nazırı Churchill zırhlıların yola çıkarılmasını çoktan buyurmuştu. Osmanlı harbiye nazırı dövüne dursun paralarını ödedim verin zırhlılarımı diye. İngiliz amiralleri direndiler Sir Churchill. Zordu karaya asker çıkarmak Gelibolu'da. Ama devir sanayi devri. Artan üretim, düşen istihdam, pazarlara aç mal, doymak bilmez kâr! Gelibolu bir kızıl topraktır koyları koyakları, dağları tepeleri, gece gündüz bekler sert rüzgârlarla azgın dalgalar… Hectorun ruhu hâlâ dolaşır durur, tekin değildir dağı taşı. Gelen gelir, ama kalan olmaz. Beşinci Ordunun ihtiyat dokuzuncu Tümeninde Yarbay Mustafa Kemal yirmibeş Nisan sabahı sular yatmış, dalgalar yatışmışken Anafartalar'ın az berisinde, bir kızıl burunu gözlemekte, Osmanlı nezareti harbiyesinin, epirmiş kanaviçe bezleriyle kaplı solgun haritasına bakmaktadır. Burun var ama adı yok. Yazar haritaya bu kıpkızıl dikilip duran mağrur burnun ilk kez adını. Arıburnu! Arıburnu önünde akça çakıl serin su, ince kum. Sonra birden kumun üzerinde tüfek çatmış bekler gördü Anzakları. Varsın ihtiyat olsun bu tümen, varsın Osmanlı'nın Alaman olsun komutanı, bu toprak bizden sorulur evvelâ deyip Trablusgarp'tan, Balkandan çıkıp gelmiş Elliyedinci Alaya seslendi. "Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!" İlk taarruzda çakıldı kaldı Kraliçe Hazretlerinin dominyon askerleri. Ama mühimmat bol. Top onlarda, mermi onlarda, para onlarda. Ne güne doğurdu siyahî analar bu kakao erleri? Cambridge'de okurken pembe tereyağ İngiliz bebeleri. Yoğun donanma ateşi destekli dalga dalga yüklendiler yeniden. Olmadı. Bir daha. Otuz bir, otuz üç, otuz dördüncü siperlerde yalnız hurma ve leblebi birde patlamış lâğımların fareleri ve kokuştukça insan bedenleri 43 sinekler… Karşıda düşman siperleri. En fazla onbeş yirmi adım ötedeler. O da ne? Elliyedinci Alayın destan komutanı Albay Hüseyin Avni vurulmuş “Tertemiz alnından” mübarek kanı toprağa karışıyor. Bomba sırtında bir er, adı Hüseyin, tüfeği patlamayınca sarılıp kayaları söküyor yerinden fırlıyor ileri. -Şimdi torunlarındadır Yarbayının ilk ateşkeste oracıkta taktığı onur madalyası- Dokuz kat fazla düşman çekilip çakılıyor çıktığı yere gerisin geri. Tekrar taarruz ve Allah Allah… Karşı taarruz. Tekrar geri. Metrekareye altı bin mermi. Conkbayırı sırtlarında denizden ağır toplar, karadan yoğun topçu ateşi. Kapkara gecede kıpkızıl cehennem. Yüzbaşı Cevdet, az ötede Yarbay Mustafa Kemal. Nuri Conker birden telâşta. Vuruldunuz komutanım! Parmağı dudağında Yarbay'ın. Sus! Sol cebin içinde paramparça gümüş saat. Kristal camında zaman durmuş. Ateş hattında Mehmetler, Aliler, Tıbbiyeliler, Mülkiyeliler ve gönüllü liseliler, Rumu, Ermenisi, Alevisi, Ortodoksu kanlarıyla zamanı mühürlemekteler. Böyle böyle tanıdı Anzaklar Mehmedi. Sakinleştiğinde çatışma, yaralı düşmanını sırtında taşıyıp siperlerine kadar getirdiler. Sizde merhem boldur garip ölmesin dediler. Hani barbardı Türkler? Nerede Kraliçe, Lordlar, Dükler? Sonra siperden sipere iki ateş arasında uçuşan sigaralar. Böyle devam ede dursun son şövalyelerin savaşı, Londra, Paris, Petrograd, Roma'da tez elden toplandılar. Demek karadan olmayacak dedi Churchill, o zaman denizden geçmeli gemiler. Mart ayı yaman eser bu sularda. Dalgalar, rüzgâr yağmur, çıplak tepelerde kar. Önde altı zırhlı. Dördü Fransız. Önde en güçlüleri. Elbette olmalı Troyadan bir anı, Agamemnon. Ardında Elizabeth, Buvet. Saat onüç elli dört, Tarassut çavuşu Mehmet. Topçu tabyalarının solunda Fahri Bey. Dokuz nolu dürbünün çelik dumanlı merceğinde 44 Mehmet'in gözleri fırlıyor sevinçten. Komutanım! tam isabet! Büvet batıyor. Hamam suyunda teneke bir tas gibi kıç üstü! Komutan bir kez daha dürbüne bakıyor, sonra dönüyor, yaz diyor Çavuş bir artı üç kaydet. Bir Yeni Zelandalı ölmeden önce son mektubunu yazıyor annesine. “Türk topçuları ardarda sallıyor gülleleri. Ne yazık ki anacığım pek azı boşa gidiyor. Yarın gece mayınları temizleyeceğiz bir kez daha. Sular çok derin ve her yer karanlık. Üşüyoruz.” Çelik saplı mayınlar, yosunlar, balıklar, deniz anaları altı kollu kırmızı deniz yıldızları arasında kocaman çelik kafalarıyla ağır ağır gezinip duruyorlar. Hava soğuk, çoktan kar tuttu tepeler. Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Çimenlik'ten aldığı mayınları sabaha kadar döktü Karanlık koyuna. Mayın az. Dikey dizmek olmaz. O zaman yatay. Nusret gecenin karanlığından daha karanlık sularda, çelik saplı çiçekler dikiyor, koca kafalı halkalı boynuzlu. Onsekiz Mart sabahı batık zırhlılarını denizin dibinde, ölülerini siperlerde bırakıp çekiliyor gemiler. Ve Thames'e bakan penceresinin önünde bir amiral, en büyük başarımız geri çekilmek olacaktır diyor sonunda… 45 Sabahın erken saatleri. Dantel başlıklı, fisto önlüklü garson kızlar yeni yeni masaları siliyorlar kahvelerinde Lozan'ın, sokakları boş. Alpler'in sert rüzgârları tutmuş köşe başlarını. İlk bulduğu kutudan bütün gazeteleri aldı. Hepsinde Amiral Fchier'in üniformalı fotoğrafı. Haber üst başlıktan. Kraliçenin Amirali istifa etti. Sonra Churchill'in "Mufassal beyanatı... Bu gün dünya denizlerinde görev yapan hiçbir gemi Nusret Gemisi kadar başarı gösteremedi ve biiz…” Sonra yorumlar, “Evet tahliye, çekilme başarıyla gerçekleştirildi.” O zaman düşünmemişti Esat yenilenin oyuna doymayacağını. Yıllar sonra Cağaloğlu'nda Yeni Sabah'taki odasında İsmail Habiple birlikte okuyacaklardı Avusturalyalılar'ın dominyon kulu olarak geldikleri Çanakkale'den edindikleri ulus ruhuyla nasıl direndiklerini. İkinci kapışmada asker isteyen İngiliz Başbakanı'na demişti ki Avustralya Bakanı, “İngiltere için tek bir askerin hayatını bile tehlikeye atamam.” Ama yüzyıla ancak sığan işlerin birkaç beş yılda yapılacağı o günlere daha yıllar var. Mahmut Esat şimdi Lozan'da içi içine sığmayarak gazeteleri okuyor. İçinde bir kuşku. Yoksa hata mı ediyor? Hemen bırakıp yüzüstü her şeyi varıp gitmeli mi? Bunu dün de konuştu arkadaşlarıyla. Yurtçular hayır dediler, burada da yapılacak çok iş var. Esat bir çaresini bulup hemen bitirmeliydi doktorayı. Doğrusu buydu. Başladığı hiçbir işi yarım bırakmamıştı şimdiye dek. Öyle yapacaktı… Alpler, uzun süren kışın, karın buzun ardından kozasından çıkan kelebeklerle bahara uyanıyor. Hışır yapraklı Alp menekşeleri, lâleleri çoktan açtı. Lozan gölünde renk renk tekneler. Kırmızı, sarı, mavi, beyaz yelkenleriyle bahar çiçeklerini rüzgâra veriyorlar. 46 Üniversitenin, kara meşeler, sivri tepeli geniş dallarıyla çadır çamlar, narin akça ağaçlarla dolu koyu gölgeli korusunda bir başına dolaşıyor. Ortalık tenha. Bir o, bir de dalları hışırdatan rüzgâr. "Regime Des Caputulations Ottomanes Leur Caractere judrique D'apres L'histoire Et Les Textes." Tezinin başlığı bu. Kapitülâsyonlar… Bu başlığı neden bu kadar zor kabul ettiklerini düşünüyor. Özellikle Kilise Hukuku Profesörü Pederazzin'i şiddetle itiraz etmişti. En büyük desteği hukuk felsefesi ve Roma hukuku Profesörleri Jaccoud ile Tour'dan gelmişti. Fransız Medenî Hukuku Profesörü Le Gras ile İsviçre Medenî Hukuk Profesörü Le Aeby önemli olan çalışmanın bilimsel değeri olduğunu, bu ölçütün esas alınması gerektiğini kararlılıkla savunmasalardı belki de Ceza Hukuku Profesörü Bise ve Kamu Hukuku Profesörü Gariel bu kadar içtenlikle kendisine yardımcı olmazlardı. Dört yıllık başarılı lisans öğretimini hepsi de takdir ediyorlardı. Ama iki yıldır, doktora sürecinde sanki gizli bir elle görünmez engeller yığılmıştı önüne. İşte birkaç saat önce bu hocaların önünde savunmuştu tezini. Sonuç bölümünü okurken bir yandan da onları gözlüyordu. “Kapitülâsyonlar çağdaş anlamda bir antlaşma değil bir ahitnamedir. Ahitname olduğu için verenin tek taraflı iradesiyle geri alınabilir. Kaldı ki bir antlaşmayı bile tek taraflı olarak feshetmek mümkündür. Öte yandan, l908'den beri bir meclisin Türkiye'de varlığı, meclisin yanı sıra öteki anayasal kurumların varlığı karşısında kapitülâsyonlardan yararlanan devletlerin, uluslar arası hukukun çağdaş hükümleri önünde direnmeleri mümkün değildir.” Başını kaldırmış hocalarına ayrı ayrı bakarak son tümceyi bir manifesto gibi söylemişti. “Artık Türkiye'nin kapitülâsyonlar rejimine onay vermesi mümkün değildir.” İşte şimdi baharın ıssız korusunda bunları yeniden yaşayarak düşünüyordu. Seçici kurul kendisini az sonra 47 çağıracaktı. Üst kattaki çalışma odasında beklemeliydi. Giriş kapısına doğru yürüdü. Hocalar bilimsel gerçekliğin bu denli yoğun yalın ve apaçıklığı karşısında bu zeki, cesur Türkün başarısını onaylamakta gecikmediler. Yetmiş sene sonra onun izini süren bir başka Türk, tarihçi Zeki Arıkan ”Bu tezdeki sunuşların çağdaş bilimsel araştırmalarla doğrulanması Mahmut Esat'ın araştırma gücü ve yeteneğinin engin boyutlarını ortaya koymaktadır.” diyecekti. Hocalar doktora tezini 24 Mart l9l9 tarihli üniversite mühürü üzerinde “Cum laude” takdir derecesiyle onayladılar. Arvalya'nın çiftçi çocuğu, mazlum milletinin hakkını, bilgisi kararlılığı yanında yurt sevgisinden aldığı cesaretle yıllar sonra bir kez de La Haye'de savunacaktı. Ama o günlere daha var… Küçük odasına döndü masanın üzerindeki mezuniyet belgesine baktı. Friburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Aeby'in imzası üzerindeki tarihi okudu. Ondokuz Mayıs bindokuz yüz on dokuz. Genç yaşta büyük başarılara ulaşmış birinin doygunluğu erinci değil, yeniden varolmak tutkusu içinde bir büyük koşuya atılmak için sabırsızlanan ağzı gemlenmiş, ayakları bukağılı soylu bir atın kahredici çaresizliği içindeydi. Ne yazık ki olayların gelişimi tam da onunun düşündüğü gibi, Türklüğü, hukukunu eninde sonunda silâhla savunmak zorunluluğu ile karşı karşıya getirmişti. Ne gerekiyorsa o yapılmalıydı. Çamlimanı'nda ağaç oluktan çağıldayıp akan pınarın tatlı serin suyunu, Kuşadası Körfezi'nin ak köpüklü mor dalgalarını, Güzelçamlı'nın el değmemiş ormanların kuytularındaki beyaz yaban taylarını, kıllı ağır kara gövdeleriyle homurdanarak gezinen yaban domuzlarını düşündü. Ve kuşları, kırmızı başlı şen ötüşlü arıcı kuşu, 48 sarıasma, lâcivert telekleriyle bulutları tarayan saksağanlar, ispinozlar, düğme gözlü ala kanat baykuşlar, pembe kanatlı uzun bacaklı su kuşları Karina'nın. Boylu boslu kanlı canlı birer dost gibi anımsadı ağaçları. At kestaneleri, kokulu defne, çilekeş akasyaların ıtırlı ak kâğıt fenerleri. Gümüş yapraklı zeytin, zeytinlikler, deliceler. Yassı sazanların, mercan pullu alabalıkların, ince uzun turnaların yatağı Bafa. Menderes boyunda ak pamuk, kızıl tütün, sarı susam, yeşil buğday tarlaları. Asırların ezilmişliği horlanmışlığı içinde ak alın terini kara toprağa akıtan yoksul çiftçiler, ırgatlar. Balkan harbinin, Sarıkamış'ın, Çanakkale'nin yetimleri öksüzleri… İşgal edilmiş vatanını düşündükçe saç diplerinden soğuk terler boşanıyor, şakaklarında tokmaklar inip kalkıyordu. Yumruğunu bütün gücüyle masaya vurdu. Oturduğu iskemleyi devirerek ayağa kalktı. Vatanın bağrına saplanan hançeri çekip çıkarmak gerekti. Bu görev her şeyin üstünde, her şeyden önceydi. Aylardan beri konuştukları tartıştıkları bu değil miydi? Daha neyi bekleyeceklerdi? Şükrüye ben hazırım demesi yeterliydi. Kapıyı öfkeyle çarptı çıktı. Dar merdivenleri hışımla indi, holde duvara asılı telefonu kaldırdı. -Oui madame S'il vous plait Monsieur Şükrü ouie il est etüdiente a Universite Geneve. Nein, Şükrü Ja Danke. İch bin Esat. Ja jaa schnelle bitte. 49 İşte şimdi Şükrüyle Napoli'den kalkan geminin karanlık ambarında gecenin bir vakti konuşuyorlar. - Esat arkadaşları üzdün. Bence kabul etmeliydin. - Hayır, orada da söyledim. Ben her Türk'ün yapması gerekenden başka bir şey yapmadım. -Olur mu? Türk yurtlarının açılmasında gelişmesinde, doksanıncı şubeye ulaşmasında büyük çaban cesaretin oldu. Ne mutlu sana. Altın bir sayfa açılarak sana ulu bir san vermek istediler. Bence kabul etmeliydin. -Böyle ulu sanlar daha büyük hizmetler için verilmeli. -O zaman izin verirsen bir emaneti sana tevdii edeceğim. Bunu vatan toprağına ayak basınca yapmam gerekiyordu ama düşündüm de belki kısmet olmaz dedim. Şükrü iç cebinden kısa kalın bir rulo çıkardı. Ayağa kalktı önünü ilikledi. Kalın sicimi özenle açtı. Sözcükleri vurgulayarak okudu. “Lozan Türk Yurdu'nun başında Türklüğün uğradığı bu acı ve kara günlerde bütün varlığı ile çalışan Hacı Mahmut oğlu Mahmut Esat'ı Yurtçu kardeşleri kutlar ve ona gönüllerinde en derin saygı ve sevgilerini saklar.“ Ruloyu özenle kıvırdı uzattı. Arkadaşının titreyen sesinden onun da yüreğinin kabardığını anladı. -Henüz bir şey yapmadık Şükrü. Memleketin efendisi olmadıkça hiçbir şeyin önemi yoktur. Bilmem ki… Sözünü tamamlayamadı. Yukarıda birisi ambar kapağını kaldırmaya çalışıyordu. Hemen çömeldiler. Gözleri yukardan yansıyan aydınlıkta parıldayan çelik basamaklardaydı. Nefeslerini tutup beklediler… 50 Turuva'da yalnız halkların değil tanrıların da nasıl ikiye bölündüğünü Homeros anlatır. Apollon, Artemis, Afrodit. Anadolu tanrıları bunlar. Sevginin aşkın güzelliğin tanrıları. Anadolu'da adına sunaklar tapınaklar kurbanlar adanan tanrılar. Turva'ya saldıran Akhalıların da bütün tanrıları savaş alanında. Ama bunlar savaşın öfkenin hıncın tanrıları. Ve en tüccarı tanrıların, topal ayaklı silah yapımcısı tanrı Hephaistos. Ve tahta at… Turuva yenilir sonunda. Anadolu'nun hem kilidi hem kapısı Turuva düşmüştür. Destan, saldırıya direnen ordunun başkomutanı, onurlu, yiğit, “Atları iyi süren” Hektor'un cenaze töreniyle biter. Zafer saldırgan işgalci Akha ordularının baş komutanı Agamemnon'undur. Akha gemilerine açılmıştır artık iç denizlerin yolları. Hasta adamın ölüm fermanı, Limni adasının Mondros kasabasında, işte onun adını taşıyan bir gemide, bir İngiliz gemisinde imzalattırılır Osmanlıya. Rastlantı bu ya Anadolu Agamemnon'da teslim alınır. Hektor'un ruhu bir kez daha vurulur… Ama ölmez! Çünkü direnen insanın ruhu, insanlığın ruhudur. Dumlupınar'da muzaffer baş komutan Mustafa Kemal “Yunanlılar'dan Hektor'un öcünü aldık” diyecektir. Ama Dumlupınar'a daha çok var. Mondros'ta atıldı imzalar. Teslim olan kurtuldu. Kurtuldu ihanetin zelil düşkün titrek gölgesi. Sarayın boğaz manzaralı Ardnuvo Salonu'nda, altın varaklarla bezeli yüksek tavanlarında son Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın öfkeli sesi yinelenip yankılanıyordu. Beyler kabul buyurunuz ki Mondros'ta elde ettiğimiz bu imkân küçümsenemez. Bu yedinci maddenin, bu hükmün uygulanılabilirliği mevcut değildir. Bundan emin olunuz. Müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek şerait doğmayacaktır ki asker çıkarma haklarını kullanabilsinler. Hele hele Osmanlı topraklarının işgali asla mevzuu bahis 51 olmayacaktır… Yaşlı paşalar, mebuslar bir birlerinin gözüne bakıyorlar. Enver Paşa'nın hiddeti, kızaran yanaklarından, elâ gözlerinin çakmaklanan ateşinden belli oluyor. Başı bir o yana bir bu yana döndükçe omuzlarındaki sırmalı apoletlerinin püskülleri savruluyor. Sarayın billûr camlarında boğaz suları kıpır kıpır… Berlin, Viyana, Paris Roma, Londra, Atina'da bütün gözler kulaklar İstanbul'a çevrilmiş sabırsızlıkla, tetikte beklemedeler. En büyük parçayı kim kapacak? En iyisi Paris de bir araya gelip konuşmak dediler sonunda. Paris Barış Konferansı günlerdir ateşli tartışmalarla, çekişmelerle sürüp gidiyor. Champs Elyisees. Sisler içindeki bulvarın ucunda zafer takı kar altında. Zafer takına erişen, her biri Napolyon'un kadınlarından birinin adını taşıyan caddelerde kupa arabalar, bisiklet tekerlekli, tahta cantlı otomobiller. Buzlanmakta olan karın üzerinden ağır ağır geçiyorlar. Nehrin kıyısında, balkonlarında bu soğukta bile kırmızı sardunyalar açan Hotel Ville'de, salonlar lobiler her yer tıklım tıklım. Gazeteciler, delegeler, çeşitli milliyetten ciddi görünümlü komisyon üyeleri… Büyük sömürgenler, Avrupa'nın sömürme heveslisi genç devletlerini mavi boncuklarla avuttular bu güne değin. Venizelos savaşa girerken verilen sözün tutulmasını İzmir'in çevresiyle birlikte Yunanistan'a verilmesini istiyor. Oysa İtalya'nın da gözü İzmir'de. Maurienne anlaşmasıyla kazandığımız haklarımızdan ödün vermeyiz diyor. Sonra ekliyor, “Bize yalnız İzmir değil Antalya ve yöresi de vaad edilmişti.” Yunanlılar kendilerinden emin. Hatta biraz şımarıkça bir rahatlık içindeler. İngiltere'nin arkalarında oluşu onların elini güçlendiriyor. Bu nedenle İtalyanlar baskın basanındır diyerek atak davranıyorlar, konferans dağılmadan Anadolu'yu işgale girişiyorlar… Ee kurtlar sofrası bu, erken gelen oturur. İtalyan gemileri bu nedenle Marmaris, Antalya, 52 İzmir sularında artık. Anadolu'nun büklüm büklüm batı kıyılarındaki bu küçük körfez Kuşadası. İtalyan torpidosu, körfezin lâcivert sularını yırtarak ilerliyor. Günlerden Çarşamba, ayın on sekizi, bahar kuzuları kırlarda. Napoli'den kalkan nakliye gemisi Lucciri ise Ege Sularına girmek üzere. Ambarındaki iki kaçak yolcu ile ilgili bir telgraf ulaştı Roma'ya. ”Lucciri gemisinde kaçak iki Türk Mahmut Esat ve Şükrü isimli iki Jöntürk'tür. Müşterek menfaatlerimiz açısından ne pahasına olursa olsun karaya çıkmaları mutlaka engellenmelidir. İmza Venizelos.” Paris'te ise Konferans Başkanı Clemenceau aşağı yukarı ayni saatlerde Venizelos imzalı bir başka telgrafı açıyordu. “Mahmut Esat ve Şükrü iki nüfuzlu jön Türk'ün karaya çıkmaları behemehal engellenmelidir.” Liciri'deki kaçak yolcular ise olan bitenden habersiz sabırsızlıkla karaya çıkacakları anı bekliyorlardı. 53 Soğucak Köyü sırtlarından bakılınca Kadıkalesi beride, Samos Boğaz'ı kuş kanadı mesafesindedir. Amazon kraliçesi Anaia, Samos Boğazını denetleyen bu yükseltide kurdu kentini. Peleponnes savaşlarında çok kan döküldü burada. Sonra Cenevizliler ile Venedikliler arasında el değiştirdi durdu bu küçük liman. Şövalye Vilanova kendi adına sikke bile bastırdı burada. Hala sikkeleri bazen bir köy çocuğunun eline geçer de şimdilerde kıymeti bilinmez. Ama zaman doğayla el ele verdi. Aydın Oğullarının eline geçtiğinde Anaia, liman çoktan alüvyonlarla dolmuştu. Pek uzun olmayan beylik dönemini de atlattı Anaia. Beylik Kadısı'nın ise kendi gitti adı kaldı yadigâr. Anaia, Kadıkalesi diye anılır oldu. Çok gün görmüş Kadıkalesi'nin yıkık burçlarında ay çoktan battı. Sular karanlık. Küçük beyaz bir leke karanlıkta gökle deniz arasında parlayıp yitiyor. Gecenin rüzgârında iki genç adam küçük teknenin yelkenini toplamaya çalışıyorlar. Kıyıda demirli Yunan bayraklı torpido her an onları fark edebilir. Can derdinde değil fişek, tüfek derdindeler. Cephane Yunan'a kaptırılmadan ulaştırılmalı kızanlara. Şimdi enginde beklemekteler. Şafakta deniz yatışınca, ortalık ışımadan usulca kıyı kıyı yol alabilirler. Böyle düşünerek gözleri torpidoda, yürekleri tetik, küreklere asılıyorlar Hasan Reis ile İrfan. Kıyıya az kaldı haydi gayret. Derken birden şimşek gibi parlayıverdi ışıklar. Kocaman bir ışıldak bu. Evreni aydınlatacak kadar büyük. Kamaşan gözleri hiç bir şeyi göremiyor. Torpidonun güvertesinde koşuşan subaylar. Megafonun sesi alaca sabahın sığ sularında yankılanıyor. “Durun! Kimliğinizi açıklayın! Yükünüz ne?” Yanıt yok. Denizin dibi bel boyu yosun, ot. Dümen takıldı kaldı. Megafon yeniden kükrüyor, “Teslim olun!” İrfanla birbirlerine bakıyorlar. O sırada “Ateş!” diyor komutan. Kızıl mermiler karanlığı deliyor. Birden İrfanın 54 sesi, “Yandım anam.” Komutan haykırıyor bir daha, “Ateeeş!” Mavzer, mavzer nerede? İşte. Ekmeğe sarılır gibi sarılıp mavzere Hasan Reis, ver yansın ediyor torpidoya. Akıl alır şey değil bu. Bir tek kişi koca torpidoyu kurşun yağmuruna tutuyor. Torpido ateşi kesti. Yeniden tertibat alıyorlar. Hasan yaralı bacağını sürükleyerek sandıklara ulaşıyor. Dinamitler işte şurada. Fitil? Torpidodan yeniden mitralyöz takırtıları… Hasan İrfanı son kez o sırada görüyor. Kan fışkıran boynu üzerinde, utangaç yüzü gülümser gibi ağır ağır karanlık sulara gömülüyor. Reis bütün gücüyle yüzüyor. Mağaralara kadar dayanabilse. Omzundan da vuruldu galiba. Artık zorlukla kulaçlıyor. Arada dönüp bakıyor. Neden hala patlamadı, fitil söndü mü yoksa? Tüfekler, cephane Yunanın eline mi geçecek? Dalarak suyun içinde dönüyor. Yeniden tekneye gitmeli mi? O sırada patlıyor tekne. Her yer tan ışığı. Alevlerin kızıllığında deniz mağarasını görmesiyle dibe dalması bir oluyor. Su soğuk. Bacağı zonkluyor. Nefes nefese mağaranın ağzına, dalgalarla şakırdayıp duran çakılların üzerine atıyor kendini. Arayın durun beni namussuzlar şimdi diyor. Torpidonun ışıkları dönüp duruyor denizin yüzünde… Mehmet Reisle adamları gün doğana kadar beklediler. Patlamayı duymuşlardı. "Gitti Hasanla İrfan, yazık oldu gençtiler," dediler. Ama tayfadan biri “Ne diyon sen allasen? Hasan Reis ölür de teslim olmaz. Bence onlar deniz mağaralarından birine çoktan varmışlardır.” dedi. Böyle böyle buldular Hasanı. Bacağı, omzu yaralı. "Gitti diyordu kız gibi tüfekler canım fişekler" Mehmet Reis özenle sardı yaralarını, üzülme dedi, “Seni eve götürüp yatıralım, ben ardını toplar gelirim.” Öyle yaptılar. Hasan bir hafta yattı. Sonra bir gece gitti Hıristos'un meyhanesine. Daha iki kadeh rakısını içmeden, İtalyan belinde tabanca, körüklü çizmelerini tak tak vurarak, kibirli yüzünü gölgeleyen parlak siyah 55 saçlarıyla içeri girdi. Kimseye bakmadan gitti masasına oturdu. Rakı söyledi. O içti, Hasan İçti. İçtikce gözlerindeki öfke artıyor, yaraları sızlıyordu Hasan'ın. Geç vakitte kalktı İtalyan. sarhoşlaşmıştı. Hasanın zihni ayna gibi apaçık. Düştü peşine. Hava rüzgârlı, yağmur sis. Karanlık dar sokaklardan kale surları arasındaki dar yola saptı İtalyan. Hasan da peşinden. Kuşağını yokladı, kamasının kara kaytan dolalı sapını okşadı. Sonra altıpatlarını usulca çıkardı eline aldı. Artık iyice yakınlar. Horozu yavaşça kaldırdı. Kalkan horozun sesini gecenin içinde dumanlı kafayla duydu Luca. Ayılıverdi. Bu ses tanıdıktı. Biri tetiği düşürmek için şimdi basacaktı. Dönmesiyle namluyu göğsünde hissetmesi bir oldu. Ortalık zifiri karanlık. Demek böyle olacakmış ölümü. Karının orta yerinde bir çukur açılmışçasına aldığı soluk içerisini doldurmuyordu. Yeniden derin bir soluk daha aldı. Hasan karanlığın içinde Luca'nın yüzünü gördü. Kendisinden de genç bir köy çocuğu. Yumuşayıverdi yüreği. Silâh indirdi, sırtını döndü, nalçalı potinlerinin sesini ardında bıraka bıraka yürüdü gitti. İtalyan uzaklaşan ayak seslerini dinlerken elleri hâlâ havada bekliyordu. Sonra, aylar sonra bir gün Luca gene öyle aysız bir gecede o sokakların birinde bir kavganın üstüne geldi. Bir kaç Rum sıkıştırmışlardı bir Türkü. Rumlardan biri bıçaklı. Türk'ü hemen tanıdı Reis dedikleri Hasan bu. Bıçak ensesine inmek üzere. Elini beline atıp koştu. Onu görünce önce bıçağı çeken sonra ötekiler kaçıp sıvıştılar. Hasan bir hayli hırpalanmış gözüküyordu. Gitmez bunlar şimdi ötede pusu kurarlar diye düşündü. - Gel Reis dedi Luca, şurada iki tek atalım. Oturup içtiler birlikte. Ayrılırlarken o gece, Reis Hasan ayrık uzun bacakları üzerinde kaykılarak durdu yolun ortasında, - Luca be iyi ki seni o gece vurmamışım bak sen de 56 beni kurtardın, dedi. Luca şaşırdı. -Vay o sen miydin Hasan? Söylesene neden ateş etmedin o gece çok düşündüm, sonraları da çok merak ettim. İşgal komutanını vurmak onur kazandırırdı sana. Hasan, geniş omuzları iri gövdesi, uzun boyuyla çocuk gibi utangaç güldü. - Benden bile gençtin be Luca dedi, kıyamadım… İşte böyle dost olmuşlardı Luca'yla. Yıllar sonra, ikinci savaşın ateşten günlerinde bin dokuzyüz kırk ikide, Rodos işgal komutanı General Luca böyle başlayan bir dostluğa güvenerek geldi bir kez daha Kuşadası'na. Bu kez sivildi. Yardım istiyordu eski arkadaşından. Ama o günlere daha çok var. Şimdi ikisi de gençler ve dostluk denilen erdemin dini dili milliyeti olmaz insanlar arasında. Belki de bu yüzden ancak bazıları gerçekten dost olabilirler ve değerlidir dostluk herşeyden. İtalyan Teğmen Ugo Luco kalenin Hanım Camii'ne bakan odasının arka penceresinden Lucciri'nin limana girmesini seyrediyordu. Gemi yarım yol, birkaç ay önce İtalyan erlerinin onardığı eski iskeleye ağır ağır yanaşmaktaydı. Geminin güçlü kalın düdüğü birkaç kez Kervansaray'ın kulelerinde yankılandı. Aşağıdaki iki kaçak yolcu önce yukarda koşuşmaları işittiler, sonra birden ambar kapağı ardına kadar açıldı. İçerisi gün ışığıyla doldu. Günlerdir karanlığa alışmış gözleri kamaştı. Birkaç saniye hiçbir şey göremediler. Sonra yavaş yavaş görüntüler belirginleşti. Üzerlerine doğrulmuş kısa namlular… Evet işte korktuklarına uğramışlar, karaya çıkamadan yakalanmışlardı. Yavaşça ayağa kaktılar, ellerini kaldırdılar. Onlar önde silâhlar arkada merdivene yöneldiler. Gözleri ışığa alıştıkça şaşkınlıkları artıyordu. Evet işte Güvercinada, Yılancı burnu, kuzey doğuda Çamlimanı. O anda her şeyi unutarak bir birlerini kucakladılar. 57 Başarmışlardı. Gelmişlerdi ya ötesi kolaydı. Silâhları alındı elleri kelepçelendi. Kaptan köşküne götürüldüler. Merakla olacakları bekliyorlardı. Kırmızı sakallı yaşlı kaptan açık deniz rüzgârlarının derin izler bıraktığı yüzünde gülen gözleriyle karşıladı kaçakları. Sonra yaprak sigarası. Ama hepsi bu. “Beyler dedi gemime kaçak olarak girdiniz ve kaçak olarak geldiniz. Sizi işgal komutanlığına teslim edeceğim. Yerel hükümet size ne yapar bilemem.” İşte şimdi iki manga İtalyan askeri arasında Kervansaray'ın önünden geçiyorlar elleri kelepçeli. Yaşlı palmiyelerin arasından Kervansaray'ın avlusundaki makineli tüfekleri, top arabalarını gördüler. Küçük meydana geldiklerinde göz ucuyla viran olmuş kara fırının ötesine bakıyor. İşte babasının helvahaneleri dükkânları, işlikleri. İzmir'e gidiyorum diyerek vedalaştığı babası. Aslında Belediye Reisi Hasan Bey hiç şaşırmadı oğlunun İsviçre'ye gittiğini öğrendiğinde. Öyle anlatmıştı rahmetli Süreyya. ”Ben demedim mi? Aklına koyduğunu yapacak diye” demiş, öfkelenmiş, sabah akşam söylenmiş. Ama yıllarca elinden gelen yardımı da yapmıştı. Ne acı ki onu son kez gördüğünü bilememişti İzmir'e gidiyorum diyerek elini öperken. Gözleri doldu. Başını çevirdi, Dağ Mahallesi'nin yokuş sokaklarında bir birine yaslanmış, şahnişli kafesli kâgir evlere baktı. Çınarlı sokakta mavi boyalı pencereleri, kırmızı kiremitleriyle işte oradaydı yirmi dokuz numaralı ev. Pencerelerinden kayıklar geçen, çatısı güvercinlikli, güneşler koyağı avlu. Alını karıncalandı, genzi yanıyordu. Bilmezler hasretten olduğunu, korktu sanırlar. Şuradan yürüyüverse, Mekkiye Hanımla Hasan Bey sofada kahve içmekteler şimdi. Yerde kırmızı halı, harlı mangal. Sade kahve, mis gibi. Başı ardına dönük arkada kalan eve bakarak yürüyor, elleri önde kelepçeli. İtalyan çavuş kolundan tuttu çekti sertçe. Bunların elinden çekecekleri 58 vardı besbelli. Dik, dar kale merdivenlerinden ite kaka çıkardılar. İki er kollarını sıkı sıkı tutarak komutanını odasına getirdiler. Önde Esat arkada Şükrü. İnce uzun esmer bir adam komutan. Üniforması jilet gibi tertemiz, yüzü güleç. Ama biri daha var içeride. Körüklü zahtiyan kara çizme, sırma cepken, oyalı fes. Trablus kuşağında iki büyük kama sokulu. Teğmen Luca şapkasını çıkardı, ayağa kalktı. Dalgalı uzunca saçları açık anlına dökülüyordu. Halktan insanların yalın gülüşü… Halindeki yakınlık şaşırttı tutsakları. O güleç yüzüyle kelepçeleri açtırdı. Ama daha şaşırtıcı bir şey yaptı silâhlarını geri verdi onlara. Bu inanılır gibi değildi. Efe giyimli adamı o sırada bildiler, Hasan Reisti bu. Kuşadası direniş örgütünün başkanı, ne işi vardı işgal komutanının odasında? Hasan Reis kendini daha fazla tutamadı ikisine birden sarıldı. - Hoş geldiniz, hoş geldiniz. Gözümüz aydın olsun. Merak etmeyiniz, Teğmen Luca biz millîcilerin dostudur. Yunanlılara karşı her türlü yardımı yapmakta bize. Yeniden içtenlikle el sıkıştılar. Luca'nın heyecanı belli oluyordu. Sözlerine Fransızca, Türkçe sözcükler karıştırarak İtalyanca konuşuyor. Özgürlük için savaşan bütün ulusları yürekten desteklediğini anlatmaya çalışıyordu. Sonra geniş masanın iki yanındaki koltuklara oturdular. Mahmut Esat gözlerini karşı kıyılardan alamıyordu. İşte mübarek vatan toprağı, işte bizim denizimiz, bizim kuşlarımız, bizim ovamız, bizim ırmaklarımız. İşte çayır çimen, buğday, başak, ot, ağaç. İşte bizim güzel vatanımız. Ant olsun senin üzerinde esir değil, efendi olacağız. Türkün çiğnenen şerefini kurtaracağız. Elleri bu düşüncelerin heyecanı ile titriyor ince çay fincanına hâkim olmaya çalışıyordu. Bu sırada az önce onları kelepçeleyen çavuş içeri girdi. Kaymakam Ferruh Bey gelmişlerdi. Ürkek bakıştılar. Kısa ama endişeli bir 59 sessizlik oldu. Hasan Reis balkonun hemen yanındaki küçük kapıyı açtı. -Buyurunuz biz böyle gecelim. Bu küçük odada Luca'nın çadır beziyle kaplı çapraz ayaklı, üzerine asker battaniyesi örtülmüş katlanılabilir yatağı ile birkaç parça özel eşyasından başka bir şey yoktu. İçerden Kaymakam'ın sakin ama ısrarcı sesi duyuluyordu. -Sayın komutan hükümet idaresine karşı gelmek, hükümete karşı yıkıcı faaliyette bulunmakla suçlanılan Mahmut Esat ve Şükrü isimli şahısları bize teslim etmeniz gerekiyor. Haklarında önceden verilmiş mevkufiyet kararı vardır. Luca dikkatle kaymakama bakıyordu. Bir kaç saniye sustu. Şapkasını yeniden başına geçirdi, masanın üzerindeki küçük İtalyan bayrağını düzeltti, sigara kutusunun kapağını kapattı, birkaç kez üst üste öksürerek düşündü. -Özür dilerim sayın Kaymakam sanırım yanlış bilgilendirildiniz. Bahsettiğiniz kişiler ne yazık ki nöbetçilerin uyuklamalarını fırsat bilerek kaçmış bulunuyorlar. Bunu ben de az önce öğrendim. Bu nedenle onları size teslim etmem mümkün olamayacak. -Bu durumu İstanbul'a rapor edeceğim. Nazır Hazretleri bu gafletinizden dolayı sizi affetmeyecektir. Kaymakam birden yerinden kalktı beklenmedik bir atakla Luca'nın ellerini avuçları içine aldı. Gözleri parlıyor, yanağı garip biçimde seğiriyordu. -Sayın Komutan lütfen beni onlarla tanıştırınız. Ve lütfen bu gece Hasan Reis'in evinde yapacakları ilk toplantıya katılmama izin vermelerini sağlayınız. Luca kulaklarına inanamıyordu. Ne diyordu bu adam? Direnişçilerin gizli toplantılarından nasıl haberi olmuştu Osmanlının? Kaymakam devam ediyordu. -Lütfen beni onlarla tanıştırınız. Sizden bunu Osmanlı Hükümeti'nin Kaymakamı olarak değil bir 60 vatansever olarak rica ediyorum. Sizin mazlum devletlerin dostu olduğunuzu biliyoruz. Luca küçük odasının kapısını açtı. Bu küçük odada bir işgal subayı, yenik imparatorluğun kaymakamı, iki jön Türk, kuvvacı Hasan Kaptan, tarihin bu kavşağında bağımsızlığa odaklanmış, zulme isyan fotoğrafı olarak yerlerini aldılar. Tarihin tekerlekleri ileriye doğru dönmeye devam ediyordu. Ve bundan böyle Mahmut Esat “Cidal Cephesi”nin yalnız siyasal bilgi eksikliğini tamamlamakla kalmayacak silâhıyla ateş hattında da dövüşecekti. 61 Kıyısında Leukkippos'un da bir kent kurduğu, beyaz kaşlı Artemisin sularında dolunayı seyrettiği Menderes Nehri, Kufi Suyu ile Banaz Çayı'nın birleşmesiyle Sarayköy önünde yer yüzüne çıkar. Denizli'den geçerken Çürüksu'yu içine alır, batıya döner Nazilli'nin, Aydın'ın incir bahçeleri kıyısından dolanır, Söke ovasına ulaşınca uykulu bir rehavetle sere serpe yayılır. Vandalos çayı Miletos'a varmadan az önce katılır Menderes'e. Milet, doğmaları bir kenara koyup soruların peşinde gerçeği arayan insanın doğduğu yerdir. İsa'dan beş yüz seksen beş yıl önce Mayıs ayının yirmi sekizinci günü güneş tutulunca, Lidyalılar ila Medler bunu tanrıların barış çağrısı sanıp savaşı kestiklerinde, Miletoslu Thales güneşin o gün tutulacağını çoktan açıklamıştı. Bir köleydi Thales, ama bir karış bağ çubuğu yetmişti, güneşle ayın, ayla dünyanın arasını ölçmeye. İnsanın ilk kez insan olduğu kenttir bu yüzden Milet. Nehir, içine kattığı Bozdağ'ın Madran Suyu ile, Beydağları'nın kar sularını irili ufaklı dereleri çayları etekleyip getirir Miletos'un az ötesinde, Karina'da denize boşaltır. Karina deltası kabuklu deniz böceklerinin, pavuryaların ıstakozların, sazan turna balıklarının mahşeridir. Pirienne de mermer Athena tapınağı, uzun saçlı, değirmi yüzü gamzeli tanrıça Demeter Sunağı'na tepeden bakar. Her biri bir ev büyüklüğünde kara taşlarla örülü, onaltı kuleli Pirienne surlarından bakınca, ormana benzer sazlıklarda, kağşımış tekneler gezer kapkara suyun yüzünde. Köylüler kürekleyip çıkarttıkları kara alüvyon balçığın içinden bir bir toplarlar böcekleri. Dağlara çarpa çarpa inen yükü yağmur bulutlar, bütün ağırlığını ovaya boşalttığında, dere ağızlarına atılan sepetler silme böcek dolar. Beride çam ormanıyla deliceler, delicelerle zeytinlikler iç içedir. Ömer Ağazade Hasan Bey'in zeytinliği Burgaz ayrımının az berisinde bir ucu Bafa Gölü'ne öteki ucu 62 Karina'ya bakar. Dedesi Koca Ömer buraları yurt tuttuğundan beri zeytin develerle çekilir gelir Söke'ye. Yağhanede sıkılır, çam fıçılara doldurulur. Yağhanelerin içi hep prina kokar. Bu nedenle dışarıda sundurmanın altında oturulur. Gün yükselip sundurmanın gölgesi kısaldıkça, çarpık bacaklı tahta iskemleleri çeke çeke duvarların dibine kadar gelirler. Söke Heyet-i Milliyesi'nin Başkanı Hasan Ağa sabahtan beri sundurmanın altında, gözleri yolun tozlu ucunda. Kuvva-ı Milliye'nin başı Giritli Cafer Ağayı bekliyor. Bekledikçe sabırsızlığı artıyor, avurtlarını çiğneyerek öfkeleniyor. Yunan azdıkça azmakta. Afyon müftüsü sanayi mektebinden bin lira çalmış da Aydın'a öyle sürülmüş diyorlar. Rivayete göre Hürriyet İtilaf partisi azasıymış. İzmir'in işgalinde, Afyon'da bando çaldırmış alçak. Aydın göçmenleri taa Karahisar'dan Karesi'ye kadar dağlarda taşlarda yollarda. Artık medreseler camiler, sıtmalı frengili göçmenlerle doldu taşıyor. Hilal-i Ahmer Nazilli'de dokuz bin yüz elli hastaya kinin dağıtmış. Yunan mezaliminden kaçan Atmış dört bin göçmen! Pazar'dan Söğüt'den tut da taa Çine'den Antakya'ya kadar. Nazilli'de Mehmet Efe'nin Yemekhanesi'nde üç yüz göçmene üç öğün yemek çıkıyor deniliyor. Ama ya ötekiler. Amma illa şu hain Müftü Şevki efendi. Hasan ağa dişlerini sıkıyor. Öfkenin yumruğu boğazına geldi tıkandı. Sandıklı'da Akhisar'da Efeler adam asıyorlarmış deniliyor. Mehmet Efe Rum kızlarına tasallut eden iki palikaryayı asmasın da kimi assın. Salihli'de on bir kişiyi kesmiş alçaklar bir gecede. Altı aylık bir bebe... Mercan tesbihi bileğine geçirdi ayak değiştirdi. Oturamadı yerinden kalktı içeri girdi. İçerisi Karanlık. Üç işçi sırtlarında ağır çuvallar, sepetler, baldıra kadar çemrenmişler. Memik Âmat demir presin başından çıktı geldi, buyur ağa dedi. “Kayfe alıverip gelem mi?” Yanıt yok. 63 Ağa tekrar dışarı çıktı. Memik de peşinden. Kocaman elleri iki yanından sarkarak nerdeyse çıplak baldırlarına kadar uzanıyor. Öylece arkasında dikilip durmakta. Memik iki gün önce geldi Köşkten. Uzaktan tanış olur anası, “Ağam, millet perişan diyor Memik. Hasta kadınlar çocuklar birer gölge gibi çamurun içinde dolanıyorlar. Lonca binasının eşiğinde hala kıpkızıl kan göllenmiş durup duru. Tamamı kırk bir kişi. Bir çevreye sarmışlar iki üç kelleyi de gömü vermişler yıkık kiliseye. Ziya Beyin boğazını ustura ile kesmişler, sonracığıma öldü sanıp itivermişler çamıra. Bi küçük çocuk dedi ki dedemi alıp götüdüler; deyha şo tepenin ardına. Gelmedi dedem varıp bi yol bakı vesene amuca. İki üç kişi olduk da gittik. Kesi kesi vermişler boğazlarından koyun temsil ağam. İki de kadın. Çoktan davul gibi şişmişler öylece yatıp durular garipler. Yağmır ağam iniyo siçim gibi nede bılıcan da acacan ayrı çukur. Hepiçeğini aynı yere gömüvedik. Döndüm geldim. O küçük oğlancık, kirli elleriyle çapaklı gözlerini ovup baa, çıplak ayakları, değnek bacakları dikili verdi önüme, ağa dedi buldun mu dedemi? Kimi, nerde buluyon beğim?..” Hasan Ağa Memike bakıyor. Sırtta delik mintan, başta alı solmuş, epirmiş takke. Eski keçe bir yelek. Yirmi beşinde olmalı ama on yedisinde gibi, seyrek sakalları saz benzini örtmüyor. Öylece yüzüne bakıyor ağanın. Bir şey söyleyecek yutkunup duruyor. Sonunda ben diyor, ”Ağam iznin olursa, Kaymakçıya varıp gidecem, Gökcen Efe'ye kızan duracam ağam. Bu irezillik böyle çekilmez. Anam öldü getti. İki biraderim şehit. İmam Köyünden Emir Ayşe kadar olamayacam mı? Sormuşlar da ağam neye geldin çepheye deye, demiş ki Emir Ayşe, Yunan Aydın'a girdiğinde İmam Köyde idim, yedi yaşındaki kızımla ben. Adamımı vurdular. Vardım boynumdan altın paramı söktüm, aldım martini. Sonra dediler ki köylüler, silahı olan alsın çıksın, çıkmayan silahını versin dediler. Düşman Nazilli'ye 64 geçerken buraları yaktı hep. Ben de aldım martini çıktım, demiş ağam. Kepez baskınında bizim Köşk'ten birine anlatmışlar. Karılar bile silah alıp çıktı ağam. Erlere durmak olmaz.” Memik konuştukça göğsü körükleniyor. Sivri çenesinde seyrek sakalları titriyor konuştukça bir başka Memik oluyor. Köse sakalı gürleşiyor, dar göğsü genişleyip kambur sırtı doğruluyor, iri elleri daha irileşiyor. Sonra arkasını dönüp çıkıyor sundurmanın kısa gölgesinden tozlu yola düşüp gidecekken dönüyor, o eski Memik sesiyle, “Katırı çekivedim arkıya cevizin dibine ağam” diyor. Ağanın göğsü daralıyor, tozlu yolun içinde yarım kelik, keçe yelek bir canından gayri verecek hiçbir şeyi olmayan ırgata bakıyor. Burnunun direğinde ince bir sızı, gözlerinde biber acısı yanarken içinden de be baylan Memikim deh! diyor. Sonra sesleniyor yola doğru, -Çöz de al git katırı, Adagediği'nde Hüseyin Efe'nin kızanlarını bul, onlarla kal. Kaymakçı'ya sapma, yollar hepten kesik. Şimdi nasıl anlatmalı Gökçen Efe'yi bu garibe. Kırk dört kişiyle üç yüz kişilik Yunan taburunu berhava eden Gökçeni… Yunan zabitleri davet etmişler Gökçen'i, bir başına almış gümüş tüfeğini çıkmış. Efem demişler nereye böyle bir başına? Hadi ulan demiş kargadan korkan darı ekmez. Varmış. Rakı sunmuşlar. Gökçen rakı içmeyince gülü vermiş Yunanlılar. Bir kese tütün atmışlar önüne. İçlerinden biri gülmüş. Bu keseyi demiş Aydın'da kadife ceketli bir kızdan aldım, sırmayla işlettim. O kızın mintanı işte bu kese demiş. Efe usulca sormuş, kızı çevirdiğinizde ne diyordu size? Palikarya, benim intikamımı size komazlar dedi, demiş. Keseyi atanı oracıkta al kan içinde boğmuş Efe. İşte böyle yeniden dağa çıktı. Hacıilyas Köprüsü'nü, Davalı Köprüsü'nü baskın verip attıydı Efe. Hep istila altındaki mıntıkaları vururdu. Yirmi dört saatlik muhasaradan sonra, 65 dayanın gahpe Yunanlılar bu Gökçen Baskını'dır demiş, atılmış öne. Ossat alnında açı vermiş tek kurşun şahadet gülü. Efe'nin naaşını alamamış kızanlar. Emme silahı ile fişekliğini iki üç kızancık kendini feda edip komamışlar Yunan'a. Şimdi nasıl anlatmalı, Memik'e Gökçe Efe'nin şahadetini? Varsın gitsin oralarda öğrensin. Ömer Zade Hasan, arkasına kenetlenmiş yumruk parmaklarını çözdü geldi; tahta iskemleye oturdu yeniden. Sarı kirpikli gözlerini kısarak yola baktı. Nerede kaldı bu Caferaki. Sabırsızlıkla tesbihine el atacakken uzaktan görüverdi. Hah işte kır atı tırıslamış geliyor. Yüzü aydınlandı, koşar adım sundurmanın altından çıktı. Caferaki o gün batımında, havuzlu kahvede anlattı, Millici'lerden Tütüncü Bahri ile Ömer Zade Hasan Ağa'ya. Öksüz muhacirleri, ateşten ve zulümden kaçarak dağ başlarında kaya kovuklarında yol kenarlarında birbirlerine sarılarak yatan bahtsızları, tamam yedi köyün ahalisinden kırk ailenin, süvarilerin nalları altında ezildiklerini, boranda karda kaçarken, boğazlanmış yedi aylık bir bebeği kollarında taşıyarak donup ölen ihtiyarın, kerpiç duvardan sızan sel suyunda çamura batmış,küçülmüş cesedini nasıl gördüğünü, yeşil damarları esmer cildi üzerinde parıldayan bedbahtların tabanlarındaki kızıl kanlı yaraları… Hepsini bir bir anlattı… Hele yatsı namazını kılarken kurşunlanan ihtiyarın son sözleri. ”Aslen Rumeliliyim ben oğul. Dıramalı Hasanoğulları deler. Kızım Fatma'm, gelinim gitti. Birinin kocası Balkan'da kaldı ötekini Aydın'da bıraktık. Altı aylık kızanı memede idi. Kaya kovuğunda teslim etti ruhunu, oğul aç gitti, aç gitti de ona yanarım. İki kız, iki oğul, üç gelin. “Dayanamamış Giritli Cafer Ağa, yeter baba demiş anlatma yürek dayanmaz.” Biz dayandık oğul, demiş ihtiyar veballeri sizin boynunuzda. ”Kadid elleriyle köşe başlarında kinin dilenenler... 66 Tütüncü yumruğunu tahta masaya vurarak, acısı damakta kavrulan, öfkeden kısılmış sesiyle; "anlatma yeter, yeter sus" dedi. Ağır gövdesini masaya dayadı, kısık gözlerini yumdu. Sonra buruşuk el kadar bir kağıt çıkardı koynundan, "bir destancı geldi geçen gece kahveye al oku da gör" dedi, ama Caferakiye vermedi kağıdı kendisi okudu: “Meydan kazanı kurdular / Bebekleri kaynattılar / Gün görmedik hanımları / Süngü ile oynattılar / Kapı kapı geziyorlar / İfadeyi yazıyorlar / Düşman başına vermesin / Oğlak gibi yüzüyorlar…” Sonunu getiremedi Bahri. Hıçkırıkları okumasını engelliyordu. Üç erkek bir birilerinin yüzüne bakmaya utanarak dışarıda havuzun başındaki küçük tahta masada hıçkıra hıçkıra ağladılar. Kahvenin içindekiler Emir Ayşe'nin namı diğer Mehmet Çavuş'un, elli iki saat çakmak çaktığını konuşuyorlardı. Sonra Şerife Ali Kübera'nın Çiftlik Köyü baskınındaki mertliğini. Hayret diyorlardı kahvedekiler daha on yedisinde bir kızmış bu Şerife Ali dedikleri. Demirci Mehmet Efe İzmir'i geri alacağız dermiş. Haham sinagogdan çıkmış gelmiş eteğine yapışmış da korkman demiş sizi kırdırmayız Yunana. Felaket günlerinde acı haberler bütün ayrıntılarıyla kulaktan kulağa, kahveden kahveye, köyden köye yayılıyordu. Ama ille de kör destancı, suskun kalabalıkların sesi olmuş kapı kapı sokak sokak dolana dolana düzüyordu destanlarını. Caferaki'nin geldiği gün Söke'de bir başka buluşma vardı. Kız Mektebi'nin sıvaları dökülmüş rutubetli odasında Feride Hanım, Nurullah Bey, Ahmet Bey kulakları kirişte bekliyorlardı. Sökeli kadınlar bağış toplamaya devam ediyorlardı. Öğretmen Feride Hanım günlerden beri ev ev dolaşarak topladığı bir kese parayı getirmişti. Feride'nin bu haberi sevindirdi erkekleri. Paradan ziyade halkın kendileri 67 yanına gelmesine, yüzünü Millici'lere dönmesine sevindiler. Gün geçtikçe atlı sayısı artıyor ahali birikiyordu. Akşamın alacasında uzaklardan bir köpek uzun uzun havladı. Taşlıkta ayak sesleri. Ağır kapı tokmağı iki kez üst üste sonra iki aralıkla vuruldu. Bir birlerine baktılar. -Kimdir o? -Çalıkuşu! İmsöz böyle seçilmişti. Madem aralarında Feride isimli bir muallime vardı bu çekirdek örgüte bu ad yakışırdı. Nurullah Bey koştu kapıyı açtı. -Hoş geldiniz Esat Bey. Mahmut Esat çekingen gülümsemesiyle selam verdi. Kucaklaştılar. -Arkadaşlar hazır. Caferaki'yle görüştük. Bizim düşüncemiz eldeki kuvvetin kâfi olduğu noktasındadır. Mahmut Esat düşünceli görünüyordu. Kolluklu tahta iskemleye çöktü. -Kuşadası'nda örgütlenme henüz tamamlanamadı, dedi. Bu nedenle bence saldırıdan önce Menderes'in güney kıyısında gözetleme, savunma noktaları oluşturulmalı. Ötekiler ikircikli bakıştılar. Nurullah Bey hepsi adına konuştu. -Ömer Ağazade Hasan Beyle Giritli Cafer Ağa, zatınızın Kuşadası Heyeti Milliye başkanı olarak Söke'yi de içine alan bu bölgenin emniyetini sağlayacağınızı düşünüyorlar. Söke Heyeti Milliye'si ise, Bağarası Koçarlı, Çine Nazilli ile irtibat halinde. Bu teşkilat içinde elinizdeki yüz yirmi kişilik milli müfreze kuşkusuz giderek hem sayıca, hem dövüşme kabiliyeti itibarı ile daha da temayüz edecektir. Mahmut Esat bir süre anlatılanları dikkatle dinledi. Sonra kısa bir değerlendirme yaptı kendi kendine. Ötekiler susuyorlardı. Pek âlâ diyerek kalktı, Heyet-i Temsiliye ve Kuvay-ı 68 Milliye başkanlarının mütalaası böyle ise, harekâtı başlatmak için gün belirlemek gerekiyor. Ama önce Menderesin güneyi tahkim edilmeli derim ben. Gün belirlenmeli ona göre tedbir alınmalı dedi Ahmet Bey. Bir süre herkes kendi yüreği, düşünceleri ile baş başa kaldı. Sonra sabah erkenden öteki müfrezelerle buluşmak üzere sessizce ayrıldılar. Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasından bir gün önce, 2l Haziran l9l9 günü Söke Kuşadası müfrezeleri topraklarını savunmak üzere harekete geçtiler. Yunanlılar bu işin daha da büyüyeceğinden korktular. Menderes Vadisi'ndeki güçlerini iki tümene çıkartmakla kalmadılar istihkâmı tel örgülerle de güçlendirdiler. O günlerde Mahmut Esat'a bir haber geldi. Yunan generali Hamburny keşif gezisinde Kuvay-ı Milliye Komutanı Albay Şefik Bey'le görüşmek istiyordu. Nasıl olmuşsa olmuş, Hürriyet ve İtilaf Partisi taraftarları heyette Mahmut Esat'ın bulunduğunu öğrenmişlerdi. Bunu hemen Yunanlılara bildirdiler. Üstelik Nazilli'de İngiliz işgalinin onaylandığını da bu kişi parti adına açıklamıştı. Görüşme iptal edildi. Ama bu isim Mahmut Esat'ın defterine çoktan yazılmıştı. Demek Nazilli'de Hacı Süleyman Efendi, Karacasu'da Müftü Mustafa Hulusi gibi vatanseverlerin varlığı bunları durdurmaya yetmiyordu. Düşmana, yerli işbirlikçilerine karşı örgütlenmenin yaygınlaştırılması, zaman yitirilmeden yerel kongrelerin tamamlanması gerekiyordu… Nazilli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti ile derhal irtibata geçilmeli çalışmalara hız verilmeliydi. Zaman bir yağız atın terkisinde yelce giderken gökte uçan kuşun kanadına, yerde kara karıncanın kıl bacağına kadar nüfus edilmeden kurtuluş mümkün görülmüyordu. Meandros'un iki yakasındaki köyler birbirlerine artık uzaktan bakar olmuşlardı. Çünkü Menderes işgal bölgesi 69 sınırı olarak belirlenmişti. Ahalinin geçip gitmesi, eşini dostunu, işini gücünü gelip görmeleri yasaktı. Tarlalar bostanlar, köyler, bağlar bahçeler ikiye bölünmüştü. Düşmanın elinde yalnız insan değil toprak da esirdi. Düşman bölgesinden bu yakaya kaçıp göçenler gün geçtikçe artıyordu. Her gelen kafile akıl almaz vahşetin tanıklığını yapıyor, göç öfkeyi hıncı biliyor, durağan halkı etkileyerek, harekete geçiriyor, birbirleriyle ilişkilendirerek direniş kararlılığını güçlendiriyordu. Bu bütünleşmeyi hemen kırmak gerekti. İşte şu İngiliz, aslında bir rahip. Vatikan günah imparatorluğunun gizli elçileri bunlar. Önünde bir çoban, ardında bir köylü. Rahibin üzerinde İngiliz üniforması. Rahip atlı ötekiler yayan. Madran Çayı'nın yeşil suları kıyısında yürüyüp geliyorlar. Köylerde, kasabalarda, kahvelerde, yazıda belende durup vaazını veriyor İngiliz. ”Size şunu söyleyeyim ey tanrının evlâtları. Biz bir sürüyüz, bizim çobanımız yüce İsa adına bildiririm ki Aydın'dan Yunan çıksa yerine İngiliz, Fransız gelse sizler köylerinize İsa'nın şefkatli kollarına dönersiniz. Yüce İsa sürüsündeki tek bir kuzusunun tek bir kılına zarar gelmesini istemez. Baba oğul ve kutsal ruh adına, düşmanlarınızı sevin onlara iyilik edin. Lanet edenlere hayır dualar edin. Bir yanağına vurana öbürünü uzat. Ve senin abanı alandan gömleğini esirgeme...” Rahip ağır tempolu bir sesle Luca'nın İncili'nden altıncı babı ezbere okumaya durmuştu. Hava sıcak mı sıcak. Çine çayının şırıltısı, cırcır böceklerinin sesleri. Toprağa bakarak yürüyor köylüler. Rahip hayalindeki kilise mihrabından, Yunan'a tutturduğu İngiliz silahının dilinden, planını veryansın ediyordu. Madem Yunan'ın kuvvacılarla başa çıkamayacağı belli olmuştu o vakit oyunun taşları değiştirilmeli, İngiliz ile Fransız ortaklaşa Aydın'ı işgal etmeliydiler. Lakin acep halkın nabzında atan, gönlünde 70 yatan neydi? Bu nedenle Rahibin derdi ne İsa'ydı ne âsâ. Tasa birdi, tekti. Bu dağlarından yağ, ovalarından bal akan toprakların efendisi olmak, petrol denizinin yoluna akbaba misali konmak. Baklan köyünden kara kuru Musa, kırk yamalı poturunun altında deri çarık. Çaput dolaklı başını kaldırdı. Defne kokulu yemyeşil suyunu gümüş yapraklı zeytinlerin kökünden şırıldatıp gelen Madran Çayı'na baktı. Dededen toruna miras yaşlı zeytinlerin yağı gibi ışıltılı sarı ela gözlerinin iğne ucu pırıltısıyla dedi ki “İyi hoş da rahip efendi sizin İsa'nın öte dünyadaki tek derdi Aydın çukuru mu dur? Bizim bu yakanın çobanı asalı olur, sizin çoban neden silahlı? Sen bi zamat iletiver rabbimiz İsa'ya, toplasın gitsin sürüsünü ve de hiç gölge girmesin kalbine. Biz Aydın çukurunu ondan çok severiz. Biz va iken burlarda heeç bişeycik olmaz. Olursa tepeleriz. Alimallah tepeleriz...” Miralay Rahip İmliğ kasıldı kaldı beygirin tepesinde. Gözleri çapaklı elleri kemreli, bir koyun kadar uysal bu cahil köylü ne diyordu? Haftalardır köy köy ev ev dolaşıp duruyordu. Demek suskunluğun altında bir ateş vardı. O ağzı var dili yok köylüleri, o suskunluğun altındaki ateşi Londra'dakiler, İstanbul'dakiler görmeliydiler. O gece isli bir gaz lambasının titrek ışığında yazdı İmliğ raporunu. “Yunan kuvvetlerinin çekilmesiyle yerini alması düşünülen İngiliz ve Fransız askerlerine karşı halkın aynı kararlılıkla direneceği anlaşılmaktadır. Nazilli ve Denizli için ayrıca görüş bildirilecektir.” Sabah erkence kalktı, şifrelediği telgrafı Çine Postanesi'nden çekti. Aynı telgraf direkleri bir başka telgrafı Menderes Gurup Komutanı Albay Şefik Bey'e iletiyordu. ”Vatanı ve iki bin yıllık Türk tarihinin namusunu kurtarmak için kılıç çektiğimiz gün biz hepimiz sizin arkanızdayız. Kuşadası Müfreze Komutanı Mahmut Esat.” Ve toplar patlıyordu Naibili sırtlarında, Gümüş Dağı eteklerinde. Aziziye, 71 Burgaz'da on metre ötedeydi düşman. Balatçık'da mücahitler mitralyöz ateşi altında direniyorlardı. Çünkü Karina'da su kuşları, Kalamaki'de köpük yeleli ak mermer yaban atları, Çam Limanı'nda mürenler, deniz içinde aynalanıp duran bin bir çeşit balık, bu sıcak güneş, bu toprak onların yurduydu. Bombalar kurşunlar öfkeyle titreyen bereketli mübarek toprağa iniyordu. Telgraf direkleri onarılmalı hatlar hep açık olmalıydı ki müfrezeler, Kuvay-ı Milliye Meclisleri, Efeler; bu direniş zincirinin halkaları kopmasın. Bu nedenle teller kısa gelende, ıslatıp bileklerini bedenlerini iletkene dönüştürüp manyetoyu çeviriyordu telgrafcılar. Demirci Mehmet Efe Balatçık Çatışması'nda Yunan'ın ünlü Yorgaki'sinin tepelendiğini böylece çekilen bir telgrafla öğrendi. Öğrendi de acele kırk lira buldu gönderdi Kuşadası müfrezesine. Sonra Albay Şefik Bey'e hemen haber saldı. Bu nazik mevkiye hiç olmazsa yirmi tüfek bulunup gönderilmeliydi. Beş yüz kişilik kuvvet ata yurdu için kanlarını dökmeye hazırdır dedi. Tüfekler Kuşadası'na geldi. Kabzaları memleket ağaçları, ustaları memleket çocukları. Oysa Yunan adalarında kayıklar dolusu silah Rum köylerine akmakta, İngiliz, Fransız, İtalyan yapımı. Rumlar, adalardan teknelere canlı hayvan doldurup doldurup kaçırmaktadır Yunan birliklerine. Kıyıların güvenliği sağlanmalı, ikmal yolları kesilmeli düşmanın. Mahmut Esat sabırsız beklemede. Bir aşağı bir yukarı geziniyor. Faruk bir gelse. Kapıda telaşlı ayak sesleri. Bey'im geldiler. Faruk ardında küçük bir kalabalıkla içeri girdi. İki kardeş sarılıp öpüştüler. Zaman kıt. -Ağabey gelen haberlere bakılırsa kaçakçı tekneleri yetmişden fazla sığırla geliyorlar. İngiliz kuvvetlerinin korumasında Didim üzerinden İzmir'e ulaştırılacak. -Yetmişten fazla sığır ha. Bizimkiler açlıktan kırılır, ot kökü yerken. -Faruk bu sığırları derhal kaldıralım. Cephe 72 Komutanlığı'nın bunları kurşuna dizme emri var. Kim bunlar? -Giritli kaçakcı Türkler. -Türkler mi? Mahmut Esat yıldızsız gökte başının üzerinde parıldayan çoban yıldızına baktı. Yüreğinin merhameti öfkeyle sıkılmış yumruklarını gevşetti. -Hayır Hayır Faruk, yıkın kerataları falakaya, sığırlara el koyun, bir daha Kuşadası'na ayak basmayacaklarına yemin etsinler, savın gitsin. Ama gözümüzü dört açalım bir tek buğday tanesi çıkmamalı bizim mıntıkadan karaya. Yunan'ın erzak durumu kötü. Açlık isyanın ebesidir. Haydi Faruk göreyim seni. İki kardeş çapraz fişek, kara kalpak kucaklaştılar. Kararan akşamda yıldızlar birer ikişer parlarken Faruk'la arkadaşları atlarını dörtnal sürüp gittiler. O geceden sonra bir tek buğday tanesi çıkmadı karaya. Mahmut Esat Bey başarıyı da paylaştı. Kendisini kutlayan Tümen Komutanı'na bu sonuçta birçok kimsenin “himmeti hak” olduğunu söyledi. Çeşme'den ard arda kara haberler geliyordu. Dört yüz Türk'ün evleri yakılmış, kadınlara kızlara saldırılmıştı. Direnen erkekler şehit, teslim olanlar esirdi. “Albay Şefik Bey'e Yunanlıların işbirlikçi Rumlar'la birlikte yaptıkları kanlı mezalim derhal milletler arası basında protesto edilmelidir. Bu gün Kuşadası İtalyan Komutanlığı önünde gerekli protesto gösterisi yapılmıştır. Kuşadası Yunanlılar'a verilirse, bundan Yunan'ın payına düşen yalnızca ateş olacaktır. Mücahitler Kuşadası ve havalisini yakacaklardır.” Albay Şefik'in telgrafı okurken gözleri dolacaktı. Mahmut Esat'dan telgraflar gelmeye devam ediyordu… “Elli yedinci Tümen Komutanlığı'na. Altmış kilo vazelin, dört bin battaniye, bin çadır Menderes'ler Grubunun 73 Kuşadalı mücahitlerince temin edilerek emrinize gönderilmiştir. Müfreze Komutanı Mahmut Esat.” Bir gün sabaha karşı bir telgraf da Albay Şefik'den Kuşadası havalisi Kuvay-ı Milliye Komutanı Mahmut Esat'a geldi. “Heyeti Temsiliyye Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın emirleriyle Menderes'ler gurubu adını taşıyan mıntıka İzmir cenup cephesine dahil edilmiştir. Bilgilerinize.” Mahmut Esat ağaran tan yerine bakarak, heyecanla çarpan yüreğinin üzerine yumruğunu koydu. Demek direniş güçlendikçe kuvvetler merkezîleşmekteydi; cephe tutuluyordu… Mümkün olsa uçup gidecekti Kemal Paşaya. 74 Ankara'da ise günlerden beri yağan kar iki gün önce dinmişti. Hava dona çektikçe bozkır rüzgârı kıraç toprağın üzerindeki kepek karı tozutuyor, ortalığı kurt dumanı basıyordu. Çoban yemişi alıçlar, güneş parmağı iğdeler, bozkırın dikenli beyi ahlat ağaçları, kara çalılara dönmüştü. Ankaralılar ısıtmayan parlak buz güneşi altında yıllarca cepheden cepheye koşarak savaşmaktan usanmış bütün Anadolu halkı gibi, kendilerine küs, içlerine örtük, yılgın. Dışarıdan gelen herkese yabancı, herkes ona yaban. İstanbul işgal altında. Meclis-i Mebusan kapatılmış. O ”Milleti, milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyor, ama bu kararlılık nasıl oluşacak? Kabala Ticaret Mektebi'nde boz giysili kalpaklı adamlar. Ankara'ya gelişini bekliyorlar. Ankaralılar aylar önce toplanıp karar almışlar. Artık savaşmayacaklar. Ne vakit düşman gelir dayanır kapılarına o vakit. O vakte kadar tek bir kurşun atmayacaklar. Her koyun kendi bacağından diyorlar. Suskun beklemedeler. Ama son günlerde değişen bir şeyler var. İstanbul'dan, Kayseri'den, Sivas'tan, Konya'dan, İzmir'den, akın akın insanlar geliyor Ankara'ya. Subaylar harbiye öğrencileri, tıbbıyeliler, mülkiyeyiler, gazeteciler yazarlar. Ekmek kıt, yatacak yer yok. Yokların var olduğu tedirgin bir zaman. Kıştan daha soğuk, yürek ürperten haberler. Aznavur Ahmet ulusal güçlere saldırıyor. Şeyhülislam kuvvacıların katli vaciptir buyurmuş. Halk kararsız şaşkın. Boz giysili adamlar sıkıntılı bir bekleyişle avuçlarına gömdükleri cıgaralarını içiyorlar. Kalabalık kımıldanıp duruyor. Birden davul zurna sesleri, oynak misket havası. Seymenler bunlar. Cepkenleri sırmalı, belleri silahlı. Dillerinde Ankara türküleri. Şahnişli, eyvanlı, sundurmalı Ankara evlerinin örtük kepenklerinde, kafeslerinde ikircikli kıpırtılar. Kapılar yavaştan birer ikişer açılıyor. Önce kadınlarla çocuklar evlerden sokaklara ürkek ürkek çıkıp 75 geliyorlar. Sonra erkekler. İnsanlar biriktikçe küçük meydan kalabalıklaşıyor. Otomobil gözüktü. Boz kalpaklı, gök gözlü paşa, Kemal Paşa bu. Sivas'tan, Erzurum'dan geliyor. Ayağında, kağnılar geçen tozlu yolların, yüksek yaylaların izi var. Yüzünde Kızıldağ'ın kızıl saçlı kızı Kızılırmak'ın Hitit güneşi. Kalabalık dalgalanıyor. Başları çemberli nineler, üç etek kadınlar, sırtları bebeli gelinler, eli kınalı kızlar. Gök mavisi boncuk, gümüş mercan alınlıklar, nakışlı tiftik çoraplar. Onlar öylece Nuri İyem gözlerini kocaman, dünya kadar açıp bakıyorlar. Ak keçe dolak, kıl şalvar, yalın kat mintan gençler, soluk yüzlerinde mahzun umudun çıplak gülüşü, coşkusuz alkışlıyorlar, misket oynayan seymenleri. Otomobil durdu. Birden paşaları gördüler. Her birinde Ankara kalası heybeti, gözlerinde suyu iyi verilmiş akkor kılıçların ışığı. Bastırılmış duygular birden boşalıveriyor. Hep birden bağırıyor alkışlar güçlendikçe yaşa varol sesleri yükseliyor. Kemal Paşa ayakta. “Esas olan Türk milletinin onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsızlıkla kazanılabilir. Ne kadar zengin ve rahata kavuşmuş olurlarsa olsunlar bağımsızlıktan yoksun milletler uşak olmaktan kurtulamaz. Türk'ün haysiyeti, izzet-i nefsi çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak olmaktansa mahvolsun daha iyi. Öyleyse ya istiklal ya ölüm.” Yeşil trençkontlu İtalyan, fötr şapkalı Fransız, ekose ceketli kasketli İngiliz gazeteciler küçük defterlerine çabuk çabuk yazıyorlar bu sözleri. Son tümce muhabir telgraflarının haber başlıkları olarak dünyaya yayılıyor. Ya istiklal ya ölüm! Olabilir mi, bu yoksul Anadolu'da, bu hasta adam yeniden dirilebilir mi? Suyu uyutan düşman İzmir'de uyumuyor. Yunan genelkurmayının amacı, işgali küçük Asya'nın derinliklerine doğru genişletmek, küçük Asya'da asayişi sağlamak. İzmir Kordon boyundaki tabur tabur askerler bu kararın erleri. 76 Zito Venizelos! Kırgın kederli sesin sahibi Vali… Damat Ferit Hükümeti'nin İzmir Valisi. Kambur İzzet… Fesi başından alınmış, per-ü perişan. Öteki devlet memurlarıyla birlikte dipçik darbeleri altında bağırtılıyor. Yaşasın Venizelos… Esirlerden sadece biri, bir adam böğrüne batırılan süngülere direniyor. Bağırmayı reddediyor. Bu adam Albay Süleyman Fethi. İzmir Askerlik Dairesi Reisi. Süngüler ceketi deler, tene değer oldu. Gittikçe daha derine giriyor. Albay Süleyman Fethi direniyor. Ten delindi kan fışkırıyor. Albay'ın dudakları aralanıyor, son gücüyle bağırıyor. “Yaşasın Türk Milleti”. Artık süngüleyebilirler onu. Kumral başı çok sevdiği İzmir toprağına düşüyor. O çoktan öldü. Ama düşmanın kini dinmek bilmiyor. Süleyman Fethi'nin gövdesinde korkularını süngülüyorlar. Aydın Köprübaşı'nda kadınlar bağrışıyorlar. Albay Şefik telaşla fırlıyor. Yeni bir baskın mı? Hayır. Kadınlar ellerinde ayran tasları, su testileri Albay'a doğru seğirtip geliyorlar. Bir yaşlı kadın el dokuması haneli örtüsüne siliyor göz yaşlarını, ”Yıllardan beri rahat yüzü görmedik, kocalarımızı kardeşlerimizi oğullarımızı şehit verdik. Son kalan çocuklarımız da işte sizinle döğüşüyorlar. Bizi bırakın. Biz de döğüşmek istiyoruz. Varıp gidelim onlarla biz de döğüşelim.” Tasfir-i Efkar'dan gazeteci Arif Oruç'a bakıyor Albay. Yaşaran gözlerini birbirlerinden kaçırıyorlar. Paşanın otomobili Ankara'nın küçük meydanında davul zurnayla ilerliyor. Ama büyük derlenişe, daha çok zaman var. Yol ayırımında Ayasuluğ sapağında Kuvvacı küçük bir müfreze, yaşlı zeytin ağacı altında dinleniyor. Çoraklı Hasan yirmi dört yaşında bir Yörük. Müfreze Komutanı. Az sonra öteden bir İtalyan kolunun aheste adımlarla bu yana 77 geldiğini görüyorlar. Tedirginlik… Bekliyorlar. Mitralyöz Onbaşısı Çoraklı Hasan çapraz fişekliğini, belindeki silahı yokluyor. İtalyanlar az ötede durdular. İtalyan subay el edip Onbaşı Hasan'ı çağırmakta. Bir, iki, üç, beş adım. Subay elini Hasan'ın kuşağına atıyor. Dokunmasıyla suratının ortasına tokadı yemesi bir oluyor. Sırtüstü yerde. Subayın manevra kayışındaki ağır revolver şimdi Hasan'da. Hasan silahı İtalyan erlere doğrultuyor. Atın tüfekleri! Erler şaşkın. Kuvvacı'lar fırlayıp gelmişler. Silahları topluyorlar. Hasan mavzerin ucuyla toz toprak içinde yatan subayı gösteriyor. Kalk marş marş! Subay sarsak adımlarla askerlerinin önüne geçiyor. Kuvvacı'lar komutu bir ağızdan yineliyorlar. Marş marş! İtalyanlar Kuşadası yönüne fırlayıp gidiyorlar. Bundan bir kaç gün sonra Selçuk sapağının az berisinde bir olay daha oldu. Bu subayın ölüsü Arvalya yakınında bulundu. Gençten bir çiftçiyi kırbaçlamıştı bağ kuyusu başında. Ölüsü işte tam kırbacı vurduğu yerdeydi. Gencin ise imi timi belli olmadı. Anadolu direniyor... Ayvalık, Nazilli, Aydın, Antep, Maraş, Çukurova, Antalya… Ege bu direnişin harlı ocağı. Ama bu yetmez, topyekün bir kalkışma gerek. Bunun için düzenli bir ordu. Ve evvela Meclis. Kemal Paşa, eski ticaret mektebinden bütün dünyaya sesleniyor. ”Ben her hareketi Meclis'ten bekleyenlerdenim. Artık her şey meşru olmalıdır. Meşruiyet milli kararlarla kabildir. Bu husus millete iyice anlatılırsa millet bizi anlayacaktır. Türk milleti sürü halinde vesayetle yönetilemez. Bu nedenle bizi anlayacak, hem savaşta hem beşeri yaşamda başarıya koşacaktır.” Ama önce meclis. İşte bu yüzden Ulus'taki İttihat ve Terakki kulübü olarak yapılmış olan bu taş binanın kemerli pencerelerinden, mermer balkonlarından, yüksek cumbalarından taşan bir telaş, kırmızı kiremitleri üzerinde dalgalanan, giderek özgürlük çiçeklerine dönüşecek al bayrakta cisimleşen bir telaş var. Sıralar mekteplerden, 78 dersliklerden toplandı, mebusların oturmaları için. Dinleyicilere, tahta iskemleler koltuklar ne bulunduysa alıp getirildi kahvelerden. Bir öğretmen kürsüsü bulundu geldi, vaktiyle Ankara yaylalarında yaşlı bir cevizdi. Bundan böyle istiklal için dövüşen bir ulusun meclis kürsüsü olacaktı. Milletin toprağı bir ilk yazda çiçeğe böceğe, çimene yaprağa kesmişken, bozkırda bademler, güneyde portakal limon, Orta Toroslar'ın alçak tepelerinde ıhlamurlar çiçeğe durmuşken, bir günlük ömür için kelebekler kanatlarında ebemkuşakları taşırken, ardıç kuşu ardıç tohumunu kursağında beleyip bırakırken toprağa bir büyük tohum göveriyordu Ankara'da.. Albay İsmet'ler, Celalettin Arif'ler, Yunus Nadi'ler, Halide Edip'ler, Doktor Adnan ve taa Erzurum'dan Fevzi Paşa. Diap Ağa Dersim'den, Malatya'dan Kadir, Bekir Ağalar. Konya'dan Abdül Halim Çelebi, Mardin'den İbrahim Efendi. Ziya Hurşit Lazistan'dan. Celal Bey Saruhan'dan, Hakkari'den Mahzar Lütfi, Sıvas'tan Kara Vasıf. Hamdullah Suphi Antalya'dan… Bu şarkla garp arasındaki arafta, bu petrol lambalı meclise yurdun dört bir yanından seçilip geldiler. Bunlardan biri, sözcükleri güzelleştirerek anlamın bütün sınırlarına kadar ustaca kullanan ve birbirine ulayıp ağzında top gibi patlatan biri vardı ki konuşmaya başlayınca herkesi etrafına toplayıveriyordu. Ak tenli yuvarlak yüzünde ateşli ruhunun pencereleri iri kahverengi gözler, çelik kararlılığında çekilmiş dudakların üzerinde ince bıyık. Zarif terbiyeli ve pek müşfik. Ama memleket meseleleri, millet söz konusu olduğunda sözlerini maharetle mermiye dönüştürerek konuşuyor. O zaman amansız bir savaşçı, inatçı bir müzakereci. Kararlı sabırlı. Kuşadası ve Havalisi Mebusu Hasan oğlu Mahmut Esat bu. Onu artık herkes tanıyor. Yeni fikirlerin, yeni duyuşların sözcüsü. Ankara'nın eli kalemli İzmir Mebusu, Ege'nin beli silahlı eli mavzerli 79 kuvvacısı. O yüzden kalıcı değil. Tepelenecek işbirlikçiler var, arka çıkılacak el verilecek direnişçiler… Bu yüzden aklı, kalbi çıkıp geldiği puslu Menderes boylarında. Sisli bir akşam vakti Rodos'dan gelen bir İtalyan gemisinde, Genaral Kont Senni, İzmir Mebusu Şükrü Bey ile müfreze komutanı bir mebus, Mahmut Esat buluştular. İtalyanlar Yunanistan'la İtalya arasındaki çekişmede, büyüklerin kendilerini seçmediklerini artık biliyorlar. Türk Ulusu'nun Meclisini tanımaya hazırlar. Napoli Limanı'nın kaçak yolcuları şimdi gene bir İtalyan gemisindeler. Ama bu gün bu gemide onlar şeref konuğu. İzmir Körfezi açıklarında demirli gemi lâcivert sularda inip inip kalkıyor. Masada kırmızı şarap, gramofonda müzik. Şükrü Bey sıkıntılı. Bir an önce konuyu açmak için sabırsızlanıyor. Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor. Düzenli deniz ulaşımının yaşamsal önemini kavratmak istiyor İtalyan'a. İlk tümcelerini söylüyor. Kont ellerini kaldırarak sözünü kesiyor Şükrü'nün. -Merak etmeyin diyor, biz Rodos'la Kuşadası arasında düzenli posta seferlerini başlatıyoruz. Şükrü ile Mahmut birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. Şimdi hangisi söylemeli bu yolla İtalya'dan silah ve cephane getirmenin kurtuluş için ne kadar önemli olduğunu?.. -Kont elbette diyor, asıl amacımız silah ve cephane... Sakın bir şaka olmasın bu sözler? Dikkatle dinliyorlar General'i. Bu cömertliğin altına yatan ne? Onu anlamaya çalışıyorlar. Kont devam ediyor, -Ama benim asıl öğrenmek istediğim, sizlerin barışa ilişkin düşünceleriniz. Esat ayağa kalkıyor olabildiğince sakin, kararlı bir sesle konuşuyor. -Bizim İzmir bölgesinde tek bir Yunan askerine tahammülümüz yoktur. Türk'e hıyanet edenler nadim 80 edilecektir. Taa Damat Ferit'e kadar uzanan bu yanıt, İtalyan Generali için umulandan daha tehlikeli anlamlar içermektedir. Bu Türkçe hıyanet sözü yüzünü bulandırıyor. Bunları not ederken telaşını gizlemiyor. Gene de rüzgârlı güvertede el sıkışarak dostça ayrılmayı başarıyorlar. Şükrü ile Esat daha karaya çıkmadan İtalyan kararını verdi. Bu insanları zabt-u rapt altına almak gerekirdi. İngilizler hiç olmazsa bir gemi ile desteklemeliydiler Kuşadası'nda İtalyanlar'ı. Oysa “su uyur düşman uyumaz”ı bilenler çoktan gerekeni yapmışlardı. İngiliz gemisi Yılancıburnu açıklarında göründüğünde Mahmut Esat Müfrezesi çoktan mevzilenmişti. Aşağıda Tabakhaneler Deresi'nden, Dağ Mahallesi'nin Güvercin Ada'ya bakan sırtlarına, Kadınlar Denizi'ne tırmanan keçi yoluna kadar. Heyecanla dikkat kesilmiş bekliyorlardı. Çünkü Damat Ferit ajanlarının kaytaklık etmek için bu gemiyle karaya çıkarılacaklarını günler öncesinden öğrenmişlerdi. Gemi ışıklarını söndürmüş Haziran rüzgârının yedeğinde kıyıdaki solgun birkaç lambayı gözleyerek limana doğru hain sessizliğiyle körfezde ilerliyordu. Nefeslerini tutanlar, elleri tetikte bekleyenler İtalyan İşgal Komutanı'nın küçük botunun seyrek patırtılarla İngiliz gemisine doğru yol alışını izlediler. İşgal komutanı Kuvvacı'ların iki tümcelik iletisini getirmişti. Kararları kesindi. ”Karaya hiçbir yolcu çıkarılamaz. Aksi takdirde tepelenecektir.” İki gemi karanlık denizde dalgaların sırtında inip çıkarak öylece duruyordu. Tetiktekiler sabırsız. Küçük adanın yıkık kale burçlarında yarasalar uçuşurken, Kervansaray'ın sivri bacalarında kırmızı gözleriyle ötüşen baykuşların sesini dinleyerek beklediler. Gecenin sonunda çelik kızılı bir güneş dağların tepelerinden sıyrılmakta iken İngiliz gemisi uğursuz bir hayalet gibi ufukta kayboldu gitti. Bu kez tetiklere 81 asılmadan kararlılıklarıyla kazanmışlardı. Bir iki gün sonra Hasan ve Mehmet Reis'lerin Köşk baskınının haberi geldi. Ustaca planlayıp basmışlardı kasabayı. Can kaybı yoktu. Yunanlılar geri çekiliyorlardı. Ama Aziziye'ye gelip dayandıklarında toparlanmışlardı. Kuşadası'na yeniden toplarla mitralyözlerle saldırdılar. Gülleler Arvalya topraklarına düşüyordu. GümüşdağıMoralı-Üzümlü hattınını ele geçiren Yunanlılar, İtalyan Karakolu'nun bulunduğu Korfalı Köyü'ne girdiler. Halk iki ateş arasında kalmıştı. Yıkık damlardan dumanlar yükseliyor, çoluk çocuk yalın ayak başı kabak kaçışıyordu. Günlerdir sırtları yatak yüzü görmemiş, uyku tünek bulmamıştı gözleri. Mahmut Esat silâhlandırılmış ahalinin kaçmayacağını düşünüyor halkın topyekün silahlandırılması gerektiğine inanıyordu. “Kazım Bey Hazretleri'ne, Bütün kadınların ve çocukların derhal silâhlandırılması zaruri görülmektedir. Müfreze Kumandanı Esat”. Telgrafın yanıtı kahredici çaresizliği ulaştırıyordu.. “Sevr anlaşması gereği mekanizmaları sökülmüş silahlarla ateş etmek mümkün değildir.” Öte yandan Yunan, köyleri yaka yaka geliyordu. İtalyanlar önce kendi işgal bölgelerine giren Yunanistan'ı protesto ettiler, sonra Kuvay-ı Milliye milislerine kendi çıkarlarını korumak amacıyla hızla silâh, mühimmat göndermeye giriştiler. Milisler ancak böylece ilk kez döğüşe tutuşabilecek kadar silâha kavuştular. İncirliova'da incirler ballanır, Davutlar'da şeftali, Kirazlı'da vişne kiraz allanırken bu kez İngiliz donanması geldi Kuşadası'na. Yanında Yunan Zırhlısı Averof. İtalyanlar panikledi. Milisler direnişe devam ederlerse Yunan zırhlısı onlara da saldırabilirdi. Kuvvacılar ellerinde ne var ne yoksa sakladılar. Mahmut Esat adamlarını topladı. Kimi zaman öfkeli, kimi zaman heyecanlı duygulu, tartıştılar enine 82 boyuna. Durum açıktı müfreze komutanlarının hepsi artık savaşın ancak düzenli ordular arasında geçeceği fikrindeydiler. Bir büyük taarruz olmadan bu üç devletin ordusuyla baş etmek mümkün görülmüyordu. O günlerde defterine şunları yazdı Mahmut Esat; “Beli silâhlı girdiğim inkılâba eli kalemli hizmet etmekten başka çarem kalmadı.” Öyle yaptı. Artık Kuşadası'nın değil, Ankara kalesinin uz görülü kartalları arasında bir kalpaklı kartal olarak, bütün yurdun direnişine kavgasına, kurtuluşuna, inkılâbın neferi olarak katılacaktı. Gelecek günler ona çok daha yüksek burçlarda bir yer hazırlıyordu. Onun kafasında ise bir tek sözcük vardı. Zafer… Milletin meclisi kurtuluştan sonra bu genç hukuk doktorunun silâhlı hizmetlerini unutmayacak onu kırmızı yeşil şeritli istiklâl madalyasıyla Milis Yüzbaşısı olarak ödüllendirecekti. 83 Puslu bir kış gecesi. Ocak ayı bütün şiddetiyle tipiyi boranı getirip bozkırın ortasındaki bu ağaçsız kente dökmekte. Ankara kalesi burçlarını Ulus'taki Meclis binasına döndürüp kulak kabartmış… Hüseyin Avni Bey kürsüde. -Teşkilat-ı Esasiyye çalışmalarında temayüz etmiş genç hukukçumuz Mahmut Esat Bey'in kuvvetler ayrılığı prensiplerinin şimdilik uygulanmasının mümkün olmadığına dair fikirlerine katılıyorum. Vatanı savunmak, milletin hakkını millete vermek üzere toplanmış bu Meclis'te kararların hızla alınması aynı hızla da icrası gerekmektedir. Mahmut Esat Bey diyorlar ki, Dugit'nin parlâmentarizmin uygulanması için bizim içinde bulunduğumuz fevkalade şartlar nedeniyle hükümet ve parlamentonun eşit tesirde prestijde olması lazım. Ben bu görüşe katılıyorum, ancak gelsinler daha mufassal konuşsunlar. Hüseyin Avni Bey kürsüden inerken bağrışmalar. "Gelsin anlatsın, bu nedir, nasıl olacak anlayalım." Sonra alkışlar. Mahmut Esat yeniden kürsüye çıkıyor. - Efendiler Türkler'in hâkimiyetini bütün dünyaya karşı tecelli ettirmek için toplanan bu mecliste hiç şüphe yok ki milli hâkimiyete darbe vuracak tek bir kişi olsun. Bizim en büyük şerefimiz milli hareketler tarihinin büyük mücadelesini vererek cephede döğüşen Mehmetçik 'lerimizin yanında, kendi kendini idare edemeyecek sanılan Türklerin hâkimiyeti milliye prensibini dünyanın en medeni milletlerine karşı ortaya koymuş olmaktır. Bu, Türkler buraya her yan bakanın gözünü çıkarabilir demektir. Salonda "evvel Allah" sadaları, elbette, bunun için varız sesleri. Yozgat Mebusu Feyyaz Ali Bey, en arka sıradan ayağa kalkıyor. - Hakimiyet bila kaydül şart milletindir ne demek? 84 Açıklansın. Mahmut Esat hala kürsüde. - Hakimiyet-i Milliye demek? Milletin doğrudan doğruya mukadderat-ı siyasiye, maliye, mülkiye idaresini bil fiil milletin eline alması demektir. Ancak hakimiyet-i milliyenin istismali kanunla mümkündür. Gece sabaha evriliyor. Tartışmalar sürüyor. Tek tük horoz sesleri soğuk tenha sokaklarda yankılanıyor. Herkes bütün dikkatini vermiş dinliyor, soruyor… Soruyor… Bir başka odada Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaay-ı Hukuk grubunun ilk toplantısını yapıyor. Amaç ülkenin bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayacak zaferi kazanmak. Mahmut Esat da toplantıda. Söz istiyor, - Ulusal bütünlük ve bağımsızlık ancak yönetsel ve ekonomik yaşamda terakkiperver bir cereyanla sağlanılabilir. Bunun ana esaslarını da Türk halkının ihtiyaçları belirler. Halkın ihtiyaçlarını esas almayan bir terakki düşünülemez. Meclis'te muhafazakârların bulunması tabidir, ancak bu vaziyet bize mani olamaz. Toplantıdakiler dikkatlice dinliyorlar. Halkın ihtiyacının gerektirdiği siyaset… Yeni yepyeni bir bakışla bambaşka düşüncelerdi bunlar. Bu sözlerle farklı bir dünyanın pencereleri açılıyordu. Grubun genç üyesi sık sık yaptığı konuşmalarla herkesi etkilemişti. Onu Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk idare heyetine seçtiler. Mustafa Kemal grup iç tüzüğü uyarınca oluşturulan gizli komiteye aldı Mahmut Esat'ı. İnşası düşünülen yeni devletin "Teşkilat-ı Esasiye" çalışmalarında bu genç hukuk doktoruna güveniyordu. Başı neden bu kadar ağrıyor? Pencereyi açtı derin bir soluk aldı. Dışarıda Alp Dağları'nın rüzgârından daha ferah bir hava. Gökyüzü ferah yüksek, güneş billur parlaklığıyla gözleri kamaştırıyordu. Neden bu halsizlik, ağzındaki kinin 85 acısı? Birden hatırladı hiç dışarı çıkmamıştı ki. Bu odaya kapanmış Teşkilat-ı Esasiye taslağı üzerinde çalışıyordu. Kaç gündür? Üç beş gün, bir hafta? Beyaz gömleğinin yenleri kararmış, pantolonu şalvara dönmüş. Önünde izmaritlerle dolup taşmış kül tablası, ayraçlarla bölünmüş kitaplar, şerhler, notlar. Komisyon raporları, tomarlarla kâğıt... Bazılarını öyle acele yazmış ki kendi yazısını okumakta zorlanıyor. En üste halk devleti diye yazmış. Bu başlığının altında, devletin izlemesi gereken politikalar. Bir ok çıkarmış. Merkezle bağı tümden koparmayan yerel yönetimler. Altında bir ok daha. İdari sistem ülkenin kendi koşullarından kaynaklanmalı. Kalın bir çizgi ile çekilmiş okun ucunda kırmızı kalemle yazılmış bir tümce: Bilimin ve aklın yolunda halkın zararına ait her şeyi zecri olarak yıkmak. Devletin halkın hizmetinde olması. Bu son tümce çerçeve içine alınmış... Bir başka kağıdı çekti aldı. Başlık Halk devletinin izlemesi gereken politikalar. Üç ayrı ok çıkarmış. Halk Devletinde Eğitim. Parantez içinde kızlar, öğretmenler, köylüler. Halk Devletinin adalet Politikası. Gene bir parantezin içine yazmış. Mesarif-i Mahkeme kalkmalı, sorgu hakimliği ihdası, adalet hizmeti halkın ayağına gelmeli. Üçüncü okun ucunda halk devletinin mali politikası. Parantez içinde aşar ve mültezime son, say sahiplerinin gözetilmesi, halkın ihtiyacı için sarf. Bu böylece devam edip gidiyordu. Kocaman bir tomar bu düşüncelerin ayrıntılarıyla doldurulmuştu. Dalgın gözlerle üstünkörü baktı. Akları kanlanmış, gözlerine yumruklarını gömerek ağır ağır bastırırken kapı açıldı. Kapı vurulmadı mı, yoksa içi geçiverdi de ondan mı duymadı? Saruhan Mebusu dudaklarında zarif gülüşü, elinde gümüş bastonuyla onu seyrediyordu. - Buyurun Beyefendi, kusura bakmayınız ortalık pek toz duman. 86 - Aman efendim ne haddimize? Biz size sitem etmeye geldik. Nasıl, bir kusur mu ettik bilmeden? - Ah azizim, olmadı olmadı. İşittik ki zatınıza hem maarif hem adalet vekilliği ayrı ayrı teklif edilmiş de her ikisini de kabul etmemişsiniz. Masanın önünde kucaklaştılar. Oturdular karşılıklı. Kahveler geldi. - Haklısınız. Kemal Paşa önce Maarif Vekâleti için teklifte bulundular. Ama takdir edersiniz ki bu ihtisas işidir. Mütehassıs olunmayan konuda başarılı olunamaz. Adliyenin ise bu köhne mevzuat ile idare edilmesi mümkün değildir. Önce bir hukuk inkılâbına mecburuz. Bütün kanunlarımız medeni ve müterakki devletlerin yasaları tetkik edilerek yeniden yazılmalı. - Kendileri ne buyurdular? - Bütün kanunları yeniden yapsak bile bunları uygulayacak hâkimleri nereden bulacağımı sordular. - Siz ne dediniz? Mahmut Esat sanki o anı yeniden yaşıyor gibi, gözleri çakmaklanarak hayalindeki ışıklı geleceğe gözlerini çevirdi, yumruklarını sıktı. - Onları da yetiştireceğim Paşam, dedim. Size bir şey söyleyeyim mi Şevket Bey, hukuk düzeni bir otomobilin kaportası gibidir. Hâkimlerle savcılar da motoru. Kaporta ne kadar yeni olursa olsun motor yenilenmedikçe olmaz. Bu nedenle inkılâbın ruhuna uygun, inkılâbın bekçileri olan yargıçları da yetiştirmeliyiz. Yeni okullar açacağız. Devrimin ruhu, devrimcileri yetiştirmeye muktedirdir. Saruhan Mebusu Refik Şevket, karşısında heyecanla titreyerek konuşan bu coşkulu adamı dikkatle dinliyordu. O da heyecanlanmıştı ayağa kalktı. Ellerini omuzlarına koydu, gözlerinin taa içine bakarak, - Siz bunu da başarırsınız Mahmut Bey dedi, 87 yüzünde geleceğe umutla, güvenle bakan insanların mutlu ışımasıyla vedalaşmadan kapıya yöneldi. Mahmut Esat bir süre yarı açık kapıdan, çıkıp gidenin ayak seslerini dinledi. Sonra Mustafa Kemalin kendisini beklediğini hatırladı telaşlandı. Pencereyi kapattı, notları yazıları kitapları öylece bıraktı. Çıkacakken döndü küllüğü döktü. Merdivenlerde adını anımsayamadığı biri ellerine sarıldı. - Beyefendi bahusus bir gayretiniz için sizi tebrike geldim. Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi Bey'in eşi iki çocuğu ve kız kardeşi sizin himmetinizle kifayet edecek bir maaşa kavuşmuşlar. Birkaç gün önce mecliste nasıl baş edilmez bir öfkeyle konuşmuşsa ayni öfke gelip yerleşiverdi Mahmut Esat'ın içine. Geniş alnındaki o tek damar birden kabardı. Bu İstanbul Harb Divanı kararını onlara yedirmek gerekir. Bir kahramanın yetimlerinin talebini reddederek açlığa mahkûm etmek! Vicdan gerek beyefendi vicdan! Şimdi bir himmet varsa o bize değil, hâkimiyeti milliye tacı giydirilmiş millete aittir. Ve bizden önce hürriyet kavgasına atılmış olanlarındır. Sesinin yüksekliği uyardı kendisini. Sustu. Adam nezaketle kenara çekildi. Tokalaştılar, Mahmut Esat telaşla merdivenleri indi. Hala öfkeliydi, dışarı çıktığında bir an durdu, düşünmeye çalışıyordu. Karaoğlan Semti'ndeki küçük evine gitmeden önce Öğretmen Okuluna uğramalıydı... Öğretmen Okulu artık millet meclisi üyelerinin yatakhanesi olmuştu. Yurdun dört bir yanından gelenler burada yatıp kalkıyor, hatta ortak kotardıkları karavanayı burada bölüşüyorlardı. Kimi zaman müzakereler nedeniyle uyumaya vakit bulamazlar, yataklar öylece günlerce bozulmadan kalırdı. Ailelerini getirebilenler birer ikişer 88 bulabildikleri evlere, Dışkapı'nın, Hoşdere'nin, Samanpazarı'nın eski evlerine, iyi kötü demeden yerleşiyorlardı. Ailelerine kavuşanlar birkaç gün içinde derbederlikten kurtulur, ütülü pantolonlara, temiz gömleklere, aile hayatıyla birlikte mesut bir çehreye de kavuşurlardı. Kendisi ne yapacaktı? Bütün hayatı ancak uyumak veya üst baş değiştirmek için uğradığı bekâr hanesinde mi geçecekti? Kız kardeşi Süreyya'yı hatırladı. Ebelik eğitimi almak için bin bir zorlukla ikna edebildikleri babalarının Lozan'a gönderdiği, gepegenç orada toprağa verdiği zavallı Süreyya'yı. Hayatta olsaydı ağabeyini asla yalnız bırakmazdı. Özlemle, acıyla iç geçirdi. Hele bir bakalım. Belki talih yüzüme güler, gönlüme göre bir eş nasip olur. Şöyle akıllı güzel, tahsilli bir eş olmalı. Gerçek bir hayat arkadaşı. Annesi Nakiye Hanım'ın sözleri kulaklarında çınladı. ”Senin gazabının merhametten olduğunu anlayacak biri.” Pantolonunu aceleyle değiştirdi. Yeni gömlek kravat. Tüh cigara bitmiş. Neyse ötedeki tütüncüden... Merdivenleri iner inmez alt salonda bir iki vekil önünü kesti. -Mahmut Bey, bu Londra konferansındaki mütarekenin mahiyetini pek anlayamadık. - Mecliste bir izahat lütfederseniz... -Hakkı âliniz var. Bendeniz de az sonra emirleri üzerine bu konuda Kemal Paşa'ya ulaşacağım. Sanırım vaziyet bir iki gün içerisinde netleşecektir. Vekiller bir birlerinin yüzüne baktılar sonra, - Uğur ola Esat Bey, dediler. Gözlerinde korkulu bir telaş, aman ha bunca çaba İngiliz oyununa gelmeye! Gerçi Sevr Kasabası'nın porselen fabrikasında imzalanan paçavrayı padişahın başkanlığındaki saltanat şurası onaylayınca bunu tanımadığımızı ilan ettik. Sağ olsun vatan evladı Kazım Paşa, imzalayanlar vatan hainidir bunu oylarınıza sunuyorum diyerek meclis 89 kararıyla hainliklerini tescil ettik amma, bu İngilizin kırk oyunu vardır kırkı da bizim üzerimize... İçerisi göz gözü görmez sigara dumanı. Küçük odada ayak basacak yer yok. Kemal Paşa elinde sade kahve fincanı, bol kollu ak mintan, bordo avcı yeleğinin düğmeleri baştan aşağı ilikli. Kâh kalkıp geziniyor kâh oturuyor. Tane tane sözcüklerin hakkını vererek, adeta söyledikleri iyice kavranılsın diye dinleyenleri gözbebeklerinden yakalayarak konuşuyor. -Malumlarınız olduğu veçhile, Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusu Konya, Adapazarı, Dersim başta olmak üzere irili ufaklı birçok isyanı maharetle bastırdı. Doğuda Ermeniler'in işgal ettikleri vatan parçası topraklar, askerlerimizin gayretleriyle kurtarıldı. Gümrü barışı imzalandı. Ancak Yunan saldırısı karşısında Sakarya'nın doğusuna çekilmek zorunda kaldık. Şimdi zayıf da olsa bir ihtimal var. Yunanlılarla savaşmadan barışı bizim koşullarımızla belki sağlayabiliriz. Her vakit söylerim vatan tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir. Biz askerler bunu yaşayarak öğrendik. Şimdi bir barış ümidi doğar gibi oldu. Fransa Cumhurbaşkanı önemli bir açıklama yaptı. İzmir Yunanistan da kaldığı sürece kalıcı bir barış yapılamayacağını beyan etti. Bunda Sovyetler'le kurduğumuz dostane ilişkilerinin müessir olduğu bellidir. Şimdi Şubatın yirmi birinde Londra'da bir konferans toplama eğilimindeler. Sustu. Arkalardan birini eliyle çağırarak seslendi. - Gel Mahmut gel, şöyle gel. -Sağolun Paşam. Müsade buyurursanız ben şunu belirtmek istiyorum. Bağlaşık devletler bu konferansa hem İstanbul Hükümeti'ni hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni çağırmalarının maksatlı olduğu açıktır. Milletin yegane temsilcisinin meclisimiz olduğunu perdeleyen bu davet kabul edilemez. Türkiye'yi temsil 90 edecek biricik güç ulus iradesine dayanan Ankara Hükümeti'dir. Oturanlardan bazıları da ayağa kalktılar. Gözler Mahmut Esat'a çevrilmişti. - Elbette; doğru söylüyor. Kemal Paşa yerine oturdu. Düğmelerinin bir ikisini çözdü. Arkasına yaslandı. - Efendiler, dedi. O zaman bu kararımızı meclis iradesi olarak kendilerine bildirelim. Adana Mebhusu Zekai Bey söz aldı. - Bir murahhas heyet teşkil edilecekse bu heyet işgal altındaki illerden olmalı. Trabzon Mebusu Hüsrev Bey, - Ayrıca mutlaka yabancı dil bilmeli ve evvela mandacı olmamalı. Karesi Mebusu Vehbi, - Benim korkum saflığımızdandır. Bizler tecrübesizliğimizden zarar görebiliriz. Bu nedenle gidecek kişi cin fikirli uyanık olmalı. İngilizin oyunbazlığını anında sezip bilmeli. Meclis toplantısı başlamak üzereydi. Kalabalık hep birlikte odadan çıkarak toplantı salonuna yöneldi. 91 Brindizi şubat ortasında bir bahar yaşıyordu. Birinci savaşın dehşeti uçup gitmiş gibi; akordeon, mandolin sesleriyle neşeli şarkıların dışarı taştığı güneşli tavernalarda, şen kahkahalar, şarap, dans... Ama onların ne tavernaları, ne şarkıları görüp işitecek halleri var. İzmir Mebusu Yunus Nadi ile hariciye müsteşarları Münir, Rauf Ruşen beylerin ard arda yaktıkları sigaraları sessizce izleyerek bungun bekleşiyorlar. Mahmut Esat resmi çağrı gelmeden Londra'ya hareket edilmemesi gerektiğini herkese kabul ettirdi. Bu nedenle en çok o bunalıyor. Şimdi yukarda telefon başında. Zaman hızla geçiyor. Otelin alt salonundan gittikçe tenhalaşan limanı seyrediyorlar. Vakit gece yarısını geçti. Ortalıkta onlardan başka kimse kalmadı. Umutlar kırılmak üzere. Barış için bu bir fırsattır, çağrı gelmese de Londra'ya gidilmeli diyenler seslerini biraz daha yükselterek yineliyorlar düşüncelerini. Ötekiler şiddetle itiraz ediyorlar. Hayır, sonuna kadar direnmeliyiz. Yeniden geçmez dakikalar, bitmez saatler, günler… Direnenler, uzun bir gecenin sonunda sabaha karşı kazanıyorlar. Konferans başkanlığının Anadolu heyetine resmi çağrısı ellerine ulaşıyor. Umutlar yeniden yapraklanmakta. Şimdi bir an önce Londra'ya ulaşılmalı. Hemen Ankara'ya bir telgraf, Ankara Hükümetinin resmen çağrıldığı bildirilmeli. Saint James Sarayı'nın soğuk bir ışıkla parlayan yüksek tavanlı koridorları. İçine girende yok oluş hissi uyandıran, insanı hiçleyen gotik yapının çatısı altında Loyd George oturumu açıyor. Konuşmalar hayli tumturaklı, ama fikirler aydınlık değil. Asıl amaçlar bir türlü açıkca ortaya konulmuyor. Görüşmeler ilerledikce anlaşılıyor, bu konferans ustaca düzenlenilmiş bir manevradan ibaret. Ankara delegelerinin hepsi öfkeli, kırgınlar. Sonunda Bekir Sami Bey görüşmelere ara verilmesini resmen talep ediyor. 92 Mahmut Esat o gün Ankara'ya şifreli bir telgraf çekiyor. “Misak-ı Milli şartlarımız onlara her zamankinden çok daha güçlü bir Türkiye ile karşı karşıya kalacaklarını anlatmaya yetmiştir. Amaçları Türk limanlarını bir koloni haline getirmektir. Bu durumunda konferansın barışı kurmaya yönelik bir karar alması beklenilemez.” İsmet Paşa endişeli gözlerle Mustafa Kemal'i süzüyor. Güneş doğmak üzere. Özlü bol tohumlar yatağı Ankara bozkırı yeşillenen yavşanlarıyla lâcivert bir sabaha uyanıyor. Paşalar susarak bekliyorlar. Kemal Paşa elinde telgraf, ayakta, ağaran bozkırı seyrediyor. Sonra yüzünde keder, yavaşça dönüyor çetin bir yolculuğa çıkacak yolcunun kararlı gözleriyle, paşalara tek tek bakıyor, derin bir soluk alıyor, -Olmayacak arkadaşlar diyor. Bütün ümitler ne yazık ki heba oldu. Biz de bu düğümü Gordion gibi ancak kılıçla çözeceğiz. Savaşmadan olmayacak. Ne yazık ki hakikat böyle! İkisi de elle tutulur bir hüzünle sabahın ilk ışıklarını bekleyen lâcivert hareli Ankara tepelerine bakıyorlar. Top atışlarının gürlemesi, mitralyözlerin takırtıları, bombaların sesi kulaklarında, kopan ellerin ayakların parçalanan gövdelerin ve vahşî bir hayvanın açılmış ağzından fışkıran oluk oluk kanın görüntüleri gözlerinin önünde. İşte bir kez daha dalacaklar o cehenneme. İstiklali tam için… 93 Meclis kürsüsüne muhalif mebhusların biri inip öteki çıkıyor. On beş gün süren Kütahya, Eskişehir muhaberelerinde Yunan ordusu bu iki ili ele geçirdi. Ve şimdi Loyd George Yunanlılar'ın daha geniş çapta desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Yunanlıların artık bir tek amaçları var. Ankara'yı da ele geçirmek… Meclis'te gizli oturum. Fevzi Paşa konuşuyor. -Muzaffer olamadık fakat muvaffak olduk. Ama heyet-i vekilenin tedbiren Kayseriye çekilmesi gerekir. Hava birden elektrikleniyor. Karşılıklı sataşmalar. Müdafaayı Milliye görevini yapamadı. Hayır yaptı. Milli Müdafaa heyetleri cansiperane çalıştı fakat casuslar, ajanlar cephe gerisinde etkili oluyorlar. Kese kese altın geliyor İngilizden. Asker kaçakları vurulmalı. Hayır Hıyanet-i Vataniyye ve İstiklal Mahkemeleri… Arka sıralardan beyaz sakalları göğsünü örten, başı sarıklı, omuzu poşili yaşlı bir mebus ayağa kalkıyor. Başkandan söz istiyor. - Buyur Diap Ağa Yaşlı adam ağır ağır kürsüye çıkıyor. Yüzünün solgunluğunda gözlerinin ateşi parlıyor. Uzun parmaklı kocaman kuru elleriyle kürsünün iki yanını sıkıca kavrıyor. - Benim siyasete aklım ermez. Beni buraya salarken bana dediler ki; aman orada kendine dikkat et, dönme, kanma. Ben de onlara dedim ki siz sütseniz ben de sizin kaymağınızam. Eğer siz kokmazsanız men bozulmazem. Burada paşalar var, okumuşlar var. Menim sözüm şudur. Süt kokmamıştır. Anaların memelerinde bebelerin ağzında bembeyaz dupdurudur. Biz buraya dövüşmeğe mi geldik, kaçıp saklanmağa mı? Diap Ağa'nın sesi ortalığı çınlatıyordu. Öfkeyle kürsüden indi, kimsenin yüzüne bakmadan yürüdü yerine gitti. Önce kısa bir sessizlik, sonra alkışlar bravo sesleri. 94 Muhalifler bir birlerine endişeyle bakıyorlar. Manda yönetimi benimseniverse her şey hallolacaktı. Ama artık umut yok. Mebuslar Ankara'nın dışına tek bir adım atmak istemiyorlar. Meclis dört gün aralıksız toplantı kararı alıyor. Polatlı'dan Yunan toplarının sesleri geliyor. Edirne Mebusu Şeref Bey o top sesleri arasında söz alıyor. Mebuslardan oluşan bir heyet cepheye meclisin selamını götürmek üzere derhal hareket etmelidir. Aynı gün bir başka öneriyi Fevzi Paşa veriyor. Konya, Kastamonu, Samsun'da İstiklal Mahkemeleri kurulmalıdır. Öneriler hızla ard arda oylanıyor onaylanıyor. Mahmut Esat iki göreve de ayrı ayrı öneriliyor. En çok oy alanlardan biri de o. Demek önce cepheye gidilecek, sonra Kastamonu İstiklal Mahkemesine. Birkaç gün sonra Mahmut Esat'ın telgrafları cepheden Meclis'e gelmeye başladı. “Kara günlerin ancak kanla silinerek barışa ulaşılacağını bilen, düşmana son darbeyi indirmenin güçlü imanı içindeki milletin eli silâhlı aksamı, sarsılmaz inancıyla meclisin üzerine düşeni yapmasını bekliyor.” Telgraflar meclise yağmur gibi yağıyordu. Ordunun askere ihtiyacı vardı. Askerin her şeye. Yürüyüşten dönen askerlerin çoğu yalın ayaktı. Esat cephede yalın ayak talim yapan eratı görünce, meclis kürsüsünden haykırarak çarık istemediği için utandı. Elbise, tütün, sigara kâğıdına bile ihtiyaç vardı. Ve de aylardır askerin alamadığı maaşları... Telgraflar merhametin gazabını iletiyordu. Muhaliflerle mandacılar birleştiler. Bu orduyla hiçbir zafer kazanılamazdı. Yenilmeye mahkûm bu ordunun başkomutanı o olmalıydı. Kemal Paşa. Böylece bir taşla iki kuşu birden vurmuş olacaklardı. Milliciler daha da kararlıydılar, tek bir yumruk gibi sıkılmış birleşmişlerdi. Bu orduyu zafere yeryüzünde bir tek kişi götürebilirdi; Mustafa Kemal Paşa. Oylama yapıldı. On üç red, yüz altmış dokuz kabul!.. 95 Mahmut Esat, gazete yazılarıyla tanrıya haykırıyordu. ”Türk milletini bu cehennemi gecelerin sabahına kavuştur. Hürriyet ve İstiklal için dövüşen Türk milletinin dumanlı dağ başlarında kalmış kimsesiz kadınlarına öksüzlerine acı...” ”Mazlumlar adına Asya'nın zülüm dünyasına bayrak açan ey milletim. Senin davan tanrı ve vicdan davasıdır. Çünkü sen hürriyet ve istiklâl istiyorsun. Tahkir edilen yurdumuzun derin dertleri bize kanlı gözyaşları döktürürken inanalım ki, cephelerde dimdik duran altın ordunun garbî Asya kolunu teşkil eden Mehmetçikler bu büyük davayı mutlaka kazanacaktır.” Bütün Anadolu gözlerini Ankara'ya çevirmiş göklerden bir ışık, kuş kanadından bir muştu beklemede. İşte nihayet şimdi büyük kentlerin meydanlarında caddelerinde, Ulus'ta, Taksim'de, Kordon'da gazeteci çocukların sesinden bir zafer müjdesi. “Yazıyor… Yazıyor, Sakarya'nın doğusunda tek bir Yunan askerinin kalmadığını yazıyor!” Bu sese önce Fransa kulak kabarttı. Loyd George kendi parlementosuna bile Türklerin barbarlığını kabul ettirememişken Fransa artık daha fazla direnemezdi. Ankara ahitnamesi derhal imzalanmalıydı. Bu ahitname ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin isteklerini ilk kez bağlaşık devletlerden Fransa kabul etmiş oluyordu. İçerde ise muhalif cephede siyasi olarak bir gedik açılmıştı. Bu gedik telaşlandırdı Avrupa'yı. Paris'te toplandılar. Atina, İstanbul ve Ankara'ya mütarekenin içeriğini bildirerek silah bırakışmasına çağırdılar. Mahmut Esat'ın yüreği her zamankinden daha tedirgin şimdi. Bunun bir başka oyun olmasından kuşkulu. - Paşam izin verirseniz ben bu yakın şark sözünün Misak-ı Milliyi kapsamadığını söylemek istiyorum. Bunun 96 ötesinde iki yıldan beri Türkiye'nin yaralı bağrında ve insanlığın önünde irtikâp olunan bunca faciaların, uluslararası hukukun önünde dökülen bunca masum kanın, hakiki faili ve müteşebbisi olan Avrupa'nın bu diplomasi girişimini inandırıcı da bulmuyorum. - Merak etme Mahmut biz Anadolu ve Trakya tamamen temizleninceye kadar silahlarımızı duvara asmayacağız. Birkaç gün sonra genç bir mebus kürsüde. -Yunanistan'ın mütarekeyi derhal kabulü gösteriyor ki zaman kazanma telaşındalar; toplanmak, kuvvet toplamak ve saldırmak için. Mahmut Esat yanında oturan Denizli Mebusu Yusuf Bey'in kulağına eğildi. -Türk köylüsü Yunanlı'yı saçlarından tutarak Akdeniz'de boğmadıkca Avrupa'yı ikna edemeyiz. Misak-ı Milli'yi kabul edecek kadar sıkışmadılar daha. İstekleri kapitülâsyonlar. Musul ve Trakya'da bir Yunanistan. Yusuf Bey yaşlı elleriyle onun genç parmaklarını tutarak kahverengi parlak gözlerinin içine, sevgi şefkatle minnetle bakıyordu. - Kurtulacağız Mahmut Bey. Siz gençlerin imanı, ordumuzun gücü ve aziz milletimizin gayretiyle, hem vatanımızı hem milletimizi kurtaracağız. Kürsüdeki genç mebus kararlılıkla, heyecanla konuşmaya devam ediyordu. - Onlar kendiliklerinden çıkıp gidecek değillerdir. Yunan'ın ve onun arkasındakilerin oyununa düşmeden savaşmayı sürdürmeliyiz. Genç hatip kürsüden alkışlarla inerken onlar, Yusuf Bey'le Mahmut Esat salondan kol kola umutla çıktılar. 97 Gündoğdu Meydanı'na yakın otelin yarı karanlık odasında uyandı. Göz ucuyla saate baktı. Bu baş ağrıları. Günlerdir öksürüyordu. Cigara nerede? Şu mereti bırakamadı gitti. Kapının altından atılan gazeteyi aldı açtı. Başyazıya göz attı. “Rauf Bey başkanlığında kurulan İcra Vekilleri Heyeti'nde Mahmut Bey gibi kıymettar bir mütehassıs, müstahsil köylünün candan bir aşıkını, iktisadiyatın başında bulundurmakla ne kadar iftihar etsek yeridir.” İzmirli'ler hemşehrileri, yeni İktisat Vekili'ni günlerden beri coşkuyla kutluyorlardı. Deniz Palas Oteli'nin ahşap beyaz panjurlarını açtı. Ege'nin kız gülüşü rüzgârı yanaklarını okşadı. Uzakta Karşıyaka, öte yanda Kokaryalı sabah pusu içinde. İzmir sıcak temmuz günlerinden birine hazırlanıyordu. Gülümseyerek keyifle gerindi. Hemen bir sütlü kahve içip çıkması gerekiyordu. Evrak çantasından dökülen kâğıtları topladı, zile bastı. Deniz Palas'a birkaç dakika uzaklıkta Göztepe'de, iki katlı taş bir evde, İzmir Amerikan Koleji'nin son sınıf öğrencileri toplanmışlardı. Denize açılan yüksek pencerelerin içleri kocaman porselen vazolarda mis zambakları, şebboylarla dolu. Kapının önündeki manolyada neredeyse yapraktan çok çiçek var bu yıl. Bu uçuk pembe çiçekleri çok sever Feheda. Bu yüzden bu bahar da budanamadı manolya. - Haydi kızlar bardaklarınızı kaldırın. Feheda'nın istikbaline, Feheda'ya. Açık camlardan giren rüzgâr bordo bej çizgili saten perdeleri, kızların saçlarını uçuşturuyor, masanın pembe örtüsünü havalandırıyor. Feheda bu gün on sekizine basıyor, özgürlüğün yaşı. İki kapılı hanının aralanan kapısından genç ömürlere dolan o parlak yansıma. Kızların bardakları; içine gizlice votka karıştırılmış vişne suyu bardakları, hala 98 yukarda. Lacivert puanlı elbisesinin yakasını düzeltiyor, işaret parmağının sırtıyla kanatları çekik ince burnunun ucunu kaldırıyor. Kızlar anlıyorlar, o utanınca yapar bunu. Şakaklarına kadar uzanan ince kaşları üzerinde koyu kızıl bukleleri titriyor. Sincap gözlerinde mutluluk. Arkadaşlarının yüzlerine tek tek bakıyor. - Kızlar söz veriyoruz değil mi? Bu dostluğumuz her zaman baki kalacak… Arkadaşları "elbette, elbette" diye bağrışıyorlar. Hayatın onlara neler hazırladığından habersiz. Armağan paketleri köşedeki berjerin üzerinde açılmayı bekliyor. Fildişi bir tarak, bir küçük şişe Chat dö noire, üzeri incilerle süslü küçük mavi cüzdan. Ne hoş! Ah Charles Dickens İki Şehrin Hikâyesi bu. Geçen seneki Londra baskısı. Her bir paketin açılışında küçük çığlıklar el çırpmalar. Parlak kâğıtlar ince kurdeleler yerlerde. Feheda piyanosunun önüne oturuyor. O da arkadaşları için bir armağan çalacak şimdi. Önce bir serenat... Bu büyük ev Menekşeli Zadelerin evi. Doktor Hüsnü Bey uzun zamandır ailesiyle birlikte burada oturuyor. Namazgâhtaki Yunan cephaneliği patladığında, bunu Doktorun yaptığı, bu yüzden adalara kaçtığı söylentisi kulaktan kulağa dolaşmıştı. Gerçekten de o günlerde Menekşelizade Hüsnü, bir vakit ortadan kaybolmuştu. Ama nasıl olduysa oldu ansızın çıktı geldi. Muayenehanesinde hastalarına bakmaya devam etti. Onun hastaları yalnızca muayene olmak için gelmezler İkinci Beyler'deki bu kitaplarla dolu daireye. Amaç söyleşmek, görüşmek, danışmak, belleği bilgiyi tazelemektir biraz da. Bilge adamdır doktor. Menekşeli Zade demek, şefkat sevgi, anlayış, ileri görüş, hoş görü demektir. Menekşelizade demek bu uysal adamın beklenilmeyen cephane infilakları demektir. Geniş masasında her zaman Le Monde, Daly Thelegraf gazeteleri, Gökalp'in mecmuaları, 99 bilhassa Tevfik Fikret'in şiir kitaplarıyla doludur. Şeyh Galip'den, Sadi'den beyitler okur. Son zamanlarda Rus bestecilere merak sardı. Ama göz bebeği Şirazi'nin sözleriyle bezeli Itri'nin nevâkârıdır. Feheda serenadın son notalarına basarken düşünüyor. Fındıkkıran'dan bir dans mı çalsa? Onun genç kız kalbi her zaman Chopin'den yana. Bir prelüdün ilk seslerine kayıveriyor parmakları. Sonra bir başkası. Artık kendisi için çalıyor. Babasının antrede ayak üstü kendisini dinlediğini bilmeden. Babanın yüzünde kırık bir sevinç. "Yarabbi diyor bu memleketi, bizleri tez elden aydınlığa çıkar. Ordumuza güç ver, bize zaferler nasib et." Fesini düzeltiyor usulca kapıyı çekip bahçeye iniyor. Fayton hazır, atlıyor. Feheda o akşam alt taşlıktaki etajerin üzerinde Yeni Gün Gazetesi'ni gördü. Mahmut'un sabah otelde okuduğu İzmir Gazetesi'nin alıntıladığı baş yazıya çabucak göz attı. “... İktisat vekili olarak bu ağır ve şerefli vazife nedeniyle kendilerini tebrik ediyoruz. İnkilabın iktisat cephesini tahkim etmesini diliyoruz.” - Feheda ne yapıyorsun? Annesi bu. Yatak odasından sesleniyor. -Yeni Gün'e bakıyorum. Kuşadalı Mahmut Bey İktisat vekili olmuş. - Kızım bırak şimdi gazeteyi. Git giyin misafirler az sonra gelecekler. Feheda'nın neşesi kaçtı. İçi karardı. Eğer düşündüğü gibiyse, yani bu ziyaret örtülü bir görücülükse derhal fikrini açıklamalıydı. Annesiyle hemen konuşsa mı? Yok canım ya öyle değilse, gülünç olur. O Avrupa'ya gidip orada tahsiline devam etmek istiyor. Piyano hocası musikiye yönelmelisin fevkalâde kabiliyetin var diyor. Her neyse bu akşam belli olur her şey. Sandığı gibiyse o vakit konuşur annesiyle. Annesiyle konuştu, annesi de babasıyla. Kız 100 evlenmek değil piyano çalmak, virtüöz olmak istiyordu. Doktor Hüsnü Bey gene de kestirip atmadı. Görücüler umutla ayrıldılar taş evden. Acele iş yapmayı sevmez Hüsnü Bey. İyice düşünür taşınır, karar verince de kimse onu caydıramaz fikrinden. Böyledir. “Misafirler” birkaç kez daha gelip gittiler. Oğulları tahsilliydi. Dış satım işiyle uğraşıyorlardı. Feheda'yı görmüş pek beğenmişti. Münasip görülürse hemen bir nişan, ardından gecikmeden düğün yapılabilirdi. O sabah doktor evden çıkarken kızının uzattığı bastonu aldı yanağını okşadı, muzipçe göz kırptı. - Eee ne diyorsun bakalım? Feheda'nın yüzü ateşler içinde, gözlerini indirdi sustu. Babası küçük çenesinden tuttu kaldırdı. -Bana sorarsan acele etme. İyice düşün. Reddedeceksen de öyle et. Haydi allahaısmarladık. Annene söyle akşama misafir var. Kaç kişi mi? Dört beş falan. Belki yemeğe kalmazlar ama siz yine de hazırlıklı olun. Babası çıktı gitti. Feheda taşlıkta kaldı. Gerçekten acele mi ediyordu? Kapani'lerin küçük kızı tanıyormuş, hoş adam, fevkalâde romantik diyor. Öff o Avrupa'ya gitmek istiyor. Çok çalışırsa virtüöz bile olabilir. Neden olmasın? Piyano hocası... - Fehedaa - Geliyorum anne. Evde her günkü sabah telaşı. - Sütçüye söyle bu gün yoğurt bıraksın. - Peki gelince söylerim. İçinde bir sıkıntı. Eski Frank Sokağı'nın az berisindeki binanın önünde büyük bir kalabalık var. İzmirliler bir birlerinin omzundan uzanarak içerdeki konuşmayı duymaya çalışıyorlar. Genç İktisat Bakanı konuşuyor. 101 -Sevgili Hemşehrilerim! Bağımsızlık savaşımız sürüyor. Bu savaşı kazanmanın şartı ekonomidir. Halkçılığı ve halk efendiliğini temel alan halk iktisâdiyatı dönemi başlamıştır. Köylülerimiz, işçilerimiz çiftçilerimiz sayları, emekleri ile büyük bir tarih vücuda getirmişlerdir. Bu günkü muazzam istiklal cidalini de silahla olduğu kadar sabanı, öğendiresi, tezgahı çekici çivisi ile başaracaktır… Say ve tabiat kaynaklarımız müttefiken harekete geçirilecektir. Halk iktisadiyatı ve fikriyatı halk devletinin, gerçek milliyetçiliğin temelidir. Sık sık yaşa varol, sesleriyle kesilen konuşması salonda ilgiyi, heyecanı arttırıyor, dışarıda kapının önünde yığılan kalabalık ayakta da olsa bir yer bulabilmek umuduyla içeriye hücum ediyordu. Tam olarak işitemedikleri son sözleri coşkuyla alkışladılar. Hava kararıyordu. Valinin otomobili toplantı salonunun önüne yanaştı. Mahmut Esat tam otomobile binecekken durdu. Dikkatle bakıyordu. İleride kısa sakalının çevrelediği dingin yüzüyle kendisine hayranlıkla, sevgiyle bakan Doktor Hüsnü'yü gördü. Birbirlerine doğru yürüdüler. Ortak ideallere birlikte yürümekte olan yoldaşların kararlılığıyla el sıkıştılar. -Tebrik ederim Mahmut Bey, bunlar memleketin ihtiyacı olan inkılâpçı fikirler, sizi candan tebrik ederiz. - Doktor Bey şimdi vilâyete bir toplantıya gidiyoruz, size yemeğe biraz gecikebiliriz kusura bakmayınız. -Aman efendim ne beis var. Rica ederim. Siz müsterih olunuz. - Tekrar el sıkıştılar. Otomobil kalabalığın arasından kaydı gitti. Büyük avizenin dökülen ışıkları altında özenle hazırlanmış yuvarlak masanın etrafına oturmuşlardı. Vali Beyle eşi, Mahmut Esat, bir yakın akrabası yaşlı hanım, 102 Doktor Hüsnüyle karısı. Salonun orta bölmesinin cam kapısı örtülmüştü. Gümüşlerin, kristallerin, karafakilerin titrek yansımaları arasında narin bir gölge bu camların ardında arada bir görünüp kayboluyordu. Vali ısrarla konuşmayı sürdürüyordu. - Kemal Paşa baş komutanlığı bırakmalı. Mutlaka bırakmalı. Ama Çerkes'i de anlamak mümkün değil. Adam Kuvay-ı Seyyare olarak büyük yararlılıklar gösterdi, şimdi bu isyan… Doktor Vali'nin sözünü kesiyor. - Ama efendim düzenli bir ordu olmadan nasıl olacak bu iş. -Elbette söküp atmak için büyük bir taarruz gerek lâkin benim endişem.. Gece ilerliyor. Mahmut yorgun, suskun. Cam bölmenin arkasındaki narin gölgeyi izliyor. Yüzünde belli belirsiz bir gülüş. Bu o olmalı. Kapıdan girerken annesinin arkasında kocaman açılmış iri ceylan gözleriyle ona bakan, küçük elini bir lahza hafifçe tutup sıktığı, doktorun ürkek kızı. Bardağını cam kapının parlak yüzeyinde oynaşan kristal ışıklara hafifçe kaldırıyor ve bir dikişte içiyor. Kararını verdi bile. Bu işi halledecek. İzmir'den ayrılmadan önce. Halası telaşlanıvermişti birden, - Aman evlâdım diyor, sanırım onlar söz kesmek üzereler. Belki de söz kesildi bile. - Olsun efendim ne çıkar? Siz gidip bir kez görüşünüz. - Ah seni seni. Gördün kızı pek beğendin değil mi? Mahmut Esat küçük bir çocuk gibi başını eğiyor. Muasır medeniyete aşina genç bir hanım. Düşlediği her şeyde destek, bilgili sevgili bir kadın, yolunun yoldaşı bir eş… Acaba gerçekten söz kesilmiş mi? 103 Hayır Feheda henüz son sözünü söylememişti. Ne yapacağını da bilemiyordu. Duyguları, kafası karmakarışıktı. Ama o akşam yemeğinden bir iki gün sonra gelen yaşlı Hala tutup çıkaracaktı Feheda'yı bu karışıklıktan. Hüsnü Bey ise çoktan razıydı. Annesi, ama Bey diyordu, Feheda'yla da bir konuşmalıyız. Feheda'nın hayalinde, kalabalıklara o ateşli nutukları veren, genç adamın bulut hafifliğindeki görkemli heybeti, camlı kapı aralığındaki munis yüzü. Hep öteleri gözleyen bakışlar, fikirlerle dopdolu tümceler. O sert üslûbun altındaki müşfik yürekten haberdar değildi daha. Demek o yürekte bir yer açmıştı Feheda. Saatine baktı telâşla alt kata indi. On dakika sonra ders başlayacaktı. Hoca gelmiş olmalıydı. Piyano hocası tekrar tekrar aynı ölçüyü işaret ediyor. Feheda yineliyor, yineliyor. Ama bugün bir şey var, bir türlü parmaklarına tuşlara, pedala hakim olamıyor, olmuyor. Sonunda piyano öğretmeni pes etti. -Pekala Feheda siz sanırım bugün fazla istekli değilsiniz. Yarın buluşuruz, olmaz mı? -Elbette, beni bağışlayın Hocam. Dün pek vakit ayıramadım. Oysa bilirsiniz Debusy'nin piyano etüdlerini ne çok severim. -Evet tabii biliyorum kızım. Her vakit bir olmaz insan, üzülmeyiniz. Yarına... Piyano öğretmeni daha bahçeden çıkmadan Beyhan'ı getiren fayton evin önünde durdu. Beyhan her zamanki şıklığında ama biraz telaşlı. Acele adımlarla geçiyor bahçeyi. Kapı açılıyor, iki genç kız koşarak el ele üst kata çıkıyorlar, Feheda'nın yatağının üzerine atıyorlar kendilerini. Annesi sesleniyor, - Ne var kızlar, ne oluyor? Ses yok. Beyhan heyecanla anlat anlat diyor nasıl oldu? Feheda üzerinde leylakların tomurcuklandığı, Çin 104 iğnesi işlemeli ipek yatak örtüsü üzerinde doğrulup oturuyor. Uzun meşakkatli ama bir o kadar onurlu bir yolun başında olduğunu bilir gibi kararlı. -Ben diyor karar verdim Beyhan, onunla evleneceğim. -Ne yani mebus hatta vekil karısı mı olacaksın? İzmir'i bırakıp Ankara'ya, o mahşerin ön cephesine atılacaksın. Öyle mi? -Evet dedi Feheda, o cephede onunla olmak istiyorum. Her şey çabucak oldu. Vakit yoktu. Tekerleklerine çaputlar sarılmış top arabaları Afyonkarahisar'ın steplerinde ay ışığında sessizce ilerlerken, tohum tutmuş mor dikenler, kırkikindilere aç alıç ahlat ağaçları, kökü tüllerle örtülü çiğdem yumruları yer altında bekleşirken, yağmura hazırlanan toprak özgürlüğe kabarıyordu. Onlar, Esat'la Feheda Arvalya'daki çiftlik evinde ancak iki gece kalabildiler. Ankara'ya bir an önce ulaşmalıydılar. Paşa bir çay partisi veriyordu diplomatik erkâna. O gece ay Ankara Kalesi'nde batarken bir başka kalede, Afyon'da; Ağustos'un yirmi altıncı şafağında güneş kızıl bir zafer kılıcı olarak doğacaktı. 105 Cebeci'deki bu eski Ankara evinin beyaz filitre işlemeli perdeleri hep örtük. Çoğunlukla aşağıda küçük salonda oturuyorlar. Hasan Ali Yücel'ler kapı komşuları. Daha ötede Musiki Muallim Mektebi. Hatip Çayı'nın öte yakasında eski Özbek tekkesi. Şimdilerde yatakhane. Musiki Muallimde Ahmed Adnan bir opera hazırlıyormuş. Bazı geceler koro seslerini işitiyor talebelerin. Gündüz bir başka âlem. Eşeklere yüklenmiş söğüt dalı küfelerde Hacıkadın Deresi'nin güz güneşi kırmızı üzümleri. Ayaş'tan kokulu elma, ay yumağı ayva. Fasulye kabak Çubuk'tan. Dikmen'den yaşlı bir yörük toprak testide şarap getiriyor. Her hafta kalaylı kocaman bir güğümle de süt… Feheda pişirdiği sütlacı arkadaki yetimhaneye, Kuvay-ı Milliye şehitlerinin yetimlerine kendisi götürüyor. Nigar ince uzun ela gözlü güpgüzel genç bir kadın. Mebus Hayri Bey'in kızı. Feheda ne zaman yetimhaneye gitse orada. Gide gele ahbap oldular. Çok iyi Fransızca biliyor. Ud çalıyor. Feheda onu bir akşam üstü eve davet etmeyi düşünüyor. Böyle böyle yakınlaştılar bir birlerine. Müzikten, sanattan konuşuyorlar ve sıkça siyaset. En çok da kulak gazetesi haberleri. Söz çocuklara döndüğünde ikisi de çocuklaşıveriyorlar. Çocuk sevgisi onları yetimhanede buluşturduğu gibi annelik özleminde de buluşturuyor... Akşamları piyanoya geçiyor, kocası için zeybekler çalıyor. Bazı geceler dayanamıyor Mahmut, kalkıyor ayağa, dizlerini Kuvay-ı Milliye şehitlerinin kanlarıyla suladığı toprağa vurur gibi saygıyla küt küt yere vurarak zeybek oynuyor. Birinde ansızın tutuyor karısının piyano çalan ellerini, Feheda diyor şart olsun kurtuluştan sonra çiftlikte yedi gün yedi gece davul zurna çaldırıp zeybek oynayacağım. Bir birlerine hüzünle sarılıyorlar. Feheda ağlıyor. Ve kurtuluş. Yedi Eylül, Aydın Kuşadası. İtalyanlar 106 çoktan sessizce çekildiler. Ama Yunanlılar Küçük Asya bozgununun acısını kadınlardan, çocuklardan çıkartıyorlar. Evleri ocakları talan ediyor, ateşe veriyorlar. Yün yükü akça koyunlar, rüzgâr eşi al atlar, başı bulutlu dağlardan kopup gelen ırmakların bulanık sularında cansız sürükleniyorlar. Ağır kara gönleri süngülenmiş gök memeli sığırlar, gencecik gebe kadınlar, göbek bağı toprağa karışmış yeni doğanlar. Akhisar, Manisa, İzmir alevler içinde. Dağ taş yanıyor. Selçuk sapağında Yunan süvarileri. Arvalya neresi? Neresi Arvalya Çiftliği? İşte burası. Burası onun, Mahmut Bey'in. Ateşleyin. Taş üstünde taş kalmasın! Kalmadı. Tekmil yandı yıkıldı “baş belası”nın çiftliği. Sonra cumhuriyet hükümeti, halkın devleti, bir bir dağıttı “harikzede” senetlerini. Düşmanın yaktığı evi barkı onarabilsin, başlarını sokacak bir dam, hiç olmazsa bir iki mal maşat alabilsin diye yurttaşları. Feheda kocasına verilen bu senetlerden birini üzerinde Kemal Paşa'nın imzası var diye yıllarca sandığında kutsal bir emanet gibi sakladı. Beş parasız, üç çocukla kaldı da o zor günlerde bile bozdurmadı. O senet şimdi Merkez Bankası'nda halk devletinin nişanesi gibi durmakta. Ama şimdi daha çok gençler bir ömür var önlerinde. Kocası gece gündüz bakanlıkta. Önce var olan ekonomik durum saptanmalı. Sonra sanayi, orman, ticaret, baytarlık, maden ve ziraat müdürlükleri kurulacak. Sonra her birime bağlı Anadolu'daki örgütlerden sanayi, ticaret, hayvancılığın son on üç yıldaki durumunu gösteren raporlar. Ziraat Genel Müdürü nasıl olur beyefendi diyor. Bu kadar kısa zamanda ülkenin genel ziraî durumunu grafiklerle haritalar üzerinde gösteren bir çalışma nasıl yapılabilir? Ama yapılıyor. Sonra Sanayi Müdürü, ülkedeki yabancı ticaret şirketlerini gösteren istatistik ve haritaları getiriyor. Şimdi hep beraber bakanlıktalar. Tevfik Rüştü, Şükrü Kaya, Ticaret Genel Müdürü Vehbi, Menafi Müdürü Ali Bey'ler. Bir 107 konferans heyeti bu. Ulusal ekonomi düşüncesinin geliştirilmesi, halkın kendi öz kaynaklarıyla nasıl rahat bir yaşama erişebileceği, dünyadaki ekonomik gelişmeler… Halka bunları anlatacaklar. Mahmut Esat, ortada tahrip edilmiş koca bir vatan var diyor. Bu tahribatı en kısa zamanda yok etmek gerek. Küçük çiftçi için köy bankaları, ziraî araç-gereç, gümrük muafiyeti. Sabırsızlıkla yılmadan çalışılıyor. Sık sık çıkılan uzun memleket gezileri. Kendi memleketi Aydın'da şimdi. Küçük bir istasyonda Köşk'te konuşuyor. ”Her şeyimizi kaybettik. Fakat hürriyet ve istiklâle nail olduk. Her şeyi yeniden en iyisini yapacağız.” Sonra kış… O soğuk kasım ayının ilk günlerinde yeni ziraat müdürlerinin atamaları yapılıyor. Yeni müdürler görev yerlerine giderlerken yanlarında bakanlığın dağıttığı tohumlukla zirai aracı da birlikte götürüyorlar. Gezici Fen Memurları, “Âlât-ı Ziraiyye Tamirhanesi”, işte bu politikanın, İktisat Bakanlığı'nın, üretimi arttırma politikasının uygulamalarıydı. Bazen uygulama yasanın önüne geçiyordu. İstihsal ve Alım Satım Ortaklıkları Nizamnamesi'nde olduğu gibi. Bazen de yasalar çıkartılıyor ama uygulaması zaman alıyordu. Alat ve edavat levazımı ziraiyye mukavelenamesi gibi. Devlet ve özel girişim ortaklığı, ziraatin makineleşmesi. O günlerde Yeni Gün Gazetesi'ne verdiği mülâkatta Yunus Nadi Bey'e diyordu ki, “İktisaden yabancıların hizmetçisi olan Türklerin, dış alım ve dış satımda da efendi olması gerekir.” Bu sözler, Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi gibi büyük bir tasarımın habercisiydi. Kısa bir zaman sonra Konya'dan Hacı Bekir Efendi, Ankara'dan Çayırlızade Hilmi, Diyarbakır'dan Bedri Bey, Erzurum'dan Nafiz Bey, Kütahya'dan Nail Bey bu anonim şirketin yönetim kurulunu oluşturdular. Daha sonra bütün gazetelerde iri harflerle yazılmış bir ilanı okudu herkes. 108 “Koşunuz İstiklal Harbi'nde döktüğümüz kanları heder etmemek için birer lira vererek hisse alınız. Unutmayınız damlaya damlaya göl olur.” Böyle böyle kurulacaktı Türkiye Milli İhracat İthalat Şirketi. Çünkü istiklali tam halk devletinin baş davasıydı. 109 Bursa'nın denize el attığı iskele, Mudanya. Tirilye pazarında zeytin, zeytinyağı ipek kozası top top ibrişimler yok artık. Yorgun yoksul kadınlar, ihtiyarlar, babalarını kurtuluş savaşında yitirmiş yetim çocukların ağır, yürek burkan acıklı yoksulluğu var. Diyorlar ki bir ateşkes imzalanacakmış Mudanya'da. Düşman ateşkes istemiş kabul etmiş Kemal Paşa. Sıcak bir Ekim günü imzalandı ateşkes. İşte o günden beri Ankara'da dikkatle beklemekte Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey. Aylardan beri özenli bir çalışmayı yürütüyorlar. Bakanlık müşaviri Münir, umuru siyasi müdürü Hikmet Beyler. Ateşkes ertesinde "muhtemel sulhname" için bütün meseleler seçenekler ihtimaller en ince ayrıntılarına değin bir bir değerlendiriliyor. Hariciye Vekili, O günlerde Kemal Paşa'ya müracaat etti. İzni olursa görevden çekilmek istiyordu. Son ameliyattan sonra artık çalışması olanaksızdı. İyi ama, şimdi, koşulların her an değiştiği, yeni gelişmelere gebe bu günlerde, kim olacaktı Dışişleri Vekili? Kazım Karabekir… İsmet Paşa? Yoksa Mareşal Hazretleri mi? Bir kaç gün sonra gazeteler verdi haberi. İsmet Paşa Hariciye Vekili seçilmişti. Seçimin ertesi günü İtilaf Devletleri'nin barış konferansı çağrısı ulaştı Millet Meclisi'ne. Aralıksız toplantılar. Danışmanlar Celal, Şükrü, Mustafa Şeref Bey'ler hükümetin konferansa baş delege seçtiği İsmet Paşa'yla bütün olasılıkları, tedbirleri etraflıca düşünerek elde avuçta olanı, kozları, taktikleri, savunma ve ithamları her şeyi, ama her şeyi araştırıyor, betimliyor belgeliyor. Tarihin nabzının attığı günler geceler. Hilafet ve saltanatın kaldırılmasına karar veren Meclis'te sert tartışmalar. Ankara Hükümeti'nin İstanbul Yönetimi'ne el koyması. Ve Ankara Garı'nın nice tanıklıkları arasına bir fotoğraf daha düşüyor. Lozan delegasyonunun Ankara'dan hareketi… 110 Uşi Şatosu'nun duvarları binlerce yıllık ön yargılar kadar kalın, katı değildi. Ama o dar kapılı şatonun duvarları arasında öyle pazarlıklar, öyle tuzaklı görüşmeler kotarılmıştı ki, batılılar ne pahasına olursa olsun Türkleri hem Meriç'in doğusunda kalmaya mahkûm etmek istiyorlar hem de kapitülâsyonlardan asla vazgeçmek niyetinde görülmüyorlardı. Aralık ayının karlı gecelerinden birinde, bozkırda ısı eksilere düşmüş, kentte köpekler bile ortalıktan çekilmişken, meclisin bütün ışıkları yanıyor. Bu gizli bir oturum. Başbakan Rauf Orbay'ın Uşi'de süregelen görüşmeler hakkında açıklamaları yalnız kalplerde öfke değil, zihinlerde yeniden silaha sarılmak ihtimalini de yaratıyor. Ve şifreli bir telgrafların heceleri düşüyor buz tutmuş tellere. “Bütün Kolordulara! harekât için hazır olunuz. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa” Birkaç gün sonra İngiliz gazeteleri Lord Curzon'un görüşmelerin kesilmesine neden olan sözlerini yayınlıyorlardı. “Ümid ederim ki, İsmet Paşa umduğumuzdan daha çok fedakarlık yaptığımızın farkındasınız. Savaş olabilir. Vatanınızı kurtarmak için yarım saatiniz var!” Paşa bu yarım saati görüşmeleri keserek Ankara'ya dönüş için kullanacaktı. Bütün yurtta hayal kırıklığı, şaşkınlık. Askeri zaferlerin akçalı başarılarla güçlendirilmesi gereğinin yakıcı gerçeği… Yanmış yıkılmış Anadolu'da, yoksul mazlum halkın son kan damlasını emmek çabasında doymak bilmez ihtiraslar… Talihi Mahmut Esat'a iktisat vekilliğini işte böyle dar bir dönemeçte sunmuştu. Esat bunu milleti gönendirecek bir talihe çevirmek çabasındaydı. “İktisat cidali”nin bir sıra neferi olarak canını dişine takmıştı. Bir kongre toplanılamaz mıydı? Bütün gücüyle bu 111 işe koyuldu. Bu çabasında yalnız değildi. Lozan'da kesilen barış görüşmelerine iktisat cephesinden bilinçli bir yanıt olacaktı bu kongre… Memleketin iktisadi durumunu bilgisel olarak saptamak, geleceğe yönelik ulusal tasarımları ortaya koyarak bunları gerçekleştirebilecek kararlılığı dosta düşmana göstermek. İktisat cephesinde, zaferi taçlandıracak yeni zaferler kazanmak azmini bilemek, belgelemek… 112 İzmir'in puslu sabahlarından biri. İkiztepeler üzerinde yağmur bulutları rüzgâr gittikçe sert esiyor, hava soğumakta. Dünden beri masa başında. Çok yorgun. Önüne çektiği kâğıda dikkatini olabildiğince toparlayarak yazıyor. “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine, Ekonomik bağımsızlığın bir gereği olarak ulusal ekonomiyi inşa etmek, uzun senelerden beri unutulmuş, ihmal edilmiş amilleri harekete geçirmek ve bir program oluşturmak için iktisat kongresi düzenlenmesi ve halkçı olan T.B.M.M. Başkanlığı'nca kürşadı ve fahri riyasetinin şahsınızda isabetli olacağı düşünülmektedir. Tasvip ve kabullerinize sunulur.” - Bu telgrafı derhal gönderiniz. -Fakat nasıl olur Beyefendi Milli Türk Talebe Birliği, Ticaret-i Hariciye Kongresi için vekâletimize başvurmuşlardı. İstanbul tüccarlarının bu teşebbüslerini nasıl erteleriz? - Ertelemiyoruz Milli Türk Ticaret Birliği de İktisat Kongresi'nde temsil edilecektir. Sadece erteliyoruz. Bu husus kendilerine bildirildi. Siz lütfen acele ediniz. Ticaret Müdürü çıkmadan Saruhan'lı Necati Bey içeri girdi. -Beyefendi tüccar temsilcileri kongrede savunacakları raporları bastırdılar. Sergi için de beş altı sandık eşya toplanılabildi. Heyet-i Faale raporlarını sanırım görmüşsünüzdür. -Evet raporları gördüm. Kredi sorunu üretimin düzenlenmesi ve arttırılması gümrük sorunu vergilendirme ve ulaşım konularının ele alınmasını belirtiyorlar. Gururu milli ile uyuşacak bir ekonomik sistem istiyorlar. Ben bu akşam Ankara'ya dönüyorum. - Hazırlıklar tamamlamadan mı? -Kongre heyeti faali olarak sizlerin çabalarıyla hazırlıkların tam olarak yapılacağından ben eminim. 113 - Pekala Beyefendi nasıl tensip buyurusanız. Bir de şunlara baksanız… Mahmut uzatılan dosyayı alıyor. İş bitecek gibi değil. Saatlar geçiyor, yeniden çalışmaya koyuluyorlar… Kilometrelerce uzakta gece Cebeci Çayırı'na bütün ağırlığıyla çökerken, uzaktan uzağa uluyan köpekler. Ötelerde karanlığın içinde tek tük cılız ışıklar. Feheda kocaman yatakta gözleri açık öylece upuzun yatıyor. Oda iyice soğudu. Kalkıp sobayı yeniden yaksa mı? Yok canım sabaha ne kaldı. Uzandı baş ucundaki lambayı yakmadan perdeyi araladı. Ezan okunuyordu. Telefon etse mi? Hiç hoşlanmaz ama artık dayanamayacak. Üşüyor, merak içinde. Dün akşam burada olmalıydı. Hah en iyisi Kılıç Ali'ye telefon etmek. Bir tıkırtı. Korkuyla karışık ürktü. Esma Kadın bu kadar erken niye gelsin. Dış kapı açılıyor. Esma? Sesi titrek. Yeniden daha yüksek. Esma Kadın sen misin? Ses yok. Sırtında karıncalanma, boğazında kuruluk. Fırladı çıktı yataktan ayakları çıplak seğirtti. Sonra sevincin öz suyu. Evet evet! Bu o, onun ayak sesleri, Oh çok şükür nihayet. - Mahmut! Öyle korktum ki… Kucaklaşma. Sevinç, öfkeyi çoktan sildi. Gözyaşlarını tutamıyor. -Çok merak ettim. Dün yola çıktı dediler. Hiç uyumadım… -Telaşlanma hemen canım. İşte buradayım. Sabah geldim. Bütün gün vekâletten çıkamadım. Sonra Kemal Paşa'yla… Ne kadar yorgun görünüyor. Gözlerinin altı çökmüş benzi soluk. Ben ne yapıyorum? Şımarık sıradan kadınlar gibi mi davranmalıyım, yakışıyor mu bana? Toparlandı. Saçlarını arkaya attı, dudaklarını ıslattı. - Tamam Mahmut Bey yorulmayın. Ben şimdi size sıcacık bir… 114 - Yoo yapma bir şey. Gel otur şöyle yanıma. Bak ne diyeceğim sana. Bu kez İzmir'e birlikte gidiyoruz. - Sahi mi, nasıl? - Kongre'ye. Feheda sevinçle ellerini çırptı. - Ah demek kongrenin günü artık belli oldu. Senin fikirlerine ben de aynen iştirak ediyorum. Çok haklısınız. Önce milletin neyi var nesi yok saptanılmalı. Ekonomide temel siyasetimiz de istiklali tam olmalı. Ama sermayenin kıtlığı... Birden sustu. Mahmut onu dinlemiyordu. Oysa her zaman onun fikirlerine kıymet verirdi. Birden bir kaç gün önce Nigar'dan duyduğu önemli bir şeyi hatırladı. - Biliyor musun, Kemal Paşa'nın Muammer Bey'in kızıyla evleneceği söyleniyor. Ama ne kadar doğrudur bilemem. Mahmut Esat güldü. Ah şu kadınlar. Bu koşullarda bile her şeyi herkesten önce duymayı nasıl beceriyorlar? - İyi ya İzmir'e gidince kendilerine sorarsın. İzmir'e gitmek! Kanatlanan yüreği birden mahzunlaştı. - Ah ne yazık ki ben gelemem seninle. Mahmut küçük yatak odalarının yarı aydınlığında karısının yüzüne dikkatlice bakıyor. Parmağıyla tutup kaldırıyor çenesini. Gözlerinin içine bakıyor. Nasıl söylese Feheda? Utanıyor. Böyle bir şey nasıl söylenir ki? Yazsaydı keşke. O sırada dış kapının açıldığını duyuyorlar. Bu kez gelen gerçekten Esma Kadın. Feheda'da bir sevinç. Şimdilik kurtuldu. - Haydi gel aşağıya inelim. Orada konuşuruz. İniyorlar. Daha oturmadan telefon. Feheda kurtarıcı gibi sarılıyor ahizeye. - Evet evet henüz gelmişlerdi. Kendisine veriyorum. Hanımefendiye hürmetler, hayırlı sabahlar efendim. 115 Kocası birkaç sözcükle konuşuyor. Sonra telaşla kapıya yöneliyor, hemen gelirim derken, tam çıkacakken dönüyor, kayınvalide yemiş göndermişti sana ama vekâlette çocuklara dağıttım diyor. Feheda haylaz bir çocuğa bakar gibi bakıyor ardından. Gülümsüyor. İşte onun kocası böyle bir adam. Hep zamanın önüne geçme telaşında. Ona İzmir'e gidemeyeceğini söyleyemedi. Çünkü doktor bünyeniz narin, gebeliğiniz boyunca dikkatli olmalısınız diyor. Pişman şimdi, keşke hemen söyleyiverseydi. O akşam eve erken geldi Mahmut. Keyifli görünüyordu. Yemek masasındaki üçüncü tabağa baktı. - Feheda misafirimiz mi var? Hay Allah neden anlamıyor? Çabucak söyleyiveriyor. - Evet, ama Temmuz'da. Kocası dudaklarına götürmekte olduğu bardağı öylece tutuyor bir an, sonra kollarını indiriveriyor masaya. Bir şeyler söylemek isterken dili dolaşıyor, yavaşça adını fısıldıyor karısının… Feheda, ruhum benim… Şubatın on yedisi. Göğün ve denizin mavisi arasında güzel İzmir, yangın yerleriyle perişan, yaralı bir kuğu. Dört bir yandan gelen delegeler eski Osmanlı Bankası deposunda çoktan toplandılar. Sokağın girişinde bir zafer takı var. Türkiye İktisat Kongresi'ne gelen herkes bu takın altından geçiyor. Sergi salonu sağ tarafta. Hemen yanında kongre posta telefon telgraf şubesi. Kongre Lokantası, az beride Ertuğrul Mızıkası'nın yeri. Salona çıkan merdivenler kırmızı halılarla kaplı. Bütün duvarlar kırmızı beyaz renklerle süslenmiş. Konuşmacıların kürsülerinde Milas, Uşak, Sille halıları; Bergama ve Diyarbakır kilimleri, yörük cicimleri. Tıklım tıklım trenler İzmir'e günlerdir yolcu taşıyorlar. Kongre binası önünde ardarda faytonlar, at arabaları. Hanlardan, otellerden, işliklerden, tezgâhlardan, dükkanlar116 dan, çarşılardan insanlar getirip götürmekte. Ayrıca kadınlar, genç öğrenciler. Azerbeycan Sefiri Abilof, gri astragan kalpağı, Rus sefiri Aralof kürklü kasketiyle davetliler arasında oturuyorlar. Gözler onlarda. Açılış saati yaklaşırken salondakiler birden ayağa kalkıyorlar, sivil giyimli iki paşa, Fevzi ve Kazım Paşalar salona giriyorlar. Elle tutulur sevgi coşku. Alkışlar haykırışlar. Sonra birden Ertuğrul Mızıkası. İstiklal Marşı bu... Bir ulus varoluşunu eliyle tutmak, gözüyle görmek, sanki kendi bedenine dokunmak istiyor. İşte şimdi O. Varoluşun simgesi salona geliyor. Heyecan son aşamada. İzmir Belediyesi adına Haydar Rüştü Bey'in kongrenin Onursal Başkanı'nı kürsüye davetine kadar, Kemal Paşa çok yaşa haykırışları sürüyor. Mustafa Kemal, gergin yüzünde ışıklı gözlerini birkaç saniye salonda gezdirdikten sonra kısa ama özlü konuşarak açılışı yapıyor. -Efendiler! Kılıçla fetih yapanlar sabanla fetih yapanlara yenilmeye mahkûmdurlar. Kılıç kullanan kol yorulur, saban kullanan kol güçlenir. siyasî ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa yok olur giderler. Tam bağımsızlık, milli egemenlik, ekonomik bağımsızlıkla pekiştirilmelidir. Herkes dikkat kesilmiş, her şeyi tam olarak kavramak anlamak istiyorlar. Ağırbaşlı yoğun alkışlar. Bilinçsiz bir duygunun değil bilinçle kavramanın coşkusu bu. İşte şimdi İktisat Vekili kürsüye geliyor. - Ameleler, sanatkârlar, çiftçiler, tacirler ve çilekeş Türk hanımlar! Bu özgün sesleniş özellikle kadınların yoğun oturduğu sıralardan uzun alkışlar alıyor. - Yeni Türkiye'nin iktisat mektebinde ekonomik faaliyet kısmen devlet kısmen de teşebbüsü şahsî tarafından deruhte edilmelidir. Ancak… 117 Uzun bir konuşma bu. Ama öyle coşkulu, öyle lirik bir söylev ki reji sisteminin ilgası, gümrük politikaları, üretim için eğitim, şirketleşme, iktisat cidaline topyekün katılma gibi teknik konularda bile hitabetin gücü dinleyenlerin dikkatini hiç eksiltmiyor. Sonra kongre başkanlığı için oylamaya geçiliyor. O akşam kongre başkanı Kazım Paşa Mustafa Kemal'i Alsancak Garı'ndan uğurladı. İki silah arkadaşı iktisat cephesinde de muzaffer olmanın inancı, kararlılığıyla bir birlerinin gözbebeklerinde kendilerini görerek kucaklaştılar. Mustafa Kemal'in aklı Eskişehir'de kendisini bekleyen İsmet Paşa'da. Trende baş başa Lozan'ı konuşacaklar. İsmet Bey sıkıntılı bir heyecanla Eskişehir Garı'ndaki ışıkları solgun vagonun içinde Mustafa Kemal'i bekliyor. Kongre çiftçi, işçi, tüccar, sanayici gurubunun günlerce süren ekonomik politikalarını belirleme çalışmalarından sonra Misak-ı İktisadi Belgesi'nin okunuşuyla sona erdi. “Türk, açık alınla serbest çalışmayı sever. İşlerde inhisar istemez. Türk kadınları, mekteplerde Türk hocaları, çocuklarını iktisadî misaka göre geliştirir. Türkiye milli hudutları dâhilinde lekesiz bir istiklal ile dünyanın sulh ve terakki unsurlarından biridir. Türkiye halkı servet itibariyle büyük bir hazinenin üzerinde oturduğunu bilir...” Misak-ı İktisadî belgesi Lozan'da baskı altına alınmak istenilen yoksul Anadolu halkının, ekonomik esarete karşı da onurlu baş kaldırışının belgesi olarak bütün dünyaya ilan ediliyordu. Yalnız Türkiye'deki gazetelerde değil, dünya basınında da bütünüyle bir manifesto gibi yayınlandı. 118 Feheda yazıyı baştan tekrar okudu. Bu sözcükleri, bu söylemi tanıyordu. İçinden kocasının son günlerde söyleyip durduğu bir tümceyi yineledi. “Feheda biz yabancı sermayenin düşmanı değiliz. Ama biz yabancı kapitalin jandarmalığını da yapmayacağız” Evet, evet doğru olan bu olmalıydı, işte meselenin özü buydu. Esma Kadın o sırada içeri girdi. Bir kucak odunu sobanın yanındaki geniş sepete yığdı. Bu gün sabahtan beri sıkıntıyla dolanıp duruyordu etrafında. Sonunda konuştu. - Duydunuz mu? Nigar Hanım'ı… İçinden bir şey koptu. Eyvah demek dedikodu artık ayyuka çıkmıştı. Ah biçare Nigar. Gazeteyi okuyor gibi Esma Kadını duymazdan geldi. Esma gitti sobanın arkasındaki yer minderine oturdu. Üşüyen ayaklarına çetik örüyordu morlu sarılı. Beş şişi elinde sıkıca tutarken göz ucuyla baktı Feheda'ya. “Nasıl da duymazdan geliyor. Bilmez mi, bilir. Ama sır küpüdür bu. Adam evliymiş diyorlar. Üstelik çocuklu. O gece geç saatte bizden çıktı gitti. Udunu bizde bıraktıydı. Gördüm uzaktan. Adamın kaputu bembeyaz olmuştu. Karda ayın altında öylece dikiliyordu. Nigar Hanım'ı görünce sigarayı attı koşmaya başladı. Masmavi bir aydı, ak pak aydınlatıyordu her bir yanı. Âşık gözü kördür derler ya doğru. Sarıldılar bir birlerine, diz boyu kar içinde öylece kaldılar. Dönüp ardına bir baksalar üst katta hanımın, alt kattan benim onları seyrettiğimizi görecekler.” Esma göz ucuyla yeniden baktı Feheda'ya. Söz kapısı açmak istedi sordu. - Ihlamur ıscacık içesin var mı? - Aa içmez miyim? Esma çıktı. Feheda gazeteyi katladı koydu. Ah Nigar ah. Hiç söz dinlemedin. Yapma böyle, ağlama ne olur, her derdin bir çaresi bulunur. Daha çok gençsin kimleri 119 tanıyacak ne sevdalar yaşayacaksın daha, diye günlerce dil döktüm. Tabip yüzbaşıymış. Geçen gün gelişinde durup durup çaldı, çaldı çaldı söyledi. Yankılı sesi ağzından değil yüreğinden çıkıyordu. El çek tabip yarem üstünden/Sen benim derdime derman olabilmezsin. Sonra o defter. Mai kaplı. Gösterdi bana. Yüzbaşı vermiş. Şiirler, şarkı sözleri. Mesti hab-ı naz ol cem et dil-i sad paremi… Çılgın adam bütün gazeli kanıyla yazmış. Günlerce mecnun gerçekten kendisiymiş gibi dolaştı durdu bizimkisi. Zavallı çocuk. Neden son günlerde hiç uğramadı bize? Fincan elinde kalkarken masanın üzerindeki saati gördü. "Daha erkenmiş" dedi. - Esma, Nigar Hanım'ın udu bizde kaldı istersen hem onu götür hem de meşgul değillerse buyursunlar de. Esma kısa şişlerle ördüğü patiği bırakmadan başını çevirdi gözlerinin düzeyindeki pervazdan camların ötesine baktı. Diz boyu karda âşıklar hala oradaymış gibi kayıtsız. - Yüzbaşı, dün gece kendini vurmuş dedi. Ihlamur fincanı parmaklarından kaydı Feheda'nın, odun sepetinde sekerek bir kütüğün sert budağında paramparça oldu. Hayat ona olağanüstü koşullarda yalnız parçalanmaları değil ihanetleri bir o kadar da vefalı dostlukları gösterecekti. O kış genç iktisat vekili o küçük eve hep yorgun geldi. Kimi geceler, telâşlı tedirgin bekleyişlerle geçti. Yaz başlarken zaman yeni olaylara gebeydi. 120 Ağustos, Aydın çukurunda güneşi gökten çeker yere bitek toprağa indirir. Bütün ova kocaman bir fırının ağzında saydam bir hayalle titreşir durur. Ortalığı bin bir çeşit koku, renk, ışık kaplar. Menderes'in boz bulanık yüzünde buhar sırsız bir ayna olur tutulur kalır. Kör köstebek, kirpi, yılan bile toprağın taa altına işleyen sıcaktan bunalır da gözünü karartır, çay kenarlarına çeşme başlarına, arklara üşüşürler. Gene de o sıcakta ovanın yüzünden insan eksik olmaz. Bu ateşte tüten ışığın buhar cehenneminde dızgar çeker, çapa yapar fide sular. Hele demiryolu işçilerinin hali hepten dumandır. Taşın, demirin biriktirip biriktirip yansıttığı “alafta mafolur”lar. Raylar ateş çubukları, taşlar akkor gibi yakar ellerini ayaklarını. Çoğu yırtık mintan, baş açık, ayak çıplaktır. Aydın Demiryolu işçilerinin temsilcileri de işte o çıplak ayak yanık ellerle iktisat kongresine katılmışlar, alın terlerini bu kez ak kâğıda dökmüşlerdi. Amele komitesinden birlik başarı sevinciyle döndüler Aydın'a atölyelerine. Ama o da ne? İngiliz şirketi Mondros'tan beri Türkleri atıp Rum'u, Ermeni'yi doldurduğu yetmezmiş gibi, bu kez de onları işten atmış. Hem de yalnız bu beşini, İzmir İktisat Kongresi üyesi beş demiryolu işçisini. Uzun zamandır ücretlerin arttırılması, yıllık ücretli izin, iş ve sağlık koşullarının iyileştirilmesi için bütün işçiler birlikte çırpınıp dururken. Demek hepsinden ağır gelmişti “Amele Birliği'nin Faale Raporu”. Bu beşi, beş Türkü kapının önüne koymuşlardı. Şirket Nuh dedi peygamber demedi. Görüşmeler süre dursun Alice diye biri çıktı geldi taa Ankara'ya; Umum İstanbul Ameleleri Birliği'ni temsilen. Aydın ve Bomonti grevlerinde, Türkiye İktisat Kongresi'nin amele grubu kararlarının uygulanmasını istiyordu Bakan Bey'den. Kim bu Alice? Alice… Alice. Hiç yabancı değil. İçeri alınız. Girer girmez tanıdı geleni. Lozan Türk Yurdundan Harun bu. Bu ne hal Alice? İzninizle anlatayım. Dur hele kahvelerimizi 121 içelim. Alice anlattı olanı biteni. O anlattıkca Mahmut son zamanlarda kendisine yönelen husumeti düşünüyor, düşmanca eleştirileri sert tenkitleri geçiriyordu zihninden: “İktisat Vekilinin işçi hareketine karşı müsamahakâr politikaları, ekonomideki müdahaleci tutumuyla birlikte nazara alındığında endişe vericidir…” İzmir Mebusu Enver Bey'i mi yollasa Aydın'a? Belki bir uzlaşma sağlayabilir. Evet o, ancak o belki... Alice anlatırken bir çözüm bulmaya çabalıyodu. Enver Bey Aydın'a kadar gitti ama çabaları boşa çıktı. Grev yayılıyordu. İktisat vekilinin mesai yasası tasarısı aynı günlerde meclisten geçti. Sekiz saatlik iş günü… Hükümet gene de işçi hareketlerini onaylamıyor, İktisat Vekiline yönelik eleştiriler gittikçe sertleşiyordu. Grev hareketleri, zihinlerde hâlâ tazeliğini koruyan Rusya'daki, Almanya'daki, hatta Atlantik'in öte yakasında, Latin Amerika'daki iktidara el atmayı başarmış ihtilalci eylemleri hatırlatıyordu. Henüz planlı ekonominin, ekonomide müdahaleciliğin komünistlik olduğu ilanına vardırmasalar da işi, en yakın çevresinde bile, elle tutulur bir tedirginliği, seziyor, görüyor, anlıyordu. Vatan Gazetesi birkaç gün sonra manşetten bir telgraf metni yayınladı: “İktisat Vekili Sabık-ı Mahmut Esat'ın Halk Fırkası Kongresi müzakeresinde kendisine itimatsızlık asarı gösterilmiş olduğundan, istifaya lüzum hissettiği dermeyan edilmektedir.” Yeni Gün Gazetesi ise daha ayrıntılı yorumlarıyla, haberleriyle geniş yer ayırmıştı İktisat Vekili'nin istifasına, “Sosyalizmi bir hıyanet gibi göstermek isteyenler yalnız İktisat Vekili Mahmut Esat Bey'i değil, onun arkasından istifalarını veren iki genç mütehassıs Genel Müdür ve Maden Müdürü Kenan, Vehbi ve Nizamettin Beyler'i de feda etmişlerdir. Her halde Türk İktisadı ağır bir kayba uğramıştır.” 122 Feheda gel gel. Akhisar'a geldik! Şu güzelim dağlara, ovalara, tepelere, ağaçlara bağlara bak. Tütün tarlalarına bak hele. İşte doğudan batıya burası bizim vatanımız. Ben işte en çok bunun için severim şimendiferi. En güzel bunun pencerelerinden görülür toprağımız. Şavaştık vuruşa vuruşa kurtardık. Sesindeki heyecan küçük demir pencereden akıp giden manzarayla aynı hızla yükseliyordu. Feheda sarsıla sarsıla ilerleyen lokomotifin iki yanına tutunarak pencerenin önüne geldi. Duyguları düşünceleri gene heyecan demetleri halinde ağzından dökülen kocasının göğsüne yaslandı. Ah Mahmut Bey, bu coşkulu ruh, bu heyecan dolu yürek, büyük tahayyüllerle dolu bu baş! Yüzüne dikkatle baktı. Ne kadar yorgun görünüyordu. Bu bir aylık izinde birkaç gün İzmir'de kalırlar sonra Kuşadası'na çiftliğe giderlerdi. Orada çiftçilerle oturup konuşmak, ırgatlarla, yarıcılarla ortaklarla dertleşmek, eşin dostun bağlılığı sevgisi ona her vakit iyi gelirdi. Tren kara kurumlarla yüklü buharıyla tiz düdüğünü öttürerek kehribar sultani asmalarının arasından Manisa'ya akıyordu. İlk şiddetli münakaşalarını orada çiftlikte yaşadılar. Esat'ın geldiğini duyanlar atlarla arabalarla hatta otomobillerle kalkıp geliyorlardı. Esnaftan eşraftan insanlar, çiftçiler, köylüler, işçiler, ırgatlar. Gece geç saatlere kadar çardağın altında oturuluyor, ateşli tartışmalar yapılıyordu. Oysa dinlenmesi gerekirdi. Dinlenmek için buraya çekilmişlerdi. Herkes gittikten sonra tan ağarırken kocası içeri girdi. Feheda'yı uyanık, ayakta yaprak gibi titrerken görünce önce şaşırdı. Telaşla iki kolundan tuttu ve oturttu. - Neyin var, neden uyumadın? Daha fazla dayanamadı - Mahmut Bey bu işe bir son vermelisiniz. Bu böyle 123 devam edemez. Burası meclis değil, parti merkezi hiç değil. Burası bizim evimiz. Neden geldik buraya söyler misiniz? Siz daha çok sigara içesiniz, kendinizi harab ederek daha çok uykusuz, tüneksiz kalasınız diye mi? Kendine hâkim olamıyor habire konuşuyordu. Sesi hiddetten çatlamıştı. Mahmut Bey, karısının iki kolunu birden bırakıverdi. Tabakasını çıkardı bir sigara daha yaktı. Aralarına karlı dağlar girmiş gibi birden birbirlerinden uzaklaşmışlardı. Feheda söylemek istediklerini arka arkaya söylemiş içini boşaltmıştı. Ama şimdi? İri iri açılmış gözleri merakla kocasına bakıyordu. Küçük bağ evinin alçak tavanlı odasını heybetli gövdesiyle dolduran kocasına. Zaman durmuşçasına sessizce bekleşiyorlardı. Bekledikçe kocasının sırtı genişliyor, kabarıyor sanki odadan dışarı taşıyordu. Neden sonra döndü. Üşüten, buzdan soğuk, uzak sesiyle, - Şimdi uyuyunuz. Yarına dedi. Çıktı gitti. Kapı ardından öylece açık kalmıştı. Yerde kırmızı beyazlı Uşak Kilimi'nin, eli belinde kadınları arasında, yumruk gibi sıkılıp buruşturulmuş ezik bir sigara paketi duruyordu. Arvalya'da kaldıkları sürece o sıkıştırılmış ezilmiş sigaralarla dolu paket hep aralarında kaldı. Bir kara mayını gibi ona değmemeye özen göstererek onun etrafında dolaşıp durdular. İzmir'de geçirdikleri son bir iki gün ikisini de biraz ferahlattı, ama olanlar olmuş aralında geçenler kalmıştı. Ve Ankara'ya döndüler. 124 -Bakınız Celalettin Bey, biz sizin nazarı dikkatinizi daha önceden de buna çekmiştik. Paşa Hazretleri daha meclisin açıldığının ikinci günü, kuvvayi adliyesi müstakil olmayan bir milletin devlet halinde mevcudiyeti kabul olunamaz buyurmuşlardı. Biz o zamanlar bunun bir temenni olduğunu düşündük. Ama bakınız şimdi nelerden söz edilmekte. Bahusus İzmir Mebusu sabık İktisat Bakanı Mahmut Esat Bey, adliyenin yeniden teşkilinden söz ediyor. Dikkat buyurunuz, bir tadilât değil inkılâbın ruhuna ve halkın ihtiyaçlarına uygun bir teşkilâttan söz ediyor. - Efendim telaş buyurmayınız. Biz taa vekilliğimiz sırasında kendileriyle görüştük. Adalet kapısının halka yakın olmasında, adaletin halkın ayağına gitmesinde ne fenalık var? Bakınız, cumhuriyet ilan edilmeden önce de bir takım endişeler vardı. Ama görüyorsunuz ki korkulan esbabı mucibeler vuku bulmadı. Medeniyet ilerliyor. - Ama müteyakkız olmalıyız, Mahmut Bey Şerriye Mahkemeleri'nin kaldırılacağından söz ediyor. Şeriat nizamına karşı çıkılmakta. Halk Cumhuriyeti'nde yasaların ve adliyenin hakk-ü taalanın değil de, halkın hizmetinde olmasını müdafaa ediyorlar. - Efendim zatı âliniz görüşlerinizi kürsüde açıklayınız. Buyurunuz şimdi salona girelim… Salona girdiklerinde Mustafa Kemal kürsüdeydi. - Mühim olan adli telakkimizi asrın icabıyla gayri mutabık rabıttan biran evvel kurtarmaktır. Hukuk-u Medeniye'de, hukuk-u adliyede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yoludur. Hukukta idareyi maslahat, hurafelere merbudiyet milletleri uyanmaktan men eden en ağır kâbustur. Türk Milleti üzerinde bir kâbus bulunduramaz. Bu sözler teokratik, din temelli devlet kurumlarının ortadan kaldırılması gerektiğini düşünenlerin görüşlerini dillendiriyordu. Herkes dikkatle dinliyor, muhaliflerse 125 gittikçe yükselen seslerle itiraz ediyorlar, kuliste ateşli tartışmalar yapılıyordu. Hele eğitim öğretimin tekleştirilmesi, ulusal eğitim zorunluluğu, tartışmaları daha da sertleştirmekte çekişmeyi saatlerce uzatmaktaydı. Kararsızlar bir o yana bir bu yana eğilim gösteriyorlar, müzakereler çoğunlukla üyelerden kiminin bilgisizliğinden sık sık kesiliyordu. Hilafetin kaldırılması hakkında Müderris Sait Efendi söz aldı. Dört saatlik konuşması etkisini oylamada gösterdi. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte tekke ve zaviyelerin kapatılmasını da kararlaştırdı meclis. Ama artık Cumhuriyete yeni bir Anayasa gerekiyordu. Yirmibir Anayasası'yla bu atılımlar yapılamazdı. Tarihin akışı içinde yalnız toplum değil, kurumlar, insanlar da dönüşüp değişiyordu. 126 Keçiören'e bahar her zaman Ankara'dan önce gelir. Badem ağaçları pembe, erikler narin beyaz çiçekler açarken, dağ gülleri tomurcuklanır. Çakaleriği, papaztakkesi, böğürtlen, akdiken çalılarının kırmızı sarı beyaz yemişleri uç verir. Safranın kız kardeşi Ankara çiğdemi ta bin dörtyüz kırkdokuzda, Almanya'da bir safran karaborsacısının diri diri yakıldığını bilmeden, sarı parlak çiçeklerini yapraklarının yeşil kurdelelerine bağlayıp sunar. Böcek sinek, arı kelebek kırlara üşüşür. Ahatlıbel, Çaldağı, Dikmen, Çankaya Hüseyingazi sırtlarında, suya katar katar turnalar, taze yeşil çayır çimene kan ayaklı keklikler gelir. Bahar yağmurları Keçiören bağlarında gökyüzüne, aldan yeşilden, sarıdan maviden, turuncudan mordan köprüler kurar. Beyaz çiğdemler, sarı papatyalar, ballıbabalar, teke sümbülleri. Havada acıbadem kokusu… Onlar işte yolun kıyısındaki bu eve baharın ilk günlerinde taşındılar. Bu kez şansları güldü. Bebek yaşıyor, Feheda doğuma hazır. İyice uzayan saçlarını iki geniş tarakla kaldırıp başının iki yanında topluyor. Kucağında leylaklar, geniş cam vazonun içinde oynak berrak su. Leylakların kokusu dolduruyor odayı. - Fehedaa! Kocası içerden, çalışma odasından sesleniyor. Eyvah gazetesini bulamadı her halde. Nereye koymuştu? Hah işte şurada. - Geliyoruuum. Çalışma odası gene darmadağın. Her yerde kâğıtlar notlar. Fransızca, Tükçe kitaplar, Almanca şerhler. Mecelle tefsirleri. İki gündür durmaksızın yazıyor. Dersim'li Feridun Fikri, Gelibolu'lu Celal Nuri, Mut'lu İlyas Sami, Niğde'li Nazım, Ordu'lu Faik Beyler'den kurulu Teşkilat-ı Esasiye Encümeni'nin hazırladığı taslak önünde. Yüzü gergin, çalışıyor. 127 - Vatandaki yazını okudum, diyor Feheda. Mahmut kalemini bırakıyor şaşkınlıkla karısının yüzüne bakıyor. - Sen benim yazılarımı her gün okuyor musun? Elbette neden okumasın? Üstelik bazı konularda o kocası gibi düşünmüyor. Kemal Paşa haklı, yeni anayasa kuvvetler ayrılığına dayanmalı. Taa Rousseu'dan beri demokratik rejimlerin iskeleti bu. Hatta Feheda, madem diyor Kemal Paşa Cumhurbaşkanına meclisi fesih yetkisi, veto hakkı istiyor her halde bir bildiği var. Verilmeli. Üç Martta devrim yasaları hazırlanırken görülmedi mi hâlâ öte dünyaya ait kuralları bu dünyada uygulamak isteyen gericiler var. Halbuki kocası, kişilere güvenilerek yasa yapılmaz, asıl olan anayasal kurumlardır diyor. “Reis-i Cumhur'a veto, fesih yekisi vermek Kuvvayı Milliye şehitlerinin ruhuna irticai bir darbe indirmektir” demiş mecliste. Bununla kalsa iyi. Anayasa Komisyonu taslağını hazırlayanların tahakküm ve istibdatın tarih boyunca meclislerden değil hükümetlerden geldiğini bilmediklerini de açıkça söylemiş kürsüde. Kocasının elini tutuyor, yalvarır gibi, -Mahmut diyor, ben Kemal Paşa'ya güveniyorum; bütün millet güveniyor. Kocası hala yüzüne bakıyor. Ama sadece bakıyor. Daldı gitti. Zihni karma karışık. Komisyon Başkanı Yunus Nadi'nin, meclisteki söylevini dün gazetesinde eleştirel bir yorumla yayınlaması, Hâkimiyet-i Milliye'nin de bu yayına katılması, meclisi fesih yetkisini Cumhurbaşkanı'na vermek isteyenlerin elini güçlendirmişti. Demek halk böyle düşünüyordu. Kemal Paşa varken bir şey olmaz. Ama Kemal Paşa olmadığı zaman bu yetkinin, canla kanla kurulmuş bu yüce meclisi yok edeceğini düşünmüyorlardı. On altı Marttaki oturumda Saraçoğlu Şükrü Bey uzun uzun konuştu. Meclisin millet hâkimiyetinin kalesi 128 olduğunu, onu ancak Milletin feshedebileceğini birkaç kez yineliyerek söyledi. Oturum bittiğinde ikisi de umutsuzdular. Bozkır gecesinde Ankara Kalesi'nin eteklerindeki kerpiç evler çoktan uykuya yatmıştı. Farları fersiz eski bir otomobil Çankaya yokuşuna tırmanıyordu. Yol bozuk, her yer çamur. Tepeye ulaşmak üzereyken motor önce bir iki tekledi, sonra sustu kaldı. Mahmut ile Şükrü bir birbirlerine sıkıntıyla baktılar. Bu geç saatte Kemal Paşa'nın onları çağırması, nedenini az çok tahmin etseler de tedirgin etmişti onları. Şöför atlayınca onlar da dışarı çıktılar. Ayazda birer sigara yaktılar. Uzaktan köpekler havlıyor, aşağıda karanlıklar içerisindeki Yenişehir'in ötelerinde Ulus Meydanı'nın tek tük ışıkları seçiliyordu. Ağızlarından çıkan soluk buharlaşırken Şükrü sıkıntıyla sordu. -Sen daha önce de bunları açıkça söylemedin mi? O zaman neden toplantının başında değil de şimdi, bu geç vakitte çağırılıyoruz? -Bilmiyorum ama içimde zayıf da olsa bir umut var. Meclisteki konuşmaların ona da tesir etmiş olduğunu umuyorum. -İş daha gerginleşmesin de. Cumhuriyetin kişilerle kaim olmayacağını nasıl anlatmalı bu adamlara bilmem. Samimiyetsizlik midemi bulandırıyor, saray dalkavukluğunu marifet sayanlar var. Sigarayı bitirmeden karanlığın içine fırlattı attı. Şöförün kaputu kapattığını duydular. Mahmut sabırsız seslendi. -Ne oldu çalışmıyor mu? Olacak gibi değilse beklemeyelim yürüyelim. -Oldu beyim oldu. Az biraz el atabilirseniz, yer çamur olunca gömüldü sağ teker. Şükrü keyifle güldü. -Bak gördün mü, ben sana demez miyim Mahmut 129 Bey'i her daim aynı yana oturtma diye. Demiri bile ezer büker evvel Allah. Şoför mahcubiyetle, - Yok beyim dedi ön takım çoktandır arızalı da idare ediyoruz işte. Şöför yerine geçti, onlar arkadan var güçleriyle ittiler. Otomobil direniyor yerinden kımıldamıyordu. Sonra birden fırlayıverdi. Tekerleklerden sıçrayan kıpkızıl yağlı çamurun pantolonlarını berbat ettiğini Çankaya'ya vardıklarında salonun girişindeki aynalarda gördüler. Ama artık çok geçti. İçerisi kalabalıktı. Dersimli Feridun Fikri ayakta konuşuyor, Gazi dikkatle dinliyor arada bir küçük notlar alıyordu. İnsanların yüzlerinden gerilimli tartışmalar yaşandığı anlaşılıyordu. Sessizce selamlaşarak, uzun masanın alt kenarına, oturdular. Gün ağarırken masada üç kişi kalmışlardı. Mahmut Esat, Şükrü bir de Mustafa Kemal. Keçiören'deki küçük evin lambası o gece hiç sönmedi. Feheda kâh okuyarak kah uyuklayarak bekledi. Nihayet kapıda ayak seslerini duydu. İşte sonunda gelmişti. Koşarak açtı. Yüzünde o yumuşacık gülüşüyle sevgiyle azarladı onu. Neden yatmamıştı. Ne demişti doktor ona? Yorgunluk yasak. Feheda susuyor endişeli bir merakla sormaya cesaret edemeden yüzüne bakıyordu. Sevecen gülüşü rahatlamaya dönüştü. - Merak etme onu ikna etmeyi başardık. -Fesih ve veto yetkisinden vazgeçti öyle mi? Yani meclisin çoğunluğu ondan yana iken. Öyle mi? Mahmut, pencerenin önünde doğmakta olan güneşe bakıyordu. Derin bir soluk aldı, gülümseyen yüzüne sabah güneşinin ilk ışıkları vuruyordu. Övünçle, - Eee o niye Mustafa Kemal? dedi. Küçük evde sabah sabah Kemal güneşi, esenlik… - Otur otur artık şuraya dinlen, sana hemen bir kahve 130 yapayım Mahmut. - Yoo asıl sen otur bakalım. Bu sabah kahveler benden. Mutfağa yönelirken sordu. - Feheda bu leylaklar bizim bahçeden mi? Feheda başını koltuğa koydu gülümsedi, cevap vermedi, evet bizim bahçeden dese duymazdı ki. Zihni çoktan kayıp gitmiştir şimdi onun, kim bilir hangi meselede hangi düşüncelere. Az sonra sessizce yerinden kalktı mutfağa girdi. Cezvenin yarısı boşalmıştı. Taşan kahvenin kokusu bile uyarmamıştı onu. Dalgın gözlerle öylece hala kaynayan cezveye bakıyordu. Yeni Anayasa 20 Nisan l924 de kabul edilirken İzmir Mebusu Mahmut Esat kürsüde, yine de; “bu Anayasa eksiktir. Türk İstiklalinin temel düsturlarını ifade etmiyor. Ulus egemenliği tam anlamıyla tahakkuk etmemiştir” diyerek hep mükemmele yönelik muhalefetini sürdürecekti. Ama şimdi İzmir'deler. Ankara daha yeni yeni bahara kavuşmakta iken yazın pembe sıcak kolları Ege'yi çoktan sardı. El işi ağ ipliği perdelerin açıldığı imbatla dolu akşamlarda enginar, kiraz, çağlabadem geçti gitti çoktan. Şimdi bardacık zamanı. Şimdi çekirdeksiz üzüm, buğulu kara erik, sofralarda şafak şeftali zamanı. Şimdi dikenli dallarda ak kozaların, samur tütünlerin büyüme zamanı. Şimdi kızıl sıcakta iş güç zamanı. Doktor Hüsnü Beyin evinde bir telaş bir telaş. Doğuma ne kaldı şunun şurasında. Ethem Bey sabah akşam uğruyor. Sabah gelmişse, sakız kokulu yeşil incir reçeli, acı kahve, öğlenden sonra ise allanmış yüzünde beyaz küçük fıstıkların gezdiği çilek şurubu, ya da naneli yeşil limon kabuklu limonata, zarflı billur bardaklarda… - Esat Bey yoklar mı bu sabah hemşire. - Mahmut Bey Ankara'ya döndü efendim… -Yaa Neden böyle ani? Her neyse bakalım bizim 131 küçük yolcumuz nasıl? Feheda beklemekten yorgun. Sıkılarak bakıyor annesine. Annesi, Ethem amcasını hastasıyla yalnız bırakmak için odadan çıkıyor. Yıllar sonra, kocasının kendisini doktorlara göstermemek için kapı ardından örtülü muayene ettirdiğini yazan bir gazeteyi, şimdi özlemle beklediği yavrusunun dava ederek ana babasının hatırasına gölge düşürmeyeceğini bilmeden, yatağa uzanıp artık iyice gerilmiş karnını açıyor. İlk kez Cumhuriyet Halk Partisi dışında bir parti. Terakki Perver Cumhuriyet Halk Fırkası Başkanı İstanbul Mebusu Fethi Bey. Mahmut Esat İzmir Mebusu olarak arka arkaya makaleler yayınlıyor. Anadolu'da Yeni Gün, Vatan, Saday-ı Hak, Türk Yurdu gazetelerinin okurları inkılâbın yepyeni kavramları düşünceleriyle karşılaşıyorlar. Devrimin, halkın bütün ihtiyaç noktalarına parmağını basmadığını düşünüyor, yazıyor. Meclis kürsüsünü bir halk kürsüsü gibi, tasarımlarını, eleştirilerini dillendirmekte kullanıyor. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın, İsmet Paşa Hükümeti'nin devrimin asıl hedeflerine yönelerek köklü çözümler getirmesini istiyor. Özellikle halkın cumhuriyeti ilkelerinin sözden eyleme geçirilmesini, uygulamalarda gecikmelerin derin yaralar açacağını vurguluyor. Çekişmeli toplantılar, ayrıntılı müzakereler, ikili üçlü görüşmeler… Fikir ayrılıkları tartışmalar. Sonra bir telgraf İzmirden. “Kızımız ellerinden öpüyor. Adını bildir. Dr. Hüsnü.” Birden bir eşiği aşmanın başkalaşımı... Ne bu? Baba olmak... Sevinç şaşkınlık. Kendisi kaç yaşında? Otuz iki. Sonra bilinçli sevinç. Evet evet sevinç. Ah Feheda! Ne acılar çekti kim bilir? Engin merhametini en çok verdiği, kadınlardan bir kadın karısı, çocuklardan bir çocuk… Çocuk bile değil daha bebek. Kızım! Adı Gün olsun! Aydınlatsın 132 ışıtsın, olgunlaştırsın üretsin… Mehlika Sultan'a aşık yedi genç/Gece şehrin kapısından çıktı/Mehlika Sultan'a aşık yedi genç/Kara sevdalı birer aşıktı… Nerden aklına düştü şimdi Yahya Kemal? Mehlika mı olsun yoksa? Hayır hayır, Gün olsun, Gün. Gün mü, diyor genç anne, hiç duymadım. Doktor Hüsnü gidip bakıyor bebeğe. O keyifli kahkahasını işitiyorlar. Gün, Gün, adıyla müsemma diyor. Feheda ilk Cumhuriyet bayramından sonra Arvalya'da zeybek oynarken görüyor Mahmut'u. Dizlerini artık hüzünle değil coşkuyla vura vura toprağa. Belki şimdi de Keçiören'deki küçük evde… Bir başına… Zeybek? 133 -Mahmut Bey sanırım zatınıza dokuz yüz yirmide bizzat Atatürk tarafından Adliye Vekilliği teklif edilmişti. Siz o vakit gerek İstanbul, gerek Avrupa darülfünunları Hukuk Fakültelerinde hayatı tahsiliyeniz zarfında adliyemiz ve kanunlarımız hakkında edindiğiniz pek radikal kanaatlerinizi bildirerek bu teklifi o zaman kabul buyurmamıştınız. - Evet doğru söylüyorsunuz. Gerçi Necati Bey yatağı ışıklar olsun maarif gibi adliye vekâletini de yeni bir düzene koydu. Ama ben onüç asır evvel Bağdat çöllerinde yazılmış ve on üç asırdır Türkün mukadderatını idare eden bir kısmı arap bir kısmı Frenk kokan bu yasalarla devlet ve toplum yapısının uygarlaştırılamayacağı konusundaki fikirlerimi aynen muhafaza ediyorum. -Efendim ben bahusus bize bir teklifle gelmiş bulunuyorum. Fethi Bey bu görüşme için beni bizzat memur ettiler. İsmet Paşa Hükümeti yarın istifa edecek diyorlar. Bu durumda Terakki Perver Fırka başkanı olarak hükümet kurma görevi kendisine verilecektir. Bu durumda Adliye Vekilliğini deruhte etmeyi düşünür müsünüz? Beklenilmeyen bir teklifti bu. En azından bu kadar erken beklemiyordu. Sıkıntıyla ayağa kalktı, bir iki adım attı geldi oturdu. İlkelerini kararlılıkla ortaya koymalıydı. -Eğer bir ıslahatın değil de bir inkılâbın hizmetkârı oluğum hakikatını müdrikseler ve buna müsteniden bu teklif bana yapılıyorsa. Karşısındaki bu sözlerin ne anlama geldiğini kavrıyordu. Tedirgin tedbirli bir eda ile küçük defterini çıkardı sözlerini aynen not etti. Saygıyla selâmladı çıktı. Yirmi Dört Kasım bin dokuz yüz yirmi dört günlü gazeteler İstanbul Mebusu Fethi Beyin Kabinesinde Mahmut Esat Beyin Adliye Vekili olarak yer aldığı haberini veriyorlardı. Saraçoğlu Şükrü Bey de Maarif Vekilliğini 134 deruhte etmişlerdi. Bu iki isim yeni kabinede Gazinin kadrosu olarak yorumlanacaktı. Mahmut Esat gazete haberlerini hasta yatağında okudu. Günlerdir düşmeyen ateşi, Mustafa Necati'nin ölümünde "şimdi ölünecek zaman mıydı be çocuk" diye gözyaşı döken Kemal Paşa'yı telaşlandırmıştı. İkinci bir uğursuzluk korkusu muydu bu? Yaverini özel olarak göndererek sağlığı hakkında sık sık bilgi almıştı. Hükûmet oy birliği ile güven oyu alınca zorlukla yataktan kalktı. Öyle halsiz ki karyolaya, konsola tutunuyor. Başı dönmekte, dizleri titriyor. Feheda çırpınıyor. - Mahmut Bey yapmayınız. Bakınız ateşiniz henüz düştü. Allah korusun sonra daha ağırlaşır, daha uzun yatarsınız. - Hayır diyor, bir an önce başlamak gerek memleketin beklemeye tahammülü yok. Bebek ağlıyor. Feheda bebek odasına koşuyor. Döndüğünde o çoktan çıkıp gitmiş. Elleri çaresizlikle iki yanına düşüyor. Yüreğinin taa derinlerinden kopan endişe dudaklarında sessiz yakarışlara dönüşüyor. Tanrım onu koru. Yardımını esirgeme ondan… Bu gün önemli Toplantıları var. Adliye Başmüfettişi ile müsteşar Kazım Beyi çağırttı. Yapılması gereken atılımların eş güdümü için bir Adliye Kongresi toplanılacak. Sonra da denetleme gezileri. Eskişehir, İstanbul İzmir, öteki iller. Sık sık, her fırsatta halkın ihtiyacının halkçı, laik bir hukuk bir adliye olduğunu söylüyor, yazıyor. Adliye teşkilâtının önemini vurguluyor. İki partili dönemin ilk Adalet Bakanı coşkuyla kimilerince de kuşkuyla izleniyor. Sonra adliye kongresi. Şubatın yirmi yedisi. Adliye encümeni üyeleri, İzmir'den İsanbul'dan hukukçular, adliye çalışanları, Temyiz başkanları, İstanbul Barosu temsilcileri. Kongre izlencesine bakan kimi katılımcılar bu kadar 135 geniş bir gündemin değil on gün on ayda tamamlanamayacağı kanaatindeler. -Vekil hazretleri izin verirlerse biz bu sürenin kifayetsiz olduğunu bilidirmek isteriz. Önümüze konulan meseleler yalnızca bütün bir ahkâmın değil hukukun esasına tevcih edilmiş meselelerdir. İstanbul adliyesinin yaşlı ticaret mahkemesi azasını sabırla dinliyor. Yaşlı yargıç devam ediyor. -behemehal belirtmekte zaruret vardır ki bir mahkemenin lağvı ile ortaya çıkacak meselelerin tahlil ve ipkası... Başı traşlı köşeli çenesinin büyük ağzı üzerindeki kırpık bıyıklarıyla kocaman kemikli ellerini sallayarak konuşan bu adam Adliye encümeni başkanı. Baro temsil heyeti üyelerinden birkaç kişi dışında kimse inanmıyor bu kongrenin elle tutulur sonuçlar verecek kararlar almakta başarılı olacağına. Baro Başkanı, -Hâkim bağımsızlığı… Mudde-i Umumilik, ceza mahkemeleri, istinaf mahkemelerinin kapatılması, tebligatların hızlandırılmasında jandarmadan yararlanma, adli tıp tesisi aciliyeti, yalnızca bunların müzakeresi için hiç olmazsa bir aylık bir mehil düşünülmeli diyor. Mahmut Esat herkesi dikkatle dinliyor, dinledikçe şarkın o hantal ağır, eyleme geçmekte ikircikli bulanık ruhunun, üzerine abanarak boğazına sarıldığını, kendisini soluksuz bıraktığını hissediyor. Hayatı boyunca sık sık duyumsayacağı ayakları bukağılanmış bir yaban tayının zapt edilmez öfkesiyle, konuştukça yükselen sesiyle hepsine tek tek bakarak konuşuyor. -Bütün kongre üyeleleri şunu iyice bilmelidirler ki içinde bulunduğumuz şerait geçmiş asarın uyuşuk zihniyetinden süratle sıyrılmaya bizi mecbur etmektedir. Halk devletinin adliyesi halkın hizmetinde olacaktır. Yıllardan beri haksızlığın adaletsizliğin elinde zelil 136 olmuşların, değil on ay değil bir ay bir gün bile beklemeğe tahammülü yoktur. Halk devletinin mevcudiyeti evvela adalette tebeyyün edecektir. Bizim anladığımız manada adalet, halk için adalettir. Komisyonlar kuruldu, kâtipler seçildi, çalışmalar başladı. Sultanahmet esnafından çorbacılar tepsilerle çorba taşır oldular gecenin bir vakti adliyeye. Kimse ayrılmaya mezun değildi. Günler geçtikce çalışanların şevki arttı. Değişim özleminin parlak ışığı gittikce daha etkili oluyor isteksizlik umutsuzluk yerini özenli çabaya, heyecanlı tartışmalara bırakıyordu. Gençten bir avukat yaşlı başlı hocasını sertçe eleştirmekten çekinmiyordu. Kimi hocalar buna katlanamadılar ayrıldılar kongreden. Kimileri ise gençlerin cevvaliyetinden hoşnuttular. Sonunda kongre kararları kamuoyuna açıklandı. Bunun kırk elli yıllık bir uz görüşle hazırlanmış bir büyük devrimin programı olduğu hemen anlaşılıyordu. Laik hukuk sistemi için yapılmış bu büyük atılımla, medeni yasa, yurttaşlık yasası, borçlar yasası, yargılama usul yasaları, icra iflas yasası, mahkemelerin ve icra dairelerinin yeniden örgütlenmesi tasarımlanıyordu. Ve Mahkûmlar. Ceza tutuk evlerini çağdaşlaştırılması, adliye çalışanlarının hakları, hâkimlerin savcıların, avukatların özel yasaları, hatta kılık kıyafetleri, tüzükler yönetmelikler… Bunca büyük atılımı bu kadar kısa sürede bu kadar kapsamlı yapmak! Nasıl olacak başarabilecek mi? İşte bunu sordu Mustafa Kemal Çankaya'da ona. Kongrenin hemen ertesinde, uzun beyaz örtülü bir masanın etrafında toplanmışlardı… -Paşam dedi Mahmut Esat, siz bizimle olduğunuz sürece yapamayacağımız hiçbir şey, başaramayacağımız hiçbir iş olamaz. Bakın size ne getirdim. Adliye vekili sıfatıyla yaptığım gezide bir tarlada korkuluklara asılmış olan bu ilâm, mehakimi şerriyece beraiğ tebliğ olunmuş. 137 Evrak çantasını açtı sararmış arap abecesinde eğri büğrü satırlarla yazılmış bir belgeyi çıkardı. Bu bir mahkeme kararıydı. Kadı, şeriat namına mezruata, ekinlere hasar iras eden çekirgelere fuzulü tecavüz ettikleri, haksız el attıkları yerden çıkıp gitmelerini emrediyordu!.. İş bu kadar vahimdir paşam. Halkın Cumhuriyeti adaleti gökyüzünden indirip Cumhuriyetin hâkimi eliyle, savcıları eliyle halka vermelidir. Çantasına eğildi evrakların içinden bir iki belge daha aldı. Bakınız bunları vekâletimiz bir kitap halinde yayınlayacaktır ki artık mecellenin anlaşılıp uygulanmasına imkân kalmadığı iyice anlaşılsın. Masadakiler belgeleri elden ele dolaştırıyorlardı. -Tamam. Peki dedi Mustafa Kemal. Hatırlar mısın ben sana birkaç yıl önce bir soru sormuştum. - Evet Paşam, buyurunuz. -Bütün bu kanunları çıkardın, yasaları yaptın, mahkemeleri kurdun diyelim. Pekii bu yeni mevzuatı uygulayacak hukukçuları nerden bulacaksın? Mahmut Esat belli belirsiz gülümsedi. Paşa o zamanki yanıtı unutmuş olamazdı. Ayağa kalktı bütün heyecanıyla yanıtını yineledi, -Bulmayacağım paşam onları da ben yetiştireceğim… Mustafa Kemal onu dinlerken birden üç dört yıl önce Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemal Beyin önergesini, parasızlıktan reddedilen, sonra adliye vekili Şevket Beyin ısrarıyla ertelenmek koşuluyla kabul edilen önergeyi hatırlıyor. Ankara Hukuk Mektebi'nin açılması hakkındaki önergeyi. Oysa memleketin ihtiyacı bir hukuk mektebi değil hukuk bilimini geliştirecek bir fakülteydi. Bu nedenle o zaman meclisin açılış nutkunda Gazi ilk kez, bir hukuk fakültesinin zaruretinden bahsetmişti. Genç Adliye vekili sözlerine devam ediyordu. 138 - Paşam siz bütçeden gerekli kaynağı sağlayın bizim için yeter. Denize girilmeden yüzme öğrenilmez. Arabın çöl kumunda boğulmamak için laik hukukun engin denizine dalmaya mecburuz. Burada başarıyla yüzeceğimizden emin olunuz. Bu inanancın heyecanıyla bakanlarla vekillerle birebir kendisi konuştu. Meselenin önemini anlatmaya çalışıyordu. Ama bütçe görüşmeleri başlayınca herkes kendi derdine düştü. Herkes kendi örgütünün bütçeden en büyük payı, tahsisatı almasını istiyordu. Kendi kalemlerine bütçeden kaynak aktarımı yapmak için canlarını dişlerine taktılar. Maliye encümeni ülkenin kıt kaynaklarını büyük bir dikkatle kullanıyor birkaç kuruş arttırmak için büyük çabalar gösteriyordu. İhtiyaçlar, yapılmak istenilenler o kadar çok, para o kadar kıtdı ki, ödenek bulmak hiç de kolay olmadı hukuk mektebi için. Ama bulunmuştu ya önemli olan buydu. Gece geç saatte, müzakerelerin yorgunluğu gerginliğiyle eve geldi. -Hoş geldin Mahmut. Birşeyler hazırlayalım mı? -Hayır yorulma şimdi aç değilim. Benim küçük prensesim nasıl? -Ah hiç sorma şimdi uyutabildik. Dişlerinin biri önden patladı. -Feheda, belki bizim kızımız da bu Hukuk Mektebine girer, ne dersin? Bak sana ne göstereceğim. Hakimlerimizin, savcılarımızın, avukatlarımızın yeni cüppelerinin taslakları bunlar. Düşünebiliyor musun Feheda Cumhuriyetin genç kızları, genç hakime hanımlar sırmalı kızıl yakaların içinde Cumhuriyet Mahkemeleri'nin kürsülerinde! Edirne'den Ardahan'a, Samsun'dan Antep'e. Laik hukukun genç uygulayıcıları. Heyecanla anlatıyordu kocası. Sonra dalgın gözlerini yere indirdi hayalindeki görüngülere dalarak sustu. 139 Artık iyice anlıyordu Feheda o öteki kocalardan farklıydı. Evlilikleri de öteki evliliklerden çok farklı. Kimbilir hangi tasarımın, hangi işin içine dalıp gitmişti. Feheda da bir şey düşünüyordu ama, söylese miydi? - Mahmut Bey ben düşündüm de Anadolu'nun dört bir yanından talebeler gelecek diyorsunuz Ankara Hukuk Mektebine. Peki bu gençler nerede barınacaklar. Yani yeme içme yatıp kalkma. Bu fakir halk nasıl okutacak bu çocukları. Mahmut lambanın yuvarlak aydınlığında yüzü gölgelenen karısına dikkatle baktı. Sözcükleri seçerek konuşuyordu. Uzandı elini tuttu. - Sorma, bir tasarımız var ama mektep için parayı bulmakta zorlanıyoruz. Mektep için para bulamazken yatılı öğrencilere yurt için onları nasıl ikna ederiz bilemiyorum… - Halkın çocukları başka türlü nasıl hukukçu olabilir Mahmut. İşçinin çiftçinin, küçük esnafın çocukları. Sen her zaman halk için hakla birlikte demez misin? Sustular. Uzaktan bir gece kuşu öttü. Batan ayın kırmızı ışığı bahçeye vuruyordu. - Feheda dedi, bana bir şeyler çalsana çok yorgunum. Feheda piyanoya geçti, notaları karıştırdı. Saygun'un Mevsimler Çeşitlemeleri önce hafif sonra gittikçe güçlenerek odayı doldurdu. Yeni bir parçaya geçecekken kocasının koltukta uyuyup kaldığını gördü. Sırtındaki şalı anaç bir şefkatle sıyırdı onun üzerine örttü. Ertesi günkü bütçe görüşmelerinin ateşli çekişmeleri arasında Konya, Çorum, Rize mebusları Fevzi, Kemal, Ali Beylerin önerileriyle, yeni Hukuk Mektebine ayrılan ödeneğe, “Leyli Yurdu Mesarifi” adıyla yeni bir fasıl eklenecekti… 140 Yaz. Moda plajı. Gülüşler, bağrışmalar, kalabalık. Deniz bugün dalgasız. Kayıklar küçük sallantılarda. Kürek çeken gençler, paçalı, çizgili mayolarıyla sandallardan denize atlayan kadınlar. Açıklarda denizin lacivertinde bir iki yelkenli, mavi beyaz tenteli bir kotra, beride küçük sandallarda olta balıkçıları… Burundaki çay bahçesinde genç bir kadın. Kucağında, pembe başlığı, kabarık etekleri içinde bir bebek. İkinci kızı Ay bu. Moda'da ikinci yazları. Artık çoğunlukla annesi yanında. Kocası hep meşgul, hep Ankara'da. Olmaz böyle diyor annesi, memleket, memleket… Peki, sen ne olacaksın? Gençlik günlerin hep böyle yalnız mı geçecek. Ev, çocukların sorumluluğu hepsi hepsi senin omuzlarında. Benim bundan bir şikâyetim yok anne diyor. Ama birkaç gün sonra yine ayni konuyu açıyor annesi. Bu evlilik değil diyor. Sen burada o orada. Sonra üzüntülü ekliyor. Hep seni düşünüyorum, halin ne olacak böyle? Feheda küçük kızı Ay'ı kucaklayarak yatırmaya götürürken dönüyor, kararlı ama dingin bir sesle, "Beni merak etme sen anneciğim" diyor. Başka şeyler de geliyor dilinin ucuna ama onları içinden söylemeyi yeğliyor. "Koşullar ne olursa olsun, ikinci bir Latife olmayacağım!" Oysa kocası olabildiğince sık gelmeye çalışıyor. Feheda onun düşüncelerini tasarımlarını artık gazetelerden izliyor. O kadar sık ve uzun yazıyor ki. Her zamanki gibi herkesin ilgisini çekiyor yazdıkları. Ajans haberlerini dinliyor. Her gün mutlaka onunla ilgili bir haber veriyor radyo. Yeniden kumsala bakıyor. Denizden ferahlatıcı bir rüzgâr esiyor. Bebeği ağlıyor. Acıkmış olmalı. "Ayşenaz nerde kaldı, nasıl unuttular biberonu?" Bileğindeki ince kayışlı dikdörtgen saate bakıyor. Vapur da gelmek üzere. Ah! nihayet. Koş kızım koş. Ay uyandı. Ayşenaz ince uzun bir göçmen kızı. Ailesi Yakacık'ta 141 bahçivan. Sağolsun, Kılıç Ali'nin karısı buldu gönderdi. Yazları hep onlarla Ayşenaz. Can yoldaşı Feheda'nın. Ayşenaz biberonu uzatıyor, sonra Gün'ün elinden tutuyor, burnu çevreleyen ağaçlı yolda, Kolat'ların evi önünden geçerek yürüyorlar. Arada bir dönüp bakıyor. Lacivert gözlerinde gökler kadar geniş masumiyet. Feheda bir eliyle bebeğin arabasını hafif hafif sallıyor, ötekisiyle tuttuğu Akşam Gazetesini okuyor. “Yeni ticaret yasası yarın meclise sunuluyor.” Altta kocasının dünkü meclis konuşmasının özeti. “Gerek sürat, gerek ahkâm hususunda, kanunu ticarîye istisnaî bir karakter arz eder. Vatandaşlara ve yabancılara en geniş teminatı bahşeden, muassır medeniyetin en yeni, en mütekâmil ve ticarî hadiseleri vüsatle kavrayan yeni ticaret kanunu, bin dört yüz seksen beş maddeden oluşmaktadır. Türk ihtilâli uluslar arası kurallar çerçevesinde ekonomik ticarî yaşamı yeniden düzenlemekte, özellikle deniz ticaret babında, ticarî işletme ahkâmında, akit serbestisi yanında Cumhuriyetin gereksinimlerine, amaçlarına göre hükümler getirmektedir.” Feheda Akşam'ı bıraktı Cumhuriyet'e baktı. Baş yazıda ticarî hükümlerin bazılarında neden Belçika yasalarının örnek alındığını tartışıyordu. Gazeteleri katladı, geniş hasır çantasının üzerine koydu. Vapur Haydarpaşa açıklarından burun kırmış, süzülerek koya giriyordu. Hava serinlemişti. Keşke ceketini alsaydı. Lacivert puantiye ipek elbisesi içinde ürperdi. Ayşenaz belki şalını? Çantanın dibinde… Ah bu çocuk, canım benim. Kendinden çok düşünür ablasını. Geniş beyaz şala sıkıca sarındı. Bu vapurdan çıkar herhalde annesi. Şişli'ye İzmir'li dostlarına gitmişti sabahtan. İskeleye bırakmışlardır onu. Allah vere de vapuru şaşırmış olmasa. Hâlâ alışamadı İstanbul'a. Yarın belki onu Heybeli'ye götürebilir, pek sevmişti geçen sefer. Çocuklar da işte dönüyorlar. Ayşenaz haydi iskeleye inelim. 142 Büyük hanım gelmiş olmalı. Bebek arabasını sıkıca tutuyor Feheda. Ay arabanın içinde, Gün Ayşenaz'ın elinde küçük adımlarla yürüyor yokuş aşağı. İskele tıklım tıklım. Yazları böyle olur. Şehirden gelen beyler ellerinde kaba kâğıtlara sarılmış paketler, kese kâğıtlarında boğaz köylerinden taze meyvalar. Yenidünya, hünnap. Karşı iskeleden balık, lacivert gövdeli aynapul uskumru, istavrit. Hafta sonları buket buket gül, karanfil şakayık… Le Bon'dan çikolata, Hacıbekir'den lokum. Markiz'in gösterişli pasta kutularına kayar gözler. Geniş kenarlı hasır şapkalarıyla, keten kasketleriyle Rumlar, Museviler, iri gövdeleriyle barışık tek tük İtalyan kadınları. Vapur boşalıyor. Dikkatle, tek tek bakıyor çıkanlara. Annesi öteki vapurda mı acaba? Haydarpaşa'ya uğramalı diye binmedi mi acaba? Aaa Mahmut Bey… Mahmut! Buraya bakıyor. Gördü bizi, vallahi ta kendisi. Kısa kenarlı fötr şapka, lacivert keten kruvaze ceket... Evet, daha vapur yanaşırken gördü karısını. İnce uzun bir genç kadın kıyıda. Önünde bir bebek arabası, beyaz şalı kollarından uçuşuyor. Gün. Minik kızı. İhtilalin amansız militanı, hukukun hakkın, mazlumun müdafii, bütün celaletinin, haklılığının bir kez daha bilincine varıyor. Durup biraz daha bakıyor. Gördüğü yalnız kendi ailesi değil, şimdi yurdunun bütün çocuklarını, kadınlarını görüyor. Şevkatle titreyen yüreğinin yumuşaklığında gözleri dolarak bakıyor. Bu iskele, bu insanlar ve daha bir kaç gün önce teftişten döndüğü Çermik, Anadolu'da inşaatları süren adliye binaları... İstanbul ve Anadolu... Bu makas kapanmadıkça, eşitliğin özgürlüğün erinci onun dünyasını saramayacak. Küçük asude yuvasında mutlu olamayacak. Kucaklaşıyorlar. Kimileri tanıyor onları… Saygıyla yaklaşıp elini sıkıyorlar. “Hoş geldiniz beyefendi.” Ne makam arabası ne maiyet. O nun kocası işte böyle biri. Cumhuriyetin yurttaşı. Cumhuriyetin trenine atlayıp ulaşır Haydarpaşa'ya. Sonra 143 öteki babalar gibi elinde akşam sofrasına kücük bir ağız tadı… Ama onların paketi taa başkent Ankara'dan. Büyük Hanım bir sonraki vapurdan tek başına çıktı. Dikkatle etrafına baktı. Tamam doğru iskelede inmişti. Feheda neden yok? Çocuklardan biri ateşlenmiş olmasın? Bir telaş, soluk soluğa yokuşu tırmanmaya koyuldu. Az ötedeki evde, Mahmut bardağını karısına doğru kaldırmış adalara bakarak içiyordu. Ceza kanununu takdim nutku hemen hemen zihninde tamamlanmıştı. Yarın erkence kalkar, dinlenmiş kafayla yazardı. Gene de bir iki şeyi not etmeden yapamadı. O gece Feheda esenlik içinde uykuya daldı. Ama sabaha karşı uyandığında kocasının, salondaki büyük masanın örtüsünü yarıya kadar sıyırarak sigara dumanı altnda çalıştığını gördü. Lambayı küçük sehpa örtüsü ile kapattığından, kırmızı ışık altında, düşünceli başıyla daha da heybetli görülüyordu. Feheda kısa bir an çocuklarına bakar gibi sevgiyle hayranlıkla seyretti. Sonra usulca yaklaştı. - Kahve ister misin? Öylesine dalmıştı ki sıçrayıverdi. Karşılıklı gülüştüler. -Hayır. Neden kalktın geldin? Haydi git uyu. Ben erkence döneceğim. Feheda şaşırdı. - Neden? Bir gece için mi geldin bunca yolu? Kocasının gözlerinin taa içine bakıyor. Annesinin sözleri geçiyor aklından. -Doğuda durum karışık. İş büyüyor. Esasen buraya gelişimin bambaşka bir nedeni var. Feheda'nın içini bilinmezin korkusu sardı. Sandalyenin ucuna ilişiverdi. Endişenin titrek çizgileri yüzünü bulandırıyor, şaşkınlıkla açılmış iri gözleri, merakla bakıyordu. -Eski Şurayı Devlet Reisi Seyit Abdül Kadir'in 144 Fatihteki evinin Kürt Teali Cemiyeti irtibat bürosu olarak kullanıldığı saptandı. - Nasıl olur? - Oluyor işte… Ne derler İngiliz'in altını şeytanı bile dans ettirir. Mahmut daha fazla anlatmadı, o sabah henüz çocuklar uyanmadan sessizce çıktı gitti. Gerçek buydu. Şeyh Sait'in yakalanan askerleri üzerindeki urbalar İngiliz ordusunun eski elbiseleriydi. Taa isyanın ilk başladığı günlerde Elaziz'in Eğin İlçesi'nde, Eğinliler birden sokakları dolduran bu asker urbalı, mavzerli atlıları görmüşler, şaşkın ürkek bakakalmışlardı. Sonra yollara düşmüş Drahni Köylüleri'ni gördüler, Şeyh Sait köylerine karargâh kurduğundan beri tedirgindiler. Bu yüzden evlerini ocaklarını terk ediyorlardı. Yıldızsız bir kış gecesinde pervaneli bir uçak Diyarbakır'da Mardin kapı üzerinde alçaldı. Parlak renkli kâğıtlara basılmış yüzlerce el ilanı, bildiri, yağmur gibi düştü sokaklara. Aynı saatlerde Muş vilâyet konağının küçük meydanını aynı parlak renkli kâğıtlar kaplamıştı. Sabah kapılarını açan halk, yollara döküldü ellerinde ta Londra'da basılıp gönderilmiş bildirilerle. “Bizim dinimiz şeraittir. Cumhuriyet Dinsizliktir. Halife sizi bekliyor. O geri dönecek ve Ankara Hükümetini yıkacaktır. Cumhuriyet mekteplerinde dinsizlik öğretiliyor Millicilik dinsizliktir. Kadınların başı açılmıştır...” Ve asker urbalı isyancılar kentlerin dükkânlarında çil çil İngiliz liralarını bozduruyorlardı… Ve para bir kez daha şeytanı dans ettirmeye başlamıştı. Bir iki gün sonra bütün gazetelerin üst başlıkları aynı haberi veriyordu. “Doğu illerinde seferberlik.” İsyancılar direnmeye devam ediyorlardı. Sandıklar dolusu cephane, tüfek ele geçmişti. Bunlar İngiliz ordusunun silâhlarıydı. Ve bir katalog mektubu eline geçti 145 bir köylünün. Koştu getirdi jandarmaya. Kürdistan Krallığı Harbiye Bakanlığı adresine postalanmıştı. Bir silâh fabrikası mallarını indirimli fiyatlarla tanıtıyordu. Topal bacaklı silâh yapımcısı tanrı Hepaistos bu kez tezgâhını Dersim dağlarına kurmuştu. “Birinci Kolordu komutanı Şükrü Naili Paşaya, Olayın genel bir gericilik hareketinin başlangıcı olduğu kanısındayım. Girişilecek bastırma hareketinde bölgenizden güvenli olabilir miyiz? Cumhurbaşkanı M.K” Aynı telgrafı Erzurum, Trabzon valileri de aldılar. Aynı gün gelen Şükrü Naili Paşanın şifreli cevap telgrafı dikkatle okunuyordu Çankaya'da, “Birliklerim verilecek her türlü görevi bağlılıkla, özveriyle başarmaya hazırdır. Kolordu Komutanı. Ş.N.” Varto dağlarının kartal kanadı yalçın kalyalıkları gündüzleri güneş, geceleri ay ışığıyla gümüşlenir, balkıyıp parlar. Çarpuh Köprüsü köpüklü kar sularının, koca koca kayaları, ağaçları önüne katıp getirdiği azgın bir akarsuyun üzerindedir. Altı uçurum, üstü yıldızsız gök. Ateş gün batımında yoğunlaştı. Mitralyözler hiç susmuyor. Çekile çekile bu köprüye gelip dayandılar. Şeyh Sait adamlarının çoğunu yitirdi. Kimi vuruldu, kimi teslim oldu. Hele Diyarbakır… Diyarbakırlılar bir bir yakalayıp teslim ediyorlardı adamlarını. Şeyh Abdullah'ın birlikleriyse tüfeklerini arkadaşlarına çevirmişlerdi. Artık kabul etmesi gerekiyordu, bu iş bitmişti. İngiliz'e güvenilmeyeceğini bilmeliydi Şeyh Sait. İngiliz kaybedeni sevmezdi, yarı yolda terk etmişti onları. Şimdi burada ölümü bekliyorlardı. Mağaradan çıktı. Uzun eteklerini topladı, uçları tütünden sararmış bıyıklarını, göğsüne inen kaba sakalını sıvazladı. Ay ışığında, geceyi kıpkızıl çıvgınlarla delip geçen kurşunları gördü. Bir bir düşüyordu genç bedenler toprağa. Ölümün eli iki yakasına yapışmıştı. İçeri girdi. Emretti. “Tez 146 bir ulak gönderin kumandana. Müzakere istediğimizi bildirin.” Çok geçmeden döndü geldi ulak. Müzakere falan yoktu. Çember daralıyordu. Her yandan sarılmışlardı. Derenin alt başına kadar ellerinde tüfekleriyle sarılıp kalmıştı adamlar. Şeyh'in benzi uçtu. Onca genç toprağa düşerken titremeyen yüreğini ölümün korkusu sardı. Beyaz ipek sarığını çıkardı. Urbalarını değiştirip kaçabilirdi belki. İşte bu yüzden İstanbul gazetelerinde elleri zincirli fotoğraflarında başı açıktı. Diyarbakırlılar Siverek kapısında sallanan kırk yedi bedeni gördüler. Vahdettin'in kurduğu Tarikatı Selahiye'nin müridi, Osmanlı'nın Şurayı Devlet başkanı Seyit Abdülkadir de aralarındaydı. Ankara'da Adalet Bakanı Meclis kürsüsünde konuşuyordu. - Arkadaşlar ceza kanunumuz serttir çünkü inkılâp kıskançtır. Bundan korkacak olanlar, korkması lâzım gelenler Türkün istiklâline, Türk Milletinin menfaatine refahına, hulâsa Türk inkılâbına karşı olanlardır… 147 Aylardan Kasım, beşinci gün, yıl bin dokuz yüz yirmi beş. Cumhuriyet Halk Fırkası salonunda Hukuk Mektebinin açılış töreni yapılıyor. Başbakan İsmet İnönü, Meclis Başkanı Kazım Paşa, bakanlar mebuslar, adliye çalışanları ve iki yüz on sekiz tane ilk öğrenci. Herkesin gözü kulağı kürsüde. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal konuşuyor. “Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu müessesenin kürşadında duyduğum sevinci hiçbir yerde duymadım.” İşte bu sözler, söylediği bu tümce Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki anıtın altına kazınmıştır. Yüzlerce öğrenci yıllar sonra da bu sözleri okuyarak derse girecekler, içlerinden pek azı belki uzmanlaşacakları alandaki yasaların nasıl büyük mücadelelerle emeklerle hazırlandığını düşünecek… Oysa ta tanzimatta Sadrazam Ali Paşa'nın Fransız Yurttaşlar Yasasını çevirerek Osmanlı hukuk sistemine sokmaya çabaladığını, mecelleyi, islam hukukuna dayalı, üstelik hanefi mezhebinin ilkelerini esas alan kurallar içeren mecelleyi, savunan Cevdet Paşa'nın karşı duruşuyla engellendiğini ve mecellede, kişi, aile, miras, eşya hukuku ile ilgili hükümler bulunmadığını öğrendikçe hayrete düşeceklerdir. Genç öğrencilerin pek olağan buldukları bu cumhuriyet yasalarının bütünü yıllar süren bilimsel komisyonların kongrelerin, geceler günler boyu süren çetin meclis müzakerelerinin ürünüydü. Hele Yurttaşlar yasası… Bu yasanın gerekçesini Adalet Bakanı Mahmut Esat'ın kürsüde bizzat savunmak lüzumunu hissettiği o çetin günler… Soğuk kasım sabahları yerini hızla kışa bırakırken inkılâbın toplumsal yapısını düzenleyen temel yasalardan birinin, Medenî Kanunun son hazırlık çalışmaları bitmek üzereydi. Özellikle İsanbul Darülfünun çevrelerinden alttan alta beslenen muhalefet, meclis içinde yandaşlar bulmaya çabalıyordu. 148 -Bana sorarsanız durum umutsuz. Bunlar Frenk kanunlarını da sokacaklar. -Olsun biz gene de bildiğimizi söylemeliyiz. Ahkâmda tefsir yok mudur ki kifayet olmasın. Gerekçeyi bizzat Vekil sunacak, öyle anlaşılıyor. -Biz Gazi Paşa hazretlerinin arkasındayız. Ammaa reyimizi de inandığımız yolda kullanacağız. -Bizce müteredditlerin reyini gördükten sonra kullanmak gerek. Bu güne kadar müzakereler sırasında reylerin taraf değiştirdiğini çok gördük. -Bu sözlerinizden maksat bendeniz ise şunu bilmeniz gerekir ki bizim yolumuz terakki istikametindedir. Ammaa... Sözünü bitirmeden Adliye Vekilinin gelmekte olduğunu gördüler. Geri çekilip yol verdiler, sonra peşi sıra hep birlikte salona yürüdüler. Gazetelerden bazıları günlerden beri bu oturumun çok tartışmalı geçeceğini yazıyor, büyüklü küçüklü grupların tasarı hakkındaki görüşlerine geniş olarak yer veriyordu. Gerekçenin bizzat Adliye Vekili tarafından okunacağı haberi oturuma ilgiyi olağan üstü arttırmıştı. Dinleyici localarında yabancı misyon görevlileri, maslahatgüzarlar, konsoloslar, hatta kimlerinin eşleri de vardı. Oturum açıldı. Başkan Adalet Vekâleti adına tasarıyı genel kurula sunmak üzere İzmir Mebusu Mahmut Esat'ı kürsüye davet etti. Yoğun alkışlar heyecanın derecesini ortaya koyuyordu. Mahmut Esat bütün, bu yasaları hazırlarken inkılâbın önderi Kemal Paşa'dan ilham aldığını, karşılaştığı zorlukları aşmada İsmet Paşa'yı hep yanında bulduğunu belirterek konuşmasına başladı… -Yüce Türk ulusunun muhterem temsilcileri, Bu yasa devrimin anlamını ortaya koyacaktır. Yeni Medeni 149 Kanun, tarihin en hazin siması olan Türk kadınına değer verdiği için toplumu güçlendirecektir. Bugün bütün medenî âlemde çok eşlilik bir ahlâksızlık olarak görülmektedir. Kimileri gizlice bir birlerinin gözlerine baktılar, sonra utançla başlarını eğdiler. Mahmut Esat konuşmasını sürdürüyor, bilimsel görüşlerini, tarihle sosyolojiyle felsefeyle harmanlayarak belâgatla, gittikçe artan bir hızla elle tutulur bir coşkuya dönüştürüyordu. Dakikalar ilerliyor o konuşmaya devam ediyordu. Ama esas olarak yüreklerden çok akıllara yönelerek konuşuyordu… -Mecellenin kaidesi ve anahtarı dindir. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Halbuki insan hayatı her an esaslı değişimlere maruzdur. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması eski medeniyetlerle bu günkü medeniyetleri ayıran en önemli unsurdur. Halkın mukadderatını muayyen müstakar bir adalet esası yerine tesadüfî çelişkili kaidelere teslim edemeyiz. Milli hayatı içtimaiyenin nâzımı olan ve yalnız ondan mülhem olan bir kanunu medeniye'den halkı mahrum edemeyiz... Son tümceyi okumadan önce kuruyan dudaklarını bir yudum suyla ıslattı. Ateşli gözlerini salonda gezdirdi. Sakin olmak istediyse de sesi gene top gibi patladı. -Kalkan eller sayesinde on üç asırdır duran Türk halkına, Türk camiasına, yeni, aydınlık, feyizli, medenî bir hayat açılacak, kadınlarımız erkeklerimiz topyekûn halkımız oylarınızla bir kez daha tacidâr olacaktır. Sözleri bittiğinde kısa bir sessizlik oldu. Sonra birden ön sıradakiler ayağa kalkarak kuvvetle alkışlamaya başladılar. Çantasını, notlarını topladı, genel kurulu selâmlayarak kürsüden indi. O anda başardığını hissetti. Alkışlar bitmeden Besim ve Şükrü beyler kürsüye geldiler. Cumhuriyetin güçlenmesi şeriat artığı yasaların kaldırılmasına bağlıdır, kadın haklarından yoksun milletlerin bedenlerinin yarısı meflûçtur dediler. Art arda 150 hatipler kürsüye geliyorlar muhalif de olsalar fikirlerini açıkça söylüyorlardı. Lapa lapa yağan karın altındaki meclis binasında saatler akıp gidiyordu. Hava kararmaya yüz tuttu… Basın odası yoğun tütün dumanı içinde, telefonlar hiç susmuyor. İğne atsan yere düşmez, hummalı bir kalabalık. İtalyan Fransız, İngiliz gazeteciler… Telgraflar çekiliyor, ajanslara haberler geçiliyor, farklı diller bir birine karışıyor. İsviçreli bir kadın gazeteci, askılı telefonun bir parçasını kulağına yapıştırmış önündeki almaca bağıra bağıra, "Evet evet diyordu" oy birliğiyle. Türkler bir tek oy vermediler şeriat yasalarına. Hemen arkasında bir İtalyan Adliye Vekiliyle yaptığı söyleşiden tümceler aktarıyor. "Memleketimizin kadınları, çocuklarımızın anaları esirden pek farklı vaziyette değildiler. Erkekler hiçbir neden göstermeksizin bir amelenin teminatından bile yoksun olan karısını evinden atabilir, tek sözle boşayabilirdi. Artık altı ay sonra yürürlüğe girecek olan bu yasa ile dini nikâh geçersizdir. İzdivaç ancak medenî nikâh ile mümkündür." Bu sırada basın odası birden daha da karıştı. Adliye Vekili kulise çıkıyordu. Gazeteciler koşuştular. Magnezyum alevli bol dumanlı flâşlar… -Sayın Bakan, bu yasa ile kadınlarınız Avrupalı kadınlarla eşit hale geliyorlar mı? Mahmut Bey yorgun ateşli gözlerini gazetecinin gözlerine dikiyor. - Eşitliğin ötesinde, bir çok Avrupalı kadından da daha ileri bir statüye kavuşuyor. Kadınlarımız tarihimizin en hazin simasıdır… Ama onlar en az erkekler kadar kurtuluş savaşımızın muzafferidirler. -Sayın bakan ceza yasanızın çok sert olduğu söyleniliyor. -Evet, doğru çünkü inkılâp kıskançtır. Ama sizi 151 temin ederim ki yasalarımız ilmîdir. Mahmut Esatın bu sözlerini yıllar sonra bizzat İtalyanlar doğruladılar Cumhuriyet ceza yasasını onlardan almıştı. Ama onlar kendi yasalarında hukuk la bağdaşmaz değişiklikler yaptılar sonradan. Bu onları faşizmin müttefiki haline getirdi. Bu hukuk dışı düzen yıllarca hâkim oldu İtalya'ya. O zaman anladılar Bruno'nun ne kadar haklı olduğunu. Ateşe atılırken, özgürlüğün değerini kaybetmeden bilmek gerek demişti. -Sayın Bakan inkılâbın ve devletin manası mütecavizleri korkutmaktır diyorsunuz. -Evet cezalar caydırıcı olmalı, cezaevleri ıslah edici. Ve toplumsal düzende yurttaşlar yasa önünde eşit olmalılar ki suçların nedenleri azalsın. -Ama sizin siyasal özgürlüklerle ilgili suçlarda cezaları azalttığınızı da biliyoruz. -Evet, çünkü siyasal suçlarda cezalar artarsa özgürlükler tehlikeye girer. -Sayın Bakan çok sayıda sulh mahkemesi kuruyorsunuz. -Evet doğru. Adalet halkın ayağına gitmeli, halkın kapısında beklemelidir. Gazeteciler koridorun sonuna kadar ona sorular sorarak gelmişlerdi. Artık onu yalnız bırakmak gerekiyordu. Bakanın iflâh olmaz bir tütün tiryakîsi olduğu söylenirdi ama onu sigara içerken hiç görmemişlerdi. Muhabirler haberlerini geçmek için basın odasına dönerlerken Mahmut Esat da tabakasından günün ilk cigarasını derin bir istekle çıkartıyordu. Günün tarihi dudaklarından dökülüverdi. Yirmialtı Şubat bin dokuzyüz yirmi altı. 152 -Beyefendi zatınızla ilgili önemli bir konuda görüşme talep ediyorum. Sabahın erken saatinde yolunu kesen bu yaşlı adama bakar bakmaz tanıdı. İstanbul mahkemelerinin birinde yargıç. Saygıyla eğildi elini sıktı önden buyur etti. Genç bakanın hâkimlere saygısı artık bir efsane gibi dolaşıyordu kulaktan kulağa. Güney illerinden birine gittiğinde karşılamaya gelenler arasında il hâkimlerinin bulunmadığını söyleyenlere “Hâkimler hukuku temsil ederler. Onlar bizim, değil biz onların ayağına gideriz.” demesi şimdiden bir özdeyiş olmuştu. Yaşlı yargıç bin dereden su getiriyordu -Efendim takdir edersiniz ki kavanini tatbikte asıl olan tecrübedir. Bendeniz tefrik ve intihap encümeni kararıyla İsanbul'dan alınarak Karesi vilayatı aza mülâzımı olarak tayin edilmiş bulunuyorum. Birden öfkesi başına çıktı. Demek aylardan beri terfilerinin İstanbul'da yapılarak bütün maaş zamlarını aldıkları halde İstanbul dışına gitmemekte inatla ayak direyenlerden biri de bu zattı. Koridorun orta yerinde durdu. -Sizlere taşrada en büyük adlî rütbeler verildi. Yıllarca adliyenin üzerine bir kâbus gibi çöken, şunun bunun tavsiye olunmasıyla Cumhuriyet Adliyesinde artık tefeyyüz imkânı yoktur, daima yok olacaktır. Bahusus adliye âleminde imtiyaz ve istisna her meslekten ziyade bağız ve nefretle karşılanılan bir zihniyettir ki inkılâp adliyesi bunların imhasıyla mükelleftir. Konuştukça öfkeleniyor, öfkelendikçe sesi yükseliyordu. Bakanın sesini duyan memurlar, müsteşarlar müdürler koridoru dolduruyordu. Bakanın hâkime yanıtı inkılâbın ilkelerinin bir kez daha toplum önünde izahına dönüşmüştü. -Biz kendisi için imtiyaz talep edenlerin eline 153 hukukun keskin kılıcını emanet edemeyiz. Yaşlı yargıç, efendim müsaade buyurun falan gibi bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Bakan onun bu tavrına daha da içerledi. - Özellikle hâkimliğin ulviyetinin, hukukun her türlü bağdan azade, münhasıran kanunla takviye edilmiş üstünlüğünü, hâkim masuniyetini buraya gelerek bizzat ayaklar altına aldınız. Yargıcın yüzü sarardı, elleri titriyordu. Bu hali birden dikkatini çekti bakanın, sustu. Az sonra mesleğe ilk atamaları yapılacak hâkim ve savcı adaylarının ad çekme töreni vardı. Öfkesi duvarlarda yankılanılarak yürüdü gitti. Al bayraklar, defne mersin çelenkleriyle süslenmiş tören salonunun bütün ışıkları yanıyordu. Ankara adliyesinin hâkimleri savcıları, temyiz mahkemesi üyeleri ve arka sıralarda genç adaylar. Kimi Karadeniz'in çay bahçelerinden, İç Anadolu'nun buğday tarlalarından, kimi doğunun bin bir çiçekli geçit vermez karlı dumanlı dağlarından, kimisi de Akdeniz'in turunç kokulu yaylalarından gelmişlerdi. Heyecanlı yüreklerinde engin denizlerin kabaran dalgaları, avuçlarında ter. Dikkatle hayranlıkla bakanı dinliyorlar. Sözcüklerin bütün anlam çerçevelerini bir birine ulayarak konuştukça, dinleyenleri yeni düşüncelerin engin ufuklarına götürüyordu. Coşkunlukla konuşuyor, bu coşku salonu bir sihirle sarıyordu. Sanki gözleri bağlı meleğin kanatlarıyla karanlık ufukları bir anda aşarak bütün mazlumların hakkını zalimlerin elinden bir bir alıp teslim edecekti. - Ey Cumhuriyetin Savcıları! Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da bu vatanda yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından sizler mesulsünüz. Adayların yürekleri defne çelenklerinin yaprakla154 rıyla birlikte titriyordu. Sözleri biter bitmez hepsi ayağa kalktılar. Bir çoğunun genç yüzleri göz yaşlarıyla ıslanmıştı. Az sonra giyecekleri cüppeleri şimdiden omuzlamışlar gibi gururun ve onurun ağır birlikteliği içinde bakanı saygıyla selâmladılar. Ertesi gün gazeteler hâkim adaylarından Süreyya Hanımın İzmir'e, Melahat Hanımın Bursa'ya, Nigar Hanımın İzmit'e aza hakim olarak atandıklarını duyuruyordu. Tarihin en hazin simasını, Cumhuriyet inkılâbının adliyesi en yüksek kürsüye çıkararak taçlandırıyordu. Bu haber öyle büyük bir sevinçle kabul gördü ki en ücra yerlerde kulaktan kulağa dolaşıyor, gazete haberi efsane söyleme dönüşüyordu. Hâkim hanımların atandıkları yerlerde kimileri bu efsaneye gözleriyle tanık olmak için adliyelere geldiler. Kapıları günlerce onları görmek, sadece görmek isteyenlerin meraklarıyla açıldı. Elleri hamurda, tezgâhta, bebekte belekte kadınlar, kimsesizlerin kimsesinin Cumhuriyet olduğunu bütün varlıklarında bilinçle değil ama duyumla sezdiler. Bu duyumun bilince dönüşmesi için inkılâbın kesintisiz sürmesi gerekiyordu. İnklabın adliyesi işte bunun için özenle inşa ediliyor, bunun için Cebeci'de bir “Mektep” yapılıyordu. Batı'dan İncesu Deresi, Aktepe Çamlığı, güneyde Balkeriz Bağları'yla çevrili bu semtte oturanlar artık biliyorlar Hukuk Mektebi buraya yapılıyor. Yakupabdal köylü taş ustaları geceleri bile durmaksızın büyük varillerden taşan alevlerin kızıl parıltısında çalışıyorlar. Taşları yontan çekicin, ahşabı kesen hızarın sesi kış gecelerinin soğuk, karlı, rüzgârına karışıyor. Kocaman sütunların arkasındaki büyük kapıların camları daha bu sabah takılabildi. Meşe oturmalıklar çelik sıralara vidalandı dizildi, büyük anfiye yerleştirildi. Orta avlunun mermerleri Afyon'dan, kara kara bazalt taşlar Kırklareli'nden geldi. İki 155 katın ortasındaki açık avluyu örten geniş cam çatı bu bulutlu ocak ayında bile gün ışığını yakasından tutup aşağıya indiriyor. Arka taraftaki uzun bina yatakhane. Bu zor koşullarda kararlılığın abidesi dikiliyor Cebeci'ye. Devrimin müeyyidesi Ankara Hukuk Mektebi. Ama hukuk devrimini koruyup kollayacak, geliştirerek yılların ötesine taşıyacak bu abide, ancak, öğrencilerin gelişiyle canlandı. Şimdi uğuldayan bir arı kovanı “Mektep”. Öğrenciler telâşla hazırlanıyorlar. Sabah çorbaları hazır. İçip bitirenler çabucak büyük anfiye koşuyorlar. Hukuk Fakültesi öğrencilerine ihtilâlin tarihini bizzat Bakan anlatıyor. Öteki hocalar Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akcura, Cemil, Süheyl, Nazmi Beyler bakanın hocaları atamasına karşı çıktılar. Üniversitenin bağımsızlığı karşısında “Vekâlet haddini aşmamalı” dediler. Bu nedenle hocaları tedris heyeti seçiyor. İhtilaller tarihi dersini Mahmut Esat'ın vermesini onlar uygun buldular. Bu heyet iki onursal san da verdi. Tedris Heyeti onursal başkanlığı Mustafa Kemal'e ve Fahrî Türk Hukuk Tarihi Profesörlüğü İsmet Paşa'ya. Tedris Heyeti, inkılâpçı hukukçular yetiştirecek bir çığır açmak amacına ancak hukuku mukayeseli ve muhakemeli öğretmekle ulaşılacağını ilk günden açıkladı. Harward Mektebi, Lozan Mektebi gibi Türk halkının ihtiyaçlarına, inkılâbın amaçlarına hizmet edecek bir Ankara Mektebi oluşturmayı bilimsel hukuka böylece bir katkı sunmayı amaçlıyorlar. İki genç öğrenci, Gemlikli Necati ile Beypazarlı Hüseyin yatakhaneden koşarak çıktılar, yemekhaneye geldiklerinde kar atıştırmaya başlamıştı. Necati kısa boylu güleç, hep iyimser. Kalın dudaklarının üzerinde küçük kalkık burun, sevecen gözler. Hüseyin uzun mu uzun, yüzü asık mı asık, sıska mı sıska. Yoksul ailelerinin bulup buluşturarak diktirdikleri takım elbiselerini ders biter bitmez çıkarıyor, pantolonlar yatakların altına düzgünce seriliyor 156 her gece. Ama bu sabah pantolonları ütülettiler. Beyaz gömlekler tertemiz. Çorba soğumuş, yok ziyanı. Son lokmalarını yutuyorlar gözleri duvardaki büyük beyaz saatte. Bu yıl açılış dersi ihtilâller Tarihi ile başlayacak. İngiliz Fransız inkılâpları ve prensipleri, ikinci yarı yıl Rus ihtilâli, Türk ihtilali ve prensipleri. Sonra Avrupa İtalya ve Almanya'daki yenilik hareketleri. Bu dizgeyi Mahmut Hoca kendisi hazırlayıp uyguluyor. Koşar adım bahçeye çıktılar. Tam döner kapıdan geçecekler, Hüseyin durup ceketini çekiyor Necat'inin. -Yav baksana diyor bizim maaşlara zam varmış bu ay. -O da niye? -Yahu kardeşim duymadın mı, Mahmut Hoca Profesörlük maaşını bizlere bağışlamış. Bu ay sıra bizim guruptaymış. -Eee -Yav Necati beni sınıyor musun sen. Biz ikinci gurupta değilmiyiz? Necati duraklayarak soruyor. -Yapma yav. Kaç para ki? Hüseyin yanıtlamadı arkadaşının kolunu tekrar tuttu başıyla önlerinde yürüyen üç kişiyi işaret ediyordu. Mahmut Hoca'yı hemen tanıdılar. Yanındakilerle ateşli bir tartışmayı sürdürerek yürüyordu. Başında geniş kenarlı siyah fötr, üzerinde uzun trençkot, valiz yavrusu hırpanî çanta… Az sonra kürsüye çıkacak açılış dersini verecekti. Artık hukuk mektebinin adı Hukuk Fakültesiydi... Ankara'nın kasım göğü erken karını indiriyordu bahçedeki küçük çam fidelerinin üzerine. Hüseyin ile Necati Çankaya yönünden gelen Gazinin arabasını gördüler. Ankara Hukuk Fakültesi'nin ilk açılış dersini izlemeye o da geliyordu… 157 Yüksekkaldırımla Tünel arasında bir aşağı bir yukarı bağıra çağıra koşan çocuk, kolunun altından çekip çekip uzatıyor gazeteleri. - Yazıyor yazıyor İstabul Cumhuriyet Savcısı Kenan Bey'in talebiyle Jul Fresko, Jac Basat, Saloman Nasi ve İbrahim Beyzade Lütfü'nün irtişa ve Cumhuriyet'in şerefiyle oynamak suçlarından tutuklandıklarını yazıyor. Küçük tünel'den çıkanlar, tramvaylardan inenler binenler kapışıyorlar çocuğun uzattığı akşam gazetelerini. Gazeteci küçük çocuk eski pantolonunun cebindeki sarı kuruşları şıngırdatarak durmaksızın bağırıyor. - Adalet bakanının hırsızları teslim alacağız dediğini yazıyoooor! İbrahim Beyzade Lütfü ve Şürekâsı şirketinin barut ve patlayıcı maddeler ithalindeki yolsuzluk haberini insanlar günlerdir ilgiyle izliyor. Küçük gazeteci çabucak tükenen ilk baskının yerine yenilerini almak için yokuş aşağı seğirtiyor. Aynı saatte Ankara'da Adalet Bakanlığı'nda yoğun bir çalışma var. Rüşvet alıp verenlerin süratle devlet görevlerinden el çektirilmesini sağlayacak bir kanun tasarısı hazırlanıyor. Yasa bir an önce meclise sevk edilmeli. Bakan bizzat yazıyor yasanın metnini. Birkaç gün sonra, Tünelin Karaköy çıkışında aynı küçük gazeteci bağırıyor. - Yazıyor yazıyor, Vakit muhabiri Namık Bey, rüşvet lekesinin büyüdüğünü yazıyor. Son Posta ve Yarın gazeteleri hakkında efkâr-ı umumiyeyi yanıltmaktan dava açıldığını yazıyor. Cumhuiyetin ilk skandalı bu. Uluslararası silâh tacirlerinin taşeronu mu bu adamlar? Bunun için mi rüşvetler verilip alınmış? Aynı gün akşamüzeri, Ankara. Hava gergin. Büyük devletlerin baskıcı hayaletleri geziniyor Bakanlık 158 koridorlarında. Yabancı elçiliklerin sekreterleri, yabancı şirketlerin temsilcileriyle birlikte oradan oraya koşuşturuyorlar. Akşama doğru kulağı delik gazetecilere ulaşıyor haber. Adalet Bakanı basın açıklaması yapacak. Merakla koşuyorlar bakanlığa. Bakan her zamankinin aksine sakin görülüyor. Perçinlenmiş bir kararlılığın sükûneti bu. Ama söze başlayınca içindeki öfke ortaya çıkıyor. - Altı yıl boyunca izlediğim politikadan dolayı muhalifler, mürteciler, suikastçılar, ecnebi yardakçıları yorgun ve bîtap düşmüştür. Hırsızlar mutlaka teslim alınmalıdır. Bu nedenle devletin kudretli kisvesini bir yana bırakarak sade bir vatandaş sıfatıyla da memleketin hesabını sorabilecek zindeliğimizin varlığı bu şer cephesince bilinmelidir… Herkes bir birine bakıyor. Bir istifa mı bu, Bakan bunu mu açıklıyor? Evet artık bakan olarak kendisini engelleyen bağlardan kurtulmak, bütün mücadelesini özgürce yürütmek istiyor. Adalet Bakanı olarak değil Yurttaş Mahmut Esat olarak, mecliste mebus olması yeter. Cumhuriyeti yalnız savunmakla kalmayacak ona sahip çıkanlarla birlikte saf tutmayı da sürdürecektir. 159 Heybeli Ada'da bahar. Bu yıl bahar gecikti. Nihayet, mimozalar mor salkımlar, çardak gülleri. Ama gözlerde eski baharların pırıltısı yok. Dünya allak bullak bu bahar. Türkiye'de de insanlar tedirgin. Neden kocası hâlâ hep hedef tahtasında. İngiliz liralarıyla döşenen ihanet yolunun yolcusu Şeyh Sait'ten bu yana hep Mahmut hep Mahmut… Mustafa Kemal'e açıkça saldıramıyorlar da ondan mı? Hani ne derler semerini dövermiş... Arap dünyası önce bize destek olmalı değil mi? Muhammed'in torunu Şerif Hüseyin İngiliz yönetiminin kralı olmayı ne de çabuk kabul etti. Sonra Gazi'ye suikast. Daha kaç ay geçti üzerinden? İstiklal Mahkemeleri nedeniyle ne çok saldırdılar ona. Oysa kaytaklığın taltif edildiği nerede görülmüş? İngiltere'de Kraliçe, Fransa, neler yaptılar ve yapıyorlar? Feheda artık dayanamıyor. Tükendi. Herşeyi bırakıp İzmir'e dönmeyi bile düşünüyor. Mahmut bir başına ne yaparsa yapsın. Her gün daha sinirli, daha uzak. Bakanlık bitince biter bütün bunlar sanırdım. Ne kadar aldanmışım. Bizim hiçbir zaman asude bir yuvamız olmayacak. Oysa ne güzel şiirler okur o bana. Akşamları kamelyada baş başa. Nazım'a merak sardı son günlerde. Salkım Söğüt'ü okuyor, nasıl içten nasıl tutkuyla, yüreğinden gelen o yankılamalı sesiyle… Feheda bir süre gözlerini kapatıyor, sonra kendi kendine mırıldanıyor, “Kardır yağan üstümüze geceden/Yağmurlu karanlık bir düşünceden/Ormanın uğultusuyla birlikte/Ve dört nala dümdüz mavilikte/Kar yağıyor üstümüze inceden/Sesin nerede kaldı her günkü sesin…” Ah sevgili Dıranas! Birden kulak kabarttı. Bu tıkırtı da ne? Ayşenaz? - Benim Feheda abla yatmadın mı? Üzerinde uzun beyaz geceliği, küllü sarı saçları iki omzundan dökülüyor Ayşenaz'ın. - Neden yatmadın kızım? Geç oldu. 160 - Ne bileyim siz böyle kederle burada çamın altında otururken uyuyamadım. İster misiniz size soğuk karadut şurubu getireyim? İçiverin. Ben kalkar alırım. Kızlara baktın mı? Sofanın camını açmıştım üşümesinler kapatıver. Fıstık çamlarının, yeşilleri belli belirsiz kara gölgeli dal uçlarında mavi bir ay. Hüseyin Rahmi'nin evi. Sivri çatısının tam üzerinde ayın mavisi. Rahmi Bey bahçedeki ıhlamurun altında oturuyor olmalı. Kapısının önündeki ağacın dalında solgun ampulün çimkelenen ışığı görünüyor. Pala bıyıklı ev arkadaşı gittiğinden beri pek kederli diyorlar. Yeni romanı Billur Kalp'deki kimi sahneler bazılarını rahatsız etmiş olmalı. Uzaklardan biri mızıka çalıyor. Bildik bir müzik bu ama neydi bu? Şey… Nal sesleri dikkatini dağıtıyor. Bir faytonunun kişneyen kısrakları tırısa kalkmış olmalı. Nal şakırtıları bahçe duvarının önünden akıp geçiyor. Sonra sessizlik. Mehtaba, denize baktıkça bu sessiz görkem hüznünü daha da arttırıyor. Adalar denizi önünde uzanıp gidiyor taa karşı kıyıda yakamozlanan pırıltılara kadar. Mehtapla sırmalanmış deniz zihninde birden kapkara bir okyanusa dönüşüyor. Demek sekiz can bu karanlıklar kuyusunda yok olup gitmişti. Ali İhsan Paşa'nın kömür yüklü Bozkurt gemisi. Fransızların Martin şirketinin Lotus'una böyle karanlıklar içinde ecel gibi gelip çarptı demek. O anda acaba neler yaşandı kamaralarında, güvertelerinde ambarlarında, bu gemilerin. İzmire vapurla gidip gelişlerinde görürdü onları. Çokçası Boğazın Karadeniz'e bakan köylerinin kırmızı yanaklı, sivri çeneli çocuklarıydı. Etsiz, kemikli yüzlerinde gümrah sarışın bıyıklar, başlar tıraşlı. Konuşurken yere bakarlardı. Karıları kim bilir nasıl bir yürek kabarmasıyla bekliyorlardı. Şimdi dul kaldılar, yirmili yaşlarında, genç dullar. Çocukları yetim. Rizeli ateşçi Mustafa İbrahim. Gazeteler özetledi anlatımlarını. 161 “Biz sığrı kenarı üzerinde altı mille yolumuza devam ediyorduk. Lotus da İzmir'den, Sakız Boğazı'ndan geliyordu. Bizim de onunda sağ yanı takip etmemiz lazımdı. Lotus on beş mil süratle üzerimize geldi. Oysa sağı izlemesi gerekirdi. Bizim kaptan üst üste düdük çaldı. Baktık geliyor bağırmaya başladık. Yer gök kapkara zindan. Seslerimiz karanlığın içinde kaybolup gitti. Son bir iki dakikada Lotus sancak alabanda yaptı ama geç kalmıştı. Geldi ortadan bize bindirdi. Kazan patlamıştı. İstim iki ateşçimizi, Göreleli Hüsnü ile Sinoplu Ahmed'i yaktı. Lotus geri geri çabalamaya başladı. Tayfalar Sürmeneli Aslan ile Arap İbrahim kıç direğinin dibine kaçtılar. İkisi de kıç kısmı batarken direğe sarılmışlardı. Arslan Mehmet direğin tepesinden suya atladı. Çarkçı Nizamettin kıç taraftan Lotus'a zincir atıp tutunmak isterken denize düştü. Onu Lotus'tan bir İngiliz seyyah simit atıp kurtardı. İkinci kaptanın ölümü hepsinden acıklı oldu...” Feheda yüreği titreyerek Hüsnü Efendiyi düşünüyordu. Lotus onu ezmişti. Kömürcü bahriye mütekaidi Tahsin, karanlık sularda kaynadı gitti diyor. İstanbullu Hakkı, luntal demirine can havliyle yapışıyor oysa demir kıpkızıl ateş. Ben diyor Tahsin Bey, onun çıra gibi yandığını görünce tutunmadım demire. Tahtayla kurtuldum ben. Tayfa Mustafa ile Hacı Kadir'in öldüğünü karada öğrendim… Feheda'nın gözünde akkor halindeki demir direğe yapışmış kalmış tayfalar geliyor. Bazı geceler elektrik telleri akkor olur hani, serçelerin bıldırcınların kırlangıçların tırnakları arasında titrer durur. Nasırlı kocaman elleri tayfaların kıpkızıl demire tutunmuş yanıyor. Ve şimdi ne diyor Tan Gazetesi? “Jean Demos'u tutuklayan hâkim ve savcılar, savcı Fuat, sorgu hâkimi Hatemi uluslararası hukuka aykırı davranmışlardır. Fransız Dış İşleri Bakanı Briandin hemen salıverilmesini emretmek küstahlığını göstermişse bunun sorumlusu bu iki hâkim ve 162 savcıdır.” İçi daraldıkca daralıyordu. Gözleri yanıyordu ama bir nebze uykusu yoktu. Gene de kalktı ön verandanın kapısın kapattı. Artık çıkıp yatmalıydı. Birden görüverdi, ön bahçenin kapısında bir kadın. Aa Gündüz Bey'in kızı bu. Üzerinde tenis etekliği, buluzu. Gecenin bu vaktinde neden gelmiş olabilir? Elinde bir tomar dergi gazete. - Işığını görünce geldim Fehedacığım. Sana bunları getirdim. - Gel canım gel, bahçedeydim. Ama bunlar Fransız gazeteleri. - Evet, onun için getirdim sana. Birlikte içeri giriyorlar. Le Jurnal, Figaro, Matin, Excel Soir… Haber başlıkları yorumlar bir birinden keskin hatta küstah… “Ankara hükümetine Fransızların fazla yüz verdiği... Türk makamlarının laubaliliği, Türk zabıtasının Fransa'ya karşı tuzağı, Türkiye'nin Fransa'ya hakareti, meşhum Lozan Antlaşması...” İki genç kadın yuvarlak masanın üzerine kapanmışlar gazetelerin birini bırakıp ötekini alıyorlar. Feheda dizgi biçemine göre önemsediği yazıları uzatıyor, - Nejlacığım lütfen şunu da tercüme et bana. Franszcayı hiç anlayamıyorum. Anlat anlat. Bak bak şurada savcı Süleyman Bey'in adı var ne diyor? - Fehedacığım biliyor musun bu günkü oturumda ağır ceza mahkemesi Fransız kaptanın mevkufiyetinin devamına karar verdi. - Ben de Yunus Nadi Bey'in yazısını okudum. Diyor ki Türkiye hakkında bu kadar cahil olan bir memleketle dost dahi olunamaz. - Kardeş, hukukçular bile ikiye bölünmüşler, bazıları Kaptan Demostos'un serbest bırakılmasından yanaymış. Sonra sustular. Yeni gölgeler mi düşüyordu 163 memleketin üzerine. Karanlık bulutlar, gene çan sesleriyle mi Hıristiyan Avrupa'nın müşterek cephesinden ateş edeceklerdi üzerimize. Çağdaş uygarlığın öncüsü Fransa neden hukuku reddediyor, kapitülâsyonlardan vaz geçmek istemiyordu? Batı uygarlığıyla batı sömürgeciliğinin iki farklı yüzü. Biz birine batının uygarlığına sahip çıkarken ötekini sömürülmeyi reddettiğimiz için mi bize yükleniyorlardı? Nejla ile Feheda'nın suskun dudaklarının ardında bir birine ulanıp gidiyordu sorular. İki genç kadının korkuyla sustukları saatlerde Ankara'da Çankaya'da iki adam saatlerdir süren bir toplantıda Mahmut Esat'ı dikkatle dinliyorlardı. Gece sabaha açılırken bir birlerinin gözlerine bakarak bir karara varmaya çalışıyorlardı. -Paşam izin verin Lahey Adalet divanına gidelim. Kim haklı kim haksız orada belli olsun. İzin verirseniz davamızı orda ben savunayım. Fransızların istediğini yapar da bunları salıverirsek Fransızın karşısında boyun eğmiş olacağız. Halbuki Lahey'de kaybetsek dahi uluslararası bir mahkemenin hükmüne uymak büyüklüğünü göstermiş oluruz. İzin verin Lahey'e gidelim. Ben orada savunmayı üstleneyim. Eminim kazanacağız. Kısa bir an sustu. Sonra kötüsünün geleceğini de düşünerek kederli bir sesle konuştu. - Kaybedersem geri dönmeyeceğim Paşam. İki adam, İsmet Paşayla Gazi onun heyecanla buğulanan gözlerine baktılar. Mustafa Kemal yerinden kalktı, büyük savaşlardan zaferlerle çıkmış olmanın güvenciyle gülümseyerek geldi, omuzlarından tuttu. Güçlü parmaklarıyla sımsıkı kavradı. - Güle güle git! Kazanacaksın. Kazanmasan da bu millet seni gene bağrına basacaktır Mahmut. Müsterih ol! İşte şimdi sisli bir eylül sabahı Avrupa'ya giden trenin hemen önündeler. Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü 164 Aras, Profesör Camal Hakkı Selek, taa Darül Fünün Hukuk Mektebi'nden beri kendisini gururla umutla izleyen devletler hukuku hocası Cemil Bilsel, Yusuf Kemal, Reşat Nuri. Bir yıl boyunca çabalarını yüreklerini ortaya koydular. Bütün dünyada hukuk alanında kuram, uygulama didik didik edildi. Örnek kararlar incelendi. Adeta resmi olmayan bir akademi oluşturuldu. Mahmut Esat'ın içi hâlâ rahat değildi. Fransız ve İngiliz hukukçularının görüşlerini de özel olarak aldı. Küçük bir odada yatıp kalkıyordu. Ankara'da, kapısı penceresi kapalı odalara, kütüphanelere, kitaplara raporlara içtihatlara mahkeme kararlarına kendini hapsetmişti. Bir kaç kez İngiltere'nin Fransa'nın üniversitelerine kadar gitti. Mahkeme arşivlerine daldı. Kendisini öylesine bu ulusal davaya vermişti ki ailesini kızlarını evini barkını unutmuş gibiydi. Heybeli Ada'dan gelen telgraf kapandığı odaların kapılarını pencerelerini birden ardına kadar açtı. Yeniden yaşamın, esenliğin gün ışığı girdi gönlüne. Yeniden hayata döndürdü onu. “Bir de tarihi gevherini bil, çalış/Oğlum adın gibi Yüksel…” gözlerinden yaşlar boşandı birden. Ah Feheda ne çok haksızlık ediyorum sana. Demek bu kez oğlan. İmza olmasaydı da bu ebcet hesabı ile bildirilen doğum tarihini Hüseyin Siret'in düşürdüğünü bilirdi. Hey koca adam! Heyecandan ne yapacağını bilemedi, dolandı durdu, sonra küçük bir not yazdı defterine. “Yirmi üç Ağustos bin dokuz yüz yirmi yedi. Oğlum oldu. Bir iki günlüğüne onu görmeye Heybeli'ye gidiyorum.” İşte Yüksel henüz yirmi günlük bir bebekken babası bir kez daha yurt savunmasına koşuyordu. Bu kez Lahey Adalet Divanı'nda, kürsüde cepheyi tutacaktı. İşte şimendiferin önünde çekilen o resim hukuk cephesindeki müfrezenin fotoğrafıydı. Tren Avrupa topraklarına girerken Türkiye'de gazeteler onun sözlerini üst başlığa çıkarmışlardı. 165 “Kapitülâsyonlara alışık olanlar bilmelidirler ki Türk devleti esir devletleri alakadar eden en küçük bir ananenin iddiasına muvafakat edemez. Biz hakkımızı müdafaa ediyoruz.” Son tümce bütün gazetelerde iri harflerle basılmıştı. Karakteri istiklal olan bu ulusun temsilcileri, hükmetmeye sömürmeye alışık Avrupa'nın, atalarının bilimsel düşünsel kültürel kalıtıyla mağrur, valonlu, kravatlı, koca cüppeli hâkimleri önünde dim dik durdular La Heye'de. Bu diklik ulusal onur kadar, bilgisel düşünsel birikim, duyarlılıkla iyi silahlanmış küçük ama inançlı bir müfreze olmalarındandı. Sonunda karar açıklandı. Kibirli Fransızlar Türkiye karşısında kaybetmişlerdi! Üstelik tazminat talepleri de reddedilerek. Genç Cumhuriyetin adliyesi uluslararası hukuka örnek bir karar armağan etmekle kalmıyordu. Kapitülâsyonları kaldıran Lozan ilk kez uluslararası bir mahkeme kararıyla onaylanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti 'nin ulusal hukukunu korumaktaki kararlılığını böyle bir başarıyla taçlandıran Mahmut Esat'ın soyadı Artık “Bozkurt” olmalıydı. Bu ad Atatürk'ün ona armağanı oldu. Onlar yurtlarına döndükten sonra Fransızlar uzun zaman bu yenilgiyi tartıştılar. En çok Türkiye'nin taktik başarısından söz ediliyordu. Bir baş makalede şöyle deniliyordu. “Fransız kaptanın tutuklanmasında Türkiye uluslar arası hukuka uygun hareket etmiş midir? İşte bu soruyu Türkler yargılama sırasında, ustaca bir taktikle, aykırı hareket etmiş midir şekline çevirdiler. Uygun yerine aykırı… Böylece bir tek sözcük değişimiyle ispat külfetini Fransa'nın üzerine yıkmayı başardılar ve biz kaybettik. Türkler bu zekice savunmanın mimarı Mahmut Esat'la övünmekte hep haklı olacaklardır...” 166 Bütün eziyetler, gerilimler heyecanlar, sabahlanan geceler övgüler her şey geçti gitti. Görevini başarmanın erinciyle, şimdi dünyada en çok sevdiği yerde. Zeytin nar incir, limon turunç ağaçlarının altında. Efes kalıntıları kadar uzayıp giden Roma su kemerleri boyunca rüzgârın sırtında at sürüyor. Yolun kıyısında yaşlı bir köylü. Sabanın önündeki cılız öküzü dürtükleyip duruyor. Toprak sert, tarla taşlı, adam yaşlı. Öküz de adam gibi bir deri bir kemik, dermansız. Attan iniyor. - Kolay gele baba. Adam kirpiksiz gök gözlerini çevirip bakıyor. Can pahası zamanlarda geçen ömrünün, tekinsiz kırların, doğasına kattığı uyarılmış gizli bir dikkatle bakıyor… Kubbeli açık alını altında iri kara gözlerini karşısındakinin üzerine tutup, sâdalı bir sesle konuşan, bu doru atın üzerindeki binici de kim? At da at hani! Alnı akıtmalı ard ayak seki. Savatlı başlık, sıvama dizgin, parıl parıl kantarma, şebeş kolu... Tepindirik kösele kaltak üstünde yüksek kaşlı çerkez eyeri. Üzengiler tokalı, kararmış ama gümüş olduğu belli. Kim acep bu? - Sağol Beyim. Ne edelim rençperlik irezillik. Sen kimlerdensin nereden gelip nereye gidersin? La Hey kahramanı attan iniyor. Herkese tanıttığı gibi tanıtıyor kendini. - Kuşadalı çiftçi, Hasan oğlu Mahmut Esat. Adam boyunduruktan kurtulan öküzle meşgul. Yağmur tek tek atıyor. Hava soğuk poyraz. Az ötede denizin üstü kapkara. İhtiyarın üzerinde eski bir asker ceketi. Yırtıklarından teni gözüküyor. Kuşadalı Mahmut Esat'ın boğazı düğüm düğüm, şakakları atıyor, alnında o tek damar gene gömgök. Yüreği parçalanıyor. Haykırmak istiyor. Hırsızlar! Teslim olun!.. Paltoyu çıkarıyor sırtından, 167 giydiriyor ihtiyara. Sonra atladığı gibi atına mahmuzlayıp gidiyor. “Lozan'da bana verilen harcırahla yedim içtim. Birkaç kitap, bir de palto aldım. İşte bu da harcırahtan artan.” Bakanlık mutemedi tekrar ayağa kalkıp saygıyla eğiliyor. Duygulanışın heyecanıyla titriyor sesi, “Mahmut Bey, diyor bunlar sizin hakkınız.” O çoktan çıkıp gitmiş odadan. mutemet siyah tahta masanın üzerindeki franklara bakıyor. Yağmur gök gürültülü ayazla inerken Arvalyada'ki yaşlı köylünün kürklü paltoya sarınarak toz bulutu içinde uzaklaşıp giden atlıya baktığı gibi bakıyor. Hayranlıkla gönül borcuyla… Akşam İzmir'de arkadaşı Avukat Murat Çınar'ın yazıhanesinde buluştular. - Ne, Avrupa'dan aldığın o güzelim paltoyu mu verdin adama? Mahmut Esat kahveyi yudumlarken sigarasını yakıyor. - Zaten halkın parasıyla alınmıştı. Şimdi Kemeraltı 'na gider hazır elbisecilerden bir palto alırım kendime, diyor. Öyle de yaptılar, Kemeraltına gidip dükkânların önünde sallanıp duran harcıâlem hazır paltolardan birini yirmi lira verip aldılar. O akşam sofrada gene türküler, Bağdatlı Ruhi'den, Fuzuli'den, Ziya Paşa'dan gazeller okundu. Sonra Hüseyin Rıfat'ın mermi taşıyan kadınlar için yazdığı şiiri okurken birden bire kendini tutamayarak ağladı. “Sabanı ardında bakır çehreli kır saçlı kadın/İçi kevser gibi ayran dolu bakraçlı kadın/Kükremiş kaplana binmiş/Eli kırbaçlı kadın/Kim bu omzundaki gülleyle koşan taçlı kadın?” Sonra susuyorlar. Dağların kuytularında yoksulluğun acısıyla kuru toprağı deşenleri, iki taşın arasında bir buğday tanesini ezerek parmak basıp yiyenleri 168 düşünerek susuyorlar… Gençten biri ayağa kalkıyor uzun bir şiir okuyor. “Anne deniz nerede, yalımız nerede? Hani gideceğiz İzmir'e der de? Beni uyuturdun dizinde anne? Yeşil bir bahara büründü dağlar/Bülbüllü bahçeler üzümlü bağlar/Kimlerin işine yarıyor anne? Genç adam okumayı sürdürüyordu onun zihninde ise Kemalettin'in başka dizeleri yinelip duruyordu. Belki şimdi sana son sözlerimi yazmadan... O ne anne o ne geri dönmedim diye… Birden silkindi ayaklandı. Haydi dedi kalkalım daha yapılacak çok iş var... 169 İzmir limanında depolar antrepolar, pamuk incir, demir, krom tütün yüklü şilepler. Dünya büyük ekonomik bunalımın pençesinde kıvranıyor. Fabrikaları durmaksızın çalışan, kâr için ürettikçe üreten ülkelerin limanlarında mal yüklü şilepler demir alıp açılamıyor dünya denizlerine. Dünyanın kuzey ve güney yarı küresi patlamış bir yaz narı gibi ikiye ayrılmış durumda. Açların ve aç gözlü tokların dünyası… Amerikan borsası hızla yükseliyor, ardından Wallstreet'deki zincirleme iflaslar, gittikce derinleşen kriz, işsizlik çığ gibi büyürken ücretler düşüyor. Dünyanın sanayileşmiş ülkelerinde kitlesel gösteriler, genel grevler. Newyork valisi Roosvelt otuz beş bin kişinin katıldığı protesto gösterisini dehşetle izliyor. Birden hiç hesapta olmayan bir şey oluyor. Polisin sert eylemleri kenti bir anda sokak savaşının alevleri içine atıyor. New York ateşler içinde. Ve ateş dünyayı kasıp kavuruyor. Savaş... Çine saldıran Japonya Mao'nun askerleriyle boğaz boğaza. Çin komünist partisi hızla güçleniyor. Stalin'in Mareşal üniformalı resimleri geri tarım ülkesi olmaktan kurtulmakta olan Sovyetlerin sanayi kentlerinin üzerine düşüyor. Gürcü diktatör ortak malcılığı acımasız uygulayarak hızla silah sanayine yatırım yapıyor. Bütün cephelerde önce kadınlar ve çocuklar ölüyor. Bu ateş barut içindeki çalkantılı dünyada genç Türk Cumhuriyeti ulusal politikalarını koruyarak gelişmesini sürdürmeye çalışıyor. İsmet Paşa'yı getiren tren küçük bir Anadolu kentinde istasyon binasının taş duvarları önünde duruyor. Trenin kapısı açılıyor ve paşa daha toprağa basmadan halkın elinde Serbest Cumhuriyet Fırkası lideri Fethi Bey'in resimlerini görüyor. Karşılayıcılar sessizce öylece gözünün içine bakarak kaldırıyorlar resimleri. Paşa kürsüye yöneliyor, çok partili hayat, demokrasi, savaş ve barış üzerine konuşuyor. Durgun gözlerin, coşkusuz ellerin 170 alkışları. Ama küçük bir gurubun protestolu haykırışları durmuyor. Sonra bir küçük çocuk fırlayıp geliyor kürsünün önüne. Sonra bağırıyor. “Sen beni aç bıraktın!” Herkes susuyor. İsmet Paşa eğilip kaldırıyor çocuğu, kürsünün üzerine oturtuyor. Yüzünü avuçlarının arasına alıyor, “Evet ama babasız bırakmadım, bırakmayacağım!” Protestocular şaşkın. Halk alkışlıyor. Paşa nihayet umduğu rüzgârı yakalamanın mutluluğuyla gülümsüyor. Aynı saatlerde bir başka garda Uşak üzerinden bir başka tren giriyor İzmir'e. Tren orta Anadolu'dan geliyor. Mahmut Esat, bu kez İsmet Paşa kabinesinin Adalet Bakanı olarak “Türk Adliyesini denetim” gezilerinin birinden daha dönüyor. Aylardan beri bütün yurdu karış karış dolaştı. Türk devriminin “müeyyidesi” olan Cumhuriyet yasalarının uygulanışını bizzat görmek, Adliye binalarının açılışlarını yapmak, cezaevlerini ıslah evleri haline getirmek, adaleti halkın ayağına parasız götürmek... Dört Eylül. İzmir depoları dış satım ürünleriyle dolu. Gemiler demir alsalar gerek. Yeni Asır günlerden beri karma ekonomiye son verecek tedbirlerin derhal alınmasını ilişkin yayınlar yapıyor. Ver yansın ediyor İsmet Paşa Hükümetine. Cumhuriyet Halk Fırkası yanlısı Anadolu gazetesi o günlerde okurlarına İzmir'de Fethi Beyin halka hitap edeceğini duyuruyor. Hükümete eleştirilerini Mahmut Esat'ın seçim bölgesinden gönderecek. Yedi Eylül... Tek parti yönetimine duyulan öfke Alsancak spor alanını tıklım tıklım dolduruyor. Davullar zurnalar bayraklar. Fethi Bey, sanayici, çiftçi, iş adamlarının eşliğinde alkışlarla alana giriyor. Hoparlörler sonuna kadar açılmış. Kalabalık ısıtılmış tef gerginliğinde. - Cumhuriyetin temel ilkelerine yürekten bağlıyıııız! İlk tümce alkışlar bravo sesleri arasında yitip gidiyor. -Sevgili İzmirliler! Partimiz laik ve liberalizmi 171 benimseyen bir partidir. Bunu önemle bildirmek isterim kii… Sonra birkaç tümce daha. Ama halk sanki dinlemeye değil, alkışlamaya bağırıp çağırmaya, muhalefetini sergilemeye gelmiş gibi. Öfke Alsancak'da dalgalanıyor. Fethi Beyin konuşması mümkün değil. Sokaklara taşan kalabalık onu da sokağa taşımak üzere kürsüye yöneliyor. Birden omuzlara alınıyor. Fethi Bey dengesini kaybederken şapkasını tutarak omuzlayanları uyarmaya çalışıyor. -Yapmayın arkadaşlar bu partimizin ciddiyetiyle bağdaşmıyor rica ederim... Kalabalık caddeleri doldurdu bile. Anadolu Gazetesi taşlanıyor. Taşlar her yönden kurşun gibi yağmakta. Kalabalık ergimiş metal akışkanlığıyla bütün alanları sokakları dolduruyor. Bu kıyamet içinde bir kadın haykırıyor. - Çocuğum oğlum! Oğlum düştü, kaldırın oğlumu... Küçük bir beden on iki yaşında. Sarışın başından toprağa kan sızıyor. Bu küçük ölü kalabalığın aklını başına ancak getirebiliyor. Duraklama, sonra panik. Koşuşan Polisler, bekçiler, sirenler düdükler. Yakalayın tutun avazları. Kaçışanlar. Basın toplantısı. Fethi Bey alanda yapamadığı konuşmasını bu toplantıda bitirmek istiyor. İstiyor ki meramını anlatabilsin ve bu üzücü olay tam olarak ortaya çıksın. Ekonomik liberalizmi anlatıyor önce. Sonra örnekliyor. -Meselâ demiryolu imtiyazının Belçika şirketi yerine bir Türk şirketine verilmesi bizim prensiplerimize aykırıdır. Ve şunu belirtmeliyiz ki serbest piyasa... Toplantı devam ederken tahkikat genişliyor. Gözaltına alınanlar. Yakalananlar, ihbar edilenler. Konak… Adliyenin önü tıklım tıklım. Alsancak olaylarını izleyen gazeteciler, polisten vilayete, vilayetten adliyeye koşturuyor. 172 Fethi Bey bu kez Bandırma'da. Veryansın ediyor Adalet Bakanına. - Adalet Bakanı bir partinin bakanı gibi davranamaz. Halk partisi iktidarı son bulmalıdır. Çünkü bu parti iktidarı ekonomiyi daraltmıştır. Mahmut Esat Ödemiş'den yanıtlıyor. - Cumhuriyet Halk Fırkası azasıyım. Çünkü bu fırka Türkü efendi yaptı. Burada bir vekil olarak değil bir mebus olarak konuşuyorum. Şu anda o fırkaya sövenler bilsinler ki bu saadetlerini Cumhuriyet Halk Fırkasına borçludurlar. Bu karşılıklı açıklamalar siyasi havayı geriyor. Her iki partide ve Çankaya'da huzursuzluk… Manolyalı bahçede el ayak çekilmiş. Köprüdeki taş evin bütün pencereleri karanlık. Üst katta küçük bir camdan sızan sarı ışık kameriyeye düşüyor. Yüksel kucağında. Denize bakan odada büyük ceviz karyolada iki küçük kız çocuğu uyuyor. Gün ve Ay. İnce çocuk kollarının açıklığında saf yüzleriyle düşlerine gülümsüyorlar. Feheda uzun sabahlığının eteklerini toplayarak balkona çıkıyor. Çok yorgun. Artık dayanamıyor. Kocası ile aylardır kendilerine, yuvalarına ilişkin tek bir söz etmediler. Aylardır… Bu yorucu hayat bitsin artık. Varşova sefaretine atanacağını yazıyor gazeteler. Evet hemen kabul etmeli. Memlekete hizmetin binbir şekli olmalı. Kaç gündür yollarda. Sesi bir güneyden bir kuzeyden bir orta Anadolu'dan, Ege'den duyuluyor. Gelse de konuşsa onunla. Kızlar büyüyor eğitim çağları. Bu böyle gidemez… Rüzgâr eteklerini uçuruyor, saçlarında dolaşıyor. Uzanıp bir yaprak koparıyor balkona dayanmış limon ağacından. Oh mis gibi, içi ferahlıyor. Kocası o akşam da gelmedi. Sabah erkenden telefon etti. Yorgun sesi fırtınayı atlatmış okyanus dinginliğinde. Çocukları sordu. Sonra kahvaltıya geleceğini söyledi kapattı. O eve gelmeden ajanslar, daha önce de birkaç kez 173 çekilmek isteyen Adalet Bakanı'nın istifasını baş vekil İsmet Paşa'nın üzülerek kabul ettiğini bildiriyorladı. Gazeteler ise Mahmut Esat'ın laiklik karşısındaki kaytaklığa, vekil zırhına bürünmeden bir yurttaş olarak daha rahat mücadele etmek için bakanlık görevinden ayrıldığını yazacaktı. İsmet Paşa “Tek tesellimiz bizimle çalışmayı sürdüreceğine söz vermiş olmasıdır.” diyordu. 174 Menemen'in tozlu sıcakları yerini kuru sert bir rüzgâra bırakmıştı. Hava günlerden beri hiç açmamış, güneş yüzünü göstermemişti. Genç teğmen dünkü teftişten yüz akıyla çıkmıştı ama içinde gene de nedeni belirsiz bir sıkıntı vardı. İçtimayı dağıttı. Yaz çiçekleri çoktan kurumuş, sararmış otlarla kaplı bahçeye çıktı. Kaputu sırtında, kurumuş sarmaşık dallarıyla örtülü çardağın altında zihni çook gerilerde ayaküstü öylece dalgın dikiliyordu. Anası, sen derdi, hürriyetten iki yıl önce doğdun. O vakitler İbrada'nın üç beş hanelik bir köyündeydiler. Sonradan göçtüler Antalya'ya. Kesme taşlarla döşeli sokaklarda balk sırtı bitişiği yerden akardı yağmurun tatlı berrak, kuyuların acı bulanık suları. Anasının her vakit, künnar külünde ağarmış çamaşır kokulu elleri, süt buğulu soluğu. Oğul derdi, babanı seferberlik aldı gitti. Arabın çölünde öldü mü kaldı mı bilinmez. Lakin sağ olaydı çıkar gelirdi Mustafa. Oğlan olursa Fehmi olsun dedi. Kız olursa sen koy adını. Vaktinden evvel doğdun sen. Kıl çadırda doğurdum seni. Yaylada. Parmak kadardın doğduğunda. Ölür bu yaşamaz dediler. Ama ilk günden sarıldın biciklerime. Öyle bir asıldın ki o saat anladım ölmeyeceğini. Keçi sütünde ezdim ezdim de bademi balla karıştırıp tülbente dolayı dolayı emdirdim sana. Şimdi belli belirsiz hatırlıyordu Mustafa Fehmi kırmızı keçinin yeşil mavi gözlerini. Memelerine gerili çaput torbalar. Sonra dayısıgille birlikte Antalya'ya göçmeleri. Dayısı Eyüp peynir toplardı köylerden, sonraları harnut. Saat kulesi altında küçük dükkânı Oskar'ın. Birinci sınıf terziydi Oskar usta. Anası zanaat altın bilezik oğul dedi, verdi çıraklığa. Köz sıcakta dikişe ter damlamasın. Sıkıca sarılmış tülbentler alınlarında, dibi açık kalın yüksükler parmaklarında. Kalfa ol da sana arastada fes giydirelim derdi usta. Sonra bir gün elinde bir kâğıtla çıka geldi Oskar Usta. 175 Maarif Antalya'da Öğretmen Okulu için sınav açıyordu. Elde yok avuçta yok ay oğul, neyle okutacağız seni diye dövünen anasını, okul parasız be ana diye sevinçle kucakladıydı. Sonra İzmir'e aldılar en başarılı öğrencileri. Ertesi yıl okul birincileri Bursa'ya. Beş kişiydiler. Onlar Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderilecekti. -Teğmenim sahra telefonundan sizi arıyorlar. Sıçrayarak sertçe ardına döndü. Bozkırlı Muharrem, ayazda kurumuş dağ yemişi küçük eğri büğrü kafasının ön yüzündeki seyrek fırlak dişlerini, geniş kabuklu dudaklarıyla örtmeye çalışarak esas duruşta bekliyordu. Bir an toparlanamadı Asteğmen sonra, -Kim arıyor oğlum? -Muhabereci söyledi Komutanım. Koşarak içeri girdi. Sahra telefonunda ses bir geliyor bir yitiyordu. -Aloo Asteğmen Kubilay? -Buyrun Komutanım -Nakşibendî şeyhi Esat'ın oğlu Ali Menemen 'deymiş. Haberiniz var mı? Derviş Mehmet, Sütçü Emin, Nalıncı Hasan'la birlikte köyleri dolaşıyorlar. Halkı kışkırtıyorlar. Nasıl haberiniz olmaz? -Komutanım biz esasen bu üçünü tanıyoruz. -Her neyse bunlar üçyüzbin kişi ile İstanbulu muhasara ettiklerini, Ankara Hükümeti'nin düştüğünü söyleyerek, Abdülhamit'in oğlu Selim'in tahta çıkmasının an meselesi olduğuna halkı inandırmaya çalışıyorlar. Gerekli tertibatı alınız. Derhal bir müfreze ile Paşa Köy'e hareket ediniz. Durumu tahkik ve bildiriniz. -Emredersiniz Komutanım. Derhal. -Eratı takviye ediniz. -Başüstüne komutanım. Telefonun kara almacı elinde öylece dondu kaldı. O sırada gördü atlıyı. Dörtnal tozu dumana katarak geliyordu. 176 Tanıdı. Bozalan Köyü Muhtarı'ydı bu. Fesi düşmüş yüzü gözü yara bere içinde. Karabasan birden yüreğine abandı, altüst oldu. Şapkasını almadan fırladı çıktı. Atlı elinde mavzer indi atından. Sol bacağını sürükleyerek geldi. Heyecanla nefes nefese, korkudan titreyerek konuşuyordu. -Teğmenim durum kötü. Kese köyünde silahlanıyorlar yarın buraya sabah namazını topluca kılmaya gelecekler. Bunlar bildiğin gibi değil kumandan. Derviş Mehmet afyonu yuttumu zaptedilmez oluyor. Ben mehdiyim diyor kumandan… Adam ayni şeyleri bilinçsizce üst üste yineleyerek anlatıyordu. İçeri aldı. Oturttu. - Sakin olunuz muhtar, Cumhuriyet kaytaklığa geçit vermez. Bir iki başıbozuğun ardına düşmez bu koca Menemen. - Öyle demeyin beyim. Korkan insanın etmeyeceği olmaz. Ben, varıp gideyim kumandana haber edeyim dedim. Benim çoluk çocuğum var ötesini ağalar beyler düşünsün gari. Canımı zor gurtardım şinçik. Yarın bırlarda durulmaz bunlar afyonu çekti mii gari... Adamın korkusu bir türlü yatışmıyordu. Az sonra geldiği gibi telâşla, yaralı ayağını sürükleyerek, atına atladı tozutarak sürdü gitti. İki nöbetçi ile Hükümet Konağına girdiğinde kaymakamı yerinde bulamadı. Memurlarda garip bir hal sezdi. Gözlerini yere eğiyorlar, varoluşlarının bütün nedeni orada bulunmaktan ibaretmişçesine sinik, onu görmezleniyorlardı. Küçük insanların kargaşa anındaki zelil kurnazlığıyla şimdiden tarafsızdılar. İçlerinden yalnızca bir ikisi ayağa kalktı kuvvetle elini sıktı. Bu sıkışla buradayız, dimdik ayaktayız diyorlardı. Sokağa çıktı. Evlerin kafesleri indirilmiş, perdeleri çekilmişti. Avluların örtük kapılarından çayıra meraya salınmamış ineklerin böğürtüleri geliyordu. Küçük alanın ötesindeki camiinin az berisinde kümelenmiş 177 insanlar gördü. Mırıl mırıl konuşarak bekleşiyorlardı. Tehlikeli bir halleri yoktu. Şubeye döndü. Birden sala okuyan imamın sesini duydu. Her günkü imam değildi bu. Sala bir türlü bitmiyordu. Silahını kuşandı teçhizatlı bekleyen müfrezeye emretti, İstikamet hükümet meydanı! Marş marş… Erler silahları çapraz tutuşta rap rap dar sokaktan geçip alana geldiklerinde sokağın iki başının da tutulduğunu gördüler. Askerleri görenlerden kimileri kaçıştı. Birden Derviş Mehmet'i gördüler. Kıl şalvar, kara cüppe, ak kuşak yeşil sarık. Kara çember sakalı üzerinde kalın kırmızı salyalı dudakları yarı aralık. Elindeki yeşil bayrağı sallayarak öne çıktı, ortaya geldi. Şişman yağlı gövdesi basık yemenilerinin üstünde sallanıyordu. Göbeğindeki kuşaktan altıpatları çekti havaya üç el ateş etti. Kalabalık çakılmış kalmıştı. Nakşibendi dervişi konağın merdivenlerine çıktı. Devrilip duran kaymış kanlı gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirerek bağırmaya başladı. - Ey ümmeti müslimin din elden gidiyor. Şeriat isterüz. Şimdi şapkalarınızı bu gavur icadını çıkarıp benimle birlikte zikir edeceksiniz. Zikretmeyen kafirdir. Ve dahi katli vaciptir… Tekbiiir... Teeeek biiir… Şeyh'in saldırgan kaba sesi suskun sokaklarda yankılanıyordu. Bu ses evlerine kapanmış Menemenlileri daha da korkuttu. Canlarını kurtarmanın yolunu aramaya koyuldular. Evlerden tek tük dışarı çıkıp isyancılara katılanlar oldu. Mustafa Fehmi çömlekçi Rıza'nın da onların arasında olduğunu gördü. Biz Bektaşiyiz beyim derdi. Kısa bir an göz göze geldiler. Mustafa Fehmi kalabalığa doğru yürüdü. - Durunuz bu yaptığınız kanuna aykırıdır. Beni ateş etmeye mecbur etmeyiniz. Diye, bağırdı. İnsanlar bir o yana bir bu yana bakıyorlardı. Kısa bir bekleme. Derviş Mehmet birden tekrar merdivenlere atıldı. 178 Yeşil bayrağı sallayarak bağırıyordu. - Kâfir kanı helaldir içiniz… Mustafa Fehmi erlerin tüfeklerinde yalnızca merasim fişeği olduğunu düşünüyor, gerçekten silah kullanmaya gerek olmaması için dua ediyordu. Birden aklına geldi. Alandaki çınarın altına yürüdü, kör kuyunun yıkık tuğla bileziğine çıktı, kalabalığa seslendi. - Bakınız askeri geri çekiyorum. Siz de artık dağılınız. Gene sessizlik. - İşte ben de tabancamı atıyorum. Belinden silahı söktü attı. Tabanca tozlu yola ölü bir kartal gibi küt diye düştü. Her şey o sırada oldu. Tekbir sesleriyle kaynayan kalabalık bir anda kuyunun başına üşüştü. Az sonra, alana bakan cumbaların kafesleri ardından bir kadının dehşetin tanıklığında bilinçsiz çığlığı duyuldu. Mustafa Fehmi'nin, kör bağ bıçağıyla kesilmiş, nakşibendi Şeyhi derviş Mehmet'in kanlı elleriyle kumral saçlarından kavradığı, aydınlık umutlarla dolu genç başı, kör kuyunun üzerinde sallanıyordu. Bu kesik başı dehşetle açılmış gözlerin önünde yeşil bayrağın temrenine geçirdi. Yeşil sancak ve kesik baş… Kalabalık donup kalmıştı. Nakşibendî Şeyhi kanlı sancağı bir kez daha kaldırdı. O zaman suskun kalabalığın üzerinde, o canhıraş kadın çığlığı yeniden yankılandı… Şeyh kalabalığa döndü. - Kâfir kanı içmek helâldir, bu kan, bu kâfirin kanı size helâl kılındı... Sarkan atardamardan boşalan kanı avuçlayıp avuçlayıp içiyor, bir yandan da bağırıyordu. - Halife sınırda bizi bekliyor! Kalkın ey ümmeti Muhammet! Müslümanlığı kurtaralım. Kalabalık bağırıp çağırarak dalgalandı. İsyancılar yeniden tekbir getirerek etrafa kurşunlar yağdırdılar. Onlara 179 karşı koymaya çalışan iki bekçi art arda vuruldu, toprağa düştü. Jandarma alayı Menemen'e girdiğinde iki bin celladın kanlı testeresi hâlâ kör kuyunun tuğla bileziğindeydi. İsyancılar tek tek evleri basıyor yağmalıyordu. Askerler kısa zamanda hâkim oldular ilçeye. Bana kurşun işlemez, ben mehdiyim diyen Derviş Mehmet ilk vurulanlardandı. Ankara çalkalanıyordu. Gazi'nin İsmet Paşa'ya bir tek sorusu olmuştu. - Peki, Menemenliler ne yapmışlar, Cumhuriyeti savunmamışlar mı? - Halk korkuyla evlerine çekilmiş paşam. - O vakit Cumhuriyet idaresini hakketmiyorlar. Menemen'i derhal tenkil et... Gazi bu sözleri söylemiş miydi gerçekten? Ama Ankaralılar söyletiyordu en azından bunları. Gönüllerinden geçen buydu. Cumhuriyet hakedenin hakkıdır ve adalet herkese hakkını vermek! Meclis kürsüsünde üç ay önce görevinden çekilen eski adalet bakanı şimdi aynı öfkeyle konuşuyordu. - Şeriat üsterik… Eli silahlı derviş Mehmet, Menemen kasabasını bu nara ile bastı. Bu narayı laik Cumhuriyetin kapısında yükseltecek kadar cesareti bu eşkıya kendisinde buldu. Şakinin sesi kendi kanında boğuldu. Ortada ne yazık ki bir Kubilay'ın başı kaldı... İhtilal hızını hıncını şakileri kendi kanlarına bastırarak yok ettiği zamandır ki, ancak devrimlere temiz bir nefes aldırabildi. Şeriatçının maksadı neydi? Din namına milleti soymak. Bütün bunların sebebi dinin dünya işlerine karışması. Dinsel inançların zaman zaman eşkıya elinde, eşkıya halife elinde, eşkıya Sultanlar elinde satır gibi kullanılmasıydı. Mahmut Esat kısa bir soluk aldı. Meclis onu dinliyordu. Bir görüntü, yıllar öncesinden bir anı gözlerinde 180 canlandı. Ayasofya önünde yeşil takkeli kara çember sakalının elindeki kanlı kama ve Ihlamur yokuşunda elleri bağlı Binbaşı Ali Kabulî… Heyecanla sözlerini sürdürdü. - Din hangi millette dünya işlerine karıştırıldıysa bu yolda satır gibi kullanıldı. Din vicdan işi olduğu gün, yobazın eşkiyanın papazın elinde haraç keşkülü olmaktan kurtuldu. Din siyasetin yönünü tayin ettikçe Allah zalimlerin hesabına bir cellât, din de bir mezbaha gibi işletilmek istendi. Tarihin en büyük, en kanlı faciaları hep bu nama irtikab olundu. Türk ihtilali uzun tecrübelerden sonra laikliği benimsedi ve onu müdafaa ediyor… Ertesi günkü gazeteler Menemen, Manisa, Balıkesir'de sıkıyönetim ilan edildiğini, suçluların Korgeneral Mustafa Muğlalı başkanlığındaki askeri mahkemede yargılanacaklarını yazıyordu. 181 Gün ile Ay koşarak sevinçle odaya girdiler. Babaları konsolun aynasında çizgili uzun kravatını bağlıyor. İkisi birden ince çocuk sesleriyle kocaman gözlerini açarak, - Babacığım Şükrü Amca aşağıda diyorlar… Şükrü Amca'yı çok seviyor kızlar. Onları çok güldürüyor. Bir çocuk gibi içten kahkahalar atıyor onlarla birlikte. Çok eğlendiriyor onları. Oysa günlerdir Şükrü Amca'nın da babasının öteki arkadaşları gibi canları çok sıkkın. Devletler bütün dünyada derinleşen krizden ulusal pazarlarını korumak için gümrük duvarlarını yükseltiyorlar. Otuzbeş milyon işsiz var Avrupa'da. Uluslararası ticaret hacmi daraldıkça piyasalar çöküyor. Dünya ekonomisi küçülüyor. Bu, yoksulluk, sefalet açlık demek. Aç ayı duvar deler. İlk ses artık üzerinde güneş batan imparatorluktan geliyor. İngiltere ekonomide “Himayeciliği” benimsediğini açıklıyor. Türkiye'de üç yıldır ağır kuraklık tarım ürünlerini vuruyor, çiftçinin köylünün beli bükük. Dışalım mallarına uygulanılan vergiler üç misli arttırıldı. Ham maddede dış alıma bağlı. Cumhuriyet ekonomisi gittikçe daralıyor. Karaborsa! -Kızım oynama şu kibritle yanacaksın. Küçük kız oralı değil. Gözlerini babasının yüzüne dikmiş gözünün içine baka baka yakıyor kibritleri. Yakıp yakıp atıyor yere halının üzerine. Birden öfke. Patlayan sesi babanın. Gün yüzünü tutuyor. Ayın gözleri kocaman, ayrık bacakları arasında halının üzerinde çişi gölleniyor. Hiç böyle bir şey görmediler, olmadı. Babaları neden yaptı bunu. Feheda koşup geliyor. Annenin gelişi çocukları ağlayabilecekleri kadar yüreklendiriyor. Şimdi çığlık çığlığa ağlıyor kızlar. Kravatı çözüp atıyor boynundan. Kızlarını kucaklıyor. Gözlerinde pişmanlığın gözyaşları taştı taşacak. Gün hıçkırıklarla kesik kesik soruyor, 182 - Hani sen beni seviyodun? - Gene seviyorum kızım hem de daha çok. Daha çok be yavrum… Anne kızları odadan çıkarıyor. Yüksel bebek, mama iskemlesinden uzanmış örtüyü çekiştiriyor. Feheda durup bakıyor küçük yemek odasına. Kahvaltı masası darma dağın, iskemlede bir bebek, saçları taranmamış burunları akan iki küçük kız, hiçbir şey hayallerine uymuyor. Ellerine bakıyor. Piyanoya aylardır değmemiş ellerine. Gözleri doluyor. Oğlu ağlıyor. Elindeki süt bardağını usulca bırakıyor yere. Taşta parçalanan camın sesi… Öylece bilinçsiz kırılan bardağa, yerde yayılan süte donuk gözlerle bakıyor. Şükrü Kaya'nın sesini duyana dek. -Mahmut gazeteleri gördün değil mi? Mebuslar tütünün devlet tekeline alınmasına karşı açıklama yapmışlar. Mahmut ceketini giyerken salona giriyor. -Gördüm, bunları onlar kışkırtıyor. Tütün ihraç eden mebuslar var ya onlar. Ticaret bulaşıyor siyasete. İşte mutedil devletçilik dedikleri böyle kepazeliklere yol açar. -Ağaoğlu Ahmetle yeniden görüşmeliyiz. İhtiyaca göre ekonomi ilkesinden ayrılıyor bunlar. Bütün dünya müdahaleciliği benimserken bizim devletçiliği terk etmemiz olacak şey değil. Sıkıntı basıyor içlerini. İkisi de aynı şeyi düşünüyorlar. Kazıya kazıya binbir emekle çileyle kazanılanlar yok olup gidecek mi? Şükrü Bey sonunda haberi veriyor. -Fethi Bey serbest fırkanın feshini bildirmiş Mustafa Kemal'e. Çıkıyorlar. Otomobile binerlerken -Şükrü diyor Mahmut Esat, bu büyük kriz ancak tek parti yönetimi ile aşılabilir. Çok husumet çekeceğiz ama yok ziyanı. Millet var olsun. Artık ne çıkarsa kaşığımıza. Bin dokuz yüz otuz yılı biterken başta demir yolları 183 olmak üzere yabancıların elinde olan liman, rıhtım, elektrik, telefon şirketleri millileştiriliyor. Genç Cumhuriyet kırkikindi yağmurlarını bekleyen bir bozkır bitkisi gibi toprağın altındaki köklerini korumaya, böylece gelecek için beslenerek serpilmeye hazırlanıyor. Feheda artık Halk Dostu gazetesinin tiryakisi. Her gece çocuklar uyuduktan sonra bütün yazıları, özellikle de kocasınınkileri dikkatle okuyor. Mahmut sık sık sorar ona, nasıl buldun, fazla mı kapalı, herkesin anlayabileceği gibi mi? Feheda ona, Mahmut der okuyanı bu kadar çarpan yazılarını yazarken kim bilir sen ne kadar hiddetleniyorsun? Açık çayını karıştırıyor. Yazıları, bilhassa Halk Dostu imzalı olanları arka arkaya gözden geçiriyor. Memleketin ıstırabı, hırsızlar teslim olun… Demek Mahmut'tan daha öfkeliler de var. Öfkeli ve haklı. Kim bu “Halk Dostu” imzasıyla yazan acaba? Halk Dostu o sırada Ankara'da meclis kürsüsünde konuşuyor. Sert bir eleştiri bu. -Destek alımları sınırlı düzeyde kalmıştır. İşçiler, küçük üreticiler, yoksul köylüler ihmal edildi. Onların kanları tefecilerin dudaklarından sızıyor. Biz komünist değiliz ama marksist anlayış da bir kalemde silinip atılamaz. Memleketin paraya ihtiyacı var. Osmanlı borçları behemehal taksitlendirilmelidir. Halkın kazancı halkın kesesine verilmelidir. Mebuslar bir birine bakıyorlar. Parti içinde hiç bu kadar sert muhalefet görülmedi. Mahmut Esat ne yapmak istiyor? 184 Rüzgârlı sokak Ankara kalesinin dış kapısına uzanan tozlu yolun az berisinde, bir ucu Ulus'a çıkan eski dar bir sokaktır. Burada yıllardan beri kavaflar, çilingirler, tenekeci, eskici esnafı iş tutar. Ama Haydar Rüştü matbaasını burada kurduğundan bu yana, Rüzgarlı'da kırtasiye kitapçı dükkânları açılır oldu. Defter kâğıt kalem ucuzdur burada. İlk mekteplerde tek defter sarı defterdir. Onun bile bulunmadığı günler olur. O vakit Rüzgârlı'nın samanlı kâğıtları kapış kapışa gider. Evlerde kesilir dikilir de defter edilir. Kadınlar biçki dikiş kutularının parlak solingen makaslarıyla özenle keser, yorgan iğnelerinin koca gözünden akan pamuk ipliğiyle diker. İşte sana yüz yapraklı defter, kullan hele bitesiye, ötesine Allah kerim. Kalemler küçüldü de parmak tutmaz mı oldu, akça söğüt kapçığından bir düdük yap geçiriver, hem öttür hem yaz. Ne diyor Başvekil İsmet:." Yerli malı yurdun malı, her yurtsever yerli malı kullanmalı." İş Bankası'nın kumbaralı kocaman saatleri Ulus'ta Kızılay'da. "Damlaya damlaya göl olur. Güç giyitte değil yiğitte." Gömlekler yedek yakalı, ceketler ters yüz. Lacivert ayyıldızlı kasket, sarı şerit. Heceli Faruk Nafiz şiirleri “Yağız atlar kişnedi meşin kırbaç şakladı /Bir dakika araba yerinde durakladı.” veya Çoban Çeşmesi… Haydar Rüştü hiç üşenmez. Üç katlı bu Ankara evinin aşı boyalı sarsak merdivenlerini günde üç dört kez iner çıkar. Altta kasa kasa kurşun hurufat. Maşalı Heidelberg, elleri kara yağlı başı kasketli üç adam. İkisi dizgici, birisi baskıda. -Mahmut Bey'in 'İnkılabın Eksiklikleri' yazısını yarına koysak, veya küçük punto dizsek? -Canım bunu ortala, ötekini alta. İşte şöyle. Yazı önemli, küçük dizemeyiz. Ve bu gün mutlaka çıkmalı. -O zaman fotoğrafsız çıkıyor. -Çıksın. Hah işte kendileri de geliyorlar. Buyrun 185 Buyrun Mahmut Bey, safa ile… Mahmut Esat önce Şevki ustayla, sonra dizgici çocuklarla sohbet ediyor. Çırağa soruyor. -Mektepler açılmadı mı? Senin ne işin var işlikte? -Açıldı beyim ama abamla ben yalnız kaldık. Ninem sizlere ömür. Abam tezgâha girerse ben de okula gidecem. Mahmut Esat ayağını öfkeyle Malta taşı tabana vuruyor. -Gör işte Rüştü biz say para etmiyor, emek hakkını alamıyor dedikce bize komünist diyenler mi haklı, biz mi haklıyız? Dizgici Şevki ustanın yüksek arkalıklı iskemlesine oturmuş, şapkasını dizine geçirmiş, yüreğinin yangınını sözlerine, sözcüklere anlamlar katarak bütün duyarlılığıyla konuşuyordu. -Bitlis dağlarında ot toplayan bedbahtlardan senin çırağın ne farkı var? Maziye ait bu tabloyu yok etmek rejimin vazifesidir. Kaç defa yazdık. Bu devlet işidir sermaye ise kâr bekler. Ama hizmet devletten gelir, gelmelidir de. İzmir Mebusu, eski iktisat ve adliye bakanı Profesör Mahmut Esat'ın bu bilgili uz görülü öfkeli kırık sesi Anadolu Gazetesi'nin mütevazı matbaasından makaleleriyle bütün yurda, ihtilalin kararlı sedası olarak yayılıyordu. 'Liberallik Masalı', 'Ne Yapmalıyız?', 'Milletin Hali', 'Yarı Açlar', 'Acılar İçinde'… Her yazı bir manifesto. Sevgiyle merhametle yoğrulmuş bir yüreğin yüksek alınlı bilgiyle deneyimle dolu istifli bir beynin, keskin bir bilincin sesi. Halkın sesinin ta kendisi. Bu ses her gün mecliste, fakültede kürsüde. Mektuplar geliyor. Kuş uçmaz kervan geçmez köylerden. Tefeci elinde esir kasabalardan, karaborsanın kör karanlığında debelenen kentlerden. Halk Dostu, “Hırsızlar Teslim Olunuz” yazısının son bölümünü bastığı gün öğleye 186 varmadan gazete tükeniyor. İkinci, üçüncü baskı. Son baskıda bütün bölümler birlikte. “Halkı yoksulluğa sürükleyen hırsızlar kim? Bir, bazı ecnebi mali müesseseler, İki; bunların yurdumuzdaki adamları, üç, devletin nüfuzunu gizli gizli kullananlar, dört; dalavereciler rüşvet alanlar verenler, beş; şantajcılar haysiyet şeref bezirgânları altı, adi sokak hırsızları. Türk parasının değerini bir çıkarıp bir indirerek aradaki farkı emme basma tulumba gibi çekerek yurt dışına akıtanlar. Bunlar birincilerdir. Ötekiler devletin kapısına kertenkele gibi yapışırlar, dilekleri kabul edilmeyince iftira ederler kıyameti koparırlar. İhracaat belgeleri toplayanlar. İşte bunlardır. Türk halkına bakıldığında inkılâbın, inkılâba bakıldığında Türk halkının sevincini görmemizi engelleyenler. Tefecilere, faizcilere, rehincilere, kravatlı eşkıyaya karşı olan zihniyet yasalar çıkararak derhal tedbir almalıdır. Ticaret özgürlüğü ile yola çıkanlar, üreticiyi haraca bağlayanlar, on beş liralık zeytini elli kuruşa, afyon, pamuk üzüm incir fındıkta ise maliyetini karşılamaz paralarla bu kravatlı eşkıyaların depolarında birikmektedir. Üretici, banka, tefeci borcu için emeğini bu vampirlere kaptırıyor…” İzmir'de maroken koltuklu yazıhanelerde ağalar beyler öfkeleniyordu. Tam da dibe vurmuşken ederi incirin, tütünün, Akhisarlı, Germencikli, Sökeli, Menemenli, Manisalı çiftçiler, köylüler diz çökmüşken izbe hanlarında Symirna'nın ne demekti bu böyle. “Beş yüz bin müstahsilin Kravatlı eşkıyalar tarafından soyulması!” İstanbul'da Galata'nın küflü hanlarında, zincirlerin şakırdadığı, böğrü halkalı şifreli, içi adam alır banknot kasalarında ve kara duvarlarında Kostantinapoli'nin, “Hırsızlar Teslim olun!” sedaları yankılanıyordu. Ve hemen ilk aksı sedası duyuldu. Büyük toprak sahibi çiftçilerin gazetesi üst başlıkta sordu soruyu. “Mahmut Esat komünistliğe zemin mi hazırlıyor?” 187 Yemişçiler çarşısında sırt hamalları, sabahtan akşama ağır yükleri altında iki büklüm, yevmiyeyi doğrultmaya çalışıyorlardı. Anadolu Gazetesi “Yemiş Çarşısı Faciası”nı yayınladı. “İhtilali yapan bir partinin prensipleri latife değildir. Dağlardan eli silahlı eşkıyayı sürüp indiren devlet bunların hakkından gelemedi. Bunları sıksanız dulların iniltisi, öksüzlerin ahı, kimsesizlerin kanı, emeği sızan varlıklarıyla, köyleri kasabaları şehirleri baskı altında tutmaktadırlar.” Van Milletvekili İbrahim Bey'in tefecilik suçlarına idam cezası verilmesi önerisi mecliste. Başkan öneriyi okutuyor. Evet tasarı hakkında söz almak isteyenler… En son söz sırası İzmir mebusuna geldiğinde kürsüye büyük bir torbayla çıkıyor Mahmut Esat. Boşaltıyor torbayı. Tefecilerden gelen tehdit mektupları kürsüye yığılıyor. Bu haydut mühtekirler için idam bile azdır. Bunlar bacağı bukağılı, boğazı laleli mahkeme önüne sürülmeli, derhal hesap sorulmalı. Salonda bir yanda bıçak ağzı öfke, öte yanda yaşa varol sesleri. Sonra hükümete yetki. “Belirlenecek taban fiyatlarıyla Ziraat Bankası aracılığıyla destekleme alımları yapılabilir. Yasa iki bin yirmi altı.” Kanunlar ard arda geliyor. Yabancı uyruklular küçük sanatlarla uğraşamazlar. Tarım Kredi, Tarım Satış Kooperatifleri, Ödünç Para Verme Hakkında kanun, Zirrat Bankası borçlularından haczedilen çiftçi mallarına ait hacizlerin ertelenilmesi için yasa… Ama yara o kadar derin ve büyük ki merhem kar etmiyor. Olsun ne yapılabilirse kârdır. İş yasası görüşülüyor. Arka sıralardan homurtular. Yaşamı ve uygarlığı yaratan saydır da ne demek oluyor? Köylüler ve işçiler geçmişte vatanı kanlarıyla korudular diyerek ne yapılmak isteniyor? Anadolu Gazetesi'nde neden durmadan arda arda yazıyor? 'Türk 188 işçileri', 'Ne yapmalı', 'Türk işçilerinin hakları', 'İşçi hakkı ne demek?', 'Komünist mi olacağız?'... Sonra gene kürsüde Mahmut Esat. Efendiler on yıl geçti hala iş kanunu çıkartılamadı. O vakit doğan çocuklar şimdi işçi oldu. Türk inkılâbı sermayeci olduğu kadar ameleci de olmalı. Muassır demokrasilerde komünizmi sermayenin gücü değil, hakları ödenmiş işçiler mağlup edebilir. Onlar sizden çok şey istemiyorlar. Sıcak bir çorba. Haftada bir iki kez hane halkına et yedirebilecek ücret, hastalıkta yaşlılıkta insan gibi bakılma, iş yolunda kazaya uğradıklarında tazminat. Halk Fırkası Kongresi'nin kararları hayata geçirmelidir. Bu Türk inkılâbına yeni bir hamle yaptıracaktır! Bıkmadan usanmadan saatlerce konuşuyor, kulislerde tartışıyor, yasa teklifleri hazırlıyor, yazıyor yazıyor ve hemen her gün sözcükleri ateşleyen sesi, inançlı insanların ısrarlı duyarlılığıyla meclis kubbesinin derinliğinde yankılanıyor yankılanıyordu... 189 Bugün Salı. Devletler Hukuku dersi var dört saat. Feheda cocuklarla Büyük Ada'da. Bir araba peyledi çoktandır kendisine. Onunla gelip gidiyor meclise de, okula da. Atın kişnemesi, tekerleklerin dönüşü, faytonun çanparası gidip gelişlerde onu eğlendirip dinlendiriyor. Çoğu kez eve gitmek gelmiyor içinden. Çocuklar yokken ne yapacak gidipte? Küçük bir otel odası uyumak için yeter ona. Araba nerde kaldı? -Burdayım Beyim. -Araba nerede? -Arka yana çektim, hayvan kölkede kalsın deyü. -Haydi davran. Mektebe. -Bilmem mi beyim. Bu gün devletler hakkı. -Yahu Akbaş üç yıl oldu öğrenemedin. Devletler hakkı değil, hukuku. Söyle bakalım cumaları ne? - Onu bilirim beyim. İnkılap Tarihi. Robes Piyer'de kaldık. - Aferin aferin. Sen dinleye dinleye öğreneceksin bu işleri. Akbaş arabayı her günkü gibi Mülkiye ile Hukuk arasındaki ağaçlıklı yola çekiyor, beygirlere torbalarını takıyor, sonra ayaklarının ucuna basa basa giriyor amfiye en arka sıraya oturuyor. Hoca kürsüde anlatıyor. Düverge, Dügit, Machievelli. Sonra ekliyor. -Arkadaşlar şimdi bütün karşılaştırmalı olarak verdiğimiz bu bâbâ dair kendi görüşümüzü de özetleyelim. Bize göre ise… Birden anımsıyor kendi görüşünü başta söylemişti. Öndeki yakışıklı delikanlıya işaret ediyor. -Buyurun siz özetleyiniz bize göre durum nedir? Öğrenci şaşkın. Nereden vurdu bu piyango şimdi. Mahmut Hoca bu asla unutmaz. Bir iki öğrenciye daha soruyor, yanıt yok. Öfkeyle masaya vuruyor. 190 Gençler, benim Akbaş Efendi öğrendi siz öğrenemediniz. Arka sıradan arabacı Akbaş'ı çağırıyor. - Gel Akbaş anlat. Akbaş geçiyor kürsüye başlıyor anlatmaya. Dört yıldır dinleye dinleye ezberlediklerini döküyor, sonunda gözlerini devire devire bir hocaya bir öğrencilere bakıyor, devam ediyor. - Bize göre isem... Öğrencilerle birlikte hoca da kahkahayı basıyor. Mahmut Hoca'nın hiç böyle güldüğünü görmediler bu güne dek. Sınıfı zorlukla susturuyor. -Akbaş kim bu bize göre? -Bilmem ki beyim. Bu bize göre Dügit'nin ehbabı olmalı her sefer ondan sonra lafa giriyo baksağa. Artık gençleri tutmak mümkün değil. Mahmut Hoca kitapları toplayıp çıkıyor. Asistanlar da peşinden. Öğrenciler amfide hala gülüşüyorlar. Akşam çoktan indi Ankara kalesinin burçlarına. Ama onlar küçük tahta masanın üzerinde birkaç dilim meyve, küçük bir tabakta Erzincan tulum, kısa kalın bardaklarla içmeye devam ediyorlar. Şevket Süreyya, - Devletin inkılâpçılık devletçilik ve milliyetçilik anlayışının işlenmesi bilimsel dayanaklarla oluşturulması birinci derecede Darül Fünun'un işidir. Ama gel gör ki, dokuz yüz otuz üç'e kadar bu konuda bir basit broşür bile yayınlanmamıştır. Burhan Asaf tartışmayı başından beri sessizce izliyordu. - Bence Recep Bey'in hakkı var. Başvekil olarak inkılâp halk tarafından halka anlatılmalıdır. Halkevleri'nden bu konuda yararlanılması fikrini ben de doğru buluyorum. - İyi da kim yetiştirecek bu halk adamlarını? Nedim Beyin hakkı vardı. Söz bu doğrultuda uzadı 191 gitti. Hatta Ülkücülerden Zeki Mesut'tan bile söz ettiler. Temel meselelerde anlaşamasalar da gençliği cumhuriyet ideallerine bağlamak konusunda iki dergide de yazıları yayınlanıyordu sık sık. Bütün mesele Şevket'in söylediği gibi "inkılâbın ideolojisini inşa etmek, yaşatmaktı." Kadro dergisinin odalarında sık sık yapılan tartışmalardan biri o akşam da geç saatlere kadar süreceğe benziyordu. Bir kaç ay sonra Anadolu Gazetesi'nin okurları İstanbul Üniversitesi'nde kurulan İnkılâp Enstitüsü'ne ilişkin ayrıntılı bilgiler edindiler. Derslerin bir bölümü konferans şeklinde yapılacak halka da açık olacaktı. Üniversite son sınıf öğrencileri, harp akademileri, mühendis, iktisat, ticaret mektebi öğrencileri için derslere katılmak zorunluydu, üniversiteden mezuniyet için İnkılâp Enstitüsü'nün başarı belgesi koşulu getiriliyordu. 192 Yaz bitti. Yazlıkçılar çoktan gitti… Büyükada'nın çamlıkları tenhalaştı. Büyük kulübün az berisindeki küçük köşkte sessiz bir telaş var. Beyefendi uzunca bir zamandan beri ilk kez eve, Ada'ya geliyor. Gün bu yıl koleje başlıyor. Acaba Arnavutköy'den bir kışlık ev mi düşünmeli? Ya Ay, o da yakında leylî olacak. Yüksel'i burada ilkokula başlatmak ne kadar uygun? Ah Mahmut Bey yıllardan beri hep benim üzerimde bu yük. Gel artık İstanbul'a. Temelli. Çocuklarının başında ol. Daha ne vakte kadar Ankara İstanbul arasında perişan edeceksin hem bizi hem kendini? Bahçeden çocukların sesi geliyor. Akşam ayazı çıktı, hâlâ bisikletteler. - Güün, haydi kızım, içeri girin artık. O sırada duydu vapurun düdüğünü. Bu vapurla mı geliyor acaba? Mutfağa inip bakmalıydı. Bakarsın yanında Yahya Kemal veya İsmail Habib Sevük ile çıkagelir. “Sıkılma Feheda der ne verdiyse Allah koyuver olsun bitsin.” Oysa Yahya Kemal düşkündür yemeğe. Şarap içer çoğunlukla. Sonra şiirler okur. Ve derki, Mahmut bey benim şiirlerimi siz okuduğunuz zaman daha çok beğeniyorum. Yusuf Ziya, hele o, çocukları bile güldürür. Gidip üstüme başıma çeki düzen vereyim. Aaa bak Altemur'a… - Altemuur bırak o salıncağı başınıza çarpacak. Haydi bakalım içeri. "Bu Altemur yaman çocuk. Nasıl anlatıyordu, Mahmut Amca kırk adımdan bıçağı tabancayla vurdu diye. Şu güllerden çelikletmeli ön tarafa. Mahmut pek sever kırmızısını. İçinden bir şarkı yükseliyor. Kırmızı gülün alı var/Hergün ağlasam da yeri var. Aman Allah ağlatmasın." O akşam ancak son vapurla geldi Mahmut Bey. Çocuklarının uyuyan gözlerinden öptü. Hâlâ bekleyen beyaz örtülü yemek masasına geçtiler. Bir iki öksürük, eşden dosttan bir iki haber. Çatal bıçak tabak sesleri aralarındaki 193 görülmez engeli daha çok duyumsatıyordu. Feheda'nın ağzında büyüyor lokmalar. Mahmut soğumuş yemeğini didikliyor. Kalktılar. Rüzgâr gittikçe şiddetini arttırıyordu. Kopan yağmur oluklarından biri karanlıkta tınlayarak duvara çarpıp duruyor, bu ses ikisinin de içinde giderek uğursuz bir kampanaya dönüşüyordu. Bir zaman kırmızı geniş koltuklarda yan yana oturarak bu sesi dinlediler. Sessizce. Yan yana iki koltukta birbirlerinden fersah fersah uzak. Duvar lambasının donuk ışığında, tek tük akların belirdiği saçlarla çevreli karısının yüzüne göz ucuyla baktı. Mutsuzluğun çizgileri. Kadife sabahlığın üstünde öylece cansız, umarsız küçük kadın elleri. Sigarasını bitirmeden söndürüverdi. Bu kederli yüze bakmaya korkarak, bağışlanmak ister gibi, - Söz sana Feheda dedi bir daha asla bu kadar uzatmayacağım. Feheda başını yarım döndürerek baktı. Sonra gözlerini yeniden yağmurun çizdiği gecenin karanlığına çevirdi. Elleri hala dizlerinin üzerinde boynu bükük duruyordu. Mahmut uzandı karısının üşümüş ellerini tuttu. -Hem sana bir müjdem de var. İnkılap Enstitüsü'nde dersler başlıyor Artık ben de belki İstanbullu olacağım. Büyük bir gök gürültüsü. Üst kattan kırılan camın şangırtısı. Yüksel'in odasındaki cam olmasın. Çatlaktı. Feheda ağlamaktan korkarak, koşar adım salondan çıktı. Mahmut Esat ağır ağır kalktı, balkon kapısını açtı şimşeklenen gökyüzüne baktı. Bir müddet yağmurun içini ferahlatan sesini dinledi. Kanaatini pekiştirmek ister gibi, "şu dersler iyi olacak," iyi iyi dedi. Mart'ın kapıdan baktırdığı boranlı tipili kış günlerinden biri. Yer gök kar bulutu içinde. Eminönü'nde vapurlar denize değil de karın içine demirlemişler gibi. Sis çanları vapur düdükleri, kar grisinde sarı ışıklı sokak lambaları… Uğultulu bir kalabalık üniversite bahçesinde 194 ayakta bekleşiyor. Kalın kara şemsiyeler açılmış. Yaşlı kadınlar, genç kadınlar, esnaftan askerden zanaatkârdan adamlar… Biraz sonra Profesör Mahmut Esat Bey'in, içerde İnkılâp Enstitüsü'nde vereceği dersin başlamasını bekliyorlar. Halktan ilgi öylesine büyük ki, ses yükselticiler yerleştirildi yaprakları dökülmüş ulu çınarların dallarına. İçeri giremeyenler oradan dinleyebilsinler diye. Üniformalı bahriye talebeleri, tıbbiyeliler, mülkiyeliler. Harp Akademileri'nin, bütün yüksek okulların profesörleri öğretmenleri, lise son sınıf öğrencileri öğretmenleriyle birlikteler. Ön sırada bir kız öğrenci not defterinin ilk boş sayfasına bir başlık yazıyor, 'İhtilallerin Felsefesi ve Hukukiyatı'. Birden, yaşa var ol sesleri. Kız öğrenci ayağa fırlıyor yüzünde saygıdan çok hayranlık dolu gülüşle coşkuyla alkışlıyor. Mahmut Esat bulut hafifliğindeki görkemli iriliğiyle, dudaklarında mahcup bir gülüş, söze başlıyor. -Her şeyden önce Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini ve onun şahsında Türk İhtilalini hürmetle selamlarım. Kalabalığın coşkulu gösterisi sözünün arkasını getirmesini engelliyor. -Büyük Şef ihtilalin hukuk tarihini Türk gençliğine anlatmamı uygun görmüşler. Bu çok ciddi işi Maarif Vekâleti bana bildirdiğinde Kuşadası'nda çiftimin başındaydım. Yapıp yapamayacağımı düşünmedim bile. Çünkü Gazi emredince yapılamayacak bir iş olmadığına inanırım. Gazi Mustafa Kemal, Türk Milletinin önünde ilerleyen bir zafer bayrağıdır. Bu bayrak bu gün de yarın da öbür gün de yükselecek ve hep yenecektir. Arka sıralardaki gençler ayağa fırlıyorlar. Mahmut Esat onlara oturmalarını işaret ediyor. -Türk gençliği! Bunu dosta, eğer varsa düşmana böylece anlatın. Yenilecekler bu büyük derlenişin karşısına çıkan bahtsızlar olacaktır. Yenecek olan kadınıyla çocuğuyla 195 kaya gibi yükselen Türk milleti olacaktır. Önce şunu özetlemeliyim ki... Mahmut Esat şimdi ihtilâlin sesi olarak yalnız kar altındaki İstanbul'un bu geniş alanında değil, radyonun naklen verdiği yayınla evlerde kahvelerde de işitiliyor. Dinleyeni heyecanlandıran, yüreklendiren, eyleme yönelten bir söylem bu. Bu heyecan taa Mayıs sonuna kadar böylece devam edecekti… Dersler ilerledikçe ön sıradaki genç kız öğrencinin yazdığı başlıklar art arda sıralanıyordu çizgili sarı defterinde. Düzey ve gelişme kuramı, Wilson ilkeleri ve Mondros, Mütareke günlerinde Türkiye'nin yıkımı, Devlet Sorumluluk ve Disiplin kavramları, Erzurum Kongresi ve Ulusal Mücadele. Ulusal Egemenlik, Laiklik… Bütün bu bilimsel bilgileri gündelik bir söylemle aktarmaya çabalıyordu. Geniş kültürünün, heyecanlı inançlı ruhunun, yetkin bir bilinçle yoğurup harmanladığı dersleri, öğrenciler kadar halkı da etkiliyordu. Bilgiyi kitlelere aktarmaktaki ustalığı büyük ölçüde halktan biri olarak halk bilgisindendi. Kurandan ayetler veriyor, Ömer'den, Ebubekir'den söz ediyor. Danton'u Robespiyer'i hâlâ yaşıyorlarmışçasına capcanlı betimliyor, “ah hürriyet senin adına ne cinayetler işleniyor” diyerek Madam Rolland'ı konuştururken, birden Paris'in caddelerinden birinde ruhunu teslim ederken, “Türk Milleti sağ olsun” diyen Mithat Paşayı anıştırıyordu. Sonra birden Baki, “Batıl her vakit batıldır, felaket onun hak suretinde görünmesidir.” diyerek, bu kez kaytaklığı ihaneti anlatıyordu, Baki'nin dilinden. Sonra Namık Kemal'den Hürriyet Kasidesi ve Şeyh Bedrettin… Bütün bu süreç içinde, sağrıları terli, ağızları köpüklü atlarla Asya'dan gelip, bu köprünün iki başını tutanların, binlerce yıllık bu birikimine sahip çıkan, Anadolu'nun tapusunu, Cumhuriyeti kuran Anadolu halkına teslim eden Halk Cumhuriyeti'nin zengin kalıtını sergiliyordu. Dinleyenler Marks'ı Engels'i 196 Lenin'i tanıyorlar, Jeanne Juares'in Nietzcshe'nin belki de ilk kez adını duyuyorlardı. Ama sözü dolandırıp Yunus'a, Karacaoğlan'a getirdiğinde, dörtlüklere beyitlere dinleyenler de katılıyordu. Mehmet Emin'in mısraları Nazım Hikmet'inkilerle buluşuyor, bu iki şairin Kemalizm için gelecekte ışık olacağını vurguluyordu. Bir yandan Türk ulusunu yüceltirken, öte yandan gerçek değerin emek olduğunu öğretiyordu dinleyenlere… Bu coşkulu söylevler dinleyenleri bir ruhsal geçiş alanında buluşturuyor, gizil bir gücün etkisiyle onları bütünleştiriyordu… Feheda evde radyo başında kocasını bütün dikkatiyle dinlerken bunu düşünüyordu hep. Bu coşku öğrenmeyi bilgilenmeyi de sağlıyor muydu acaba? Sonra bir sabah mahallenin sütçüsü, -Abla be dedi ne datlı anlatıyoo Mahmut Ağbey. Akşamüstü kahvede dinledik de. Ben bile anlıyom. -Neyi? -Ne bileyim, hani çalışmalı çabalamalı. Yani demem o ki, Çeşmelerden bardağın/Doldurmadan kor isen/ Bin yıl daha beklesen/Kendi dolası değil. -Öyle mi dedi, ben duymadım. -Yok Abla, o demedi, bizim Yonus'un demesi bu. Ama dinleyom da Mahmut Bey'i o da bunu deyiveriyo. O akşam Feheda sütçünün sözlerini aktardı sofrada. Mahmut tam bardağına uzanıyordu. -Deme, bunu mu anlamış bizim sütçü? -Valla öyle diyor. İçten bir kahkaha attı. -Bak işte bizim dersleri fazla ilmi bulanlara en iyi cevabı vermiş adam. Hem de kestirmeden. Bir sonraki derse Yunus'un bu beytiyle başladığında onu en çok alkışlayanlar dışarıdaki dinleyicileri oldu. 197 Ne kadar uzun olursa olsun her gecenin sonunda doğa, yapraklardan fışkıran oksijenle temizlenip paklanarak gün doğumuna hazırlanır. Mavi bir aydınlık ağaçların tepelerinden çimenlerin üzerine ta uzakta denizin silinip gittiği enginden yükselir gelir. Tertemiz bir serinlikte arıcı kuşları, bülbüller, serçeler, yalıçapkınları saksağanlar ispinozlar bahçelere dalarlar. Sabah çiğinin suladığı, dalında ballanıp duran meyveleri gagalar, çekirdeğe en yakın yerinden öz suyunu içerler. Mahmut Esat oldum olası en çok bu saatlerde çalışmayı sever. Ayaklarının ucuna basarak aşağı iner, büyük kulpsuz bir fincanı dolduran sade kahvesini pişirir ilk yudumu höpürdeterek köpük kaçmadan oracıkta içer. Az sonra çalışma odasına kapanacak, ev halkı uyanıp onu kahvaltıya çağırıncaya kadar aralıksız çalışacaktır. “Tanrı uludur! Tanrı uludur!.. Bilirim ve bildiririm kiiii” Saba makamındaki ezanı Saadettin Kaynağa özenen gençten biri okuyordu besbelli. Pencerenin beyaz boyalı tahta güneşliklerini açtı. Aşağıda bahçenin ortasındaki havuza, top top kasım patlarına baktı. Birkaç gün sonra vereceği konferansın ana başlıklarını zihninde sıralıyordu. Fincanı elinde masasına döndü. Dil ve Tarih konusunda Çankaya'da yapılan toplantılarla ilgili ayrıntılı bilgiler günlerdir gazetelerin ana başlıklarında veriliyordu. Falih Rıfkı ile son görüşmelerinde bu masa başı çalışmalarının Gaziyi çok yorduğunu, hatta bir gece ansızın burnundan boşalan kan nedeniyle çalışmalara ara verdiklerini söylemişti. Uzun zamandır içini kemiren tasa dünkü gazetelere göz gezdirirken daha da arttı. Zatürrenin yinelenmesinden endişe ediliyordu. Daktiloyu önüne çekti, içinde biriken duyguları kafasının içini dolduran düşünceleri hızla kâğıda aktarmaya girişti. Hatay konusunda eskiden beri Fransa'nın çifte ölçekli 198 davrandığına inanıyordu. Birinci sayfa bitince ikinci kâğıdı taktı, el yazılı taslağa bakarak yazmayı sürdürdü. “Nasıl ki Fransa Alsasloren'i elli sene unutmayacak kabiliyette bir millet ise, Fransa şuna inansın ki Türk milleti de kendi öz parçasını elli bin sene unutmayacaktır. Benim mebus sıfatıyla söyleyeceğim şudur. Başkasını itham etmesini bilenler evvelâ kendilerinin vaziyetlerini düşünmelidirler. Tarihin kanlı parçası, kanlı bir kalp orada Hatay'da atıyor. Bu kanlı kalbin sukûn bulması Fransa'nın imza attığı antlaşmaya uymasıyla ancak kabil olacaktır… Fransa ancak bundan sonra başkaları hakkında konuşabilir…” Son satırları okudu. Bu baş ağrıları onu yoruyor dikkatini dağıtıyordu. Sigaraya uzanacakken vazgeçti. Kahvaltıya kadar dayanmalıydı. Yeniden makinenin tıkırtıları işitildi. “Bu yerler binlerce yıldır Türk'tür. Söz götürmez bu hakkımız yerine konmadıkça yirminci asır doğruluğun adaletin değil kuvvetin ifadesi olarak kalacaktır.” Makineyi itti kalktı. Her zamanki gibi konferansının başından sonuna kadar yazdıklarına sadık kalamayacağını biliyordu. Gitti yeniden açık pencereden kasım patlarını, havuzda birikmiş suyun üstünde yüzen kırmızı sarı yaprakları, çiğ düşmüş dalları seyretti. Aylardan beri Atatürk İhtilali dosyasını eline alamamıştı. Kimileri milletvekili hocaların iki görevden birini seçmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Akademik çalışma bölünmemeliydi… Hakları var diye geçirdi içinden. Mebusluk, üniversitedeki çalışmaları önemli ölçüde aksatıyordu. Zihni böyle dağınık, konudan konuya, düşünceden söze, geçmişten şimdiye geleceğe atlayıp dururken, çalışma odasının iki kanatlı yüksek kapısı usulca açıldı. Yüzü aydınlandı birden. - Gel Feheda gel. Bak bakalım ne diyeceksin. Ama 199 lütfen gene cümleler uzun ben bile zorlanıyorum okurken deme. Feheda'nın uykulu sesinde yapmacık bir azar, yüzünde içten sitem. -Gene kahvaltıdan önce sigara içmişsin. Yapma böyle, kendine ediyorsun. Hani doktora gidecektin? Kaç gün oldu? -Tamam yarın doktor geldiğinde bu kez sizlerden önce ben muayene olacağım. -Başın ağrıyor mu bu sabah? -Fazla değil. Bazen dayanılmaz oluyor. -Kan basıncın yükselmiş olabilir. Bak ihmal ediyorsun. Feheda geldi masanın önündeki küçük iskemleye oturdu. Sıkıntıyla parmaklarını ovuşturuyor saçlarını geriye topluyor, sonra vaz geçip ellerini öylece iç içe koyuveriyordu. Mahmut Esat yeniden yazmaya koyulmuştu. Feheda susarak bekledi, sonra göz ucuyla bakarak usulca, -Mahmut dedi, bu karınca hikâyesine ben inanmıyorum. Kocası başını kaldırmadan yazmayı sürdürerek, -Ne karıncası? -Gazi'nin kaşıntıları için köşkü ilaçlamışlar ya… -Evet? Başını kaldırdı dikkatlice baktı, -Yok canım. Daha dün Kılıç Ali'yle beraberdik sapasağlam diyor. Bu dil tarih kurultayları, masa başı çalışmaları yordu onu. Hatay meselesine üzülüyor. Feheda kederle iç geçirdi. -Bilmiyorum. Gönlüm hiç rahat değil. Mahmut Esat kalemi bıraktı yüreğinden ilk kez düşünmeye cesaret edemediği şeyi düşünmenin eşiğine yaklaşmak korkusu geçti. Hemen ayağa kalktı bir tehlikeyi 200 önlemek ister gibi, - Haydi, haydi dedi, vesveseyi bırak. Ben derse geç kalıyordum. - Anayasa notlarını dün orta masada unutmuşsun. Bu gün Mülkiye'de misin? - Hayır bugün dersim hukukta. Devletlerarası hak. Ben böyle diyorum. Onlar Hukuku Düvel demeye devam etsinler... Birlikte yukarı çıktılar. Mahmut Esat merdivenleri çıkarken hafifçe sendeledi. Hemen toparlandı endişeyle karısına baktı. Fark etmiş miydi? Hayır saçlarını firketesine sokmaya çalışıyordu. Rahatladı. O puslu sabah, çocuklar uyanıncaya kadar kahvaltı masasında uzun uzun söyleştikleri esenlik dolu sabahlardan biri oldu. Dolmabahçe, Osmanoğullarının son sarayı. Baba Garbet ile oğlu Nikos Baylan'ın Sultan Abdülmecit için özene bezene yaptıkları on yedi büyük salon, iki yüz oda. Göz kamaştıran ağır süslemeler. Kristal, kaymaktaşı, mermer, profir kakma. Fransız İtalyan ressamlarının süslediği tavanlar duvarlar. Kırmızı kadifenin çarpıcı yumuşaklığında on dördüncü Lui biçiminde altın varak mobilyalarıyla elçiler salonu. Duvarlarında yaz kış oynaşır durur boğazın hırçın dalgaları. Boğaz rüzgârı balıkların yosunların, baharda leylakların kokusunu yüklenir gelir. Ayvazovski'nin fırtınayla kabaran denizlerinde yelken kürek gemiler, bulutlarsa efsane tanrıları çağrıştırır. Karşılıklı iki duvarda biri sabahı karşılar öteki uğurlar akşamı. Ve taht. Taht söz konusu olunca elbette İngiliz soyu Taht Salonu'nda tam beş ton çeker yedi yüz elli lambalı avize, Victorya'nın armağanı Abdülmecit'e. Ama bu ağırlık yetmedi nicelerini bu salonda tahttan indirmeye. Kimini fetva hal etti kimini yasa. 201 Arkası ormana çıkar önü denize bakar bu taç kapılı saray şimdi milleti tacidar yapmış Gazi'yi ağırlamakta. Ama onun özlemi basit bir ev. Dağda bir ormanın kıyıcığında. Oysa işi başından aşkın. Dil ve Tarih alanında araştırma, bilgi birikimi henüz çok kıt. Öte yandan Hatay kan ağlıyor güney sınırında. Ve içi içini kemiriyor Atatürk'ün. İkinci bir cihan harbi beni bir yatakta hasta yatarken yakalarsa… Ali Fuat Paşa ihtimaline bile katlanamaz bunun. Aman Paşam der, neler söylüyorsunuz. Öyle görüyorum ki Fuad bu harp neticesinde dünyanın vaziyeti baştan başa değişecektir. İşte bu devre en küçük bir hata yapmamız halinde başımıza mütareke sahnelerinden çok daha ağır felaketler gelmesi mümkündür. Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir vaziyette olmalıyım. Ama dünyanın o felaket günlerine daha zaman var… Salih Bey, Doktor Nihat Reşat'ı ana girişte karşıladı. İkisi de endişeli yüzlerinde sıkıntıları örtemeyen kısa tebessümlerle selamlaştılar. Doktor hemen hızlı adımlarla üst kata yöneldi. - Gel doktor gel. Bilir misin Hıta neresidir? Doktor şaşırmıştı. Onu yatakta bulacağını sanıyordu. Oysa traşını olmuş, giyinmiş bütün enerjisini yeniden kazanmış gibi ayaktaydı. Ama bu sözcük? Hıta? Duymamıştı, hiç, - Duymadım hiç paşam. Sarışın yüzünde pembe çocuk yanakları. Muzipce gülüverdi. - Hıta eski Türklerin Çin topraklarına verdikleri isimdir. Gel gel otur şöyle. Bilir misin Ruslar Çin'e Kitay diyorlar. O topraklarda eski Türkler büyük devletler kurdular. Doktor bu anlatımlarına bir anlam veremedi. Endişeyle gelmişti buraya bir an önce konuyu açmak 202 istiyordu. Mustafa Kemal ince uzun parmakları arasına sıkıştırdığı sigarasından derin nefesler çekerek dalgın gözlerle mermer parmaklıklarla çevrili rıhtımın ötesinden boğazı seyrediyordu. Sonra gözlerini hiç çevirmeden soruverdi. - Doktor kaşıntının sebebini buldunuz mu? -Evet efendim. Bu kaşıntının yemek ve bilhassa içmekle ilgisi var… Bundan emin misiniz? Doktor derin bir nefes aldı. Kederini gizlemeye çalışarak, -Efendim kanaatım o kadar katîdir ki bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur. Karaciğeriniz büyümüş biraz sertleşmiştir. İşte kaşıntının sebebi bu karaciğer rahatsızlığıdır. Son tümce o vakte kadar, bilinmezin sis perdesinde barınan avutucu olasılıkları yırtıp zor katlanılır, ama kaçınılmaz gerçeği bütün yalınlığıyla ortaya koymuştu. Bunun hasta üzerinde bir sürpriz, kötü bir sürpriz etkisi yaratacağını düşünüyordu. Ama o karşısında sükûnetle oturuyordu. Telaşsız sordu. -Bu durumda şimdi ne yapacağız? Doktor yüzünün ifadesinden anladı ki son Makedonyalı yenilmeyecektir. Bunu herkese göstermek, kendini buna inandırmak istemektedir. Serin bir akşam vakti. Renkli kâğıtlar kurdeleler balonlarla süslenmiş Merinos dokuma fabrikası salonu. Orkestra valsler tangolar çalmakta. Gazinin geleceği söyleniyordu ama hâlâ yok. Birden masalardan kalkışmalar kapıya doğru akan kalabalık. Gazi geliyor… Gece mavisi ceketi lacivert gözlerini daha kocaman yansıtıyor. Saçlarının seyrek sarışınlığında aydınlık gülüşlerle herkesi özenle selamlıyor. Kimsenin rahatsız olmasını istemiyor. Sıradan bir konuk gibi büfeye yöneliyor, uzun ayaklı yüksek 203 iskemlelerden birine ilişiyor. Bir ayağı hazeren iskemlenin desteğinde ötekisi dimdik sıkıca yere basıyor. Bir süre izliyor dans edenleri sonra şefe emreder gibi sesleniyor, - Sarı Zeybek! Herkes susuyor. Şef şaşkın, hemen orkestraya dönüyor ilk işaretiyle birlikte müzik başlıyor. İlk ezgiyle yüksek sandalyesinden sıçrayarak iniyor. Gergin adımlarla ortaya geliyor, kollarını ağır ağır kaldırıyor, tam dik açı oluşturunca, yüksek dağların, engin denizlerin, bitek ovaların binlerce yıldan beri damıtıp getirdiği mağrur tini sergileyen zeybeğe, bir tanrı gibi duruyor… Baş, alını yücelten diklikte, gözler geceyi ışıtarak ileriye, göğüs kanatları gururla kabarmış, ayakları sanki yere hiç değmiyor… “Dikkat edilmezse dokuz aydan çok yaşaması için mucize bile yetmez.” Mucizeye meydan okuyor. Etrafında halkalananların gözlerindeki hüzünlü anlatıma meydan okuyor. O aslında ölüme meydan okuyor… Tahta zemine vuran dizleri, sekişi, yükselişiyle kafesinden kurtulmak isteyen altın yeleli bir aslanın kükreyişini izliyorlar şimdi. Alnında terler boncuklanıyor… Soluğu sıkışıyor… Ritim hızlanıyor… 204 - Hâlâ çalışıyor musunuz Hocam? Ne güzel yazmışsınız bugün: Hatay kızları Mehmetçiğin karşısında siyahlarını yırttılar, allı beyazlı renkleriyle doğdular. Hürriyet ve istiklâl sabahları, kutlu olsun Hatay'a! Genç adam hocasını rahatsız etmekten çekinerek başını kapıdan uzatmış konuşuyordu. Yarı karanlık odada masanın üzerindeki karpuz lambanın ışığı yorgun başını yarım ay gibi sarmıştı. İçeri giren genç doçente, bu ateşli sözcükleri yazan kalem o değilmiş gibi sıkılarak, utangaç gülüşüyle baktı. -Gel Nihat gel, bitirmek üzereyim. Genç adam içeri girdi. Uzun masanın öteki ucuna oturdu. -Olağanüstü bir işi başardınız efendim. Devletler Hukuku alanında bu kitabınızla bir temel attınız. -Nihat biliyorsun hep söylerim, acemi ağızlarda ve kalemlerde devletlerarası hak kolayca kozmopolitizmin silahı haline dönüşebilir. Devletlerarası hak bizim gençlerimize tam bir hukuk bilinci vermelidir. Bu hak ne bir dinsel topluluğun ne bir ırkın malıdır. Devletlerarası hukuk bütün insanlığın malıdır. Bu bilinci vermeliyiz öğrencilerimize. -Elbette Hocam. Bunu yaparsak Türkiye'nin ve ulusumuzun devletlerarası hukukta eşitliğini, öteki devletlere denkliğini, hukuk bilimi sahasında kanıtlamış da oluruz. Siz bunu derslerinizde yurt sevgisini güçlendirecek bir söylemle ustalıkla ve incelikle her zaman yaptınız. Mahmut Esat gözlüğünü çıkardı kalemi bıraktı. Alnını oğuşturarak, -Başarabilirsek hepimizin hizmeti olacaktır Nihat. Birimizin değil hepimizin dedi. Hemen basılabilecek mi? 205 - Sanırım biraz daha çalışmam gereken bölümler olacak. Özellikle Berlin'den Fon Listz'in yaklaşımı, yöntemi itibariyle… Genç Doçent ayağa kalktı. - Sanırım siz biraz daha kalacaksınız. Ben izninizi alayım. - Yoo ben de artık çıkayım. Bu haftaki yazıları gazeteye gönderemedim. Onları da postaya vermem gerekiyor. Nihat elindeki Akşam Gazetesi'nin ikinci baskısını katlayıp usulca yan cebine koydu. Aslında bu gazeteyi ona getirmişti, ama Hoca'nın Gazi'ye olan derin bağlılığını bildiğinden bu yorgun akşam saatinde onu üzüntüye boğmaya kıyamadı. Üst başlığı görmek onu perişan edecekti kuşkusuz. “Gazi Komada...” Ölümü istemek bir cesaret değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır, diyen Gazi… Sokak lambaları birer ikişer yanarken caddeye çıktılar. Ayrı yönlere gideceklerdi. Vedalaşırlarken Mahmut Esat durdu, yaslı bir türkü söyler gibi sordu. - Dolmabahçe'den haber yok değil mi? O haber hiç gelmesin istiyordu. Artık iyi haberlerin gelmeyeceğini bildiren aklına yüreği günlerdir isyan etmekteydi. Nihat yanıtlamadı. Elini kuvvetle sıktı, hızla uzaklaştı. Mahmut Esat'ın içine derin bir sızı çöktü. Genç doçentin arkasından zayıf da olsa bir umut arayan gözlerle baktı. Mustafa Kemal'in ölümü! Bu uğursuz fikre kapılmanın dehşetini duydu. Güneşin söndüğü bir âlemde kapkaranlık bir uçuruma itiliyormuş gibi ürperdi. Bir an bazen bir asır gibi yaşanır. O an bunu yaşadı, sonunda özü tinine yengin geldi. Usulca fısıldadı. "Ölürse ten ölür canlar ölesi değil." O ölümsüzdü… Bir tarih yok olabilir miydi? O tarihin içinde kendisi de vardı. Bunu düşünmedi bile… Henüz kırk altı yaşındaydı ama bütün büyük adamlar 206 gibi hayattan hep alacaklıydı. Yaptıkları, yaşadıkları, ortaya koyduğu eserler onu doyuma ulaştırmaya yetmemişti. Kafası, saçları artık iyice geriye çekilmiş başının içi, hâlâ fikirlerle, tasarımlarla doluydu. İnkılâbın kusursuz olarak olgunlaşması, bütün hayatını ayırdığı toplumsal tasarımların gerçekleşmesindeki sabırsızlığı hala bütün ruhunu delikanlılık günlerinin ateşiyle dolduruyordu. İnkılâbın akışına yeterince ayak uyduramayanlara, karşı çıkanlara, bağışlanılmaz öfkeyle doluydu. Bu öfke kimilerini korkutuyor kimilerini ürkütüyordu. Kaytak düşmanlıklar hem siyasal hem bilimsel alanda her zaman sinsice izlemişti kendisini. Ama Gazi'nin neredeyse delikanlılık yaşlarında ondaki cevheri görmesi, onun kişiliğindeki yurtseverliği, kararlılığı, cesareti tanıması, ona güvenmesi, onu bütün tehlikelerden koruyor karşıtlarının eyleme geçmelerini engelliyordu. En ağır haksız suçlamalarda bile şefinin kendisine duyduğu bu güven kaybolmamıştı. Hava iyice kararmıştı. Durdu bir sigara yaktı. Soğuk rüzgârı ta içinde hissetti. Üşüyordu. Birden gönlüne bir gariplik çöktü. "Garibim her taraf bana yabancı." Faruk'un dizeleri. İçi özlemle doldu, evde olmayı istedi. Kızları, oğlu Yüksel. Yüzü aydınlandı birden. Yaman yakışıklı olacak kerata dedi, dudaklarında sevecen, gönentili bir gizli gülüşle. Atlayıp trene gitse. Hafta sonu kalabilir. Daha derslerin başlamasına vakit var. Hatta biraz uzunca kalabilir. Evet evet hemen atlayıp gitmeli. Yönünü değiştirdi. Yıllardır dersler, konferanslar kongreler, ilçe ilçe teftişler, inceleme gezileriyle ilden ile, ilçeden köye gide gele artık her kavşağını her dönemecini ezberlediği demir yollarında, bu kez yalnızca kendisi için bir yolculuk yapacaktı. Biletini alınca nedense iş başarmış çocuk gibi sevindi. İçinde hafiflemenin hoşnutluğunu hissetti. Gar Âşevi'ne girdi. Daha içkisini bitirmeden kampanalar çalmaya başladı. Fötrünü başına geçirdi yağmur altında 207 koşarak perona ulaştı. Onu ailesine kavuşturacak treni kaçırmaktan korkuyordu. Öteki korkunun, önderini vaktinden önce yitirerek onun eserine hizmet fırsatını kaçırmak korkusunun, henüz bilincinde değildi. Kampanalar bunun için mi çalıyordu yoksa? Oysa çok yakında soğuk bir kasım sabahı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin büyük salonundaki inkılâp tarihi dersini, "İskenderler, Napolyonlar, Fatihler ayağa kalkın! Selam durun! Mustafa Kemal Atatürk geliyor" diyerek bitirecekti. Ve herkes gözyaşlarına boğulmuşken, o büyük yasını, vakur dik duruşunu hiç yitirmeden bütün ömrünce tutacaktı. 208 Ne kadar sıcak bir Eylül bu. Gece incir kokuyor. Yaprak kımıldamaz akşamlarda yemişler pat pat düşüyor ateş tuğlası toprağa. Çam kozalaklarının çıtırtısı, cırcır böceklerinin bitmeyen sesi. Susamlar biçilmeden kızıl kahveye döndü başaklarında. Kuyudan su çeken topal beygirin kişnemeleri bölüyor geceyi. Uzaklarda bir yerde biri klarnet çalıyor. Bir Rumeli türküsü. Komşu bağdan geliyor olmalı. Dertlenir şimdi. Yukarı gelip yatsa ya. Pencereden uzandı, aşağıya yaprakların örttüğü çardağa bakıyor. Lüks lambasının parlak ışığında bir gurup adam. Tahta masanın etrafına oturmuşlar. Kimi yere toprağa bağdaş kurmuş. Selçuk'tan, Kuşadası'ndan esnaf çiftçi, işçi ırgat dostları. Kaba bir sesin anlattıkları işitiliyor. -Çöktük tetiğe verdik kurşunu. Palikarya… Feheda aşağıya iniyor, arka kapıya dolaşıyor. Kavunu bari kuyuya salsalardı. Serinlediyse çıkarsınlar sofraya. -Abla, ablaa peynir istiyorlar. -Sen misin Çakır? -Benim. İçecek su da kalmadı. Oğlanlar da gitti. -Bey'e söyle adamlar gitti, suya salacak kimse yok de. Üzümle kavunu da çıkar götür. -Oturacaklar mı daha? -Bilmem ki. Ah işte gidiyorlar galiba. Lüks lambasının ışığı önce hayvan damlarını, sonra avlunun büyük ahşap kapısın aydınlatıyor. Çakır koşturup açıyor kapıyı. Feheda içeriye çekiliyor. Kapı önünde vedalaşmalar. -Kal sağlıcakla Mahmut Bey. -Beyim, allah senden razı olsun. Bu derdimizi de hallettin ya. Mahmut Esat'ın tok sesi, -Haydi haydi. Yok canım estağfurullah. Hepimizin 209 yararına bu. İnşallah bu yıl Cumhuriyet Bayramını artık elektrik lambalarının altında kutlayacağız. Taşlı yolda konukların ayak sesleri atla gidenlerin takırtılarına karışıyor. Arkaya dolaşan iki kişi söyleşiyorlar fısıl fısıl. -Gazinin ölümünden bu yana çöktü be Mamıt Bey. -Türküyü duydun mu öteden... -Duydum, duydum da… -Eee Türklük yüreğini dağlasın gayrı/Cihan da bizimle ağlasın gayrı. Ne dersen de… Dünya bir gölgelik demişler. Gazi bilem gittikten kelli… Gidenlerin ayak sesleri uzaklaşırken Feheda'nın içinde bir korku. Çöktü mü Mahmut? Yok canım yorgun, yorgun da ondan… Hele birkaç gün geçsin, dinlensin biraz… -Fehedaa, Fehedaa Hemen ön tarafa dolaşıyor. Hâlâ tahta masanın başında. - Gel gel oturalım biraz. Tahta sedire oturuyorlar. Yan yana. -Bu yıl ben de İstanbul'a sizinle birlikte gelirim belki. -Neden? Yani keşke gelsen. Gün bu yıl koleji bitirecek. Ay ortayı. Yüksel'in dersleri iyi değil biliyorsun. Bir haylazlık geldi üzerine. -Yok canım. Erkek çocuk olacak o kadar. -Meclis bu yıl geç mi açılıyor yoksa? -Yeni bir kanun çıkıyor. Öğretim üyeliği yapan milletvekillerinin iki görevden birini seçmeleri gerekecek. -Yani? -Yanisi, ya mebusluk ya hocalık? -Neden buna lüzum gördüler. -Doğrusu da bu. Bilimsel çalışma tam bir mesai ister. -Her halde mebusluğu seçeceksin. Mahmut Esat küçük bir kahkaha attı. Sonra eğildi 210 karısının yüzüne dikkatlice baktı. Onun bunu isteyeceğini biliyordu. Oysa kararını çoktan vermişti. Cumhuriyete inkılâbın hizmetkârı olacak nesiller yetiştirmek… Gazinin emanetini ehil ellere tevdii etmek. Cumhuriyetin bekçisi bir gençlik… Ama o akşam bunları karısına söylemedi. - Haydi senin uykun çoktan geldi. Ben de erken kalkmalıyım. Halkevi'nin toplantısına gideceğim. - Hani dinlenecektik. - Dinleniyoruz ya… Feheda içeri girerken Mahmut gitti köpeklerin zincirlerini çözdü. Ay ormanın üzerinde az sonra yere inecekmiş gibi yakın, öylece turuncu bir ışıkla yusyuvarlak parlıyordu. Sıcak gecenin içinde köpeklerin uzun uzun havlamaları duyuldu… 211 “Tramvay şirketi millileştiriliyor.” Gazeteler günlerden beri süren tartışmaları sonunda bu başlıkla noktalıyorlardı. Gülhane Parkı'nda ağaçların dallarına renkli ampuller asılmıştı. Davulun tokmağı hızlandıkça Donizetti'nin marşlarına halk da eşlik ediyordu. Bandonun hemen önünde kıvırcık kır saçları, epirmiş siyah başörtüsünden taşan yaşlı bir kadın iki uzun ön dişinin arasına dilini sıkıştırarak kendi kendine konuşuyordu peltek peltek. - Rabbim sana şükürler olsun. Artık Fransıza gitmeyecek bilet paralarımız. Az ötesinde beresi yana kaymış, çene sakalı kırpık, elindeki kocaman şemsiyeyi baston gibi tutarak tık tık tıklatıp duran adam tel gözlüklerinin ardından küçümseyen gözlerle kadını süzüyordu. Kadınsa kendi kendine söylenmeye devam ediyordu. Adam ofladı pufladı, sonunda dayanamadı. - Çok sevinme hanım. Bakalım işletebilecek miyiz biz koca şirketi. Bana sorarsanız iki güne kalmaz batırırız biz. Kadın başörtüsünün uçlarını çözdü, havalandırdı yeniden örttü başına. Adamda hâlâ aynı küçümseyen kısık gözler. Kadın bir iki dik dik baktı, sonra öfkeyle konuştu. - Senin kesen elin Fransızıyla ortak mı be adam? Cumhuriyet neredeyse yirmi yaşına girecek çoktan yapmalıydık bunu. Onlar anasının karnında mı öğrendiler tramvay şirketi yönetmeyi? Oh ne güzel gelsin İstanbul'un göbeğinde el atsın kesemize! Yazık değil mi mektep çocuklarının harçlıklarına? Kadın susacağa benzemiyordu. Lacivert bereli tel gözlüklü pişman olmuştu dediğine diyeceğine. Arkadan iri kıyım biri söze karıştı 212 -Size göre hava hoş beyim. Gelen ağam giden paşam. Ama bizim için kazın ayağı öyle değil. Ben seksen kuruşa sayacıyım nah şurada. Sayacı Dolapdere tarafını işaret ediyordu. -Hergün Balat'tan buraya git gel, kaç para ediyor bilir misin? Bereli keyiflendi, -Peh şimdi bedava mı gelip gideceksin? -Olsun dedi sayacı, hiç olmazsa bilet param milletin kesesine gidecek. Başörtülü o anda hatırlamış gibi çabuk çabuk… -Milletin malı milletin kesesine. Milletin… Dedi. Son sözcüğü bereliyi acıtmak için böbürlenerek iki kez yinelemişti. Bando yeni bir marşa başlayınca dayanamadı. Şarkılı kahvelerde bulaşık sularının körelttiği kalın küt parmakları arasındaki sigarasını tüttürerek o da söyleyenlere katıldı “Karadeniz Karadeniz, gelen düşman değil biziz.” Sayacının tütün kısığı sesi ikinci dörtlükte duyuldu. “Korkma açıl şen yurdum dağlara ordu kurdum...” Sayacının sesi berbattı ama öyle bir coşkuyla söylüyordu ki kadın içinden “varsın olsun” dedi. Bu coşkulu kutlamadan birkaç gün sonra, Büyükada'da akşam vapuru yolcularını boşaltırken Nizam yolundaki evin bahçe kapısı üst üste çalındı. Bu vakitte kim olabilirdi? Paslı çıngırak çalmaya devam ediyordu. Ay bahçeye koştu. Ferforje kapının beyaz parmaklıkları gerisinde kır saçları özenle taranmış pardösülü biri vardı. -Peder bey yoklar mı küçük hanım? Ay yanıtlamadı koşarak eve girdi. -Annee babamı soruyorlar. -Kim soruyor kızım? Ay annesinin uzandığı kanepenin yanına kadar sokuldu. Yabancı adam duyuverecek gibi, kısık çocuk 213 sesiyle, -Lacivert ceketli şapkalı bi adam. Ay, hani daha önce de gelmişlerdi, o Fransızların tercümanı diyecekti ama annesi her zamanki özeniyle, -Bi değil Ay, bir adam diyeceksin. Kimmiş, ne istiyormuş? Elindeki gazeteyi bıraktı. Sabahtan beri kaç kez eline almıştı Mahmut'un şu yazısını, tam olarak okuyup bitirmek bir türlü nasip olmamıştı. Gözlüğünü çıkardı sehpanın üzerine bıraktı. Çabucak sofayı geçti bahçeye indi. -Buyrun kimi sormuştunuz? -Rahatsız ediyorum hanım efendi. Mahmut Bey için gelmiştik. -Henüz eve gelmedi. Yüksek kahvede oluyor bu saatlerde, bazen vapurdan çıkınca uğrar oraya. -Biz Anadolu Kulübü'ne bakmıştık. -Sanmıyorum, orada yoktur. O sırada gördü adamın yakasındaki bayrak rozeti. Kırmızı beyaz mavi. Hay Allah gene onlar. Bu kez kimi araya koymak istiyorlar acaba. Kestirip atmalı. -Orda yoksa bilemem nerededir. Adam nazikçe selamladı döndü gitti. Fitnat Hanım'ın güleç yüzü, birkaç gün önceki sözleri geçti zihninden. “Aman Fehedacığım bu koca ev nasıl döner? Mahmut Bey böyle yapmasın. Madem Fransızların avukatı olmayı reddediyor, devlet de kendini savunacak kişiye yeterli mesarifi yapmalı. Avukatlık hakkını ödemeliler.” Bir iki gün bu adamlar yüzünden gergin geçmişti. La Haye'nin muzaffer avukatı şimdi İstanbul Barosu'nun bir üyesiydi, iş işti. Mahmut reddettikçe tekliflerini ısrarla yineliyor, ücreti yükseltiyorlardı. Millileştirilen Fransız firmalarının geri alınması davasında Mahmut Esat'tan daha uygunu kim olabilirdi? Mahmut ise yabancı şirkete karşı 214 devleti savunmakta kararlıydı. Feheda bir sabah Fitnat Hanımın sözlerini aktarmak istediğinde, “Ben bilmiyor muyum devletin kesesinin ne halde olduğunu. Değil avukatlık parası almak, bu davayı savunmak için üste para bile veririm.” diyerek kestirip atmıştı. Oysa mebusluk maaşı kesildiğinden bu yana elleri her yıl biraz daha daralıyordu. Bu yıl Arvalya'dan gelen para da çok azdı. Yukarı salona çıkarken Maraşalin eşinin sözlerini bir kez daha düşündü. Avukatlık parasını istemesi gerekmez miydi hazineden, konuşsa mı Mahmutla? Ama yoo hayır, lafını bile etmemeli. Hazır öfkesi sönmüş, bu konu kapanmışken. Dava fazla uzamadı. Gazeteler söz birliği etmişler gibi aynı üst başlığı atmışlardı. “Mahmut Esat Fransızları Bir Kez Daha Mağlûp Etti” O akşam telefonları hiç susmadı. İsmet Paşa ilk arayan olmuştu. Fransız şirketinin savunmanı Refik Şevket İnce de ilk arayanlardandı. Bu dava süresince gazeteler Tahtül Bahir davasını da yeniden gündeme almışlardı. Birinci savaşta Fransızların vermeyi yükümlendikleri torpidoları teslim etmedikleri halde bunların parasını istediklerinde bu girişimin gene o vakit de Mahmut Esat tarafından engellendiğini uzun uzun yazdılar. Ama Mahmut Esat'ın bu ayrıntılara ayıracak vakti yoktu. Hele bunları yeniden gündeme taşıyarak, insanların dikkatini kendisi üzerine çekmek ayıp bir şeydi. Eylül'de küçük kızlarını koleje veremediler. Feyzi Ati'de yatılı oldu Ay. Kocası Cumhuriyetin gönüllü avukatı olarak Halk Devletine hizmetini sürdürüyordu. Halka, millete hizmet yurttaşlık borcuydu. Doğal bir sorumluluk. Yaptırımı ancak yüce duyunçta hissedilen “Tabii bir borç”. O şimdi bütün bir yaşamını adadığı idealleri uğruna 215 bir üniversite hocası olmanın çok ötesinde, sorumlu bir yurttaş olarak çok daha fazlasını yapmak istiyordu. Bütün amacı ihtilali savunacak, yaşatıp geliştirecek genç kuşakları yetiştirmek, halkı uyandırmak, uyanık tutmaktı. Hele hele savaşın bütün dehşetiyle, şiddetiyle devam ettiği şu dönemde cumhuriyeti bu ölüm makinasından uzak tutmak gerekiyordu. Oysa çok az şey arzu edilen mükemmellikte gelişmiyor zaman zaman siyasal değerlendirmelerdeki eksiklikler diplomatik zaaflara dönüşüyordu. 216 Konferans saatinden çok önce Pera Palas'ın büyük salonu hınca hınç dolmuştu. Her defasında âdeta küçük bir basın toplantısı kendiliğinden oluşuyordu. Bu gün de yukardaki küçük fuayede Mahmut Esat gazetecilerin sorularını yanıtlıyor. - Yandaşlık da karşıtlık da zaman zaman gazeteciliğin elinde bir geçim vasıtası olarak kullanıldı. Hürriyet mi istiyorsunuz önce onu bir geçim, ihtiras ve tecavüz vasıtası olmaktan kurtarınız. Ben şuna inanıyorum ki fikirleri okumaktan, mütalâadan, tenkitten kaçınanlar yalnız zayıf fikirlerdir. Dünyada fikri yenecek bir tek kuvvet vardır, o da daha kuvvetli fikirdir. Ben sosyalist fikirleri okumaktan korkmuyorum. Faşizm iç siyasette ırkçılığı, dış siyasette ise emperyalist amaçları güttüğü için yaşayamayacak, hayatı gerilerde aradığı için ölecektir. Tıpkı ekonomik liberalizm gibi. Tarihin ve insanlığın ardında kalan kaytaklık olacaktır. Ön sıradan genç bir gazeteci sık sık el kaldırarak söz almaya çabalıyor. -Sayın Bozkurt, Almanların Stalingrad'da yenilmesi, Türkiye'nin müttefikler yanında savaşa girmesi baskılarını arttırdı. Bundan birkaç hafta önce Yenice İstasyonu'nda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun Churchill ile buluştuğunu bildiriyor yabancı ajanslar. Demek işin saklısı gizlisi kalmamıştı. Bir an düşündü, sonra yanıtladı. - Bizim dış politikamızın temelini önderimiz Atatürk belirlemiştir. Yurtta sulh cihanda sulh. Ancak unutulmamalıdır ki barış istiyorsak savaşa hazır olmalıyız. Sömürgeciliğe karşı olmadan barışçı olunamaz. Beli silahlı olanın sesi gür çıkar. Silahsızlanmadan söz edenler her zaman dişlerine kadar silahlananlar olmuştur. Barış ancak 217 sömürgeciliğe karşı ittifakla güçlenir. - Sayın Bozkurt son bir soru. Kahire'de bir konferans düzenleneceği söyleniyor. Acaba burada Milli Savunma sanayimize bir katkı olabilecek sonuçlar sağlanacak mıdır? Mahmut Esat saatine baktı. Konferansa başlamak için ancak birkaç dakikasının kaldığını gördü. Hayatı boyunca kitleler karşısına hep tam vaktinde çıkmıştı. Zamana dikkati medeniyetin bir gereği sayardı. Salona geçmeliydi. - Evet böyle bir konferans olasılığı var, ama şimdiden kesin şeyler söylenilemez. Hep birden ayağa kalktılar. O anda gözü karardı. Sakın düşmesin. Başı dönüyor. Yüzü sarardı, derin derin nefes aldı. Geçen birkaç saniye, birkaç saat gibi geldi. O karanlık çöktüğü gibi açılıverdi birden. Kulaklarındaki uğultu giderek azaldı. Gene de dikkatli adımlarla yürüdü kafesli asansöre. Asansör salon girişinde durur durmaz alkışlar yaşa varol sesleri yükseldi. Gençler koşarak geldiler omuzlarına almak istiyorlardı. Polisler koşuştular yolu açtılar. Yüksek pencerelerden dolan güneş bütün salonu aydınlatıyordu. Kürsüye çıktı. Dışarıda buzlaşmış karın yüzeyinden yansıyan ışık arkasından vuruyor, geniş omuzlarını, yüksek alnını ve iri gözleriyle ateşli konuşmalarının işaretlerini dinleyenlere ileten ellerini aydınlatıyordu. Arkadan vuran bu parlak ışık altında daha heybetli görülmekteydi. Her zamanki gibi söze doğrudan başladı. - Gerçekleri bunlar aleyhimizde de olsa olduğu gibi ortaya koymak bizim belli başlı gücümüzdür. Saklamak korkmak yalnız zayıfın huyudur… Herkes kulak kesilmiş dinliyordu. Genç gazeteci acele acele not tutuyor hiçbir sözcüğü kaçırmak istemiyordu. Saatlerce konuştu. Özellikle milletler arası ilişkilerin 218 1 bu savaş ortamında Türkiye açısından önemine değindi, Misak-ı Milli sınırları dışında hiçbir talebi olmayan Türkiye'nin bağımsız ve başı dik olarak yaşama isteğinden söz etti. Bütün söylediklerinin önemle kaydedildiğini biliyordu. Bildiği bir başka şey de, Kahire'de üç büyüklerin Türkiye'yi savaşa sokmak için ellerinden geleni arkalarına koymayacaklarıydı. İnönü bu baskıları askeri yardımı arttırmaları için bir karşı taarruza dönüştürmeyi başarabilecek miydi? Gazetecilerden hiç biri bu soruyu sormadı. Bu gündemli söyleşilerini kimi zaman Halkevi'nde, kimi zaman gençlik, öğrenci cemiyetlerinde bazen da böyle yabancı basının da ilgiyle izlediği otel salonlarında büyük konferanslarla sürdürmeye devam etti. Savaşın kritik aşamalarında halkın ilgisi daha da artıyordu. Ama asıl önemli olan gazete çalışmalarıydı. Bunlarla sesi, fikirleri Anadolu'nun her yerine ulaşmaktaydı. Feheda mutluydu. İyi kötü bir kararlılık oluşmuştu yaşamlarında. Akademik yaşamın dizgesi çocuklara babalarını hangi saatlerde evde bulabileceklerini bilmek saadetini sağlıyordu. Şişli'deki bu geniş dairede kızlar da yeni yetmeliğin tadını çıkartıyorlardı. Hele anneanneleri İzmir'den geldiğinde… Hafta sonları okuldan döndüklerinde ev bayram yeri şenliğine kavuşurdu. O zaman Mahmut da onlarla çocuklaşıyor neşeleniyor, savaşı birkaç saatliğine de olsa unutuyorlardı. Hele Yüksel… En büyük keyfi babasının omzuna çıkıp oturmaktı. Bir gün dayanamadı Feheda. Sarışın bukleli bu gürbüz çocuğun, babasının geniş omuzları üzerindeki sevinçli duruşunun fotoğrafını çekti. "Büyüyünce babanın seni ne kadar şımarttığını sana göstereceğim diyordu." Sen de çocuklarını şımartırsın böyle… Yüksel'in henüz baba olmaya fırsat bulamadan bu dünyadan göçüp gideceği aklının ucundan bile geçmezdi… 219 Evden çıkar çıkmaz sert bir rüzgâr çarptı yüzüne. Hava adamakıllı soğumuştu. Halâskârgazi caddesine saptı. Durağa geldiğinde yağmur kesilmişti. Ama rüzgâr daha sert esiyor dükkânların kepenklerinden, çatıların çelenklerinden kayarak yayaların yüzünü biçiyordu. İlk tramvay o daha durağa yetişmeden geçti gitti. Adımlarını sıklaştırdı. Ama şu göğsündeki batma yok mu nefesini kesiyordu. Kaşkolsuz dolaşmaktan hep. Feheda ne kadar söylense hakkıdır. Üşütüyorum muhakkak. Sırtıma vuruyor namussuz. Tramvaya boş verdi. Taksi gözlemeye koyuldu. Böyledir işte beklersin gelmez. -Buyrun Hocam. Döndü. Hemen ardında mavi gri Plymouth. Şöför arabadan çıkınca tanıdı. -Yahu Celal ne zamandan beri taksici oldun. -Valla efendim ayıptır söylemesi bizim kayınço gözü açıktır. Daha önce memurdu işletmede. Bastı istifayı, ona rica buna rica denkledi beş kağıdı. Aldı bunu. Ben de adliye'de iş bitince, şoförlük yapıyorum. Ne edelim hocam, odacı maaşıyla bu günlerde… -Haklısın Celal. Her şey ateş pahası. Ama ne yapalım. Harb… -Gazeteye mi Hocam? -Evet, evet ama dolaşma istersen. Sen beni yokuşun altında bırak. -Nasıl isterseniz Mahmut Bey. Vilayetin önüne gelince hava birden yumuşamış gibiydi. Yağmur dinmişti. Gazeteye varmadan berideki çay ocağına seslendi. -Beşir. Beşiiir… Beşir Trakya göçmeni. Her zamanki şıklığı, beyaz gömlek, siyah pantolon yelek. -Hayırlı sabahlar beyim, buyurun. 220 - Benim kahveyi yukarı yolla. - Hemen Beyim. O sırada gözüne ilişti. Kitapçı, vitrinin en önüne bir çerçevenin içine yerleştirip asmıştı kitabını. “Atatürk İhtilali. Birici cilt” İki yılda bitirememişlerdi ilk baskıyı. Birinci cildi kendi bastırmıştı. Ama şimdi ikinci cildi bitirse bile bakalım o kadar kolay basılabilecek miydi? Bu kâğıt yokluğunda… Odasına girdi. Paltosunu asarken kahveci çocuk kulpsuz fincanda sade kahveyi getirdi, masaya koydu. -Beyefendi siz dün akşam çıktıktan az sonra Ercüment Bey geldiler. Sizi sordular. Birden hatırladı. Akşam burada buluşacaklardı. Ama… Hay Allah tamamen unutmuştu. Canı sıkıldı. Acı kahveden bir yudum aldı. Pazartesi günkü yazı masanın üzerinde duruyordu. “Kaybolan Haklar. Acaba şu anda kaç öksüz, kaç dul, kaç ihtiyar ah etmekte göz yaşı dökmektedir?..” Göz gezdirirken daldı gitti. Bergama'nın Kozak köyü, Alaşehir'in İnegöl Köyü, Burgaz köyü, art arda siyah beyaz, boz bulanık görüntülerle belleğinden çıkıp geldi önüne. Halk yoksuldu, çiftçi perişan. Savaşsa kapıda… El yazılı bir tomar pellurun altından kitabı çekti çıkardı. İlk sayfayı açtı. “Atatürk'e, bu kitapta eserini anlatmaya çalıştım. Yapabildim mi? Ummuyorum. Sen ve eserin o kadar yüksek ki. Erişilmesi çok güç. l5 Eylül l937” İkinci betik hemen altındaydı. “Yukarıdaki satırları sağlığında yazmıştım. Kitap ise ölümünden sonra çıkıyor. Ne yazık!.. Kitaptaki eksikliklerin arttığına şüphe yoktur. Fakat bu eksiklikler onun eserinin değil döktüğüm göz yaşlarının, silip götürdüğü parçalardır. Huzuruna paramparça olmuş bir gönülle, öksüz kalmış yırtık pırtık bir kitapla çıkıyorum. Affet… Ve hoş gör… Ankara, 9 Mart l940” 221 Birden hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kitap sanki üç yıl önce değil de bu gün çıkmış gibi. Bütün o sürecin, eziyetli heyecanlı acılı gecelerin birikimi, tortusu gelip oturuvermişti içine. Bir türlü kendine hâkim olamıyordu. Nihayet biraz sakinledi. Kalktı elini yüzünü yıkamak için kapıya yöneldi. Sendeledi birden. Başında o ana kadar hiç bilmediği bıçak gibi bir ağrı… Midesi bulanıyor göğsü sıkışıyordu. Tutunmak istedi, döşeme ayaklarının altından kayıyordu. Sonra birden her şey karardı. Düştü. Yüce bir dağ gibi oracığa yığıldı kaldı. Dışarıdakiler sadece o müthiş gürültüyü duydular. Şimdilerde Arvalya sırtlarında bazı günler, çobanlar ırgatlar çiftçiler, tütün diker, çapa yapar, zeytin silker, hayvan güderken, şafak vakti bir yağız atın koşumlarını şakırdatarak dört nala geçtiğini duyarlar. Sevinir, Mahmut Bey derler, bizi gözetiyor, bu yıl ürün bol olacak… Ve ne zaman bir duman bassa Samson Dağları'nı, kayalıklardan bir kartal süzülür de, gölgesi ak ayaklı denize düşer, göz odağının bahşettiği uz görüsüyle o alıcı kuş döner durur bütün heybetiyle defne mersin kokulu çiçekler koyağı Arvalya'nın, o kutsal korunun üzerinde… Genç savcı başını kaldırdı. Güneş doğuyordu. Sarı kâğıt tomarını topladı son sayfayı da en üste koydu. İçinde bambaşka bir dünyanın kapıları açılıyor, o vakte kadar hiç duymadığı duyumsamalar, hiç düşünmediği şeyler geçiyordu, kafasından yüreğinden, ruhundan. Denizin içinde denizi bilmeden yüzen bir balık gibi mi yaşamıştı? Daha dün kulağına aşina gelen bir ismin ardındaki o muazzam âlemi kendisine sunan, yitik meslektaşına duyduğu gönül borcuyla, okşar gibi bir kez daha eliyle bastırarak özenle düzeltti, uçları kıvrık kimisi yırtık kâğıtları. Tozlu bez torbanın içinden eski gazetelere 222 sarılmış, kaba bir kınnapla sıkıca bağlanmış levhayı aldı. Burnu karıncalanıyor, göğsü sıklaşan soluklarıyla daralıyordu. Dar uzun bir levhaydı bu. Yaldızlı ince bir çerçeve… Kitap harfleriyle özenle yazılmış. “Cumhuriyet Savcıları! Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da, bu vatanda yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin göz yaşlarından sizler mesulsünüz…” Kollarını uzattı levhayı kaldırdı bir daha okudu. Usulca kâğıtların yanıbaşına koydu, gitti halâ kurdeleleri çözülmemiş büyük kare kutuyu aldı, açtı. Kırmızı yakalı, başak sırmalı savcı cüppesini çıkardı. İnce uzun levhayı siyah cüppeye bir bebeği sarar gibi sardı. Koltuğunun altına sıkıştırdı. Uzamış sakallarına, kızarmış gözlerine, buruşmuş ceketine, uykusuz başına aldırmadan sabah serinliğinin tenhalığında gölgeli Cephane Sokak'ı geçti Adliyeye girdi... 223 Sevgilim. Bu gün Aralığın on altısı. Birkaç gün sonra onun gözlerini kapadığı günün yıl dönümlerinden biri daha, sessizce gelip geçecek… Dün geceden beri ben, senin nişanlın artık bambaşka bir insanım. Az önce geldim. İçeri girmeden kapının önünde durdum. Bu üstü kırmızı kiremitlerle örtülü kocamış binaya baktım. Daha önce sana kendisini köhne bir yıkıntı olarak tanıttığım için beni bağışlamasını istedim ondan. Ak diplomalı kara bir cahil olarak, bu yaşlı binanın ardındaki şanlı geçmişi, kuru bilgileri kafama istifleyerek öğrendiğimi sandığım bir tarih parçasının, ancak yaşanmışlığıyla kavranılarak bilinebileceğini anlamanın ışıltılı sevinciyle odama girdim. Başımın üstündeki yüksek tavana, defne dallarının süslediği tavan firizlerine, önümde çırpınıp duran mavi denize saygıyla baktım. Küçük kalenin üzerinde dalgalanan bayrağı gördüm. Bana her gün güneşin doğup batışı gibi pek olağan gelen bayrağı… Olağanüstü bir zaferi can pahasına, nice öz verilerle taçlandıran bu ay yıldızın dalgalanışındaki görkemi düşünerek onu ilk kez orada görmenin heyecanıyla sana yazıyorum. Yılbaşına beni bekleme sevgilim. Ben buradayım. Sırtımda cüppem elimde kalemim Cumhuriyet kalesinin bekçisi, müdafii olarak şimdi ben seni bekliyorum. Beni ad çekimine yolladığın için sana minnettarım. Lütfen yirmi birinde burada ol. Kimbilir kaç kez görmeden önünden geçtiğim mezarına gitmek için seni bekleyeceğim. Anladım ki sevgilim büyük adamlar yüce dağlar gibiymiş. Heybetini ancak onlara yaklaştıkça anlayabileceğimiz görkemli dağlar… Gel o yüce dağı birlikte görelim. Ben bu akşam Kaleiçi'nin dar sokaklarını dolaşacağım. Eminim Mahmut Esat beni Gökçen Efe, Sökeli Ali Efe, Demirci Efe ve Denizli Müftüsüyle birlikte karşılayacaktır. Ama sen 224 gelirsen Şerife Ali Kübera, Ayşe Mehmet Çavuş da orada olacaktır eminim. Hatta Tarsuslu, Antepli, Mudurnulu Fatma kadınlar, yanlarına Bitlis defterdarının hanımını da alıp Gördesli Makbule ile birlikte seni karşılayacaklardır… Onların mavzerlerini hâlâ ellerinde tuttuklarını biliyorum artık. Şimdi seni bambaşka bir özlemle bekliyorum...” Genç adam mektubunu katladı dörtgen sarı zarfa yerleştirdi. Başını uzatıp seslendi. - Yusuf Efendi. - Buyur Savcı Beyim. Mektup mu? - Evet o da var ama önce sen bana bir çekiçle birkaç çivi bul. - Neye gerek Beyim? - Şu levhayı kapının üstüne asalım. - Verin beyim biz yaparız. - Yo olmaz. Ben elimle asacağım. Odacı mektubu aldı çıktı. Genç savcı bir yandan çiviyi çakıyor, öte yandan kendini tembihler gibi mırıldanıyordu. En ufak bir haksızlıktan sizler sorumlusunuz… Sizler sorumlusunuz… Sizler... Karşı odadaki yaşlı katip, eski yazı makinesinin önünde çayını yudumlarken bilgece bir gülüşle, pencere camlarını titreten çekiç seslerini dinliyordu… 225 Çağdaşlık ve uygarlık kavramlarının gitgide bir birinin zıddına dönüşmesi tarihsel bilgi ile tarihsel bilinç arasındaki bağı kopardığından, bu süreçte bağımsız düşünebilen, etik alanda sorumluluklar yüklenmeye hazır yurttaşlara, yurttaşlık bilincine gereksinimimiz artıyor. Beni bu romanı yazmaya yönelten temel neden budur denilebilir. Ama bunun ötesinde bir “Şark” ülkesinde şeriat düzenini yıkarak laik hukuk düzenini getirmek cesaretini, başarısını gösterenlerin varlığı… Bu başarı aslında sadece kendi ülkelerinde değil insanlık âleminde de “Yıldızın Parladığı An”dır. Mahmut Esat Bozkurt'un yaşamı böyle bir “an”a denk düşmektedir. Bu denklikte duygusallığı dışlamıyan bir ussallık, eylemle beliren erdemde süreklilik, insan olmanın açık bilinci ile ulusaldan uluslararasına yönelen insanlık değerlerinin bilgisine sahip bir insan var. Ve bu bizim insanımızdır, bizden biridir. Barışın, hukukun egemenliği olduğunun bilincinde bir adalet bakanı, hukuk devrimimizin mimarı, korkudan ve yoksulluktan kurtulma hakkının yılmaz savunucusu bir iktisat vekili, üniversite hocası, gazeteci… Prof.Dr. Mahmut Esat Bozkurt'u bir imgeye dönüştüren, idealist bir kuşağın bileşenlerini oluşturan yaşamıdır. Bu insanlar vatansever ve insan sever kişiler olarak romantiktirler, atakdırlar, tutkuludurlar. Amaçları için her şeyden vaz geçerek hayatın tadına vardılar. Aslında onların her biri gerçek bir roman kahramanıdır. Onları yaşatmak özünde kendimiz için bir şeyler yapmaktır. Özellikle deniz içinde denizi bilmeden dolaşan balık belleklerle, deryayı bilmediğinden fincanı umman sananlar için… Mucize Özünal, Kuşadası, Ekim 2007 KUTO K u ş a d a s ı Ti c a r e t O d a s ı Chamber of Commerce Bir kültür hizmetidir.
Similar documents
kitap eki 31. sayı - Aydınlık Gazetesi
her kesiminden insanla karlamak mümkündür Natüralizm akımının öncüsü ünlü Fransız yazar Émile F. Zola, 1840 yılında Paris’te doğdu. Babası İtalyan asıllıydı ve mühendisti. Ancak küçük yaşta baba...
More information