john rawls`un siyasal liberalizminde din-toplum ilişkisi

Transcription

john rawls`un siyasal liberalizminde din-toplum ilişkisi
T.C
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
FELSEFE VE DĐN BĐLĐMLERĐ (FELSEFE TARĐHĐ)
ANABĐLĐM DALI
JOHN RAWLS’UN SĐYASAL LĐBERALĐZMĐNDE
DĐN-TOPLUM ĐLĐŞKĐSĐ
— Doktora Tezi —
Hazırlayan
Selçuk ERĐNCĐK
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Đbrahim ÖZDEMĐR
Ankara-2008
T.C
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
FELSEFE VE DĐN BĐLĐMLERĐ (FELSEFE TARĐHĐ)
ANABĐLĐM DALI
JOHN RAWLS’UN SĐYASAL LĐBERALĐZMĐNDE
DĐN-TOPLUM ĐLĐŞKĐSĐ
— Doktora Tezi —
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Đbrahim ÖZDEMĐR
Tez Jürisi Üyeleri:
Adı ve Soyadı
Prof. Dr. Đbrahim ÖZDEMĐR
Prof. Dr. Murtaza KORLAELÇĐ
Prof. Dr. Şamil DAĞCI
Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR
Doç. Dr. Celal TÜRER
Tez Sınav Tarihi:
III
ĐÇĐNDEKĐLER
ĐÇĐNDEKĐLER .................................................................................... III
ÖNSÖZ.................................................................................................... V
KISALTMALAR ...............................................................................VIII
GĐRĐŞ ....................................................................................................... 1
I. BÖLÜM
ADALET TEORĐSĐ
A. Liberalizm ......................................................................................................... 11
1. Sekülarizm ve Seküler Bir Teori Olarak Liberalizm ..................................... 20
2. Modernite ve Modern Birey........................................................................... 24
3. Liberalizmin Temeli Olarak Kantçı Birey ..................................................... 27
B. Adalet Teorisi’nin Önemi.................................................................................. 38
1. Deontolojik Ahlâk.......................................................................................... 45
2. Numenal Ben Deontoloji Đlişkisi.................................................................... 50
3. Negatif-Pozitif Özgürlük................................................................................ 52
4. Geleneksel Siyaset-Modern Siyaset Farkı ..................................................... 53
C. Rawls’un Adalet Teorisi.................................................................................... 59
1. Toplumsal Sözleşme ...................................................................................... 62
2. Ahlâkî Bireycilik............................................................................................ 63
3. Adaletin Konusu ............................................................................................ 65
4. Đlk Durum ve Cehalet Peçesi.......................................................................... 66
5. Hakkaniyet Olarak Adaletin Kantçı Yorumu................................................. 69
6. Tarafların Seçim Motivasyonları ................................................................... 73
7. Adaletin Koşulları .......................................................................................... 76
8. Maximin (Minimax) Kuralı............................................................................ 77
9. Düşünsel Denge ............................................................................................. 78
10. Düşünülmüş Yargılar ................................................................................... 79
11. Đki Adalet Đlkesi............................................................................................ 80
12. Sivil Đtaatsizlik ve Vicdanî Red ................................................................... 90
13. Đyi Teorisi Đhtiyacı........................................................................................ 92
14. Đyi-Düzenlenmiş Toplum ve Đstikrar............................................................ 93
15. Adil ve Đyinin Örtüşmesi.............................................................................. 93
D. Cemaatçi Eleştiriler ........................................................................................... 97
II. BÖLÜM
SĐYASAL LĐBERALĐZMDE KAPSAMLI ÖĞRETĐLER OLARAK
DĐNLERĐN KONUMU
A. Postmodernizm ve Sekülarizmin Gerilemesi .................................................. 112
B. Hakkaniyet Olarak Adalet, Kamusal Akıl Ve Dinlerin Konumu.................... 125
1. Rawls’un Problemi Ortaya Koyması ........................................................... 134
IV
2. Siyasî Kişi Anlayışı...................................................................................... 146
3. Kamusal Kültür ............................................................................................ 150
4. Siyasî Adalet Anlayışı Fikri ......................................................................... 152
5. Đyi-Düzenlenmiş Toplum Fikri .................................................................... 154
6. Makuliyet ve Rasyonellik ............................................................................ 156
7. Muhakeme Zorlukları................................................................................... 157
8. Makul Kapsamlı Öğretiler............................................................................ 158
9. Đstikrar Sorunu Ve Örtüşen Mutabakat Düşüncesi ...................................... 162
10. Hakkın Đyiye Önceliği ve Đyi Anlayışları ................................................... 166
11. Hakkaniyet Olarak Adaletin Đyi Anlayışlarına Karşı Adaleti .................... 168
12. Kamusal Akıl ............................................................................................. 170
13. Kamusal Aklın Đçeriği ................................................................................ 173
14. Demokraside Din ve Kamusal Akıl ........................................................... 175
15. Geniş Kamusal Siyasî Kültür Düşüncesi ................................................... 177
III. BÖLÜM
DEĞERLENDĐRME ve ELEŞTĐRĐLER
1- Kamusal/Özel Ayrımı ...................................................................................... 186
2- Kamusal Kültür ve Çoğulculuk ....................................................................... 190
3- Dinlerin Algılanışı ve Konumları .................................................................... 201
4- Đstikrar, Örtüşen Mutabakat ve Rawls’un Dışlayıcılığı ................................... 221
5- Cehalet Peçesi .................................................................................................. 228
6- Tarih Felsefesi.................................................................................................. 237
SONUÇ................................................................................................. 248
KAYNAKÇA ....................................................................................... 257
ÖZET .................................................................................................... 274
ABSTRACT .......................................................................................... 275
V
ÖNSÖZ
Felsefe tarihi boyunca filozoflar etkileri asırlarca süren, toplumların siyasî
bünyelerini
ve
yönetim
şekillerini
etkileyen
güçlü
siyaset
nazariyeleri
geliştirmişlerdir. Dinî, ahlâkî, felsefî ve metafizik düşünceleri ile toplumsal gelişim
ve dönüşümlerden beslenen filozoflar, yetenekleriyle bu verileri daha ileri taşıyarak,
siyasî düşünüşe irtifa kazandırmışlardır. Đlk Çağ’da Sofistler’in felsefenin rotasını
insan hayatının güncel meselelerine çevirmesi ile atılım yapan siyasî düşünce
günümüze kadar ulaşacak geniş bir siyaset nazariyesi birikimi sağlamıştır. Bununla
beraber, siyaset felsefesi yirminci asrın felsefî atmosferinin etkisiyle etkinliğini
yitirmiştir. Öyle ki, asrın ortalarına gelindiğinde siyaset felsefesinin dönmemek üzere
tarih sahnesinden çekildiği kanaati yaygınlaşmış ve mantıksal pozitivistler siyasî
düşünüşün sonunu muştulamışlardır.
Ancak, 1950’li yıllarda başladığı yazı hayatında adalet konularına eğilen bir
dizi makale ile dikkat çeken bir isim, siyaset felsefesinin durgunluğuna tahmin
edilemeyen bir maharetle son vermiştir. Bu filozof, Adalet Teorisi (A Theory of
Justice, Belknap Press of the Harvard University Press, 1971) adlı eserin yazarı
Amerikalı liberal düşünür John Rawls (1921-2002)’tur. Harvard’lı bir profesör olan
Rawls, tüm felsefe dünyasına ve bilhassa Đngilizce konuşan dünyaya şaşırtıcı bir
etkide bulunan bu eseri ile yararcılığa alternatif bir adalet anlayışı ikame etmeyi
hedeflemiştir. Siyaset, ekonomi, ahlâk ve hukuk alanlarında birçok tartışma başlatan
Adalet Teorisi, on yıl bile geçmeden sayısız makale ve kitaba ilham olmuş ve adeta
bir Rawls Endüstrisi teşekkül etmiştir. Zaman içerisinde Adalet Teorisi bir felsefe
klasiği haline gelmiştir. Rawls takip eden süreçte yapılan eleştirileri ve değişen
dünyayı dikkate alarak teorisini yenilemiştir. Adalet Teorisinde olduğu üzere birçok
önemli makalede olgunlaşan yeni fikirleri nihayet Siyasal Liberalizm (Political
Liberalism, Columbia University Press, New York, 1993) adlı eseri ile
neticelenmiştir. Rawls, Adalet Teorisinde pek yer vermediği dine, anayasal liberal bir
demokraside dinlerin ve dindarların konumunun ne olacağı, dinlere ne ölçüde
görünürlük izni verileceği gibi ihtilaflı mevzular ekseninde eğilmiştir. Artık istikrarlı
anayasal liberal bir toplumun olasılığını araştıran Rawls için dinlerin ve dindarların
bir şekilde sisteme dâhil edilmesi elzemdir. Bu başarılmaksızın istikrar muhaldir, zira
VI
çağdaş liberal toplumlar çokdinli ve çokkültürlüdür. Çalışmamızın konusu da “John
Rawls’un Siyasal Liberalizminde Din-Toplum Đlişkisi”dir.
Çalışmamızda
Rawls’un
kuramını
elimizden
geldiğince
temelindeki
bileşenlere bölüp, bu bileşenleri inceledikten sonra bütüne yöneleceğiz. Böylece
konunun daha iyi anlaşılacağı ümidindeyiz. Buna binaen;
I. Bölümde, özelde Rawlsçu düşüncenin, genelde ise liberalizmin
kökenindeki olgular olarak kabul edebileceğimiz; modernite, sekülerleşme, Kantçı
ahlâkî kişi, deontolojik ahlâk, negatif-pozitif özgürlük, geleneksel siyaset-modern
siyaset farklılığı gibi konulardan bahsedilecektir. Konumuzu teşkil eden sorunun
belirmesine yol açan dinin topluma dışsallaşması süreci netleşmeden meseleyi ele
almak eksik olabilirdi. Bu süreç olmasaydı, dinlerin seküler-liberal toplumlardaki
konumu diye bir sorun olmayacaktı. Bu tutumun meseleyi uzatmaktan ziyade
anlaşılır kılmayı hedeflediğini belirtmek isteriz. Sonra ilk kitaptaki fikirlerinden
bahsedip, Rawls’un ilk durum, bilmezlik peçesi gibi kavramları kullanarak iki adalet
ilkesini nasıl geliştirdiğini inceleyeceğiz. Adalet Teorisine eğilmekle Siyasal
Liberalizmi kavramak için hazır bulunmuşluk ve Rawls’un üslubuna, felsefesine
aşinalık tesis etmeye çabalayacağız. Bununla beraber fikirsel dönüşümlerin Siyasal
Liberalizmdeki tezahürlerini belirleme uğraşında bulunacağız. Bu sebeple cemaatçi
eleştiriyi ortaya koyacağız.
II. Bölümde John Rawls’un Siyasal Liberalizminde Din-Toplum Đlişkisine
eğileceğiz. Rawls’un sorunu nasıl algıladığını, meseleyi ortaya koyma tarzını, çözüm
önerilerini araştıracağız. Bu şekilde din-toplum ilişkisi, başka bir deyişle liberal
demokratik toplumlarda (makul) kapsamlı öğretiler olarak dinlerin konumu
sorununu saptamaya gayret edeceğiz. Adalet Teorisini modernite kültürü içinde
konuşlanmış ve sekülerleşme teorileri bağlamında bir yapıt olarak algılamışken,
Siyasal Liberalizmi postmodernite ve sekülarizmin gerilemesi teorileri ekseninde ele
alıp, postmodernitenin yeni koşullarının din, kimlik, kültür, siyaset ilişkilerinde
sebep olduklarının Rawls’un yeni konumuyla bağlantısını kavramaya çalışacağız.
III. Bölümde yapılan tenkitler ve beğeniler çözümlenerek, mevzuumuz
hakkındaki eleştiriler, yorumlar belirtilecektir. Özellikle dindarlardan, dindar
düşünürlerden yönelen tenkitler veya varsa olumlu düşüncelerden bahsedilecektir.
VII
Bu arada elimizden geldiğince teoriye ilişkin kendi yorumlarımızı, bize göre başarı
veya başarısızlıklarını ortaya koyacağız.
Konunun belirlenmesinde ve çalışmamızın hazırlanış sürecinde yol gösteren
ve yardımlarını esirgemeyen değerli hocalarım Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi, Prof. Dr.
Đbrahim Özdemir, Prof. Dr. Şamil Dağcı, Prof. Dr. Mehmet Bayraktar ve Doç. Dr.
Celal Türer’e teşekkür ederim.
Selçuk ERĐNCĐK
ANKARA 2008
VIII
KISALTMALAR
Bkz/bkz
: Bakınız
çev.
: Çeviren
DOP
: Siyasetin (Siyasî Olanın) Alanı
IOC
: Örtüşen Mutabakat Fikri
JF
: Hakkaniyet Olarak Adalet (makale)
KC
: Kantcı Đnşacılık
LP
: Halkların Yasası
PNM
: Metafizik Değil, Siyasî
PL
: Siyasal Liberalizm
Revisited
: Örtüşen Mutabakat Fikrinin Yeniden Ele Alınması
s.
: Sayfa
TJ
: Adalet Teorisi
vs.
:Ve saire
1
GĐRĐŞ
Daha evvel Hobbes (1588-1679) üzerine çalışmalarımızı güdüleyen saik, bu
araştırmanın çıkış noktasıdır. Bu, batıda Rönesans ile başlayan zihnî dönüşümün,
sekülerleşmenin siyaset ve toplum düşüncesindeki tezahürleri üzerinde yoğunlaşma
ve bu cenderede dinlerin-dindarların nasıl bir tavır takınmalarının uygun olacağını
mümkün olduğunca kavrama çabasıdır.
Çok işlenmiş bir konu gibi görünse de, dinin, Tanrı’nın tedricen dünyadan
uzaklaştırılması, ahlâk, hukuk, sanat, siyaset, edebiyat ve bilimin ilahî bağlarından
azade kılınması ve bu özgürlüğün “altından bir buzağı” olarak cilalanıp, insanlığa
“(yeni) kutsalınız budur” denerek bir özgürlük fetişizmi1 ihdas edilmesi olgusu,
siyasal-toplumsal düşüncede yoğunlaşılması elzem yansımalara sebep olmuş bir
meseledir. Modern bilim insanoğluna sınırsız gibi görünen imkânlar sağlamış ve
batının asırlar süren bir tekâmülün sonunda ulaştığı maddî teraküm, son aşamada
insanlığın artık Tanrı veya dinlere ihtiyacı kalmadığı, dinin insan yaratısı olduğunu
ileri süren yansıtma din teorisi gibi düşüncelere yol açmıştır. Din ve dindarlık artık
pejoratif anlamların hedefi olmuştur. Aydınlanma’nın insan aklına duyduğu sınırsız
güven, “Tanrı’yı öldürmeye” ve “dinleri afyon” olarak kabule kadar varmıştır.2
Bilimsel gelişmeler ile aristokrasi-kilise beraberliğinden duyulan rahatsızlık,
birbirini tahrik ederek Hristiyanlık eksenli kültürü çözmeye başlamıştı. Din, tedricen
toplumların hayatlarını, organizasyonlarını yönlendiren, sosyal dokuya, ahlâk, hukuk
1
Bu ifadenin mübalağa olmadığının kanıtını Insole verir. Liberalizme yapılan eleştirilerde,
liberalizmin müteali inkâr eden hayali bir insan-özneye dayanıp, iradeye odaklandığı ve bu
odaklanmanın bir özgürlük fetişizmine ve insan özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılmasıyla
neticelendiği üzerine mutabakat vardır. Sonuçta özgürlük tüm temel tarihsel ve geleneksel
muhtevasından sıyrılır. Bu ise özne tarafından kurulan değerler ve anlamdan oluşan voluntarist bir
meta-etiktir. Bu etik, yıkıcı bireyciliği ve sosyal atomculuğu besler. C. J. Đnsole, The Politics of
Human Frailty: A Theological Defence of Political Liberalism, Univ. of Notre Dame Pres, Indiana,
2004, s. 1.
2
XIV. Loui’nin insanların bir yere giderek, orada adaklar adayarak tanrıdan mucize istemeleri
karşısında çıkardığı ve astırdığı söylenen şu buyruk Batı’nın din ve Tanrı hususunda geldiği noktayı
netleştirmek adına mühimdir: “Kral’ın emri ile bundan sonra burada Tanrı’nın mucize göstermesi
(ikinci bir emre kadar, SE) yasaktır!”. Ünlü düşünür Gasset de (1883-1955) benzer bir hikâye anlatır:
Bir çingene günah çıkarmaya gider. Papaz ona Tanrı buyruklarını bilip bilmediğini sorar. Çingene
şöyle cevap verir: “Şöyle oldu Peder; onları öğrenecektim ama duydum ki onları kaldıracaklarmış.”
bkz. Ortega Y. Gasset, Kitlelerin Ayaklanışı, çev: K. Karaşahin, Babil Yay., Đst., 2003, s. 127.
2
ve siyasete rengini veren belirleyici rolünden kovularak, bireylerin iç dünyalarında
yaşadıkları, dünyevî tezahürleri olmayan, bilgi değil iman meselesi olan bir
eskatolojik öğretiler yumağına indirgendi. Beşerî ilişkiler ve müesseselerin tüm
alanlarında yaşanan bu kutsaldan kopuşun, bir diğerini tetikleyen döngüsel
süreçlerle, tarihsel olayların tesiri ve filozofların bu olaylardan hem beslenip hem de
bunları zihinlerinde işleyip kavramsallaştırıp aydınlanma adlı ideolojiye felsefî
meşruiyet sağlaması ile birleşince, “ilerleme dini” hâkimiyetini tesis etmiş oldu.
Teleolojik ve (teolojik) tabiat açıklamaların yerini mekanik tabiat tasavvurları aldı.
Siyaset nazariyeleri de kâinat ve insan anlayışlarına paralel olarak tedricen yeni
biçimler almaya başladı. Gelişmekte olan mekanik tabiat anlayışını toplumsal alana
ilk taşıyan ve egemenliğin meşruiyetininin krallara Tanrı’nın verdiği haklardan değil,
yönetilenlerin rızasından ileri geldiğini söylemesiyle modern liberalizmin de kaynağı
sayılan3 Hobbes oldu ve devleti mekanik bir süreç ile açıkladı.4
Siyasî düşünüş semavî temellerinden kurtulmaya matuf uzun emekleme
dönemlerinden sonra 19. asır ve 20. asrın son çeyreğinde emeline ulaştı. Arkasında
teknolojinin desteğiyle modernite, toplumdan dini saf dışı ettiği yahut dinin
toplumsal talepleri olduğunu unutturduğu oranda siyaseti de lâdinî bir karaktere
kavuşturdu. Machiavelli (1469-1527), Hobbes, Locke (1632-1704), Rousseau (17121778) vs. gibi düşünürlerin entellektüel yetenekleri ile başlanan önce teolojik temelli
siyasetin sonra da kralların ilahî hakları düşüncesinin altının oyulması veya
“dünyevî iktidarın Tanrı otoritesinden hür kılınması, ahlâk-siyasetin birlikteliğinin
örselenmesi önemli bir adım oldu. Bununla “dünyevî-ruhanî otorite ayrımının
sağlanması” ve “iktidarın meşruiyetinin gökyüzünden değil, yeryüzünden kotarılan
temellendirmeler” vasıtasıyla ortaya konulması süreci5 geçtiğimiz asırda en tepe
noktasına erişti. Sekülerleşme teorilerinin teksif ettiği bu asır en uygun tarihsel
ortamı sağladı.
3
F. Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son Đnsan, çev. Z. Dicleli, Gün Yay., Đst., 1999, s. 14.
Yeni gelişen fizik biliminin Hobbes tarafından modern felsefeyle mecz olunarak kendi kendini
düzenleyen bir makina formatlı atomist toplum modeli geliştirilmesi ve bunun modern siyaset
felsefesinin başlangıcı kabulü için bkz. R. Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, çev: A.
Cevizci, Paradigma Yay., Đst., 2005, s. 16, 38-41.
5
Rogow’a göre Hobbes, insan ve toplumun din olmaksızın da beraber var olabileceğini, dinin bazen
hallettiği şeylerden daha fazla sorunlar yarattığını ileri sürmektedir. Din çözümden ziyade sorundur,
fakat Leviathan, dininkileri de içeren tüm sorunları çözebilecek yeterliktedir. Ve Leviathan’ı tanrı
değil, insan yaratmıştır. A. A. Rogow, T. Hobbes, Norton Comp., New York, 1986, s. 164.
4
3
Bununla beraber bunca seküler teori arasında, mesela şedid bir lâdinî öğreti
olan hatta dini doğrudan yadsıyan Marksist teori içinden bir düşünür değil de, liberal
gelenek ve liberal bir düşünürün seçilme nedeni, bu iki akımın sekülerlikte ortak
olmalarına karşın, kapitalizmin ve onun felsefi dayanağı olarak görülen liberalizmin
son derece güçlü ve kapsamlı bir felsefî nazariye olduğuna dair izlenimimizdir.
Đnsanlığın en doğal içgüdülerini, ihtiyaçlarını, arzu ve duygularını bastırma çabasıyla
insan fıtratının aksine kürek çeken Marksizme nazaran insanın en süflî duygularına
ve zaaflarına yüklenen, bunları bastırmaktansa kışkırtmayı seçen kapitalizmliberalizm ortaklığı büyük bir güç gibi görünmektedir. Đnsanlığın gördüğü en ihatalı,
ekonomik, kültürel, teknolojik, ahlâkî, mimarî ve son zamanlarda ekolojik bu taarruz
eğer “liberal demokrasilerin insanın ideolojik evriminin son aşaması olduğu, yani
tarihin sonuna gelindiği” iddiası sorgusuz kabullenilmeyecekse, üzerine sürekli
düşünülmesi kaçınılmaz bir olgudur. Kent-soylu orta sınıfın çıkarlarının ideolojisi
olarak kabul gören bu nazariye, nasıl ve hangi cazibesiyle tüm dünyayı baştan aşağı
kuşatan, tüm kültürleri eriten, tek tipleştiren bir teknoloji medeniyetinin çarklarını
görünüşte insanlara maddî zor kullanmaksızın döndürmektedir? Dinlerin ve
dindarların hayata dair anlatıları tükenmiş midir? Ya da söyleyecekleri varsa, bunları
ancak liberal kavramlar aracılığıyla mı ifade edebileceklerdir? Dinlerin/dindarların
kendi dillerini kullanmaları “anakronik” bir durum mu sayılacaktır?
Bu bağlamda, liberal-kapitalist değerler karşısında en muhkem düsturları
barındırdığını düşünebileceğimiz semavî dinlerin artan bir şekilde din-devlet-siyasettoplum tartışmalarının merkezine sürüklendiği günümüzde, ilâhiyat eğitimli ve
felsefe ile iştigal eden bir kimsenin böyle bir konuya eğilmesinin faydalı olacağını
düşünmekteyiz. Çünkü bizatihi dindar olmanın bu sosyo-politik ortam içinde en
müşkül durumdaki şahıslar olmayı da intac edeceği kanaatindeyiz. Liberalizmle
sorunu olan diğer ideoloji ve dünya görüşleri, liberal toplumda son tahlilde sadece
dünya mutluluklarını yitireceklerdir. Oysa dinler ile seküler-liberal sistem arasında
göstermeye çalışacağımız bir gerilim mevcut ise, bu “dünyayı âhiretin tarlası sayan”
bir dinin inananları için ahiret hayatına hazırlanmayı da güçleştirecektir. Bu sebeple,
genellikle semavî dinlerin müntesiplerinin bu konu ile her kesimden ziyade hemhâl
olması daha gerekli gibi durmaktadır. Bu bağlamda Marks (1818-1883)’ın “bugüne
kadar
filozoflar
hep
dünyayı
tasvirle
uğraştılar,
hiç
onu
değiştirmekle
4
ilgilenmediler”6 sözü en çok dindarların dikkatini çekmelidir. Zira soludukları hava
solumaları gereken değildir. “Hiç nefes almamaları mümkün değilse de”, bundan en
az etkilenmelerini sağlayacak vasıtalarla (ki bunun Rawls’un ünlü peçesi ile bağını
kuracağız) atmosferi değiştirmeye çabalamamalarının bir bahanesi de yoktur. Bu
söylenenenler ise tarih felsefesi altında yapılacak bir siyaset felsefesi gerekliliğini
ima etmektedir.
Liberalizm, aydınlanmanın, lâdinî dünya görüşünden doğan ve gelişen
lâdinî felsefi yaratılarının en yetenekli düşünürlerince asırlar içinde ince ince
örülmüş ve hâkim kapitalist tüketim toplumu sakinlerinin zihniyetleriyle de örtüşen
bünyesi dolayısıyla en karmaşık ürünüdür. Liberalizm hakkındaki bu fikirlerimiz bizi
bu akım hakkında düşünmeye ve çalışmaya ittiği gibi, onun son zamanlardaki en
derin temsilcisi olması ve seküler liberal toplumlarda dinlerin konumları gibi güncel
tartışmalardaki gündemi belirleyen görüşleri nedeniyle Rawls gibi yetkin bir
temsilcisi bağlamında bu akımı inceleme düşüncesini de vermiştir.
Rawls’un
tercümesinin,
ülkemizde
vurguladığımız
önemi
ölçüsünde
ehemmiyetine
tanınmaması
rağmen
ve
eserlerinin
gecikmesi,
düşünürün
kavramlarının dilimize aktarımında karışıklıklara neden olmaktadır. Mesela Rawls
sisteminde oldukça önemli bir yeri olan veil of ignorance mefhumu cehalet/bilmezlik
peçesi,
bilmezlik/cehalet/bilgisizlik perdesi/örtüsü
vs.
gibi
farklı
şekillerde
çevrilmiştir. Çeşitli derlemelerde yapılan birkaç makale tercümesi ve daha erken
zamanlarda Rawls hemen hiç tanınmıyorken yapılan kimi yüksek lisans ve doktora
tezleri müşterek bir Rawls dili oluşturamamıştır. Ancak bu sorun son zamanlarda
Türkiye’nin önde gelen liberallerinin bir biçimde Rawls’tan bahsetmesi, Bilgi
Üniversitesi’nin 2003’de Halkların Yasası ve Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden
Ele Alınması isimli önemli iki makaleyi dilimize kazandırması ve nihayet 2007
yılında Political Liberalism (artık PL)’in tercümesi ile bu mesele geniş ölçüde hal
yoluna girmiştir.
Bu çalışmada Adalet Teorisini (artık TJ) ve onun çizgisindeki yazıları
sistemdeki sürekliliğe halel getirmemek ve düşünce akışındaki bağlantıları/
kopuklukları göstermek için ele alacağız. Ancak bu eserin derinliği ve sebep olduğu
düşünsel fırtınalar, değil bir tek doktora çalışmasının içinde ihata edilebilmeyi,
6
Marx, Theses on Feurbach, Marx-Engels, Progres Publishers, Moscow, 1978, s. 98’den aktaran S.
Cengiz, Sosyalizmin Kısa Tarihi, home.arcor.de/mazlumkaya/s-cengiz/scsosyalizmtarih.htm-418-k.
5
binlerle ifade edilen bir “endüstri” ile dahi kuşatılabilmeyi olanaksız kılmaktadır.
Dolayısıyla ilgimiz Rawls’un genel kuramını ve kavramlarını tanıtmaya ve bunlar
ekseninde çalışmamızı vuzuha kavuşturmaya yönelik olacaktır. Siyaset felsefesi için
bu denli önemli olmasına ek olarak, doğrudan kendisi ile ilgili olmasa bile hemen her
siyaset-ahlâk konulu çalışmada bir şekilde TJ’ye atıfta bulunulması dahi bu eseri
gündeme almak için yeterli bir neden idi. Fakat -hiç değinmemek imkânsız olduğuna
göre- mesele, zaten PL’nin de yeterince geniş bir konuyu ihtiva ediyor olmasının
üzerine geniş bir eseri daha konu edinmenin doğuracağı sıkıntılardı. Nihayet TJ’yi
her şeye rağmen nispeten derinlemesine irdeleme kararını aldıran -iki kitap arası
benzerlikler, kopukluklar bir yana- batıda bilhassa ABD'de yapılan PL'ye dair
çalışmalarda, TJ'nin ayrı bölümler halinde uzun uzun incelenmediğine, lüzumlu
yerlerde kısa hatırlatmalarla iktifa edildiğine şahit olmamızdır. Yani paradoksal
olarak, yurtdışındaki çalışmaların yapısından hareketle, biz bu yapıların zımnen
işaret ettiğini düşündüğümüz bir olguya dayanarak, TJ'yi ele aldık. Bu olgu,
kanaatimize göre, hususiyetle ABD kamuoyunun, PL ile ilgili bir çalışmada tekrar
başa dönerek TJ'ye uzun uzun bakmayı gereksiz kılacak kadar Rawls'un fikirlerine
aşina olduğudur. 1971-1993 arasında filozofun düşünceleri zaten inanılmaz bir
yoğunlukla tartışılmıştır. Đşte biz bu noktadan hareketle yola çıktık. Ülkemizde
Rawls hakkında üstelik ona atfedilen büyüklük oranında bir birikim olmadığını
düşünerek, PL'deki bazı fikirlerinin, TJ ile bağlantı ve bağlantısızlıkları ile ihata
edilebileceği inancıyla, muallakta kalmaması adına TJ'ye dikkatimizi verdik. TJ
bölümünde değindiğimiz bazı kavram ve fikirlere PL’de tekrar müstakil başlıklar
açmadık. Örneğin iki adalet ilkesinin TJ’deki formülüyle yetindik.
Bu noktada üslupla ve aynı kavram ve fikirlerin sürekli tekrarlanıyor olmaları
hususunda bir hatırlatma yerinde olacaktır. Bazen bize de aşırı gelen bu mükerrer
ifadeler Rawls’un üslubundan ileri gelmektedir. Filozof, TJ ve PL dâhil tüm
yazılarında aynı kavramları, aynı cümleleri, aynı tanımları defaatle, okuyucunun
zihnine nakşetmek istercesine kullanmaktadır. TJ’den önce birbirinin benzeri ifadeler
içeren makalelerin bazıları aynen TJ’ye alındığı gibi, PL’ye giden yolda yazılanlar da
bazı bağlantı cümleleriyle aynen esere aktarılmıştır. Örneğin kamusal kültür, makul
çoğulculuk olgusu veya siyasî liberalizmin temel sorusu neredeyse her başlık altında
yeniden dillendirilerek kavramlar arası irtibat kurulmaya çalışılmaktadır. Biz de
6
zorunlulukla bu üsluba ayak uydurmaya ve Rawls’un her yeni adım sonrası yeniden
formüle ettiği sorularını ve kavramlarını tekrara ve benzer cümlelerle değinmeye
mecbur kaldık. Bu uğurda TJ bölümünde ele aldığımız bazı kavramları, güncellenmiş
halleri çalışmamızla ilgisi olduğundan, bir kez daha, hak-iyi önceliği, iyi-düzenlenmiş
toplum vs. gibi, konu edindik. Sadece iki eser arasında olmayıp, aynı makale ve eser
için de geçerli olan bu üslubun döngüselliği nedeniyle düşülen tekrarlar mazur
görülmelidir.
Çalışmamızda, konuyu açmak adına, Rawls’un kendisinin başlatmış
olduğunu söyleyebileceğimiz, son otuz yıla damgasını vuran, Liberaller ve
Cemaatçiler münakaşasına bakışımızı çevireceğiz. Zira M. Sandel (1953-) ve A.
MacIntyre (1929-) gibi cemaatçiler, TJ’deki ve liberal teorideki bireycilik anlayışına
karşı konuşlansalar da, bu eleştirilerinin hem liberal yalıtılmış birey görüşü
karşısında sağlam ve bize göre makbul olması, hem Rawls’un PL’deki ayakları daha
yere basan, tarih içerisinde somut bir varlığı olan, bir toplum içinde var olan birey
fikrine yönelmesindeki etkileri dolayısıyla, bu tartışmaya da lüzumu oranında
değineceğiz. Ayrıca, postmodenizmin selefi modernizmin meta-anlatılarına karşı
koyuşu ve küçük hikâyeleri yeğleyişinin bu değişimdeki rolü ile alâkalı düşüncelere
de eğileceğiz.7 Bu bağlamda özellikle MacIntyre’ın After Virtue (Erdem Peşinde,
çev: M. Özcan, Ayrıntı Yay., Đst., 2001) ve Sandel’in Liberalism and the Limits of
Justice (Cambridge Univ. Press, 1998) adlı kitapları (artık LLJ) çalışmamızda
alıntılanan kısımlarıyla olduğu kadar, ufkumuzu genişletici bakış açılarıyla da
mühim kaynaklarımız olacaktır. Bu polemikte kendimizi cemaatçi benlik algısına
yakın hissettiğimizi vurgulayacağız.
Bilindiği üzere yok olduğu söylenen dinlerin kimilerine göre küllerinden
yeniden doğması, bazıları için ise bir türlü ruhunu teslim etmemesi, son bir asırdır
siyaset ve toplumsal nazariyeler inşa edilirken görmezden gelinen veya çok az
dikkate alınan dinler üzerine tekrar eğilmeyi gerektirmektedir. Fukuyama’nın
dinlerin bile liberal demokrasinin sağladığı öz-tatmin hissi karşısında muhalif
söylemler geliştirmede biçare kaldığı iddiasından henüz birkaç yıl bile geçmeden
7
Jeannıare’e göre postmodernitenin hanesine, muzaffer bir pozitif bilimin kesinliklerinden
genelleştirilmiş bir belirsizliğe geçişi simgelemesine ek olarak, dinin dönüşü de yazılacaktır. bkz. A.
Jeannıere, Modernite Nedir?, çev: N. Tutal, Modernite versus Postmodernite, der: M. Küçük, Vadi
Yay., Ankara, 2000, s. 105.
7
tüm dünya dinlerin ve dindarların toplumsal-kamusal talepleri, dindarların dinî
aidiyetlerini kimliklerinin kurucu bir ögesi olarak görmekten vazgeçmemesi ve
bunları kamusal müzakerelerdeki söylemlerine yansıtmaları, tüm çatışmaları aşıp
tarihi artık dinginliğe, yatay bir seyire evrilttiği iddiasında bulunan liberal düşünceyi,
onları da kapsayacak bir esneklikte ele almaya mecbur etmiştir. Rawls bu çabayı
gösterenlerden biridir. Kaldı ki, o, Fukuyama’nın tezinden çok önce bu gidişi sezmiş
ve teorisini yeni duruma uyarlamaya girişmiştir. Fukuyama’nın dünya çapında
şöhrete kavuştuğu günlerde çıkan çalışmasında bile Rawls, liberal demokrasilerin
bağışıklık sistemini geliştirmeye yoğunlaşmıştır.
Çalışmamızın sınırları içinde bulunan önemli mevzuulardan birisi de kamusal
alan ve özel alan ayrımıdır. Fakat Rawls özel alan yerine ardalan kültürünü
kullanmaktadır. Çağdaş liberal toplumlarda dinlerin konumunu netleştirmede önemi
aşikâr bu ayrım, böyle bir ayrımın hususiyetle dindarlar zaviyesinden hakkaniyetli
olup olmadığı, işlevselliği, sorunu çözüp çözmediği, yoksa daha çetrefil mi kıldığı
gibi hususlar ekseninde, müstakil başlıklar altında olmasa bile incelenecektir. Çünkü
ülkemizde kılık-kıyafet üzerinden tartışılan bu mevzuuya, Rawls’un genelde olduğu
gibi bir inşa içinde değindiğini göreceğiz. Biz de Rawls’u izleyerek mesleyi kamusal
alan, hak-iyi önceliği, negatif-pozitif özgürlük, geleneksel-modern siyaset ayrımı,
kamusal akıl ve makul çoğulculuk olgusunun tazammun ettiği anlamlar içinde ortaya
koymaya çalışacağız.
Böylesine mühim bir filozofun siyasal liberalizmi pek tabii ki öncesizsonrasız olarak tarihin belli bir anında aniden belirmiş, hüda-i nabit bir sistem
değildir. Liberal düşünce tarihinin son dönemlerdeki en güçlü düşünürü olan
Rawls’un fikirleri yüzyıllar içinde oluşan bir felsefî akımın beslediği velûd bir arazi
üzerinde serpilmiştir. Bu sebeple düşüncelerini seçkin liberal düşünürlerle
mukayesenin, liberal siyaset felsefesinde nerede durduğunu netleştirmek adına ciddi
önemi vardır. Dolayısıyla yeri geldiğinde, Hobbes, Locke, Kant (1724-1804), Mill
(1806-1873), Hayek (1899-1992), Toucqveille (1805-1859), Nozick (1938-2002)
gibi liberal düşünürlere ve mevzunun elzem kıldığı diğer filozoflara başvurulacaktır.
Rawls ile ilgili literatüre, dine dair düşüncelerini en genel çerçevesiyle
algılamamızı sağlayacağını umduğumuz bir şekilde eğildik. Bu nedenle liberal
geleneğin önemli fikirlerini ve fikir adamlarını, Rawls’u etkileyen düşünceleri ve
8
düşünürleri, içinden çıktığı liberal geleneğin seküler bir teori olarak dinlere karşı
tutumunu, siyasetin gökyüzünden yeryüzüne indirilme sürecinde geliştiğini, hatta
temsilcilerince ısrarla vurgulanan dinî temellerden azade olmakla liberal felsefenin
gelişimi arasında doğru bir orantı olduğu iddiasını aklımızda bulundurarak ele
alacağız. Rawls’un, din(darlar) ile seküler liberal demokratik topum arasındaki
gerilimin zorunlu olup olmadığına ilişkin fikirlerini ve istikrarlı bir liberal toplumun
tesisinin
imkânını
başarısızlıklarını,
ispat
böyle
hedefini
bir
başarıp
hedefin
başaramadığını,
başarılabilirliğinin
söz
başarı
veya
konusu
olup
olamayacağını elimizden geldiğince incelemeye çabalayacağız. Ayrıca kendi
zaviyemizden bu gerilimin asla tam anlamıyla giderilemez göründüğünü, iki taraftan
birinin en hayatî düsturlarından vazgeçmeden aralarında örtüşen bir mutabakatın
gerçekleşemeyeceğini ileri süreceğiz. Rawls’un, dinlere ve dindarlara gerekli alanı
sağladığı hususunda iyimser olsa da, aslında dinlerin içini boşalttığını, kamusal akıl,
kamusal alan, kamusal neden gibi mefhumlarla dindarlarda bir kişilik bölünmesine,
bir günahkârlık ve suçluluk hissine sebep olduğunu ve dindarları özel alana
hapsettiği kanaatimizi de savunacağız. Bize göre, dinlerin kamusal alanda
görünürlüğünü örseleyen Rawls -dindarların/dinlerin her birinin kendi zaviyelerinden
kendi fikrini destekleyeceği umuduyla- böylece dinleri “ardalan kültürüne” ait
öğretiler olarak gördüğünü göstermektedir.
Rawlsçu kamusal akıl ve örtüşen mutabakat mefhumlarının dinlerin, özellikle
de Yahudilik ve Đslâm gibi salt uhrevî öğretilerden ibaret olmadığı, bu dünyaya matuf
talepleri, (siyasî, hukukî, toplumsal, ahlâkî) buyrukları olduğu kuşku götürmeyen
kitabî dinlerin konumlarının ve bu seküler yapının hazmedebileceği bir seviyeye
indirgenme çabalarının sistemin zayıf noktası olduğunu, bu dinlerin içleri boşaltılıp
evcilleştirilmeden bu idealin muhal olduğunu ileri süreceğiz. Büyük semavî dinlerin
Rawls’un örtüşen mutabakata dayalı istikrarlı bir iyi-düzenlenmiş toplumunda, diğer
felsefî, ahlakî izmlerden biri haline sokulduğunu iddia edeceğiz. Đntibamız odur ki,
Rawls zaten bunu arzulamakta ve dinleri ancak bu şartla makul görmektedir.
Kısacası anayasal liberal demokrasi ev sahibi, dinler ve müntesipleri ise
umduklarıyla değil bulduklarıyla yetinen misafirlerdir. Yani Rawls’un sorunu
çözemediği, aksini iddia etse de TJ’de olduğu gibi PL’de de kapsamlı ve seküler
olmaktan kurtulamadığı, taraf tuttuğu fikrini savunacağız. Hülasa, kanaatimizce
9
siyasal liberalizm dinlere/dindarlara karşı Rawls’un sandığı veya umduğu ölçüde
kapsayıcı (inclusive) değildir, bilakis kapsamlıdır, dışlayıcı(exclusive)dır.
Dahası, düşünür sadece müşterek kültürde hazır bulduğu bir (sekülerçoğulcu) olgudan hareket ettiğini iddia “kurnazlığını” gösteriyor olsa da, bize göre
sadece teorisine karşı çıkılmasını engellemeye çalışmaktadır. O daha az evrensel
iddialı bir sistem ile “hedef küçültmektedir”, hafif bir zırh kuşanmaktadır, ancak bu
sadece yükte hafif bir zırhtır, umulan getirileri bakımından ise oldukça ağır bir
zırhtır. Bir filozof olan Rawls’un PL’nin herhangi felsefî bir tını içermemesini felsefe yapmamasını, neticesiz felsefî münakaşalardan uzak kalmasını- sadece siyasî
olmasını sistemin en büyük tarafsızlık ögesi olarak koyması dikkat çekicidir. Lakin
biz Rawls’un, TJ’nin kusuru olan, ancak PL’de aştığını söylediği metafizik-kapsamlı
bir öğreti olma görünümünden aslında sıyrılamadığı izlenimimizde ısrarcı olacağız.
Rawls, modern toplumların çoğulcu yapısı içinde insanların farklılıklarını
sorun yapmaksızın bir arada yaşayabilmelerinin kendi iyi-düzenlenmiş toplumunda
(well-ordered society) mümkün olduğu inancındadır. Bu toplumu yöneten kendi
imalatı adalet ilkeleri, onun nazarında, aralarında farklı dinleri de barındıran makul
kapsamlı öğretiler (reasonable comprehensive doctrines) dediği düşünceleri bir
arada tutacak yegâne çimento veya tutkaldır. Şurası belirtilmelidir ki, bu adalet
ilkelerinin hiçbir metafizik ve dinî payandası yoktur ve liberal toplumun kendi
ma’şeri siyasal kültüründe mündemiç fikirlerden istihrac olunmuşlardır.
Başlangıçta çalışmamıza dair genel bir bakış edinmek için doğrudan
Rawls’un eserlerine yöneldik. Fakat buradaki hem kemiyet hem keyfiyet açısından
kesafet sebebiyle, yöntem değişikliği yaparak, Rawls’un doğrudan kendi eserlerine
değil, belirli bir seviyeye erişene değin onun hakkında yazılmış çalışmalara eğilmeye
karar verdik. Zira düşünürün eserlerinin hem uzunluğu hem kendi ıstılahını
oluşturması, bildik kelimelerin içini farklı doldurarak kavramsallaştırması,
kelimelerin sistem içinde ifade ettiği manayı yakalamamıza engel oldu. Dolayısıyla
çevreden merkeze doğru daralan bir okuma serüveni ile Rawlsçu ıstılahla bir ülfet
peyda etmeye çalıştık. Bu yöntemin olumlu sonuç verdiğini, Rawls’un kendi
eserlerine döndüğümüzde yaşadığımız aşinalık hissi ile müşahede ettik.
Bu çalışma hazırlanırken ana kaynak olarak Siyasal Liberalizm adlı eserin
Đngilizce aslı (Political Liberalism) ve son zamanlarda yapılan tercümesi, Justice as
10
Fairness: Political not Metaphysical (Hakkaniyet Olarak Adalet: Metafizik Değil,
Siyasî), Law of Peoples and The Idea Of Public Reason Revisited Đngilizce aslı ve
tercümesi (Halkların Yasası ve Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması,
çev: Gül Evrin, Đstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Đstanbul, 2003), The Idea of
Public Reason (Kamusal Akıl Düşüncesi), The Idea of Overlapping Consensus
(Ötüşen Mutabakat Düşüncesi), Domain of the Political and Overlapping Consensus
(Siyasî Alan ve Örtüşen Mutabakat), A Theory of Justice, Kantian Constructivism in
Moral Theory: Dewey Lectures (Ahlâk Felsefesinde Kantçı Đnşa: Dewey Dersleri),
Reply to Habermas (Habermas’a Yanıt), John Rawls-Collected Papers gibi filozofun
kendisine ait eserlere ve makalelere ek olarak başka birçok çalışmadan
faydalanılmıştır.
Dileğimiz Rawls Endüstrisi denilen ummana dâhil olması kaçınılmaz görünen
bu çalışmanın, ülkemizde henüz tam anlamıyla bilinmeyen, özellikle de konumuz
olan eseriyle yeni tanınmaya başlanan bu büyük filozofun, günümüzün en tartışmalı
mevzularından birine en azından daha sağlıklı bir bakış kazandırmasına katkıda
bulunmasıdır. Dünyanın ve ülkemizin tam da bu mevzular etrafında hızla kamplaştığı
düşünülünce bu konu önem arz etmektedir. Bunun gibi aynı konuya yoğunlaşan
çalışmaların çoğalması, bir tekrara düşme zaafiyeti yerine, zihnî sıçramayı
sağlayacak birikimi oluşturarak, bu geniş ve derin arazide yalnızca yüzeyde gezinme
değil, meselenin künhüne vakıf olma maharetine ulaşmada da katkılar sağlayıcı
basamaklardan biri olarak kabul edilmelidir.
11
I. BÖLÜM
ADALET TEORĐSĐ
A. Liberalizm
Rawls, ileride bahsedeceğimiz fark ilkesi (difference principle) yüzünden
liberallerin araya mesafe koyduğu liberal bir filozoftur. Kendisinin dinlerle ilgili
fikirleri liberal şablonlar içinde geliştiğinden, liberalizme çeşitli yönlerden eğilmenin
yararlı olacağını düşünmekteyiz.
Đspanyolcadan türemiş ancak Latince kökenli bir kavram olan liberalizm,
“kökleri Rönesans ve reformasyona dayanmakla birlikte, daha çok onsekizinci
yüzyılda sağlam temellere oturan felsefî akım; modern dünyanın temel politik
ideolojisinden biri olarak bireylerin sivil ve politik haklarına verdiği önemle
seçkinleşen görüş”8 olarak tanımlanır. Liberalizm, devlet, birey ve toplum arasındaki
ilişkilerde bireysel hak ve özgürlükleri öne alan felsefî bir akımdır. Liberalizmin
çeşitleri vardır. Devletin ekonomiye müdahalesinin en aza indirgenmesi lüzumunu
savunan ve bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler sözünde en iyi ifade edilen
liberalizm iktisadî liberalizmdir. Devletin sınırlandırılmasını isteyen ve en iyi
hükümet, en az hükümet edendir9 şeklinde formüllendirilen liberalizm ise siyasal
liberalizmdir.
Klasik liberallere göre özgürlüğe en büyük tehdit devletten kaynaklanır.
Devletin toplumsal adaleti sağlamak için, toplumun kendiliğinden yapısına
müdahalesi yanlıştır. Piyasa bizatihi adildir, kendi adaletini yaratır. Devlet (yeniden)
dağıtımcı adalet siyaseti izlememeli, zenginden alıp fakire veren Robin Hood figürü
çizmemelidir.
Bu,
Rawls
ve
eseri
A
Theory
of
Justice’e
klasik
liberaller/libertenyerlerce mesafe konulmasının sebebidir. Friedman’a göre devletin
patron, yurttaşın da onun bekçiliği altında olduğunu hatırlatacak fikirler özgür
8
A. Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., Đst., 2000, s. 599.
Jefferson’a atfedilen bu sözü isim olarak kullanan bir eser C. Aktan’ın editörlüğünde yayımlanmıştır.
bkz. En Az Devlet En Đyi Devlet, Devletin Başarısızlığının Anatomisi, Editör : C.C. Aktan, Çizgi Yay.,
Konya 2006. W. Von Humboldt’un Devlet Faaliyetinin Sınırları, çev: B. Seçilmişoğlu, Liberte Yay.,
Ankara, 2004 adlı eseri, isminin ima ettiği üzere, liberal düşünce açısından mühimdir. Bu bağlamda
H. Demir, Đslamda Devlet Gücünün Sınırlanması; Raşid Halifeler Dönemi, Đz Yay., 2004 adlı eseri
zikredelim; R. Nozick, Anarşi, Devlet ve Ütopya, çev: A. Oktay, Đst. Bilgi Üniv. Yay., Đst., 2000 isimli
önemli eserde, en iyi devletin “minimal devlet olduğu”, bir gece bekçisi vazifesi gören devletin ideal
olduğu savunulur.
9
12
insanın kendi yazgısından sorumlu olduğu inancıyla bağdaşmazdır. Özgür biri için
ülkesi, onu oluşturan bireylerin toplamıdır, onların üstünde ve onları aşan bir şey
değildir. Kişi ortak toplumsal geleneklere bağlı ise de, devleti lütuf ve ödül bahşedici
ve sorgusuzca tapılacak bir efendi veya Tanrı olarak görmez. Devlet sadece araçtır.10
Liberalizm çoğunlukla demokrasi ile beraber anılır ve sosyal demokrasi,
Hristiyan ya da Müslüman demokrat gibi farklı birliktelikler içinde kullanılsa da, en
yoğun kullanımı liberal demokrasidir hatta kimilerine göre “liberal demokrasi
liberalizmin mükün olan yegâne türüdür”11. Ancak demokrasinin liberalizmden daha
geniş bir mutakabatın odağı olduğunu müşahade etmekteyiz. Herhangi bir
platformda, hemen herkes demokrat olduğunu iddia etmekte, demokrasi meşruiyetin
olmazsa olmaz dayanağı haline gelmektedir. Liberalizm ise sert tenkitler almakta,
kapitalizmin felsefî dayanağı olarak görülmektedir. Demokrasi ile liberalizm
arasında da gerilimler mevcuttur. Bilhassa demokrasi taraftarlarından liberalizme
eleştiriler yönelmektedir.12 Liberalizmin bir öğreti olması fikri, öğreti kelimesinin
uyandırdığı dogmatiklik izlenimi sebebiyle, Hayek gibi düşünürlerde huzursuzluğa
yol açmaktadır. Hayek liberalizmin değişmez ilkeler barındırmadığını iddia
etmektedir.13 Fakat bu fikirlerin, liberalizmin ilkesiz bir nazariye olduğu algısına
neden olacağını ileri süren Yayla, liberalizmin onlarsız varlığını yitireceği ilkeleri
olduğunu söyleyerek, ilkesizlik yaftasından kurtarmaya çalışır.14
Liberalizm çeşitleri hakkındaki sayısız kaynak arasında ilerleyerek,
liberalizmi bütün cihetleriyle kuşatmak, Rawls’un düşüncelerinin belli bir kesitini
konu edinen bu çalışmanın sınırlarının ötesine geçen bir gaye olacağı için sadece
siyasette liberalizmle ilgileneceğiz. Liberalizmin tarihçesine din ile bağlantılı olduğu
yerlerde temas suretiyle, liberalizm-sekülarizm ilişkisini, ilişkinin doğasını, zorunlu
mu rastlantısal mı olduğunu kavramaya çabalayacağız. Sekülarizmin egemenliği
karşısında, dinin otoritesinden azade bireyleri ön plana çıkaran bireycilik
düşüncesinin teşekkülünde sekülerleşmenin etkisine eğileceğiz. Burada soru,
“liberalizmin sekülerleşmiş bir çağda doğup serpilmesinin tesadüf mü olduğu, yoksa
10
M. Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük, çev: D. Erberk-N. Himmetoğlu, Plato Yay., Đst., 2008, s. 1.
B. Holden, Liberal Demokrasiyi Anlamak, çev: H. Bal, Liberte, Ank., 2007, s. X.
12
Ülkemizde demokrasi cephesinden E. Mahçupyan’ın eleştirilerine liberalizm adına yanıtlar A.
Yayla’dan gelmiştir. Mahçupyan’ın atomize birey anlayışına tenkitlerini Yayla savuşturmaya çalışır.
bkz. A. Yayla-E. Mahçupyan, Liberallik Demokratlık Tartışması, Liberte Yay., Ankara, 2008.
13
F.A. Von Hayek, Kölelik Yolu, çev: T. Feyzioğlu-Y. Arslan, Liberte Yay., Ankara, 2004, s. 22.
14
A. Yayla, Liberalizm, Liberte Yay., Ankara, 2000, s. 18.
11
13
varoluşunu kaçınılmaz olarak sekülerleşmeye mi borçlu olduğudur?” Bu meselenin
Rawls’un liberal toplumda dinlerin konumuna ilişkin fikirlerini saptamada faydalı
olacağını düşünmekteyiz. Zira liberalizmin dinler karşısındaki tutumunun dinle
paralel mi, dindışı mı, din karşıtı mı geliştiğinin, Rawls’un fikirlerinin oluşumunda
etkisi olduğu kanaatindeyiz.
Bu bağlamda bir çağın Tanrı ve din algısının, o çağın siyasal yönetim ve
meşruiyet biçimlerine, iktidarın doğasına ve temellendirilmesine güçlü tesirleri
olduğunu ileri süren Siyasî Teoloji anlayışına kısaca değinmek istiyoruz. Böylece
din-sekülerleşme-siyaset ilişkisini bu zaviyeden incelemenin, toplumsal düzlemde
ele alacağımız Rawlscu liberalizm-din ilişkisinin metafizik düzlemde tartışılma
biçimine bakmış olmakla, mevzuuya bir açılım getirilmiş ve soyut bir arka plana
sahip olduğuna işaret edilmiş olacaktır.
Siyasî Teoloji tarzı yaklaşımlar dikkat çekici çözümlemeler içermektedir.15
Tanrı ve din o çağdaki siyasî zihniyeti etkiliyorsa, acaba liberalizme tekaddüm eden
bir yüce varlık-din tasavvuru var mıdır? Cevap olumlu ise bu Tanrı’nın mahiyeti
nedir? Veya Gauchet’in* (1946-) tabiriyle “metafizik açıdan demokrat hale mi”16
geldik? Dinden çıkış, “dinlerin hala var oldukları ama kendilerinin belirlemedikleri
bir siyasal biçim ve kollektif düzene katıldıkları bir dünyaya geçiş”17 olarak mı
görülmelidir? Kısacası, sekülerleşme doğrudan dine karşı bir tutum mudur yoksa
yalnızca dinî otoriteye (kiliseye veya müesses dine) bir başkaldırı mıdır? Bu sorular
ileri götürülerek, “Tanrı tasavvurlarının oluşmasında belirleyici unsur insan tecrübesi
midir? Yoksa bizzat Tanrı’nın kendisi mi bu tasavvurları belirlemektedir?”18
şeklindeki netameli noktaya taşınabilir.
15
Bu konu için bkz. M. Focuault, Özne ve Đktidar, çev: Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı Yay.,
1994; Carl Schmitt, Siyasî Đlahiyat, çev: E. Zeybekoğlu, Dost Yay., Ank., 2005; M. Gauchet,
Demokrasi Đçinde Din-Laikliğin Gelişimi, çev: M. E. Özcan, Dost Yay., Ank., 2000; M. Gauchet,
Anlam Borcu ve Devletin Kökenleri, çev: O. Erözden, Devlet Kuramı içinde, der; C.B. Akal, Dost
Kitabevi, Ank., 2000 içinde makale ve kitaba yazdığı Bir Devlet Kuramı Đçin Giriş kısmında C.B.
Akal’ın fikirleri; Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev: Z. Aruoba, Hil Yay., Đst.,
1997.
* M. Gauchet, L’Êcole des hautes êtudes’de sosyal bilimler araştırma direktörü ve Dêbat dergisi yayın
yönetmeni. La religion dans la dêmocratie isimli, çalışmamızda Demokrasi Đçinde Din: Laikliğin
Gelişimi adlı tercümesinden faydalandığımız eserin de sahibidir. Son yılların en önemli siyaset
felsefecilerinden sayılan düşünür Batı’da siyasal öznenin oluşumu dersleri vermektedir.
16
Gauchet, Demokrasi Đçinde Din, s. 10.
17
A.g.e., s. 14.
18
Mahmut Ay, Tanrı Tasavvurlarının Politik Tasarımlara Yansıması, A.Ü.Đ.F.D, 2005, Cilt 46, Sayı
II, s. 109.
14
Siyasî teolojiye göre; “tarihsel koşulların yarattığı öğretilerde, Tanrı’ya ait
birçok niteliğin devlet başkanı tasarımlarına transfer edildiğini gözlemlemek
mümkündür. Bir teolojik sistemin odağında yer alan Tanrı imajı, aynı zamanda o
teolojik sisteme ait politik tasarımın da merkezinde yer almaktadır.”19 Bu, bir çağın
sosyal, siyasal ve kültürel yapısının metafizik dünya görüşü ile örtüşmesi demektir.
Bu bağlamda monarşi ile tektanrıcılığın, liberalizm ile deizmin paralelliği bu bakış
açısının kanıtıdır.20 Hegel’e göre,
“din, devlet tininin koşulsuz genelliğiyle tasarlanmasıdır, öyle ki buraya varınca bu tasarıma
sahip olan gerçek tin bütün dışsal rastlantısallıkları kendinden atmış olur. Neredeyse
bireysellik olumlu olarak Tanrı’nın özüne göre biliniyor, öznellik de bu özün kendisine göre
görüleniyorsa, bilinçli özgürlük yalnızca oradadır…Bu açıdan haklı olarak devletin dine
dayandığı iddia edilir…Dinin yapısı neyse devlet ve anayasa o yapıdadır. ”21
Hegel
düşüncesinde
devlet
ile
din
özdeş
bir
topluluk
ilkesini
paylaşmaktadırlar. Din, bireylerin davranışlarını ve devletle ilişkisini düzenlemek
üzere devlete dışarıdan eklenen bir şey değildir; baştan beri belirleyerek, etkileyerek
devletin içindedir.22 Devlet, “bir âlemin formasyonu ve organizasyonu içinde gelişen
mevcut veya fiil halinde espri olarak tanrısal iradedir.”23
Dinî inanç ile toplumsal-siyasal yapı arasındaki örtüşmeye dair en bilindik
teorilerden birisi, Weber (1864-1920)’in kapitalizmi Protestan ahlâkıyla ilintilendiren
fikirleridir. Avrupa’ya hükmeden Katolik kilisesi dünyevî istekleri tahkir edip,
ölümden sonraki hayatı kazanmaya yönelik amelleri olumlamaktaydı. Hristiyan
toplumu dünya nimetleri hususunda oldukça kanaatkâr idi ve azla yetinmesi durağan
bir toplum yapısı doğuruyordu. Weber’e göre, Protestan kiliselerin ortaya çıkması bu
tabloyu değiştirmiştir. Manastır asketizmi artık terk edilmektedir ve insanların içinde
bulundukları mesleğin Tanrısal bir önbelirlenim olduğu inancı örselenmiştir. Dünya
için çalışma yaşamın amacı haline gelmiştir.24 Yeni ahlâkın summum bonumu daha
19
A.g.e., s. 111.
A.g.e., s. 112.
21
G.W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev: Ö. Sözer, Kabalcı Yay., Đstanbul, 2003, s. 129-130.
22
A.g.e., s. 130-131. Hegel, din-devlet ve tini meczederek, tinin kendini gerçekleştirme yolculuğunda
merkezî bir yer verir. Ancak, Kojeve’ye göre, Hegel nazarında, insan diyalektiktir demek; öte dünyası
olmayan bir dünyada zorunlu olarak yaşadığını söylemektir. Diyalektik tanrıtanımazdır. bkz. A.
Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş, çev: S. Hilav, YKY, Đst., 2001, s. 275-276, dipnot 41.
23
Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev: C. Karakaya, Sosyal Yayınları, Đstanbul, 1991, s. 212.
24
M. Weber, Protestan Ahlâkı, s. 47. Kalvinizm’in dünyada çalışmayı ibadet kılarak kapitalizme ve
sekülerleşmeye sağladığı temel için bkz. Mehmet Özay, Din ve Sekülerleşme, Đz Yay., Đst., 2007, s.
83-91. Yazar burada sekülerleşmeyi, Weber’in “eylemin niyetlenilmemiş sonucu” fikrinden hareketle,
Reformasyonun beklenmedik sonucu olarak niteler. Horlinger ise Hobbes’un geliştirdiği modern
20
15
fazla kazanmadır.25 “Kapitalist ruh ile dolu insanlar, kiliseye tümüyle karşı olmasalar
da, kayıtsızdırlar. Cennetle ilgili dinî cansıkıcılıklar, onların etkin yapıları için çekici
değildir, din onlara, insanları dünya işlerinden uzaklaştıran bir araç olarak
görünür…”26 Böylece Protestanlar, kazanç hırslarına engel olan dinî kuralları farklı
yorumlayarak dünyevî arzularına meşruiyet sağlamışlardır. Hatta dünyevî görevin
ifasının
Tanrı’nın
muradı
olduğunu
iddia
ederek
bir
kutsallık
kisvesi
giydirmişlerdir.27
Bu noktada, Gauchet’e bakışlarımızı çevirmek istiyoruz. Ona göre insanlar
binlerce yıldır tanrılara, öte dünyadan gelen emirlere bir anlam borcu yüklemişlerdir.
O da, devleti dinin köklerinde arama taraftarıdır;
“insanoğlunun kendisini…neden hep borçlu olarak gördüğünü anlamak, toplumların varlık
nedenlerini kendileri dışındaki bir olguya neden bağladıkları sorusunun yanıtını bulmak,
insanlığın belli bir döneminde devletin neden ortaya çıktığını anlamak demektir…Var
oluşumuzu tanrılara, yani bizden farklı bir mahiyeti olan varlıklara borçluyuz dediğimizde,
bir bütün olarak toplumu oluşumunu açıklayan, tümüyle siyasî bir önerme ortaya atarız.”28
Devlet, kendi örgütlenmelerini oluşturabilen toplumlarda değil, “kendi
varoluşları üzerine söz söyleme yetkisinden yoksun olduklarını düşünen, iç
örgütlenmelerinin bir dış odak tarafından meşru kılındığına inandıkları için bu
örgütlenme üzerinde kendilerine hak tanımayan toplumların ardılı olarak ortaya
çıkmıştır.”29 Din de varlığını kendi dışındaki bir otoriteye atfeden bir toplumdaki
olgudur. Ancak din devletten önceki duraktır. Bu anlamda din, devletin tarihi açıdan
varlığının ön koşuludur ve devlet ile dinin temeli aynı görünmektedir.30 Fakat;
“Đlk devletler dinin üzerinde temellenmiş olsalar da, devlet erkinin, kendi iç mantığı gereği,
toplumun kendisi dışındaki bir şeye (kutsallığa) yaptığı atfı yıkıp geçmek gerekmektedir.
Devlet erki, kendisini tanrısal bir iktidarın temsilcisi ve görevlisi olarak tanıttığı her aşamada,
bünyesinde taşıdığı ve aynı zamanda da kendisini oluşturan temel potansiyelin ortaya
koyulması noktasında durdurulmaktadır. Devlet, kendisi için ezel-ebed geçerli olduğu
düşünülen varlık nedeni gereğince, toplumun örgütlenme biçimini kapsayabileceği,
meşrulaştırılabileceği
ve
tanımlayabileceği
bir
dışsallık
mekanına
erişmek
toplumun, rasyonel bencilliğin (Adam Smith’ın müdahalesi ile) “görünmez el” veya “eylemin
gözetilmemiş sonuçları” yoluyla gerçekleşen net bir sonucu şeklinde anlaşıldığını söylemektedir.
Hollinger, s. 40.
25
A.g.e., 46-47.
26
A.g.e., s. 62.
27
Weber, s. 71. Dinî kökler yavaş yavaş yok olur ve yerini dünyevî yararcılığa bırakır. Yalnız başına
olan, ekonomik insan Robinson Crouse, gökyüzü krallığını arayan hacının yerini almıştır. s. 154.
28
Gauchet, Anlam Borcu Ve Devletin Kökenleri, s. 33-34.
29
A.g.e., s. 35. Görünüşe göre, din daha ilkel bir olgu sayılmakta ve insanlığın sosyal evriminde
devlet daha ileri bir aşamaya işaret etmektedir.
30
A.g.e., s. 49.
16
durumundadır…Tanrı’nın bulunduğu yere şimdi devlet yerleşme durumundadır…Devlet
Tanrı’yı yerinden etmeye davet edilmektedir.”31
Fakat mesele böyle ortaya konulunca, devlet Tanrı-din tasavvurunun
doğrudan karşılığı olmamaktadır. Dinle ortak temelden çıksa, din devletin ön koşulu
olsa bile, halef-selef ilişkisi daha doğru bir düşünce gibi görünmektedir. Devlet
Tanrı’nın yerini alır, ancak insanoğlu bir süre sonra bu yeni Tanrı’yı da tahttan
indirir ve onun yerine geçer veya Tanrı’nın gücünü sınırlandırdığı gibi, devletin
gücünü de sınırlandırır. Bu konu üzerine C. Schmitt (1888-1985) de etkili düşünceler
sunmuştur. Ona göre:
“Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevîleştirilmiş ilahiyat
kavramlarıdır. Sadece tarihsel gelişimleri dolayısıyla değil, -çünkü bu kavramlar ilahiyattan
devlet kuramına aktarılmışlardır, örneğin her şeye kadir Tanrı, her şeye kadir kanun
koyucuya dönüşmüştür- bu kavramların sosyolojik yönden incelenmesi için anlaşılması
gereken sistematik yapıları dolayısıyla da dünyevîleştirilmişlerdir. Olağanüstü halin hukuk
için taşıdığı anlam, mucizenin ilahiyat için taşıdığı anlama benzer…Modern hukuk devleti
düşüncesi, deizm ve mucizeyi dünyadan kovan ilahiyat ve metafizikle beraber galebe
çalmıştır. Bu ilahiyat ve metafizik, hem doğa kanunlarının ‘doğrudan bir müdahale sonucu
meydana gelen bir istisna’ tarafından ihlalini hem de egemenin yürürlükte olan hukuk
düzenine doğrudan müdahalesini reddeder.”32
Modern kanun koyucunun herşeye kadir oluşu, ilahiyattan yalnızca
dilbilimsel olarak devralınmamıştır. Đlahiyat tortularına meselenin ayrıntılarında da
tesadüf olunur.33 Onyedinci asırda monark Tanrı ile özdeşleştirilmiştir. Monark,
kartezyen düşüncenin Tanrısının dünyadaki yerine benzer bir mevkiiye sahiptir. O,
siyaset dünyasına aktarılan kartezyen Tanrı’dır.34 Süreç içinde, deist dünya
görüşünde dünyanın dışında da olsa büyük makinenin makinisti olarak kalan Tanrı
artık tard edilir. Kâinat kendiliğinden işlemektedir. Tanrı’nın özel değil, genel irade
beyanlarında bulunduğu kanaati, Rousseau’daki halkın genel iradesinin her zaman
iyi olduğu, içeriğinden yani istemesinin objesinden bağımsız olarak, salt istemesinin
iyi olduğu anlayışına yansır. Ancak Schmitt’e göre Tanrı tasavvurunun artçı tesirleri
bir müddet daha devam eder. Örnek Amerika’daki “”halkın sesi hakkın sesi”
anlayışıdır. Amerikan demokrasisinde Tanrı nasıl dünya üzerinde sallanıyorsa, halk
31
A.g.e., s. 64.
Schmitt, Siyasî Đlahiyat, s. 41-42.
33
A.g.e., s. 43. Yine siyasî teoloji konularında ve dinin bilhassa siyasî meşrulaştırma gücü ve bu
güçten en seküler devletlerin ve filozofların bile faydalanmaktan geri durmadıklarına dair fikirler için
bkz. E. Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yay., 2002, s. 132-192.
34
A.g.e., s. 50. Schmitt’e göre Protego erya obilga (korkuyorum, o halde kendime bağlıyorum)
cümlesi, devletin cogito ergo sum (düşünüyorum, o halde varım) ilkesidir.
32
17
da demokratik düzende devlet üzerinde öyle salınır.35 Onyedinci ve onsekizinci
asırda dünya karşısında aşkın bir Tanrı olduğu gibi, zamanın devlet felsefesinde
devlet karşısında aşkın bir egemen bulunur.
Nihayet, artık hedef olarak, Tanrı seçilmiştir. Proudhon, Bakunin insanlığın
Tanrı’nın yerini almak durumunda olduğu noktasına gelmişlerdir. Böylece, bütün
teist ve aşkın tasavvurlar yok edilir ve geleneksel meşruluk olgusu anlamını
kaybettiği için, yeni bir meşruiyet kavramı tesis edilir.36 Burjuvanın liberal
anayasacılığı, kralı parlamento vasıtasıyla felç etmesine rağmen tahtta kalmasına izin
verir. Bu, deizmin Tanrı’yı dünyadan uzaklaştırırken bile varlığına sıkıca
sarılmasındaki tutarsızlıkla aynıdır. Demek istenen, liberal burjuvazinin bir Tanrı
istediği ama faal olmamasını arzuladığıdır.37 Liberalizm, her şeyi tartıştığı gibi
metafizik gerçekliği de tartışmaya yaymak ister. “Liberalizmin özü pazarlıktır,
beklenti halinde bir yarım kalmışlıktır. Ümidi, kesin hesaplaşmanın, kanlı karar
muharebesinin bir parlamento tartışmasına dönüştürülebilmesi ve sonsuza dek
sürecek bu tartışma ile sonsuza dek ertelenebilmesidir.”38
Bu mevzuuya eğilmemizin nedeni, din-toplum ilişkisi gibi çok bileşenli bir
konuyu irdelemeden evvel, din-Tanrı ile siyasî-toplumsal oluşum arasında nasıl bir
ilgi olabileceğinin saptanmasıdır. Rawls ve liberalizm bağlamında daha pratik,
görünür bir düzlemde inceleyeceğimiz liberal toplumda dinlerin konumu sorununun,
metafizik, aşkın temelleri bulunup bulunmadığına göz atmak istedik. Çünkü Rawls,
devletin ve toplumun temelini Tanrı-din inancında bulmak bir yana, sisteminin
esenliğinin yegâne sağlayıcısı olacak siyasî ahlâkın oluşumunda da dinlerin başat
rolünü kabul etmeyecektir. Đzlenimimiz, önceleri devletin önkoşulu olarak kabul
gören din ve Tanrı’nın, günümüzde siyaset ve toplumdan dışlandığıdır. Tarihin bir
anında devlet olgusunun vücut bulmasında rolü olan din, şimdi devletin varlığı ve
otoritesi önünde engel sayılmaktadır. Neticede Tanrı ile devletin neden-sonuç değil
de, halef-selef olduğunu düşünmenin daha makul olduğunu ileri sürebiliriz. Đnsanlar
şu veya bu sebeple Tanrı ve din inancından uzaklaştığı zaman, dünya arzusunun
35
A.g.e., s. 52.
A.g.e., s. 53-54.
37
A.g.e., s. 63. Ona göre, “Liberalizm soy aristokrasisini ortadan kaldırır ama aristokrasinin en aptal
ve en bayağı şekli olan para aristokrasinin küstah hakimiyetine izin verir, ne kralın egemenliğini arzu
eder ne da halkınkini.”
38
A.g.e., s. 66.
36
18
önünde engel olarak gördüğü Tanrı ve dini kendine göre değiştirmekte ve bir adım
sonra inkâr etmektedir.
Tanrı’nın
yetkisini
deruhte
eden
devletin
de
akıbeti
aynı
olmak
durumundadır. Tanrı devletin önündeki engel ise, devlet de insanın önünde engeldir.
Bu nedenle Nietzsche’nin hedefinde kilise ve Tanrı’nın yerini almış yeni bir mutlak
güç olan Hobbes’un ölümlü Tanrısı, yani devlet (Leviathan) yer alır. Bu defa devlet,
Nietzsche’nin tabiriyle yeni put, soğuk canavarların en soğuğu39 üstüninsanın ortaya
çıkışına mani olmaktadır. Nitekim Zerdüşt artık devlete hücum eder: “Oraya,
devletin bittiği yere, oraya bakın kardeşlerim! Görmüyor musunuz gökkuşağını ve
köprülerini üstün insanın?”40
Sonuç olarak liberal demokrasinin Tanrı’nın yansıması olmadığını, insanın
ürettiği “kafasına göre Tanrı”nın karışmadığı, bazı durumlarda ilâhî meşruiyet
sağladığı (tüm sekülerlik iddialarına rağmen) bir teori olduğunu söyleyebiliriz.
Kutsal kitapların Tanrı’sı artık insanın, (dünyadan hangi kanun gönderilirse
onaylayan) bir noteri konumuna indirgenmiştir. Öyleyse geçerli olan Tanrı tasavvuru
değil, insanın Tanrı algısıdır. Modern durumda tüm otoriteleri reddeden insan var
olan bir Tanrı’yı anlamaya çalışmak yerine, onu kendi “zevkine göre” inşa
etmektedir. Bilhassa sekülerleşmenin hâkim olduğu zamanlarda siyaset buna göre
şekillenmişken, son zamanlarda sekülerleşme teorilerinin iflası ve dinlerin yeniden
canlanması üzerine, Tanrı ve dinlerin tekrar siyaset sahnesine döndüğü iddia
edilmektedir. Tanrı inancı ve dinî inanç tamamen yok edilemediğine göre, bir
biçimde, toplumsal-siyasî düzene -elbette zararsız bir biçimde, hatta sistemi
desteklemesi sağlanarak (ki Rawls bu çabayı gösterenlerdendir)-* dahil edilmesi var
olan sistem için zorunludur. Söylemek istediğimiz, geleneksel anlamda dindarlar (şu
veya bu semavî din müntesipleri), yani yaratıcısı ile arasına mesafe, başkalık
girmeyen topumlar için, Tanrı ve din tasavvurunun siyaseti belirlediği düşüncesi
makul görülebileceğidir. Fakat ilâhî varlıkla arasına sınırlar çizen, bir gerilim üreten,
39
Nietzsche, Zerdüşt Böyle Diyordu, çev : O. Derinsu, Varlık Yay., Đst., 1996, s. 46.
A.g.e., 47.
*
Dinin ve Tanrı’nın dindar üzerindeki otoritesinin meşrulaştırıcı gücünün, hem dinî doğrudan araç
olarak kullanan, bir devlet dinî olan siyasette; hem dinin mobilize edici gücünden faydalanmak isteyen
liberal siyasette kullanılışı, şu şekilde basitçe ifade edilebilir: Herhangi bir meselede dindarlar
“Tanrım buna müsaade etmez” itirazında bulunsa; aynen vefat eden babasının hatırası gereği, onun
istemeyeceğini düşünerek, bir eylemde bulunmak istemeyen birine, sırtını sıvazlayarak; “baban da
bunu yapmanı isterdi” denmesi gibi, dindarlara da “Tanrın da böyle yapmanı isterdi” biçiminde
yaklaşılır. Bu örneğe tam olarak uyan Rawls cümlelerine değineceğiz.
40
19
onu kendisinden özgürleşilmesi gereken varlık olarak kabul eden41 bir çağ/toplum
için bunun söylenemeyeceği düşüncesindeyiz.
Tanrı’nın yetkilerini devlete (Tanrı-devlete) aktarırken, devletin insan yapısı
olduğunu ispat için kullanılan tabiat hali ve sözleşme mefhumları, siyasetin
sekülerleşmesi için bir payanda olmuştu. Ancak yine de, ilk aydınlanma kırıntıları
insana bir otorite olmaksızın yaşayacak gücü vermemişti ve koltuk deneği olarak
devlete hâlâ ihtiyaç vardı. Aydınlanma yayılınca, Tanrı aşıldığı gibi devlet de
aşılacak bir evre sayıldı çünkü “insan her şeyin ölçüsü” kabul edilmekteydi. Öyleyse
tamamen aydınlanan ve “inanmayan ama bilen” insan kendine yeter seviyeye
geldiğinde, tüm otorite ve hiyerarşiler reddedilebilecektir. Bu düşüncede devlet
geride bırakılan bir duraktır ve devletsiz toplum son aşama olarak görülür. Devlet
tüm kötülüklerin kaynağıdır, dolayısıyla kötülükleri bertaraf etmesi düşünülemez,
insan zaten iyidir, onu devlet bozar. Bu nazariye ekseninde, tamamen devletsiz bir
oluşumu öngörmek için mutlak ateist bir toplumun varlığının ön koşul olması
lüzümunu belirtebiliriz.42
Vahyi, ibadeti ve peygamberleri yok sayan, sadece kâinatı yaratan ve
muhafaza eden deistlerin Tanrısı ve dini, sadece bireyi korumak için ihdas olunmuş,
yurttaşlarının
ahiretteki
selameti
ile
ilgilenmeyen,
sınırlı
hatta
minimal
liberal/liberteryen devlet olarak yansımaktadır. Fakat belirttiğimiz gibi, siyaset
kopyalama ise, sadece ahiret ile ilgili meselelere hasr edilen Tanrı ve dinin
yansıması, kanımızca, dünya ile ilgilenip, insanların uhrevî akıbetleri ile
ilgilenmeyen bir devlet olmamalıdır. Tanrı ahiret ile meşgul, lakin yansıması devlet
dünya ile meşgul demek çelişik gözükmektedir. Öyleyse paralellik değil, iş bölümü
vardır ve Tanrı ile devlet iktidarı paylaşmaktadırlar. Beden devletin, ruh Tanrı’nın
olmaktadır. Fakat bu ayrım bir kere normalleşince ruhun bedene tâbi olması
kaçınılmazdır.
41
Dolayısıyla
dindarların
kamusal-özel
ayrımını
kabullenerek,
Nietzsche, Ecce Homo, çev: C. Alkor, Say Yay., Đst., 1996, s. 32’de şunları söylüyor: “Benim için
bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; içgüdümden gelir düpedüz. Biraz çokça
meraklıyım ben, sorularla doluyum, kendimi beğenmişim: üstünkörü bir cevapla yetinemem. Tanrı
ise, biz düşünürlere karşı üstünkörü bir cevap, bir kabalıktır, -aslına bakarsanız, üstünkörü bir
yasaktan başka bir şey değildir bizlere: Düşünmeyeceksiniz!...”
42
Gauchet’e göre, Teolojik siyasetin sona erişine teolojik kültürün nihayet buluşu karşılıktır. Aynısı
ahlâkta görülür. Teolojik ahlâkın sonu, ahlâkın kaynağını Tanrı’dan almamasıdır. Modern siyasetin
doğuşuna mukabil olan sekülerleşmiş etik anlayışları kaynağını Tanrı’dan değil insan saygınlığından
alacaktır. bkz. M.Gauchet, Dinden Sonra Dinsellik, çev: Can Utku, Agora Kitaplığı, Đst., 2005, 5.
VIII.
20
otoritenin yalnızca bedenlerine hükmedebileceğini düşünüp, ruhlarına nüfuz
edemeyeceğini ummaları avuntu olacaktır.
Siyasetin teolojik veya metafizik temellerine yönelik bu söylenenlerin en
önemli nedeni, Rawls’un konumuzu oluşturan Political Liberalism adlı eseri ile
birlikte önceki ve sonraki bir dizi makalesinde “metafizik ve felsefî öncüllerden
azade bir liberal siyaset teorisi” geliştirme iddiasıdır. Dolayısıyla metafizik ve siyaset
ilişkisi/ilişkisizliği hususunda fikir sahibi olmak meseleye genişlik verebilir
düşüncesindeyiz. Konunun bu metafizik düzlemle ilgisiz olmayan bir de sosyolojik
boyutu vardır ki, din sosyolojisinin başat ilgilerinden biri olan bu konu
sekülarizmdir.
1. Sekülarizm ve Seküler Bir Teori Olarak Liberalizm
“Đnsanlığın yaşadığı en iyi çağ”43 ve “Kant’ın sisteminde tanrı, ‘etiğin bir
asalağı’ olarak ortaya çıkmaktan öteye geçemez.”44 Alakasız görünen bu iki cümle
aslında hiç de ilgisiz değildir. Teknolojik gelişmelerin beslediği ilerlemeye inanç,
insanlığın iptidaî zamanlardan başlayarak gittikçe daha iyi pratik ve zihinsel
donanımlara sahip bir varlık haline geldiğini iddia eder. Yukarıda alıntıladığımız iki
cümlenin ilgisi ise burada belirmektedir. Metafizik boyuttaki gelişimini Tanrı
tasavvurları-siyaset bağlantısı bakımından göstermeye çalıştığımız sekülerleşme,
modernliğin ruhudur, kurucu kavramlarındandır. Modernler bakışlarını uzağa
yöneltecek kadar sebatkâr bi ontolojiye sahip değildirler. Onlar uzakta olanı hemen
ve buraya sığdırmak isterler.45
Bu süreçte serpilmiş hemen her siyaset teorisi gibi, Rawls’un içinde
bulunduğu liberal gelenek de özü itibariyle sekülerdir. Rawls’un liberal toplumda
dinlerin konumunu ele alışı, ortaya koyuşu ve çözüm önerileri, seküler bir dünya
görüşünün, özgürlük tasavvurunun neticesidir. Kant sisteminde Tanrı’nın yeri (veya
yersizliği) hakkındaki Schmitt alıntımızın nedeni, hiç de Tanrısız bir düşünür portresi
çizmeyen bir filozofun Tanrı algılayışının nasıl göründüğünü belirtmektir. Kısacası
43
Bu cümle, Piyasa Medeniyeti, der: A. Yayla, Liberte Yay., Ank., 2004’deki bir makalenin başlığıdır
ve 20. asrın insanlığın en iyi çağı olduğunu teknolojik ilerlemeyi eksene alarak ispata çalışır.
44
Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev: Ege Göztepe, Metis Yay., Đst., 2006, s. 72.
45
Ö. Taburoğlu, Dünyevî ve Kutsal, Metis, Đst., 2007, s. 11.
21
Descartes için söylenenler akla getirilince,46 değişimin neredeyse tüm filozofları
etkilediği, hem de onların zihnî
yetenekleriyle beslendiğini
görmekteyiz.
Dünyevîleşme, hayatın anlamını bu dünyadan hareketle açıklama, sonra hayatın
amacını bu dünyaya irca aydınlanma kültürünün doğasıdır. Bu ifadeler arasındaki
bağlantıyı ise, “yirminci asrın insanlığın yaşadığı en iyi çağ” olduğu inancını
doğuran ilerlemenin nedeninin, seküler kültürün ürettiği seküler bilim ve bu bilimin
meyvesi teknoloji olduğu kabulünde aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Yani
modern uygarlığın temeli Tanrı ile arasına koyduğu mesafededir.
Liberalizm, tüm sekülerleşme vetiresinin en güçlü sonucudur.47 Dahası sonuç
olmaktan da öte, kapitalizmle ilişkisi ile beraber, sekülerleşmeyi tekrar tekrar
yeniden üreterek hem tahkim ve takviye etmekte hem de yaymaktadır. Neredeyse
hiçbir kavram ve olguya, eleştiriye doğrudan karşı çıkmayan bu akım, ister
Marksizm ister din olsun herşeyi yutarak, içini boşaltmakta, manipüle etmekte ve
ehlîleştirmektedir. Elbette bunda teknoloji ve onunla beslenen refahın liberal sistemle
bir tutulmasının insanlar üzerindeki ikna edici gücünün payı büyüktür. Dolayısıyla
“Tanrı Tutulması” tesmiye olunabilecek sekülarizmi incelemekle, liberalizm-din
ilişkisinin daha vazıh olarak saptanabileceğini düşünmekteyiz. Böylece Tanrı-din
tasavvurunun siyasete yansıması konusundan başlayarak, kabaca metafizik bir
46
Nasr, modern felsefenin özünde bulunan bilginin küllî akıldan koparılmış ferdî akıl işlerine
indirgenişine Descartes’in örnek olduğunu söylemektedir. Descartes, kesin bilgiye yeni bir dayanak
ararken…vahyi kaale almaz; bu süreçte rehberi düşünen öznenin ferdî bilincidir. Ancak bu ilahî Ben
değildir. Hallac Ene’l Hakk derken ilahî Bene işaret ediyordu. Oysa Descartes’te bu kendi kişiliğiydi
ve tüm epistemoloji ve ontolojinin dayanağı olarak kendi bilincini ortaya koyan “vehmî” kişilikti.
Seyyid H. Nasr, Bilgi ve Kutsal, çev: Y. Yazar, Đz Yay., Đstanbul 2001, s. 65. Ayrıca Descartes’ın din
ve Tanrı inancı için nasıl tehlikeler doğurduğuna ilişkin fikirler için bkz. P. Hazard, Batı
Düşüncesindeki Büyük Değişme, çev: E. Güngör, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yay., Đst.,
1972.
47
Stanley Fish, Liberalism and Secularism: One and The Same, NYT, 2007’de (Liberalizm ve
Sekülarizm Tek ve Aynı Şeydir ismiyle tercüme edilmiştir) liberal devletin dini hoş gördüğünü, ancak
sadece özel alana bırakıldığı yani karantinaya alındığı için hoş gördüğünü iddia etmektedir. Dinî
hoşgörü dinin toplum üzerindeki rolünün azalmasıyla el ele ilerlemektedir. Bu bir bedel
mahiyetindedir. Devlet bunu gerçekleştirerek yani dini özel alana bırakıp onu hoş görerek dini
demokrasi için güvenli hale getirmektedir. Dinin bundan kazancı ise devlet koruması altına girmesidir.
Liberal düzenin dinleri bastırmadığı doğrudur, fakat din, liberal sistemin dayandığı ve güçlendiği
kamu ve özel ayrımına saygı göstermedikçe, liberal sistem dinin bağırsaklarını boşaltır. Seküler ve
kutsal ayrımını kabul eden ve bunu birey ile Tanrı arasındaki ilişkinin merkezine koyan bir din, liberal
düşünceyle tamamen örtüşür. Dünya işlerini kontrol etmek için sivil yaşama müdahil olan dinler ise
liberallerin nazarında “radikallerin, faşistlerin, otoriter despotların sığınağıdır.” Sekülarizm ile
kutsallık arasındaki çizgiyi kabul etmeyen dinlere karşı katı bir tutum sergilemek liberalizmin bir
kusuru değil bizzat ta kendisidir. Yazar Rawls’un da makul tanımına atıfla, liberal düşüncedeki akla
uygunluk tanımının partizanca olduğunu iddia eder. bkz. Ekopolitik.org; H:/ liberalizm ve sekülarizm
bir ve aynı şeydir.mht
22
karşılığı olup olmadığını araştırdığımız liberal teoriyi, bu defa aşağıdan yukarı bir
yöntemle tahlil edeceğiz. Sekülarizmin Tanrı-din karşısındaki “Phyruss zaferinin”
Rawls’un sisteminin temellerindeki yerini de satır aralarında belirteceğiz.
Sekülerleşme mefhumu önceleri, rahiplerin dinî yeminlerini terkediş sürecini,
dinî otoritenin dışında çalışmalarını ifade ediyorsa da, bu mefhumun yeni anlamı,
dinî otoritenin kontrolünden bağımsızlık kazanan siyaset ve ticaretin dinî
kurumlardaki ilişkisine gönderimle belirlenmektedir.48 Lutherci iki krallık öğretisi ve
Hollanda ile Đngiltere’de egemenliğe dair geliştirilen toplumsal sözleşme temelli
öğretiler dinî ve seküler alanlar arasında bir ayırım düşünebilmeyi kolaylaştırmıştır.49
On yedinci asır filozofları ve hukuk kuramcıları, kilise, monarşi ve erken modern
devlet ilişkisi hakkında fikirler formüle ettiklerinde, günümüz sekülerleşmesinin
çoğu sorunu şekillenmeye başlamıştı. On sekizinci asırdaki bilimsel gelişmeler de,
din ile dindışı arkasındaki sınırı çizmeye katkıda bulunsa da, ateizm hala sınırlı ve
yurttaşlığa kabul adına oldukça riskli ve yeni beliren kamusal alana katılımları
sorunlu idi.50 Fakat on dokuzuncu asırda, sosyalizm, pozitivizm, evrim teorisi ile
beraber, dinî ve seküler dünya görüşlerinin birbirinin zıddı olduğu düşüncesi ivme
kazanmıştı. Marx, Nietzsche, Freud ve göreceli fizik teorileri dinî-seküler karşıtlığını
keskinleştirmiş, daha ileri bir safhaya ulaşmıştı.51
Berger sekülerleşmeyi şu şekilde ele almaktadır: “Bu kavram ilk defa Din
Savaşlarından hemen sonra arazi ve emlakın kilise otoritelerinin gözetiminden
çıkarılmasını belirtmek için kullanıldı…Geleneksel kiliseyle bağları olan çevrelerde
‘Hıristiyanlaşmaktan-uzaklaşma’, ‘dinsizleşme’ vb. olarak sert biçimde eleştirilirken
kilise-karşıtı ve ilerlemeci çevrelerde ise dinî vesayetlerden modern insanın kurtuluşu
48
J. A. Becford, Social Theory and Religion, Cambridge Univ. Press, Cambrigde, 2003, s. 33.
A.g.e., s. 34.
50
A.g.e., s. 34. Ateizmin hoş karşılanmadığının delili ise, dinsel hoşgörünüm babası sayılan Locke’un
“Tanrı’nın mevcudiyetini inkar edenlerin hoşgörülmemeleri gerekir” sözleridir. Çünkü toplumun
bağlarını oluşturan sözler, akitler ve yeminler bir ateist üzerinde tesirde bulunmaz. Düşüncede bile
olsa Tanrı’yı işin içinden çıkarmak her şeyin dağılıp çözülmesine yol açar; onlar ateistlikleri yüzünden
dinin yapabileceği herşeyi çökertirken, hoşgörü ayrıcalığını reddederler. Locke, Hoşgörü Üstüne Bir
Mektup, çev: M. Yürüşen, Liberal Düşünce Topluluğu, Ank., 1995, s. 47. Benzer sözleri Asad da
söyler. Sekülarizm Đngilizceye on dokuzuncu asrın ortalarında ateist ve kâfir suçlamalarından kaçmak
isteyen özgür düşünürler tarafından sokulmuştur. Çünkü hala çoğu Hristiyan olan toplumda bu
sözcükler ahlaksızlığı çağrıştırmaktadır. Sekülarizm bir siyaset öğretisi olarak kökenini on dokuzuncu
asır liberal toplumunda bulur. bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, çev: F.B. Aydar, Metis Yay.,
Đst., 2007, s.36-37.
51
A.g.e., s. 34.
49
23
anlamı verilmeye başlandı.”52 Postman’a göre “Kopernik, Kepler ve Galile Ortaçağ
teolojisine ve metafiziğine dinamit yerleştirdi, Newton fitili ateşledi. Meydana gelen
patlamada…kutsal kitap otoritesinin çoğunu kaybetti. Bilimlerin kralı olan teoloji
tahttan indirildi. En kötüsü de varlığın manası, çözüme kavuşturulmamış bir sorun
olarak ortaya çıktı.”53 Sonuç olarak Tanrı’nın tasarımı kavramı toplumsal kabulün
çoğunu yitirdi.54 Postman’a göre;
“Yeni teknolojiler, teknikler ve Galile, Newton ve Bacon gibilerinin ruhları…yaratılışın
itibarını sarstılar. Bu tarz anlatımların bir sahadaki gerçekliğini sorgulamak suretiyle kutsal
metinlere olan inanç yapısının altını kazdılar ve nihayetinde birçok insanın ahlâki otorite
gördüğü kaynakları ortadan kaldırdılar. Kutsal yönünü yitirmiş dünyanın o günden bu yana
alternatif ahlakî otorite kaynağı aradığını söylemek abartılı olmaz.”55
Kutsalın gücünü yitirmesiyle oluşan boşluğu (ki, modernite ve birçok
alandaki meşruiyet krizi bağlantısı hakkındaki fikirler bununla ilgili olsa gerektir56),
sınırsız ilerleme, mesuliyetsiz özgürlük ve maliyetsiz teknoloji vurgusuyla
Teknopolinin* anlatısı doldurur. Teknopolinin ahlâkî bir merkezi yoktur. Merkeze
verimliliği, kazancı, ekonomik gelişmeyi yerleştirir. Teknolojik konfor aracılığıyla
dünya cenneti vaat eder.57 Elbette bir Tanrı’nın yüceliği öteki bir Tanrı’nın
alçalmasını elzem kılar. “Benden başka ilahlar edinmeyin” buyruğu teknoloji Tanrısı
için de geçerlidir.58 Birbirinden şaşırtıcı icatların etkisiyle bir teknik gelişme dini
doğmuştur. Öbür dünya ve mucizeye dayanan din, yerini teknik mucizeye, insanî
performans ve doğaya hâkimiyet dinine bırakmıştır. Büyülü dinselliğin yerini,
52
P. L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev: A. Çoşkun, Đnsan Yay., Đst., 1993, s. 160; Berger’e göre
sekülerleşmeden kasıt, toplum ve kültür alanlarının dinî kurumlar ve sembollerin egemenliğinden
çıkarılması sürecidir. Berger, bilincin de sekülerleşmesinden söz eder. Bu, batının dinî açıklamalardan
yararlanmaksızın dünyayı ve yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği manasını
taşır; Berger ve Luckmann’ın sekülerleşme teorisi için bkz. I. Furseth, An Introduction to the
Sociology of Religion, Ashgate Publishing, England, 2006, s.57-60.
53
N. Postman, Teknopoli, Çev: M. Emre Yılmaz, Gelenek Yay., Đst., 2004, s. 43. Kısacası Batılı, Orta
Çağ’da gökte aradığını (Tanrı) modern çağda yerde buldu (insan) diyebiliriz.
54
A.g.e., s. 47.
55
A.g.e., s. 164.
56
Bu meşruiyet krizinin modernitenin bir sorunu olarak politik nihilizm şeklinde nitelenmesi ve
Nietzche’nin modernitenin yaslandığı özcü ve soyut-metafizik bireye, özgürlük anlayışına eleştirileri
için bkz. D. Küçükalp, Politik Nihilizm: Nietzscheci Bir Tartışma, Aktüel Yay., Đst., 2005.
*
Teknopoli, Postman’in, örneğinin ABD olduğunu ileri sürdüğü teknoloji medeniyetine verdiği
isimdir.
57
Postman, s. 183.
58
A.g.e., s. 170.
24
büyülü bir teknikcilik almıştır. Dolayısıyla yirminci yüzyıl baştan yalnızca tekniğin
değil, tekniğe dair dinsel bir inancın asrı olarak da tebarüz etmiştir.59
2. Modernite ve Modern Birey
Bireyi ele almamız, “batı dünyasında son binyılı tek bir bütünlük olarak takip
etme açısından anlamlı kategorilerden birinin modern birey olduğu ve bu takibin
ancak altta yatan zihinsel dönüşüm içinde anlam kazandığı, bu geniş süre içinde
bugün modern birey dediğimiz varlığın ortaya çıktığı, özgürleştiği, kimlik kazanıp,
meşrulaştığı”60 düşüncesiyle hemfikir olmamızdan ileri gelmektedir. Seküler bilginin
üzerinde durduğu her şeyin doğası kutsaldan uzaklaşır. Dindışı bakış açısı sadece
kutsalın hâkim olmadığı dünyada görüş belirtebilir. “Modern bireyin tutumu ise her
nerede görürse ‘tanrıları öldürmek’ ve laikleşmiş zihniyetten gelen ipliklerle çabucak
yeni kalıplar örülen bir dünyadan gelebilecek kutsalı yasaklamak olmuştur.”61
Modern seküler bireyin niteliklerini kavramak, liberal teoriyi algılamak açısından
mühimdir;
“Modern bir toplumda bireyler sadece gerçekte değil, hayal âlemlerinde de son derece geniş
coğrafik bir alan üzerinde hareket ederler. Çağdaş iletişim araçlarının bombardımanı sonucu
bireyin ufku genişlemiştir. Bu durumun birey için olumlu ve olumsuz tezahürleri vardır.
Bireye geniş bir mekân ve özgürlük hissi verir. Köksüz ve anonim olma gibi duyguların
doğmasına da neden olabilir.”62
Modernlik öncesi zamanda insanlar daha tekdüze, homojen, dingin çevrelerde
yaşamaktaydılar. Fakat modern birey bir çoğulculuk evreninde bulunduğundan bu
durumu anlamlandırmaya çabalamaktadır. Çevre sabit olmadığından, gerçekliği
59
Schmitt, Siyasal Kavramı, s. 104. Din seküler dünyada artık bir çeşit acil durum-kriz masasına
indirgenmiş halde, alternatif bir kültür olarak sürmekte ve modern sosyal sistemi tehdit etmeyen bir
unsur olarak gözlenmektedir. Din katı teknolojik düzenden kaçmak ve aşırı programlanmış dünyanın
sıkıntılarından uzaklaşmak için başka bir dünyanın keşfini sağlamaktadır. bkz. M. E. Köktaş, Din ve
Siyaset; Siyasal Davranış ve Dindarlık, Vadi Yay., 1997, s. 25.
60
E. Mahçupyan, Batı’yı Anlamak, Đletişim Yay., Đst., 2008, s.107. Çaha’ya göre de modernite,
sekülarizm, aydınlanma kilisenin aşağıladığı insanı yüceltme mücadelesidir. Mesele yaşamın tüm
alanlarının dinsellik temelinde düzenlenmesiyle, dünyevîlik temelinde düzenlenmesi gerilimidir. bkz.
Ö. Çaha, Modern Dünyada Din ve Devlet, Timaş Yay., Đst,. 2008, s. 27-28. Đlginç bir fikir Samir
Amin’den gelmektedir. Modernite ve çağdaş düşünürler Yahudî-Hıristiyan değil burjuvadırlar. bkz.
Modernite Demokrasi ve Din, çev: F. Başkaya, Türkiye ve Ortadoğu Vakfı, Ank., 2006, s. 54-55.
Diğer bir fikri Rawls’un eşitlikçi liberalizminin hiçbir değeri olmadığı ve onun yangından mal
kurtarma çabası içinde olan bir burjuva olduğudur s. 21-22.
61
Nasr, Kutsal Bilim Đhtiyacı, s. 68.
62
Berger, Modernleşme ve Bilinç, çev: C. Cerit, Pınar Yay., Đst., 2000, s. 89. Keza modern öznenin
doğuşuna Protestanlığın etkileri ve bunun demokratikleşme ve sekülerleşme ile alakası için bkz. Özay,
s.88. Özay, bireyin ve aklın dinî otoriteden kurtulmasında Protestanlığın rolüne işaret etmektedir.
Protestanlık-sekülerleşme ilintisi için bkz. Ali Y. Sarıbay, Postmodernite Sivil Toplum ve Đslam, Alfa
Yay., Đst., 2001, V. Bölüm.
25
objektif dünyadan değil, kendi bireysel bakış açısından özneye göre değerlendirme
yani sübjektifliğin egemen olması ile karşılaşılmaktadır.63 Din, moderniteye kadar
tüm insanlık tarihi süresince bir anlam ve meşruiyet temin etme mercii idi,
insanoğlunun kâinatta kendini evinde hissetmesini sağlayan bir aidiyet hissi
sağlamaktaydı. Dinin bu işlevleri, göreceli dünya tasavvurlarının, çoğulcu yapının
neticesi olarak örselenmektedir. Artık hayatın farklı veçhelerini farklı anlam
sistemleri yönlendirmektedir.64 Din, hayatın her anını anlamlandıran niteliğinden
olmakta, tüm olguları bir tek anlam-meşruiyet bütünlüğü içerisinde birleştirip
(mesela yaratma-imtihan-kader) insanlığa sunma işlevini yitirmektedir. Çünkü
çoğulcu yapının zihne yansıttığı seyyaliyet, tüm olguları bir tek zaviyeden
değerlendirmeye sıcak bakmamaktadır. Çoğulculuk olgusunun konumuz açısından
önemi, onun dinin tesirini azaltması ve dünyevîleşmeyi ivmelendirmesi, dahası
rasyonelleştirmesidir.
“Dinî semboller, bireyin sosyal yaşamından edindiği bilgi ve deneyimleri kendi çatısı altında
toplarken, bu bilgi ve deneyimler dinî sembollerin akla yatkınlığını teyid etme görevini
üstlenmekte idi. (Yani) bireyin günlük yaşamında karşılaştığı herkes bu sembollerin
doğruluğunu kabul ettiği yolunda konuşuyor, bu doğrultuda hareket ediyor dolayısıyla söz
konusu sembollerin inanırlığı artıyordu. Çoğulculuk söz konusu olunca durum böyle
olmamaktadır. Çoğulculuk geliştikçe birey, kendi inandıklarına inanmayan, yaşamı
kendisininkinden farklı ve bazen kendisininki ile çelişen anlamlar, değerler ve inançlarca
biçimlendirilen kişilerin bilgi edinme üsluplarından da haberdar olmaya başlamaktadır.”65
Çoğulculuğun Rawlsçu siyasal liberalizmin hem varoluş koşulu, meşruiyet
temeli olduğu hem de bilhassa Rawls’un yol açtığı sorunları çözmeye yöneldiği bir
vakıa olduğunu düşündüğümüzde, çalışmamızın önemli parçalarından birini teşkil
ettiğini söyleyebiliriz. Rawls’un çoğulculuk olgusunu PL’nin mihveri yapmasını bu
çerçevede anlamak gerekir.
Eberle de, liberalizm ile sekülarizm arasındaki ilişkiye çoğulculuk
bağlamında dikkat çeker. Fakat burada mühim olan, bunu liberal toplumların çoğulcu
yapısının dinî bağlılığı zayıflattığı ve özel tercihe irca ettiğine ilişkin kabule işaretle
ele almasıdır. Bu kabulde, dinin liberal siyasette git gide daha az bir rol oynayacağı
63
Berger, s. 91.
A.g.e., s. 93. Düşünüre göre dinin uzun süredir devam eden görevi, çoğulculuk tarafından ciddi
biçimde tehdit edilmektedir. Sadece dinî gelenekler ve bunlara vücut veren kurumlar için bu farklı
sosyal yaşam dünyalarını kapsamlı bir dünya görüşünün çatısı altında toplamak güç olmamakta, daha
önemlisi, dinî açıdan realite tanımlarının inandırıcılığı, bireyin subjektif bilincinin tehdidi altında
bulunmaktadır.
65
A.g.e., s. 94.
64
26
beklenmektedir. Eberle sekülerleşme teorilerinin bu ortak kabulüne itiraz eder ve
kültürel çoğulculuğun dinî doğruluk iddialarının altını oyacağını kabul etmez.66
Erdoğan’ın belirttiği gibi, modernliğin kavranılmasının liberalizmin geleceği
bakımından etkileri olduğu için, modernleşmeye değinmek mühimdir. Şayet
liberalizm
modernlikle
örtüşüyorsa,
onunla
aynı
kaderi
paylaşacak
ve
postmodernizmin eleştirilerinin kapsamına girecektir.67 Modernliğin bir özelliği de
metodolojik bireyciliğidir. Özerk failler toplumun temelidirler. Bu bireycilik
evrensellik fikrini içinde barındırır. Bunun anlamı farklı zaman ve mekânlardaki
insanlar arasında çok büyük farklılıklar bulunmadığıdır.68 Modernliğin en kolay
anlaşılabilir yanı siyaset alanındaki tezahürlerindedir. Modernlikte en üstün kimlik
siyasî kimliktir; aile, din, cemaat bundan sonra gelir. Modern devlet yönetilenlerin
rızasına dayanır. Sözleşme teorisi bunun dayanağıdır. Modern siyasetin önemli bir
niteliği de kamusal hayat ve siyasetin dinden arındırılması yani sekülarizmdir.
Siyaset hiçbir dinî referans üzerinde temellenemez.69 Manevî tercihleri ne olursa
olsun tüm insanlara eşit derecede yakındır, dışlamayı haklı çıkaracak hiçbir şey
yoktur.70
66
C. J. Eberle, Religious Convictions in Liberal Politics, Cambridge Univ. Press, Cambridge, 2002.
Düşünürün yaklaşımı ilginçtir. Evvela bizim de tercih ettiğimiz gibi, siyasette dinin konumunu
incelerken niçin sekülerleşmeden başlamak gerektiğini cevaplar. Ayrıca Rawls’un liberalizm ve
çoğulculuk ilişkisi fikrine işaret eder. Eğer sekülerleşme teorileri doğru ve çoğulculuk ve din arasında
ters orantı var ise, bu kadar endişe ve tartışmanın ne anlamı vardır? Eberle, tersine çoğulculuğun
dindarların kenetlenmesine sebep olacağını, bu meydan okumanın dinî canlanmaya yol açacağını ileri
sürer (ki buradan hareketle liberal demokrasi güzellemesi, eleştirileri varsa da, yapar; “liberal
demokrasi çoğulculuğu besler, çoğulculuk dini besler, öyleyse liberal demokrasi iyidir”).
Çoğulculuğun dinlere zarar verdiği, bu yüzden dinlerin çoğulculuğa düşman olduğu anlayışı,
çoğulculuğun zararlı olduğu yanlışlanırsa, dinlerin de çoğulculuğa husumeti iddiası otomatik olarak
düşecek ve dinlere bu sebeple sınırlama getirmek isteyenlerin ellerinden koz alınmış olacaktır. bkz.
s.14-47.
67
M. Erdoğan, Aydınlanma Modernlik ve Liberalizm, s. 16. Erdoğan’a göre liberalizm ve modernlik
ayrıştırılabilir olduğu için, liberalizm bu eleştirilerden sıyrılabilirdir. Modernite’nin dört merhalesi ve
tüm evren tasavvurunun nasıl ladinîleştiği hakkında bkz. A. Jeannıere, Modernite Nedir?, s. 98-102.
68
A.g.e., s. 23. Bununla beraber insan doğasının neredeyse her yerde sabit olduğunu savunan bu
kanaate, bazı aşırılıklarına karşın, Berger ve Luckmann tarafından selasetle karşı çıkılmaktadır. Beni
inşa edenin sosyal çevre olduğuna işaret edilen eserde, sabit bir insan doğası olduğu fikrine, ne kadar
kültürel çevre var ise o kadar insan doğası vardır iddiasıyla karşı çıkılır. Đnsan organizması
“yoğrulabilirdir”, Ben sosyal bağlamından ayrı olarak bihakkın anlaşılamaz. P. Berger-T. Luckmann,
Gerçekliğin Sosyal Đnşaası, çev: V.S. Öğütle, Paradigma, Đst., 2008, s. 32-37; 72-80; 89-93. Bu etkili
tahlillerin anlamı cemaatçilerin Kantçı-Rawlscu Ben algısına eleştirilerini konu edindiğimizde
netleşecektir.
69
Erdoğan, s. 33-34. Önemli nokta, Rawls’un PL’deki tutumunu andırırcasına, yazarın katı
aydınlanma sekülarizmi ile liberalizmi ayrıştırma çabasıdır.
70
Henri Pena-Ruiz, Laiklik Nedir?, çev: Ü. Dertyat, Gendaş Kültür, Đst., 2007, s. 153; Burada bir
hususa değinmek istiyoruz. Ülkemizde bazı kesimlerin dinî taleplerle Amerikan emperyalizmi
arasında ısrarla bağ kurma çabalarının art niyet dışında cehalet olduğunu düşünüyoruz. Zira
27
Erdoğan, aydınlanma ve modernlikle liberalizm arasında zorunlu bir ilişki
olduğunu reddetmektedir. Bu ilişkiye olan kanaat, liberal fikirlerin belirmesi ve
siyaseten müesses hale gelmesinin modernliğin günyüzüne çıktığı tarihe denk
gelmesindendir. Oysa “tarih toplumsal dünyaya ilişkin olarak herhangi bir
zorunluluk ilişkinin kanıtı olamaz. Çünkü tarihin kendisinde hiçbir zorunluluk
yoktur, bir şeyin tarihte öyle olmuş olması, öyle olmasını zorunlu kılmaz.71 Ona göre
din özgürlüğü hususunda ise, aydınlanmanın din karşıtlığına müncer olabilecek aklı
kutsamasının hilafına, liberalizm din-vicdan özgürlüğünü temel bir insan hakkı
olarak kabul etmektedir. Hatta aydınlanmanın hiç olumlu bakmadığı müesses dini de,
liberalizm özgürlük sınırları içinde görür.72
3. Liberalizmin Temeli Olarak Kantçı Birey
Liberalizm, Kant’ın kendi amaçlarının yaratıcısı, ahlâken özerk, numenalaşkın73 bireyine dayanan bireyci bir teoridir. Đnsan yalnızca kendi eylemlerinin yani
kaderinin belirleyicisi ise, kendi ahlâk yasasını koyup buna göre eyleyebiliyorsa
özerk bir varlık olabilir. Bütün sosyal vakıalar bireylerle ilgilidir ve toplum bireyler
toplamıdır.74 Đnsan ancak numenal bir varlık olması bakımından özgür olabilir.
Çünkü insan fenomenal yönü ile neden-etki determinizmine mahkûmdur. Fakat
sekülerleşme, gelişen burjuva sınıfının çıkarları uğruna kralların ve destekçileri Kilise’nin gücünün
tırpanlanması girişimidir. Öktem bunu şu şekilde anlatır; burjuvanın hamlesi ekonomik gücünü siyasal
güçle pekiştirebilmesi önünde en büyük engel olarak aristokrasi, ruhban sınıfı ve kralların ilahî hakları
anlayışını görmesi ve papazlara karşı Descartes, Hobbes, Locke gibi filozoflarla insan aklını
yücelterek kiliseye başkaldırı olmuştur. Kilise zayıflatılırsa kraliyet çökecekti. Kilise-devlet ayrımı bu
nedenle kabul edilmiştir. N. Öktem, Laiklik, Cogito, YKY, sayı 1, 1994, s. 35. Yani durum
aydınlanma gibi efsunlu bir hedefi işaret etmemektedir. Tek gaye kapital sahibi burjuvanın çıkarlarını
korumaktır. Robespierre’e atfedilen meşhur ifade bunu doğrular: “Son rahibin bağırsaklarıyla son
kralın boğazlanacağı güne kadar durmak yok”. Özetle “sekülarizm, burjuvanın işine gelendir”.
71
Erdoğan, Aydınlanma Modernlik, s. 36-37.
72
A.g.e., s. 38. Ancak Erdoğan’ın ilerleyen sayfalarda, Tabii hukuk mevzuunu incelerken, tabii hukuk
fikrinin Yeni Çağ’da hukukun laikleşmesini sağlayarak, dinin dünyevî otorite karşısındaki taleplerini
temelsiz kılmasını liberalizmin başarısı olarak sunması dikkat çekicidir. Ayrıca Locke, Hükümet
Üzerine Birinci Đncelemede, Filmer’in iktidarın kaynağını kutsal kitaptan kotarma çabalarını çürütür,
böylece egemenliğin ilahî meşruiyeti kalkınca yerine yeni bir meşruiyet kaynağı bulmak gerekecektir.
Bu kaynak toplumsal sözleşmedir. Birinci incelemede altı oyulan semavî dayanak yerine, ikinci
incelemede sözleşme eksenli, bireylerin rızasından kanaklanan yeni bir siyaset kuramı geliştirilir. bkz.
J. Locke, Hükümet Üzerine Birinci Đnceleme, çev: F. Bakırcı, Kırlangıç Yay., Ank., 2007.
73
Yalçın’a göre, Kant fiziksel alanda yaptığı fenomen-numen ayrımını benlik alanında da yaparak
fenomenal benlik ile numenal benliğin farklı olduğunu söyler. Fenomenal benlik, fenomenal dünyanın
bir parçası olduğu için fiziksel nesnelerin tabi olduğu aynı transandantal koşullara (hissetme yetisinin
saf formlarına yani zaman ve mekâna ve idrak yetisinin saf kavramlarına yani kategorilere) tabidir.
Öte yandan, numenal benlik ise prensip itibariyle, zaman ve mekânda yer almadığı ve kategorilerin
altına düşmediği için fenomenal dünyanın bir parçası değildir. bkz. Ş. Yalçın, Kant’ta Transandantal
Ben Bilinci, Felsefe Dünyası, Ank., 2004/1, sayı 39, s. 57.
74
Erdoğan, s. 85-86.
28
“ahlâkî bir varlık olarak numenal ben, bilen bir özne yahut bilinen bir nesne değil,
eylemde bulunan ve dolayısıyla özgür olan bir âmildir.”75 Saf pratik aklın temel
yasası, Pratik Aklın Eleştirisinde “öyle eyle ki, senin istemenin maksimi hep aynı
zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin”76, Ahlâk
Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde “ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını
isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun”77 şeklinde formüle edilir.
Rawls TJ’de Kantçı deontolojik ahlâkı savunduğu için, Kant’ın bu fikirleri
mühimdir. Rawls’un ilk (orijinal) durumdan çıkardığı iki adalet ilkesi, kategorik
imperatifin muadilidir. Rawls, metafizik bireyi PL’ye dönüşüm sürecinde, metafizik
niteliklerinden arındırarak, kendi iddiasınca politik bireye çevirmiştir. Görünen o ki,
kendi yasasını kendi koyan, üstelik evrensel olmasını hedefleyen Ben, Rawls’un
kendisidir. Đlk durumda bir cehalet peçesi (veil of ignorance) gerisinden iki adalet
ilkesini seçen kişiler bu türden şahıslardır. Tüm bilgisizliklerine karşın, mutantan bir
sistemin tüm diğer ilkelerinin kendisinden devşirileceği ilkeleri bulabilmelerinin
açıklaması burada aranmalıdır.
Liberal teoride, Kant’ın “insan ve genel olarak her akıl sahibi varlık, şu veya
bu isteme için rastgele kullanılacak sırf bir araç olarak değil, kendisi amaç olarak
vardır ve gerek kendine gerekse başka akıl sahibi varlıklara yönelen bütün
eylemlerinde hep aynı zamanda amaç olarak görülmelidir”78 ilkesinden çıkardığı
“her defasında insanlığa, kendi kişisinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de,
sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde
bulun”79 pratik buyruğu, önemli bir unsur olarak görülmektedir. Ahlâkî bireyin
önemli boyutlarından biri “yasa koyucu” olmasıdır. Đstemesinin maksimleri
vasıtasıyla kendisini yasa koyucu olarak görmesini elzem kılan akıllı bir varlık
mefhumu, amaçlar krallığı kavramına götürür. “Yasalar, amaçları genel geçerlilikleri
bakımından belirlendiklerinden, akıl sahibi varlıkların kişisel farklılıkları ve özel
75
Ş. Yalçın, Descartes ve Özne Olarak Benlik, Felsefe Dünyası, 2003/2, Sayı 38, Ankara, s. 115-116.
Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, çev: Đ. Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1999, s. 35.
77
Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev: Đ. Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara,
1995, s. 38.
78
A.g.e., s. 45.
79
A.g.e., s. 46.
76
29
amaçların her türlü içeriği soyutlanırsa, sistematik bir şekilde birbirine bağlanmış
tüm amaçları…kapsayan bir amaçlar krallığı düşünülebilir.”80
“Kişisel farklılıklar ve özel amaçların soyutlanması” fikri, peçe gerisindeki
bireylerin ahvalinin neye göre kurgulandığını açıklar. Đlk durumda kendilerinin ve
diğerlerinin özel arzularını ve hedeflerini bilmeyen ahistorik bireyin ana fikri bu
noktadadır. Yasayı koyan da, tabi olan da insan olduğuna göre, kendi (amacını
olduğu gibi) değerini de kendisi yaratıyor demektir. Peki insanların farklı doğa-fıtrat,
arzu-istek, geçmiş ve çevrelerine rağmen, istemelerinin bir amaçlar krallığında
örtüşmesini sağlayan nedir? Peçe, “istemenin muhtevasının boşaltılıp, mümkün
olduğu ölçüde soyutlayarak, ahlâkı sonuçlarından ayırma, sırf iyi istemeye erişme”
adına
geliştirilmiştir.
Bununla
amaçlar
krallığına
olanak
sağlanacağı
düşünülmektedir. Rawls, Kant’ın “insanın kendi yasasını koyma anlamında özerk
olduğu” düşüncesine değinir. Kant, özgür tercih yetisini ahlâkî yasa ile eyleme yetisi
olarak sunar.81 Kant’ın sekülerleşme sürecine yaptığı katkı, West tarafından,
Kopernik devrimi ile bağlantılı olarak şu şekilde ortaya konmaktadır:
“Kant’ın transendental realizmi reddedişi, Kopernik devrimini daha anlamlı kılmasına
yardımcı olur. Kopernik, temelde dinî nedenlerle, insanlık Tanrı’nın en önemli yaratığı
olduğu için, yeryüzünün evrenin merkezinde bulunması gerektiğinde ısrar eden bir
kozmolojinin yıkılmasına katkıda bulundu. Benzer bir biçimde, Kant’ın eleştirel felsefesine
yüklediği esas ödev, daha önceki metafiziksel karışıklığın son çözümlemede dinî olan
kaynaklarını yok etmektir. Đnsan bilgisi, yanıltıcı ve erişilemez olan tanrısal sezgi standardına
göre değil, bütünüyle insanî öge veya terimlerle anlaşılmalıdır.”82
Kant’ın deontolojik ahlâkı TJ’deki hareket noktasıdır. “Kant’ın ahlâk teorisi
ahlâkîyet üzerine kuruludur, yani semereci bir ahlâk anlayışı değildir. Belirleyici
etmen, eylemlerin sonuçlarının değil, aslında niyetin iyi olması gerektiğidir.”83
Dikkatimizi çeken, insanı evrensel yasalar koyabilecek aşkın Benler olarak
tasarlayan Kant’ın bu ahlâkın içeriksizliğinde ısrarcı olmasıdır. Đnsan aklına ahlâkta
duyulan bu güvene tezat teşkil eden tarzda ahlâkı arzudan ayırma çabaları, insana
duyulan-“aklını kullan” güzellemelerine karşın- itimatsızlık olsa gerektir.
80
A.g.e., s. 51. Akıllı varlık amaçlar krallığında genel yasa koyucu olarak bulunduğu ve bu yasalara
kendisi de bağlı olduğunda, bu krallığın bir üyesi olur. Bu krallık istemenin özgürlüğü ile
mümkündür.
81
Rawls, Lectures on the History of Moral Philosophy, Harvard University Pres, 2000, s. 318. Kitapta
Özgürlük Yasası Olarak Ahlâk Yasası başlıklı bir bölüm olduğunu da belirtelim. Kant’ın liberal teori
ve sözleşme anlayışı bakımından ehemmiyeti için ayrıca bkz. R.G. Okandan, Umumî Amme Hukuku
Dersleri, Đstanbul Üniv. Yay., Đst., 1959, s. 753-766.
82
D. West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, Çev : A. Cevizci, Paradigma Yay., Đst., 1998, s. 38.
83
Skirbekk-Gilje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, çev: E. Akbaş, Şule Mutlu,
Kesinti Yay., Đst., 2006, s. 361.
30
Liberalizmin bireyin özgürlüğü ile devlet otoritesi arasındaki ilişkideki
gerilimli tavrı malumdur. Bireysel özgürlük ve haklar hususunda çok hassas olan
liberalizm için devlet her daim endişe kaynağı olmuştur. Bu yüzden “devlet
otoritesinin sınırlandırılmasında” ısrarcıdırlar. Anarşizmin sınırlarında gezinen
liberaller devleti “zorunlu kötü” olarak görürler.84 Mesela, Nozick’e göre, “bireylerin
hakları vardır...Bu hakları öylesine güçlü ve kapsamlıdır ki, devletin veya
memurlarının neyi yapabilecekleri…sorusunu gündeme getirmektedir?”85
Kant, bireyler kendi amaçları peşinde koşan varlıklar iken, nasıl bir arada
yaşayabileceklerini araştırmış86 ve buna olanak sağlayan evrensel ilkelere ulaşmaya
çalışmıştır. Bu ise onun hukuk felsefesi ve siyasî liberalizmin en mühim sorularından
biri ile meşgul olduğu anlamına gelmektedir. “Bireylerin özgürlüğü, bu özgürlüğe
zaruri
olarak
kısıtlamalar
getiren
bir devlet
ve hukuk
sistemiyle nasıl
bağdaştırılabilir? Bireylerin özgürlüğüne karşı yasal devlet müdahalesinin sınırları
nelerdir?”87 Böylece, değindiğimiz bir olgu yine karşımıza çıkmaktadır. Aydınlanma
bireyi, şimdi Tanrı’nın yerine kendi elleriyle ikame ettiği “yeni putu”nu, özgürlük
iştahı kabardığı için yemektedir. Amaçlarını kendisi koyan ahlâkî bireyler için
devlet, Tanrı kadar zaid gelmektedir. Ona ne yapacağını söyleyeceği bir Tanrı’ya
ihtiyacı olmadığı gibi, böyle bir devlete de muhtaç değildir. Đnsan bu defa devletin
küllî iradesinin altındaki cüz’i iradesi ile tatmin olmayıp, Tanrı’ya “reva gördüğü”
muameleyi, şimdi devlete “reva görür”. “Ölümlü Tanrı” yaralanmıştır ve artık
Tanrı’nın tabiat kanunlarını yaratıp, koruması rolüyle iktifa etmesi gibi, bireylerin
özgürlüklerini ve haklarını koruma ve geliştirmelerinin şartlarını oluşturma ve
muhafaza ile yetinmelidir. Đnsanlar rasyoneldir, özgürdür, kendi kaderini kendi tayin
eder ve piyasa adildir, kendiliğinden düzen, görünmez el toplum koşullarının
adaletini sağlamada yeterlidir. Devlete adil rekabet ve özgürlük koşullarını
sağlamaktan ötesine müdahale iznini veren, Rawls bile olsa, kınanır.
84
Bu konudaki düşünceler için Zühtü Aslan’ın, Doğu-Batı, 2000-2001, sayı 13’deki Devletin Hukuku,
Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı makalesine bakılabilir.
85
R. Nozick, Anarşi Devlet Ütopya, çev: A. Oktay, Bilgi Üniv. Yay., Đst., 2006, s. 21.
86
Kant’ın Transendental Ben anlayışı için bkz. Ş. Yalçın, Kantta Transendantal Ben Bilinci, Felsefe
Dünyası, Ank., 2004, Sayı 19, s. 55-72.
87
Skirberk-Gılje, s. 368.
31
Kant düşüncesinde, Rawls’un kamusal adalet ilkeleri ile kişilerin özel ahlâk
anlayışlarını farklı değerlendirmesinde müşahade edeceğimiz mühim bir ayrıma
Skirberk ve Gılje dikkat çeker:
“Bir liberal olarak Kant, hukuku ahlâksallaştıracak tüm çabalara karşı çıkar. Kişisel ahlâkla
alakalı tüm görevler…zarurî olarak yasal gereklilikler değildir…Kadirbilirlik ve şefkat
görevimizdir, ancak yasal zorunluluklar değildir...Bir şeyin gayri ahlâkî olması..yasadışı
olduğu anlamına gelmez. Kanunlar, hırsızlık, cinayet ve anlaşmanın çiğnenmesi gibi
insanların bir arada yaşamasını apriori olarak imkânsız kılan her şeyi
yasaklar…Hukuk…ahlâkî kanuna saygı temelinde davranmamızı zorunlu kılmaz…Kant, ne
ahlâkı yasallaştırır ne hukuku ahlâkîleştirir. Bu tutum tüm modern toplumların ayırt edici
vasfıdır.”88
Burada hak ve özgürlüklerin iyi anlayışlarına öncelliği gibi Rawlsçu fikirlere
işaret vardır. Yasalar ile ahlâkî bağlılıkları ayırmak, ahlâkî ilkelerin temelinde iyi
anlayışları olacağından bireylerin iyi hayat anlayışları hukuk konusunda etkisiz
kılınmış olmaktadır. Rawls buna istinaden, bir kimsenin iyi bir yurttaş olması için
mesela dinî inancına gerek olmayacağı fikrini temellendirebilecektir. Böyle bir
kabulün tazammun ettiği bir anlam da, kamusal alan-ardalan ayrımı ve bu iki ayrı
alanda iki farklı ahlâkî yetinin işleyeceğidir ki, kamusal alanda dinî inançlar değil,
adalet ilkeleri hükümferma olacaktır. Ahlâk dışı hareketlerin yasadışı olmasının
gerekmemesi önemlidir, hukuk ve siyasetin dünyevîleşmesinde önemli bir safhadır.
Rawls’un PL’deki düşünce sistematiğinin hayatî noktalarından biri, ahlâk-siyaset
ayrımının farklı bir tarzda da olsa, kullanılıyor olmasıdır. Rawls, ahlâkî-felsefî-dinî
bakımdan doğru (rasyonel) olabilecek bir şeyin siyaseten yanlış (gayr-ı makul)
olabileceğini kabul ederek, liberalizminin, siyasî kişi anlayışı temelinde metafizik
olmayıp siyasî olan bir nazariye olmasını temine çabalar. Zaten Rawls, Kantçı
gerçekleştirilmiş erekler âlemini seküler olarak nitelendirmektedir.89 Ayrıca Rawls,
kendi adalet mefhumunun Kant’ın özerklik fikrine dayandığını90, adalet ilkelerinin
kategorik imperatifle benzeştiğini91 belirtmektedir.
Kant’ın tarih sahnesine çıkarmada payı bulunduğu, en azından yakın
zamanlara kadar liberal teorinin de mühim bir unsuru olan ve Eliade’nın “yalnızca
çağdaş Batı toplumlarında tam anlamıyla serpilebildiğini” iddia ettiği “dindışı
88
A.g.e, s. 369-370.
Rawls, Themes in Kant’s Moral Philosophy, Collected Papers (artık CP), s. 509. Tercümesi için
bkz. Kant’ın Ahlak Felsefesinin Đzlekleri, çev: Ö. Barın, Sonsuzluğun Sınırında, Kant Özel Sayısı,
YKY, Cogito, Sayı 41-42, Đst., 2005.
90
Rawls, A Theory of Justice (Revised Edition), Oxford University Press, NewYork, 1971, s. 221.
91
A.g.e., s. 222.
89
32
insanın”92 izini sürerek, modern bireyi çalışmamızın gerektirdiği sınırlar içinde
ortaya koymayı umuyoruz. Çağdaş dindışı insan “yeni bir varoluşsal konumu
üstlenmektedir; kendini tarihin öznesi ve ajanı kabul etmekte ve aşkınlığa her türlü
başvuruyu reddetmektedir…Đnsan kendini kendi yapmaktadır ve tam anlamıyla,
ancak dünyayı ve kendini kutsallıktan arındırdığı ölçüde yapabilmektedir. Kutsal
özgürlüğünün karşısındaki asıl engeldir...Ancak tanrıyı öldürdüğünde gerçekten
özgür olabilecektir.”93 Bütünselliği içinde dindışı dünya, bütünüyle kutsaldan
arındırılmış evren, insan zihninin yeni keşiflerindendir.94 Dindışı insan için
çevresinde olup bitenler fizyolojik, organik süreçler iken, homo-religious için
kutsaldır. Kutsal ve dindışı, insanın iki varoluşsal durumudur.95
Kısacası, modern öznenin, bireyin ortaya çıkışının serencamı, yaklaşık olarak,
budur. Bu bireyi doğuran çevre, tarihsel süreç, gelişmeler de kabaca bu şekilde
belirlenebilir. Kutsal olmayan dindışı (atomize) bireyin saptanması ile din-toplum
ilişkisini yani bütünü daha iyi anlayacağımızı ummaktayız.96 Konunun diğer
bileşenlerini ise yeri geldiğinde irdeleyeceğiz. Liberal bireyi ortaya koymak, felsefî
yanlışlıklarının yanısıra, din ve Tanrı/kutsal kavramlarıyla ilişkisi açısından da
önemlidir. Zira modern insan dindışı insan olarak kabul edilmektedir.
Sekülerleşme teorilerinin yanlışlanması ve dinlerin yeniden canlanması
olgusu dikkat çekici ise de, bu modern insanın dindışı, hatta kimi zaman din karşıtı
tutumu tarihsel bir olgudur. Kaldı ki modernizmin tüm dünyayı çeşitli vasıtaları
maharetiyle görülmedik biçimde kuşatması, tüm dünya kültürlerinin içine nüfuz
ederek, onları dönüştürmesi, neredeyse tüm insanlığın, hem de gönüllü olarak,
moderniteye biatına müncer olmuştur, olmaktadır. Postmodern eleştirilerin, cemaatçi
karşı çıkışın güçlü yanları olsa da, henüz (söylemleri değil belki ama etkileri) rüşeym
halindedir
ve
bireyi,
toplumu
ve
siyaseti
hala
genellikle
modernite
şekillendirmektedir. Öyle ki canlandığı söylenen dinî inançlar, hala müntesiplerinin
hayatının her alanını kuşatmaktan, şekillendirmekten çok uzaktır. Dinler inananlarını
bir biçimde etkilemeye yönlendirmeye devam etmekte, ancak bu modernitenin inşaa
ettiği matrixten, “demir kafes”ten çıkmayı sağlamamaktadır. Başta Hristiyanlık
92
M. Eliade, Kutsal ve Dindışı, çev: M. Ali Kılıçbay, Gece Yay., Ankara, s. 179-180.
A.g.e., s. 179-180.
94
A.g.e., s. XI.
95
A.g.e., s. XII. Geleneksel toplumların insanları bir homo-religious” tur (XIII).
96
Mahçupyan’ın liberalizmin atomize bireyine eleştirileri için bkz. Batı’yı Anlamak, s. 165-199.
93
33
olmak üzere birçok din zaten dünyevî söylem ve taleplerinden vazgeçirilmişlerdir,
vazgeçmeyen üyelerin ise sesleri kısıktır. Dinler ve dindarların dünyayı, evreni,
toplumu, kültürü, sanatı, bilimi, hayatlarını hatta bedenlerini bile dindarane, kutsal
biçimde göremeyecek derecede mefluç halleri aşikârdır. Kapitalist-liberal piyasa
şartları dinî hassasiyetlere galebe çalmakta ve bu karşı duramayan dindarları
davranışlarını rasyonelleştirmeye itmektedir.
Bu bağlamda, dine dönüş var ise de, seküler kültürün birkaç asırlık geçmişi
olduğu düşünülürse, dinlerin bir anda eski konumuna erişmesi anlamına
gelmeyecektir. Felsefî anlamda değilse bile, pratik düzlemde materyalizm dindarlara
“bulaşmış”, hatta yerleşmiştir. Yeni bir dinî devir, homo-religious, kutsalın
hâkimiyeti vukubulacak ise, bunun uzun bir zaman alması kaçınılmazdır. Hristiyan
düşünürlerin inançlarının hayatlarında tezahürü olmayanlara “inanan ateist”
demelerinin anlamı bu olsa gerektir. Liberal-kapitalist sistem, tüm dünyadaki maddî
şartları kendi ruhuna göre tanzim ettiği ve bu sistem dışında kalarak hayat neredeyse
imkânsız kılındığı (veya insanlar buna inandırıldığı) için, liberal-kapitalizmin dışında
hayat olmadığı sanrısı, “kilise dışında kurtuluş yoktur” düşüncesinden özce farklı
görünmemektedir.
Dinlerin dönüşü hakkında, yıllar önce sekülerleşmeyi müjdeleyen yazılar
kaleme alan Berger, “anlaşılması zor olan hadise mollaların durumu değil, Amerikan
üniversite profesörlerinin durumu olmalıydı”97 diyerek yanıldığını söylemektedir.
Ona göre;
“aydınlanmaya kadar geri götürülebilecek sekülerleşme teorisinin ana teması gayet nettir:
Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem de ferdin zihninde din gerileyecektir. Fakat
zaman bu temel fikrin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Modernleşmenin bazı bakımlardan
sekülerleşmeye sebep olduğu, hatta bazı coğrafyalarında bunun daha fazla hissedildiği
doğrudur. Ama modernleşmenin sekülerleşme karşıtı birçok güçlü hareketi doğurduğu
ortadadır. Ayrıca toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin mutlaka ferdî bilinç seviyesinde de
gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Bazı dinî kurumlar birçok toplumda
güçlerini ve etkilerini kaybetmişler, ama hem eski hem yeni dinî inanç ve ibadet şekilleri,
bazen yeni kurumsal şekillere, bazen aşırı bir dinî ifadeye dönüşerek fertlerin hayatlarındaki
yerlerini korumuşlardır. Burada çıkan sonuç, en azını söylemek gerekirse, din ile modernite
arasındaki ilişkinin karmaşık bir mahiyet arz ettiğidir.”98
Yukarıda söylediklerimizle burada alıntıladıklarımızın birbirini nakz ediyor
göründüğünün farkındayız. Bizim söylemek istediğimiz, modernitenin dinleri
97
S. Huntington, Medeniyetler Çatışması, der. M. Yılmaz, Vadi Yay., Ankara, 2000 içinde Peter
Perger, Sekülarizmin Gerilemesi, çev: A. Köse, s. 319.
98
A.g.e., s. 320.
34
tamamen yok edemese de, özünü tahrif ettiği, Batı’nın Hristiyanlığa yaptığını, şimdi
tüm dinlere yaptığı, yani “kültürel bir Pavlus” rolü oynadığıdır. Eğer insanlar,
dünyalık arzuları yüzünden bilerek veya bilmeyerek Tanrı ve din inançlarını
evcilleştiriyorlarsa, bizce bu dine herkes inansa, hatta düsturlarını yerine bile getirse,
modernite açısından bir şey değişmeyecektir. Protestanlığın kapitalizmle ilişkisi
unutulmamalıdır. Bir dinî mezhebin, vahşî olarak tanımlanan, tamamen dünyevî bir
fikrin dayanağı olabileceği görülmektedir. Geri gelen din, tahrif edilmiş, nassları
yumuşatılmış, hâkim kültürün karşısında direnebilecek dinamiklerinden mahrum
bırakılmış, üstelik müntesipleri de buna inandırılmış, sadece eskatoloji olduğuna razı
olmuş bir din ise, değişen bir şey olmayacaktır. Tabii ki, bir başlangıç olduğu
söylenebilir. Ama dinin öteki dünyaya inhisarının zihinlerde yerleşik hale gelmesi de
ihtimal dâhilindedir.
PL’de de Rawls’un dinlerin “liberal/light” yorumlarını muhatap aldığını,
liberalleşmemekte ısrar eden din ve dindarları ise makul saymadığını düşünmekteyiz.
Rawls, dinler ve dindarlara liberal ortamda kendilerine yer “lütfedilebilmesi” için
şartlar koyarken, şu anki liberal kapitalist dünya hâkimiyetine, Amerikan rüyasına
güvenmektedir. Zira belirttiğimiz gibi, insanlar, bir nevi kilisenin bir zamanlar kilise
dışında kurtuluş yok ilkesi gibi, modern dünya dışında bir hayat olmadığına
inandırılmıştır. Rawls’un siyasal liberalizminde dinlere üstten ve lütufkâr
diyeceğimiz tavrı bu “bilek gücüne” dayanmakta ve “eğer bu sistemin nimetlerinden
faydalanacaksan, dinini şu seviyeye çekeceksin” denmektedir. Elbette Rawls, böyle
değil de daha ulvî bir neden ile yapar: “Barış içinde yaşamanın tek yolu budur.”
Yeniden doğduğu söylenen dinlerin, sekülerleşme teorilerini bir açıdan
(henüz) çürütmediğini düşünmemiz bu sebepten ileri gelir. Önceleri dini yok sayan
dünyanın şimdi ise “dişleri sökülmüş din ve inanan ateistlerin” önüne set olup
büyütmekdense, sistemin içinde, modern nimetlerin baştan çıkarıcılığını kullanarak,
eritmeyi hedeflediğini düşünmekteyiz. Kaldı ki din zaten “protestanlaştırılmıştır.” Bu
dine sonuna kadar bağlanan bireyler olsa bile, “dinin” gerekli potansiyeli
olmadığından,
güçlü
bir
sekülerleşme
tereddisinden
bahsetmek
kuşkulu
görünmektedir. Bize göre Rawls’un dinleri PL’ye dâhil etme çabası, ileride
liberalizmin kaderini etkileyecek bir gelişmeyi önceden görerek, erken müdahalede
bulunmaktır. Zaten Rawls TJ’de benzerini yaparak liberalizmi aşılamaktaydı, şimdi
35
de dinlere karşı tahkim etmektedir. Vücuda bir hastalığı önlemek için “kontrollü
verilen virüs” gibi, kontrollü dinler ile liberalizmi dinlere karşı güçlendirmektedir.
Din bir defa sisteme eklemlenince, liberal seküler eğitim aracılığıyla iki üç nesil
içinde dindarlar tamamen “asimile” edilebilecektir. Oysa dinler dışlanınca, sistem
dışında ve sisteme karşı büyümesi olağandır. Buna göre TJ’den PL’ye değişimi
“hiçbir şey değişmesin diye herşeyi değiştirdik” şeklinde tanımlayabiliriz.
Özetle din hakiki anlamıyla var olsa ve inananları lâyıkıyla etkilese, dindarlar
herhangi bir liberal teorinin parçası olmayı, hiç değilse teoride, kabullenemeyecekler
ve pratikte mecburiyetten kabullendikleri bu liberal düşüncenin zihinlerine de sirayet
etmesine engel olmaya çalışacaklardır. Ancak modern düşüncenin gücü buradadır.
Diğer din ve kültürlere müdahale etmekte, kendisi için zararsız hale getirmeye
uğraşmakta ve dinlerin itikadî özüyle oynamaktadır. Bunu gerçekleştirmeye gönüllü
o dinden “din adamını” bulmak ise zor değildir.
Dinlerin dönüşü, dindarların ekonomik ve toplumsal hayatı, beşerî ilişkileri
bilimin çerçevesi dışında düşünme melekesini yitirdiği, yani zımmen din ile
dünyanın ayrı varlık alanları olduğunu düşündüğü bugünlerde, belki nominalizmin
Orta Çağ’da gördüğü işlevi görüyorsa da yani bir çözülme habercisi olabilirse de,
hakiki anlamda dinin dönüşünden söz edilemez. Ne zaman ki hakiki (büyük harfle)
Din, hakiki dindarlarca hayata geçirilirse, o zaman sekülarizmin (külliyen)
inhitatından bahsedilebilecektir. Kaldı ki, filozof da, değineceğimiz üzere, kuramında
dinlerin yerini belirlerken dindarların geleneksel anlamıyla var olmamasına
güvenmektedir.
Eliade’nin dindışı insanın hiçbir zaman var olmadığına dair düşüncelerine biz
de katılmaktayız. Đnsan inanmak zorunda olan bir yaratıktır. Tanrı inancı bir şekilde
bastırıldığında, onun yerini başka bir iman nesnesi alacaktır. Tam anlamıyla rasyonel
insan “ütopya”dır. Sorun dinin, dindarın ufkunu hiç boşluk bırakmayacak derecede
kaplayıp kaplamadığıdır. Dindar insan “ancak kutsala bürünmüş bir atmosfer içinde
yaşayabilir…Dindar insanın kutsal içinde yaşama arzusu, fiilî olarak onun objektif
gerçeklik içinde yer alma arzusuna, tamamen öznel deneylerin nihayetsiz göreliliği
içinde felç olmama isteğine, bir hayal içinde değil de, hakiki ve etkin bir dünyada
yaşama arzusuna denk düşmektedir.”99 Buna göre, dinin şekillendirmediği bir
99
Eliade, s. 9.
36
dünyada, kutsalı olmayan bir çevrede, toplumda yaşayabilen dindar ancak mutanttır
(genleri değişmiştir) diyebiliriz (Rawls’un güvendiğini söylediğimiz dindar işbu
mutant mümin olsa gerektir). Din, dingin, asude bir hayat öngörür. Modernite ise hız
kültürüdür. Herşey hızla tüketilmektedir, hiçbir sabitesi yoktur. Bu hız içerisinde
insan zaman ve mekân kavramlarını yitirmektedir:
“Kutsal bir mekânın açığa çıkması, sabit bir noktanın elde edilmesine, kaosa bağlı türdeşlik
içinde yön bulmasına, dünyanın kurulmasına ve gerçek olarak yaşamaya olanak vermektedir.
Dindışı deney ise, bunun tersine türdeşliği ve buna bağlı olarak da, mekânın göreliliğini
sürdürmektedir. Her türlü hakiki yönelme ortadan yok olmaktadır, çünkü sabit nokta artık
yegâne bir ontolojik statüden yararlanmamaktadır…”100
Kısacası, dindışı insan aşkınlığı reddetmek suretiyle, hakikatin izafîliğini
benimsemekte, hatta var oluşun anlamından kuşku duymaktadır.101 Seküler sistem,
burada, yakında olanı vaad etmektedir. Din ise daha uzakta olanı, görünmez olanı
taahhüt eder. Ahiret inancı zayıflatılmış dindarların, ekseriyetle bu dünyayı tercih
edeceklerini, bir süre sonra da bunu rasyonelleştirme çabalarına girişeceklerini
düşünmek mümkündür. Bu bakımdan, dinin dindarların hayatını etkilememesi
anlamında, dünyanın bir zamanlar sekülerleştiğini düşünüyoruz. Din, bir şekilde
insanlarda ve toplumlarda varlığını sürdürmüş olabilir. Ancak bu varlık, vahiyden,
dinden, kutsaldan uzak, hatta düşman bir kültürün, dünyanın “büyüsünü” bozmasına,
“kutsal şemsiyeyi” kaldırmasına mani olamamıştır. Din-dünya ayrımını başlangıçtan
beri içinde barındırdığı iddia edilen (muharref) Hristiyanlık bile, asırlar boyu
dünyaya dinî bir renk ve inananlarına kutsal duygusu verebilmişti. Fakat “gerçek bir
Hıristiyan için bile, dünya artık Tanrı’nın eseri olarak hissedilmemektedir.”102 Asırlar
süren dünyevîleşmenin sonunda bile hâlâ dinî inançlar -küllenmiş olsa da- var
olabiliyorsa, tersinden bakacak olursak, dinler geri de gelse seküler zihniyet uzun bir
süre dindarlara “musallat” olacaktır.103
100
A.g.e., s. 4.
A.g.e., s. 179.
102
A.g.e., s. 156.
103
Guehenna’nun düşünceleri, döndüğü söylenen dinin muhtevasından duyduğumuz kuşkuyu haklı
çıkarmaktadır. Ona göre aydınlanmanın dinamizmi dinlerin ölümüne yol açmayıp, yeniden
doğuşlarına sebep oluyor. Bilim çağının ilerlemeleri uzaklaştırmıyor, dine yaklaştırıyor. Bilimin
zaferini ilan ettiği asırda dinler, daha fazla büyüleri olduğundan gelişiyorlar. Bizi desteklediğini
düşündüğümüz fikirler burada başlıyor; “bu dinler kendilerini gerçek olarak göstermeye çalışmazlar
ve tanrıcı uzlaşımları hilekâr pazarcılar gibi görürler.” Yani, bu dinler, din kavramının manasına ters
olarak, “bir doğruluk iddiasında” bulunmazlar (bunlar Ralws’un arzuladığı dinlerdir). Anlam krizi
olan çağda dinler istenilen tek zorunluluktur, fakat bunlar birleştirmez, ayırır. Göreceliğin zaferi bizi
dinden uzaklaştırmaz, fakat dinsel beklentinin doğasını değiştirir. Çok tanrılı din tek tanrılı dinden
daha parlak bir geleceğe sahip olacaktır. Din denilince artık bir aşkınlık içindeki inanç, bir Tanrı değil,
101
37
Bunlar dindışı modern bireyin farklı veçheleridir. Rawls takipçilerinin
Rawls’un çok ciddiye aldığını söyledikleri cemaatçi liberal birey eleştirisi de diğer
bir
önemli
boyutudur.
Konumuzu
bu
boyutları
gözönünde
bulundurarak
inceleyeceğiz. Berger’in şu sözleriyle meseleyi hulasa edebiliriz: “Eğer gerçekten
sekülerleşmiş bir dünyada yaşamış olsaydık, o zaman dinî kurumların ayakta
kalmaları sekülarizme adapte olmayı ne derece başardıklarıyla doğru orantılı olurdu.
Ama sonunda dinî toplumlar varlıklarını devam ettirdiler ve sekülerleşen dünyanın
isteklerine adapte olmayı reddettikleri ölçüde de geliştiler. Kısacası, sekülerleşmiş
dine yönelişler genelde başarısızlığa uğradı. Sekülarizme tepki gösteren, tabiatüstü
inanç ve uygulamaları olan dinî hareketler ise başarılı oldular, varlıklarını
korudular.”104
Bu fikirler de, yazdıklarımıza muğayir görünüyorsa da, aslında doğruluyordur
da. Bu düşüncelerden çıkan seküler düzene adapte olan dinlerin başarısızlığa
uğradığı, direnenlerin ise geliştiğidir. Fark, Berger seküler sisteme direnen dinler (ve
dindarlar) olduğunu düşünüyorken, bizim bu hususta daha ihtiyatlı olmamızdır.
Böyle dinler/dindarlar var olduğunda Din geri dönmüş olacaktır, ama daha önce
değil. Eğer bir dinî dönüş var ise, henüz mıntıka temizliği safhasındadır. Bu temizlik
bitmeden yeni bir dünya, kültür inşası muhaldir. Zira bu defa dindarların
zihinlerinden kazınması gereken idoller vardır. Maddenin insan zihnindeki yansıması
olan bu idollerin yerini kutsal almadıkça (elbette bunlar seküler kutsallar olmayacak)
sekülarizm bütünüyle tahttan inmiş olmayacaktır. Dindar izafîliğin putlaştırıldığı bir
sel, nehir içinde sürüklenmeye devam edecektir.
Modernite, sekülerleşme, aydınlanma, Kantçı ahlâkî kişi, (seküler bir teori
olarak) liberalizm, teolojik siyaset gibi başlıklar altında Rawls’un konumunu
belirleme
hedefini
güttük.
Bize
göre
sekülerleşme
olmaksızın
liberalizm
serpilemezdi. Liberal teori, kutsaldan arındırılmış bir dünya görüşü ve çevrede
ilkeler, alçak gönüllü ayinler, gönül alışkanlıkları anlaşılır. Evrensellik hususunda iktidarsız çok tanrılı
bir din. Yeni küresel (ulus devlet ötesi) imparatorluğun kurduğu hukuk devletsizdir. Tanrısızdır.
Gökyüzüne hiçbir tanrıyı yerleştirmez, hiçbir tanrıyı yeryüzüne indirmez. Tam olarak
Tanrıtanımazdır. Yeni dinlere serbest bir alan bırakır.” Jean-Maie Guehenno, Demokrasinin Sonu,
çev: M.E. Özcan, Dost Kitabevi, Ank., 1998, s. 77-84. Yani Tanrısız din; Marks’ın söylemiyle afyon.
Tarihi, hayatı değiştirip inşa etmeyen; var olana göre, hayata göre şekillenen, onu rasyonelleştiren,
boşluklarını dolduran bir din; Asıl tehlikeli olan ise, bu tahrifatın normal karşılanması ve sonucunda
elde edilen “muharref dinin”, olması gereken din olduğu illüzyonunun kabul ettirilmesidir.
104
Berger, Sekülarizmin Gerileyişi, s. 321-22.
38
kendine yer bulabilmiştir.105 Rawls liberaldir, liberal teori ele alınmıştır, (son
zamanlarda ayrışma alametleri, bilhassa liberallerden gelen kopma işaretlerine
rağmen)
liberalizm
modernite/aydınlanma
projesidir,
dolayısıyla
modernite
incelenmiştir; modernite/aydınlanma sekülerleşme demektir ve liberalizm seküler bir
teoridir, bu nedenle sekülarizm konu yapılmıştır.106 Ahlâkî kişiliğin incelenmesi bu
bağlamda düşünülmelidir.
Bu safhada Rawls’un TJ’deki meşhur fikirlerine değinmenin yerinde olacağı
kanaatini taşımaktayız.
B. Adalet Teorisi’nin Önemi
Adalet Teorisi (A Theory of Justice), sayısız makale ve kitaba konu olmuştur.
Rawls, bu eseri ile siyaset felsefesine hayat vermiştir. Rawls’un TJ (Adalet Teorisi)
sonrasındaki makalelerinde serpilen düşünceleri PL’de birbirine bağlanmış, insicam
kurulmuş ve siyasal liberalizm fikri, aynı isimli kitapla zirveye ulaştırılmıştır. Rawls,
105
Erdoğan’ın sözleri açıklayıcıdır; “Akılcı aydınlanma akıl sahibi varlık olarak insanı düşüncenin
odak noktası haline getirmekle bir yandan hukuk ve siyaset teorisinin laikleşmesine katkıda bulunmuş,
öte yandan tabii hukuk anlayışına doktriner bir destek sağlamıştır. Liberalizmin başlangıçtaki
temalarından biri, dinî hoşgörü ve siyasal iktidarın dünyevîleşmesi etrafında şekillenmişti. Laikleşme
süreci, liberalizmin temel değeri olan bireyselliğin gelişmesine de yardımcı olmuştur.” Aydınlanma
Modernlik ve Liberalizm, s. 52. Keza Rönesans-Reform-Aydınlanma ve liberal siyaset ilişkisi için
bkz. Okandan, s. 625-629; Ayrıca Asad, Sekülerliğin Biçimleri, s. 12. Taylor’un sekülarizme dair
fikirleri ile Rawls’un “örtüşen mutabakat” fikri arasında bir ilgi kurulmasından söz ediyor. Asad,
“örtüşen mutabakat” fikrinin sekülarizme getirisine değinmektedir. s. 16. Barry, liberal piyasa
sisteminin katı sekülarizminden, hatta bunun siyasal liberalizmin büyük başarısı olduğundan söz eder.
N. Barry, Birey, Cemaat, Piyasa: Liberal Bir Perspektif, çev: M. Erdoğan, Liberte Yay., Ank., s. 4149.
106
Heiner Bielefeldt, The Liberal Concept of Political Liberalism isimli makalesinde “siyasî
sekülarizmin liberal demokrasinin bir cüzü olup olmadığı” sorusuna evet cevabı verir. Siyasî
sekülarizm, liberal demokrasinin din veya inanç özgürlüğünü gerçekleştirme arzusunda olan herhangi
bir liberal anayasanın aslî unsurudur. Sekülarizm bizatihi liberal demokrasi için yeterli değil ise de,
liberal demokrasinin öz değeri olan din hürriyetinin çerçevesini sağlaması manasında aslî bir
unsurudur. Bu, eski tarz bir dinî hoşgörü değildir, eşit din hürriyetine saygıdır. Liberal devletin bir
dine dayanması veya meşruiyetini dinde bulmasına izin verilemez. O, Rawls’a atıfta bulunarak siyasî
sekülarizm ile doktriner olanı ayırır: Tüm hayatı kapsayan (Rawls buna aydınlanma sekülarizmi
diyecek ve siyasî liberalizmini ayıracaktır) bir sekülarizm yerine sadece siyasî alanda geçerli olan bir
sekülarizm. Ona göre sekülarizmin dini özel alana hapsettiği yanlış anlamadır (ilginç olan doktriner
sekülarizme dinin tüm görünür yanlarını toplum hayatından tasfiye şeklinde gelişen Türk
modernleşmesini örnek göstermesidir ki, bu Ona göre, din hürriyeti ile tenakuz halindedir). Bu siyasî
sekülarizm için söz konusu değildir. Onun nazarında dinlerin kamusal hayatta tezahür hakları vardır
ve siyasî sekülarizm din ile kamusal hayat arasında değil, din ile devlet arasında mevzuubahisdir.
www. Humanrights.uio.no/studier/forskerkurs/2005/heiner-bilefeldt-liberal-secularism.pdf, s. 1-6.
Rawls da bu şekilde mevziilenmektedir. Fakat liberalizm-sekülarizm birlikteliği böylesine net olunca,
dindarlar da, liberal toplumda, Nietzsche’yi yeniden formüle edersek, “benim için sonuç değildir
kamusal-özel ayrımına sığmamak, içgüdümden gelir düpe düz…biraz fazlaca mütevekkilim ben,
sorulara, şüpheye uzağım; her daim Allah’ı düşünür ve Onun beni her yerde gördüğünü bilerek
yaşarım; oysa Allah’ı unut der liberalizm kamusal alanda, ruhunu dışarıda bırak, kartezyence!”
şeklinde düşünebileceklerdir.
39
yazmaya devam etmiş ve 1997’de Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması
(The Đdea Of Public Reason Revisited; artık Revisited) isimli önemli bir makale ile
kamusal akıl (public reason) ve siyasal liberalizm düşüncesini olgunlaştırmaya
çabalamıştır.
Destekleyenleri ve karşı olanları ile TJ artık bir klasik sayılmaktadır. Rawls,
bu eserden hareketle yirminci asrın en büyük siyaset filozofu olarak isimlendirilir.
Kimilerine göre bu asrın hiçbir felsefî çalışması, hususiyetle Đngilizce konuşan
dünyada TJ kadar etkide bulunmamıştır. Kimilerine göre, Rawls ellili yıllarda TJ’nin
habercileri sayılan fikirlerini duyurmaya başladığında, “felsefeciler politik felsefenin
yasını
tutmakla
meşguldüler.”107
Rawls’a
en
anlamlı
övgü,
liberteryen
muhaliflerinden Nozick’in şu sözleri olsa gerektir:
“Adalet Teorisi, siyaset ve hak felsefesi alanında Mill’in yazılarından beri görülmemiş,
güçlü, derin, ustaca hazırlanmış, geniş kapsamlı ve sistematik bir eserdir…Siyaset
felsefecileri, ya Rawls’un teorisi içinde çalışmak zorundadırlar veya neden böyle
yapmadıklarını açıklamak zorundadırlar…Rawls’un kitabını okurken kendi görüşünüzün
etkilenmemesi mümkün değildir. Ve bir ahlâkî teorinin ne yapmaya ve birleştirmeye teşebbüs
edeceği konusunda yeni ve ilham verici bir vizyona ulaşmadan bu kitabı bitirmek
imkânsızdır. Bu kitabı okurken bütün bir teorinin ancak bu kadar güzel olabileceğini
anlıyorsunuz.”108
Barry, TJ’nin önemine, yayımlanması “yüzyıldır belki de ilk defa hem haklar
hem dağılım alanlarında soyut, felsefî teori ile özgül siyaset tavsiyeleri arasında
doğrudan bir bağlantı sağlamıştır,”109 sözleriyle işaret etmektedir. Arnhart’a göre ise
TJ;
“akademik felsefenin sınırları ötesinde çok yoğun tartışmalar yarattı. Bazı yorumcular bu
kitabı, hem özgürlüğü hem eşitliği güvence altına alan, liberal demokrasinin harikulade bir
savunusu olarak övdü. Sağ’dan yapılan eleştiriler, kitabı bireysel özgürlüğü bastıracak
derecede radikal bir eşitlik standardını beslemekle suçladı. Sol’dan yapılan eleştiriler ise
107
R. Benewick–P. Green, 20. Yüzyıl Politik Düşünürleri, çev: Ali Çimen, Timaş Yay., Đst., 200, s.
417. Ancak Öztürk’e göre, Rawls siyasetin mekanik algılanışını gerileten teori tartışmalarını yeniden
canlandırsa da, bu canlanış biçimselliğin yani liberalizmin teorik çerçevesi sınırları içinde kalmıştır.
Rawls külliyatı, geç modern dönemde biçimsel teorik aklın yükselişine kaynaklık etmiştir. Bu külliyat
başlıca iki zeminden, Kant ve Amerikan rüyası metaforundan beslenmiştir, siyasî-iktisadî liberalizmin
sosyal tonda kurgulanmış halidir. Hobbes’un güvenliği ve Kant’ın özgürlüğü burada kesişir. Adalet,
olması gerekeni ifade eden kurucu akıldan sapılmasına karşı garantiler içerir. Rawls’un kuramı, liberal
demokrasinin takıntılı mutlak özgürlük-mutlak iktidar arası ölçüyü bulma kaygısını içerir. O, hem
bireyi tanır, hem de ilk durum, sözleşme (peçe, SE) vs. ile kontrol altına almaya çalışır. Akıl bireyden
meşru otorite çıkarma aracıdır. Araçsal aklın egemenliğine karşı adaleti kurgusal bir zeminde
tasarlayan kuram, ironik olarak, araçsal akıldan türemiştir. bkz. A. Öztürk, Kant’ın Varisi Rawls, s.
52-54.
108
Nozick, s. 24.
109
N. Barry, Modern Siyaset Teorisi, çev: M. Erdoğan–Y. Şahin, Liberte Yayınları, Ankara, 2003, s.
156.
40
kitabı, gerçek eşitlik iddiaları karşısındaki bir burjuva özürlüğü savunusu olduğu gerekçesiyle
hor gördü.”110
Kimilerine göre uzun ve anlaşılması güç bu eserin felsefeciler dışında çektiği
ilgi bir hayli hayret vericidir. Kitabın 20. asırdaki eserler içinde, sosyologlar,
ekonomistler, hukukçular ve siyasetçiler arasında önemli bir yere sahip olduğu
görülmektedir. Rawls’a karşı olanlar bile öneminin mübalağa edildiğini söyleme
cüretini gösterememişlerdir.111 Rawls’un nazariyesi “bir uzlaşma yaratma anlamında
değil, ama daha sonraki kuramcıların kendilerini Rawls’a karşı çıkmakla
tanımlamaları anlamında, siyaset felsefesi alanına egemendir. Ötekiler, kuramlarının
ne olduğunu Rawls’un kuramına hangi yönlerden karşı çıktıklarını göstererek
açıklarlar. Rawls’u anlamazsak, adalet üzerine yapılan daha sonraki çalışmaları
anlayamayız.”112
TJ siyaset felsefesinde bir devrimdir. Genel kabule göre kitabın sayfaları
arasında, Rawls tüm siyaset felsefesini sadece yeniden icat etmemiş ve
canlandırmamış, ayrıca hakkaniyet olarak adalet (justice as fairness) isimli
büyüleyici ve tartışmalı bir felsefî teori öne sürmüştür.113 “Modern liberal felsefedeki
en ileri düşünce Rawls’un adalet kuramıdır.”114 Onun eserlerine göndermede bulunan
veya düşüncelerini tartışan binlerce makale ve kitap bulunması etkisinin kanıtıdır.
Filozofun fikirlerini reddedenlerin de eğildiği konuların ehemmiyetini kabul etmeleri
ve önerdiği temel kavramsal çerçeveyi genellikle benimsemeleri,115 ne denli yetkin
bir isim olduğunun delillerindendir. Çağdaş adalet teorilerinin neredeyse tamamı,
Rawls’un Justice as Fairness (1958) adlı makalesindeki adalet anlayışına destek
veya muhalefet babında ortaya çıkmıştır.116 Bugün gelinen noktada Nozick’in
övgüleri bile durumu açıklamada noksandır. Rawls üzerine olan ve ondan etkilenen
kitapların ve makalelerin sayısı durmaksızın artmaktadır ve artık siyaset teorisinde
110
L. Arnhart, Siyasi Düşünce Tarihi–Plato’dan Rawls’a, çev: A. Bayram, Adres Yayınları, Ankara,
2005, s. 395.
111
A. Ryan, John Rawls, Çağdaş Temel Kuramlar, der: Q. Skinner, çev: A. Demirhan, Vadi Yay.,
Ankara, 1997 içinde, s. 133-134.
112
W. Kymlicka, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, çev: E. Kılıç, Bilgi Üniv. Yay., Đst., 2003, s. 7576.
113
R.B. Talisse, On Rawls, A Liberal Theory of Justice and Justification, Wordsworth Philosophers
Series, s. 4.
114
J. Gray, Küresel Yanılgılar, çev: Z. Koltukcuoğlu, Etkileşim Yay., Đstanbul 2006, s. 133.
115
M. Borovalı, John Rawls ve Siyaset Felsefesi; Rawls, Halkların Yasası ve Kamusal Akıl
Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması, çev: Gül Evrin, Bilgi Üniv. Yay., Đst., 2003 içinde, s. IX.
116
Ali Şafak Balı, Çokkültürlülük ve Sosyal Adalet, Öteki ile Barış Đçinde Yaşamak, Çizgi Kitabevi,
Konya, 2001, s. 150.
41
Rawls’un eserine çok sayıda atıfta bulunmayan bir eser bulmak neredeyse
muhaldir.117
Talisse, Nagel’in “Rawls’un siyaset felsefesinde mevzuyu değiştirdiği”
fikrini, hangi anlamlarda değiştirdiğini inceleyerek vuzuha kavuşturmaya çabalar.
Rawls, hâkim adalet yorumlarına yaratıcı tenkitler yöneltmekle kalmamış, kendi
teorisi lehine bir dizi güçlü neden inşa etmiştir. Bu eleştiri keskinliği ve yaratıcı
gerekçelendirme kombinasyonu siyaset felsefesinde yeni bir standart oluşturmuştur.
Bu anlamda o, mevzuyu değiştirmiştir.118 Daha önemlisi, TJ’nin onlarca yıldır
siyaset kuramından kaybolan türden entellektüel tutku sergilemesidir. Rawls’tan
önce siyaset kuramı parçalanmış akademik kategoriler içinde sıkışmıştı. Sosyologlar,
sosyologlar için yazmakta, ekonomistler diğer ekonomistlerce okunmakta ve siyaset
filozofları fikirlerini sadece diğer filozoflarla paylaşmakta idi. TJ çeşitli yönlerden
bunu değiştirmiştir. TJ’de, siyasî düşünce birçok disiplin içinden geçerek, zirvesine
ulaşmaktadır. Disiplinlerarası bir felsefî siyasal adalet düşüncesi tesis etmekle Rawls
mevzuuyu değiştirmiştir. Önemli bir nokta da 20. asırın çoğunda felsefenin ahlâk ve
siyaset felsefesinden çekilmiş olduğu ve filozofların siyasî adalet ve ahlâk
sorunlarının rasyonel olarak saptanamayacağı düşüncesiyle linguistik tahlillere
eğilmiş olduğu, dolayısıyla ahlâk ve siyaset felsefesinin neredeyse ölü sayıldığı bir
dönemde, TJ’nin toplumsal adalet konularını incelemenin rasyonel ve felsefî bir yolu
olduğunu göstermesidir. Ahlâk ve siyaset felsefesinin bu dirilişini etkileyerek,
Rawls, mevzuyu değiştirmiştir.119
Rawls, zamanının egemen akımı yararcılığın toplumsal adaleti sağlamada
yetersiz kaldığı ve toplumun yararı adına bireyi ihmal ettiği düşüncesi ile sözleşme
nazariyesi ekseninde bir adalet teorisi geliştirir. Geleneksel sözleşmecilerin tabiat
hali (state of nature) kavramı, Rawls’ta ilk durum (orginal position) adını alır. Đlk
durumdakiler cehalet peçesi (bilgisizlik/bilmezlik peçesi/örtüsü) gerisinden kararlar
alırlar. Ancak burada dikkat çekici olan, Hobbes ve Locke’un hilafına, sözleşmenin
hedefinin bir devleti tesis değil, iki adalet ilkesine ulaşmak olmasıdır. Rawls’un
117
Talisse, s. 4. Ayrıca Talisse (Wollf’tan alıntılayarak) “Đngiliz dilinde çağdaş siyaset felsefesi
1971’de TJ’nin yayımlanmasıyla başlamıştır” demektedir. 1999 yılında ABD başkanı Clinton,
Rawls’a, 20. asrın en büyük siyaset filozofu olduğunu belirterek, National Humanities Madalyası
vermişdir. Clinton’a göre Rawls tek başına siyaset ve ahlâk felsefesini ihya etmiştir.
118
A.g.e., s. 76.
119
A.g.e., s. 76-77.
42
bununla, adalet ilkelerini her türlü olguya öncel ve onlardan bağımsız kılmayı
hedeflediğini söyleyebiliriz. Hobbes’ta tabiat halinde adil, iyi, doğru, yanlış yoktu.
Devlet kurulunca, egemenin söylediği adil oluyordu. Yani egemen insanlar yerine
düşünüyordu. Rawls, devleti değil, adaleti sözleşmenin nesnesi kılmakla, kanımızca,
adaleti devletten önce varsaymış ve böylece adalet ilkelerinin devletin uygun
gördüğü buyruklar olmasına mani olmak istemiştir. Adalete muhtevasını veren
devlet/egemen değildir/olmamalıdır. Adalet ilkeleri devletin tüm kurumlarının da
kendisinden türetildiği “ilk sebeptir”. Deyim yerindeyse, devlet-toplum iki adalet
ilkesinden “sudur” eder. Devlet buyruğu koşulludur, olumsaldır (hipotetik) ve ister
istemez, zaman-mekân yani tarih içinde buyurur, tecrübeden, nedensellikten
bağımsız değildir. Oysa Kantçı Rawls için, ahlâkın kaynağı a posteriori olamaz.
Kantçı bireyde gördüğümüz gibi, Benin numenal yönü fenomenal yönünden
başkadır. Numenal ben, herkes için geçerli evrensel yasalar koyar ve kendisi de buna
uyar. Ancak böyle numenal bir kaynaktan gelen buyruk kategoriktir, böylece
muhtevası fenomen alemin tesadüfî olgularından bağımsız olur. Buna göre adalet
ilkeleri devletin tasallutundan kurtulduğu gibi, yararcılığa yol açacak, bazılarının
işine yarayacak niteliklerinden de arınır*. Buna göre devlet adalete rengini vermez.
Adalet ilkeleri devletin bütün kılcallarına kendini zerkeder. Adalet siyasî bünyenin
“ruhu”dur, belki de en yüksek monaddır. Devlet kurumları, politikaları bu merkezî
monaddan pay aldığı ölçüde yüksektirler.
Adalet ve ahlâk sonuçlarından bağımsız kılınmıştır, sonuçcu değildir.
Deontolojik ahlak, ahlâkî eylemi sonucundan ayırır ve evrensel bir yasaya tabii kılar.
Bu durumda Rawls’un adalet ilkeleri kategorik bir özellik arzederler. Cehalet peçesi
bu sebeple kurgulanmıştır. Peçe, ilkelerin konjonktürü aşan, kişisel menfaat ve
arzuların, zaafların ötesinde, yarar içermeyen evrensel buyruklar olabilmesinin
nedenidir. Bireyler, hususî özelliklerinden, arzularından, diğerlerinden habersiz
olduklarından, çıkarları için karar almayacaklardır. Kantçı ahlâkî birey yani kendi
yasasını kendi koyan birey ile birleşen peçe eksenli cehalet, paradoksal olarak,
herkesin ve her kurumun adaletini sağlayacaktır. Yani bilgisizlik, büyük bir sistemin
adil olabilmesinin temelidir. Peçe herkesin eşitliğini sağlar. Her türlü emprik
olgudan, insanların doğuştan gelen farklılıklarından ve üstünlüklerinden veya
*
Böylece adalet, güçlülerin veya zayıfların işine gelen olarak izafî biçimde tanımlanamayacak, sabit
bir temele bağlanacaktır.
43
dezavantajlarından soyutlayan peçe, ilk durumda karar aşamasındaki bireyleri
“tesviye” eder. Hipotetik bir ilk durumdaki ahistorik bireylerin nasıl olup da
“kategorik” adalet ilkelerine ulaşabildikleri ise ironi olsa gerektir. Gerçek olmayan
bir andaki gerçek olmayan insanlar, gerçek dünya için kararlar almaktadırlar.
Sözleşme teorisinin, Tanrı ve dine başvurmaksızın bir devlet-siyaset teorisi
geliştirme aracı olduğu aşikârdır. Yani siyasetin sekülerleşmesi ile bağlantısı vardır.
Tabiat hali ile sözleşme fikirleri bireye, Tanrı’nın dünyayı yaratmadan önceki
konumunu sağlar. Buna göre insan her şeyin başında, tarihin dışında ve öncesindedir.
Đnsan buradan devleti/toplumu “yaratır.” Hobbes’un sözleşmeyi Tanrı’nın kâinatı
yarattığı zamanki eylemine benzetmesini bu bağlamda anlamak gerekir.120
Rawls, yararcı kuramları teleolojik oldukları için tenkit eder. Yararcılık, iyi,
doğru ve ahlâkı mutluluk veya haz getirip getirmemesine bağlayarak, bir sonuca irca
ederek, tam anlamıyla Kant ahlâkının karşısında yer almaktadır. Rawls, yararcılık
düşüncesine alternatif bir adalet teorisi geliştirmeyi amaçlar.121 Yararcılık, “arzunun
tatmininin, kişiler arasındaki ahlâkî ilişkileri dikkate almaksızın, kendisinin değerli
olduğunu”122 ileri süren bir akımdır. Oysa olasılıklı olmadıkları için, adalet
ilkelerinin, arzunun azami tatmini ilkesi karşısında mutlak üstünlüğü vardır.123
“Hakkaniyet” ve “adalet” aynı görünüyorsa da, bu izlenim yanlıştır ve adalet
mefhumunda temel fikir “hakkaniyettir (fairness)”. Adaletin bu veçhesi yararcılığın
açıklayabileceği bir şey değildir. “Hakkaniyet olarak adaleti” açıklayabilecek olan
toplumsal sözleşme fikridir. Sayısız tanımı varsa da “bir toplumda, değerlerin,
ilkelerin, ideallerin, erdemlerin somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumu,
herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması hali”124 şeklinde tarif
olunabilecek adalet, Rawls’a göre, sosyal kurumların veya eylemlerin bir
erdemidir.125
Rawls’un yararcılığa karşı çıkışındaki en büyük neden bu anlayışın “insanı
araç değil amaç” olarak görmenin garantisini sağlamamasıdır. Zira iyi olan, ahlâkî
120
Hobbes, Leviathan, Sunuş bölümü s. 18’de, devleti kuran sürecin, Tanrı’nın yaratılışta buyurduğu
ilk buyruğa, insanı yaratalım emrine benzediğini söyler.
121
Rawls, A Theory of Justice (Revised Edition), Oxford Univ. Press, New York, 1999, s. 20.
122
Rawls, Justice as Fairness, Collected Papers, Edited by S. Freeman, 1999, s. 65. Bu isim kuramın
en genel ismidir. Makale için ise JF’yi kullanacağız.
123
A.g.e., s. 69.
124
Cevizci, s. 11. Adalet üzerine geniş bir inceleme için bkz. Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Adalet
Sayısı, Ank., 2008.
125
JF., s. 47.
44
olan, refahın, tatminin azamileştirilmesi olunca, sıklıkla insanların toplam
(toplumsal) faydanın nihaîleştirilmesi uğruna harcanabileceği ve amaç değil araç
olarak kullanılabileceği beklenilebilir. Rawls’un yaracılığa karşı alternatifi vardır.
Daha iyisini yapabileceğinin garantisi yoktur ama denememek için de bir nedeni
yoktur.126 Yararcılar için iyi, hakka öncel127 iken, Rawls için “hakkın öncel oluşu
fikri, siyasî liberalizmin ve siyasî liberal bir düşünce olarak hakkaniyet olarak
adaletin temel bir öğesidir.”128
Hak ve iyi, etiğin iki temel kavramıdır ve ahlâken değerli bir şahıs bu
kavramlardan çıkarılır. Etik bir teorinin yapısı bu iki temel mefhumu nasıl
tanımladığı ve birleştirdiğiyle saptanır. Hali hazırda bu ikisini ilişkilendirmenin en
basit yolu teleolojik teorilerde gibi görünmektedir. Đyi, haktan bağımsız olarak
tanımlanır ve sonra hak, iyiyi azamileştiren şey olarak tanımlanır. Hakkaniyet olarak
adalet ile yararcılık arasındaki mühim bir fark da, herkesin adalet üzerinde tesis
olunmuş ve başka herkesin refahı için bile ihlal olunmayacak hakları olmasıdır.
Adalet birisi için özgürlük kaybının diğerlerince paylaşılan daha büyük bir iyi
nedeniyle haklı kılınmasını reddeder. Dolayısıyla Rawls’un adil toplumunda temel
özgürlükler ve haklar adalet ile güvence altına alınmıştır ve bunlar siyasî
pazarlıkların veya toplumsal çıkarların hesaplanmasının nesnesi olamaz. Hakkaniyet
olarak adalet, adaletin önceliğini, ilk durumda seçilecek olan ilkeler olduklarını
göstererek açıklamaya çalışır.129 Yararcılık toplumun toplam refahını artırmaya
çabalar, fakat bu refahın tek tek bireyler arasındaki dağılımıyla ilgilenmez yani
ormana bakarken ağacı gözden kaçırır. (Rawls’un da “bir tek ağaca yani bireye
takılıp arkadaki ormanı yani toplumu” ihmal ettiği belirtilebilir.) Bir toplum son
derece müreffeh olabilir. Ancak gelirin çoğu bir azınlıkta toplanmışsa ve diğerleri
çok az faydalanıyorsa, bu adil değildir. Refah mümkün olduğunca eşit dağıtılmalıdır.
Adalet ilkeleri buna göre geliştirilmiştir ve kötü durumdakilerin lehine bir yeniden
dağıtım ilkesi kullanılır (fark ilkesi). Bu ilke düşünürün teorisinin en tartışmalı
konusu olmuştur. Klasik liberaller bundan hiç hoşlanmamıştır.
126
TJ, s. XVII.
Talisse, s. 25.
128
Rawls, The Priority of Right and Ideas of the Good, CP, s. 449.
129
TJ, 24-25. Negatif özgürlük burada temel düşüncedir.
127
45
Rawls, liberalizmin özgürlük ilkesinin eşitlik hususunda problemler
doğurduğunu görmüş ve TJ’de bu eşitlik-özgürlük gerilimini aşmaya çabalamıştır.
Bu, Marksizme verilmiş bir taviz olarak da görülebilir. Liberaller bunu bireysel
özgürlükleri bastırmak ve eşitliğe feda etmekle suçlamışlardır. Marksistler ise, hakiki
eşitlik
değil
de
“bir
burjuva
özgürlüğü
savunusu”
olduğu
iddialarıyla
küçümsemişlerdir.130 Rawls, hakkaniyet olarak adaletin özgürlük ve eşitliğin
uzlaşmasını nasıl olanaklı kılacağını göstermek ister131 ve bireyleri ihlâl edilemez
hak ve özgürlükleri olan ahlâkî kişiler olarak132 algıladığı için, yarardan başka adalet
ilkelerinin aranması gerektiğini ileri sürer.133
1. Deontolojik Ahlâk
Rawls’un Kant’tan ödünç alarak sistemine temel yaptığı deontolojik ahlâkta
önemli olan semere değil ilkedir. Yani ahlâk, eyleme sebep olan amilde aranır.
Deontolojik ahlâk;
“Sonuçtan ziyade doğru eylem problemi üzerinde yoğunlaşan ve ahlâkî bir eylemin
doğruluğu veya yanlışlığının, eylemin sonuçlarından bağımsız olarak, bir takım ahlâkî ödev
130
Arnhart, s. 395.
A.g.e., s. 395. Arnhart’a göre; “herkesin hem özgürlüğünü hem eşit saygıyı temin etmek nasıl
mümkündür? Özgür bir toplumdaki kaçınılmaz eşitsizliklerin, dezavantajlı insanları eşit fırsattan
mahrum bırakamayacağından emin olmak nasıl mümkündür?” Bunlar Amerikan siyaset
tartışmalarındaki hassas sorulardır. Rawls’un cevap aradığı sorular da bunlardır. Touraine (1925- )’nın
söyledikleri de dikkat çekicidir. Touraine, siyaset ile dinin ayrılmasının mantıksal sonucunun
demokrasiyi ve adaleti tanımlayacak temel bir ilkenin yokluğu olduğuna işaret eder. Rawls adaleti eşit
hak dağıtımı olarak tanımlayıp, bir hukuk teorisinin felsefî olmayan siyasî temelleri olması gerektiği
neticesini çıkarır. Ancak eşit hak dağılımı deyince, kaçınılmaz olarak yalnızca birbirinden bağımsız
değil, aynı zamanda karşıt iki ilkenin birleşmesi meselesi belirir. Bunlar eşitlik ve özgürlüktür.
Rawls’a göre özgürlük tüm ilkelere önceldir, ancak eşitlik ilkesiyle birleştirilmelidir. Touraine’e göre
de gerçekte bir demokrasi anlayışının özgürlük ve eşitliği birleştirmesi gerekir. Ancak bu Rawls’ta
toplum hayatına bağlanmaz. Rawls için özgürlük ve eşitliğin birleşmesi, eyleyenlere bireyci açıdan
bakışla topluma bütünüyle siyasal açıdan bakışın birleşmesidir. Bir demokrasi kuramı da, bir adalet
kuramı da, Rawls’un istediği üzere siyasî olmalıdır. Demokrasi, bir yandan hem özgürlük hem de
eşitlik arzusuna sebep olan tabi hakka çağrıda bulunduğu, öbür tarafta bir iktidarın bulunduğu bir
ortamda hak istekleriyle dolu aracılıklar kurar, lakin bu hak isteklerinin dağılımında her zaman
eşitsizlik söz konusudur. bkz. Alain Touraine, Demokrasi Nedir?, çev: Olcay Kunal, YKY, Đstanbul,
2004, s. 55-56-57. Touraine ilerleyen sayfalarda bu konuya tekrar döner. Rawls iki ilkesiyle önceliği
özgürlüğe verenlerle eşitliğe verenleri orta noktaya getirmeye çalışmıştır. Lakin Touraine özgürlükeşitlik birleşiminin toplumsal uygulamaları yansıtacak kurumları yaratabileceğinden kuşku duyar.
Adalet özgürlükle eşitlik arasında birleşme sağlamaz, zaten bu birleşme muhaldir. bkz. s. 181-182.
132
TJ’de ahlâkî kişi şu şekilde tanımlanıyor; “ahlâkî bir kişilik, kendisinin seçtiği amaçlarla birlikte
faildir (öznedir) ve onun temel tercihi, şartların izin verdiği ölçüde, eşit ve özgür rasyonel varlık
olarak doğasını açıklayan bir hayat tarzını oluşturmasına olanak sağlayan koşullara dair tercihidir,” s.
491.
133
Talisse, s. 28. Rawls’un yararcılık eleştirilerinin yararcılığı yanlış anlamasından kaynaklandığını
ileri süren görüşler için bkz. F. Vergera, Liberalizmin Felsefi Temelleri: Liberalizm ve Etik, çev: B.
Arıbaş, Đletişim Yay., Đst., 2006, s. 98-106.
131
46
ya da eylem kurallarını yerine getirip getirmemesi tarafından belirlendiğini öne süren etik
görüşüdür.”134
Hakkaniyet olarak adalet ile yararcılık arasındaki belki de en mühim fark,
ikincinin teleolojik bir teori olması, hakkaniyet olarak adaletin ise deontolojik bir
ahlâk kuramı oluşudur.135 Hakkaniyet olarak adalet anlayışında, hak yani adalet
ilkeleri, bir kimsenin iyisinin makul mefhumlarını kısıtlar. Arzuları üzerine planlar
çizerken, insanlar bu sınırlara riayet etmek durumundadırlar. Bu sebeple hakkaniyet
olarak adalette, “insanların arzuları, amaçları sisteminin riayet etmesi gereken
sınırlarını açıklayan adalet ilkelerince başlangıçta tahdid edilirler.”136 Bunun anlamı
hakkaniyet olarak adalete göre hak kavramının iyiye öncel olduğudur.
Adilin iyiye önceliği mühimdir. Çalışmamız için hayatî önemi olan makul ve
rasyonel ayrımı buna dayanır. Adil-iyi karşıtlığı (hak-iyi; hakkın iyiye önceliği) batı
felsefesinin ana çizgilerindendir. Bunların hangisinin öncel olduğu, eski ve modern
siyaset felsefesi arasına çizgi çekmek anlamına gelir. Eskiler arzunun nesnesinin ne
olduğunu sorarken, modernler iyiyi değil adili ararlar. Adilin iyi karşısında
önceliliğinin formülünü ise Kant sağlamıştır. Bu, ahlâkı, belirli bir mutluluk veya iyi
anlayışından sıyırma çabasıdır.137 Adilin iyiye öncel oluşu, Rawls’un yoğun
eleştirilerine maruz kaldığı cemaatçi cephenin de gündemindedir. Bu konuda da
Rawls ile ters düşen cemaatçiler, Aristoteles’i izleyerek iyinin adile evveliyetini
müdafaa etmişlerdir.138 Bu, üzerinde durduğumuz modern siyaset felsefesinin
doğasını anlatan bir tartışmadır139 ve doğrudan siyasetin sekülerleşmesi, sadece
insanların bu dünyadaki esenliğine inhisarına, teolojik ve teleolojik siyasetten
kopuşuna işaret eder. Çünkü burada iyi, PL’deki kavramsallaştırmayla, insanların
kapsamlı öğretilerine (comprehensive doctrines), daha açık söylenecek olursa, dinî,
134
Cevizci, s. 234.
TJ, s. 26-27.
136
A.g.e., s. 27.
137
Liberaller ve Cemaatçiler, s. 30-31.
138
A.g.e., s. 32.
139
Adilin iyiye öncel oluşu, modern düşüncenin merkezî bir görüşü olmuştur. Bu fikir klasik ahlâka
karşı üç avantaja sahipti. 1-Evvela eskisinden daha sağlam bir ahlâkı kanıtlama sağlıyordu. Çünkü
şüpheli empirik öncüllere bağlı değildir. 2-Keza, amaçlarımıza mesafeli olabilme yetimizin tanınması
gibi ahlâk bilincimizin özünde olan bazı olaylara önem veriyordu. 3-Nihayet, ahlâkî borcun, iyi
anlayışlarının artan çokluğu ile beraber yaşamak zorunda olduğu modern zamanlarda, daha
uygulanabilir olduğu görünmekte idi. Dolayısıyla adilin önce oluşu modern ahlâk düşüncesinin temel
fikri oldu. Siyasî düşünce de, ahlâktan adilin hâkimiyetini anladı. Bu iyi anlayışlarının giderilmez
çeşitliliği karşısında yegâne tutum olarak görüldü. bkz. a.g.e., s. 32. Rawls, PL’de buna yaslanmıştır.
135
47
ahlâkî ve felsefî bağlılıklarına atıftır. Rawls’un, adili (hakkı) ilk sıraya koymasının en
önemli sonucu, birer iyi anlayışı olarak gördüğü -dinleri de içeren- kapsamlı
öğretileri adil olanla (hakla) olan ilişkilerine göre değerlendirmesidir. Rawls
insanların böyle öğretiler sahibi olmasını rasyonel olarak niteler. Bu tutum TJ’de
vardır. Bununla birlikte Rawls PL’de makuliyet (reasonable) kavramına mühim
anlamlar ve görevler yükler. Adil-iyi ayrımı temelinde makul ve rasyonel ayrımı
yapılır. Đleride inceleyeceğimiz için, öneminin Rawls’un rasyonel saydığı kapsamlı
öğretileri, adile (hakka) riayet etmesi koşuluyla makul addetmesi ve ancak bu kıstası
karşılayan öğretileri, makul kapsamlı öğretiler (reasonable comprehensive doctrines)
saymasında yattığını söylemekle iktifa ediyoruz. Sadece makul öğretilerin (iki
yetinin adil-hak kısmı) siyasal liberal toplumda yeri vardır. Đnsanlar kapsamlı
(rasyonel ve iyi kısmı) öğretiler benimseyebilirler, ama bunu makuliyetle
taçlandırmalıdırlar.140
Deontoloji konusuna, Rawls’un en etkili eleştirmenlerinden olan cemaatçi
düşünür Sandel’in fikirleri ve tenkitlerine değinerek son vermek istiyoruz. Bu
eleştiriler oldukça önemlidir. Genel kabule göre Rawls bu eleştirileri önemsemiş ve
PL’ye kadarki süreçte, TJ’deki birey düşüncesini terk etmiştir veya hiç değilse
itirazları gözönünde bulundurarak yeniden formüle etmiştir.* Biz cemaatçi
eleştirilerden söz edeceğiz. Ancak burada Sandel’in deontolojiyi algılayışından ve
yorumlarından bahsetmek istiyoruz. Böylelikle yetkin bir tenkit ışığında meselenin
daha da netleşeceğini ümit ediyoruz.141
140
TJ, s. 350. Erdoğan da liberal erdemler arasında “özgürlüğün iyiden önce gelişini” gösterir.
Bireylerin kendileri için “iyi” hayat biçimlerini seçebilmeleri özgür olmalarıyla mümkündür. Đyi
hayatın ne olduğuna her birey özgür iradesiyle karar verecektir. Devlet iyinin ne olduğuna karar verip,
bir tek iyiyi zorla kabul ettiremez, bu en yüce değer olan özgürlüğün çiğnenmesidir. Bunun dayanağı
ise Kantçı ahlâktadır. Zira ona göre siyasetin özü erdem ya da mutluluğu başarmak değil bireylerin
özgürlüklerinin diğerlerinin özgürlükleriyle uyumlu olacak şekilde kısıtlanmasıdır. Özgürlüğün
önceliği, ahlâkî veya dinî hiçbir düşüncenin zorla haklılaştırılamayacağı fikrini tazammum eder.
Özgürlüğü savunmak için neden gerekmez, o kendinde-değerdir. bkz. Aydınlanma Modernlik ve
Liberalizm, s. 95-96; Peffer, deontolojiyi karma ve katı deontolojik teoriler diye ayırır. Rawls,
Peffer’a göre, karma deontolojisttir. R.G. Peffer, Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, çev: Y.
Alogan, Ayrıntı Yay., Đst., 2001, s. 91. Deontoloji-teleoloji farkı için ayrıca bkz. Dworkin, Hakları
Ciddiye Almak, s. 208-211.
*
Söylememize izin verilirse, TJ’de, ilk durumdaki bilmezlik (cehalet) peçesi takan bireylerin peçesini
kaldıranlar cemaatçilerdir diyebiliriz. Taktıkları yüz görümlüğü ise ABD’nin kamusal kültüründe
mündemiç değerler olacaktır.
141
Sandel’e göre, adaleti iyi anlayışları ile ilişkilendirmenin bir yolu, ahlâkî güçlerin özel bir gelenek
veya toplumda yaygın biçimde paylaşılan değerlerden çıkarsanmasını savunur. Bu tarz bir bağlantı,
toplumun değerlerinin neyin adil veya adaletsiz olduğunu belirlemesi anlamında cemaatçidir. Bu
görüşte, bir hakkı kabul meselesi, böyle bir hakkın mezkur toplum veya gelenekte var olan ortak
48
Sandel düşüncelerine, felsefî temelinin çoğunu Kant’a borçlu olan, adalet,
bireysel haklar, hakkaniyet gibi mefhumların merkezî bir rol oynadığı, zamanın
ahlâk, hukuk ve siyaset felsefesine egemen olan liberalizmi konu edineceğini
belirterek başlamaktadır. Hakkın iyiye önceliğini öne süren ve yararcı fikirlere karşıt
olarak betimlenen bu tür liberalizm, en iyi deontolojik liberalizm şeklinde tesmiye
olunabilir.142 Sandel, Rawls ile arasındaki gerilimin hakların önemli olup olmadığı
değil, hakların bir özel iyi anlayışına bel bağlamaksızın temellendirilip
temellendirilemeyeceği olduğunu belirtir. Sorun, toplumun temel yapısını yöneten
adalet ilkelerinin, yurttaşların dinî kanaatleri ve tartışmalı ahlâkî inançları
bakımından bîtaraf olup olamayacağıdır. Başka tabirle temel mesele “hak iyiye öncel
midir, değil midir?” sorusunda düğümlenmektedir.143 Rawls için hakkın önceliğinin
iki anlamı vardır ki, bunların ayrılması önemlidir. Birinci iddia, belli bireysel
hakların genel refah adına bile ihlal edilemeyecek kadar önemli olduğunu söyler.
Đkincisi ise haklarımızı açıklayan adalet ilkelerini temellendirmede hiçbir iyi hayat
anlayışına veya Rawls’un son zamanlardaki kavramsallaştırmasıyla hiçbir “kapsamlı
ahlâkî ve dinî” öğretiye göre bina olunamayacağıdır. Sandel hakkın önceliğinin bu
ikinci anlamına karşı çıkacağını belirtmektedir.144 Yani hakların önemi kabul
edilmekte ama bireylerin iyi anlayışlarından, makul kapsamlı öğretilerinden bağımsız
temellendirilmelerine itiraz edilmektedir. Deontolojik liberalizm;
“ahlâkî ve siyasî idealler arasında adaletin evveliyetine ilişkindir. Temel tezi şöyle ifade
edilebilir: her birinin kendi çıkarları, amaçları ve iyi anlayışları olan bir kişiler çokluğundan
müteşekkil bir toplum, kendilerini herhangi bir hususi iyi anlayışıyla ilişkilendirmeyen
ilkelerce yönetildiğinde, en iyi düzenlenmiştir. Bu düzenleyici ilkeleri temellendiren, onların
toplumsal refahı azamileştirmesi veya iyiyi yükseltmesi değildir, bilakis onların, iyiden önce
ve ondan bağımsız ahlâkî bir kategori olan hak kavramına uymalarıdır.”145
PL’ye geçmeden âdil (hak) ve iyi önceliği konusuna yoğunlaşmamız beyhude
değildir. Bunu ortaya koymak için, Sandel’in liberalizmin din hürriyeti ile hak ve
iyinin önceliği meselesini ufuk açıcı tarzda birleştirdiği görüşlerini, aklımızda tutmak
üzere alıntılamak istiyoruz: “Liberal düşüncede, dinî inançlar muhtevaları gereği
anlayışta mündemiç olduğunu göstermeye bağlıdır. bkz. M. Sandel, Liberalism and The Limits of
Justice, Second Edition, New York, 1998, s. X-XI.
142
Sandel, LLJ, s. 1.
143
A.g.e., s. X. “Haklar iyiye öncel midir? sorusu PL için önemlidir. Zira bunun açılımı “adalet
ilkeleri yurttaşların dinî inançlarından bağımsız olabilir mi?”dir. Bu arada, Sandel’in bu sözlerinin
LLJ’nin ilk basımından 15 yıl sonra yazdığı önsözden alındığını belirtelim. Yani Sandel bunları
söylerken yeni Rawls’a aşinaydı. Zaten en sona PL’ye dair düşünceleri eklenmiştir.
144
A.g.e., s. X.
145
A.g.e., s. 1.
49
değil fakat özgür ve gönüllü (iradî) bir tercihin neticesi olmaları bakımından, saygıya
layıktırlar. Din hürriyetinin bu tarz bir savunusu hakkı iyinin önüne koymaktır.”146
Hakkın iyinin önüne konularak adaletin sağlanması liberal tarafsızlık ilkesiyle tesis
edilir. Buradan hareketle, iyi anlayışları, yani insanların hayatlarını onlara göre
sürdürdükleri dünya görüşleri (dinler, ahlâkî inançlar, felsefî bağlılıklar) ikincil bir
önemi haiz kabul edilince, hiç değilse kamusal alanda, bu iyi anlayışlarının,
bireylerce hak/adalet uğruna paranteze/askıya alınabileceği mümkün görülür. Oysa
bu kabul ve beklenti ileride vurgulayacağımız gibi bizce haksız ve adaletsizdir. Tam
deontolojik düşünce içerisinde;
“adaletin birincilliği…imtiyazlı bir temellendirme formunu da tasvir eder; hak, yalnızca
iddialarının evveliyeti bakımından öncel değildir, ayrıca ilkelerinin bağımsızca çıkarsanması
bakımından da iyiden öncedir. Bu, diğer pratik buyrukların aksine, adalet ilkelerinin herhangi
bir iyi görüşüne dayanmaksızın temellendirildiği anlamına gelir. Bu bağımsız statüsüne
binaen, hak iyiyi kısıtlar ve sınırlarını çizer.”147
Hakkın (adaletin) iyiyi kısıtlıyor olmasının yansıması, kamusal alan ile
ardalan kültür arasındaki Rawlsçu ayrım ve kamusal alanda iyi anlayışlarının,
kamusal akıl (public reason) tarafından sınırlanmasıdır. Bu, PL’de muhatap
olacağımız temel mevzulardandır (aslında Rawls, özel alan değil, ardalan kültürden
söz etmesi açısından liberallerin genel söyleminden ayrılır). Bu noktada, Sandel
aracılığıyla, Kantçı aşkın Ben/Özne anlayışı ile deontolojik ahlâk arasında nasıl
bağlantı kurulabileceğine eğilmek istiyoruz.
146
A.g.e., s. XII. Bu cümlelerin öncesinde ve sonrasında mühim tahliller vardır. Bunlara dayanarak,
liberalizmin birey-toplum ilişkisinde bireyi öne alarak yaptığı gibi; hakkı da iyiye öncel sayarak
“arabayı atın önüne koştuğu” izlenimini edindiğimizi söylemek istiyoruz. Oysa birey elbette beden
olarak varoluş olarak, o da sadece ilk insan da, toplumdan önce kabul edilebilir. Ancak insanın
tutumu, değerlerini yaşadığı toplum -daha çok- belirler. Yalnızca peygamberler tarih içinde olup,
tarih dışına çıkabilirler. Vahiy onları zamanın üstüne yükseltir, peçe gerisine alabilir. Bu bağlamda
asla, tam da kaçınmak istediğimiz ve muhalifi olduğumuz, dinî inancı hayata bağlama hatasına,
Kant/Rawlsçu bireyi red uğruna, düşmek istemediğimizi belirtebiliriz. Zira tek tek insanların aklını,
yüreğini inşa eden din-vahiy, toplumu da inşa etmiş olur. Đlk inşa hz. Âdem iledir. Ondan sonra
insanın topluma dışsal olduğu bir an yoktur. Đlk durumda olan hz. Âdem’dir. Sonraki peygamberler ise
zaman-mekândan vahiyle soyutlanırlar ve Rawls’un istediği evrensel adil yasaları koyabilirler. Yani
vahyin inşa ettiği toplumun inşa ettiği bireyden söz ediyoruz, Condillac’ın heykeli, Marx’ın üst yapısı
veya Locke’un “tabula rasa”sından değil. Kısacası Rawls, Kant, Hobbes, Locke sözleşmede tarih
içinden konuşmaktadırlar. Kendileri Daniel Dafeo’dur, liberal birey Robinson Crouse’dur. Çünkü
Robinson yetişkin bir insandır ve adada geçmişini bilerek davranır. Demek istediğimiz, bu
filozofların, hayatı, şartları, çevreyi bilerek konuştukları ve tecrübelerden hareketle, güya tecrübeyi
yonttuklarıdır. Daha ileri gidecek olursak, bu filozofların kendilerinin de, son tahlilde, kendi kültürleri
ve tarihselliklerinin cenderesinde düşünüyor olmaları açısından, Robinson olduklarını, kültürlerinin
ise Daefeo olduğunu söyleyebiliriz. Bu husus, ileride modernite, postmodernite, cemaatçilik gibi
konular bağlamında daha anlaşılır olacaktır umudundayız.
147
A.g.e., s. 2.
50
2. Numenal Ben Deontoloji Đlişkisi
Deontolojide tüm muhtemel amaçların koyucusu olan bir özneden başkası
hakkı saptayamaz, çünkü yalnızca bu özne aynı zamanda özgür bir iradenin
öznesidir. Đnsanı duyuların dünyasından, toplumsal ve psikolojik temayüllerinden
tamamen azade bir koşulsuz âleme yükselten ancak bu öznedir.148 Deontoloji için,
her şeyden öte önemli olan nokta, seçtiğimiz amaçlar değildir, onları seçebilme
kapasitemizdir ve bu kapasite onaylayacağı tüm özel amaçlardan önce öznede vardır.
Amaçlarına öncel ve onlardan bağımsız özne kavramı ahlâk yasasına, ampirik
temellerden sıyrılmış, ne teleoloji ne de psikoloji içermeyen bir temel sunar. Bu
şekilde deontolojik görüş kemale erer. Hak iyiye öncel olduğu gibi, özne de
amaçlarından evvel gelir. Peki bu özne, Sandel haklı olarak sorar, kabul edilebilir bir
Ben anlayışı mıdır? Kendi amaçlarından önce ve bağımsız olan böyle bir öznenin
varlığı nasıl bilinebilir?149
Sandel transandental özneyi incelemeye başlar. Herşeyi bilemeyen ancak
herhangi bir şeyi bilmenin koşulu olan da öznedir. Özne, her türlü tecrübenin
evvelinde, dağınık algılarımızı birleştiren ve onları tek bir bilinçte bir arada tutan,
gerilerde bir yerdeki birşeydir.150 Öznenin bu rolü olmaksızın algılar alakasız ve
sürekli değişen izlenim akışından başka bir şey olamazdı. Ben bütünüyle tecrübî bir
varlık olsaydı asla özgür olamazdı. Çünkü bu durumda istenç bir nesneye yönelik
arzu ile koşullanırdı. Tecrübeye öncel ve ondan bağımsız özne, deontolojinin
gerektirdiği üzere, öz-bilgi ve özgürlüğün olanağının sadece muhtemel değil, zorunlu
önkoşuludur.151 Buna göre; “toplum, herhangi bir iyi anlayışına yaslanmayan
148
Liberal birey Hegel tarafından eleştirilir ve bizatihi özgür ve ahlâkî olduğu iddiasına cephe alınır ve
bireyin özgürlüğünün ve ahlâkîliğinin ancak devlette mümkün olduğu iddia olunur. Devlet objektif
ahlâk idesinin fiil halindeki realitesidir. Birey devlette kendi cevhersel özgürlüğünü bulur. Devlet,
nihaî gaye olmak bakımından, en yüksek vazifeleri devletin üyesi olmak olan bireyler karşısında
mutlak hakka sahiptir. Devlet, sivil toplumla karşılaştırılarak, gayesinin özel mülkiyet ve özgürlüğün
korunmasından ibaret olduğu düşünülürse, bireylerin menfaati olarak görülür ve devlete katılımın
ihtiyarî olduğu sonucu çıkar. Oysa devlet objektif ruh olduğuna göre, birey ancak devlet üyesi
olduğunda, objektifliğe, hakikî bireyliğe ve ahlâka sahip olabilir. Sözleşme, kendinde ve kendisi-için
mevcut tanrısal devlet ilkesini yıkan sonuçlar doğurur. Hukuk Felsefesinin Prensipleri, s. 200-201.
Geniş bir sivil toplum incelemesi için bkz. Đ. Doğan, Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde
Sivil Toplum, Alfa Yay., Bursa, 2002.
149
Sandel, LLJ, s. 6-7.
150
Özetleyerek verdiğimiz fikirler için bkz. LLJ, s. 7-10. Algılayan ve algıları derleyen yetinin sahibi
Aşkın Özne’nin, Berkeley’in algılayan Aşkın varlığından da aşkınlık iddiasında olduğunu
söyleyebiliriz: Aşkın Özne, Descartes ve Berkeley’deki Tanrı’nın yerini almaktadır.
151
A.g.e., s. 9.
51
ilkelerce yönetildiğinde en iyi biçimde düzenlenmiştir, zira herhangi diğer bir
düzenleme kişilere seçim yapmaya ehil varlıklar olarak saygı göstermede başarısız
olacaktır; öznelerden ziyade nesneler, amaçlardan ziyade araçlar olarak muamele
edecektir.”152
Böylece müteal/numenal özne, deontolojik görüş yani hakkın iyiye öncel
oluşu ve iyi-düzenlenmiş toplum arasındaki bağlantı netleşmiştir. Bu ilişki söylem
düzeyinde bakıldığında oldukça iyi-niyetli ve felsefi olarak da iyi kurgulanmış
görünmektedir: Özgür ve özerk ahlakî bireyler birbirlerine araç değil amaç olarak
davranırlar. Onların bu niteliklerine uygun toplum da, bu bireylerin ulaştıkları adalet
ilkeleri temelinde, kendilerine, dünya görüşleri bağlamında değil salt vatandaş olarak
eşit davranan, onları araç değil amaç olarak gören bir iyi-düzenlenmiş toplumdur.
Kısacası özel bir dini esas alan bir toplum iyi-düzenlenmiş değildir. Bu konuya yer
vermemizin nedeni, PL’de olduğu söylenen değişikliğin yalnızca sözde olduğu ama
özde olmadığı, son tahlilde bir biçimde aynı şeyleri, yeni ve eski kavramları
meczederek savunmasındandır. TJ ile PL arasında konumuzu doğrudan ilgilendiren
en önemli paralelliklerden birinin iyi anlayışlarına karşı duyulan güvensizlik
olduğunu gözlemlemiş bulunmaktayız. Bu bakımdan TJ’de Kantçı aşkın özne
aracılığıyla kotarılan hakkın iyiye öncel oluşunun PL’de nasıl temellendirildiği ise
ilginç bir husustur. PL’nin ahlakî değil siyasî olduğu söylenen kişisi bunu temin
edebilecek midir? Bu, PL için daha mühimdir, çünkü bu eserde ulaşılmaya çalışılan
iyi-düzenlenmiş toplum hedefi, iyi anlayışlarından bağımsız olarak yapıldığı var
sayılan bir kamusal müzakere ile mümkün olacaktır.
Bu safhada liberal kuramın önemli düşüncelerinden olan negatif özgürlükpozitif özgürlük ayrımına bakmak yerinde olacaktır.153
152
A.g.e., s. 9. Ayrıca bkz. Kymlicka, Rawls on Teleology and Deontology, Philosophy and Public
Affairs, Vol. 17, No. 3, 1998, pp. 173-190.
153
Arslan, özgürlüğü dışsal müdahalenin olmaması anlamında negatif biçimde formüle eden liberal
anlayışın, pozitif özgürlükleri ihmalle suçlandığına işaret eder. Cemaatçilerin ve postmodernistlerin
öne çıkardığı pozitif özgürlükler, liberalizmin toplumdan bağımsız bireyi yerine paylaşan ve katılımcı
bireylerden oluşan toplumu yaratmanın peşindedir. Burası hukuk devleti ile demokrasi arasındaki
mayınlı arazidir. Demokraside meşruiyet kaynağı millet iradesidir. Millet iradesinin somutlaştığı
kurum Parlamento hukuk kuralları koyar ama yasa koyuculuğu mutlak değildir. Hukukun üstünlüğü
ilkesi çoğunluğun gücünün tahdid edilerek, azınlıkta kalanların hak ve özgürlüklerini korur. Bu
durumda millet iradesine ek olarak bir meşruiyet kaynağı daha çıkar ki, bu “insan hakları”dır. Sınırsız
demokrasi, insan haklarıyla sınırlı demokrasi olur. Bunun adı “liberal demokrasi” veya “anayasal
demokrasi”dir, hukukun üstünlüğü burada demokrasinin olmazsa olmaz bir niteliği haline gelir. Lakin
hukukun üstünlüğü ile müdahaleci demokratik devlet arasındaki gerilim devam eder. Bu eskilerin ve
yenilerin özgürlükleri gerilimidir ve özünde cumhuriyetçilerle liberallerin devlete biçtikleri rol ile
52
3. Negatif-Pozitif Özgürlük
Liberalizmin özgürlük anlayışı bireye dışsal baskının olmaması biçimindeki
negatif özgürlüktür ki, Türkçe’de en beliğ, “gölge etme başka ihsan istemem” ifadesi
ile anlatılabilir.154 Negatif özgürlük liberal birey algısından kaynaklanır. Özne,
koşullardan azade, eyleminden, dünyayla ve ötekilerle ilişkisinden evvel vardır ve
tamdır. Descartes ile iyice beliren öznenin bilincinin önceliği, öznenin kimliğini
oluşturmada belirleyicidir. Öznenin bu ontolojik önceliğine paralel olarak liberal
düşüncede birey öncelikli bir konuma erişir. Đnsanlar haklarıyla beraber doğarlar ve
bu haklar modern özne kavramının sonucudur. Bu özne gibi hakları da metafiziközcü karakter taşır. “Hak da özne gibi, tarihsel, toplumsal ve bağlamsal faktörlerin
dışında bir kendilik olarak tasavvur edilir. Bu yönüyle hak liberalizmde insanın insan
olduğu için, doğal olarak herhangi bir eylem veya ilişkiye bağlı olmaksızın sahip
olduğu bir mülk olarak kabul edilir.”155 Özne algısından hareketle liberalizm
özgürlüğü, bireysel hakların devlet tarafından korunması olarak kabul eder. Bu
özgürlük, güç ve özgürlük ihtilafını varsayar. Güç liberallere göre negatif bir mana
içerir ve birey kendisinin dışındaki gücün sınırlandırılması oranında özgürdür.156
Çaha, liberalizmin temel hakları ile negatif özgürlük arasındaki ilişkiye dikkat çeker.
Tabii hakların kaynağı bizatihi insan olmamızdan ileri gelir. Temel haklar
vazgeçilmezdirler ve evrenseldirler yani zaman ve mekândan azade olarak daima
sahip olunan haklardır. Tabii haklar negatif ilişkiyi icap eder. Bu haklar için çaba
alakalıdır. Liberaller devleti bireysel hakların muhafazası ile yükümlü araçsal bir konuma
yerleştirirler. Liberal siyasette temel düşünce, “pazar”dır. Pazara sunulan siyasal düşüncelerden en çok
talep göreni iktidar olur (Schmitt’in fikirlerini hatırlayalım). Buna karşılık, cumhuriyetçilikte esas
“vatandaşların kendini belirlemesidir”. Temel düşünce ise “diyalog”dur. Habermas’a göre bu gerilim
ancak “söylem kuramınca” aşılabilir. Habermas, tamamlanmamış bir proje olarak gördüğü
modernliğin ve aydınlanmanın özgürleştirici işlevini yerine getirebilmesi için “araçsal akıl” yerine
“iletişimsel aklı”, “özne merkezli” bir kamusal alan yerine “öznelerarası” iletişimin belirlediği bir
siyasal aklı müdafaa etmektedir. Z. Arslan, Devletin Hukuku, Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı, s.
81-82. Constant’ın eskilerin ve yenilerin özgürlükleri ayrımı için bkz. B. Constant, Antik Çağ’da
Özgürlük, Modern Çağ’da Özgürlük, M. Rosen-J. Wolff, Siyasal Düşünce, çev: H. Çalışkan, Dost
Kitabevi, Ank., 2006, s. 173-175; Rawls, Kantian Constructivism in Moral Theory, CP, s. 307. (Artık
KC).
154
Ö. Çaha, Đdeoloji ile Hukuk Arasında Devlet, Doğu Batı, s.13, Ank., 2000-2001, s. 98.
155
D. Küçükalp, Nietzsche’nin Demokrasi Düşüncesi Bakımından Önemi, Felsefe Dünyası, TFD.
Yay., sayı 46, Ank., s. 234-235; Negatif ve Pozitif Özgürlük için bkz. B. Parkan, Pozitif Haklar ve
Mülkiyet Hakkı Üzerine, Felsefe Dünyası, TFD. Yay., Sayı 44, Ank., 2006.
156
A.g.e., s. 237.
53
harcamaya, başkalarının himmetine gerek yoktur, içkin olarak mevcutturlar. Bu
haklar ancak korunabilirler.157
Negatif ve pozitif özgürlüğün teorisyeni Isaiah Berlin (1909-1997)’dir.
Ahlâk felsefesinin bir kolu olduğunu belirttiği siyaset felsefesinin ana sorularını
“itaat ve güç kullanma” olarak koyan filozof, bir kimse üzerinde güç kullanmanın
“onu özgürlükten mahrum bırakmak” olduğunu söyler. O, birinci tür özgürlük olarak
aldığı “negatif özgürlüğün, bir öznenin başkalarının müdahelesi olmaksızın kendi
haline bırakılacağı alanın ne olduğu” sorusunun cevabı olduğunu söyler. Pozitif
özgürlük ise “bir kimsenin şundan ziyade bunu yapmasını belirleyecek olan
müdahale ve kontrol kaynağının ne veya kim olduğu” sorusunun cevabında yatar.158
Modern
siyaset
teorisinin
gündeminin,
çözüm
aradığı
sorunların
belirlenmesinde etkili amillerden birisi olması nedeniyle geleneksel ve modern
siyaset farkına göz atmak istiyoruz. Genelde ereksel kâinat tasavvuruna karşı çıkan
modern siyasetin, bu yönüyle gelenekten kopmasının, özelde dinsel bakış açılarına
da yapısal olarak karşı olması şeklinde tezahür ettiği düşünüldüğünde, mevzumuzla
ilgisi dikkate şayan olmaktadır.
4. Geleneksel Siyaset-Modern Siyaset Farkı
Aristoteles ve Machiavelli arasındaki farklılıklarla netleştirebileceğimiz bu
ayrım insan doğasından başlar ve devletin mahiyetine, işlevine ve amacına doğru
genişler.
Aristoteles teleolojik bir felsefe geliştirmiştir. Bunun anlamı, her şeyin bir
ereği olduğudur. Bildik bir örnekle; bir meşe palamudu olmak demek, tabiatı gereği
bir meşe ağacı olmaya çabalamaktır. Bu görüşte, meşe palamudu, amacı açısından
tanımlanır. Öyleyse meşe, açıklama düzeninde meşe palamuduna önceldir. Meşe
157
Çaha, s. 99-100.
I. Berlin, Liberty, Oxford Univ. Press, Oxford, 1967, s. 168-169. Berlin negatif özgürlük
hususunda Hobbes’un özgürlük tanımına başvurur: özgür kimse “yapmak istediğini yapmasının
engellenmediği” kişidir. Đki özgürlük anlayışının iki farklı Ben algısına yol açtığına dair fikirler de
ileri süren Berlin’e göre, negatif özgürlükle ilişkili Ben, bağımsızlığını elde etmek uğruna öz-feragat
tutumu gösterirken, pozitif özgürlük, öz-amacı ile paralel olan bir ideal ya da spesifik bir ilke ile
özdeşleşerek bir kendini gerçekleştirme peşinde olan Ben doğurur. Anladığımız kadarıyla Berlin
bununla Benin kendinden üst bir yapıya, bir devlete, sınıfa, ulusa hatta tarihin ilerleyişine katılımını
kastetmektedir. bkz. s. 181. Mahçupyan negatif özgürlük anlayışını eleştirir. Bu özgürlük, atomize ve
homojen toplum kabulü yüzünden liberalleri toplumsal çatışmaları göz ardı etmeye ve liberal siyaseti
devletin sınırlandırılmasına ircaya sürüklemiştir. Batı’yı Anlamak, s. 191. Hegel’in eleştirileri için
bkz. Hukuk Felsefesinin Prensipleri, s. 41-42
158
54
palamudunu kavramak için, evvela meşenin ne olduğu anlaşılmalıdır. Lakin telos,
salt bir amaç olarak, ahlâkî bir boyutu da içerir.159 Bu sebeple bir şeyin ereği o şeyin
iyisi olarak tanımlanır. Buna göre meşe palamudu tabiî olarak meşe olmak isteyen bir
şeydir, dolayısıyla o kendi içinde zorunlulukla eksik ve tamamlanmamıştır. “Palamut
için iyi, amacına ulaşmasına yardımcı olandır. Bu anlamda, amaç (telos) bir
mükemmeliyettir ve bir şeyi mükemmeliyetine yönelten o şey için iyidir.”160
Liberaller ve Rawls’un aksine, Aristoteles’te devlet, iyi bir amaçla kurulmuş
bir topluluktur. Devlet “en yüksek iyiyi” gaye edinecektir.161 Bu, devletin asla iyiye
ulaşmak için var olamayacağını ve yurttaşlarının iyi anlayışlarını geliştirmek için
tavır takınamayacağını düşünen liberaller için, Aristoteles’in hedef seçilmesinin
sebebidir. Kaldı ki liberaller, Rawls’ta göreceğimiz gibi, toplumun homojen
olmadığını ve birden çok ve uzlaşmaz iyi anlayışlarına sahip bireylerden müteşekkil
olduğunu ve devletin bu iyi anlayışlarından birini ya da birkaçını desteklemesinin,
Aristotelesçi anlamda doğasının gereği görmesinin, diğer yurttaşlara baskı
yapmaksızın mümkün olamayacağını düşünürler. Dolayısıyla devlet, yurttaşların iyi
anlayışlarıyla ilgilenmez ya da onları geliştirmeye müdahale etmez. En fazla
yapacağı onların yollarında durmamaktır. Kısacası liberal devlet tarafsız olmalıdır.
Rawls’un sıklıkla atıfta bulunduğu Avrupa din savaşları, batılı zihinlere hâlâ
musallat olmaktadır, batılılar onun hayaletiyle savaşmayı sürdürmektedirler. Modern
siyaset teorisi, tek bir din, hatta bu dinin bir mezhebinin tek doğru iyi anlayışı
olduğunu kabul ederek, bütün organizasyonunu buna göre yapıp, bu dinin yücelmesi
için çabalama, üstelik bununla yetinmeyip onu diğerlerine dayatma ihtimaline karşı,
çareyi tarafsız bir devlet anlayışı geliştirmekte bulmuştur. Zira bilindiği üzere batılı
için dinî baskı salt bir ihtimal değil, tarihsel bir vakıadır da. Kilisenin tutumuna ek
olarak, buna karşı ayaklanan Protestanlığın güçlenir güçlenmez aynısını yapması,
batılı zihinlerde, arkasında siyasî erkin gücü olan bir dinin/mezhebin baskıcı bir
kimliğe büründüğü kanaatini iyice kökleştirmiş ve din (aslında kilise) ile siyasetin
ayrılması fikri gelişmeye başlamıştır.
159
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev: S. Babür, Kebikeç Yay., Ankara, 2005, s. 9; ayrıca Talisse, s.
7. Hegel’in benzer bir örneği için bkz. Tarihte Akıl, s.63.
160
Talisse, s. 7.
161
Aristoteles, Politika, çev: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, Đstanbul, 1993, s. 7.
55
Bununla beraber, bu ayrılık derhal sağlanabilecek bir şey değildir. Bu yüzden,
devletin ödevini, iyi anlayışlarını geliştirmek ve vatandaşlarını ahlâken daha iyi
insanlar yapmak, onları öbür dünyadaki selametleri için hazırlamak, hülasa “erdem
peşinde” koşmak şeklinde belirleyen görüş çürütülmeliydi. Orta Çağ devletini dinin
dogmalarıyla örtüşerek rasyonelleştiren Aristotelesçi teleoloji olmuştu. Doğa
felsefesindeki Aristoteles-Batlamyus egemenliğinin kırılmasıyla, kutsal kitaba
dayanan evren görüşünün yara alması gibi, buna paralel olarak siyasette kırılma
yaşanmıştı. Aydınlanma’nın teolojiden arınmış, mekanik işleyen doğasının
siyasetteki muadili Hobbes’un Leviathan’daki mekanik insan ve mekanik devlet
anlayışıdır.
Öyleyse
doğa
felsefesindeki
“Kopernik
devrimi”ni
siyasette
gerçekleştiren -devleti bugünkü anlamda ilk defa kullandığı ve bu dünyadaki yarara
indirgediği söylenen Machiavelli ilk adım olabilirse de- tam manasıyla Hobbes’tur
diyebiliriz.162 Modern siyaset, doğa filozoflarının dünya yerine güneşi koymaları
gibi, önce Tanrı yerine devleti, sonra devlet ve toplum yerine bireyi merkeze
almasıyla hatırı sayılır bir devrim gerçekleştirmiştir. Bireyin, varolan hemen
herşeyin, tabiatın, hayvanların, bitkilerin, devletin, toplumun, hatta Tanrı’nın
etrafında döndüğü, araç haline getirildiği ve en nihayet -Kant aksini iddia etse deötekinin bireyin aracı olduğu bir “güneş-birey teorisi”, modernitenin merkezindeki
fikir olmuştur.
Orta Çağ siyaset düşüncesinin zeminin felsefî olarak altından çekilmesi,
Aristoteles ile hesaplaşmayı gerektirmektedir. Katoliklik, dinin bilginin sınırları
dışına çıkarılmasıyla konu dışına itilebilir, ama gerisinde Aristoteles vardır.
Aristoteles’in
teleolojik
doğa
felsefesi
Hristiyanlığınkine
uyduğu
(ya
da
uydurulduğu) gibi, siyaset felsefesi ereksel yapısı sebebiyle araç haline gelmiştir.
Hristiyanlığın kendini tek iyi olarak görmesi, dünyaya yaratılış gereği imtihan için
gelindiği ve ereğinin öbür dünyadaki selamete kavuşmak şeklindeki hem teolojik
hem teleolojik inancı, Aristoteles’le desteklenmiştir. Evrensel Hristiyan devletinin
gayesi, tek doğru iyi anlayışı olan Hristiyanlığın (Katolik yorumunun) inananlarını
162
Takış’a göre klasik bilgeliğin manzumeler zincirini Machiavelli kırmış, ahlâkı siyasetin dışına
itmiştir. Ancak, rasyonel amaçlı ve çıkara dayalı bir düzenin yasaları ilk defa Leviathan’da ayrıntılı
olarak betimlenmiştir. Devletin kökü artık metafizikte değildir. T. Takış, Yeni Leviathan, Doğu Batı
Dergisi, Sayı 21, 2002-3, Ank., 2006, s. 8. Newton, Kopernik, Galileo’nin, doğanın mekanik de olsa
bir yaratıcıya ihtiyacı olduğunu düşünmeleri gibi, Hobbes da mekanik sisteminin tepesinde bir Tanrı
düşünür.
56
ve yurttaşlarını* ahlâken en erdemli, en mükemmel, en iyi insanlar (veya Katolikler)
haline getirerek, onların en yüksek iyisi olan öte dünyadaki selametini temin etmek
biçiminde Aristotelesçi biçimde formüle edilmiştir.163 Dolayısıyla modern teori
Aristoteles’le mücadele eder (liberaller-cemaatçiler kavgasında cemaatçiler Kant’a
karşı Aristoteles’e ve onun erdem anlayışına dönerler. MacIntyre’in kitabının adı
beyhude Erdem Peşinde veya değildir). Devletin amacı en yüksek iyiyi istemek
olarak kabul edilirse, neyin o toplumda en yüksek iyi olduğu düşünülürse, devlet o en
yüksek iyiye ulaşmanın aracı olacaktır. Bu ise, devletin en yüksek iyisinin dışında
kalanlar için baskı, zulüm demektir.
Devlet, modernler için doğal bir olgu değildir ve bireyden önce
gelmemektedir. Oysa Aristoteles’te bütün parçadan önce gelir. “Birey nasıl bir
parçası ayrıldığı zaman tümüyle kendine yeterli olmazsa, o da tıpkı öteki parçaları
gibi bütünle ilişki içindedir.”164 Bundan devletin doğada var olan şeyler sınıfına
girdiği ve insanın doğadan siyasal bir hayvan olduğu sonucu çıkar.165 Kant’ın
amaçlarını koyan bireyi ile Aristoteles’in siyasal hayvanı çatışmaktadır. Zoon
politikon kendinin belirlemediği doğaya ulaşmak için çabalıyor ve ancak ona
ulaşmakla mükemmeliyet kazanıyorken, Kant’ın bireyi devletten önce de eksiksiz ve
“kendi amacını kendi koyabilen” olduğu için özgür ve mükemmel bir varlık olarak
saygıyı hak eden bir öznedir. Hiç bir semavî din için parlak bir mümin
sayılamayacak Aristoteles’in dindar düşünürlerce kabul görmesinin sebebi, onun
doğasının yerine Tanrı’yı koyarak teleolojiden bir teolojik siyaset çıkarabilme imkânı
olsa gerektir. Đnsana, ancak ona ulaşmakla mükemmel, erdemli olabileceği amacı,
ereği koyan Tanrı’dır. En yüksek iyi cennet krallığına girebilmektir.
*
“Yurttaşlık” ifadesine, bu kavramın ancak modern siyaset felsefesi ile mümkün olduğu, o zaman için
ancak “sürü, tebaa, kul” denebileceği itirazında bulunabilir, ancak meselemiz bu değildir. Önemli olan
burada birincinin ikincinin gereği olmasıdır. Liberal tarafsızlık buna karşıdır. Bir inancın müntesibi
olmak veya olmamak, dünya görüşünü değiştirmek, kişinin vatandaşlık statüsünü değiştirmeyecektir.
Rawls buna temas edecektir.
163
St. Thomas (1225-1274)’ın bazı yazılarının başlıkları Aristoteles ile olan bağı açıklamaya kafidir.
Her Eyleyen Bir Amaç Đçin Eyler, Her Eyleyen Bir Đyi Đçin Eyler, Kralın Ülkesindeki Krallığın
Bedendeki Ruhu ve Kâinattaki Tanrı’ya Benzerliği, Nihai Amaca Ulaşmak için Kral Tebasını Erdemli
Bir Yaşama Yöneltmelidir. O da Aristoteles gibi insanın toplumsallığını kabul eder. Toplum hayatın
gereksinimlerini karşılamada daha mükemmeldir. bkz. St. Thomas Aquinas on Politics And Ethics,
Translated and Edited by P.E. Sigmund, Norton Company, New York, 1988, s. 14-15 ve 25.
164
Aristoteles, Politika, s. 10.
165
A.g.e., s. 9.
57
Devleti bireyin önüne koyan Aristoteles, bireyin ancak bütün içinde tam
olabileceğini ifade ederek liberalizme zıtlık sergilemiştir. Modern siyaset düşünürleri
ise “at ile arabanın yerini değiştirerek” bireyi toplumun (devletin) önüne
yerleştirmişler ve böylece bireyi devletten önce ve ondan bağımsız ve “tam” kabul
ederek, onun devlete muhtaç olmasını, yani devlet içinde kendini gerçekleştirmesi
fikrini çürütmeye çalışmışlardır. Bu bireyin ödevleri, amaçları, yükümlülükleri
yoktur, hakları vardır. Bu haklar ise özgür, özerk olmalarından ileri gelen “onboard”
ve “negatif” haklardır.166 Bu fikrin gayesi, kimse tarafından verilmeyen, bizzatihi
varolan bu (zatî) hakların, kimse tarafından alınamayacağını ispatlamaktır. Đnsanın
hiçbir iyi anlayışını tamamlama, apriori bir hedefin peşinde koşma ve
mükemmeliyetini, saygınlığını buna borçlu olma yani anlam borcu yükümlülüğü
olmayınca, devlete de borcu olmayacaktır. Đnsanın devlete karşı eli güçlenmiştir,
artık devlete doğal olarak giren eksik bir yaratık değildir. Devlet, kendi arzusu,
çıkarları için zevkine göre dayayıp döşediği bir yapaylıktır. Đnsan isterse bunun içini
veya tamamen kendisini değiştirebilir. Đnsan varlığını devlete değil, devlet varlığını
ona borçludur. Devletin amacı, yurttaşlarının iyi anlayışlarını yüceltip, öte dünya
selametlerini sağlamak değil, sadece kendisinden bağımsız olarak varolan haklarını
korumaktır. Liberal siyaset teorisi devletin belli bir iyi anlayışını benimseyip, bunu
herkese kabul ettirmeye çalışmasını kerih görür ve devletin her bireyin kendi özgür
iradesiyle seçtiği iyi hayat biçimini sürdürme olanağını sağlayacak tarzda
şekillenmesini savunur. Böylece bu tarafsız devlet aracılığıyla hem çoğulcu
166
Hünler’in MacIntyre’in yardımıyla söyledikleri ufuk açıcı olabilir; Aydınlanma ve sonrasında
teleolojinin reddi ile Aristotelesçi etik yerinden olmuştur. Aristoteles insanı belli bir işlevi olan yaratık
sayarken, modernlik onu iradesinden bağımsız hiçbir doğru veya belirli amacı bulunmayan “rasyonel
bir fail” kabul eder. Bu ise Aristoteles düşüncesindeki “olduğu şekliyle insan” ile “olabileceği şekliyle
insan” ayrımının silinmesini de beraberinde getiren bir anlayıştır. Modernite, insanı, kendisinin
dışında olan telos ile değil, içsel olan aklının buyruklarıyla yönetilen bir varlık olarak anlar, seçim
yapan, karar veren fail şeklinde düşünür. Neticede, kendilerine anlamını veren teleolojik ardalandan
mahrum kalan erdemlere ilişkin moralite tutarsız ilkeler kümesine indirgenir. Modernitenin
yabancılaştırıcı koşullarında, iyimizi toplumca belirlenen bir şey olarak düşünemez hale geliriz; artık
birbirinden yalıtılmış seçim failleri olmaktan başka varlığımız kalmaz. Gelenekten koparılan ve
soyutlanan rasyonelitenin gücü, artık, bireyin değil başkalarına, kendine bile eylem sebebini
açıklamasına imkân sunamayacak kadar zayıftır. MacIntyre’in bireyci liberallere karşı göstermeye
çalıştığı şey, bir gelenekten bağımsız hiçbir rasyonelitenin olmadığıdır ve farklı iyi algılarının
serpilebileceği nötr bir rasyonel ilkeler çerçevesi verme vaadinin yerine getirilemez olduğudur.
Kısacası, MacIntyre, modern emotivist selfin “ben, olmayı bizzat seçtiğim şeyim” tutumunu reddeder
ve “narratif self kavramını” ileri sürer. Hünler, s. 308-309.
58
toplumun gerekleri karşılanmış olur, hem ortak genel bir iyi hayat ülküsü uğruna
bireylerin hakları ve özgürlüklerinden olmaları engellenir.167
Modernler iyi hedefini terk etmişlerdir. Hakları, özgürlükleri korumaya
yönelmişlerdir, kilise baskısının intikamını almak için, sebebi gördükleri herşeye
saldırmışlar, erdemi, ahlâkı bir kenara itip, özgürlüğü yeğlemişlerdir. Devleti de iyi
anlayışlarını değil, haklarını muhafaza eden, liberalizmin klasik türünde, bir “gece
bekçisi” olarak tasarlamışlardır. Talisse’nin ifadeleriyle “biz artık doğanın şeylere
amaç koyduğunu da, doğa olaylarının teleolojik açıklamaları olduğunu da kabul
etmiyoruz. Geleneğin metafiziksel varsayımları yerinden edilince, siyasete ilişkin
yeni bir düşünme tarzı tezahür etmiştir.”168 Liberal teori bu yeni siyasî düşünce
biçiminin, en karmaşık ve anlaşılması en zor olanıdır.169 Liberal devlet, ahlâkî bir
kılavuz değildir, bir gece bekçisi olarak görevi düzeni korumak, insanların
hayatlarını ve haklarını muhafaza edip, bu hakları çiğneyenleri cezalandırmaktır. O,
yurttaşlarının ahlakî mükemmellikleri ile ilgilenmez. Kaldı ki liberaller, tek bir iyi
hayat tarzı olduğuna dair Aristotelesçi fikirden kuşku duyarlar.170 Rawls TJ’de hak
ve iyi arasındaki farklardan birine, bireylerin iyi anlayışlarının farklılaşabileceğini,
ancak iyi-düzenlenmiş bir toplumda hak kavramının sabit olacağını söyleyerek işaret
eder. Bireyler aynı hak ilkelerini benimserler. Ancak iyi anlayışlarını farklı şekillerde
bulabilirler ve birisi için iyi olan, diğerleri için olmayabilir. Đyi-düzenlenmiş
toplumda bireylerin hayat planları farkıdır ve şahıslar kendi iyilerini belirlemede
serbest bırakılırlar. “Đyi kavramlarının bu çeşitliliği özünde iyi bir şeydir. Yani iyi
düzenlenmiş bir toplumun üyeleri için planlarının farklı olmasını istemek
rasyoneldir.”171
Süreci, “katolik kilisesi egemenliğindeki evrensel Hristiyan devlet; bu
devletin gücü kırılınca kralların ilahî hakları (Filmer) kuramı; sonra sözleşme teorisi
vasıtasıyla iktidarın kaynağının yeryüzüne indirilip, insanlar eliyle devlete verilmesi
(Hobbes=Leviathan= Tanrı-devlet); bundan sonra ise Locke ile başlayan bir yönelim
167
L. Köker, Đki Farklı Siyaset, Vadi Yay., Ank., 1998, s. 63.
Talisse, s. 11.
169
A. Vincent, Modern Politik Đdeolojiler, çev: A. Tüfekçi, Paradigma Yay., Đst., 2006, s. 33.
170
Talisse, s. 13.
171
TJ, s. 393. Hegel’in tarihin motoru olduğunu ileri sürdüğü özgürlüğü, Antik Yunan’ın en yüksek
yaşam biçimi kabul ettiği devlet ile tinin gelişimini kendisinde tamamladığına inandığı çağdaş
anayasal devlette birleştirmesi hakkında yorumlar için bkz. F. Yalvaç, Hegel’in Uluslararası Đlişkiler
Kuramı: Dünya Tini, Devlet ve Savaş, Phoenix Yay., Ankara, 2008, s. 26-27.
168
59
ile sadece iktidarın meşruiyetinin değil, işleyişinin ve organizasyonunun da
sekülerleştirilmesi” olarak özetleyebiliriz.* Tüm bu safhalar boyunca peyderpey birey
belirmiştir. Bu birey, sadece kendisine dayanarak, yaşayacağı toplumu inşa edecektir,
teleoloji veya teoloji değil, siyaset (bilimi) yapacaktır.
Rawls’un düşüncelerinin içinde serpildiği bağlamları ve liberalizmle ortak
bazı kavramları bu şekilde serimledikten sonra Adalet Teorisinin temel fikirlerini, PL
ile bağlantı veya bağlantısızlıklarını elimizden geldiğince belirterek, ele alabiliriz.
C. Rawls’un Adalet Teorisi
TJ’deki kimi düşünce ve kavramlar PL için azımsanmayacak bir önemi
haizdir. Kısacası, şu an geldiğimiz noktada, Rawls’un PL’de, TJ’deki düşüncelerinin
yanlış olduğunu değil, eksik olduğunu savunduğuna inanıyoruz. Buna göre Rawls’u
anlamak için, TJ (Adalet Teorisi) +PL (Siyasal Liberalizm) = Hakkaniyet Olarak
Adalet diyebiliriz. Özellikle çalışmamızın konusu bakımından önemli kavram ve
fikirlerin nüvelerinin TJ’de varolduğunu, bunların PL’deki anlamlarının zımmen
bulunduğunu ve PL’deki hallerine genişletilecek kadar açık uçlu olduklarını
müşahade etmekteyiz. Bunların en önemlisi iyi anlayışlarına dair düşüncelerdir.
Rawls, iyi anlayışlarına ilk eserinde verdiği alanı, ikincide pek değiştirmemektedir.
Bu bağlamda biz Rawls’un yalnızca metodunu, bir dereceye kadar öncüllerini
değiştirdiğini ama konumuzu ilgilendiren hususlarda, yani iyi anlayışlarının
konumunda farklı sonuçlara ulaşmadığını belirteceğiz. Her iki eserde iyi anlayışları
karar alma süreçlerinde ve mekanizmalarında, kendileri için oldukça sınırlayıcı olan
belirli kıstasları karşılamadıkça, yer alamazlar.172 TJ’den izlediğimiz bazı kavramları
*
Ayrıntı önemlidir. Hobbes siyasî erkin meşrulaştırmasını sekülerleştirse de, dini devletten ayırmaz,
bilakis dini devletin emrine verir ve bu şekilde Orta Çağ’ın din devleti yerine, o, devlet dini oluşturur
(Bizantinizm). Yani Hobbes kilise ve devleti ayırmamış, birleştirmiştir. Daha doğrusu sözleşmeden
mutlakiyet çıkarma manevrası gibi, yine bir manevra ile bağlı olan ile bağlanılanı değiştirmiştir.
172
Kanaatimiz, iki eser arasında, en azından ulaşılan sonuçlar açısından kopukluk olmadığı, derin bir
“örtüşen mutabakat”ın bulunduğudur. PL’nin girişinde, buna şöyle işaret edilir: “(PL’deki) konular, şu
anda hem kendileri arasında hem TJ arasında arzulanan bütünlüğe sahiptir; bütünlüğü sağlayan onların
konularıdır; (yani) siyasî liberalizm fikri.” Rawls, Political Liberalism (Expanded Edition), Columbia
Univ. Press, New York, 2005, s. XIV. Rawls’un girişte, TJ ile PL arasında bazı çok önemli kavram ve
muhteva farklılıklarından söz etmesine karşın, hatta TJ’de anlatıldığı biçimiyle “iyi-düzenlenmiş
toplumun” gerçekçi olmadığı, “hakkaniyet olarak adaletin” kapsamlı bir öğreti olduğu “itirafına”
rağmen, iki kitap arasında “ruh ve muhteva” birliği olduğunu belirtmesi gözden kaçırılmaması
gereken bir durumdur. Bunun, sadece yöntemin ve çıkış noktalarının değiştiği ama neticelerin
değişmediği inancımızı desteklediğini düşünüyoruz. Zaten o, TJ’nin Fransızca çevirisine yazdığı
önsözde, kitabına dair yapılan birçok eleştirel tartışmaya rağmen, hala ana hatlarını benimsediğini
belirtir. Elbette bazı şeyleri farklı yapmış olmayı istediğini, ancak bazı iddiaların hilafına, yeniden
60
PL’de tekrar müstakil olarak ele almayarak, iki eser arasında konumuz lehine bir
denge sağlamaya gayret edeceğiz. Böylelikle çalışmamızı daha geniş Rawlsçu
fikirler silsilesi içinden incelemiş olmayı umuyoruz. Rawls’un düşüncelerini, gerekli
olan yerlerde başvuracağımız yorumlar haricinde, doğrudan kendi yazılarından
aktaracağız. Rawls’un karmaşık örgüsünde kaybolmamak için, düşüncelerini sıralı
bir
biçimde
ortaya
koymanın,
döngüsel
sistematiğinin
zorluklarından
uzaklaştıracağını ümid ediyoruz.
TJ üç bölüm ve seksen yedi alt başlıktan müteşekkildir. Rawls, eserin birinci
bölümünde kavramlarını tanıtır ve ideal anlamlarını verir. Adı “Teori” olan bu ilk
bölümde meşhur “iki adalet ilkesi”ni temellendirir ve formüllendirir. “Kurumlar”
adlı ikinci bölümde, “ilk durum”, “peçe” ve “sözleşme” aracılığıyla bir soyutlama
durumunda, ideal bir ortamda saptanan bu iki ilkenin “gerçeğe” uygunluğu, yani
uygulanabilir olup olmadıklarını ele alır ve anayasa aşaması burada devreye girer,
“bilmezlik peçesi” incelir.* Üçüncü bölüm “Amaçlar”dır. Burada adalet ilkelerinin
iyiliği üzerinde durur. Rawls, iyi-düzenlenmiş toplumda adalet ve iyinin örtüştüğünü
ispata çabalar, “zayıf (thin) ve tam (full) iyi teorisi” açıklanır. Đlk durumdaki “cehalet
peçesi” arkasındaki tarafların “zayıf iyi teorisi” vasıtasıyla, iki adalet ilkesinden
gayrısını seçmeleri engellenir. Yani Rawls, sırasıyla ilkelerinin nazarî hallerini
tasarlar, sonra kurumlara uygulanırlığı ile sağlamasını yapar ve nihayet bunların
ahlâken iyi olduklarını söyler.173 “Siyaset felsefesini yeniden canlandıran”174 TJ,
yazacak olsa, tamamen farklı bir kitap yazmayacağını da ekler. bkz. Rawls, Preface for the French
Edition of A Theory of Justice in Collected Papers, Edited by S. Freeman, Harvard Univ. Pres, 1999,
s. 415.
173
Geniş bilgi için bkz. Hünler, s. 25-28. Rawls, kurumların anayasal demokrasinin kurumları
olduğunu söylemektedir. Yani “iki adalet ilkesinin” doğal siyasî neticesi “Anayasal (liberal)
Demokrasi”dir. Ancak sorun şudur: Đlk durum, peçe ve sözleşmenin mantıkî ve hakkaniyetli sonucu,
iki adalet ilkesi ve buna bağlı olarak da eşitlik ve özgürlüğün aynı potada eriyeceği adaleti en iyi
karşılayan sistem olarak liberal demokrasi değildir. Rawls, zaten liberal demokrasiyi baştan
benimsemiştir. TJ, “tarihi geri işleterek” sistemin nasıl rasyonelleştirilebileceği, ahlakî
gösterilebileceği, belki evrenselleştirilebileceğini ispat gayretidir. Rawls, daha Hobbesçu, daha
mütevazı biçimde -ama bizce zahirde- “liberal demokrasi”yi mecburi, asgarî (olmayışı kavga sebebi)
bir müşterek olarak savunmuştur. Bizce Rawls’un, (önce) inandığı Tanrısını (sonra) kanıtlayan
dindardan farkı yoktur. Bu meyanda TJ’de ve bilhassa PL’de bolca gaye nizam (istikrar) delili
olduğunu söyleyebiliriz. Rawls liberal demokrasiyi düşünsel dengenin sonunda bulmaz. Đnancını,
kabulünü gerekçelendirmeye, bu arada ufak rötuşlarla daha cazip hale getirmeye çalışır. Peçe
gerisindeki “hayal oyuncuları” ilk durumdaki taraflardır. Gölge oyuncuları Rawls’un istediklerini
seçerler (daha doğrusu seçmezler, mecburen alırlar.) Rawls’un duruşu karışıktır. Đlk durumdaki peçe
gerisindeki bireyler hakkında, başlangıçta “bu teorideki kişi, olay ve kuramların gerçeklerle ilgisi
yoktur, tamamen kurgudur” dese de, ikna edici değildir.
61
böylece mantıksal potizivizmin siyaset felsefesi konularını felsefenin dışına çıkaran
anlayışlarının hâkimiyetini kırarak, sayısız tartışmaya neden olmuştur.175 TJ siyaset
teorisinin 1970 ve 1980’ler esnasındaki Rönesans’ının biricik önemli güdüsüdür176
ve liberalizmin konumu için ümit vaat etmektedir. Şayet TJ’nin içerdikleri doğruysa
liberalizm, muhafazakârlık ile sosyalizm arasında bir uzlaşma değil, güçlü temelleri
olan müstakil bir öğreti olacaktır.177
Rawls, muhataplarından bir düşünce deneyine girmelerini yani rızalarını
almak durumunda oldukları diğer insanlarla beraber toplumsal ve ekonomik
kurumları düzenlemeye çalıştıklarını hayal etmelerini ister. Bu, “toplumsal
sözleşme”ye başvuru anlamına gelir.178 Sözleşme teorisi siyasî egemenliğin
kaynağının halk olduğunu temellendirme aracı olarak, egemenliğin gökten geldiği
anlayışının aşınmasını hem sağlar ve hem ortaya çıkan meşruiyet boşluğunu
doldurur. Sözleşme teorisi ve “tabiat hali” anlayışı, filozofa toplumu-devleti istediği
gibi inşa etme olanağı sağlar. Böylece sözleşme düşüncesi sıfırdan hareket etme ve
düşünüre “kurucu aklı” ile mimarlığa girişme imkânı verir. Adaletin birincil sorusu,
bir
toplumun
temel
siyasî,
toplumsal
ve
ekonomik
kurumlarının
nasıl
düzenleneceğidir. Adalet, toplumun kendisiyle, hakları, toplumsal vazifeleri ve
sorumluluklarını dağıttığı ilkeler bütünüdür denilebilir. TJ’nin projesi bu ilkelerin
sistemli bir izahını sağlamaktır. Liberal bir adalet kavramı, bireylerin haklarının
birincil önemi olduğu, devletin bireyler onu ihdas etmeyi seçtiği için var olduğu ve
görevinin yurttaşlarını ve haklarını koruma olduğu fikirlerinden doğar.179 Rawls,
inşaya sözleşme ve ilk durum ile başlar.
174
C. Kukathas and P. Pettit, Rawls: A Theory of Justice and its Critics, Standford Univ. Press,
Standford, 1990, s. X.
175
Haşlak, mantıksal pozitivizm ve analitik geometrinin egemenliğinde, siyaset felsefesinin öldüğüne
ve ahlak-adalet konularının doğruluk değerlerinin kabul olunmadığına dair görüşleri anlatıyor. Đ.
Haşlak, John Rawls’un Siyaset Teorisinde Adalet Anlayışı, s. 40-47.
176
S. Mulhall and A. Swift, Liberals and Communitarians, Blackwell Publishers, Oxford, 1996, s. 1.
177
Ryan, s. 138. Ryan, Rawls Endüstrisi ifadesini ödünç aldığımız yazardır. bkz. s. 134.
178
A.g.e., s. 138-139. Ryan’a göre, Rawls “Teori”ye üç kez geri dönmüştür. Felsefeyi kavramların
analizi ile sınırlandıran felsefelere karşı, TJ ihtilaflı siyasal konuların tarafını tutar. Sivil itaatsizliği
savunur. Ekonomik kurumları toplumsal adalete bağlı kılmayı amaçlar. Đkinci olarak, en küçük ilk
ilkelerden hareketle, bu ilkeleri her biri olguyu kapsayacak bir şekilde sistematik ve kapsamlı bir
adalet kuramı görevi üstlenmesiyle de Teori’ye dönüştür. Rawls ile Kant mimarî nitelikteki
sistemlerinde ortaktır. Teori’ye üçüncü dönüş ise en şaşırtıcısıdır. Tüm sisteminin temelindeki
entelektüel aygıt “toplumsal sözleşme”dir. s. 139-140.
179
Talisse, s. 20-21.
62
1. Toplumsal Sözleşme
Rawls, amacının ahlâk felsefesine egemen olan yararcılığa alternatif bir teori
geliştirmek olduğunu söyledikten sonra sözleşme teorisine müracaat eder.180 Hume
ve Bentham’ın eleştirileriyle etkisini kaybeden181 sözleşme teorisi böylece büyük bir
sistemin temeli olmaktadır:
“Yapmaya çalıştığım şey, Locke, Rousseau ve Kant’ta var olan geleneksel toplumsal
sözleşme teorisini genelleştirmek ve daha yüksek bir soyutlama seviyesine çıkarmaktır. Bu
yolla, teorinin genellikle onun için ölümcül olduğu düşünülen açık itirazlara artık açık
olmayacak şekilde geliştirilebileceğini umuyorum. Ayrıca bu teori egemen yararcılık
geleneğine üstün bir alternatif, sistemli adalet teorisi sunabilecek gibi görünmektedir. Sonuç
olarak ortaya çıkan teori özünde bir hayli Kantçı’dır.”182
Geleneksel düşünceler arasında, “düşünülmüş yargılarımıza” en çok uygun ve
demokratik bir toplum için en uygun ahlâkî temeli sağlayacak olan sözleşmedir.183
Rawls, geleneksel sözleşme teorisini genelleştirmek ve daha soyut kılmakla,
sözleşmeyi özel bir topluma giriş anlaşması olarak değil, daha ziyade, toplumun
temel yapısına yönelik adalet ilkelerinin belirlendiği bir fikir olarak anlamayı
kastetmektedir. Đlk durumda belirlenen bu ilkeler, daha sonraki tüm anlaşmaları,
dahil olunacak toplumsal yapıyı belirler. Rawls, adalet ilkelerini bu çeşit düşünmeye,
adalet teorisinin de adı olan, “hakkaniyet olarak adalet” der.184
Eserin I. Bölümü, “doğruluğun düşünce sistemlerinin ilk erdemi olması gibi,
adalet toplumsal kurumların ilk erdemidir”185 sözleriyle başlar. Bir teori ne kadar şık
olursa olsun, doğru değilse red veya ıslah edilmelidir. Herkesin adalet üzerine tesis
180
A.g.e., 29.
Sözleşmenin tenkidi için bkz. D. Hume, Rıza’nın Gereksizliği; J. Bentham, Gerçek Temel Olarak
Yarar, Siyasal Düşünce, s. 98-102. Ayrıca Hegel’in sözleşmeyi devletin temeli saymayan ve devletin
bireye önceliğini savunan fikirleri için bkz. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, s. 198-201,233.
182
TJ, s. XVIII. Rawls, bu düşüncelerinin orjinalliği iddiasında değildir. Amacı bu fikirlerin gücü tam
olarak anlaşılsın diye, basitleştirici araçları kullanarak genel bir çatı altında düzenlemektir. Ancak
Talisse’ye göre bu tevazudur. Hakkaniyet olarak adalet, sözleşmeye bir dizi yenilikler getirmiştir.
Sonuç, sözleşme geleneğinde zeminini bulan oldukça orijinal bir adalet teorisidir. Talisse, s. 29.
183
TJ, s. XVIII. Burada soyut olarak sözleşme geleneğinde bulduğu demokratik toplumun ahlakî
temelini Rawls PL’de doğrudan ABD’nin demokratik kültürünün kendisinde bulur.
184
TJ, s. 10.
185
A.g.e., s. 3. Sandel, adaletin ilk erdem olmasını Rawls’un şahıs anlayışıyla ilişkilendiriyor. Bir
şahsın değerleri ve amaçları Benin niteliği olduğu ama kurucusu olmadığından, topluluk duygusu da
iyi-düzenlenmiş toplumun sadece niteliğidir, yapıcısı değildir. Ben, amaçlarına öncel olduğu için, iyidüzenlenmiş toplum da üyelerinin amaçlarına -bu amaçlar cemaatçi ya da başka olsun- önceldir. Bu
anlamda hem ahlâkî hem epistemolojik olarak, adalet sosyal kurumların ilk erdemidir. Sandel, s. 64.
Bunun anlamı, bizce, bir kez daha, Rawls’un toplumunun liberal iyisinin -liberal olmayanyurttaşlarının iyisinden evvel olduğudur. Bu döngü kırılamaz. Çünkü adaletin ve hakkın önceliğini
savunan bir toplum fikri bazı vatandaşların iyilerinin önüne konmaktadır ve böylece liberal bireyler
diğerlerinden avantajlı olmaktadır.
181
63
olunmuş bir dokunulmazlığı vardır. Adalet, birisinin özgürlüğündeki bir kaybın
diğerlerince paylaşılan daha büyük bir iyi tarafından haklı kılınamayacağını öngörür
ve çoğunluğun sahip olacağı daha çok fayda uğruna, azınlığın sıkıntı çekmesine izin
vermez. O şöyle der:
“Adaletle korunan haklar siyasî pazarlık veya toplumsal çıkar hesaplarına bağlı
kılınamaz…Bir adaletsizliğe ancak daha büyük bir adaletsizlikten kaçınmak adına müsamaha
gösterilebilir. Đnsan eylemlerinin ilk erdemleri olan doğruluk ve adalet vazgeçilmezdir.”186
TJ’de ilk göze çarpan, asrın ilk yarısındaki filozofların, savunulacak fikirlerin
ve ilkelerin neliğinin keşfinden ziyade etik ideallerin analizini yeğlemeleriyle ilgisini
kesmesidir. TJ bir arzulanırlık araştırması zeminine, bilhassa da toplumsal ve siyasî
organizasyon düzeyinde neyin arzulanır olduğuna dair bir avdete işaret eder.187 TJ,
siyaset felsefesini arzulanırlık zeminine döndürmekle kalmamıştır, ayrıca disipliner
sınırları yok saymada ve uygulanırlığa dair delil geliştirmekte hayli orjinaldir.
Uygulanırlığı söz konusu olanlar tabii ki Rawls’un iki ilkesidir. Adalet ilkeleri ütopik
değil uygulanabilirdir. Rawls, iki ilkeye göre ihdas olunmuş sosyo-politik
düzenlemelerin istikrarına odaklanır.188
2. Ahlâkî Bireycilik
TJ’nin bireyci karakteri, daha başlangıçta belirgindir ve bazılarına teorinin
itici gelmesinin sebebidir.189 Ahlâkî birey farklı bir türün ürünüdür. Sosyo-politik
kurumların şekillenmesinde mühim olan bireysel faillerdir ve sosyo-politik
düzenlemeler yapılırken yalnızca bireylerin çıkarları gözönünde bulundurulur.190
Rawls, Bentham ve Mill’ın etkisiyle liberal gelenekte ortaya çıkan, tabii hakları ve
186
A.g.e., s. 3-4.
Kukathas, s. 57. Rawls, hem uygulanırlık hem arzulanırlığı gözönüne alan bir kitap beklentisini
karşılayan düşünürdür. s. 6.
188
A.g.e., s. 8-9. Rawls, disiplinlerarası sınırlara hapsolmaz. Đki ilkenin karşılayacağı koşulları
tartışırken psikolojinin, ekonominin, sosyoloji ve siyaset biliminin alanlarına girer. Bu noktada
geleneksel siyaset felsefesi tam anlamıyla görülür. Disiplinsel ve meslekî kısıtlamaların, siyaseten
arzulanırın kuramsal olarak uygulanan alanla mecz edilmesi girişimi ile aşılır. Rawls’un sonuçlarına
dair hükümlerimiz ne olursa olsun, yazarlara göre, bunlar muazzam bir tutkunun entellektüel
katkısıdır. s. 10. Rawls’un arzulanırlık ve uygulanırlık ayrımında sonraki çalışmalarında uygulanırlık
lehine bir ağırlık gözlenir. Uygulanırlığın, yani istikrarın koşulları tam anlaşıldığında, ortaya çıkan
kamusal bir adalet anlayışı için en münasip aday iki adalet ilkesidir. Böylece kamusal adalet olarak iki
ilkenin uygulanırlığına dair kanıtlama, bu ilkelerin arzulanırlığına ilişkin kanıtları gölgeler. s. 10.
Đzlenimimize göre de, Rawls PL’de teorisinin büyük harfle Adalet kuramı yerine çoğulcu toplumlarda
istikrarın en uygun teorisi olduğunu iddia etmekle, uygulanırlığı daha fazla vurgulamıştır. Bu,
göreceğimiz gibi, sıklıkla Hobbes çağrışımlarına sebeb olmuştur.
189
A.g.e., s. 11.
190
Kukathas, s. 11.
187
64
sözleşme anlayışlarını reddedip, “siyasal örgütlenmeyi zorunluluk olgusu yerine
yalnızca bireylerin rasyonel tercihleri ile fayda elde etmeyi düşünmelerine
dayanarak”191 açıklamalarına karşı çıkarak sözleşme temelli, bireyleri öne alan bir
teori geliştirmiştir. Yararcılık düşüncesinde, kaynakların kıtlığı sebebiyle, her bireyin
tek tek yararlarının gerçekleştirilmesi olanaksız olduğundan, çoğunluğun yararı için
uğraşılması yeğlenir.
Sözleşme ile elde edilecek olan iki ilkeye göre inşa olunacak iyi-düzenlenmiş
topluma değinmek istiyoruz. Böylece teorinin amacı olan bu ülküyü aşina kılarak,
tüm bu kavram ve tahlil çokluğunun neyi hedeflediği baştan bilinmiş olacaktır.
Rawls da henüz kitabının ilk sayfasında, daha sonra çok çeşitli veçheleriyle
derinlemesine
inceleyeceği
kavramlarını
tanıtmakta,
sonra
teoriyi
inşaya
girişmektedir. Toplumsal üretimlerin dağıtımını belirleyen ve münasip dağıtımcı
paylar üzerinde anlaşmayı güvence altına alan bir ilkeler dizisi elzemdir. Bunlar,
toplumsal kurumlardaki hakların ve ödevlerin belirlenmesinin yollarını sağlar ve
işbirliğinin zorluklarının ve getirilerinin uygun bir dağıtımını saptarlar.192 Bu
bağlamda;
“Bir toplum sadece üyelerinin iyiliğini artırmaya yönelik olarak tasarlanmadığı, ayrıca etkili
biçimde kamusal bir adalet kavramınca düzenlendiği zaman iyi düzenlenmiştir. Yani, o
kendisi içinde I) herkesin diğerlerinin de kabul ettiklerini bildiği aynı adalet ilkelerini kabul
ettiği ve II) temel toplumsal kurumların genellikle bu ilkeleri karşıladığı ve genellikle bu
ilkeleri karşıladığının bilindiği bir toplumdur.”193
Böyle bir toplumda insanların öz-çıkar temayülleri ötekilere karşı teyakkuzda
bulunmayı gerekli kılıyorsa bile194, kamusal adalet duyguları güvenli işbirliklerine
191
H. E. Beriş, Çağdaş Liberalizmde Farklı Yönelimler: John Rawls ve Robert Nozick, Liberal
Düşünce, sayı 28, Ank., 2002, Liberte Yay., s. 198. Rawls ve Nozick kıyaslaması için bu makaleye
bakılabilir. Önemli fikir sondadır: “Farklılıklarına rağmen Rawls ve Nozick…özgürlüklerin tahrip
edilmemesi, özgürlük ve demokrasi adına edinilen kazanımların elde tutulabilmesi için Batılı liberal
demokrasilerin alternatifinin olmadığını göstermeye çalışmışlardır.” s. 213-214.
192
TJ, s. 4.
193
A.g.e., s. 4.
194
Bu cümlenin Hobbesçu tabiat anlayışına işaret ettiği düşünülebilir. Hobbes’un tutumu bellidir;
“korkulu rüya görmektense, uyanık olmak evladır.” Ancak, bireyleri birbirine düşman olan Hobbes’ta
(bile), Locke ve Rousseau’da taraflar konuşarak anlaşıyorlarken yani diyalog varken, Rawls’un ahlâkî
bireyleri kendi içlerinde, monologla ilkeleri bulurlar, herkesin de aynı ilkeleri bulup kabul ettiklerini
bilirler. Monadolojiye ilişkin ifadelerimizin bir sebebi budur. Rawls, kendi içinde yaşayan atomik
bireyler kabulüyle kalmayıp, pencereleri olmayan bu bireylerin (peçeyi hatırlayalım) sonuçta aynı
kavramlara, hiç konuşmaksızın, ulaştıklarını söyler. Bunun tek açıklaması ancak “önceden kurulmuş
uyum” olsa gerektir; kendi içinde ama aynı süreçleri yaşayan monadlar. Leibniz’de bunu Tanrı
sağlıyordu, Rawls’ta ise Kantçı ahlâkî öznenin kendisi sağlamaktadır. Habermas’ın “iletişimsel
rasyonalite” ile yaptığı eleştiri ve demokrasinin liberalizmle gerilimi buna dayanır görünmektedir.
65
imkân verir. Bu noktada Rawls, makul-rasyonel ilişkisine zımmen dokunur ve
adalete duyulan genel iştiyakın diğer amaçları izleme çabalarını sınırladığını
söyler.195 Böylece, makul olanın (adil/hak) rasyonel (iyi) olana öncelliği, üstünlüğü
ve onu kısıtlayıcı gücü ima edilmiş olur. Kamusal adalet anlayışı, iyi-düzenlenmiş bir
insan topluluğunun temel karakterini oluşturucu bir kavramdır.196 Mevcut toplumlar
nadiren bu anlamda iyi-düzenlenmiştir, çünkü neyin adil neyin olmadığı genellikle
tartışmalıdır. Fakat onların yine de bir adalet mefhumuna sahip olduklarını
söyleyebiliriz. Onlar temel hak ve ödevlerin tayini ve işbirliğinin yararları ve
yükümlülüklerinin uygun bir dağıtımı için bir ilkeler dizisine olan ihtiyacı anlarlar ve
onları kabule hazırlıklıdırlar. Farklı anlayışlara sahip olanlar, temel haklar ve
özgürlüklerin tayininde insanlar arasında hiçbir keyfî ayrım olmadığında ve kurallar
toplumsal hayatın yararlarına ilişkin rakip taleplerin arasında bir dengeyi
kurduğunda, kurumların adil olduklarında hem fikir olabilirler.197
Bu ifadelerin, PL’nin hakkaniyet olarak adaletin tüm kapsamlı öğreti
mensuplarınca kabul edilip, bir örtüşen mutabakatın odağı olduğu ve bir “üst
kimliğin” sağlayıcısı olarak kabul edileceği iddiasını öncelediğini düşünüyoruz.
Rawls bir şekilde TJ’deki açık uçlu düşüncelerini genişleterek, PL’ye malzeme
sağlamaktadır. Rawls, kurumların adaletini, diğer adalet çeşitlerinden farklılaştırarak,
TJ’de, PL’de ortaya koyacağı gibi, öteki adaletlerden hem bağımsız hem de onların
kendi açılarından kabul edeceği müşterek bir üst adalet kavramı (hakkaniyet olarak
adalet) tesis etmiş olmaktadır.
3. Adaletin Konusu
Adaletin birincil konusu toplumun temel yapısıdır, toplumsal kurumların
temel hak ve ödevleri dağıttığı ve toplumsal birlikteliğin getirilerinin dağıtımını
belirlediği yoldur. Rawls, temel kurumlarla siyasî anayasa ve başlıca ekonomik ve
toplumsal düzenlemeleri anladığını belirtir.198 Kurumların amacı düşünce ve vicdan
özgürlüğünün, rekabetçi pazarların, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve tekeşli
Liberallerin negatif özgürlüklerine karşı radikal demokratlar pozitif-katılımcı özgürlüklere ağırlık
vermektedirler.
195
TJ, s. 4-5.
196
JF, s. 47-48.
197
TJ, s. 5.
198
A.g.e., s. 6.
66
ailenin yasal korunmasıdır.199 Sözleşmede, toplumun temel yapısının adalet
ilkelerinin orijinal bir anlaşmanın hedefi olması kılavuz fikirdir. “Bu ilkeler kendi
çıkarları peşinde koşan varlıklar oldukları düşünülen özgür ve rasyonel kişilerin, eşit
bir başlangıç durumunda, onların işbirliklerinin temel koşulları olarak kabul
edecekleri ilkelerdir.”200 Yukarıda belirttiğimiz gibi, Rawls, adalet ilkelerinin bu tarz
düşünülmesine hakkaniyet olarak adalet ismini verir.201
4. Đlk Durum ve Cehalet Peçesi
Bu aşamada önemli ve tartışmalı bir kavram olan cehalet peçesi (veil of
ignorance) devreye girer. Rawls, peçe ile oyun teorisi ve mahkûmların açmazı
fikrini siyaset teorisine modellemiş gibi görünmektedir.
Đlk durum tabiat halinin muadilidir ve belirli bir adalet kavramına ulaşmak
üzere tahayyül olunmuş hipotetik bir durumdur. Đlk durumun temel niteliklerinden
biri, hiç kimsenin toplumdaki yerini, sınıfını veya statüsünü bilmediği gibi, sahip
olduklarını, yeteneklerini, zekâsını ve gücünü vb. bilmemesidir. Taraflar iyi
anlayışlarını ve özel psikolojik temayüllerini de bilmezler. Adalet ilkeleri bir cehalet
peçesi gerisinden seçilirler. Peçe doğal talihin sonuçları veya toplumsal koşulların
olumsallıkları yüzünden, bu ilkelerin seçiminde, hiç kimsenin avantajlı veya
dezavantajlı olmamalarını temin edecektir. Herkes benzer biçimde konuşlandırıldığı
ve hiçbirisinin ilkeleri kendi durumu lehine ayarlayamaması sebebiyle, adalet ilkeleri
adil bir anlaşmanın sonucudur. Đlk durum, koşullar düşünüldüğünde, kendi amaçları
olan ve bir adalet duygusuna sahip ahlâkî şahıslar olan bireyler arasında adildir ve bu
nedenle burada ulaşılan ilkeler adildir. Teorinin hakkaniyet olarak adalet şeklinde
nitelenmesini açıklayan budur. Bunun anlamı adalet ilkelerinin adil bir ilk durumda
seçildikleridir.202 Tabii olarak bahşedilmiş yetenekler ve toplumsal tesadüflerden
yalıtılmış bir adalet kavramı aranmaya karar verildiğinde, ulaşılacak olan Rawls’un
ilkeleridir. Bu ilkeler, sosyal dünyanın ahlâk cephesinden keyfî görünen veçhelerini
199
A.g.e., s. 6.
A.g.e., s. 10.
201
Hakkaniyet ve adalet kavramları aynı değildir. Hakkaniyet olarak adalet dendiğinde kendi sıfatıyla
adalet değil, hakkaniyet olması açısından adalet anlaşılmalıdır. Bu birliktelik, adalet ilkelerinin
hakkaniyeti bir başlangıç durumunda seçildikleri manasına gelir. Hünler, s. 30. Kantçı olan Rawls’un
hakkaniyetin adaletin tanımında içerilmeyen, bilgimizi genişleten sentetik a priori bir önerme
olduğunu düşündüğünü söylemek mübalağa olmasa gerektir. Zaten Rawls ilkelerinin kategorik
imperatif’in muadili olduğunu söyleyecektir.
202
A.g.e., s. 11 ve s. 15.
200
67
ilkelerin seçimi sürecine bulaştırılmamasını ifade ederler.203 Bireysel eğilimler,
arzular ve iyi anlayışları, benimsenen ilkelere tesirde bulunmamalıdır. Bu
kısıtlamalara riayet ederek adalet ilkeleri hakkında düşünmekle, her hangi bir anda
ilk duruma girebiliriz.204
Buna göre, varsayımsal olan ilk duruma, kendimizi peçe gerisinde saydığımız
her an girebiliriz. Rawls, peçe ile gerçek hayatta adalet hususlarında akıl
yürütüyorken,
tarafların
kendi
çıkarlarını
gözardı
etmelerini
sağlamaya
çalışmaktadır. Bunun faydası, peçe gerisinden seçilen ilkelerin kendi ilkeleri
olmasını temin etmektir. Bize göre, tarafların peçe gerisine alınmaları, gerçek bir
bilgisizlik değil, tecahül-ü ariftir. Bu, Rawls’a umduğu tarafsızlığı ve adil süreci
teminden uzaktır. Dahası, bireylerin herhangi bir anda ilk durum moduna
geçebilmeleri düşüncesi, PL’de kamusal alanda, siyasal adalet meselelerine dair
kamusal müzakerelere katılacak tüm kapsamlı öğreti müntesiplerinin de maruz
kaldığı bir kısıtlama olacaktır. Her kamusal müzakereden evvel bireyler peçelerini
takacaklar ve böylece kamusal alanı otomatik olarak ilk duruma dönüştüreceklerdir
ve
hafızalarını
askıya
alacaklardır
(veya
geçici-gönüllü
hafıza
kaybı
yaşayacaklardır). Dolayısıyla kuramın kişilik bölünmesine yol açtığını ileri
sürülebiliriz. Ardalan kültürde dindar olan biri, kamusal alanda bir anda farklı bir
kimliğe bürünür. Daha doğrusu kimliksizliğe düçar olur. Ayrıca tüm bağlılıkları bir
kenara bırakmak liberal bir tutum olduğundan, bu durumda tabiat halindeki peçeli
bireyler otomatik olarak liberal bireyler olmaktadır. Yani tarafsızlık, dolayısıyla da
hakkaniyet söz konusu değildir. Sözleşme yöntemini, cehalet peçesi, seçilen ilkeler,
bu ilkelerin hangi bilgiyle seçildiği, hangi motivasyonla kimin seçtiği gibi sorularla,
netleştirebiliriz.
Đlk durumda seçim yapanlar tüzel kişilerden ziyade bireylerdir.205 Taraflar
belli bir zamanda yaşayan tüm insanlar olmadığı gibi, ilk durum tüm gerçek veya
muhtemel şahısların bir toplanışı da değildir. Şu ya da bu şahsın tercihi farklılık
yaratmamalıdır. Kısıtlamalar öyle olmalıdır ki, daima aynı sonuçlar seçilebilsin. Bu
gerekliliği karşılamada anahtar koşul ise cehalet peçesidir. Peçe kısıtlanan ve
erişilebilen bilginin her daim aynı olmasını sağlar. Taraflar arasındaki farklılıklar
203
TJ, s. 14.
A.g.e., s. 16-17.
205
Hünler, s. 39.
204
68
kendilerince bilinmediğinden ve herkes eşit olarak rasyonel ve benzer biçimde
konuşlanmış olduklarından, her biri aynı kanıtlarla ikna olacaklarıdır. Bu sebeple
rastgele seçilmiş bir kişi açısından, ilk durumda yapılmış olan anlaşmayı
düşünebiliriz. Eğer herhangi birisi teemmül yoluyla bir adalet kavramını diğerine
tercih etmişse, herkes etmiş demektir ve bu oybirliğiyle vuku bulmuş bir anlaşmanın
gerçekleştiği anlamına gelir. Rawls bundan öylesine emindir ki, bir hakemi bile zaid
bulur çünkü tarafların muhakemeleri benzerdir.206
Belirttiğimiz üzere bu tarz bir düşünce Leibniz’in monadlarını hatırlatır. Peçe
ile penceresiz olmaları sağlanan, keza tesviye olunan bu atomik bireyler*, kendi
içlerinde ayrı süreçlerde ama aynı şeyleri düşünerek aynı sonuçlara ulaşırlar. Bu
sonuçlar Rawls’un iki ilkesi olacaktır. Rawls pazarlığı yok sayarak, ilkelerin yararcı
ilkeler olmayıp, ahlâkî ve evrensel olmalarını sağlama amacındadır. Seçim yapanlar
çağdaş olduğu için, sonraki nesillerin uğruna fedakârlık yapmayı reddederek, kendi
nesli lehine davranabilirler. Yani sonrakiler için tasarruf yapma yükümlülüğü
getirmeyen ilkeleri yeğleyebilirler. Rawls, nesiller arası adalet sorununa eğilmek
adına, sınırlamaları artırır. Hiçbir nesil sırf kendisi için ilkeler formüle edemeyecek
ve sonrakiler için tasarrufu gerektiren ilkeleri tercih edeceklerdir. Şahıslar, herkes
için tercihte bulunmakla yükümlüdürler.207 Nesiller arası adaletin sağlanması adına
iki ilkede adil tasarruf (just savings) ilkesine yer verilir. Taraflar (adaletin objektif
koşulu) ılımlı kıtlık olgusunu düşünerek çocukları için birşeyler bırakmalıdırlar.
Rawls, peçe fikrinin Kant’ın kategorik imperatif öğretisinde zımmen var olduğunu
iddia eder. Kant, maximimizi eğer evrensel bir yasa olsa nasıl olurdu diye düşünerek
test etmemizi salık verdiğinde, bizim bu hayali doğa sistemindeki yerimizi
bilmediğimizi varsayıyor olmalıdır.208
206
TJ, s. 120. Rastgele seçilen bireyin anlamı, kendimizi ilk durumda seçim yapan tek birey olarak
düşünebileceğimizdir. Yalnızca nasıl karar verdiğimizi düşünmemiz gerekir, çünkü diğerleri de aynı
tarzda düşünecektir. Bu, peçenin ittifak sağlayıcı işlevidir. bkz. Kukathas, s. 21.
*
Tesviye olunan birey/öznenin aslında tasfiye olunan özne demek olduğunu ise, modernitenin eşitlik
anlayışına savaş açan Nietzsche ve ardılları iddia etmiştir. Yaşamla ilgisi olmadan salt düşünen özne
olmakla varolan bu (bilen) bireyi, Nietzsche yadsımıştır. Ayrıca Rawls’un uluslararası ilişkilerde de
halkları monadlar şeklinde düşünmesine eleştiriler için bkz. Ş. Benhabib, Ötekilerin Hakları, çev: B.
Akkıyal, Đletişim Yay., Đst., 2006, s. 101-102.
207
A.g.e., s. 121.
208
A.g.e., s. 118, dipnot 11.
69
5. Hakkaniyet Olarak Adaletin Kantçı Yorumu
Rawls, eşit özgürlük ilkesinin içeriği ve hakların önceliği fikrinin, bu ilkelerin
kendisinden çıkarsandığı Kantçı bir adalet anlayışı yorumunu barındırdığı
iddiasındadır. Bu yorum Kant’ın özerklik kavramına dayanır.209 Kant, ahlâkî
ilkelerin rasyonel tercihin nesnesi olduğu fikri ile başlamaktadır. Ahlâk yasası,
insanların
bir
ahlâk
ülkesinde,
davranışlarını
rasyonel
olarak
yönetmek
isteyebilmeleri olarak tasarlanır. Ahlâk ilkeleri amaçlar krallığı için bir yasama
olarak düşünüldüğünde, bu ilkeler sadece herkes için kabul edilebilir değil ayrıca
kamusal da olmalıdır. Kant bu ahlâkî yasamaya insanların özgür ve eşit rasyonel
varlıklar olarak nitelendiği koşullar altında karar verileceğini düşünmektedir. Đşte
kendisinin ilk durum tasviri de bu anlayışın bir yorumlanması teşebbüsüdür.210
Böylece Kantçı bireylerin eylemleri toplumsal ve tabii tesadüflerle malul olmadığı
gibi onların kendi hayat planlarının veya onları güdüleyen arzuların esiri de değildir.
Đnsanlar günlük hayattaki olaylar karşısında da bilgilerine rağmen, kendilerini yine
ilk durum ve peçe gerisinde düşünerek eyleyebilirler.211
Bu fikirleri, “insanların kendilerini her an ilk durumda varsayılabilecekleri”
iddiası ile harmanladığımızda, Rawls’un bireylerin, ahlâkî özleri gereği tüm
olaylarda bir maxime göre eyleyebileceğini, genel bir yasa olmasını arzulayacağı
ilkeye ulaşmaya çalışacağını iddia ediyor göründüğünü söyleyebiliriz. Yani sadece
ilk durumdaki seçim süresince değil, her zaman, gerçek hayatın getirdikleri
karşısında da kendimizi peçe gerisine koyup çıkarlarımızı göz ardı ederek kararlar
alabiliriz. Bu muhakeme, PL’de kamusal alanda herkesin aniden peçe gerisine
geçebileceğini ummasının temelidir, fakat ileride değineceğimiz gibi, bizce fazla
iddialı bir beklentidir.
“Bir kimse kendi dezavantajına dahi olsa ahlâk ilkelerini kabul etmelidir.
Ahlâkî yargıları kendi çıkarlarıyla her daim çakışan birisinin hiç de ahlâklı
olmadığından kuşku duyulabilir”212 diyen Rawls’un adalet ilkelerini kategorik
imperatife benzetmesi sürpriz olmasa gerektir. Đki adalet ilkesi tarafları belirli birincil
iyileri arzulayan kimseler olarak varsayar. Birincil iyiler, insanların, başka ne
209
A.g.e., s. 221.
A.g.e., s. 221.
211
A.g.e., s. 222.
212
JF, s. 54.
210
70
isterlerse istesinler, istemeleri rasyonel olan şeylerdir. Bireyler, bir iyi anlayışına
sahip olduğu varsayılırsa da, nihaî hedefleri hakkında hiçbir şey bilmezler: “Adalet
ilkelerine göre eylemek, özel amaçlarımız ne olursa olsun bu ilkelerin bizi de
bağlaması anlamında, kategorik imperatife göre eylemektir. Bu, basitçe ilkelerin
çıkarsanmasında hiçbir olumsallığın dahlinin olmadığı anlamına gelir.”213 Đlk
durumdaki tarafların karşılıklı olarak ilgisiz olmaları, gerçek hayatta veya iyidüzenlenmiş toplumda adalet ilkelerini benimsemiş şahısların birbirleriyle ilgisiz
olmalarını zorunlu kılmaz. Eğer adalet duygusu ilk durumda kabul edilen ilkeler
uyarınca eylemeye sevk ederse, arzular ve hedefler egoistçe olmayacaktır. Şahıslar
gönüllü olarak ahlâkî bakış açısının sınırlamalarını deruhte edecektir (burası da
PL’de kamusal alanda gündeme gelecek tutumları betimler düşüncesindeyiz).214
Rawls’un önerisi, ilk durumu numenal Benlerin dünyaya baktıkları noktaya
benzer bir yer olarak düşünmektir.* Numenal Benler olarak buradaki taraflar
istedikleri ilkeleri seçmede tam bir özgürlüğe sahiptirler. Ancak onların, ayrıca bu
seçme özgürlüğü ile düşünülür dünyanın rasyonel ve eşit üyeleri olmaları
anlamındaki doğalarını ifade etme yani toplumun üyeleri olarak kendilerini
hayatlarında ifade etme arzuları da vardır. Dolayısıyla bu şahıslar hangi ilkelerin
günlük hayatta bilinçli olarak takip edildiğinde, kendi toplumlarının da bu özgürlüğü
213
TJ, s. 223.
A.g.e., s. 127-128. Öztürk’e göre kurucu rasyonalist bir felsefî duruşu olan Rawls, bireyi, homo
economicustan bir adım ileride tanımlar. Peçe gerisinde, çıkarı peşinde koşan ama bencil ve kıskanç
olmayan, ihtiyatlı, riskten kaçınan, adaletin (objektif ve sübjektif) koşulları altında yaşayan bu
bireylerin bulunduğu ilk durum sanrısı, düşüncenin içinde gelişeceği liberal bir kafestir (biz ise,
insanın içinde yoğrulduğu, şekillendiği toplumsal rahim anlamında, matrix diyoruz. Buna göre
Batının bir -sosyal- batında, oldukça fazla düşünür doğurduğunu kabul edebiliriz). Đnsanın tarihsel
boyutu dikkate alınmadığından, özgür eşitlik iddiası geçek dışıdır, peçe açıkça insanlar dünyasından
kopuktur. Fakat teoriye özgünlüğünü veren bilinen dünyanın bilinen ilişkilerini yadsımasıdır.
“Teorinin gerçekliği ile gerçek dünya arasındaki fark teorinin kendisidir.” s. 57. Son cümle önemlidir,
çünkü Rawls’un kuramını ütopik olmakla itham etmektedir. Belki de Rawls’un ilerideki “gerçekçi
ütopya” iddiaları buna benzer eleştiriler yüzündendir.
*
Đlk durum ve sözleşme düşüncesinin, bireye tarih dışına çıkma imkânı vermesi için tasarlandığından
söz etmiştik. Đnsanların, dinlere göre, ruhlar âleminde yaradanlarına verdikleri söz, tabiat halinde hem
birbirlerine hem yönetime verilerek sekülerleştirilir. Kukathas’a göre sözleşme süreci siyaset
felsefesinin nihaî ilgilerine uzaktan bakma imkânı sunabilmesi adına tasarlanmış bir aygıttır. Bu ilgiler
hangi toplumsal yapıların uygulanabilir ve arzulanır olduğudur. Kukathas, s. 26. Mulhall ve Swift’e
göre de, “hakkaniyet olarak adaletin kalbindeki ikiz fikirler” ilk durum ve peçedir. Rawls’un iyi
düzenlenmiş toplumu idare edecek ilkelerin peçe gerisindeki cahil kimselerce seçilecekleri
iddiasındaki düşünce hakkaniyeti cehaletle ilişkilendiren bir düşüncedir. Eğer kesmekte olduğum
kekin beş parçasından hangisinin benim olduğunu bilmiyorsam, keki eşit parçalara adilane bölmem
anlamlı olacaktır. Mulhall, s. 3. Kek örneği yine “mahkûmların açmazının” uyarlanmasıdır. En küçük
parçanın bana çıkma ihtimali oldukça, her parçayı eşit yapmak herkesin işine gelecektir. Her
halükarda herkes eşit parçayı alacaktır. Aksi halde paylaşım (oyun) Rus Ruleti olacaktır. Mahkûmların
açmazındaki seçim ilkesi de maximin (minimax) ilkesidir.
214
71
aşikâr kılacağına yani onların tabii olumsallıklar ve toplumsal tesadüflerden
bağımsızlıklarını tam olarak ortaya koyacağına karar vermelidirler.215
Deontolojik bu yaklaşım, dinler ve dindarlara karşı kısıtlayıcı olduğunu iddia
edeceğimiz PL’deki düşüncelerin öncüllerindendir. Ben, amaçlarından önce olunca
bu amaçların insanın kimliğinin, ontolojik varlığının bir parçası, olmazsa olmazı
değil, sadece arizî sıfatları olduğu iddia ediliyor demektir. Bu amaçların görece
ikincil olması, engellenmesi Benden bir şey eksiltmemektedir. Benin amaçlarına
öncel olması ve onları kendisinin belirlemesi sorunludur. Yani kendi dinini, ahlâkını,
iyisini kendinin koyması ve bu sayede ahlâkî olmasıdır. Schmitt’in ilk bölümde
aktardığımız, “Tanrı Kantta etik bir asalaktan fazlası değildir” fikri akla yakın
durmaktadır. Bireyin yasasını kendine dışsal bir otorite veya Tanrı koymamaktadır.
Bilakis bireyin ahlâkî olması tam da buna bağlıdır. “Aklını kullanmak cesaretini
göster” diyen Kant’ın hatası, aklı tüm zamanlar ve mekânlarda insan ırkı için
müşterek görmesi ve aklın yolunu bir saymasıdır. Oysa bireylerin aklını
kullanmalarını etkileyen sayısız etmen vardır. Ben hiçbir şekilde hayata, amaçlarına,
çevresine öncel değildir. Bireyin Benliğini çevresi, toplumu kendinden daha fazla
belirler. Daha önemlisi dinler açısından insanın amacını belirleyen kendi değil,
yaratıcıdır. Bu bakımdan amacı (yaradılış gayesi) bireyden öncedir. Dindar için
Allah’tan bağımsız ahlâk ve özgürlük olamaz. Tersine semavî dinler açısından
Allah’tan gayrısına bağlanan hürriyetini kaybetmiş, ahlâkını yitirmiştir. Rawls ve
Kant’ın akılla özgür olduklarını sandıkları birey, aslında, dinlere göre, nefsinin
kölesidir. Öyleyse insanın özgürlüğü kendini yasasını koymasında değil, sadece
Tanrısal yasayı seçip seçmemesindedir. Kaldı ki bu özgürlük hem cüz’i dir hem
bizatihi ahlâklı değildir. Zira bu özgürlüğün nefsin köleliği olmaması ve ahlâkî
olması için Tanrısal buyruğu tercih etmek gerekir. Yani özgürlüğe, ahlâka, eyleme
değerini ve içeriğini veren Tanrı’dır. Bir Đslâm, Hristiyan ve Yahudi Ahlâkı’ndan söz
215
A.g.e., s. 225. “Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi” izlenimini veren bu tarz bir Kantçı
yorumu teorinin temeli yapan Rawls, neredeyse tüm Kant ahlâkı kavramlarını ilk durum ve peçe
aracılığıyla sistemine girdirmiştir. Numenal ben, kategorik imperatif, özerklik-özgürlük, maxim, iyi
istenç vs. büyük oranda peçe yardımıyla kullanılmış ve teoriye bir ahlâkî kisve giydirmiştir.
“Kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi” dedik, zira sürekli kendi içindeki sarmallarla hareket eden bir
birey görüntüsü vardır. Özgür tercihler yaparak kendi yasasını (amacını) koyan ve yine bu kendi
koyduğu yasaya uymaya da özgür olan, bu sayede de ahlâkî kişi olan bir şey düşüncesi bizce
sorunludur. Zaten Rawls, kitabın sonlarında, Sandel tarafından tenkit edilecek olan “Benin amaçlarına
öncelliğini” iddia edecektir.
72
edildiğinde bu kastedilmektedir. Bizce, bu ahlâkın, saf-pratik veya kurucu veya
araçsal olsun, akılla inşasının varacağı noktayı gösterir. Evrensel ahlâk başka yerde
aranmalıdır.
Burada dolaylı olarak husun-kubuh (euthypro) tartışması gündeme gelebilir.
Çünkü bu mesele birkaç yönden dünyevîleşme belirtileri içerir. Kant zaten yasasını
kendi koymakla dünyevîleşme adımını atmıştır. Sonraki adımlardan biri örneğin
doğal hukukla atılabilir. Bu doğal hukuk bizatihi bir dünyevîleşme, deizm belirtileri
içerse de, adımıdır. Đlk dönemler Tanrı’nın koyduğu kabul edebilen doğal hukuk
kurallarının, zamanla ondan bağımsız da varolduğu ve akıl tarafından bulunabileceği
anlayışı gelişmiştir. Kant’ın kendi yasasını kendisi koyan birey fikri bir anlamda uç
bir noktayı işaret ediyor gibidir. Aklını kullanan aydınlanma öznesi, yeni bir husunkubuh meselesinin içinde gibidir. Zira bu sefer de Tanrı’nın tahtına oturan akıl mı iyi
ve kötüyü buluyor yoksa onun işaret ettiği iyi veya kötü mü oluyor diye sorulabilir.
Yani acaba Kant veya Rawlsçu bireyler bir şekilde kendilerine dışsal olan bir takım
iyi ve kötüleri mi buluyorlar, yoksa akılları kendi yöneldiklerine iyi, kaçındıklarını
kötü mü diyor?* Bunlara kesin cevaplar verecek durumda değiliz. Ama Kant ve
Rawls’un (peçe ile), sofistlerin bazılarının, “adalet zayıfların”, bazılarının “güçlülerin
işine gelendir” tarzı fikirlerinde ifadesini bulan olumsallıklardan sıyrılmaya
çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Seçim yapanlar hangi alternatifler arasından tercih yapacaktır? Rawls, ilk
durumdaki tarafların seçim yapacakları bir liste sunar ve kendi adalet ilkelerinin bu
listedeki diğer adalet mefhumları arasından niçin seçilmeye layık olduğunu
*
Sevindirici olan, husun-kubuh meselesi ile düşünceyi haddinden fazla ileri götürüp götürmediğimiz
tereddüdünü yaşıyorken, Kukathas ve Pettit’in de Euthyphro tartışmasına atıfla bu hususa işaret
ettiğini görmemizdir. Sokrates Euthypro’da “bir şey Tanrı onu istediği için mi kutsaldır (iyi) yoksa o
şey bizatihi iyi olduğu için mi Tanrı onu ister” diye sorar. Đşte Kukathas da benzer biçimde, ilk
durumdaki koşullar altında seçilen ilkeler adil oldukları için mi seçildiler, yoksa seçildikleri için mi
adil oldular sorusunu sorar. bkz. s. 28-28.
73
göstermeye çalışır.216 Peçe gerisindeki taraflar birçok şeyin bilgisinden mahrum
olduğuna göre, hangi bilgiyle seçim yapmaktadırlar?217 Rawls’a göre;
“tarafların bildiği yegane spesifik olgular toplumlarının tâbi olduğu adalet koşullarıdır. Buna
göre onlar insan aktivitesine dair genel gerçekleri bilirler, siyasî ilişkileri ve ekonominin
ilkelerini anlarlar, toplumsal düzenin temelini ve insan psikolojisinin yasalarını bilirler. Yani
taraflar adalet ilkelerinin seçimini etkileyen genel şeyleri bilirler. Genel bilgiler üzerine yani
genel yasalar ve teorilere bir kısıtlama yoktur, çünkü adalet kavramları düzenleyecek
oldukları toplumsal işbirliği sistemlerine ayarlandıkları için bu gibi gerçekleri hariçte
bırakmak için sebep yoktur…Bu adaletin ilkeleri, toplumun temel yapısında
mücessemleştiklerinde buna uyanların bir adalet duygusu edinmeye ve onun ilkelerine göre
eylemeye meylettikleri ilkelerdir. Bu şekilde adalet kavramı istikrarlıdır. (Bu nedenle) ilk
durumda bu türden genel bilgilere izin verilir.”218
6. Tarafların Seçim Motivasyonları
Peçe bireylerin neyin arzulanır olduğuna dair bilgilerini kararttığı için,
herhangi bir özel adalet anlayışını tercih etmemizi sağlayacak motivasyon yok gibi
görünmektedir.
Örneğin,
bir
lokantada
önünüzdeki
bir
menüden
yemek
ısmarladığımızı düşünelim. Hangi yemeği seçeceğiniz, zevkinize, paranıza vs.
bağlıdır. Fakat kendinizi bir cehalet peçesi gerisinde düşündüğünüzde ve zevkleriniz,
maddi durumunuz geçici olarak bilginiz dışında kaldığında, seçim nasıl mümkün
olabilecektir? Çünkü seçim kavramı, seçenin bazı kıstasları olduğu anlamına gelir ki,
bu sayede bir şeyi diğerine tercih eder. Fakat peçe tüm motive edici bilgileri
örttüğünden, peçe gerisinden yemek seçmek muhal görünmektedir. Bunun anlamı,
mümkün olan tek şeyin menüden rastgele bir seçim yapmak olduğudur.219
Dolayısıyla; “peçe yüzünden, herhangi bir adalet kavramını bir diğerine tercih etmek
için bir sebep yoktur…Bu koşullar altında kelimenin uygun manasıyla bir seçim
yoktur, fakat sadece tahmin veya rastgele tercih vardır.”220 Rawls, peçenin sebep
olduğu bu belirsizliğe çözüm olması için bir thin theory of good (zayıf iyi teorisi)
216
A.g.e., s. 106. Ayrıca Kukathas, s. 37-38 ve Hünler, s. 39-40. Kukathas’a göre Rawls’un bu
alternatifleri bir hayli kısıtlayıcıdır, henüz rasyonel muhakeme bile başlamadan olası birçok adaleti
dışarıda bırakmaktadır. Ayrıca Rawls’un daha müzakere masasına bile oturmadan bazı oyuncuları saf
dışı bırakmasına PL’de kamusal müzakerede de tanık olacağız. Bundan en çok etkilenen ise dindarlar
olacaktır. Rawlsçu sözleşmenin diyalojik olmamasını doğrulayan sözler Kukathas’dan gelmektedir.
Buna göre Rawls’un sözleşmesi interaktif değildir. Karar alan tarafların birbirleriyle müzakeresi
elzem değildir. Rawls’un sözleşmesi ekonomik iken Habermas’ınki siyasîdir. bkz. Kukathas, s. 38.
217
Taraflar iyi anlayışlarını, toplumdaki yerlerini, sınıfsal ve toplumsal statülerini, doğal yetenek ve
eşyaların dağıtımındaki talihlerini, zekalarını ve güçlerini, rasyonel hayat planlarını, psikolojisinin
riskten kaçınması ya da pesimizm veya optimizme meyilli olduğunu, kendi toplumlarının özel
koşullarını, medeniyet veya kültür seviyesini, ait olduğu kuşağı bilmezler. TJ, s. 118
218
A.g.e., s. 119.
219
Talisse, s. 36-37.
220
A.g.e., s. 37.
74
geliştirir. Bireylerin daha az yerine daha çok birincil toplumsal iyileri tercih
edecekleri varsayılır. Taraflar her ne kadar bazı bilgilerden mahrum iseler de yine de
alternatifleri sıralayacak kadar bilgiye maliktirler. Onlar genel olarak özgürlüklerini
korumaları, olanaklarını genişletmeleri ve amaçları her ne ise onları yüceltecek
vasıtaları çoğaltmaları gerektiğini bilirler ve iyi teorisi ve ahlâk psikolojisinin genel
olgularının kılavuzluğunda rasyonel bir karar alabilirler.221 Bazı birincil iyiler vardır
ve bunlar rasyonel insanların başka ne isterlerse istesinler, arzulayacakları şeylerdir
ve hayat planlarını gerçekleştirmelerinin gerekleridirler. Bu birincil iyiler özgürlük,
fırsat, zenginlik ve refahtır. Öz-saygı ve kendi değerine inanç en önemli birincil
iyidir.222 Birincil iyiler muhakemenin ilerleyebilmesi için sabite sağlar.223 Böylece ilk
durumdaki şahıslar;
“kendisine açık olan alternatifler arasında tutarlı bir tercih dizisi seçebilecek kimseler olarak
düşünülür. Şahıs bu alternatifleri amaçlarını karşılamalarına göre sıralar; o az yerine çok
arzusunu tatmin eden ve başarıyla uygulaması daha kolay olan bir plan takip eder.”224
Rawls hiçbir şeyi tesadüflere bırakmamakta kararlıdır. Peçenin yol
açabileceği muğlaklık da kendi başına bırakılamaz. Rawls belirsizliği gidermek için,
birincil iyileri/zayıf iyi teorisini tesis eder. Tarafların kendi birincil iyilerini
belirlemelerine mani olmak için bu ilkeleri kendisi belirler. Kısacası Rawls, sadece
kendi ilkelerinin seçimini garanti etmek için her türlü önlemi alır. Bu durumda
taraflar hiç de özgür değillerdir, Rawls’un kuklalarıdırlar. Rawls, düşünsel denge
aracılığıyla en ufak bir sapma ihtimali gördüğünde kavramlarını tekrar tekrar revize
eder, yeni kavramlar koyar, kavramlarını genişletir veya kısar. Böylece ilk durum
öyle bir tarzda tasarlanır ki, iki ilke haricinde başka ilke seçilemeyecektir. Açıktır ki,
Rawls’un taraflara tutumu, kendisinin önceden kabul ettiği değerleri buldurduğu için,
Kant’ın “insanı araç değil, amaç olarak gör” buyruğuna aykırıdır.
Önemli bir motivasyon ise, ilk durumda tarafların bir adalet duygusuna sahip
olmaları ve bunun taraflar arasında alenen bilindiği varsayımıdır. Bir uzlaşıya
varıldığında, buna göre, taahhütlerin boşa gitmediği bilinir. Adalet duygusu
221
TJ, s. 123. Ayrıca “rasyonel karar” teorisi açıklaması için bkz. s. 124.
A.g.e., s. 348. Diğer toplumsal birincil iyiler, sağlık, zeka, doğal eşyalar vs.dir. s. 54.
223
A.g.e., s. 55.
224
A.g.e., s. 124. Ayrıca, s. 123.
222
75
kapasitesi
seçilen
ilkelere
saygı
duyulacağının
garantisidir.225
Motivasyon
kaynaklarıyla beraber, ilk durum tasviri büyük ölçüde tamamlanmıştır:
“Đlk durumdaki şahıslar kendilerinin amaçlar sistemini mümkün olduğunca artırarak ilkeleri
kabule çabalarlar. Taraflar bunu birincil toplumsal iyiler indexini kazanmak için girişimde
bulunarak yaparlar, çünkü bu onlara kendi iyilerini yükseltme olanağı verir…Onlar
sevecenlik veya kinle hareket etmezler, kıskanç veya kibirli değillerdir. Bir oyun açısından
açıklayacak olursak; onlar mümkün olduğunca yüksek skor için çabalarlar, rakipleri için az
veya çok skor istemezler, kendilerinin ve ötekilerin başarıları arasındaki farkı maximize ve
minimize peşinde değildirler. Oyun fikri de aslında tam açıklamaz; çünkü taraflar
kazanmakla ilgilenmezler, kendi amaçları sistemine göre karar verilen mümkün olan en çok
sayıyı yapmayla ilgilenirler.”226
Rawls’un ilk durum-peçe-sözleşme üçlemesinin “oyun teorisi (game theory)”
ve “mahkûmların açmazı” fikirlerinin siyaset teorisine oldukça başarılı bir uyarlanışı
olduğunu tekrarlayabiliriz. Elbette önemli bir bileşen de Kant ahlâkının
kavramlarıdır. Bu alıntıda ilk durum ve sözleşmenin monolojik karakteri bellidir.
Aynen mahkûmların açmazında olduğu gibi, taraflar içinde bulundukları koşullardan,
ötekilerin kimler olduğundan ve onların arzularının ne olduğundan bîhaber kimseler
olarak kendileri için en iyi olanı, daha doğrusu “ehven-i şeri” yeğlerler. Taraflar
arasında temas yoktur. Herkes kendi konumundan kendisi için karar verir, böylece
ortak noktada, birbirleriyle temas etmeksizin buluşurlar. Mahkûmların açmazında,
temasları olmayan iki mahkûm en az ceza ile kurtulmak için kendilerine sunulan
teklifler arasında kendilerinin en az ceza alacağı teklifi değil de, bir diğerinin tercihi
düşünüldüğünde alacağı en az cezayı yeğlerler. Çünkü tek başına seçselerdi en az
olanı isterlerdi. Ama ötekinin varlığı mümkün olan en az kötüyü seçmelerini zorunlu
kılar, başka bir deyişle en kötü ihtimali daha az kötü kılmak veya mümkün olan en
iyiyi daha çok iyi yapmak durumundadırlar. Buna asgarinin seviyesini mümkün olan
en yüksek seviyeye çekmek, “çıtayı yükseltmek” diyebiliriz.*
225
A.g.e., s. 125.
A.g.e., s. 125.
*
Đlginç olan özgürlük felsefesi olarak bilinen liberalizmin son zamanlardaki en büyük temsilcisinin
teorisinin temeline mahkûmların açmazını koymasıdır. Adalet ilkeleri mahkûmların yani özgürlükleri
olmayanların tercih ettikleri ilkelerdir. Ayrıca ilkeler mahkûmlara verilmektedir, yani onların ilkeleri
kendi düşünüp taşınmalarıyla bulmaları iddiası doğru değildir. Mahkûmların açmazında mahkûmlara
tercihlerini savcı verirken, burada Rawls belirler. Kısacası tarafların özgür oldukları iddiası da doğru
değildir. Bizzat mahkûmların açmazı bile lafzen bunu yalanlar. Đlk durum belki ideal bir eşitlik
durumu sağlıyorsa da, özgürlük için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Kendi hücrelerinde bilgisizlik
ortamında karar veren mahkûm ile ilk durumdaki taraflar benziyorsa, Rawls’un tarafları zaten özgür
olmadıkları bir durumda, bir de kendilerine verilen ilkeleri seçmek zorunda kalmakla, hiç de Kant’ın
“kendi yasasını kendisi koyan ve bunlara uymakla” özgür ve özerk olan ahâkî bireylerine
benzememektedir. Bu durumda “husun-kubuh” meselesi artık Rawls’un kendisinde düğümlenir: O mu
adil ilkeleri seçiyor, onun seçtikleri mi adil oluyor?
226
76
7. Adaletin Koşulları
Azizlerin bir tek ortak ideal üstünde birleştikleri bir birliktelikte, eğer böyle
bir toplum varsa, adalete dair anlaşmazlıklar vukubulmayacaktır. Onların her biri
müşterek dinlerince saptanan bir tek amaç için, bencillik yapmaksızın her türlü hak
sorununu çözebileceklerdir. Fakat Rawls’a göre, bir insan toplumu, adalet koşulları
tarafından karakterize edilirler.227 Rawls “adalet koşullarını” Hume’a borçlu
olduğunu belirterek, insan işbirliğinin hem mümkün hem zorunlu olduğu normal
koşullar olarak tanımlar. Koşullar ikiye ayrılabilir. Đlki insan işbirliğini olanaklı ve
zorunlu kılan objektif koşullardır. Birçok birey aynı anda belirli bir coğrafik bölgede
beraber var olabilirler. Bu bireyler kabaca da olsa benzer fiziksel ve mental yetilere
sahiptirler. Başka deyişle Rawls, onların kapasitelerinin hiçbirisinin diğerlerine
galebe çalamayacağı anlamında eşit düzeyde oldukları inancındadır. Ona göre
bireyler, Hobbes’u andırırcasına, saldırıya karşı savunmasızdırlar ve her birisinin
planları ötekilerinin güçlerini birleştirmeleri halinde engellenebilir durumdadır.
Kısacası geniş bir dizi durumu içeren “ılımlı kıtlık koşulları” vardır. Doğal ve diğer
kaynaklar işbirliğini zaid kılacak ölçüde bol değildir.228
“Subjektif koşullar”, işbirliğinde bulunan şahısların konularının ilgili
veçheleridir. Tarafların benzer ihtiyaçları ve çıkarları var ve aralarında işbirliği
mümkün ise de, kendi hayat planları bulunur. Bu planlar onların farklı amaçları
olmasına ve doğal ve toplumsal kaynaklara dair muhalif taleplerde bulunmalarına yol
açar.229 Buradan hareketle ileri sürülen fikirler mühim görünmektedir. Çünkü Rawls,
subjektif koşulları açıklıyorken, PL’de (makul) çoğulculuk diyeceği olgunun temeli
olan muhakeme zorluklarının (burdens of judgement) nüvelerini anlatıyor gibidir.
Ona göre;
“Đnsanlar çeşitli bilgi, düşünce ve yargı eksikliği taşırlar. Bilgileri zorunlu olarak
eksiktir, muhakeme, hafıza ve dikkat yetileri her zaman kısıtlıdır ve yargıları
önyargı, endişe ve dalgınlıkla malüldür. Bu kusurların bazıları ahlâkî yanlışlar,
bencillik ve gafletten ileri geliyor olabilir; ancak büyük oranda sadece insan(lık)
durumunun parçalarıdır. Sonuç olarak bireyler sadece farklı hayat planlarına sahip
değillerdir, ayrıca felsefî ve dinî inançlar ile siyasî ve toplumsal öğretiler farklılığı
vardır.”230
227
A.g.e., s. 112. Azizler ve adaletin koşullarına dair, yaklaşık aynı cümlelerle, ifadeler için bkz. JF, s.
56-57. Fakat filozofun ilk durum, amaçlar krallığı ve sözleşmenin azizler toplumundan daha az ütopik
olmadığını görmezden geldiğini söyleyebiliriz.
228
TJ, s. 109-110.
229
A.g.e., s. 110.
230
A.g.e., s. 110.
77
Başka bir husus, liberalizmin Kantçı geleneğinden gelen ve Hume’un
eleştirileriyle etkisini kaybeden sözleşme düşüncesini yeniden büyük bir sistemin
temeli yapan Rawls’un Hume’a bu kadar borçlu oluşudur. Rawls, Hume’un
zayıflattığı sözleşme fikrine Humecu dokunuşlarla canlılık getirmiştir. Kuru(cu) bir
rasyonalizm ile TJ’yi inşa ettiğini söyleyebileceğimiz Rawls, rasyonalizm karşıtı
olan ve rasyonalizmin “soğuk-kuru” aklı yerine duygu ve empatiyi, geleneği koyan
empirist Hume’u sistemine katkı yapar hale getirmeyi başarmıştır.231
Đlk durumda seçimde bulunan tarafların stratejileri nedir? Yani onlar hangi
strateji ile seçimde bulunurlar? Rawls’un, alternatifler arasında seçim yaparken
kullanılacağını öngördüğü strateji maximin (minimax) kuralını içerir.
8. Maximin (Minimax) Kuralı
Hakkaniyet olarak adaletin temel ilkesi, “ilk durumda hangi adalet anlayışı
seçilirse seçilsin, o anlayışın en iyi adalet anlayışı” olduğudur.232 Ancak bireyler,
tercihler arasından niçin ve hangi stratejiye göre Rawls’un iki adalet ilkesini tercih
edeceklerdir? Alternatifleri neye göre sıralayacaklardır? Đlk durum açısından bu
ilkelerin lehine hangi deliller bulunabilir? Rawls’a göre ilk durumda seçilecek
ilkelerin ve bu ilkelerin bağlı olacağı öncelik kurallarının seçilmesine ilişkin bir
“rasyonel seçim yapma” kuramı gereklidir.233 Đki ilkenin tercihi için onların
toplumsal adalet meselesine maximum çözümü sağladığı gösterilmelidir.234 Đki ilke
ancak taraflar, belirsizlik altında, maximin tercih stratejisini benimser iseler
231
Hume’un düşünceleri ve rasyonalizmin kuru(cu) aklına eleştirileri için bkz. Skırbekk, s. 303-310.
Burada Hume’un evrensel ahlâkî normlara erişmeyi sağlayacak bir aklın olmadığı düşüncelerine yer
verilir. Hume-Hayek çizgisi yani “kendiliğinden düzenci” anlayış ile Rawls’un “refah devleti/sosyal
devlet” görüşü liberalizm içinde bir bölünmüşlüktür. Tabii ki Hayek geleneği hiçbir biçimde Rawls’un
“yeniden dağıtımcı” adalet görüşünü benimsememiştir. Bu Hayek çizgisi için “Kölelik Yolu”dur.
Alıntıda geçen “insan bilgisinin, yeteneklerinin sınırlılığı” fikri Hayek için “kurucu rasyonalizmin”
reddi için sebep iken, bu (araçsal) aklın her ayrıntıyı ihata edemeyeceği düşüncesiyle “kendiliğinden
düzene” pirim veren bir teori üretilirken, Rawls peçe gerisindeki bilgisizlikten büyük bir teori,
üstelikde “fark ilkesi” ile “piyasaya müdahaleci” bir teori kurmuştur.
232
Talisse, s 39. Bu durumda, “husun-kubuh” meselesinde; “taraflar” daha doğrusu Rawls seçtiği için
ilkeler adil olmaktadırlar. Rawls’un zihni dışında objektif adalet ilkeleri yoktur. Rawls, bu ilkelerin
sübjektifliğinden sıyrılmaya çalışsa da, insan aklı veya doğasının sabitliği fikri sebebiyle (ki
rasyonalizm yaklaşımıdır) bağlandığı bu görüş, aklın şartlardan ve çevresinden etkilenmesi sebebiyle
sübjektifliğe maruz kaldığı olgusuyla yara alır.
233
Hünler, s. 44-45.
234
TJ, s. 132.
78
seçilebilecektir.235 “Maximin kuralı bize alternatifleri, onların olası en kötü
sonuçlarına göre sıralamamızı”236 söyler. Biz “en kötü sonucu ötekilerin en kötü
sonuçlarından daha iyi olan alternatifi tercih ederiz.”237 Çünkü Rawls iki ilkenin,
kişilerin (bu toplum) içindeki konumlarını sanki en haşin düşmanlarının belirlediği
bir toplumun tesisi için seçtikleri ilkeler olduğunu ileri sürmektedir.238 Bu noktada
mahkûmların açmazının yine devreye girdiğini görmekteyiz. Herkes bu şekilde
düşünürse en kötü sonucun mümkün olan en üstün olması sağlanacaktır. Böylece
Rawls maximin ilkesi ile iki adalet ilkesinin seçilmesini kaçınılmaz hale
getirmektedir.239 Rawls, ilkeleri lexical düzen dediği düzen içinde sıralamayı
önerir.240 Bu düzen, sıralamadaki ilk ilke karşılanmadan ikinciye, ikinci
karşılanmadan üçüncüye geçilemeyeceğini ifade eder. Sıralamada önce gelen mutlak
bir ağırlığa sahiptir. Rawls, eşit özgürlük ilkesini, ekonomik ve toplumsal
eşitsizlikleri düzenleyen ilkelere öncel olarak sıralamayı önermektedir. Bunun
anlamı, “toplumun temel yapısının zenginlik ve otorite eşitsizliklerini, kendinden
önceki ilkenin gereği olan eşit özgürlüklerle tutarlı tarzlarda düzenlenmesi”241
gerektiğidir.
9. Düşünsel Denge
Rawls teorisini inşa ederken, kavramlarının, ilkelerinin en tercihe şayan
tarzlarını bulmayı arzulamaktadır,242 ilkelerinin “düşünülmüş
yargılarımıza”
uygunluğunun peşindedir. Bunlar arasında uygunluk olursa bu iyi bir şeydir, ama
elbette ki bazı anlaşmazlıklar, farklılıklar olacaktır. Bu durumda ya ilk durum
235
Kukathas, s. 39.
TJ, s. 133.
237
A.g.e., s. 133. Maximin kuralı, Ryan’a göre Rawls’un ününü sağlayan, oyun kuramından aşina
olunan bir ilkedir. Bu ilke, “belirsiz şartlar altında bir muhalife karşı oynarken, benimsenecek en iyi
stratejinin oyunun en kötü sonucunun mümkün olduğunca iyi olmasını temin eden strateji” olduğuna
dair oyun kuramı teoremidir. Maximum kayıpları minimuma indirecek ya da minimum kazancı
maximumda tutacak şeklide oynamayı salık verir. Ryan, s. 142. Ayrıca Rawls’un mahkûmların
açmasına dair görüşleri için bkz. TJ, s. 238 dipnot 8; R. C. Solomon, Adalet Tutkusu, Çev: Ertuğ
Altınay, Ayrıntı Yay., Đst., 2004, s. 165-172.
238
A.g.e., s. 133 Ayrıca JF, s. 54; Kukathas, s. 39; Talisse, s. 40.
239
Kukathas, s. 39-43’e maximax ilkesi ile (maximax iyimser bir tutumdur, çünkü en iyi sonuçlara
göre sıralar; maximin kötümserdir, en kötü sonuçlara göre sıralar) maximin ilkesi mukayesesi ve
maximin ilkesine dair eleştiriler için bakılabilir. Bu eleştiriler Rawls’un fazlasıyla “sağlamcı” bir
düşüncesi olduğuna yöneliktir diyebiliriz.
240
TJ, s. 37. Rawls dipnot 23’de bu terimin anlamını açıklıyor. Aslında doğru kavram
“lexicographical” dir. Ve bunun en bildik örneği kelimelerin sözlükteki sıralanışıdır.
241
A.g.e., s. 38.
242
Hünler, s. 32.
236
79
yorumumuzu değiştirebiliriz veya yargılarımızı gözden geçiririz, çünkü yargılarımız
bile sabit olarak benimsememize rağmen revizyona maruzdur. Đleri ve geri giderek,
bazen sözleşmeci koşulların şartlarını değiştirerek, yargılarımızı ilkelere uydurarak,
en nihayet hem makul koşulları ifade eden hem düşünülmüş (fazlalıkları düzeltilmiş)
yargılarımızla örtüşen ilkeler üreten bir ilk durum tasvirine ulaşırız. Rawls bu
ilişkiler durumuna düşünsel denge demektedir. Bu bir dengedir, zira en sonunda
ilkeler ve yargılar çakışır. Keza düşünseldir de, çünkü yargılarımızın hangi ilkelere
uyacağını ve bu ilkelerin çıkarsandığı öncülleri bilmekteyiz. Bu anda herşey bir
düzen içerisindedir. Ancak bu denge zorunlulukla istikrarlı değildir. Yargılarımızı
gözden geçirmeye iten bazı özel hadiseler ile bu istikrar bozulabilir.243
Rawls, böylece ileri geri hareket ederek teorisini inşa etmekle, en tercih
olunur ilk durum tasvirini ve düşünülmüş yargılarımızla uyumlu ilkeleri bulana
kadar, yani dengeye ulaşana kadar düzeltmeler yapar.244 Rawls, düşünsel denge
yüzünden iki ilkesinin bizim son halini alacağımız farklı formüllerini vermektedir.
10. Düşünülmüş Yargılar
Rawls, birçok geleneksel düşünürün hilafına, siyasî teorileri insan doğası
ekseninde ele almamaktadır. Onun temellendirmesi farklıdır. Rawls düşünülmüş
yargılar ile bize düşünce yoluyla sağlam görünen, bu yüzden sezgisel olarak nisbeten
sabit ve sağlam ahlâkî değerlendirmelerle, kendisiyle herhangi bir adalet teorisinin
uyum içinde olması gereken temel doğruları kastetmektedir.245 Örneğin ırk
ayrımcılığını veya köleliği yasal kabul eden, toplumsal ve ekonomik düzenlemelerin
tek bir ırkın lehine yapıldığı bir adalet anlayışı sezgisel olarak gayrı makul görünür,
çünkü o, bizim en güçlü ahlâkî inançlarımızdan biri ile yani ırk ayrımcılığının
adaletsiz olduğu düşüncesi ile uyumu başaramaz.246 Bir adalet teorisi “bizim
243
TJ, s. 18.
Hünler, s. 37. Düşünsel denge hakkında düşünceler için ayrıca bkz. Dworkin, s. 184-198; Solomon
ise “Rawls’un ikna edici düşünsel denge” ifadesi ile sözlerine başlar, ancak hislerimiz (sezgilerimiz)
ve kuramlarımız arasında gidip gelmemizin, bunların birbirinin ışığında uygun hale getirmemizin
talep edildiği bu denge fikrine karşı kuşku duyduğunu ekleyerek devam eder. Çünkü ona göre, bu
durumda hislerimiz ya dışarıda kalacak, ya da sürekli ne zaman kuramla ters düşse akılcı olmakla
suçlanacaktır. Solomon kendisini rahatsız eden şeyin, adaletle ilgili fikirlerinin akılsallığına ikna
olmuş bunca kuramcı ve ideoloğun duygudaşlık hislerini çiğneyip geçmesi, bunları ciddiye alanları da
“yufka yürekli” veya “iyilik manyağı” olmakla suçlamaları olduğunu belirtir. Onun önerisi hiç bir
kurama güvenmeme ve tutkularımıza duyduğumuz güveni tazelemektir. Solomon, s. 68-70.
245
Talisse, s. 20.
246
A.g.e., s. 20.
244
80
düşünülmüş yargılarımızla uyum içinde olmalıdır.247 Keza dinî baskı, cinsiyet
ayrımcılığı da düşünülmüş yargılarımıza uymaz. Đyi bir adalet teorisinin alamet-i
farikası, daha çok ilkenin düşünülmüş yargılarımıza uyması ile mümkündür.248
Düşünülmüş yargılar dengeli, sağlam bir yargıda bulunma arzumuz, fırsatımız ve
becerimiz var gibi görünen şartlar altındaki yargılardır. Bazı yargıları sabit olarak
görürüz ve asla vazgeçmeyi düşünmeyiz. Lincoln’un “kölelik yanlış değilse,
hiçbirşey yanlış değildir” sözü örnektir.249 Fakat bu yargılar sıklıkla öteki
şahıslarınkilerden farklılaşmakla kalmaz, bazen bizzat kendi yargılarımız duruma
göre farklılık gösterirler. “Yargılarının daima tutarlı olduğuna inananlar ya
düşüncesizdirler ya da dogmatiktirler.”250 Bu durumda soru şudur: “Siyasî adalete
dair kendi düşünülmüş yargılarımızı hem kendi içlerinde hem ötekilerinkiler ile kendimize dışsal bir siyasî otorite dayatmaksızın- nasıl daha tutarlı kılabiliriz?”251
Hakkaniyet olarak adalet bizim tüm yargılarımızı makul ve rasyonel kabul
eder. Ancak, biz farklı zihinler olduğumuzdan ve yargılarımız ötekilerinkiler ile
çeliştiğinden, bu yargıların bazıları son tahlilde gözden geçirilmeli, ertelenmeli veya
onlardan vazgeçilmelidir. Rawls bunu, eğer pratik hedefe yani siyasal adalet
hususlarında makul bir anlaşmaya ulaşılacaksa zorunlu görmektedir.252 Artık teorinin
en önemli noktası olan adalet ilkelerinin formüle edilmesi için şartlar oluşmuştur.
11. Đki Adalet Đlkesi
Düşünsel denge tekniği icabı birkaç formülü verilen iki ilkenin son hali şu
şekildedir:
“Birinci ilke; her şahıs, herkes için benzer bir özgürlük sistemi ile bağdaşır olan, eşit temel
özgürlüklerin en geniş bütüncül sistemine (dair) eşit bir hakka sahiptir;
Đkinci ilke; toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler; a) adil tasarruf ilkesiyle tutarlı biçimde, en
dezavantajlı olanların en büyük yararına ve; b) adil fırsat eşitliği koşulları altında, görevler
(memuriyet) ve pozisyonlar herkese açık olacak şekilde düzenlenmelidir.”253
Rawls, ilkelerini bu şekilde ortaya koydukta sonra lexical diziliş aracılığıyla
“öncelik kuralını” açıklar. “Birinci öncelik kuralı”, “özgürlüğün önceliği” kuralıdır.
247
TJ, s. 18.
Talisse, s. 21.
249
Rawls, Justice as Fairness: A Restatement, Edited by Ervin Kelly, The Belknap Press of Harvard
Univ. Press, 2001, s. 29.
250
A.g.e., s. 30.
251
A.g.e., s. 30.
252
A.g.e., s. 30.
253
TJ, s. 266.
248
81
Ayrıca iki ilkenin birincisi özgürlük ilkesi, ikinci ilkenin (a) maddesi fark ilkesi, (b)
maddesi ise fırsat eşitliği ilkesi olarak bilinir. Rawls “öncelik kurallarını” şöyle ifade
eder: “Adalet ilkeleri lexical düzen içinde sıralanırlar dolayısıyla temel özgürlükler
ancak (yine) özgürlük adına kısıtlanabilir. Burada iki durum vardır: a) daha az geniş
bir özgürlük herkesçe paylaşılan bütüncül bir özgürlük sistemini güçlendirmelidir, b)
eşit özgürlükten daha az bir özgürlük, daha az özgürlüğü olanlar nazarında kabul
edilebilir olmalıdır.”254 Đkinci öncelik kuralı adaletin verimliliğe ve refaha önceliği
adını alır. Bu ilkenin ifadesi şudur:
“Đkinci adalet ilkesi lexical olarak verimlilik ilkesine ve avantajların toplamını maximize
etmek ilkesine önceldir; ve adil fırsat ilkesi fark ilkesine önceldir. Bunda da iki durum vardır;
a) bir fırsat eşitsizliği daha az fırsatı olanların fırsatlarını artırmalıdır, b) aşırı tasarruf oranı
255
dengeli bir biçimde bu zorluğa katlananların yükünü hafifletmek durumundadır.”
Đlk durumdaki rasyonel taraflar iki ilkeye ek olarak, anlaşmazlıklar
belirdiğinde adalet ilkelerini sıralamaya yarayacak bu iki öncelik kuralını da tercih
ederler. Đlk öncelik kuralı özgürlük ilkesinin ikinci ilkeye önceliğini belirtir.256 Yani
ilk ilke ile korunan eşit özgürlüklerin ihlali daha büyük toplumsal ve ekonomik
yararlarla temellendirilemeyecek veya telafi edilemeyecektir. Đkinci ilke uyarınca,
refah ve gelirin, yetki ve sorumlulukların dağılımı temel özgürlükler ve fırsat eşitliği
ile tutarlı olmak durumundadır. Tüm sosyal değerler yani özgürlük ve fırsat eşitliği,
gelir ve refah ve öz-saygının toplumsal temelleri, bunlardan birisinin eşitsiz dağıtımı
herkesin yararına olmadıkça eşit dağıtılmalıdır. Bu durumda adaletsizlik, basitçe,
herkesin yararına olmayan eşitsizliklerdir.257
Fark ilkesi teorisinin belki de en çok tartışmaya sebebiyet veren kısmıdır.
Rawls standart bir laissez faire kapitalisti değildir ve tüm dağıtım meselelerini
serbest piyasaya bırakma niyeti taşımaz. Fark ilkesi devletin toplumsal ve ekonomik
düzene müdahalesini gerektirir. Eşitsizlikler, toplumda en kötü durumda olanların
254
A.g.e., s. 266. Đlginç bir görüş Refah Devleti’nin “dinsel inayetin belirsizliğini devlet inayetiyle
ikame etme fikrini” ifade ettiğidir. Devlet yalnız Tanrısal iktidarın dağıtabileceği düşünülen
rastlantısal hayırları kendi yetkilerine dönüştürerek laikleşmesini tamamlar. Doğal eşitsizlik ve
olumsallıkları telafi etmeyi görev bilir. Refah devleti laik devletin son sözüdür. Koruyucu devletin
kendini dinsel olandan bağımsız kılarak egemenliğini ilan edişinin ardından, bu devlet dinsel olanı
kendine dâhil ederek son izleri de siler. P. Rosanvallon, Refah Devletinin Krizi, çev: B. Şahinli, Dost
Kit., Ank., 2004, s. 24. Buna değinmemizin nedeni, yazarın fark ilkesini andıran bir tutumu devletin
sekülerliğinin zirvesi görmesidir.
255
A.g.e., s. 266-267.
256
Talisse, s. 41.
257
TJ, s. 53-54.
82
lehine olmadıkça, ortadan kaldırılmalıdır.258 Başka deyişle fark ilkesi uyarınca, en
kötü durumda olanların payının eşit bir dağıtım durumundaki payından daha iyi
olduğu bir eşitsiz dağıtım var ise, bu eşitsiz dağıtım benimsenmelidir. Ayrıca birden
fazla böyle eşitsiz dağıtım ihtimali var ise aralarından en kötü durumdakilerin
payının en çok yükseltecek olanı uygulanmalıdır.259 Rawls’un fark ilkesi için en
büyük dayanağı doğal piyango (talih) düşüncesidir. Bu düşünce insanların hem
doğuştan hem çevresel faktörlerden ileri gelen birbirlerine karşı avantaj ve
dezavantajlarına işaret eder. Fark ilkesi birinin hak ettiğinden çok daha fazla
ekonomik kaynaklardan pay almasına neden olabilecek türden olumsallıkları,
tesadüfîlikleri engellemeye matuftur. Örneğin zengin ve üst sınıf bir aileye mensup
olan biri göz önüne alındığında, fark ilkesi, bu şahsın bu iyi talihinden ileri gelen
avantajlar üzerine belirli sınırlar koyar. Bir kimse şans eseri içinde bulunduğu sosyoekonomik konumda doğar. Özetle, bu kimse bu pozisyonun getirdiği yararları hak
etmemiştir. Sadece iyi bir çevre ve ailede doğmaktan kaynaklanan talih yoktur. Buna
ek olarak bir de doğal yeteneklerimizden ve kabiliyetlerimizden ileri gelen talihli
olma durumu vardır. Rawls bireyler arasında tabii kabiliyet farklılıklarından dolayı
ortaya çıkan eşitsizlikleri, üst sınıf bir ailede, çevrede doğmuş olmanın getirilerine
bağlı olanlarla bir tutar.260 Ahlâkî açıdan bunların her ikisi eşit derecede keyfîdir.261
Müstesna zekâ, güzellik, beceri vs. ile doğanlar bu üstünlüklerini hak etmemişlerdir,
dolayısıyla o, bunların üreteceği toplumsal ve ekonomik avantajları da hak
etmediklerini savunur. “Toplumsal sistemi hiç kimsenin tabii yeteneklerin
dağıtımındaki
ve
toplumdaki
başlangıç
durumundaki
konumundan
dolayı,
karşılığında telafi edici avantajlar sunmaksızın kazanmaması veya kaybetmemesini
temin edecek şekilde tesis etmeyi istersek fark ilkesine yönelmiş oluruz.”262 Adalet
ilkelerinin liberal yorumları, dağıtım paylarında tabii tesadüfîliklerin ve talihin
rolünü hafifletmelidir. Liberal yorumun diğerlerine bir üstünlüğü varsa da, sezgisel
olarak hâlâ kusurludur. Çünkü o toplumsal olumsallıkları berhava etmeye çalışıyorsa
258
Talisse, s. 43.
A.g.e., s. 43.
260
A.g.e., s. 46.
261
TJ, s. 65.
262
A.g.e., s. 89.
259
83
da, hâlâ refahın ve gelirin, tabii yeteneklerin dağılımına göre belirlenmesine izin
vermektedir, doğal piyango etkin haldedir. Bu ise, ahlâkî açıdan keyfîdir.263
Rawls’un fark ilkesiyle liberal-kapitalist sistemin en çok eleştirilen
yönlerinden birine çare bulmaya çalıştığı söylenebilir. Kapitalizmin piyasa çarkları
içinde, rekabetçi toplumun “altta kalanın canı çıksın” anlayışı ile görmezden gelinen,
kötü durumdaki üyelerini düşündüğü bu ilkeyi, kuşkularımıza rağmen, Rawls’a
sempati duymanın nedenlerinin birinci sırasına yerleştirebiliriz. Fark ilkesinin
liberalizm ile Marksizm arasındaki açıklığı kabul edilebilir bir düzeye (elbette
Marksistlerin liberalizmi kabul edebileceği bir düzeye) çekme amacı güttüğünü
söyleyebiliriz. Bu ilke ile Rawls sosyal demokrasiye yanaşmıştır.
Rawls, uygulanırlığın araştırıldığı “Kurumlar” bölümüne, kontrollü koşullar
altında (daha doğrusu laboratuvar ortamında diyelim) yapılan bir rasyonel tercihin
neticesi olarak tanımladığı adalet ilkelerinin muhtevasını göstermek amacında
olduğunu ifade ederek başlamaktadır. Rawls, bize göre (bir kez daha) gerçek niyetini
sergiler, çünkü temel yapının ana kurumlarını “anayasal bir demokrasinin” kurumları
olarak ilan eder. Rawls, ilkelerin kurumlara nasıl uygulanacağını ortaya koyan bir
dört aşamalı dizi ile işe girişmektedir.264 Birinci aşamada peçe gerisinde iki ilke
seçilir. Đkinci aşamada, artık ilkelerin münakaşalı olmayışıyla, anayasal uzlaşımdaki
taraflara toplumlarının genel bilgileri, ekonomik kaynakları ve siyasal kültürün
bilgileri verilir.265 Onlar bu şekilde “en etkili adil anayasayı, (yani) adalet ilkelerini
tatmin eden ve adil ve etkili bir yasamaya sevkedeceği en çok umulan anayasayı
seçerler.”266 Üçüncü aşamada artık anayasanın şüpheli olmayışıyla ve bilginin daha
tam oluşuyla, taraflar Rawls’un tavsiye ettiği refah (devleti) ekonomisini ve
toplumsal politikalarını seçeceklerdir. Son aşamada, gerçeklere tam bir nüfuzla,
hususi konumumuzu düşünürüz ve peçe, ilk durum dünyasından kendi (gerçek)
dünyamıza doğru bu ardışıklık içinde tedricen kalkar. Peçenin kalkışıyla
toplumumuzun adil temel yapısının tam bir kavranışı ile kuralların uygulanışını
263
A.g.e., s. 63-64.
A.g.e., s. 171.
265
Kukathas, s. 49.
266
TJ, s. 173.
264
84
düşünebiliriz.267 Anayasal uzlaşım ve yasama evreleri arasında ileri geri hareket
ederek en iyi anayasa bulunur.268
Đlkelerde ağırlıklı bir yeri olmasına karşın, eleştirilere de maruz kalan
özgürlüğe dair Rawls’un genel tanımı şudur: “Şu ya da bu şahsın, şunu ya da bunu
yapmada şu veya bu sınırlamalardan özgür olması ya da olmamasıdır.”269 Şahıslar,
bir şeyi yapma veya yapmamada kısıtlamalardan azade olduklarında ve onların bu
şeyi yapış veya yapmayışları, başkalarının müdahalesinden uzak olduğunda
özgürdürler. Vicdan hürriyeti, bireylerin ahlâkî, felsefî ve dinî ilgilerini, onları
herhangi bir dine angaje olmalarını engellemeksizin, izleyebilmeleri durumunda
gerçekleşir.270 Eşit vicdan özgürlüğü düşünülmüş yargılarımızın kesin noktaları
arasında yer almaktadır. Buna göre taraflar dinî ve ahlâkî özgürlüklerini muhafaza
edecek ilkeleri seçmelidirler. Taraflar hangi dinin mensubu olduklarını veya
ahlâkî/dinî yükümlülüklerinin muhtevasını bilmezler. Dahası taraflar dinî veya ahlâkî
görüşlerinin toplumlarındaki konumundan, örneğin azınlık mı çoğunluk mu
olduğundan
da
habersizlerdir.
Tüm
bildikleri
bu
şekilde
tefsir
ettikleri
yükümlülüklerinin bulunduğudur. Öyleyse, tarafların karar vermek zorunda oldukları
soru, kendilerinin temel dinî, ahlâkî ve felsefî ilgileri bakımından yurttaşların
özgürlüklerini düzenlemek için hangi ilkeleri benimsemeleri gerektiğidir. Đlk
durumdaki şahısların kabul edeceği tek ilke eşit vicdan hürriyetidir. Onlar bu
özgürlüklerini egemen dinî veya ahlâkî öğretinin ötekileri baskı altına alma ve
bastırmasına izin vererek şansa bırakmazlar.271
Bu noktada çalışmamızın seyri açısından bir müdahale elzem görünmektedir.
Rawls, peçe fikrinin yardımıyla bireylerin bir dinî, felsefî, ahlâkî öğretileri olduğunu
bildiği halde hangi özel dine, “izm”e, ahlâk öğretisine intisap ettiğinden habersiz
olduklarını ispat gayretindedir. Böylece bireyler, kendi dinlerinin ne olduğunu
bilmedikleri için, o dinin yararına olan bir ilkeyi değil de, genel olarak tüm din ve
vicdan hürriyetinin korunacağı en genel çerçeve sağlayan bir ilke tercih edeceklerdir.
Rawls, peçenin eşit özgürlük ilkesine yönlendirdiği, dinî ve ahlâkî yükümlülüklerin
gücünün, iki ilkenin serial sıralamaya sokulmasını gerektirdiğini öne sürer. Rawls’a
267
Kukathas, s. 49.
TJ, s. 174.
269
A.g.e., s. 177.
270
A.g.e., s. 177.
271
A.g.e., s. 181.
268
85
göre bu ilkeye, dinî mezheplerin kendileri üzerinde herhangi bir sınırlama koyacak
ilkeyi kabul etmeyeceği itirazı yapılabilir. Dinî açıdan farklı inanç sahipleri arası bir
anlayışın izin verilir olmadığı iddia edilebilir. Bazen gerçekten böyle olabilir. Ama
yine de karşı çıkmak elzem değildir. Eğer bir ilkede uzlaşılacaksa, bu eşit özgürlük
olmalıdır. Bazı kimseler ötekilerin kendisi ile aynı inancı ve aynı birincil ilkeleri
paylaşması lüzumuna inanabilirler. Bunu yapmadıklarında hatalı olduklarını ve
felaha eriş imkânını teptiklerini de düşünürler. Ancak, dinî yükümlülüklerin ve
ahlâkî, felsefî ilk ilkelerin algılanışı bizim ötekilerin içsel bir özgürlüğe razı
olmalarını umamayacağımızı gösterir.272 Rawls, hakkaniyet olarak adaletin eşit
vicdan hürriyeti için güçlü kanıtlar sağladığından emindir:
“Anayasal uylaşım açısından bu kanıtlar ahlâkî özgürlüğü, düşünce, inanç ve dinî ibadet
hürriyetini garanti eden bir rejimin tercihine neden olurlar. (Bu anayasaya sahip bir) devlet
hiçbir dine taraf olmaz ve herhangi bir dine mensubiyet veya mensup olmayışa ceza
verilemez. Đnsanları dinlerini açık etmeye zorlayan bir devlet reddedilir.”273
Kanun, dinden dönmenin, din değiştirmenin suç olduğunu kabul etmez, bu
sebeple dokunulmazlık hakkı verir. Bu yolla devlet, ahlâkî ve dinî özgürlüğü
desteklemektedir.274 Bununla beraber vicdan özgürlüğü, liberal düşüncenin
geleneğine uygun olarak, kamusal düzen ve güvenlikteki müşterek çıkar ile
sınırlanmıştır. Bunun kabulü kamusal çıkarların herhangi bir anlamda ahlâkî ve dinî
çıkarlara üstün olduğu anlamını ima etmez. Ayrıca hükümet dinî meseleleri önemsiz
şeyler olarak düşünmez veya felsefî düşünceleri, bu düşünceler devlet işleri ile
çatıştığında, bastırma hakkını iddia etmez. Hükümetin sanat ve bilimde olduğundan
çok daha fazla, dinî birlikleri meşru veya gayr-ı meşru ilan etme yetkisi yoktur. Bu
meseleler adil bir anayasanın tanımladığı devlet yetkilerine dâhil değildir. Rawls dindevlet ilişkileri konularında liberal geleneğin ortalama tavrı olan tarafsız devlet
anlayışını savunuyor görünmektedir. Devlet, kendini felsefî ve dinî öğretilerle
hemhal kılmaz fakat vatandaşların ruhanî ve ahlâkî ilgilerini takip edişlerini, onların
eşit bir ilk durumda kabul ettikleri ilkelere uygun biçimde düzenler ve güçlerini
böyle kullanmakla yurttaşların temsilcisi olarak hareket etmiş ve kamusal adalet
kavramının taleplerini karşılamış olur. Rawls, din-devlet ilişkisi açısından oldukça
mühim şeyler söyler; “kadir-i mutlak bir laisist devlet kavramı reddedilir, çünkü
272
A.g.e., s 182-183.
A.g.e., s. 186.
274
A.g.e., s. 186.
273
86
adalet ilkeleri zaviyesinden bakılınca, yönetimin ne kendisinin ne bir çoğunluğun din
ve ahlâk hususlarında istediğini yapma hakkı da vazifesi de yoktur. Hükümetin ödevi
eşit ahlâk ve din özgürlüğünün koşullarını temin etmekle sınırlıdır.”275
Rawls, anglo-sakson liberal geleneğin bilhassa Fransa geleneğinden daha
yumuşak, devrimsel değil ama evrimsel duruşuna sahip çıkmaktadır. Rawls’un
devleti dinî ve ahlâkî hususlarda taraf olmaktan uzak tutuşu PL’de de görülecektir.
TJ’de devletin mutlak gücü haiz bir laisizme pirim veremeyeceğini adalet ilkelerine
dayanarak belirten filozof, PL’de teorisini aydınlanma sekülarizminden ayırmaya
çabalar. Muhalefet şerhimizi destekleyen ifadeler hemen akabinde gelmektedir.
Çünkü Rawls bu özgürlüklerin kullanımını, aşina olunacağı gibi, kamusal düzen ve
emniyetle sınırlar. Onun kanaatince özgürlüğün sınırlanışı, hükümetin ilk durumda
seçilen ilkeler uyarınca eylediği manasına gelir. Çünkü ilk durumda taraflar bu
koşulların
ihlalinin
herkesin
özgürlüğü
için
bir
tehdit
oluşturduğunun
bilincindedirler. Kamusal düzenin muhafazası, herkesin hedeflerini, bu hedefler her
ne olursa olsun (elbette belirli sınırlar içinde olmak kaydıyla), başarmak ve kendi
dinî ve ahlâkî yükümlülükler yorumunun gerçekleştirilmesi için de bir koşul olarak
anlaşıldığında bu sonuç çıkar. Vicdan özgürlüğünü, kamusal düzene karşı devletin
yükümlülüğünün sınırıyla çizmek, ortak çıkar ilkesinden neşet eder.276
Vicdan özgürlüğü, ancak böyle bir kısıtlamanın olmayışının, hükümetin
muhafaza etmesi gereken kamusal düzene hasar vereceğine dair makul bir beklenti
olduğunda kısıtlanabilir. Bu düşünce hiçbir özel metafizik öğreti veya bilgi teorisi
ima etmez. Çünkü bu herkesin kabul edebileceği şeylere atıfta bulunur. Yani
özgürlüğü kısıtlamak için yalnızca müşterek bir bilgiye ve dünyanın algılanışına
yapılan bir uzlaşı vardır.277 Rawls, bu kanıtların adaletin amaçlarına matuf olduğu,
bunların tüm anlam ve doğruluk meselelerine uygulanmalarının söz konusu olmadığı
inancındadır. Bunların felsefî olarak doğruluğu ayrı bir konudur.278 Bu fikirleriyle
düşünür, PL’de belirgin bir biçimde ortaya koyacağı ve eleştirmenlerince enikonu
tartışılan “kaçınma” tutumunu işaret ediyor gibidir.
275
A.g.e., s. 186-187.
A.g.e., s. 187.
277
A.g.e., s. 187.
278
A.g.e., s. 188.
276
87
Vicdan özgürlüğünün kanıtlarının karakteristik özelliği sadece adalet
kavramına dayanır olmasıdır. Hoşgörü pratik zorunluluklardan veya devletin
nedenlerinden çıkarsanmaz. “Ahlâk ve din özgürlüğü eşit özgürlük ilkesinden ileri
gelir ve bu ilkenin önceliği dikkate alındığında, eşit özgürlüğü reddedebilmenin tek
zemini daha büyük bir adaletsizlikten, daha büyük bir özgürlük kaybından
kaçınmaktır.”279 Önemli bir iddia da, bu özgürlüğün felsefî bir şüphe veya dine
kayıtsızlık
içermediğidir.280
Taraflar
yalnızca
kamusal
düzenin
temellerini
sarsabileceğine ilişkin makul belirtiler gösterirse kısıtlanabilecek şekilde düzenlenen
eşit vicdan özgürlüğünü garanti eden bir anayasayı seçmelidirler. Bu ilke uyarınca
eski çağlardaki hoşgörüsüzlüğün zeminleri yanlıştır. Örneğin St. Thomas’ın
sapkınların ölümünü uygun görmesi de böyledir. Çünkü onun Katolik kökenli
kanıtları ortak muhakeme modlarıyla tesis olunamaz. Đmanın ruhun hayatı olduğu ve
semavî otoriteden ayrılan sapkınların baskı altına alınmasının ruhların kurtuluşu için
elzem olduğu fikri bir dogma meselesidir.281
Rawls’un vicdan özgürlüğü ekseninde eğildiği bir konu da “hoşgörüsüzlerin
hoşgörülmesi”dir. Ötekileri sapkın olarak görenler onlara ya işkence yapacaklar ya
da ihtidaya zorlayacaklardır. Dolayısıyla böyle bir düşünceyi savunan mezhepler iç
barışı muhafazada güvenilebilir değildirler. Bu bakımdan, ona göre Rousseau “kilise
dışında kurtuluş yoktur” iddiasında bulunan dinleri hoş görmeyecektir.282 Rawls,
Rousseau ile Locke ve St. Thomas ile Protestan reformcuların hoşgörü anlayışlarını
da ayırmaktadır. Locke ve Rousseau özgürlüğü kamusal düzen temelinde
sınırlamakta
idiler.
Onların
nazarında,
eğer
Katolikler
ve
ateistler
hoş
görülmeyecekse bunun sebebi bu kimselere sivil toplumun bağlılıkları hususunda
güvenilemeyecek olmasında aranmalıdır. Lakin Rawls’a göre çok geniş tarihi
tecrübeler onları yanlışlamıştır. Yani Rawls’un ateist ve Katoliklerin kamusal düzen
adına özgürlük kısıtlamalarına maruz kalmalarını uygun bulmadığı anlaşılmaktadır.
Bunun hilafına St. Thomas ve Protestanlardaki hoşgörüsüzlük bizatihi bir iman
meselesi olarak görülür ve bu farklılık, hoşgörüye anormal olarak çizilen sınırlardan
daha temeldir. Çünkü vicdan özgürlüğünün reddi ya da tahdidi kamusal düzene atıfla
279
A.g.e., s. 188.
A.g.e., s. 188.
281
A.g.e., s. 189.
282
A.g.e., s. 189. Rawls’un bunları aldığı yer, Rousseau’nun Toplum Anlaşmasındaki (s.188-206)
sözleridir.
280
88
haklılaştırıldığında, bu tahdidin haksız ve yanlış olarak ihdas olunduğunu ileri
sürmek mümkündür. Bununla beraber Rawls, eğer tahdid teolojik ilkelere veya iman
meselelerine isnad edilir ise, böyle bir imkânın olmayacağını öne sürer.283
Bunun akabinde, Rawls adaletin hoşgörüsüzün hoş görülmesini gerektirip
gerektirmediğini, eğer gerektiriyorsa hangi koşullar altında gerektirdiğini düşünmeye
geçer. Hoşgörüsüz bir mezhebin eşit özgürlüğü reddedildiğinde şikâyet hakkı yoktur.
Bir kimsenin şikâyet hakkı kendi kabul ettiği ilkelerin ihlali ile sınırlıdır. Rawls bir
hoşgörüsüz kişinin bu eylemini sadece bir inanç düsturu olarak yaptığını ve bundan
kişisel hiçbir menfaat ummadığını söyleyebileceğini kabul eder. Örneğin, onun
görüşü, Tanrı’ya ve herkesin kabul edeceği bir doğruya mutî olunması adına hareket
ettiği olabilecektir.284 Rawls’un buna cevabı PL’de karşılaşacağımız ve din ile liberal
düzenin ilişkisine dair fikirlerinin en önemli mefhumlarından olan “makul
çoğulculuk” olgusunun nüvelerine işaret etmektedir.
“ilk durum açısından bakıldığında, hiçbir spesifik dinî doğru yorumu, yurttaşları genel olarak
bağlayıcı kabul edilemediği gibi teolojik soruların çözümünde bir tek otoritenin hak sahibi
olduğunda da hemfikir olunamaz. Her şahıs kendisinin dinî yükümlülüklerinin ne olduğuna
karar vermede eşit hakkı olduğunda ısrarcı olmalıdır. Bir kimse bu hakkı bir başkasına ya da
kurumsal bir otoriteye bırakamaz.”285
Fakat araya girerek, “bir kimsenin kendi özgür iradesi ile bu kararları yani
dinî yorumlama hakkını kendisinden daha ehil gördüğü kimse ya da kurumsal
otoritelere tevdî etmesinde bir beis var mıdır ya da ne beis vardır?” diye sorabiliriz.
Zira modern çağların çok manidar bir tutumu da, başka hiçbir alanda olmadığı kadar,
din alanında “müctehid” sayısının kışkırtılmasıdır. Masumluktan uzak olduğunu
hissettiğimiz bu tutumun dinleri sulandırmaya ve bir kakofoni içinde evcilleştirmeye
matuf olduğunu düşünmekteyiz. Herkesin kendine göre tefsir ettiği bir din hiç de
birleştirici ve topluluk oluşturucu bir nitelik gösteremeyecektir. Çünkü bu tefsirler ne
“rivayet” ne de “dirayet” tefsiri olmayacak, “riayet” tefsiri olacaktır. Bu “riayet”in
kime veya neye olduğunun altı sınırsızca doldurulabilirse de herhalde dinler
açısından en genel ifadesi “hevaya” sözünde bulunabilir. Ayrıca Rawls’un sekülerliği
283
A.g.e., s. 189-190.
A.g.e., s. 191. Ayrıca, bir şahıs inancını değiştirmede her daim hürdür. Tanrı’nın iradesine razı
olunması gerekliliği fikrinden herhangi bir şahıs ya da kurumun bir başkasının kendi dinî yükümlülük
yorumuna müdahale yetkisi çıkmaz. Dinî ilke hiç kimse için kanun ya da siyasette daha fazla bir
özgürlüğü haklı çıkarmaz. Kurumlar üzerinde yetki iddiasında bulunabilecek ilkeler sadece ilk
durumda seçilmiş olanlarıdır.
285
A.g.e., s. 191.
284
89
dinî alana üstün tuttuğunun ya da seküler alanı dinî alandan daha makul ve daha az
kuşku duyulur bulduğunun bir ifadesi de, Locke ve Rousseau’nun bu dünyadaki
düzen kaygısını St. Thomas’ın imanından daha “yola gelir” saymasıdır.
Hoşgörüsüzlerin hoş görülmemekten şikâyet hakkı yok ise de, bu
hoşgörülülerin onları bastırma hakları olduğu anlamına gelmez. Hoşgörüsüzleri hoş
görmeme hakkı bir adalet ilkesi ihlalinde belirir. Hoşgörülüler hoşgörüsüzleri, bu
hoşgörüsüzlüğü
kendilerinin
güvenlikleri
için
gerekli
gördüklerinde
hoş
görmeyebilirler. Çünkü herkes ilk durumda kendini koruma hakkında anlaşmıştır.
Adalet, ötekiler bir kimsenin varlığının temelini oyuyorken aylaklık yapmak değildir.
Özü koruma hakkından vazgeçme asla insanın yararına olmayacağından, birinci soru,
hoşgörülünün, hoşgörüsüzleri -onlardan ötekilerin eşit özgürlüklerine mevcut bir
tehlike belirtisi olmadığında- bastırma hakkı olup olmadığıdır.286
Rawls’a göre, iyi-düzenlenmiş toplumdaki yurttaşlar hoşgörüsüzleri onların
şikâyet hakları olmadığı için bastırmamalıdırlar. Adil bir anayasa vardır ve
yurttaşların onu destekleme görevi birileri adil davranmıyor diye son bulmaz. Bunun
için meşru çıkarlarımıza yönelik açık riskler olmalıdır. Anayasa güvende olduğu
durumlarda hoşgörüsüzün özgürlüğünü reddetmek için bir sebep yoktur. Rawls
hoşgörüsüzü hoş görme sorununu iyi düzenlenmiş toplumun istikrarı ile doğrudan
ilgili görür. Hoşgörüsüzlere özgürlük onları özgürlüğün değerine ikna edebilir, adil
anayasaya bağlanmalarını sağlayabilir. Bir hoşgörüsüz mezhep, iradesini daha
başlangıçta hemen dayatabilecek kadar güçlü olmaması ve bu adil anayasaya bağlılık
geliştiremeyecek kadar hızlı gelişmemesi koşuluyla, hoşgörüsüzlüğünü kaybetmeye
ve vicdan hürriyetini kabule yönelecektir.287 Ayrıca;
“Adalet ilkeleri rakip dinlerin iddialarında arabuluculuk yaptığı gibi muhalif ahlakları da
düzenler…Farklı kanaatleri olan şahıslar temel yapıya dair çatışan taleplerde
bulunduklarında, onların bu iddialarını adalet ilkelerine göre değerlendirmeleri esastır. Đlk
durumda seçilen bu ilkeler siyasî ahlâkın özüdür. Onlar şahıslar arasında işbirliği koşullarını
belirledikleri gibi farklı dinler ve ahlâklar arasında bir uzlaşma paktını da saptarlar.”288
Yurttaşların ödev ve yükümlülükleri, adil kurumları desteklemek ve
ilerletmektir. Adil yasalara itaatin açıklanması kolaydır. Asıl soru, hangi koşullar
altında ve nereye kadar adil olmayan yasalara uymak durumunda olduğumuzdur.
286
A.g.e., s. 191-192.
A.g.e., s. 193.
288
A.g.e., s. 194.
287
90
Bazen asla böyle yasalara uyma zorunluğunun olmadığının söylenmesi doğru
değildir.289 Anayasanın ve yasamanın adil ve meşru oluşu, bu yasamanın kazara
çıkardığı adaletsiz yasaya uymak için yeterli bir sebeptir. Toplumun temel yapısı
makul biçimde adil olduğunda, adaletin belli sınırlarını aşmaması koşuluyla adaletsiz
yasaları bağlayıcı görmek durumundayız.290 Rawls adaletsiz yasalara uyma sınırı
aşılınca devreye sivil itaatsizliği sokar.
12. Sivil Đtaatsizlik ve Vicdanî Red
Rawls’un nazarında, adaletin doğal yükümlülüğü kusursuz olarak adil
olmayan bir toplumun yasalarına uymayı gerektirse de, özgürlük ilkesinin sürekli
ihlali sivil itaatsizliği haklılaştırır.291 Sivil itaatsizlik, “kamusal (alenî), şiddet
içermeyen, vicdanî, genellikle hükümetin yasa ve politikalarında bir değişiklik
meydana getirme amacıyla yapılan siyasî bir eylemdir.”292 Bu şekilde, bir kimse
çoğunluğun adalet duygusuna seslenir. Sivil itaatsizlik sorunu, ona göre, bir şekilde
adil demokratik bir devletin, anayasayı meşru olarak kabul eden vatandaşları için
ortaya çıkar. “Sivil itaatsizlik sorunu, demokrasinin ahlâkî temeline ilişkin her
teorinin denektaşıdır.”293
Sivil itaatsizlik, protesto edilen yasayı ihlal etme zorunluluğu getirmez ve
adalet ilkelerine dayanarak yapılır. Bu sebeple siyasîdir. Bu eylem için gerekli
desteği sağlasa bile, ahlâkî ve dinî öğretilere dayanarak haklı çıkarılamaz. Bireysel
çıkarlar veya grup çıkarları amaç değildir ve politik düzenin temelinde yatan ortak
adalet anlayışına gönderme yapılır. Sivil itaatsizlik, kamuya açıktır, gizli değildir,
şiddet içermez. Yasaya karşı duruşunu, yasa içinden ortaya koyduğu için barışçıdır.
Yasa ihlal edilir fakat yasaya sadakat, eylemin alenîliği, barışçı oluşu ve eylemcilerin
eylemlerinin sonuçlarına razı olmaları ile ifade edilir.294 Sivil itaatsizlik ile dinî
tasarımlar arasında bağlantı bulunmamaktadır. Tüm başvurular politik ilkeleredir.
Sivil itaatsizliğe başvuranlar genellikle dinî inançlardan hareket ediyorlarsa da,
aralarında zorunlu bir bağ yoktur. Yaşamın ahlâkî temeline gönderme yaptığı için, bu
289
A.g.e., s. 308.
A.g.e., s. 308.
291
Kukathas, s. 53.
292
TJ, s. 320.
293
Rawls, Sivil Đtaatsizlik, Kamu Vicdanına Çağrı/Sivil Đtaatsizlik, çev: Y. Coşar, Ayrıntı Yay., Đst.,
2001 içinde, s. 55
294
A.g.e., s. 57-59.
290
91
eylem dinî değil, siyasî bir eylemdir, herkesten beklenemeyecek dinî inançları değil,
adaletin ilkelerini esas alır.295 Haklı taleplere dayanan sivil itaatsizlik iç barışı tehdit
etmeye başlar ise, sorumlu bu eylemciler değil, iktidarlarını kötüye kullanarak buna
sebep olanlardır.296
Rawls, sivil itaatsizlik ile vicdanî red mefhumlarını ayırır. Evvela vicdanî red
çoğunluğun adalet duygusuna bir hitap değildir. Bir kimse vicdanî nedenlerle meşru
bir buyruğa uymayı reddedebilir ve topluluğun inançlarına seslenmeyebilir. Bu
bağlamda vicdanî red kamusal bir forumda vukubulan bir eylem değildir.297 Vicdanî
red zorunlulukla siyasî ilkelere dayanmayabilir. Bu eylem anayasal düzen ile
uyuşmazlık içinde olan dinî veya başka ilkelere bel bağlayabilir. Rawls’a göre örnek,
ilk Hıristiyanların pagan Roma imparatorluğunun buyruklarına, dinî adetlerine boyun
eğmeyi adalet nedenleriyle değil de, kendi dinî inançlarına aykırı bularak tabi
olmamalarıdır. Bunların kanıtları siyasî değildir. Yehova şahitlerinin bayrağa selam
vermeyi veya bir pasifistin savaşa katılmayı reddi buna örnektir.298 Adalet ilkelerinin
gerektirdiği eylemlerin dinî nedenlerle reddi zor bir meseledir. Hoşgörüsüzlük
meselelerinde olduğu gibi, yasal düzen eşit özgürlük ilkesini gerçekleştirecek şekilde
insanların dinî çıkarlarını izleyişini düzenlemelidir. Đnsan kurban etme gibi dinî
pratikler yasaklanabilir, ne din ne vicdan bunu meşru kılamaz. Adalet teorisi bunlara
nasıl davranacağına kendi zaviyesinden karar vermelidir. Eğer bir din tamamen
reddedilecekse, ötekilerin eşit özgürlüklerini ihlali yüzündendir. Özgür bir toplumda
hiç kimse, ilk Hıristiyanların maruz kaldığı gibi, eşit özgürlüğün ihlali olacak bir dinî
eyleme zorlanamaz.299
Böylece TJ’nin üçüncü ve son bölümü olan ve Rawls’un adil ile iyiyi
örtüştürmeye veya Kant ile Aristoteles’i iyi düzenlenmiş toplumda eritmeye çalıştığı,
bize göre ikinciyi birinciye hâdim kıldığı amaçlar kısmına gelmiş bulunmaktayız.
Daha önce değindiğimiz, gelenek ile modernite farkı, yani adil ile iyi toplum farkı
burada ortadan kaldırılmaya çalışılır. Rawls toplumun adil olduğu kadar iyi de
olduğunu, üyelerinin iyi anlayışlarına uyduğunu, onları tatmin ettiğini ispata girişir.
295
A.g.e., s. 70.
A.g.e., s. 76.
297
TJ, s. 324.
298
A.g.e., s. 325.
299
A.g.e., s. 325-326. Daha geniş sivil itaatsizlik ve vicdanî red yorumu için bkz. s. 326-343.
296
92
Bu bölümde hakkaniyet olarak adaletin istikrarı ve ona göre kurulan adil toplumun
bir de iyi toplum oluşu araştırılır.300
13. Đyi Teorisi Đhtiyacı
Rawls, hakkaniyet olarak adaletin nihaî bir müdafaasına yönelir. Hedef,
“adalet anlayışının makbul olduğunu çünkü bu anlayışın en köklü değerlerimizi
destekleyen
ahlâkî
ilkelere
dayalı
bir
istikrarlı
toplum
tesis
edeceğini
göstermektir.”301
Rawls, Aristotelesçi ilke dediği bir anlayışı tartışmaya katar. Aristotelesçi ilke
insanların gerçekleştirilmiş potansiyellerini uygulamaktan hoşlandığını ve bu
hoşlanmanın bu kapasitenin gerçekleşmesi arttıkça çoğalacağını ifade eder. Daha tam
olarak gelişmiş yeteneklere yol açacak daha geniş amaçları başarmaya duyulan arzu
Aristotelesçi ilkenin bir veçhesidir.302 Aristotelesçi ilke bir motivasyon ilkesidir ve
belli başlı arzularımızın çoğunu ve niçin bazı şeyleri ötekilere yeğlediğimizi açıklar.
Đyi yine hakla sınırlıdır, lakin yine de sosyal kurumların teşekkülünde iyi
anlayışlarına geniş bir alan sunulmalıdır, aksi halde insanlar hayatlarını ve
kültürlerini bir hayli sıkıcı ve anlamsız bulurlar. Đyi anlayışlarını gerçekleştirmek
ortak çıkarları da artırır ve bunlar insan mükemmeliyetinin göstergeleridir.303 Rawls,
geleneksel anlayış ile modern anlayışı Kant ve Aristoteles yoluyla maharetle
birleştirmektedir. Đlk durumun Kantçı yorumu, hak ve adil olanı yapma arzusunun
kişiler için doğalarını özgür ve eşit rasyonel varlıklar olarak ifadenin ana yolu olduğu
demektir. Aristotelesçi ilkeden ise doğalarının bu ifadesinin onların iyilerinin temel
bir ögesi olduğu çıkar. Bunlar ahlâkî değer yorumuyla birleştiğinde erdemlerin
mükemmellikler olduğunu görürüz.304 Bu bağlamda, erdemli olan ve olmayan ancak
adil toplumun kurulmasından sonra mümkündür ve adil toplum tam da bunu
sağladığı için keza iyi ve istikrarlı toplumdur.305
300
Hünler, s. 72. Kukathas da üçüncü bölümün beklenmedik bir “iki adalet ilkesi” savunusu olduğunu
belirtmektedir. Rawls’un bu son hamlesi sürpriz bir teşebbüstür. s. 59; Barry’e göre bu düşünce ile
Rawls antik öğretiyle ilinti kurar. O da, PL’deki örtüşen mutabakatın izlerinin burada, yani adil-iyi
çakışmasında aranması hususunda bizimle hemfikirdir. B. Barry, J. Rawls and The Search For
Stability, The Agenda, s. 107.
301
Kukathas, s. 53-54.
302
A.g.e., s 364.
303
A.g.e, s. 375-377.
304
A.g.e, s. 390.
305
Hünler, s. 90
93
Rawls, bundan sonra PL’nin başat ilgisi olan, istikrar meselesine, istikrarını
araştırdığı iyi-düzenlenmiş toplumun tanımı ile başlar.
14. Đyi-Düzenlenmiş Toplum ve Đstikrar
Đyi-düzenlenmiş toplum “üyelerinin iyisini arttırmak için ihdas olunmuş ve
bir kamusal adalet kavramınca etkin biçimde düzenlenmiş” bir toplumdur. Bu
toplumda herkes aynı adalet ilkelerini kabul eder ve öbürlerinin de bunları kabul
ettiğini bilir; temel sosyal kurumlar bu ilkeleri karşılar ve bu insanlar tarafından
bilinir.306
Adalet ilkeleri kamusaldır. Bunlara genel ilkeler ışığında ulaşılmıştır ve
bunlar ekseninde kabul edileceklerdir. Rawls, burada seküler bakış açısını fâş eden
düşünceler serdeyler. Đlkeleri desteklemek için teolojik veya metafizik bir öğretiye
başvurmaya gerek olmadığı gibi bu dünyada iki ilkenin izin verdiği eşitsizlikleri
telafi edecek bir öte dünya tahayyül etmek de beyhudedir. Rawls, bir adım daha atar
ve Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’indeki “dine dayanmazsa bir sosyal
sistemin yaşayamayacağı” fikrini de yadsır.307 Đyi düzenlenmiş toplum zaman boyu
varlığını sürdürdüğünden adalet kavramı istikrarlıdır. Yani, kurumlar adil olduğunda,
bu düzenlemelere katılanlar da paralel bir adalet duygusu edinirler. Bir adalet
anlayışı ötekinden ürettiği adalet duygusu daha güçlü ve adil olmayan eylemlere
eğilimleri daha engelleyici ise, daha istikrarlıdır.308 Đstikrar, toplumsal kurumların
asla değişmeyeceği anlamına gelmez. Đstikrar, kurumlar değişse bile hâlâ adil
kalmalarıdır. Rawls’un burada güvendiği şey insanların adalet duygularıdır.309
15. Adil ve Đyinin Örtüşmesi
Bu örtüşmenin imkânı, iyi-düzenlenmiş toplumun, toplumun iyisini başarıp
başaramayacağına bağlıdır. Eğer belli bir grubun iyi anlayışı toplumun amacı
yapılırsa, bu grup nazarında toplumsal kurumlar bizatihi iyi ve değerli değildir,
sadece kendi amaçlarını gerçekleştirmek kaydıyla değerlidir.310
Temel, ortak nihaî bir amaçtır ve bu amaç başarıldığında herkes aynı şeyde
tatmin bulur. Ve bu olgu bireylerin iyisi ile beraber topluluğun iyiliğini birleştirir.
306
TJ, s. 397.
A.g.e., s. 398.
308
A.g.e., s. 398-399.
309
A.g.e., s. 401. Rawls’un aile-çocuk bağlamında ahlâkın gelişimine dair görüşleri için bkz. 405-409.
310
A.g.e., s. 456-457.
307
94
Đyi-düzenlenmiş toplum, toplumsal birliklerin toplumsal birliğidir. Toplumun
üyelerinin kendilerinin ve ötekilerin doğasını adalet ilkelerince izin verilen yollarla
gerçekleştirmek için işbirliği yapmak gibi ortak amaçları vardır. Bu ortak niyet
herkesin adalet duygusuna sahip olmasından ileri gelir. Kantçı yorum bize herkesin
adil kurumları desteklemek için eylemesinin her biri için iyi olduğunu söyleme
olanağı verir. Đnsanlar özgür ve eşit ahlâkî kişiler olan doğalarını ifade arzusu
duyarlar ve bunu seçtikleri adalet ilkelerine göre eyleyerek yaparlar. Hepsi bu
ilkelere uymaya çabaladığında ve başardığında hem bireysel hem toplumsal olarak
ahlâkî kişiler olan doğaları tamamen gerçekleşmiş olur, böylece bireysel ve
toplumsal iyileri de hayata geçmiş olur.311 Bireylerin ya da grupların özel planları,
plan içinde plandır. Yani alt bir plandır ve egemen bir amaç tesis etmez. Mesela bir
dinsel birliğin iyisini toplumun birincil planı yapmak imkânsızdır.312
Dinler gibi bireylerin özel bağlılıkları olarak görülen iyilerini, hayat planlarını
kamusal hayatta pasifleştiren bu yaklaşım onları Hegel’in sivil toplum dediği özel
birliklerin sınırlarına hapseder. Rawls buna “ardalan kültür” diyecektir. Dinler
burada
yaşanacaktır. Đyi-düzenlenmiş toplum birçok özel birliğin çatısını
oluşturmaktadır, yani onun “toplumsal birliklerin toplumsal birliği” oluşunu böyle
anlamak gerekir. Rawls tek bir amacın hâkimiyetinin kusurlarını sayarken, dinin tek
hedef olmasını eleştirir.313 Egemen amaç özel bir hedef güderse fanatizm ve baskı
aşikâr olacaktır. Oysa insan iyisi heterojendir çünkü Benin amaçları heterojendir.
Filozof tüm amaçlarımızın bir tek amaca tabi kılınmasını rasyonel tercih ilkelerine
külliyen muhalif görmese de, yine de irrasyonel bulur. Bu düşünceler, ileride bir iyi
anlayışları çoğulculuğunu kuramın temeli yapmaya imkân verecek kadar
genişletilmeye müsait, yani açık uçlu görünmektedir.
Rawls, iyi anlayışları hususunda hassastır, insanın iki ahlâkî yetisinden biri
saysa da, rasyonellik yani iyi anlayışına sahip olma ve geliştirme yetisini öteki yetiye
yani adalet duygusuna bağlamakta ısrarcıdır. Đnsanlar hayatlarına, bağımsız biçimde
311
A.g.e., s. 462-463
A.g.e., s. 463. Monadoloji yorumlarımızı şu ifadeler doğrular gibidir: “ilk durum oybirliği mümkün
olacak biçimde düşünülmüştür. Bir şahsın düşünceleri herkesinki ile benzerdir. Aynı şey, toplumun
üyelerinin düşünülmüş yargıları için de geçerlidir. Herkesin benzer bir adalet duygusu vardır ve bu
anlamda toplum homojendir. Siyaset de bu ahlâkî mutabakata başvurur.” s. 233. Monadlara dayalı bir
birey anlayışı için bkz. Gabriel de Tarde, Monadoloji ve Sosyoloji, çev: Ö. Doğan, Öteki Yay., Ank.,
2004.
313
A.g.e, s. 484-486.
312
95
tanımlanmış iyiye bakarak şekil vermemelidir. Rawls, bireyin hayatını örneğin dinin
yönetmesine engel olmaya çalışmaktadır. Kişinin, adalet ilkelerinden bağımsız,
onlarla sınırlanmadan tâbi olduğu bir din huzursuzluk kaynağıdır. Rawls, iyi
anlayışlarını hakka tâbi kılmaya çalıştığı sırada, Sandel’in doğrudan eleştirdiği şu
sözleri söyler: “Ben, (kabul ettiği) amaçlarına önceldir.”314 Hâkim bir amaç çok
sayıda ihtimal arasından seçilmelidir.315
Rawls’un dinin anlamının farkında olmadığı anlaşılmaktadır. Din bir
marketteki raflardaki ürünler arasından tercih edilecek seçmeli bir şey değildir,
zorunludur. Dinî inancı ısrarla düşüncenin objesi yapmak onun önemini algılamamak
veya kasten çarpıtmaktır. Din bu şekilde algılandığı içindir ki, zaten, bireyin dinini
kolayca değiştirebileceği, dinî inançlarını revize ve reforme edebileceği yanılgısıyla,
mesela kamusal alanda, kamusal müzakerede üstünden bir giysi çıkarır gibi kolayca
dinî inançlardan sıyrılabileceği sanılmaktadır. Dindar için amaçları “onun
(kendisinin)” değildir, “o”dur (kendisidir). Bu anlamda, Rawlsçu toplumda dindarlar
yenik başlamaktadır. Biz, buna dayanarak, toplumda en dezavantajlı (worst-off)
olanların dindarlar olduğu iddia edeceğiz.
Rawls, artık adalet teorisinin tüm kısımları serimlendiğinden hak ve iyi
çakışmasının tamamlanabileceğini ileri sürmektedir. Çakışma meselesi bu iki kıstas
ailesinin uyuşup uyuşmamasıdır. Yurttaşların, hayat planları için adalet duygusunu
düzenleyici olarak kabul etmeleri rasyoneldir.316 Bu çakışmanın istikrarı sağlamada
hayati önemi vardır. Adalet ilkeleri ve adil kurumları rasyonel ve herkesin yararına
olduğundan, birisi için rasyonel olan herkes için rasyoneldir, bu sebeple
istikrarsızlığa bir temayül bulunmayacaktır. Đyi-düzenlenmiş toplumdaki bir kimse
kurumların adil olduğunu ve ötekilerin kendisininkine benzer bir adalet duygusuna
sahip olduğunu ve sahip olmaya da devam edeceklerini bilir ve bu sebeple bu adil
kurumlara tabi olurlar ve olmaya devam ederler. Adaletin kurallarına boyun eğmeyi
kabul eden bir iyi anlayışı ötekilerin benzer planlarına en münasip karşılık olacaktır.
Bu anlamda biri için rasyonel olan, herkes için rasyoneldir.317 Özetle, tüm farklı
hayat planları üst bir düzlemde yani müşterek adalet ilkelerinde mutabakata
314
A.g.e., s. 491.
A.g.e., s. 491.
316
A.g.e., s. 496-497.
317
A.g.e., s. 497.
315
96
ulaştırılmaya çalışılır. PL’de bunun adı örtüşen mutabakat (overlapping cansensus)
olacaktır ve “istikrar” burada aranacaktır. Bu düşüncenin ise James (1842-1910)’in
“otel odalarını birbirine bağlayan bir koridor gibi tüm kuramların tam ortasında
bulunduğunu”318 söylediği faydacılığı akla getirdiğini ileri sürebiliriz. Rawls da
kendi adalet anlayışının tüm kapsamlı dünya görüşlerinin ortasında durduğunu iddia
ediyor gibi görünmektedir. Fakat onun dinle adalet arasındaki içlem-kaplam
meselesini algılayışı sorunludur. Çünkü adaletin içini dolduran en önemli olgulardan
birinin din olduğu kuşkusuzdur.
Rawls, eserin sonlarına doğru, kuramının yurttaşların iki ahlâkî yetisini de
karşıladığını ispatlamaya çabalar. Buna Kant ve Aristoteles’in meczolunması
diyebiliriz. Aristotelesçi ilkeden iyi-düzenlenmiş toplumun hayatına katılımın büyük
bir iyi olduğu çıkar. Bu, adalet ilkelerinin herkesin planından evvel oluşuna
dayanır.319 Adalet ilkeleri tüm diğer arzuların düzenleyicisi olmalıdır. Bu ilkeler, iyi
anlayışlarımızı yönetmelidir. Adalet öteki hedeflerimizle bir tutulmamalı ve onlar
arasında bir arzu olarak görülmemelidir, o tüm değerlerin tepesindeki değerdir.320
Adalet, toplumun iyisi yapılarak, Kant ve Aristoteles iyi düzenlenmiş toplumda
birleştirilmektedir. Bir nevi “adalet olan en yüksek iyi”yi aramak toplumsal ve
bireysel amaç olmaktadır. Bu durumda geleneksel siyasetin teleolojik yaklaşımı, yani
topluma katılımı bir telosa bağlayan anlayışı, kişinin amacını Benine evvel kılan
tutumu, bu amacın adalet olduğu söylenerek, Kant’a bağlanmakta, deontoloji
teleolojiyle birleşmektedir. Fakat aslında olan, teleolojinin deontolojiye hâdim
kılınmasıdır. Teori en başla birleşip, ahlâkî bir özne olan liberal bireyin koyduğu
kendi yasası, amacı, adalet ilkeleri, üstelik monadolojik bir süreçle, toplumun iyisi
olmaktadır. Aristoteles’in entelikhası bu şekilde, insanın Beninden evvel verili değil,
sonra kendisinin seçtiği şey olmaktadır (Ben, amaçlarına öncedir). Bu, Aristoteles’in
Kant’a bağlanmasıdır düşüncesindeyiz.321 Đyi-düzenlenmiş toplumda iyi ile hakkın
318
W. James, Faydacılık, çev: T. Göbekçin, Yeryüzü Yay., Ank., 2003, s. 31.
TJ, s. 500.
320
A.g.e., s. 503.
321
Liberal toplumun iyiliği meselesinde, ilginç görüşler Erdoğan’dan gelmektedir ki, iyiliği
özgürlüğün üzerinden tanımlamak manasında liberal geleneğin duruşunu sergiler gibidir. Erdoğan’a
göre liberalizm bir özgürlük teorisidir. Özgür toplum herkesin tek iyi anlayışını savunduğu monolitik
değil, birçok iyi anlayışının barışçı birlikteliğine dayanan çoğulcu bir toplumdur ve bu toplum bizatihi
iyidir. Liberal öğretinin temelinde yatan özgürlük, hem bir insanî varoluş ve eylemlilik potansiyeli
olarak, hem de bireysel özerkliğin gerçekleşme aracı olarak en temel ahlâkî değerlerden biridir. Özgür
toplum bizatihi iyidir, ona ayrıca bir iyi elbisesi giydirmek yanlıştır. M. Erdoğan, Niçin Liberalizm,
319
97
örtüşmesi, bireyler için adalet ilkelerini düzenleyici olarak kabul etmenin rasyonel
tercih ilkeleri ile uyuşması, bunların da toplumun değerlerini desteklemesiyle,
hakkaniyet olarak adalet yorumu nihayete erer.322
Filozofun son cümlesi konumuza ışık tutacaktır. Hakkaniyet olarak adalet, ilk
durumun sağladığı tarafsızlık ve toplumsal koşullardan azadelik sayesinde, gelecek
nesiller için de geçerliliğini korur. Ancak bu sürekliliği veren dünya dışı bir yer ya da
müteal bir varlığın bakış açısı değildir. Bu daha ziyade rasyonel şahısların bu dünya
içindeki düşünce ve hislerinden ileri gelmektedir. Herkes ilkeleri kendi bakış
açısından kabul edecektir.323 Rawls, böylece sisteminin seküler karakterini
yineleyerek TJ’yi nihayete erdirir.
D. Cemaatçi Eleştiriler
Rawls’un TJ’deki görüşlerinin inanılmaz etkisi, gündemi belirlemesi, onun
fikirleri üzerinde kendisinin tabiriyle “örtüşen mutabakat” olduğu anlamına
gelmemektedir. Rawls’un fikirleri birçok eleştiri almıştır. En ilginci, son zamanların
en güçlü liberal teorisyeni sayılan Rawls’un, bizzat liberal gelenek içinden
eleştirilmiş olmasıdır. Keza Marksist cepheden de yoğun tenkitler gelmiştir.* Biz bu
eleştirilere ayrı başlıklar açmayı düşünmüyoruz. Ancak, Rawls’un tetiklediği
tartışmalardan, ona verilen cevaplardan hareketle beliren cemaatçilerin eleştirileri
için müstakil bir başlık açmanın yerinde olacağı inancındayız. Bu eleştirilerin
Liberal Düşünce, Kış 96, Say. 1, s 31. Elbette bunlar daha çok PL’ye uymaktadır. Ama şunu
belirtebiliriz ki, eğer liberalizm için en önemli değer olan özgürlük koşullarını karşılamak bir
toplumu/devleti iyi kılıyorsa, öyleyse en önemli değer olarak başka bir şeyi kabul eden bir kültürün
devletinin iyiliği de buna göre değerlendirilmelidir diyebiliriz. Örneğin tevhidi esas alan bir dinin, ırkı
esas alan bir ulus devletin, ekonomiyi temele alan Marxizmin kendilerinin iyiliğini bunlara
dayanmakla iddia edebileceğini kabul etmekle haksızlık yapmış olmayız.
322
A.g.e., s. 505.
323
A.g.e., s. 514
*
Liberal kanattan Nozick’in eleştirileri çalışmamız açısından atlanabilir diye düşünmekteyiz. Aynı
düşüncelerimiz Marksist eleştiriler için de geçerlidir. Marksist eleştiriler için bkz. Skinner, s. 151-155;
Rawls’un sınıf çatışmasına önem vermediği eleştirileri için bkz. K. Nielsen, On The Very Possibility
of A Classless Society: Rawls, Macpherson and Revizionist Liberalism, The Agenda, s. 258-276.
Peffer ise meseleye daha ayrıntılı yaklaşmaktadır. Rawls ile Marxism arasında aşılmaz uçurumlar
olmadığını iddia eden yazar, Rawls ile Marx benzerliğine işaret ettikten sora, Marksist eleştirilerin ana
hatlarını sıralar. On madde halindeki eleştirilerin ilki yani düşünsel denge, sözleşme ve ilk durumun
bireyin doğasına ilişkin burjuva ya da bireyci varsayımlarla dolu olduğu önemlidir. s. 366-367. Bu, ilk
durumdaki bireylerin tarafsızlıkları iddiasının aksine, liberal-kapitalist burjuva bireyi lehine taraf
tutulduğu anlamına gelmektedir. Yani süreç hakkaniyetli değildir. Öyleyse hakkaniyet olarak adalet
adı yanlıştır ve (Hünler’in de Kukathas’tan ilhamla kullandığı) önceden koyulan tavşanın şapkadan
çıkarılması izlenimini doğrulamaktadır. Yani “düşünülmüş yargıların” aslında liberal demokrasilerin
temel kabulleri olduğunu bir kez daha görmekteyiz.
98
gücünün yanısıra bizim için bir diğer önemi, temas ettiğimiz gibi, doğrudan Rawls’u
hedef alması ve düşünürün fikirlerini (kendisi kabule yanaşmasa da) etkilemesidir.
Öyle ki filozofun son dönem çalışmalarında cemaatçi bir zemine yerleştiği bile
söylenmiştir.324
Cemaatçilik (communıterianism) modernitenin evrenselci, büyük sistemler
içeren iddialarına karşın daha tarihselci teorilere dönüşü de ifade eder. Postmodernite
içerisinde düşünebileceğimiz cemaatçi akım, modernitenin kurucu, soyut, evrensel
teorileri kültür ve gelenekten bağımsız biçimde inşa eden aklına karşı geleneğe,
topluma, kültüre, çevreye önem veren bir tutum sergilemektedir. Liberalizmin soyut
ve yalnız bireyini bir çevre, bağlam içine yerleştiren cemaatçiler, onu çevresinin
ürünü kabul etmişlerdir. Bu ise bu kültürü oluşturan unsurların da olgu olarak kabulü
anlamına gelmektedir. Bu unsurlar arasında dünya görüşleri, iyi anlayışları, daha
özelde ise dinlerin olduğu açıktır. Cemaatçilerin eleştirileri bir hayli dikkat çekicidir.
Taraf olduğumuzu belirttiğimiz bu eleştirileri MacIntyre (1929-) ve Sandel’in
fikirleri ekseninde ele alacağız.*
MacIntyre’a göre, modernlik öncesi geleneksel toplumda, birey kendisini ve
diğerleri onu, üyesi olduğu değişik toplumsal gruplara göre tanımlardı. Kişi kendini
ben şunun kardeşiyim, oğluyum, şu aile, köy ya da kabiledenim şeklinde betimlerdi.
Filozofa göre, bunlar, insanların tesadüfen sahip oldukları veya gerçek Beni
keşfedebilmek için istedikleri zaman fırlatıp atabilecekleri nitelikler değildi. Bu
nitelikler, bireyin tözünün parçası idiler. Bireyler iç içe geçmiş bir toplumsal ilişkiler
bütünü içinde belirli bir yapıyı tevarüs ederler ve bu ağ içindeki yerin yitirilmesi bu
bireyler için bir hiç oluş, ya da en iyi ihtimalle bir yabancılaşma anlamına gelirdi.
Bu, modernite ile beraber, kayıp değil kazanım olarak görülerek, toplumsal
bağlardan, modernliğin erekselliğin boş inançları olarak kabul ettiği şeylerden
324
A. Yılmaz, Çağdaş Siyasal Akımlar: Modern Demokraside Yeni Arayışlar, Vadi Yay., Ank., 2003,
s. 271-274. Kendisi bu iddiayı kabul etmez, ancak bu izlenim güçlüdür. Teorideki değişikliklerin
bazıları cemaatçi eleştirilere cevaptır. bkz. Mulhall and Swift, Liberals and Communiterians, s. 2,
191-192. Rawls Cemaatçi mi? başlığı altında Rawls’un yeni kişi anlayışının Sandelci kişisel
bileşenlerin siyasî olmayan bağlamlardaki varlığını kabul eder. Cemaat değerleri siyaset-altı
birliklerde gerçekleştirilebilir. Ayrıca hakkın iyiye önceliği bizatihi bir iyi teorisidir. s. 222.
*
Liberteryen eleştiriler için bkz. Nozick, Anarşi Devlet Ütopya; Kukathas, The Liberterian Critique,
TJ and its Critics içinde, s. 74-91; A.Ş. Balı, s. 161-169; Barry, s. 167-171; Kymlicka, Çağdaş Siyaset
Felsefesine Giriş, 141-232; Has Nozick Justified the State?, Equality and Liberty: Analyzing Rawls
and Nozick, St. Martin’s Press, New York 1991 (Charles Sayward and Wayne Wasserman); ve (aynı
kitap içinde) Nozick and the Individualist Anarchist (Fredric C. Young), Nozick’s Argument for the
Legitimacy of the Welfare State (Michael Davis); Beriş, Liberal Düşünce, sayı 28, s. 205-213.
99
kurtulmuş bireyin doğuşu diye kutlanmaktadır.325 Modernite ahlâkının evrenselliğine
dair de eleştiriler vardır;
“modern ahlâklılığın tikel alandan tamamen bağımsız bir evrensellik özlemi yanılsamadan
başka bir şey değildir; ve ikinci olarak, erdemlere sahip olmanın, belirli bir gelenek içinde yer
alma ve erdemleri ve bu erdemlere ilişkin anlayışı, kendisinden, kendisini de heroik
toplumun ilk sırayı aldığı bir önceller dizisinden miras aldığımız bir geleneğin parçası olma
dışında bir yolu yoktur…Değerleri seçme özgürlüğü… insanlardan çok -insansal özleri yok
olma noktasına gelmiş- hayaletlerin özgürlüğü olarak görülür.”326
MacIntyre’a göre bu fikirler modern bireycilik açısından şaşırtıcıdır. Çünkü
bireyciliğe göre kişi, ne olmayı seçerse odur. Geçmişinden yalıtılmış, tarihi olmayan
bu birey, filozofun kendi öyküsü, geçmişi olan birey anlayışı ile tenakuz içindedir.
Bu hikâye ise kimliğini bulduğu topluluğun öykülerinde gizlidir. Bireyin dünyaya
geldiği belirli bir geçmişle bağlantının koparılması şimdiyi de yaralayacaktır.327
Onun nazarında, temel ahlâksal karşıtlık, liberal bireycilik ile Aristotelesçi gelenek
türleri arasındadır. Sosyolojinin ve ahlâk felsefesinin asırlar boyu süren uğraşına
karşın, liberal bireyci bakış açısının hâlâ tutarlı ve rasyonel olarak savunulabilir bir
açıklaması yoktur. Oysa “Aristotelesçi gelenek, akla uygunluk ve rasyonaliteyi,
bizim ahlâksal ve toplumsal tavır ve yükümlülüklerimizdeki eski yerine yeniden
oturtacak şeklide, yeniden dile getirilebilir.”328 MacIntyre, Rawls’un akıl hocası
Kant’ı hedef alır:
“Kant’ın insan aklının evrensel ve zorunlu ilkeleri olarak sunduğu şeylerin, aslında, insanî
sorgulama ve ediminin belirli zaman, mekân ve aşamalarına özgü ilkelerden başka bir şey
olmadığı açığa çıkmıştır… Kant’ın ahlâklılığın ilke ve ön kabulleri olarak benimsediği
şeylerin de, aslında oldukça özgün bir ahlâklılığın, modern liberal bireyciliğe kurucu
ögelerinden birisini kazandırmış olan protestanlığın laikleştirilmiş biçiminin ilke ve
önkabulleri olduğu açıklığa kavuşmuş, dolayısıyla, evrensellik iddiası da iflas etmiş
bulunuyor.”329
Önemli cemaatçi eleştirilerden bazıları da Sandel’den gelmiştir. MacIntyre’in
hilafına, Sandel doğrudan Rawls’u hedef almaktadır. Sandel LLJ’de liberal bireyi
325
MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 60-61.
A.g.e., s. 191-192.
327
A.g.e., s. 325
328
A.g.e., s. 381
329
A.g.e., s. 390-391. Filozof, daha iddialı olarak, aydınlanma projesinin başarısız olduğunu, çünkü bu
projenin savunucularının, tam olarak rasyonel her failin, ne olursa olsun, kabul etmek için tereddüt
etmeyeceği; tek başına temellendirilebilir bir dizi ahlâkî ilke belirlemeyi hiçbir zaman başaramamış
olduğunu söyler. s. 397. Rawls ile MacIntyre’in Kant ile Aristoteles ekseninde mukayeseleri için
Hünler’e ve MacIntyre’in Jutice as Virtue: Changing Conception, John Rawls and The Agenda of
Social Justice, Editor: B.N. Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000 isimli çalışmasına bakılabilir.
Ayrıca MacIntyre’ın “din dilinin anlamlılığına” dair fikirleri için bkz. R. Yazoğlu, Alasdair
MacIntyre’da Otorite ve Dinî Đnancın Temeli, Felsefe Dünyası, TFD Yay., Sayı 45, Ank., 2007.
326
100
yükümsüz ben (unencumbered self) diye adlandırır*. Ona göre, liberaller için, en
yüksek saygı, amaçlardan ve bağlılıklardan bağımsız bir Benin öz-saygısıdır.
Yükümsüz ben için öz-saygının temelleri herhangi bir özel bağlılığa önceldir.330
Bireyin amaçlarına öncel oluşunun anlamı, kişinin yığın amaçlar karşısında salt pasif
bir alıcı olmadığıdır. Birey aktif ve kendisini çevreleyen şeylerden ayrışabilir, seçme
yetisini haiz bir faildir. Bir dizi niteliğin, kişinin amaçları olarak tanımlanması her
zaman, bu niteliklere önce gelen bir Ben öznesini tazammum eder. Kısacası seçilecek
bir amaçdan evvel, etrafta onu seçecek bir Ben olmalıdır.331 Sandel, Rawlsçu bireyi
ortaya koyduktan sonra, konumuza bağlar. Birey, her nasılsa, kendi sahip olduğu
amaçlarına belirli bir mesafede durabilmektedir. Bu uzaklığın sonucu Beni,
tecrübenin
erişim
alanının
ötesine
mevzilendirmektir,
dahası
kimliği-Beni
sabitlemektir. Yani Benin, kimliğin zaman içinde değişmeyeceği ve hiçbir bağlılığın
o olmaksızın Benimi anlamaktan kesilmeme neden olacak kadar derin olmadığı
anlaşılır. Sandel’in bu noktayı bağladığı yer bir hayli önemlidir. Rawls’un nazarında
sahip olduğumuz değerlerden bağımsız olduğumuzu düşündüğümüzde, Ben daima
bunlardan ayrı durabilir. Bu, “ahlâkî bir kişilik olarak kamusal kimliğimin iyi
anlayışımdaki zaman içinde muhtemel değişimlerden etkilenmeyeceği manasına
gelir”.332
Bir kişinin iyi anlayışını kendinin belirlediğini, bu iyilerin içine doğmadığını,
özgür bir seçimin ürünü olduğunu benimsediğimizde, bireyin amaçlarına uzaktan
bakabildiğine kani olduğumuzda, o bireyin lüzumlu gördüğünde iyi anlayışlarını, bizim meselemizde dinî inançlarını- kolaylıkla üstlerinden çıkarıp askıya
asabileceğini kabul etmiş oluruz. Kuşkusuz bu dinlerin mahiyetini (bilhassa semavî
*
“Unencumbered” kelimesinin karşılığı ihtilaflıdır. “Yükümsüz” ifadesini tercih ediyor olsak da,
Kymlicka’nın Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş adlı eserinin tercümesinde “engellenmeyen benlik”
ibaresi kullanılmaktadır. Kymlicka, liberal benlik anlayışına göre bireyin, var olan toplumsal
pratiklere katılımını sorgulama ve bunları artık izlemeye değer bulmadığında terk etme konusunda
özgür sayılacağını belirtir. Bireyler belli bir ekonomik, dinî, cinsel ya da yaratıcı ilişkiye üyelikleriyle
tanımlanmaz. Çünkü belli bir ilişkiyi sorgulamak ve reddetmekte özgürdürler. Kymlicka, burada
önceki sayfalarda alıntıladığımız ve Sandel’in hedef aldığını belirttiğimiz Rawls’un “ben, kendisi
tarafından onaylanan amaçlardan önce gelir” fikrinin liberalizmin bu görüşünü özetlediğini söyler.
Bunun anlamı, hiçbir amacın, benliğin olası değişiminden dışlanamayacağıdır. Bu ise benliğin Kantçı
anlaşılışı olarak bilinir. Zira Kant, benliğin toplumsal olarak kendine biçilen rolleri ve ilişkileri
öncelediği, ancak sosyal durumun bu özelliklerine belli bir uzaklıkta durup, onları akla göre
değerlendirdiğinde özgür olabileceği görüşünün savunucusu olmuştur. s. 310-311.
330
LLJ, s. XIV
331
A.g.e., s. 19
332
A.g.e., s. 62
101
dinlerin) gözden kaçırmaktır. Din bireyin kimliğini inşa eder, zira o kimliği oluşturan
matrixi de inşa eder. Đlginç bir nokta da, Rawls’un deontolojik anlayışın açılımı
olarak, adalet ve hakkın ilkelerini ve buna bağlı olarak temel hak ve özgürlükleri
(negatif olarak) olmazsa olmaz ve bireylerin ayrılmaz parçası kabul ettiği olgusu ile
karşılaşmamızdır. Hatırlanacağı gibi Kant geleneği, özgürlüğü ahlâkî bir birey
olmanın ölçütü kılmıştır. Sanki şahıs, özgür olmaktan vazgeçemeyecektir,
vazgeçmesi onu yok kılacaktır. Ama dinî inancından feragat edebilecektir.
Düşünceyi ileri götürdüğümüzde, modern yükümsüz birey düşünüldüğünde,
ilk durum, peçe vs. gibi aygıtlarda tanrısallık ve yoktan var etme iddiası tebarüz
etmektedir. Rawls’un sistemi temelsiz boşlukta durmaktadır. Çünkü dayandığı birey
öncesiz, sonrasız, boşlukta asılıdır. Tarihi, yaşanmışlığı yoktur. Rawls “ol demiş ve
bu birey ve toplum olmuştur.” Đlginç olan PL’de bireylerin bir kültür, tarih içine
yerleştirilmeleri ancak bu defa da, her nasılsa, örtüşen mutabakatın odağı olacak
metafizik olmayıp, siyasî olan hakkaniyet olarak adaletin muallakta durması, kendi
başına duran (freestanding) bir siyasî adalet anlayışı olarak sunulmasıdır. Bu tutum
dinlerin konumunda belirleyici olacaktır.
Sandel’e
göre,
deontolojik
teori,
sıradan
psikolojik
ve
teleolojik
varsayımlardan uzak durarak, kendisini, siyaset teorilerinin maruz kaldığı
münakaşalardan uzak göstermektedir. Deontoloji, bilhassa insan doğasına ilişkin
tartışmalardan (örneğin Hobbes’un yaptığı gibi) ve iyi hayatın anlamına dair
spekülasyonlardan azade kalmaya çabalamaktadır. Böylece liberalizm herhangi bir
insan güdüsüne, özel bir şahsiyet teorisine dayanmadığı ve bireylerin hayat tarzlarına
kayıtsız olduğunu ve (liberalizmin) kabulü için tartışmalı konulara, büyük cevaplara
ihtiyaç olmadığını iddia etmektedir. Fakat belli bir tabiatı, psikolojik eğilimi,
toplumsallığı bireye atfeden bir kişi teorisi ileri sürülmüyorsa da, başka bir tarz kişi
teorisi kabul edilmektedir.333 Sandel, Rawls’un kişi anlayışını nasıl ortaya
koyduğunu inceler. Benin içinde bulunduğu koşullara daima uzaktan bakabilmesi ile
kendimizi tecrübenin nesnesi olduğu kadar öznesi ve izlediğimiz hedeflerin sadece
araçları değil ayrıca failleri olarak da düşünebiliriz. Fakat Sandel bunu kabul
333
A.g.e., s. 10.
102
etmemektedir. Yani bireyin yalnızca bu yolla bağımsız olduğu fikrine itiraz
etmektedir.334
Sandel’in “sosyolojik itirazı”, bireysel değerlerin ve siyasî düzenlemelerin
şekillenmesinde toplumsal koşulların yaygın tesirine dikkat çeker. Liberalizm
hatalıdır,
çünkü
tarafsızlık,
asla
tamamen
kendi
şartlanmışlıklarımızdan
sıyrılamayacağımız için imkânsızdır. Tüm siyasal ilkeler bazı değerlerin mücessem
halidir, mesele kimin değerlerinin geçerli olduğu ve sonuçta kimin kazanıp kimin
kaybettiğidir. Rawls’un hakkaniyetli süreçlerle ulaştığını düşündüğü adalet ilkeleri,
birincil iyiler, açıkçası dünya egemenliğini sağlamış olan batının (ABD) seküler
geleneğinin doğal sonuçlarıdır. Sandel’e göre deontolojik öznenin övülen
bağımsızlığı liberal bir hayaldir. Bizim tamamen şartlara bağlı varlıklar olduğumuz
ıskalanmıştır. Bu olgudan hiçbir istisna yoktur, toplumun ya da tecrübenin dışında
olmaya ehil hiçbir transandantal özne yoktur (burada Sandel’e peygamberlerin ve
bazı seçkin kimselerin istisna olduğu itirazını yöneltebiliriz). Öznenin önceliği
sadece bireyin önceliği anlamına gelir ki, kavramları bu şekilde bireycilik lehine
kullanma, liberal gelenekte aşina olunan bir şeydir. Toplum, bireycilik tartışmalarına,
anlaşmazlıklara yol açtığı için, adalet bu toplumda birincil gözükür. Dolayısıyla,
Sandel, adaletin sınırlarının hayırhâhlık ve hayırseverlik gibi bu anlaşmazlıkları daha
az tehlikeli kılacak erdemleri üretme ihtimalinde kâim olduğunu iddia eder. Lâkin
Sandel’e göre bunlar bireyselciliğe dayanan bir toplumda gelişmesi düşük ihtimalli
erdemlerdir. Hülasa tarafsız ilkelerce yönetilen bir toplum, liberalizmin yanlış bir
vaadidir. Liberalizm başarılamayacak bir tarafsızlık iddiasında bulunuyorken bir
yandan da bireyci değerleri destekler.335
Sandel’in bir iddiası da, Rawls’un birey anlayışının öznelerarası gelişen bir
Ben fikrini dışladığıdır. Yani özneye önce gelebilecek bağların varlığı inkâr
edilmektedir. Oysa Rawls’un birey kavramının aksine öznelerarası birey anlayışı
atomize olmuş bir Beni öngörmez. Ben çok daha kapsamlıdır.336 Sandel’in Rawlsçu
birey yorumuna göre, toplum Benin kimliğinin bileşeni ya da yapıcısı değildir, belki
bir alt kategorisidir. Sandel önemli bir soru sorar: “Cemaatçi amaçları olan bireyler
adalet ilkelerince belirlenen iyi-düzenlenmiş toplumda bunları izleyebilecek
334
A.g.e., s. 11.
A.g.e., s. 11.
336
A.g.e., s. 62.
335
103
midir?”337 Dinî, ailevî, millî ödevler ve sadakat gibi belirli yükümlülükler yükümsüz
benin tercihlerinin ürünü olarak anlaşılamaz. Bunlar zorunludur, istence dayalı
değildir. Yani amaçlarım benim değildir, Bendir. Bunun tersi ise Rawls’ta
“amaçlarımın benim” olduğudur. Fakat cemaatçi anlayışta bağlılıklarım kim
olduğumdan ayrılamaz, onlar kimliğimin yapıcısıdır. Bireyler amaçlarının asosyal
seçicileri değildir, bilakis her daim belirli toplumsal ilişki ve bağların taşıyıcısıdır.
Öyleyse birey Aristotelesçi anlamda toplumsal olarak, diğer benlerle ilişkileri
açısından, yükümlüdür (encumbered).338 Deontolojik bireyin karakteri ve ahlâkî
derinliği yoktur. O, ahlâkî anlamda öz-bilgiye de ehil değildir. Kendimizi deontolojik
Benler olarak görmek bizi arkadaşlık gibi karakter niteliklerinden mahrum eder.339
“Siyaset teorisine yönelmiş bilinç insana dair diğer kavramlaştırma bloklarından süzülen
yargılarla ele alındığında Rawls kuramının entellektüel değeri iyice tartışmalı hale
gelir…Kendi çıkarını bilmeyen insanların kendilerini nasıl bildikleri sorusu Rawls’u
zorlayacak niteliktedir. ‘Kendi’ne dair bilinç; çıkarlar, beklentiler, özlemler üzerinden
şekillenemez mi? Kuşkusuz evet. Varoluşumuza dair bilinç, varlığımızı diğer varlıklardan
ayıran aklı özetler en başta. Dolayısıyla kendi çıkarını bilmeyen insanların kendileri adına
adalet sözleşmesi yapmaya yeltenmesi ontolojik açıdan imkânsızdır. Ölü bir insan nasıl
yaşayan bir insan gibi davranamazsa, kendi çıkarını bilmeyen insanlar da kendisi gibi
davranamaz”340
Cemaatçi eleştiri, liberalizmin özüne, özgür ve özerk failler olan birey
anlayışına, onun tarih ve toplum dışılığına yönelmiştir. Rawls, bunları ciddiye almış,
çeşitli vesilelerle cevaplar verse de, tedricen teorisini buna göre yenilemiştir. Lakin
bizce amacı, cemaatçilerin haklılığını kabulden öte, cemaatçilerin mantığı, öncülleri
ile yola çıkılsa bile yine kendi ilkelerine ulaşılacağını ispattır.
Bu bölümü, Kymlicka’nın eserinde Cemaatçilikle Đlk Liberal Uzlaşma:
Siyasal Liberalizm adlı bir bölümün olduğunu hatırlatarak, cemaatçi eleştirilerin
337
A.g.e., s. 64. Sandel’in işaret ettiği gibi, insanın değerleri ve amaçları onun sıfatları olur ve
varlığının kurucusu olmaz ise, cemaat (toplum) iyi düzenlenmiş toplumun bir arazı olmaktadır. Bu
anlamda, Rawls’un sosyal demokrasiye yakınlığı fikrini, “asosyal demokrasi” şeklinde düzeltmeliyiz
diye düşünüyoruz. Çünkü birey “asosyaldir.”
338
Talisse, s. 50.
339
LLJ, s. 179-181. Sandel ayrıca, liberalizmin başarı veya başarısızlığının varlığı muhal bir özneye
bağlı olduğunu söyler. O, Rawls’un bireyinin, Kant’ın transendantal öznesinden köksüz-yükümsüz
bene dönüşümünü ele alır. bkz. M. J. Sandel, Public Philosophy, Essays on Morality in Politics,
Harvard Univ. Press, 2006 içinde The Procedural Republic and The Unencumbered Self, s. 156-173.
Sandel s. 162’de yükümsüz ben için kişiliğin en önemli temelinin amaçları değil, onları seçme
kapasitemiz olduğuna dikkat çeker. Bununla beraber Sandel’in tenkitlerinin, onun sandığı kadar
Rawls’un fikirlerini sarsmadığı, güçlü olmadığı iddiaları da vardır. Kimliği toplumsal bağlamımın
belirlediğini ileri sürmesi, Sandel’in mübalağasıdır. bkz. Kukathas, s. 107.
340
Öztürk, s. 63. Sandel ile benzerlik hissi uyandıran düşünceler, LLJ, s. 20-22 arasında görülür. Tüm
tecrübî niteliklerinden tamamen soyutlanan bir Ben soyut bir bilinçlilikten başka bir şey olmayacaktır.
Yani bilincin içi boştur. Radikal olarak konuşlandırılmış özne, radikal olarak mücerrettir.
104
çalışmamız açısından ehemmiyetini bir kez daha vurgulamak suretiyle nihayete
erdirmek istiyoruz.*
*
Brink, Rawls’un tetiklediği ve bu nesilin en önemli polemiği dediği bu tartışmada iki tarafı da
kusurlu bulur ve Batı düşüncesinde çok önemli olduğunu ileri sürdüğü Hristiyanlığın Đmago Dei
anlayışını önemsemedikleri için eleştirir. Kendisi bu temel üzerinde bir altenatif sunma iddiasındadır.
bkz. P.A. Brink, Selves in Relation: The Christian Doctrine of Imago Dei and The LiberalCommuniterian Debate, M.A., Dalhosıe Univ., 1997. Bu tartışmanın ayrıntıları için bkz. Liberaller ve
Cemaatçiler; Talisse, 49-51; The Cambridge Companion to Rawls, Cambridge Univ. Press içinde,
Stephen Mulhall and Adam Swift, Liberals and Communitarians; Kymlicka, Çağdaş Siyaset
Felsefesine Giriş, s. 291-393; Macıntyre, Justice as Virtue: Changing Conceptions, The Agenda; C.
Taylor, Pozitif Özgürlüğün Savunusu, M. Rosen-Jonathan Wolff, Siyasal Düşünce içinde, ayrıca M.
Walzer, Adil ve Adil Olmayan Savaş; MacIntyre, Vatanseverlik Bir Erdem midir?; M. Walzer,
Gerileyen Liberalizm; Walzer, Liberalizmin Yapaylığı; C. Taylor, Kimlik ve Öznellik; MacIntyre,
Gelenek ve Yaşamın Bütünlüğü; Sandel, Topluluk Kavramları; C. Taylor, Modern Toplumsal
Tahayyüller, çev: H. Koyukan, Metis Yay., Đst., 2006; A. Yılmaz, Çağdaş Siyasal Akımlar, s. 261268; Ş. Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey, çev: M. Küçük, Ayrıntı Yay., s. 97-121; A.
Gutmann, Çokkültürlülük, çev: Cem Akaş, YKY, Đstanbul, 2005; Z. Bauman, Postmodernlik ve
Hoşnutsuzlukları, çev: Đ. Türkmen, Ayrıntı Yay., Đst., 2000, s. 265-296.
105
II. BÖLÜM
SĐYASAL LĐBERALĐZMDE KAPSAMLI ÖĞRETĐLER OLARAK
DĐNLERĐN KONUMU
Đlk bölümde, tarih içinde belirmeseler, çalışmamızın içerdiği sorunların baş
göstermeyeceğini düşünebileceğimiz modernite, modern birey, sekülerleşme,
liberalizm ve bu akımın seküler bir teori oluşunu ele aldık. Siyasî teoloji bağlamında
da tezahürlerini izlemenin mümkün olduğunu düşündüğümüz sekülerleşme
tecrübesinin asırlar boyu toplumların hayatlarının hemen her veçhesini şekillendiren
dini, topluma dışsal bir olgu haline getirmesi, tedricen toplum içindeki olgulardan
biri (en tepedeki değil) haline indirgemesi, son tahlilde din-toplum, din-devlet ilişkisi
gibi bir meselenin ortaya çıkmasına neden olmuştur diyebiliriz. Đlk bölümde
belirttiğimiz üzere, Gauchet’in dediği gibi modernite, “varlığını, kendine dışsal bir
yüce varlığa borçlu olmadığını” düşündüğü oranda, kendi ladinî aklı ile inşa ettiği,
meşruiyetini yeryüzünden aldığı ve bu dünyadaki esenliğine matuf olarak
oluşturduğu toplumsal/siyasal yapıya, dinî/ilahî varlığın müdahil olmasını istememe
özgüvenini bulmuştur.
Đnsanlık tarihinde belki de ilk defa modernite/aydınlanmanın ürettiği tarz bir
dünyevîleşme tecrübe olunmaktadır diyebiliriz. Đnsanlık daha evvel de birçok
dünyevileşme yaşamışsa da, doğrudan ve bilinçli bir duruş olarak kutsal/ilahî olana
karşı olmak anlamında dünyevîleşme (çağın genel geçer bir tavrı olması bakımından)
ilk gibi görünmektedir. Örneğin, Firavun, Nemrut tarzı bir dünyevîleşmede, toplum
hâlâ yüce bir varlığa muhtaç olduklarını hissetmekteydi. Oysa modernitenin
doğurduğu türden sekülerleşme “insanın kendi aklı, tutkuları dışında” bir meşruiyet,
anlam kaynağına dayanmama, her şeyin kökenini dünyada arama ve aşkın bir varlığa
ihtiyaç duymama anlamında yegâne gibi görünmektedir. Dahası, Feurbach, Marks,
Nietzsche, Sol Egzistansiyalistler ve (Kojeve haklı ise) Hegel örneklerinde müşahede
ettiğimiz üzere aydınlanma kültürü, salt Tanrı’ya ihtiyaç duymamakla değil, insanın
önündeki en büyük engel olarak din ve Tanrı’yı kabul etmekle öne çıkar.
Modern çağa değin, çoğu zaman kutsalın içeriği yanlış doldurulsa da kutsala
muhtaçlık hissi toplumları yönetiyorken, ilk kez Weber’in ifadesiyle “kutsal
106
kubbe/şemsiye (sacred canopy)” insanlığın üzerinden kalkmaktadır. Bizatihî kutsalın
kendisi ilk defa hedeftedir. Weber’in selasetle ifade ettiği, sanayileşme, şehirleşme
arttıkça kubbenin daha seyreleceği ve dinlerin tarih sahnesinden çekileceğine dair
bildik teori, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin tetiklemesiyle bilimin dinin yerine
geçeceği inancı, tarihin düz bir çizgi şeklinde ilerlediği, dinlerin bu çizginin başında
ve ortasında kaldığı düşünceleri en nihayet yirminci asrın ortalarında Berger, Cox
gibi düşünürlerde karşılaştığımız sekülerleşme teorilerine müncer olmuştur. Bu fikir
zihinlere öylesine tesir etmiştir ki, tüm siyaset felsefesini ihya ettiği söylenen
Rawls’un, iyi-düzenlenmiş bir liberal toplumun inşa ettiği TJ’de dine başvuru
bulunmamaktadır. Din, büyük düşünsel örgü içinde, belirli özgürlükler verilen bir alt
kategori, sosyolojik bir vakıadır. Din, Hegel’in iddia ettiği gibi, devletin kendisinden
sudur ettiği bir ilk neden değildir, popüler kullanımı uyarlarsak, din, hizmet alandır;
hizmet veren ya da üreten değildir. Hegel’in “sanki din, devletten ayrı imiş gibi, din
devlete geri getirmeye çalışılmakta; oysa bu ikisi hiç ayrılmamıştır, hatta din devletin
nedenidir” sözleri, daha onun zamanında böyle bir ayrımın dikkat çekecek kadar
belirdiğini ima eder. Gauchet ise gördüğümüz gibi devletin dinden çıktığını ama
doğası gereği dinin yerini alması gerektiğini söyleyecektir. Bu durumda
sekülerleşmenin böyle bir probleme neden olduğu aşikârdır diyebiliriz.
Kutsaldan uzaklaşmanın zirveye ulaştığı yirminci asırda bu mesele, asrın son
çeyreğine kadar küllenmiş görünmektedir. Çünkü sekülerleşme en güçlü haliyle
toplumlara ve siyasal kurumlara sirayet etmiştir. Bu sebeple dinlerden sorun
doğuracak ölçüde talepler gelmemektedir. Yani sosyolojik açıdan bakıldığında,
toplum ile siyaset arasında bir paralellik veya sosyolojik bir olgunun doğal sonucu
olan siyasî kurumların varlığı manasında, mantıksal/tutarlı bir neden-sonuç
ilişkisinden söz edilebilir. Bu ifadeleri Gauchet’in “metafizik açısından demokrat
hale mi geldik?” sorusunun içerdiği anlamlarla bağlayabileceğimizi düşünmekteyiz.
Bununla beraber, sekülerleşme hakkında söylenenler, Weber’in sanayileşme
ile dünyevîleşme arasında paralellik olduğu iddiası, paradoksal biçimde, ABD söz
konusu olduğunda, çetrefilli bir mesele haline gelmektedir. Dünyanın en
sanayileşmiş ülkesi ABD’nin keza en dindar toplumlardan biri olduğuna dair
bulgular şaşırtıcı bir olgu olarak durmaktadır. Rawls, değineceğimiz son röportajında
buna işaret eder ve kuramını dine yer vererek yenilemesinde, ABD halkının
107
%90’ından fazlasının Tanrı’ya inandığını söylemesine vurgu yaparak, bunun etkisi
olduğunu ihsas ettirir. Hatırlanacağı gibi, Rawls’un TJ’nin hilafına PL’de sistemini,
Kantçı
bir
metafizik
birey
algısına
değil,
cemaatçileri
dikkate
aldığını
gösterircesine341, ABD’nin kamusal, demokratik kültürü içine konuşlandırdığından
bahsedilmişti. Bu açıdan, Rawls’un ABD kültüründe Tanrı inancının yoğunluğuna
vurgu
yapması
normal
görünmektedir.
Fakat
şunun
sorulması
gerektiği
kanaatindeyiz: “ABD, 1971’den 1993’e kadarki süre içinde mi Rawls gibi çığır açan
bir filozofun, görünüşte, öncüllerini ve odağını değiştirecek kadar dindarlaşmıştır?”
Ayrıca, ilk dönüşüm belirtilerinin 1980 tarihli Kantian Costruvtivismde görüldüğü
dikkate alınınca, dokuz yıl içinde böyle bir kırılmayı tetikleyecek bir dine yönelişin
ABD içinde vuku bulduğu kuşkulu hale gelmektedir.
Rawls’un TJ’de savunduğu türden Kantçı liberalizmi bile kapsamlı bir öğreti
olarak dışlayıp, ABD’nin kamusal siyasî kültüründen çıkarsanan bir siyasî kişi
temelinde ve sadece toplumun temel yapısı ile sınırlı olan siyasî liberalizm
geliştirmesinin daha güçlü ve belki de beklenmedik bir sebebi olsa gerektir. Bu
sebep, her neyse, filozofu doğrudan etkilemiş olmasa bile dinlerin, seküler bir çağda
dahi hâlâ etkili olabildiği ve kitleleri ortak bir hedef uğrunda ani bir şekilde mobilize
etme gücünü hâlâ taşıdığı izlenimini uyandırmış ve bu konuya odaklanmasına yol
açmış olmalıdır. Ayrıca bu olay, Rawls’un ABD toplumunda TJ’yi geliştirdiği
dönemde bile var olan ama gözden kaçırdığı veya mühim bulmadığı sosyolojik
(teolojik bakımından sorunlu da olsa) bir olgunun farkına varmasını sağlamış olsa
gerektir. Böyle düşünüyoruz, çünkü Anglo-Sakson geleneğinin ani devrimlerdense,
tedricî, biraz muhafazakâr dönüşüm karakteri göz önüne alındığında, Rawls’u
“dogmatik uykusundan uyandıran” sebep dışarıda olmalıdır. Ve bu yeni vakıa
düşünürü, hem kendi toplumu hem dünya ölçeğinde dinlerin yerine ve önemine
eğilmeye itmiş olmalıdır. Bu söylediklerimize karşılık gelen iki olay var
görünmektedir. Her ikisi de, dünyanın dikkatini dinler üzerine çekmiştir.
341
Hünler, Rawls’un cemaatçiliğe yakın okumalara ilişkin şunları söyler: Artık meramını bir gelenek
içinden anlatmaya çalışan bir Rawls vardır. Bu, Walzer’i kültüre özgü olana yaptığı vurgusuyla,
Sandel’i self’in toplumsal doğası açıklamasıyla, Taylor’u atomize olmuş liberal toplum yapısı
eleştirisiyle, MacIntyre’ı gelenek içinden bakan anlatısıyla cemaatçi kılan fikirleri ileri sürmekle
cemaatçi izlenimi veren bir Rawls’tur. Hünler, s. 269.
108
Neredeyse aynı zamanda gerçekleşen bu iki olaydan biri, Papa II. John
Paul’ün 26 Temmuz 1979’da, dünyanın en seküler şehirlerinden birisi sayılan
Mexico City’ye yaptığı ziyaret ve kendisini karşılamaya milyonlarca insanın
gelmesidir. Altmışlı yıllarda Seküler Şehir (The Secular City) adlı bir eser yazan
Cox, Papa’nın bu ziyaretini oldukça önemsemiştir. Cox, ziyaret görüntülerini,
bilhassa kalabalığı gördüğünde aklında beliren soruları sıralamaktadır.342 Yaygın
sekülerleşme teorilerinin varsayımlarından bahseden Cox, Papa’nın etkisine ek
olarak Avrupa, Amerika ve Latin Amerika’daki bir dizi olayı daha hatırlattıktan
sonra, bu olaydan kısa bir süre önce gerçekleşen ve Papa’nın ziyaretine karşı bir
hazır bulunmuşluk içinde olmasının sebebi gibi görünen, yine mühim bir olaydan,
Đran devriminden, Humeyni’nin yine görünüşte seküler bir ülkeye dönüşünden söz
etmektedir. Bu olaylar ışığında, Cox birçok düşünürün yaptığı gibi kuramını yeniler
ve Seküler Şehirde Din: Postmodern Bir Teolojiye Doğru isimli eserini yazar ve
sekülerleşme teorilerinden vazgeçenler arasına katılır.
Papa ve Đran devrimi bağlamında Cox’un aklına gelen sorular, hem
çalışmamızın genel çerçevesi hem Rawls’un PL’deki sorularıyla kesiştiğinden dikkat
çekicidir. Cox’un merak ettiği, Mexico City, Newyork, hatta Moskova ve Pekin’de
yüzeydeki resmî sekülerliğin örttüğü dinsel bir damarın mı açığa çıktığıdır. Acaba,
kamusal eğitim, bilimsel teknoloji, şehirleşme ve diğer sözde sekülerleştirici
unsurlara karşın, dünyanın her tarafında bir tinsellik gizli gizli mevcudiyetini
sürdürüyor olabilir mi? Uyuyan geleneksel din devi uyanmakta mı?343 Papanın,
342
Cox, Hristiyanlık sonrası bir çağa girildiği, dinî kurumların etkisinin döndürülemez biçimde
gerilediği, aydınlanmanın çocuklarının bunu cehaletten kurtuluş olarak selamladıklarını ve Tanrı’nın
ölümü üzerinde düşünülmeye başlandığı gibi olguları aktarır. Tarihindeki güçlü dinî temelden ötürü
sekülerleşme rüzgârının bir istisnası olarak kalabilen ABD bile artık bir istisna değildir. Din burada
hala varsa da, çok az bir role indirgenmiştir. (ABD’de bir şekilde dinî canlılık olması bize göre Rawls
için bazı anlamlar içerir. Şayet ülkesindeki bu canlılığa rağmen dini görmezden geliyorsa, o, ABD
halkından daha fazla seküler bir açıdan bakmakta ve onların da sekülerleşmesini istemekte,
ummaktadır. O zekâdaki birinin sosyolojik bir vakıayı algılayamaması zor olduğuna göre, Rawls
ancak dinin tam anlamıyla silinmesinin muhal olduğuna, tam tersi gittikçe güçlendiğine kani olunca,
ilgisini buraya yöneltmiş olmalıdır, SE). Cox’a göre din varsa bile, hiçbir kamusal görünümü
olamayacağı, sanayi toplumlarında dine dayanan bir normatif düzenin imkân kabilinden olmadığı,
sekülerleşmenin sadece dini modern toplumdan sürmediği, daha ziyade toplumda bir işlevi olmayan
özel dini beslediği yaygın kabuldür. Đşte bu resim, 1980’e gelmeden değişmeye başlamıştır. Harvey
Cox, Religion in The Secular City: Toward A Postmodern Theology, Simon and Sehuster, New York,
1984, s. 11-12.
343
Đran devriminin tesiri ihtimalini Cox’un satırlarında bulabiliriz. Yazar, ABD halkının uzun yıllar
“Allahsız ateistlere (yani Ruslara) karşı savaştıklarını işitmiş iken, “sakallı mollaların” kendilerine
“şeytan” demeleri karşısında, sadece kızmamışlar, zihinleri de karışmıştır demektedir. Bunu
109
dünyanın en büyük seküler şehrine gelişi bu soruları kışkırtmıştır. Mesele sadece
dinlerin canlanışı değil, ayrıca inkâr olunamaz siyasî ağırlığıdır. Dolayısıyla, Cox
daha genel bir soru formüle eder: “Uzmanlar tamamen bittiğini düşünüyorken, dinin
güçlü bir siyasî aktör olarak yeniden sahne alışı neye işarettir?”344 Cox’un önemli bir
yanı, inceleyeceğimiz hususlar arasında yer alan, postmodernizm ve dinin geri
dönüşü arasındaki bağa işaret etmesidir. Cox, 1965’de Secular City isimli eserini
dinin inhitatının genel kabul gördüğü bir zamanda yazdığını, ancak bunun çok az
insanın öngördüğü bir tarzda değiştiğini belirtir. Postmodern denilen yeniçağ kendini
hissettirmeye başlamıştır. Hiç kimse postmodern devrin neye benzeyeceğinden emin
değilse bile, bir şey açık görünmektedir; yaygın bir sekülerleşme ve dinî inhitat çağı
yerine dinî canlanışın ve kutsalın dönüşünün hâkim olacağı bir döneme girilmektedir.
Artık hiç kimse dinin uzun gecesinden veya siyasetteki etkisinin sıfır olduğundan söz
etmemektedir.345
Bilgin, Rawls hakkındaki çalışmasında dinin canlanışı konularına ayrı bir
başlık atmakla ve sekülerleşme teorilerinin iflası (desecularization), kutsallaşma
(sacralization) teorileri hakkında uzun sayfalar ayırmakla hem meselenin önemini
vurgulamış, hem de konumuzu bu meselelere girerek sürdürme yöntemimizin abes
olmadığı güvenini pekiştirmiştir.346 Bilgin, Rawls’un TJ’de dine neredeyse hiç yer
vermemesine karşın, bu yeni duruma kendini nasıl uydurduğuna ilişkin önemli sözler
anlamakta zorlanmışlardır. s. 16. Ayrıca, Wallerstein (1930-) Humeyni’yi diğer tüm “görünüşte” ABD
karşıtlarından ayırır. Diğerleri aydınlanma dünya görüşü içinde yani sistem içinde sisteme karşıydılar.
Humeyni ise böyle değildi ve şeytanı görür görmez tanıyordu. Bir numaralı şeytan ABD, iki numaralı
şeytan ise SSCB idi. O, oyunu onların kuralları ile oynamıyordu. ABD bu tavra nasıl yaklaşacağını
bilmediği için Humeyni ABD’yi ağır şekilde aşağılayabildi. I. Wallerstein, Liberalizmden Sonra, çev:
Erol Öz, Metis Yay., Đst., 2003, s. 180. Bunlar doğru ise, Rawls’un etkilendiğini düşünmekte haklı
sayılabiliriz. Dinin toplumsal hareketlerde merkezî bir aktör oluşuna yine Đran devrimi ve Papa ile
Katolik Kilisesinin birlikte sosyalizmi çökertmesinin örnek verilişi için bkz. S. Özbudun, Dinin
Antropolojisi Nasıl Yapılır?, Bibliotech, Ankara, 2008, s. 8.
344
a.g.e., s. 15. Ayrıca o, bu geleneksel dinin sahici bir canlanışı mı yoksa, kitle iletişimin bir ürünü
mü olduğunu da sorar. s. 19.
345
Cox yeni bir teolojik yaklaşıma ihtiyaç olduğunu söyler. Çünkü modern seküler çağ bitmiştir. s. 21.
Bu konuyla ilgili önemli bir tevafuk da, çalışmamızın son gözden geçirmelerini yapmakta iken,
T.V.’de ABD başkan adaylarından birinin seçtiği yardımcı sayesinde Evanjelik oyları topladığı
haberine gözümüzün ilişmesi olmuştur.
346
M. Fevzi Bilgin, Political Liberalism, Religion, and Formation of Political Morality, (Doktora
Tezi) University of Pittsburgh, 2004, s. 77-102 arasında din sosyolojisinin bu önemli ve güncel
tartışması ele alınmaktadır. Bilgin burada seçkin sosyologların görüşleri eşliğinde dinlerin dönüşünü
ve siyasete etkilerini incelemektedir. Sivil toplumun Rawls’un ardalan kültür fikrinin muadili
olduğuna burada da dikkat çekilir. J. Casanova kaynaklı alıntılar önemlidir. Casanova sacralization
teorisini savunur. Dinlerin özelleştirilmesinden dönüş başlamıştır. Din, modernitenin kendini
hapsettiği özel hayattan çıkmakta ve kamusal alanda görünmeye başlamaktadır. Liberal yaklaşım ise
bu yeni fenomenle yüzleşmede yetersizdir. s. 81-82.
110
söylemektedir. Rawls PL’yi, öncesini ve sonrasını içeren yeni çalışmalarında, siyasî
adaleti yeniden formüle etme ihtiyacı hissetmiş ve artan dinî talepleri denkleme dâhil
etmiştir.347 Şüphesiz Rawls, trendi ve gelmekte olan meydan okumaları sezmiş ve
siyasal liberalizm gibi bir fikir formüle ederek demokratik değerleri savunmaya ve
dinsel-seküler talepleri iş görür bir siyasal düzen içinde uzlaştırmaya çabalamıştır.
Rawls’u siyasal adalet hedefini yeniden tasarlamaya iten şey, çoğu liberal hayranı ve
takipçilerinin endişeli bakışları arasında, gelecek onyıllarda dinsel başkaldırı dışında
hiçbir şey olmayacağı düşüncesi olsa gerektir. Rawls’un önemi, birçok seçkin
liberalin aksine, yükselen dinsel meydan okuyuşlar ekseninde yeni bir formülasyona
gitmesidir.348 “Yanılmaz güce otorite, suçlayıcı eğilimler, dinsel egemenlik tehdidi,
mezhepler ve fanatiklik hayaleti ve ötekilerin hayatlarına yönelik hırslı bir ilgi”
listesi, dinsel canlanmadan endişelenmek için liberal nedenlere işaret eder. Liberal,
insan topluluklarının yönetilmesinin rıza ile olacağına inanır ve teokrasiyi şüphe ile
karşılar. Sebep ise batının geçmişidir.349
Rawls, öyle görünüyor ki, kamusal hayatta dinin daha az talepkâr olduğu
günlerde, dini göz ardı etmenin sorun oluşturmayacağını düşünmüştür. Onun burada
aydınlanma sekülarizmi (elbette Anglo-Amerikan kıvamında) sınırlarında hareket
ettiğini söyleyebiliriz. Bu kanaatimiz için önemli bir dayanağımız, filozofun
kuramını, PL ve sonrasında din karşıtı olarak nitelediği aydınlanma sekülarizminden
ısrarla ayırma çabalarıdır. Rawls hiçbir din hakkında epistemolojik bir tavır
takınmaz, hiçbirisiyle doğruluk tartışmasına girmez. Buradan hareketle Rawls’un,
çoğu kimseden önce sezdiği yeni duruma kendini yoğun bir şekilde hazırladığını
söyleyebiliriz. Biz değişimlerin yapısal olmadığını düşünmekteyiz. Fakat filozofun,
postmodern durumun hem felsefî düzlemde, hem dinî boyutta yol açtığı değişimlere
ayak uydurmasına ek olarak, cemaatçi eleştiriyi de içine alacak bir kuramsal
metamorfoz sonucunda dahi keyfiyet olarak neredeyse aynı fikirleri savunmadaki
mahareti takdire şayandır. Rawls, teorisini ABD’nin demokratik kültürüne
347
A.g.e., s. 78.
M. F. Bilgin, Political Liberalism and Inclusion of Religion, http://org.law.rutgers.edu/lawreligion/articles/Political Liberalismfinal.pdf. Yazar yukarıda belirttiğimiz gibi burada da Rawls’un
dinlere karşı kapsayıcı olduğu kanısındadır. Fakat bu kapsayıcılığın geleneksel liberalizme göre
olduğu dikkatten kaçırılmaktadır. Yani aydınlanma sekülarizmine bağlı liberallere göre bir iyileşme
vardır.
349
P. Rıordıan, Permission to Speak: Religious Arguments in Public Reason, HeyJ, Blackwell
Publishing, XLV, 2004, s. 180. Bu liste Audi’den esinlenmektedir.
348
111
mevziilendirmekle, gerçekten kıvrak bir manevra yapmış, büyük bir inşa olan
kuramına genişlik ve seyyaliyet sağlamıştır. ABD’nin demokratik kültürüne atıfla
cemaatçi/tarihselci eleştiri savuşturulduğu gibi, postmodernizm’in (büyük harfle)
Akıl’a dayalı modern evrensel anlatıları yerine, spesifik kültürler, toplumlar için
küçük (ve tarihsel) hikayeler anlayışına göz kırpılmış olmaktadır. Bu durumda
sosyolojik bir olgu olan ve gittikçe palazlanan dinler konuya alınmaktadır.
Postmodernizmin, modernizmin akıl anlayışını eleştirisi birçok konuda olduğu gibi,
çalışmamız açısından da önemli sonuçlar doğurmuş olmaktadır. Modernizmin
bastırmaya, yok etmeye ve en ılımlı türünde özel alana inhisara çabaladığı din/kutsal,
postmodern denilen dönemde canlanıyor kabul edilmektedir.*
Postmodern
tutumdan
bağımsız
olmadığını
düşündüğümüz
cemaatçi
eleştiriden bahsetmiştik. Bu eleştirinin önemi için somut bir kanıt olarak, Rawls
özelinde, Kymlicka’nın PL’yi “cemaatçilerle bir uzlaşı” şeklinde betimlemesini
göstermiştik. Kymlicka daha önemli fikirler ileri sürmektedir. Ona göre Rawls PL’de
yurttaşlarından kamusal hayatlarında liberal, özel hayatlarında ise cemaatçi
olmalarını talep etmektedir.350 Bu düşüncenin içerdiği anlamlar çalışmamızın
muhtevasına ışık tutmaktadır. Söz sahibi olan liberallerdir ve dinler/dindarlar bunlara
kıyasla makuliyet kesbederler.
Rawls’daki dönüşümün izlerini postmodernitenin yeni dinî durum ile
ilişkisinde sürmek istiyoruz. Bu süreçte Modernite münekkidi Bauman (1920-)’ın şu
sözlerini aklımızda bulunduracağız:
“Postmodern akıl, modern bilimsel akıl tarafından itilip kakılan ya da sınır dışı edilen (dinî
kavramlar) ailesine daimi bir oturma izni vermeyi kararlaştırmış bulunuyor. (Kendi
zayıflığının daha fazla farkında olduğu için) modern selefi ve düşmanından daha hoşgörülü
olan postmodern akıl, tanımla(mala)rın ifşa ettikleri kadar da örtme eğilimlerinin, açıklığa
kavuşturma ve düzeltme iddiasında bulunurken bulandırma ve sakatlama eğilimlerinin
olduğunu çok iyi biliyor.”351
* Etkin bir siyaset felsefesinin, geniş kapsamlı bir tarih felsefesi içinde mümkün olabileceğini ve
tarihin de çizgisel değil döngüsel bir niteliği olduğunu düşündüğümüz için, dinlerin/kutsalın geri
dönüşü hiç de şaşırtıcı görünmemektedir.
350
Kymlicka bu kanıya vardığı sayfalarda önemli yorumlarda bulunmaktadır. bkz. W. Kymlicka,
Çokkültürlü Yurttaşlık, çev: A. Yılmaz, Ayrıntı Yay., Đst., 1998, s. 245 ve 152. Cemaatçi-liberal
gerginliğini açıklayan bir yorum olarak, Ackerman’ın MacIntyre’ı “antiliberal bir Katolik” olarak
tanımladığını belirtelim. B. Ackerman, Political Liberalism, The Journal of Philosophy, Vol. 91,
1994, pp. 364-386, s. 366.
351
Z. Bauman, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, çev: Đ. Türkmen, Ayrıntı Yay., Đst., s. 234.
112
Postmodern aklın selefinden daha alçak gönüllü oluşundan hareketle, genelde
olduğu gibi Rawls’un da aklın “ekümeniklik iddiasından, tutkusundan” vazgeçtiğini
yani evrensel ölçülerde bir otorite olma arzusunu -zahirde- terk ettiğini
söyleyebiliriz. (Küçük harfle) akıl artık sadece kendi özel cemaati ve onun özel
tarihsel, kültürel koşullarında etkili olacaktır. Üstelik bizzat bu aklı bu koşullar inşa
edecektir. Soyut bir kurucu akıl artık mevcut değildir. Ancak biz, Rawls’un bu
noktaya gelişi ile aslında zımnen, aklın, dinlerden daha fazla (veya daha az değil)
bölücü, farklılaştırıcı, ayrıştırıcı olduğunu kabul ettiğini düşünüyoruz. O, sadece
dinleri değil, felsefî ve ahlâkî öğretileri de uzlaşmaz öğretiler arasında saymakla bu
ayrışmayı teslim etmektedir. Kaldı ki, buna sebep, herkes için aynı kuralları koyan
akıldır. Postmodernitenin tarihselci/göreceli aklının etkileri ise herhalde daha
ayrıştırıcı olacaktır.
A. Postmodernizm ve Sekülarizmin Gerilemesi
Postmodernizmin, modernitenin epistemolojik temellerine saldırmak ve
evrensel teoriler geliştiren kurucu akıl düşüncesini sarsmakla, yerel-tikel olanı
evrensel-tümel olana tercihe şayan kılmakla ağırlığını iyice hissettirmesi konumuz
açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Rawls’un TJ’den PL’ye ve sonrasına kadar
geçirdiği dönüşümün postmodern durumdan azade olmadığı kanaatindeyiz. Rawls,
PL’de, hatta öncesindeki ve sonrasındaki makalelerinde birçok gelişmeyi içerip,
çözümler arayan bir kurama yönelmiştir. Bu ise, belirtildiği gibi, dinlerin geri
dönüşü, cemaatci eleştiri, modern düşüncenin homojenleştirici aklına eleştirilerinin
(ki daha postmodernizm diye bir şey yokken Frankfurt okulu ve son zamanlarda
Baumann’ın katkıları mühimdir) Rawls tarafından harmanlanıp, büyük maharetle,
liberal teoriye zarar vermeden, hatta ona destek ve yeni bir zemin sağlayacak tarzda
kapsanması demektir.352
352
Bir hususu açıklığa kavuşturmak yerinde olacaktır. Yeni fikirlerini postmodernite bağlamında ele
alıyor olmamız, Rawls’un bunları doğrudan savunduğunu ileri sürdüğümüz şeklinde anlaşılmamalıdır.
O, bize göre, sadece yeni koşullara da uyacak değişiklikler yapmıştır. Bu bir tadilattır. Zaten Rawls
The Domain of The Political And Overlapping Consensus, CP, s. 492’de (artık DP) siyasî adaletin
tüm zamanlar ve mekânlardaki tüm toplumlar için geçerli olmamasının, onun tarihselci veya rölativist
olduğuna işaret etmediğini belirtir. Bilakis o, tüm uluslar arasındaki makul bir adaletin belirlenimi için
uygun biçimde genişletilebilir olması anlamında evrenseldir. Yani ABD kültürü vurgusu ilm-î
siyasettir. Zaten düşünür birkaç yıl sonra Law of Peoples (LP ) ile hakkaniyet olarak adaleti
uluslararası boyuta taşımıştır. Ackerman ise ABD kültürü vurgusunu ılımlı da olsa, görmezden
gelinemeyecek kadar “endişe verici bir ulus-devlet ululaması” olarak niteler. bkz. Ackerman, s. 364.
113
Cemaatçi eleştirilerin önemini, Rawls’un teorisini soyut (belki solipsist)
özneden ABD’nin siyasal kültürüne yerleştirmesindeki rolüne işaretle ifade etmiştik.
Dinlerin geri dönüşü ise PL’de dinlerin merkezî bir ağırlığı oluşturması şeklinde
makes bulmuştu. Belki bunların daha genel olanı, yani bizatihi ilk iki gelişmenin
çatısı, kendisi içinde vuku buldukları, sergiledikleri postmodern durumun önceki
değişimlerle bağlantılı olarak tetiklediği yenilik, Rawls’un PL’de, bilhassa ünlü
Justice as Fairness: Political not Metaphysical (Hakkaniyet Olarak Adalet: Metafizik
Değil, Siyasî - artık PNM) makalesiyle beliren teorisini, en az dinden, yararcılıktan,
teleolojiden masun kılmaya çalıştığı kadar felsefeden de bağımsız hale getirme
çabalarıdır. Rawls’un “felsefe yapmama” hususundaki ısrarını, samimiyse geç kalmış
bir bilinç uyanışı, yoksa hayal kırıklığına veriyoruz. O, Descartes ve Kant’da da
olduğu gibi, birçok geleneğe karşı çıkıp, genel kabul görecek bir liberal adalet teorisi
geliştirmiş ancak uzlaşmadan çok, liberal kanadın içinden dahi eleştirilere maruz
kalmıştır. Bu durum, onda Aklın da evrensel bir mutabakat sağlamada yetersiz
olduğu inancını doğurmuş olsa gerektir. Dinlerin başaramadığını (başaracağı
söylenen) Akıl başarısız olmuş ve daha alçak gönüllü hale gelmiştir. Tabii ilginç
olan, kaderleri benziyorsa da, aslında bu kurucu evrensel aklı geliştirenlerin
Descartes ve Kant olmasıdır. Fakat devir Hegel’indir, başka bir deyişle zamanın
ruhuyla örtüşen fikirler Hegel’e aittir.
“Hegel’in devri” ifadesinin bir anlamı postmodern tutumun evrenselci akıl ve
büyük anlatıları parçalamasıdır ki, Rawls’a tesirini belirttik. Daha mühimi, Hegel’in
“felsefenin sadece hayatı takip ettiğini, onun soluk yansımaları olduğunu, bir devir
yaşandıktan sonra ancak onu kavrayabildiğini, her düşünürün zamanının çocuğu
olduğunu”353 ileri sürmesidir. Bu bağlamda yeni durumu geliştirenler salt
spekülasyon yapan filozoflar değildir. Đki dünya savaşı, Hitler, Stalin, HolocaustAustwichz, çevresel-nükleer felaketler, “niyetlenilmemiş sonuçlar” ifadesini
hatırlatan tarzda, modern kültürün/teknolojinin sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı,
modernizmi, aydınlanmayı ve yaldızlı ideallerini, ilerlemeye imanını,354 din
karşıtlığını ve dinin yerini dolduramayışını, meşruiyet ve anlam krizini çözemeyişini
sorgulamaya
353
dönüştü.
Bu
olguları
sezen,
tecrübe
eden
zekâlar
bunları
Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, s. 30-31.
Santana’ya göre ilerlemeye inanç, katıksız bir batıl inançtır, bir tür zaman-tapınmasıdır. Aktaran, J.
Gray, Post-Liberalizm, çev: M. Günay, Dost Kitabevi, Ank., 2004, s. 35.
354
114
kavramsallaştırıp, felsefenin ilgisi yaptılar. Kısacası Hegel haklı idi, hayat felsefeyi
yine önceledi. Hülasa, postmodernizmi önceleyen ve doğuran bizzat modernitenin
yol açtığı saikler vardır. Neden sonra bunlar fark edilip, böyle bir tarihsel durumun
kuramı oluşup ismi konulunca, artık bu teori sanki hayattan bağımsız labaratuvar
ortamında geliştirilmiş sanılıp, insanların yeni matrixi olmuştur.
Buradan hareketle, Holocaust’un şokunu, daha önce de Hitler’in başa gelişini
tecrübe eden ve herkesten daha fazla hisseden bir dizi Yahudi düşünürün (Adorno,
Horkheimer vs.) modern kültür eleştirileri ile dönüşüme katkıda bulunduklarını
söyleyebiliriz.355
kiliseninkini
Aydınlanma
aratmayacak
aklının
yeni
başlangıçtaki
cendereler,
vaatlerine
gözetim/kollama
ulaşamadığı,
mekanizmaları
geliştirdiği, homojenleştirici, ötekini yok sayıcı, hatta yok edici (Nazi katliamı) bir
kültür inşa ettiği gerçeği bir kez daha “güzelim teoriyi” yaralamış ve
aydınlanma/modernite fikrini sarsmıştır. Gray oldukça kötümserdir:
“Bütün modern demokrasiler, özellikle ABD, devleti, sosyal adalet ve temel haklar bayrakları
altında üstünlük yarışına giren siyasal hareketlerin geliştiği kuramsal çatışma alanına
dönüştürdü. Hepsinden beteri, komünist dünyanın totaliter devletleri içinde Hobbes’un bile
öngöremediği, doğal durumla vahşi Ejderhaların ayrılmaz biçimde kaynaştığı bir çirkinlik
numunesinin yer aldığı siyasal bir düzen yarattılar. Günümüzün siyasal dinleri olan
komünizm ve liberalizmle gerçek amaçlarından sapan modern devlet, sivil toplum üzerinde
taşınmayacak bir yük haline geldi. Devletsiz toplumun yasadışı karmaşasından sınırsız
yönetimin anarşik ve aşağılayıcı ortamına sürüklendik.”356
Gray’a göre ruhları kurtarma adına cinayetlerin işlendiği Engizisyon
döneminde bile cennetin dünyada kurulacağı iddia edilmemişti. Kitlesel cinayet
(Hitler
ve
Lenin’de
olduğu
gibi),
yalnızca
modern
zamanlarda
insanı
kusursuzlaştırma aracı olarak görülmüştür. Asrın verdiği ders, bilginin özgür
kılmadığı, gücü artırma vaadiyle baştan çıkararak nihayet köleleştirdiğidir. Din
insanın doğal bir güdüsüdür ve entellektüel terimlerle ateizm bir fosildir.357
Rawls’un felsefeden vazgeçişine ek olarak çalışmamız için diğer önemli
tutumu da bir çeşit şüpheyi şiar edinmesidir. Bunun anlamı onun PL’de tam bir
epistemolojik tarafsızlık iddiasında bulunması, hiçbir iyi anlayışı hakkında ister dinî
ister felsefî veya ahlâkî olsun, hatta kendi teorisi için bile doğruluk/yanlışlık
iddiasında bulunmamasıdır. O sadece makulluk iddiasında yani siyaseten doğruluk
355
Frankfurt Okulu’nun kötümserlikleri ile Yahudilikleri bağlantısı için bkz. Hollinger, s. 232. Ayrıca
araçsal akılın Auschwitz’e neden olması için bkz. s. 124.
356
Gray, s. 14.
357
Gray, Küresel Yanılgılar, s. 14.
115
iddiasında olacaktır. Bunlar Rawls’un akılla büyük teoriler kurarak da insanlar ve
toplumlar arasında örtüşen mutabakat tesis edemediğine kani olduğu anlamına gelir.
Müftüoğlu, modernite, postmodernite ve filozofların üzerindeki etkisi
hususunda düşünceler sunar. Postmodernite, aydınlanmanın ikincil kıldığı şeyleri ön
plana almaktadır. Buna göre yerel evrenselin, tikel tümelin, farklılık ise
yeknesaklığın yerini alacaktır. Yazar, Rawls’un PL’deki tutumuna ışık tutacak
şekilde, postmodern eleştirilerin baskısı altında, çağdaş siyasî düşüncenin felsefî
temellendirmenin imkânsızlığı noktasına geldiğini söyler.358 Postmodern düşünürler,
büyük teorilerin kanıtlanamaz oluşundan hareketle aydınlanmacı rasyonalist
felsefenin ve modern bilimin ölümünü ilan etmiştir. Bu artık bilimsel ve felsefî
hakikati merkeze alan teorilerin muhal olduğu anlamına gelmektedir. Liberalizm ve
postmodernizmin iki hâkim olgu oluşundan ise, kurumsallaşmış olan liberalizmin
pratik politikalarla küreselleşmeye hizmet etmesi gerektiği çıkar. Fakat bu politikalar
aydınlanmacı tarz felsefe olmayacaktır. Çünkü postmodernizm gereği hakikat
iddialarından kuşku duyulur, felsefî temellendirmeler faydasız ve geçersizdir.
Öyleyse, yeni liberal felsefe “felsefî olmayan bir liberalizm” olmalıdır. Çağdaş
liberal demokrasilerin krizine felsefeye sırt çevirmiş bir liberalizm derman olacaktır.
Liberalizm postmoderniteden payını almıştır. Rawls, Rorty ve Taylor, ABD ve
Kanada ile sınırlı kalıp, evrensellik iddialarından vazgeçmişlerdir.359
358
A. Müftüoğlu, Rawls Rorty ve Taylor’un Demokrasi Anlayışlarında Birey ve Kollektivitenin Yeri,
Doktora Tezi, Ege Üniv. Sos. Bil. Enst., Đzmir, 2000, s. 5. Aydınlanma evrensel akla dayanan bireysel
kimliğe uymayan her kimliği bastırmış ve bu aklın buyurduğuna uygun bireylerden oluşan toplum
idealini yaşamın tüm alanlarına dayatmıştır. Sonuç homojen ulus-devlettir. Oysa kimlik soyut bir akıl
inşası değil, kültürel/toplumsal bir inşadır. Kamusal bir yönü vardır. s. 6-7. Burası önemlidir. Zira
soyut birey, kendi başına tam sayılınca onun kimliği ve kimliğini oluşturan öğelerin kamusal
varlığının engellenişi normal görülmektedir. Oysa kimliğin kollektif bir inşa olması bu ögelerin
inkârının bireyi yaralayacağı anlamına gelir. Öyleyse birey kimliksel ögeleriyle beraber ayrılmayan
bir bütün kabul edilmeli ve bu ögelerin kamusal alanda “askıya alınması” talebinin artık o kimseyi
kimliksiz parçalı biri yaptığı teslim olunmalıdır. Mahçupyan bu konu üzerinde ısrarla durmaktadır.
bkz. Yayla-Mahçupyan, s.52 ve 88.
359
A.g.e., s. 9-10. Sonraki sayfalarda bu üç düşünürde postmodern etkiler ayrıntılandırılır. Rorty,
siyaset felsefesinden siyasete doğru ilerlemede Rawls’tan öteye gider. Felsefe, artık kurucu
rasyonalizm etkinliğinden, hermeneutik bir etkinliğe, yorumcunun kendi öznelliğini yansıttığı bir
tutuma dönüşmüştür. Liberal teoriler yerine, liberal retorikler geliştirilerek, Amerika’nın toplumsal ve
siyasal sorunlarına çözüm aranmalıdır. Rorty, Rawls’un Kant’tan esinlenerek kurduğu pragmatik
siyasal liberalizme karşı postmodern bir liberalizmi önermektedir. Ama ortak noktaları evrensellik
iddiası taşımamalarıdır. Taylor ise, felsefenin Hegel ile bir dönüşüm geçirerek Kantçı evrensellikten
kurtulduğunu kabul eder. Felsefe artık evrensel, soyut ve zaman üstü hakikatin peşinden koşmayacak
salt yeniden betimlemeyle uğraşacaktır. Liberal bireyin soyutluğu, yalnızlığı, bencilliği, kendini aşan
ortak amaçlara ve sorunlara duygusuz olmasına neden olur. Bunun anlamı bireyin siyasî sorunlarla
116
Rorty için ise, nevzuhur durumun gerektirdiği yeni tür liberalizmin özellikleri
arasında, bütünüyle aydınlanmış ve seküler bir kültür vardır. Bu kültür, ister
kutsallaştırılmış bir dünya, ister kutsallaştırılmış bir benlik biçiminde olsun,
kutsallıktan en küçük bir iz bile barındırmayan bir kültür olacaktır. Bu kültür
yalnızca kutsallık düşüncesinden değil, ama aynı zamanda hakikate adanma ve tinin
en derin ihtiyaçlarının doyurulması gibi düşüncelerden vazgeçmelidir. Aydınlanma
rasyonalizminin ıstılahı yani hakikat, rasyonellik vs. liberal demokrasinin başlarında
zarurî bir hizmet ifa etmişse bile artık demokratik toplumlar önünde köstek haline
gelmiştir. Liberal bireyler kanaatlerin göreceli olduğunu bilen insanlardır.360 Rorty,
Rawls’un PL’deki yeni duruşunu andırırcasına, temellere ihtiyacı olmayan bir
liberalizmden söz eder. Liberal toplumun temellere sahip olması gerektiği fikri, insan
eylemlerinin insan olmayan bir otoritece sağlama alınması şeklindeki dinsel ihtiyacın
bir kalıntısı olan aydınlanma bilimciliğinin neticesidir. Ona göre 18. asırdaki liberal
düşüncenin kendisini zamanın en prestijli kültürel gelişimi olan doğa bilimleriyle
eşleştirmeye çalışması normaldi. Fakat, Rorty hayıflanır, aydınlanma siyasal
retoriğinin büyük kısmını bir çeşit rahip olarak bilim adamı figürü etrafında yani
mantıksal, metodik ve nesnel oluşu hasebiyle insanın dışındaki hakikatle bağlantıya
geçmeyi beceren biri etrafında dokumuştu. O zaman için bu faydalı idi, fakat bugün
değildir, çünkü bilim artık eskisi kadar “la yüs’el” değildir. Öyleyse siyaset ve
edebiyat öne çıkmalı ve liberalizm, aydınlanmacı bir rasyonelleştirilebilirlik veya
bilimleştirilebilirlikten ziyade şiirselleştirilebilir olarak düşünülmelidir. Liberal
kültürün kahramanı, savaşçı, rahip, bilge veya hakikat peşinde koşan bilim adamı
değil şairlerdir.361
ilgilenmemesi yani katılımcı demokrasisinin altının oyulmasıdır. O, çevresel sorunlar ve kimlik
taleplerine ilgisizdir. Bu yüzden, liberal teorilerin öngörüsünün hilafına, devlet gittikçe temerküz
etmekte, bireyi daha fazla denetler hale gelmektedir. Đnsan, liberallerin savunduğunun aksine, yaşam
öyküsü olan, kültür içinde yaşayan, o kültürle kendini ifade eden bir varlıktır. Öyleyse insanın
kimliğinin tanınması hayatî bir öneme sahiptir. Yani kimlik talepleri liberal siyasetçe karşılanmalıdır.
s. 13-15. Demek olyor ki iyi anlayışları, “damak zevki” değildir. Hünler, s. 239. Öyleyse çağdaş
liberal toplumlar, hem ahlâkî doğası olan bir bireye dayanan bireyciliği, hem de farklı kimliklere
ilişkin tanınma taleplerini gözeten çoğulculuğu temin etmelidir. Ancak bu süreçte insan tarihî ve
sosyal çevresinden tecrit olunmamalıdır. Bunlar Taylor’un çokkültürlü toplum idealinin unsurlarıdır.
Müftüoğlu, s. 15.
360
R. Rorty, Olumsallık, Đroni ve Dayanışma, çev: M. Küçük-A.Türker, Ayrıntı Yay., Đst., 1995, s. 7880. Rorty, tarihselci kültürün hakikatten ziyade özgürlük peşinde olacağını söyler. s. 15 ve 20.
361
A.g.e. s. 88-90. Rorty, Horkheimer ve Adorno’nun aydınlanma eleştirisine, sonucunda liberalizmin
felsefî temelinin çöktüğüne, bu nedenle entellektüel olarak iflas ettiğine işaret ediyor. Lakin
aydınlanma rasyonalizmini bir kenara bırakırken liberalizmini alıkoymak isteyenler vardır ve Rawls
117
Rorty’nin alenen göreceliliği ve tarihselliği olumladığı “ironist birey” tanımı
ise bize sanki hem Rawls’un yeni duruşunu ve hem PL’yi yazan Rawls’un kendisini
yansıtmakta gibi gelmektedir. Her şeyde bir öz, hakikat arayan felsefe yapan
metafizikçilerin aksine, ironist kimse, nominalist ve tarihselcidir, hiçbir şeyin esas
doğası, gerçek bir özü olmadığını düşünür ve bir dönemin sözcük dağarcığının,
“adil” anlayışının adaletin özüne yönelik bir kesin bilgiyi gerektirmeyeceğini bilir.
Đronist, kendine bir dil vererek bir insana dönüştüren toplumun ona yanlış dil vermiş,
bu yüzden yanlış bir insan yapmış olma ihtimalinden kuşkulanır. Kısacası ironistler
“kendilerini betimlerken başvurdukları terimlerin değişmeye maruz olduğunun
farkında olmasından ötürü kendilerini asla gereğinden fazla ciddiye alamayan, kendi
nihaî sözcük dağarlarının ve kırılganlığının daima farkında olan insanlardır.”362 Bu
ifadeler, bireyin toplum, tarih ve toplumun ona sunduğu dil içinde oluşan olumsal bir
varlık olduğu anlamına gelir ki, Kantçı Rawls’un ahistorik bireyine, sabit bir insan
doğası va’z eden aydınlanmaya ters görünmektedir. Rawls, Rorty kadar görecelilikte
ileri gitmese de, kesin doğruluk hükmünden, felsefeden kaçınma çabasının paralellik
arz ettiği açıktır.
Berger ve Luckmann sabit, değişmez bir insan doğasına karşı, insan
organizmasının çevre tarafından yoğrulabilirliğine atıfla, “insan olmaklığın” sosyokültürel anlamda değişken olduğunu ileri sürerler. Đnsanlaşma yolları, insanın
bunlardan biridir. Dewey ve Rawls liberalizmin felsefî temelleri olarak hizmet edecek tarih aşırı
mutlak geçerli kavramlar dizisi düşüncesini zayıflatmışlarsa da, bunu liberal kurumların
güçlendirilmesinin bir yolu saydılar (“hiçbir şey değişmesin diye her şeyi değiştirdik” iddiamızı
doğruladığını düşünüyoruz). Bu yazarlar, liberal kurumların kendilerini böylesi temeller bazında
sunmak zorunda kalmadıklarında daha güçlü olacaklarını, özgürlüğün ayrıcalığı nereden ileri gelir
sorusunu cevaplamadıklarında güçlü olacaklarını savunurlar. Onlar kendi kültürlerine başvurarak
yapılacak bir haklılaştırmanın tek haklılaştırım türü olabileceğini iştiyakla kabul ederler. Bu bir
pragmatizmdir ve bilimsellik, felsefîlikten arındırılmış olgun bir liberalizmdir. s. 93-96.
362
A.g.e., s. 114-116. Rorty’e göre liberal toplumların felsefî düşünce tarafından bir arada tutulduğu
iddiası komiktir; bu tutkal, ona göre, ortak sözcük dağarlarıdır. s. 131. Bunlar, Rawls’un ABD’nin
ortak kültürüne dayanmasını açıklayabilir yaklaşımlar gibi görünmektedir. Bu bağlamda Berger ve
Luckmann’ın bilgi sosyolojisi anlayışlarına da değinebiliriz. Teorik düşünce, dünya görüşü toplumda
pek önemli değildir. Önemli olan toplumda bilgi kabul edilendir. Bilgi sosyolojisi bu yüzden teorilerle
ilgilenmez, ortak duyu bilgisine odaklanır. Onsuz hiçbir toplumun var olamayacağı anlayışlar
çerçevesini tesis eden şey bu bilgidir (bunun Rawls’taki yansımalarına tenkitleri göreceğiz). bkz.
Gerçekliğin Sosyal Đnşası, s. 22-23. Dolayısıyla amaç “felsefeyle uğraşmak” değildir. s. 31. Dil ile
ilgili fikirler de benzerdir. Ben, benden önce var olan, kendini bilincime dayatan bir gündelik hayat
içinde yaşarım. Dil, bana sürekli nesnelleşmeler sağlar, hayatımın toplumdaki koordinatlarını gösterir
ve bu hayatı anlamlı nesnelerle doldurur, varlığın evidir. Ortak duyu bilgisi, normal, kendiliğinden
aşikâr paylaşılan bilgilerdir. Yarın da oradadır. s. 37. Yani felsefî temellendirmeye ihtiyacı yoktur. Dil
için bkz. s. 56-60. Ayrıca “öznenin sığınağı olarak dili” ele alan görüşler için bkz. B.F. Dellaloğlu,
Adorno Yüz Yaşında, Cogito, YKY, s. 36, Đstanbul 2003, s. 31. Burada Lacan’dan alıntılanan “dilin
kuralları toplumun kurallarıdır” fikri dikkat çekicidir.
118
yarattığı kültürler kadar sayısızdır. “Sosyo-kültürel oluşumların çeşitliliğini
belirleyen biyolojik olarak sabitlenmiş bir alt katman olması anlamında bir insan
doğası yoktur.”363 Dünya bireyden öncedir ve nesnel bir gerçekliktir. Bireyin hayat
hikâyesi toplumun nesnel tarihine yerleşmiş bir uğraktır. Tarihsel ve nesnel olgular
olarak kurumlar bireye dışsal olarak, birey beğensin beğenmesin, varlıklarını
sürdürürler. Birey bunlardan uzaklaşmayı arzu bile edemez. Lakin bu sosyal
gerçekliği insan inşa etmiştir, o nesnelleşmiş insan faaliyetidir. Bu diyalektik bir
ilişkidir. Toplum insanî bir üründür; Toplum nesnel bir gerçekliktir; insan, sosyal bir
üründür.364 Buna göre, diyebiliriz ki insan kendi elleriyle kendine bir rahim, koza
inşa eder. Rawls’un yaptığı da bizce budur. Geleneksel kozayı, matrixi
beğenmediğinden, (TJ’de) sözleşme ile sıfırdan bir koza örer. PL’de ise ortak olarak
örülen bir koza içine yerleşir.
Tarihin yeni merhalesine “Postmodern Durum” diyen Lyotard (1924-),
postmoderni, metaanlatılara yönelik inanmazlık şeklinde tanımlar. Bu inanmazlık
bilimlerdeki ilerlemenin neticesidir. Meşruluk sağlama aygıtının eskimişliğine,
evvela metafizik felsefenin krizi paraleldir. Ona göre geleceğin toplumu dil
takılarının pragmatiği içerisine düşmektedir: “Birçok ve farklı dil oyunları vardır-bir
ögeler heterojenliği.”365 Postmodern bilgi, modernitenin bütüncül/kapsamlı görüşüne
muğayir olarak, otoritelerin basit aracı değildir. Farklılıklara karşı duyarlılık
geliştirir, karşılaştırılamazlığı ve hoşgörüyü pekiştirir. Bu bilginin ilkesi, uzmanların
homolojisi değil, yenilikçinin paralojisidir.366
363
Berger-Luckman, s. 74. Bu hususun önemine yazarlar da dikkat çekerler; “insan doğası varsayımının reddi veya kabulü, politik ideolojiler açısından ilgi çekici imalara sahiptir”. s. 75, dipnot 7.
Ayrıca, “Benlik” içinde biçimlendiği sosyal bağlamdan ayrı olarak bihakkın anlaşılamaz. s. 76. Đnsan
izole bir varlık olarak gelişemez ve insanî bir çevre üretemez. Đzole insan, hayvan seviyesindedir.
Verili bir sosyal düzen her türlü bireysel organizmadan önce gelir. s. 78. Benliğin toplumsallığı
iddialarına karşı totaliterlik endişeleri beslenmesi hususu için bkz. Hollinger, s. 75-76.
364
A.g.e. s. 91-92.
365
J.F. Lyotard, Postmodern Durum, çev: A. Çiğdem, Vadi Yay., Ank., 2000, s. 12-13. Postmodern
döneme girilirken siyasetin durumu için ayrıca bkz. Đ. Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, Đmge Yay.,
Ank., 1999.
366
A.g.e., s. 13-14. Dipnotta, homoloji; benzeşim; benzeşme üzerine söylem, paraloji; yanlış ve akla
karşı olma riskiyle birlikte farklılık ve aykırılık söylemi şeklinde ifade olunuyor. “Ada” olan self/ben
yoktur. Her ben eskisinden daha hareketli ve karmaşık ilişkiler yumağında var olur. Her şahıs daima
özgül bir iletişim çerçevesinin düğüm noktasında yerleşmiştir. Dil oyunları toplumun var olması için
gerekli en küçük ilişkidir. Doğmadan önce bile çocuk, sadece kendine verilen isim yüzünden,
etrafındakilerin oluşturduğu bir öyküde konumlandırılmış olmaktadır. Toplumsal bağ bir dil
oyunudur. s. 43-44. Postmodernitenin her konudaki kuşkuculuğu modern devlet ve ideolojilerin büyük
projelerine de yöneliktir. Yirminci asrın bürokratik faşizmleri, dünya savaşları, Stalin, Hitler,
119
Postmodernleşmenin hayatın anlamı ve amacı üzerine düşünmeyi tetiklemesi,
modernizmin araçsal akılcılığına yoğunlaşmak yerine yüce amaçlara yönelimi
doğurur. Modernizmin sekülerleşme projesi dönüşür ve cemaatleşme vakıasının
tesiriyle dinsel düşünce ve hayat tarzının yeniden gündeme gelmesine yol açar.367
Sarıbay, Touraıne’nin “toplumsal çatışmaların yerini kültür savaşlarının aldığı”368
iddiasından hareketle, kültür savaşlarının öznenin gücünün azalmasına, kültürlerin ve
değerlerin çokluğuna, parçalanmışlığına yol açtığı fikrine işaret eder. Touraıne,
postmodernitenin modernitenin ürünü olan özneyi, insanın belirli bir tarihselliğin
yaratıcısı konumunda iken (Rawls’un Kantçı bireyi sıfırdan başladığı bir inşa ile
büyük bir sistem kuruyordu), artık tümüyle bir kültür dünyasının, herhangi bir
tarihsel gönderimi bulunmayan bir imler ve diller kümesinin içinde eridiğini
belirterek parçaladığını ileri sürüyor.369 Postmodernitenin parçalayıcı ve kültürleri
öne çıkaran işlevi, sivil toplum ve dine ulaştıran köprü olmaktadır. Sivil toplumun
zorunlu koşulu farklılaşma, parçalanma yani iktidarın bölünmüşlüğüdür. Bu
postmodernite ile sivil toplumun paralelliğine işarettir.
Sarıbay’a göre, sivil toplumun kökeni dinsel özgürlük mücadelesindedir,
bunun anlamı her türlü dinsel hareketlerin sivil toplumda yeri olduğudur. Bu
aşamada postmodernite ile sivil toplum bağı belirir. Postmodernite ile öznenin
zayıflaması ve merkezî önemini yitirmesi, cemaat duygusunun egemenlik kazanması,
insanların cemaatlerde bir araya gelmesi yeni hayat tarzlarına neden olacaktır.
Dinler, cemaatsel değerler ve anlamlar içinde yükseldiklerinden, postmodernite
cemaat duygusunu teşvikle bireyleri dine ulaştırır ve dinlerin özgür biçimde tezahür
edebilecekleri sivil topluma muhtaç oluşları, postmodernite ile sivil toplumu
örtüştürür. Daha önemlisi, herkesin yaşam biçimini kültür şeklinde ifade hakkı
(postmodernite) kaçınılmaz olarak çoğulculuğa uygun bir siyasî/toplumsal yapıyı
(sivil toplum) gerektirmektedir. Tüm yaşam biçimleriyle beraber din de
çoğulluklardan biri olarak hayat tarzını kültüre dönüştürme hakkıyla sivil toplum
modernizmin birlik ve düzen arayışının neticesidir. Çözüm ise Wittgeinsteincı dil oyunları ekseninde
heterojen ve çok sesli yapıdır. Mutlak bir mutabakat değil zamansal ve yerel olanlar araştırılmalıdır.
Cevizci, s. 607. Tek değişmez, evrensel bir akıl yoktur, çeşitli akıllar vardır. s. 763. Çoğulculuk
yandaşlığının, Rawls’un yeni duruşu üzerindeki etkisi dikkat çekicidir.
367
Ali Y. Sarıbay, Postmodernite, Sivil Toplum ve Đslam, Alfa yay., Đst., 2001, s. 13.
368
A. Touraıne, Modernliğin Eleştirisi, çev: H. Tufan, YKY, Đst., 2007, 217.
369
A.g.e., s. 215.
120
içinde meşruiyet kesbetmektedir.370 Modernleşme ile beraber dinlerin giderek siyasal
ve toplumsal alanın dışına çıkacağı iddiaları suya düşmüştür. Bunun sonucunda,
modernitenin en önemli siyasî aktörü ulus devlet (öznede olduğu gibi) etkinliğini
yitirmekte, kamusal alanda devletten doğan boşluğu sivil toplum örgütleri ve bunlar
arasında yer alan dinler doldurmaktadır. Bu olgu din-devlet ilişkisini daha da
çetrefilli hale getirmektedir.371
Kaplan’a göre, batı iki sekülerlik yaşamaktadır. Đlki dinin dünyadan
uzaklaştırılması şeklinde gerçekleşen modern tutumdur. Đkincisi, bu defa dünyevî
olanın dinselleştirilmesi, dolayısıyla dindışı kutsallıkların üretilmesi sürecidir. Bu
postmodern durumu açıklar. Modernliğin büyük hikâyeler üzerinden insanı, aklı ve
araçları mutlaklaştırmasından yakınan düşünürlerin önerileri şüphenin, izafîleşmenin
mutlaklaştırılmasını aşamamıştır.372 Freud alt ve üst bilinç ayrımı ile bütüncül
kartezyen ego anlayışını sarsmıştır. Bu süreçte Tanrı yerine özne ölmüştür. Đnsan
öznesinin bütüncül bilinci olmadığı, öznenin dil ve söylem yoluyla inşa olunduğu
fikri ön plana çıkmıştır. Böylece doğru ve yanlışın ortadan kalkmasıyla, gerçeklik
yoksa herkesin gerçeğinin kendine göre olduğu iddiasıyla söylem farklılıklarının
korunarak bir arada yaşama ve radikal demokrasi arayışları önem kazanmıştır.
Gerçek kurgusal olduğu için de, kimsenin başkasına kendi gerçeğini dayatmadığı,
gerçeğin tartışılarak kurulduğu bir ortam ihtiyacı hâsıl olmuştur.373 Böylece din,
postmodern dünyada paylaşılan bir hayat tarzı bir kültür olmaktan ziyade
bireyselleşmiş bir davranış kodu olarak işlev görmektedir.374 Buna paralel düşünce,
Gauchet’ten gelmektedir. Din yükseliyorsa da, bireyselleşmektedir. Tamamen yok
olan şey, bütünüyle dinin şekillendirdiği bir dünya görüşü, tüm hayatta hem özel hem
kamusal alanda dinin egemen olduğu düşüncesidir. Artık bir dine inanmak veya
370
Sarıbay, s. 22. Ancak dinin çoğulcu yapı içindeki hayat tarzlarından biri haline indirgenişinin,
“giderilemez gerilim”in önemli sebeplerinden olduğunu söylemeliyiz. Tektanrılı dinler açısından bir
sorun saydığımız bu meseleye Sarıbay dikkat çeker ve Đslam özelinde ele alır (temennisi olabilecek
sözlerle, Đslam’ın-dinin sivilleşmesine dikkat çeker); Đslam postmodernitenin tek’in egemenliğini
aşındırıp çoğulluğa yol açması bağlamında sivil toplumda yer bulabiliyorken, tevhidi esas aldığından,
çoğulculuğu berhava edecek bir tek hegomonyaya dönüştürme özelliği göstermektedir. Fakat dinler
açısından asıl yüzleşilmesi gereken, bizce, yazarın da belirttiği, postmodernitenin Đslam’a da sirayet
etmesi, Đslam’ın postmodernize olarak parçalanması, çoğulcu yorumlarının gündeme gelerek
sivilleşme temayülü göstermesidir.
371
Çaha, s. 15-16.
372
Y. Kaplan, Antikite’den Postmodernite’ye; Tanrısız Arazi’den Đnsansız Arazi’ye Paganizmin
Serüvenleri, Düşünen Siyaset Dergisi, sayı 21, Lotus Yay., Ankara, 2005, s. 163.
373
Yılmaz, s. 278.
374
Kaplan, s. 176. (Sarıbay’ın Dinin Postmodernleşmesi adlı makalesinden).
121
inanmamak özgür kişisel tercih konusu olmuştur. Dinsel olan, mutlak olana duyulan
özlem, anlam arayışı, ölümün sorgulanması şeklinde varlığını idame ettirmektedir.
Dinler çökerken, dinsel olanın varlığını muhafaza edişi buradan anlaşılabilir. O halde
mesele sekülerleştirilmiş bir evrende tedirgin, belirsiz nitelik gösteren dinselin
nereye yerleştirileceğidir.375
Sekülerleşme teorilerinin iflası ve dinlerin geri dönüşü hakkında, düşünürler,
bunu
önemseyip,
buna
göre teoriler
geliştirmiş
olsalar da,
belirttiğimiz
şüphelerimizle beraber bu kadarla yetinmek istiyoruz.376 Sekülerleşme, modernite,
postmodernite, özne/birey hakkında yazılanlar bir düşünce tarihi özeti vermeyi değil,
genel olarak din-devlet/toplum/siyaset ilişkileri, özel olarak Rawls’un “siyasî
liberalizminde dinlerin konumu” gibi hususların sorun olarak belirmesinin tarihsel
koşullarını anlamayı hedeflemektedir. Tarihin herhangi bir anındaki bir olayın,
fikrin, akımın, tavır alışın, sayısız saikin katkıda bulunduğu karmaşık ilişkiler
ağından bağımsız gelişemeyeceğine olan inancımız, Rawls özelinde de olsa,
meseleyi entellektüel hinterlandını göz önünde bulundurarak işleme düşüncesi verdi.
Cemaatçi, hatta tarihselci∗ yoruma yakın oluşumuz, çevresel koşulları dikkate
almamızı bizim açımızdan daha da haklılaştırıyor kanısındayız. Kısacası Rawls’un
375
L. Ferry-M. Gauchet, Dinden Sonra Dinsellik, Çev: C. Utku, Agora Kitaplığı, Đstanbul, 2005, s. 2.
Ayrıca A. Tüzer (Düşünen Siyaset, Postmodernizm sayısı) Postmodernizmin Din Adına
Düşündürdükleri adlı makalesinde, postmodernitenin dinlere modernite karşısında destek olduğu
izlenimiyle dindarların hoşuna gidebileceğini ancak, postodernizmin dinleri/kutsal kitapları aşkın/ezelî
hakikatlerin ifadesi olarak değil, içerisinde geliştikleri kültürün ürünleri olarak anladığını söyler. Keza
dinler büyük anlatılar olduğuna göre, büyük anlatıların değersizleştirilmesine maruz kalır. s. 189-193.
Bauman da postmodernizmin, modernizmin yol açtığı boşluktan sıyrılmak için, dine talep
yaratmadığını, kimlik sorununu uzmanların, evlilik danışmanlarının, “kendine güvenmenin yolları”
tarzı kitapların yazarlarına havale ettiğini belirtir. Postmodern belirsizliğe tutulan insanların, onlara
insanın zayıflığı ve insan kaynaklarının yetersizliği üzerine vaaz verecek vaizlere ihtiyacı yoktur. Bu
insanların “yapabilirsiniz” diyecek bir sese, nasıl yapılacağını gösterecek kılavuza ihtiyacı vardır.
Đnsanın ebedî yetersizliği mesajını taşıyan dinsel örgütler artık zirve deneyimi yani dünyevî vecd için
uygun değildirler. Danışmanlar ise “yapabilirsiniz” derler. Bauman, s. 256-258.
376
Dinlerin dönüşü ile ilgili teoriler için bkz. Özay, s. 184-220; Berger, Sekülarizmin Gerilemesi
(Medeniyetler Çatışması içinde); A.Yılmaz, Çağdaş Siyasal Akımlar, s. 131-178; B. Wilson, Religion
in Secular Society, Watts and Co.LTD., London 1966; G. Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, çev: Şule
Sönmez, Đletişim Yay., Đst., 2008; H. Cox, Religion in Secular City; C. Eberle, Religious Convictions
in Liberal Polity; Sekülarizm Sorgulanıyor (Der: A. Köse). Derlemedeki makaleler iddialıdır:
Toprağın Bol Olsun Sekülerleşme (R. Stark), Dinin Krizinden Sekülarizmin Krizine (Berger);
Sekülarizmden Dönüş (J. Hadden); Din ile Sosyal Bilim Arasında (R. Bellah); Sekülerleşme Sorunu
(D.Martin); Sekülerden Kutsala Yolculuk (A. Köse); Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet (E. Okumuş);
Gray, Küresel Yanılgılar.
∗
Tarihselcilikten bahsederken asla izafiliğe kapılma gibi bir niyetimiz olmadığını belirtelim. Bilhassa
dine uygulanan tarihselci yorumlarla bir yakınlığımız yoktur. Söylemek istediğimiz vahiyle arasına
mesafe koyan bir kültürün sabit noktasını kaybedeceğini, dolayısıyla insan aklına dayalı büyük-küçük
bütün anlatıların, ancak düşünürün yaşamının üstelik küçük bir anını ifade edebileceğidir.
122
ne TJ’de ne PL’de hâkim tarihsel durumdan bağımsız muhakemede bulun(a)madığını
ileri sürmekteyiz.
Daha önemlisi, bugün Rawls’ta dinlere bakışın, (varsa) verilen özgürlüğün bu
arka plandan bağımsız gelişmediğine inanıyoruz. Liberal teorinin özel/kamusal
ayırımı, örneğin, dinlerin mahiyetine ilişkin uzun yıllar süren sosyo-politik bir olgu
ve gerisindeki bireysel/toplumsal zihniyet değişiminden güç almaktadır. Dinin
bireyler için bir giysi gibi kolaylıkla çıkarılabilir olduğunu düşündüren kültür bu
ayrımı beslemektedir. Bunun sosyolojik yani “olan” (olması gereken değil) delilleri
yok değildir. Teorisyenlere bu gücü, geri döndüğü ve siyasî alanda görünmeye
başladığı söylenen dinlerin postmodern yapısından kuşkumuzu doğuran, tahrif
edilmiş olan ve sosyal gerçeklik teşkil eden bu “dinimsiler” veriyor gibidir. Liberal
demokrasi, tarihi, çevreyi, sosyo-politik yapıyı kendisinin oluşturuyor olmanın
verdiği üstten tavırla, dini ve dindarı sunduğu dünyalıklarla köreltip “inanan
ateistler” kıldığı için “bu kadar takdir ettim” diyebilmektedir. Çünkü Rawls, dinlerin
makuliyetinin kıstaslarını, liberal demokrat değerlerle belirlemektedir.
Dilthey’e göre, insanlar kendi yarattıkları tinsellikte hapsolmuşlardır.
Özellikle modern zamanların hem modern öznesi hem postmodern özneleri vahye
tutunarak bu (döngü)sel içinde sürüklenmekten kurtulmaktan mahrum olduklarından,
Rawls’un kendisini ve hitap ettiği yurttaşlarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Đnsanın tarihten bağımsız bir alanı yoktur. Doğa, ancak tarihsel deneyim temelinde
tanınan bir alandır. Đnsanın gerçek deneyim alanı, doğa değil tarihtir. Tarihsellik
insanın özüdür. Özlem, buradan hareketle, insanın zihnî, tamamlanmış bir özü
olmadığını ileri sürer. Bu, Benin birliğine ve felsefeyi bir veya birkaç aksiyomatik
öncülden hareketle bir inşa sistemi olarak anlamaya reddiyedir. Öyleyse
evrenselci/akılcı bir felsefe insanı ve tarihi açıklayamaz.377 Kısacası insan aklı
toplumu, devleti, adaleti kurucu bir inşa ile belirleyemeyez.
377
“Tinsellikte mahpus olunma” düşüncesini Dilthey’den aktaran D. Özlem, Tarih Felsefesi, D.E.
Yay. Đzmir, 1998, s. 152-155; “Bilen özne”ye Diltheyci eleştirileri belirten Özlem, insanın salt akıl
olmadığını, epistemolojizmin işe yaramadığını söyler. Đnsan kimliği tarihsel olarak oluşur. Bunun
anlamı, kimliğin öznelerarası kurulabildiğidir, bu da toplumsallığa vurgu yapar. Ona göre, hayli
mübalağalı bir iddia ile, insanlar kendi koydukları kural, değer ve normlardan örülmüş bir çevrede
yaşarlar; kendi yaratıları bu kurallar, değerler, sonradan yine insan eylemlerini belirleyen nedenler
olurlar. Dilthey’e göre insanlar kendi yaratıları olan bu “tinsellik”e öyle gömülürler ki, bu onların tüm
yaşantılarını ve hayata bakışlarını belirler. Bu tinsellik tarihin ürünüdür. s. 155. Rawls’a uyarlarsak,
123
Hobbes, Locke ve Rousseau’nun siyasî iktidarın kalıtım veya tanrısal iradeyle
meşrulaştırılmasını reddeden378 ve Descartes’in Tanrı-öznenin yerine insan-öznenin
geçişine yol açan tutumunu379 belli başlı karakteristiği sayabileceğimiz modernitede,
neden olduğu totaliter yönetimlerle, modern insanın anlamını kaybetmiş olduğuna
dair görüşler oldukça fazladır. Bu bağlamda Arendt, Levinas ve Baumann gibi
düşünürlerin ve Frankfurt Okulu’nun moderniteyi çözmeye başladığını veya başka
boyuta taşıdığını söyleyebiliriz. Modernite aklına, bireyine, evrenselciliğine,
gözetim/denetim toplumu haline gelişine, Levinas’da ötekinin yok sayılmasına,
Arendt’te kamusal/politik hayatın yok edilişine eleştiriler bir hayli derindir. Her
tarihsel sürecin antitezini barındırdığı diyalektik izahına ve modernitenin tez,
postmodernitenin antitez, dinin ise sentez olduğuna inanıyor değiliz. Kaldı ki,
dinlerin dönüşü ve postmodernitenin bundaki rolüne dair çekincelerimizi belirttik.
Bizde uyanan intiba, her büyük zekâ gibi, Rawls’un tarihteki bir gündönümünü
sezdiği (ancak bir parçasını sezebileceklerdir, tamamını değil) ve buna karşı seküler
bir “sedd-i zerai” tavrı aldığıdır. Zira görünen o ki, tam bir çözülme değilse de, yeni
durum Orta Çağ için nominalizmin gördüğü işlevi andırmaktadır. Keza, kilisenin
baskısı ve din savaşlarının yol açtığı, etkisi hala Rawls’ta hissedilen tedhişle, iki
dünya savaşı ve Holacaust benzeşmektedir. Eğer modernite çözülüyor ve aşılıyorsa,
ileride tarih bunu kilisenin baskısı ve mezhep savaşlarının etkisi ile kıyaslayacak
gibidir.
Evrensellik arzusundan vazgeçmeyenler de mevcuttur. Habermas’ın Fransız
eleştirmenleri evrenselci felsefeden kaçınmak için liberal siyaseti tamamen terk
etmeye hazırlarken, Habermas liberal siyaseti desteklemek için tüm sorunlarına
rağmen evrenselci felsefenin peşini bırakmamaya kararlıdır. Bir insan topluluğunun
ötesindeki bir iktidarla ilişkili olma duygusu, bu insan kendisini kamusal kaderi
PL’nin de TJ’nin de liberal kültürün ürünü olduğunu görürüz. Yani bize göre, PL’de ABD kültürüne
vurgu en fazla bir itiraftır, malumu ilamdır. Öyleyse PL’deki kaçınma ve tarafsızlık iddiası bizzat
liberal bir kurucu mittir. Kısacası Rawls’un tarafsızlık iddiası havada kalmaktadır. Ayrıca PL’nin
ABD kültürüne inhisarının, kültürel partikularizm ve evrenselcilikten dönüş şeklinde yorumlanışı için
bkz. Mulhall and Swift, s. 20.
378
Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s. 66.
379
A.g.e., s. 69. Touraine’e göre bu, entellektüel düzeyde Hristiyan düşüncesinin
dünyevîleştirilmesidir. Đnsan-özne, varlık üzerinde düşünüme gitgide daha az ilgi duyar; bir emekçi ve
manevî bir vicdana dönüşür. Ayrıca bu konuda Arendt’in Kartezyen şüphenin en etkili ve felaketli
olduğu yerin, modernitenin iki büyük dindar düşünürü Pascal ve Kierkegaard’ın gündeme getirdiği
dinsel inanç alanı olduğuna dair fikirleri de dikkate değerdir. bkz. H. Arendt, Đnsanlık Durumu, çev:
B.S. Şener, Đletişim Yay., Đst., 2006, s. 451.
124
etkilemeye muktedir bir kamuoyu bütününün bir parçası olarak düşünebilmeye ehil
hale geldikçe önemini yitirmektedir. Bu, dinin yurttaşların öz imgesinde tedricen
önemsizleştiği anlamına gelir.380 Habermas, aydınlanma evrenselci ideallerini
eleştiren herkesi muhafazakârlıkla suçlarken, Lyotard, Auschwitz’den sonra
modernite projesinin bir kenara atıldığını ilan etmektedir. Evrenselci felsefeden
kaçınmak için siyasal liberalizmin ilga edilmesi zorunludur. Artık aydınlanmanın
epistemolojik duruşunun oynayacağı bir rol kalmamıştır. Bu duruş demokrasinin
belirmesinde etkili olmuşsa da, bugünkü toplumların yapısının gerektirdiği yeni
siyaset biçimlerini anlamada bir engel haline gelmiştir.381 Farklılaşmamış bir insan
doğası anlayışına yaslanan, eski ve hakları olan birey anlayışı yeterli olmamaktadır
ve bugün savunulan yeni haklar, önemi şimdilerde anlaşılan farklılıkların ifadesidir
ve bu haklar artık evrenselleştirilebilir haklar değildir. Yeni durum veya radikal
demokrasi farklılığı, tikeli, çoğulu, heterojen olanı ve nihayet soyut insan fikrince
dışlanan her şeyi kabulü talep eder.382 Buradan hareketle, Rawls’ta en belirgin
izlerini gördüğümüz, akla yatkın ve makul olana yer açmak için rasyonalite
kavramını genişletmeye ve çoğul rasyonalite biçimlerinin varlığını kabul etmeye
ihtiyaç duyulduğu hususunda mutabakat gelişmiştir. Mouffe, Arendt’in siyasal
alanda yer alınırken hakikat dünyasında değil, kanaat ya da doxa dünyasında
bulunulduğu ve her iki alanın kendi geçerlik ve meşruluk ölçütlerine sahip olduğunda
ısrar ederken haklı olduğunu belirtir.383
Rawls’un değişen fikirleri, modernite ile kimilerine göre modenitenin yeni bir
merhalesi, uzantısı sayılan384 postmodernite arasında bir yerlerde salınıyor
380
R. Rorty, Habermas, Lyotard ve Postmodernite, çev: M. Küçük, Modernite versus Postmodernite,
Vadi Yay., Đst., 2000, s. 263 ve 273. Bu arada Habermas’ın Rawls’un kendini sadece özel bir siyasal
kültürle sınırlamak istemediği iddiasını da belirtmeliyiz. Ona göre, Ralws bugün bile bağlamcı
değildir. ABD kültüründeki değerlere dayanan bir inşa, olasılıklı bir geleneğin hermenutik bir
açıklamasından fazlasını başarabilir. J. Habermas, Reconciliation Through the Public Use of Reason:
Remarks on Rawls’ Political Liberalism, The Agenda, s. 495.
381
C. Mouffe, Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?, çev: M. Küçük, Modernite versus
Postmodernite, s. 298-99.
382
A.g.e., s. 303. Aydınlanma evrenselciliğinden hoşnutsuzluğun Aristoteles’e dönüşü, toplumun
tarihsel, kültürel şartlarına, ethosuna dönüşü anlatan fikirler için bkz. s. 303 vs.
383
A.g.e., s. 305. Postmodernite, aydınlanma rasyonalizmi-evrenselciliği, muhafazakar düşünce
ilişkilerinden geçerek Oakeshoott’un fikirlerinin yardımıyla Rawls’un sıklıkla başvuracağı, liberal
demokratik gelenekten, liberal demokratik söylemde mevcut olan liberal imaların takibinin
çıkarsanmasına dair düşünceler için bkz. s. 307. Ayrıca Gadamer’in felsefî yorum bilime dayalı
(gelenek içinden) siyasal özne inşası için bkz. s. 308-309.
384
Giddens’in bunu düşünümsel modernlik yani modernliğin kendi kendini denetleyebilip, ıslah
edebildiği, kendi üzerinde düşünüp kendisini ilerlettiği bir bilinç düzeyi olarak algılaması hakkında
125
görünmektedir. PL öncesindeki makalelerinde kuramının sosyolojik temeli olan
makul çoğulculuk olgusuna verdiği önemle işaret etmesi yeni duruma adaptasyonunu
sergiler gibidir. Bununla beraber, modernite-postmodernite çerçevesinde Rawls’u
anlama çabamız, onun ne TJ’de moderniteye, ne de PL’de postmoderniteye doğrudan
bir gönderimle yazdığını ileri sürdüğümüz şeklinde anlaşılmamalıdır.
B. Hakkaniyet Olarak Adalet, Kamusal Akıl Ve Dinlerin Konumu
Evvela, Rawls’un TJ’den önceki makalelerinde ve TJ’de din hususu pek ön
planda olmadığı gibi, PL’ye giden yazıları ve PL’de din ilgi alanına daha çok
girmişse de, ne makalelerde ne kitapta dinler hususunda, din-siyaset ilişkisi hakkında
müstakil bölümler olmadığını söylemek yerinde olacaktır. Sadece Kamusal Akıl
Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması isimli mühim makalesinde (makale Rawls
tarafından kamusal akıl, siyasal liberalizm ve dinlere dair düşüncelerinin en iyi
ifadesi olarak sunulur),385 Demokraside Din ve Kamusal Akıl başlığı mevcuttur.
Rawls, örneğin Audi, Eberle, Đnsole, Weithmann, Sweetman vs. gibi,
muhtemelen tartışmanın çerçevesini belirleyen kişi olsa da, liberal demokratik
siyasette dinlerin, dinî nedenlerin konumuna dair bağımsız eserler yazmamıştır. Belki
de büyük inşaların ürünü sistem filozofu olması nedeniyle Rawls, dinlerin konumu
ile ilgili fikirlerini daha geniş bir fikir örgüsü içinde işlemektedir. Ayrıca filozof,
örneklerini genellikle dinsel tarihten alsa da (bu dini hep sorun olarak gösterdiği
eleştirilerine açıktır), dinleri bağımsız olarak ele almaz. Bunun yerine dinler,
vatandaşların iki ahlâkî yetisinden birisi olan, bir iyi anlayışına sahip olma ve onun
peşinden gitme, geliştirme, revize etme yetisine ait olan, yani rasyonel yanına ait
olan dünya görüşleri, kendi kavramsallaştırmasıyla (makul) kapsamlı öğretiler
arasında zikredilmektedir. Dinlerin liberal siyaset ve toplumdaki konumu ekseriya
felsefî ve ahlâkî diğer kapsamlı hayat planları ile aynı düzlemde, makul kapsamlı
öğretiler genelleştirmesi altında ele alınır.
görüşler için bkz. Y. Aktay, Kavramsal Açıdan Modernizm Ve Postmodernizme Bakmak, Hece, Ank.,
2008, s. 13.
385
Rawls, editörüne PL’nin yeniden basılmasını öneren (1998’de) bir mektup yazmış ve bu mektupta
“Kamusal Akıl” düşüncesini ilerlettiği Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması adlı
makalesindeki fikirlerinin okuyucuları tarafından da anlaşılır bulunduğunu belirtmiştir. bkz. Rawls,
Siyasal Liberalizm, çev: M. F. Bilgin, Đst. Bilgi Üniv. Yay., Đst., 2007, s. 460-461.
126
Dolayısıyla konumuzu ele alırken, bazen dinleri ayrı olarak zikretsek bile,
bazen de kapsamlı öğretiler başlığı altında ilerleyeceğiz. Zira Rawls, dinlerin
konumunu belirlemede, diğer felsefî ve ahlâkî kapsamlı öğretilerden farklı bir süreç,
muhakeme izlememektedir. Bu üç çeşit iyi anlayışı kaynağı makul çoğulculuk
olgusunu oluşturan unsurlar arasında kabul edilir. Görünüşe göre bu üçü arasında bir
hiyerarşi gözetilmemektedir. Zahirde keskin bir ayrım yok gibi durmaktadır.
Dolayısıyla konunun ayrıntılarına girdiğimizde, takipte bir zorluk yaşanmaması
adına makul kapsamlı öğreti dendiğinde, spesifik farklar yoksa, dinlerin de
kapsandığı anlaşılmalıdır. Zira Rawls, dinler zaviyesinden bir hayli pozitif
sayılabilecek bir söylemle, sadece dinlerin değil, seküler bile olsalar felsefî ve ahlâkî
öğretilerin de toplumda yeri olamayacak kadar gayr-ı makul olabileceklerini,
fundamentalist dinler kadar, fundamentalist seküler öğretiler de bulunabileceğini
savunur. Bizim dinleri diğer kapsamlı öğretilerle bir tutan bu görüşe itirazlarımız
olacaksa da, ilk intiba dinler zaviyesinden ferahlatıcıdır.
Rawls’un TJ, PL ve diğer yazılarında ana fikir iki adalet ilkesidir. Bu
ilkelerde bizim konumuzu etkileyecek değişiklikler müşahede edilmemektedir.
Çalışmamızın konusunu doğuran nedenler ilkelerin içeriğinde değil, Rawls’un
bunlara ulaşma yolundaki kavramlarında, ön kabullerinde veya isimleri aynı olan bu
kavram ve ön kabullerin yorumlanışlarındaki değişikliklerdedir. Keza Rawls’un
sosyolojik olarak toplumu tasviri de siyaset felsefesinin konusunun yeniden
belirlenmesinde etkili olmuştur. Dolayısıyla bu bölümde TJ’de ele aldığımız bazı
kavramlara, iki ilke dâhil, müstakil olarak eğilmeyi düşünmüyoruz. Bunun yerine
gerekli yerlerdeki atıflarla bağlantılar kurma çabasıyla iktifa edeceğiz. Ancak ismi
aynı olsa da bazı kavramlara, kuramın yeni haline uyarlanmaları yüzünden yer
vermeyi düşünüyoruz. Bu şekilde eski ile yeni arasında konunun sınırlarının ve
içeriğinin netleşmesi adına ilişki (veya kopukluk) gösterilebilir olacaktır.
Bu ön mülahazalardan sonra, kronolojik sırayı ihlal etmek pahasına, filozofun
son mülakatından faydalanarak din hususundaki ilgisinin sebebini ortaya koymanın
uygun olacağı kanaatindeyiz. Rawls, burada Prusak’ın dinin TJ’nin içeriğinde
olmadığı, fakat son çalışmalarda bir odak oluşturduğuna işaretle, bu yeni ilginin
nereden kaynaklandığı sorusuna, anayasal demokrasinin varlığını idamesiyle
127
ilgilendiğini belirterek cevap verir.386 Liberal Katolik bir dergi olan Commonweal’da
yer alan bu mülakatta Prusak soru-cevap kısmından evvel yeni Rawls’a dair ilgi
çekici düşünceler belirtir. Buna göre, Rawls, liberal birey kavramının dinî
bağlılıklardaki köklü fikirleri neredeyse yok saydığı eleştirisine cevap olarak, PL’de
liberal anayasal demokrasilerdeki çoğulculuk problemine yönelmiştir. Rawls’un
odağını oluşturan ABD gibi toplumlarda adalet hakkındaki anlaşmazlık günlük
meselelerin ötesine geçer ve toplumsal istikrarı tehdit eder. Rawls bu tehdidi liberal
siyasî kurumların temel iyisini yeniden düşünerek savuşturmayı amaçlar. Rawls’un
nazarında siyaset kamusal iyi ile ilgili olduğundan, siyasî delillendirmeler onun
kamusal akıl dediği kavram çerçevesinde sunulmalıdır, yani tüm makul yurttaşlara
açık kavramlarla yapılmalıdır. Fakat eleştirmenler kamusal aklı tarafsız olmamakla
ve kısıtlayıcılıkla suçlamışlardır. Burada dikkat çekilen bir husus, Rawls’u önemli bir
filozof kılan bir özelliğinin de eleştirmenlerine kulak vermesi olduğu iddiasıdır. O,
eski çalışmalarının sorununun çok fazla şeyi dışlaması olduğu sonucuna varmıştır. Şu
anda yapmaya çalıştığı şey ise eleştirmenlerinin de paylaştığı şeyi göstermektir; yani
müşterek bir hayat tarzına ahlâkî bir bağlılık.387 Bu ise liberalizmin 16. asırdan beri
çözmeye çalıştığı iki temel sorundan birine odaklandığına işaret eder; “farklı iyi
anlayışlarının nasıl bir arada bulunacağı.”388 Yani mesele makul varlıkların iyi
yaşamın doğası hakkında bir anlaşmaya varamamaları sorunudur.389
Rawls, din ile ilgisine, çoğunluğun dindar olduğunu iddia ettiği bir ülkede
yaşıyor olmasını söyleyerek başlar. Ancak filozof burada, bizim de ifade ettiğimiz
üzere, insanlar kendilerini dindar görüyorlarsa da, kendisinin dindardan anladığına
göre çok az kimsenin gerçek anlamda dindar olduğunu, ince ama önemli bir
muhalefet şerhi olarak söyler. Yine de dinî inanç Amerikan kültürünün önemli bir
veçhesidir ve Amerikan siyasî hayatının bir gerçeğidir.390
386
Commonweal Interview with John Rawls, CP içinde, s. 616.
B. G. Prusak, Politics, Religion and The Public Good, Interview with Philosopher John Rawls,
Commenweal, September, 1998, s. 12-13. Bunun yukarıdaki versiyondan farklı olarak, mülâkatı
yapan Prusak’ın soru-cevaptan önce ve sonra yaptığı yorumlara da yer verdiğini belirtelim.
388
C. Larmore, Political Liberalism, Political Theory, Vol. 18, No. 3, 1990, pp. 339-360, s. 339.
Diğeri hikmet-i hükümetin (devlet aklının) sınırlanmasıdır.
389
A.g.e, s. 345.
390
Prusak, s. 13. Eberle’ye göre Rawls’un %90’ının dindar olduğunu söylediği ABD halkının %63’ü
dinin günümüz meselelerinin hepsine veya çoğuna çözüm bulabileceğine inanmaktadır. bkz. Eberle, s.
6.
387
128
Rawls, şu anki problemin TJ’den farkını ise, TJ’nin klasik bir adalet teorisini
serimlemeye matuf geliştirilmiş kapsamlı bir liberalizm öğretisi olduğunu kabul
ederek açıklar. PL’deki fark, sorunun, “dinî ve seküler kapsamlı öğretileri nasıl
birbiriyle bağdaşır ve anayasal bir rejimin temel kurumlarının destekleyicisi olarak
görebileceğimiz” olmasıdır. Prusak, Rawls’a kapsamlı bir öğreti ile siyasî bir kavram
ayrımının onun ıstılahında anlaşılması zor olduğunu ve netleştirmesini söyler. Cevap,
kapsamlı bir öğretinin, dinî veya seküler olsun, tüm hayatı ihata etmeyi arzulayan bir
düşünce sistemi olduğudur. Yani eğer o bir dinî öğreti ise, bizim Tanrı ve kâinatla
bağlantımız hakkında konuşur, sadece siyasî değil (özel hayatı ve geri kalanı içeren)
tüm ahlâkî faziletleri de buyurur. Felsefî olarak onun gerçekten her şeyi ihata
edemeyeceğini hissetsek de, her şeyi kapsamayı hedefler ve seküler bir öğreti de aynı
şeyi amaçlar. Siyasî bir kavramın daha dar bir alanı vardır, sadece toplumun temel
yapısına, temel adalet meselelerine ve mülkiyete, kurumlara, anayasal meselelere vs.
uygulanır, her şeyi içermeye heveslenmez. Siyasî hayatın iyisi, büyük bir siyasal
iyidir ve Kant veya Mill’deki gibi kapsamlı öğretilerce saptanmış seküler bir iyi
değildir. Bu siyasî iyi, bir diğerine karşı sivil vazifelerinin farkında olan eşit ve özgür
yurttaşların iyisi olarak anlaşılabilir, yani bu, siyasal eylemler için diğerlerine
kamusal nedenler sunma vazifesidir.391
Düşünüre göre, anayasal bir demokraside hiçbir felsefî veya dinî otorite
insanlara hayatını veya son günlerini nasıl yaşamaları gerektiğini söylememelidir. Bu
anayasal bir haktır, dinî bir hak meselesi değildir. Anayasal demokraside
sunulabilecek delillendirmeler için kullanılan kamusal akıl herkese hitap etmek
durumundadır. Kamusal akıl fikri, meselelere nasıl karar verileceği ile ilgilidir ancak
o neyin iyi nedenler veya doğru kararlar olduğunu söylemez. Rawls Revisited’da
geliştirdiği provisonun önemine değinir. Proviso, dinî ya da seküler olsun herhangi
bir kapsamlı öğretinin siyasî tartışmalara her zaman dâhil edilebileceği, lakin bunu
yapanların yani kapsamlı nedenler sunanların, kamusal nedenler de sunmaları
gerektiği anlamına gelir. Bu şekilde düşünceleri artık özel bir güruhun değil, tüm
toplum üyelerinin makul olarak kabul edebileceği düşünce haline geçer. Önemli olan
insanların kendi kapsamlı öğretilerinin haricinde de anlaşılabilir ve takdir edilebilir
türden nedenler sunmalarıdır. Örneğin ötenaziye karşı insanlar sadece Tanrı’nın
391
A.g.e., s. 13-14.
129
gazabı veya öte dünyadan bahisle itiraz etmemeli, ayrıca ötenazinin potansiyel
adaletsizliklerinden söz etmelidirler. Kamusal akıl tüm sorular için doğru cevaplara
dair bir şey değildir.392 Rawls, kamusal terimlere yani herkesin anlayabileceği
kavramlara tercüme edilebilecek dinî temelli delillere açık olsa bile, sekülarizm için
bir örtülü temellendirme geliştirdiği eleştirisini reddetmektedir. O, seküler ve dinî
kapsamlı öğreti mensuplarının, kimisinin gizli bir seküler gündemi, kimisinin de dinî
gündemi olmakla kendisini itham edebileceklerini söyler, ancak her ikisini de
reddeder. Kendisinin teklifi siyasî kanaatlerin kamusal akla uygun olmasıdır. Bu
sayede müşterek bir zeminde buluşulabilir. Bu birbirimizi anlayabilme ve işbirliğinin
imkânını sağlar.393
Prusak’a göre, bununla beraber, asıl sorun kamusal aklın koşullarını kimin
belirlediği meselesidir. Bu soru (bilhassa semavî) dinler açısından, siyasî liberalizm
ve kamusal aklın nasıl görülebileceğini ortaya koyar gibidir: “Bir dindar vahyin
sadece özel bir şey olmadığını söyleyebilir. Her şey kutsal kitaptadır. Nasıl olur da
bu arka plana dayalı bir delil geliştiremem? Veya herkesin kabulleneceği kavramlarla
nasıl konuşabilirim? Bu durumda kanıtlarım sekülarizme kayabilir.” Mesela hayatın
kutsallığı ile ilgili kanıtı için bir inanan bunun vahyedilmiş olduğunu söyleyebilir ve
herkesin anlayacağı kanıtları sunma zorunluluğu ile bildiği bir doğrudan feragat
etmesinin istendiği duygusuna kapılabilir. Rawls, dindardan böyle bir feragat istediği
iddiasını kabul etmez. Onun nazarında sorun daha özeldir: Rawls, ABD’de kaç tane
din olduğunu sorar? Onlar nasıl bir araya gelebilirler? Düşünüre göre bunun bir yolu
tarihte gerçekleşendir. Yani 16. asır Fransa’sında olduğu gibi savaşmaktır. Rawls’un
meselesi böyle bir çözümden nasıl kaçınılabileceğidir ve gördüğü en iyi çözüm yolu,
kabaca kilise-devlet ayrılığıdır. Đnsanlar isterlerse Đncil’den deliller sunabilirler.
Fakat onlardan, ayrıca tüm makul yurttaşların kabul edebileceği kanıtlar da sunmaları
beklenir. Görünen o ki, filozofun nazarında, birçok kapsamlı öğreti barındıran
anayasal bir rejimde ortak nokta bulmanın başka alternatifi yoktur.394 Batının tarihsel
(din savaşları) tecrübesi de sistemin önemli bir dayanağını oluşturmaktadır ve dinî
çoğulculuğun yükselen meydan okuyuşlarına en münasip cevap anayasal din
392
A.g.e., s. 14.
A.g.e., s. 15.
394
A.g.e., s. 15.
393
130
hürriyetidir.395 Bu çoğulculuk olgusu siyaset teorisine başlamak için tarihi bir tercih
yapmayı gerektirmektedir; ya iyiye dair aşkın tasavvurların namütenahi çatışmaları
veya herkes için eşit vicdan hürriyeti düşüncesi esas alınacaktır.396
Rawls, dinlerin herkesin kamusal nedenler sunduğu anayasal bir demokraside
serpilip, varlığını sürdürebileceği görüşündedir. Buna en büyük delili ise ABD ile
Avrupa tarihi arasındaki kilisenin işlevi açısından farklılıktır. Kilise Avrupa’da
monarkların tarafını tuttuğu için insanların güvenini derin biçimde yitirmiştir,
Engizisyonu kurmuş ve baskıcı devlet aygıtının bir parçası olmuştur. Bu ABD’de
hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir olgudur. Buna binaen Rawls, dinlerin liberal
demokrasideki geleceği hakkında, iyimserdir.397 Farklı öğretiler arasındaki
mutabakat bir modus vivendiden fazlası olmalıdır. O, haklı-doğru nedenlerle
istikrarın peşindedir. Çatışan taraflar arasında güç dengesine dayanan bir (geçici)
ateşkes ve buna bağlı kırılgan barış tatminkâr değildir. Barış iyi bir neden olsa da
başka nedenler de vardır; örneğin sivil hayat, toplumsal ödev ve anayasal rejimin
kurumlarına destek gibi. Vatikan konsülü ile beraber Roma Katolikleri, ayrıca çoğu
Müslüman, Yahudi, Protestan, bu siyasî kurumlara olur vermişlerdir.398
395
Habermas, Religion in the Public Sphere, Polity, Cambridge, 2006, s. 4.
J. Bohman, Public Reason and Cultural Pluralis; Poltical Liberalism and the Problem of Moral
Conflict, Political Theory, Vol. 23, 1995, s. 253.
397
Prusak, s. 15. Rawls, ABD’deki din özgürlüğüne kanıt olarak, Tocqueville’nin bu ülkeyi gezdiği
sıra, o zamanlar azınlık olan Katolik rahiplere “niçin bu ülkede din çok özgür” sorusunu sormasını ve
cevap olarak “kilise-devlet ayrımını” olmasını gösterir.
398
A.g.e., s. 15-16. Rawls’un anayasal demokrasinin temel kurumları ve değerlerini dinlerin de kabule
yanaştığı iddiası oldukça dikkat çekici bir duruma sebep olmaktadır. Başka bir örnek de Revisited’da,
Rawls’un Ahmed En-Naim’in Đslam’ın yeni yorumlarının imkânından bahseden görüşlerine atıfla
kendini haklı çıkarma çabasıdır. Medine değil Mekke dönemine dayanarak yapılacak yorumlamalarla,
Đslâm’ın anayasal demokrasiyi destekleyeceği fikri düşünürü ziyadesiyle memnun etmiştir. Hatta
kendi ideali örtüşen mutabakatın mükemmel örneği olarak sitayişle söz eder. bkz. Rawls, The Idea of
Public Reason Revisited, CP, s. 590, dipnot 46. Pragmatik diyebileceğimiz bu tavra aslında aşina
olduğumuzu söyleyebiliriz. Seküler yapı dolayısıyla dine dayandırılamayacağı söylenen anayasa ve
yasalar, her ne hikmetse dinin içerisinden bu seküler yasalara destek mahiyetinde yorumlar
kotarıldığında hüsn-ü kabul görmektedir. Örneğin bir giysinin dinî olduğunu belirten bir “örtüşen
mutabakat” reddedilirken, bu giysinin dinî olmadığını söyleyen cılız yorumlar öne alınabilmektedir.
Rawls da anayasal demokrasinin değerlerine muhalif dinî yorumları makul bulmazken, “bu din
anayasal demokrasiyi destekliyor” diyen yorumu kabul eder. Bize göre kanıtın dinsel olması açısından
her iki örnekte fark yoktur. Yani Rawls için “işine geldiği sürece” dinî kanıtın sakıncası yoktur. Fakat
bu kamusal aklın tarafsız olmadığını, sekülarizm yanlısı olduğunu gösterir. Reemtsma seküler
toplumda dindarlara saygı husunda ilginç fikirler sunmaktadır: Dindar olmayanlar, bir dindarın
inancının hatalı olduğunu kanıtlayamaz. Dindarlık sahip olduğu imtiyazlı bir yolla (yani dinle)
“hakikate” erişebileceğine inanmaktır. Bu, Rawls’un tam da sorun yaratıcı gördüğü ve kaçınmaya
çalıştığı şeydir. Reemtsma’ya göre, seküler toplum inançsız bir teokrasi değildir. Bilimsel dünya
görüşü dinin yerine geçmez ve dindarlar hakikate ulaşmada imtiyazlı bir yolları olduğuna inançtan
dolayı çılgın (Rawls’ta gayr-ı makul) sayılmaz, ayrı tutulup, kötü davranılamazlar. Fakat sebep dinin
396
131
Rawls, insan onurunun dine dayalı bir kanıt gibi durduğu hatırlatmasına,
“Eğer bunun Đncil’deki bireyin kutsallığından ileri geldiğini söylememi istiyorsanız,
kabul, bunu inkâr etmek zorunda değilim” şeklinde rahat bir karşılık verir. Yani
liberal “birincil iyiler” ve temel değerleri destekleyen dinsel buyruk ve öğretiler
hiçbir sorun teşkil etmemektedir. Rawls, insan onurunu geleneksel temelde değil,
liberal anayasal demokrasinin işlemesinden aldığı biçimde savunmaktadır. Yani
insan onuru fikri dinden kaynaklanıyorsa da liberal gelenek içinde aldığı kıvam daha
makbuldür. Rawls, anayasal bir demokrasinin belirli koşullar altında mümkün
olduğunu ve kendi kamusal söylem biçimi olduğunu, hiçbir özel soruya yanıt
vermediğini, sadece siyasal sorunların nasıl tartışılması gerektiğini gösterme
uğraşında olduğunu söylemektedir. Çabası makul biçimde adil anayasal bir rejimde
kamusal felsefenin ne olması gerektiğinin açıklanmasıdır.399
Rawls’un dinler hususundaki ilgisi zaman ilerledikçe artmıştır. Bu yüzden
1998 tarihli bu söyleşi, üstelik Katolik bir dergide yer alması dolayısıyla da,
kısalığına rağmen, düşünürün din-liberal sistem ilişkisinde geldiği nokta açısından
önemli görünmektedir. Kronolojik sırayı atlayarak bu söyleşiden yararlanmamız
panoramik bir bakış tesis edebilmek gayesine matuftur. Belirtmeliyiz ki, PL de
cesametine karşın dört yıl sonraki Revisited’dan niteliksel bakımdan konumuz
açısından daha fazlasını içermemektedir. Revisited, bu söyleşi ve Halkların Yasası
(artık LP) ele alındığında düşünürün dinlere, dinî gerekçelere görece daha fazla
manevra alanı tanıdığını söyleyebiliriz. LP’de Rawls’un kendi iyi-düzenlenmiş
toplumunu en başa yerleştirdiği toplumlar hiyerarşisinde ikinci sıraya koyduğu
“düzgün halklar” içine Osmanlı’yı da dâhil etmesi ve olumlu ifadeler söylemesi bu
izlenimde etkilidir. Ayrıca hayali Müslüman ülke Kazanistan (Osmanlı’yı
bu (saygıyı) hak etmesi değil, seküler toplumun seküler bir toplum olmasıdır. Seküler toplum, dindışı
bir dünya görüşünü benimser ve anlamlandırma tekelini ona verirse, kendine son vermiş olur, zira bu
onun din olmasına yol açar. Seküler toplumda anlam boşluğu olduğu ve bunu dinin dolduracağı fikri
yanlıştır. Sadece teokratik toplumlarda anlam dayatılır ve seküler toplumda bu dayatma eksiktir. Fakat
bu eksiklik onun şerefidir. Bu eksiklik, herkesin istediğine inanmasını ve inanmıyorsa inanıyormuş
gibi yapmamasını sağlar. bkz. J.P Reemtsma, Dindarlığa Saygı Göstermek Gerekir mi? Đnanç
Meseleleri ve Seküler Bir Toplumun Şerefi Üzerine, çev: I. Arda Cogito, sayı 51, 2007, s.39-42.
399
A.g.e., s. 16.
132
modeller)’da olumlanır ve halklar topluluğuna kabul edilebilir ülkeler arasında
görülür.400
Rawls liberal anayasal demokrasinin ahlâkî iyi haliyle ilgilenmektedir. Ancak
bazı eleştirilere göre liberal anayasal demokrasi Hobbesçu tabiat halinin
kurumsallaşmış bir biçiminden başka bir şey değildir ve özünde hiçbir ahlâkî değeri
yoktur. Prusak’a göre, Neuhas’tan iktibasla söylüyor, liberalizmin sorunu, demokrasi
adına, aşkın hakikati kamusal alandan dışladığında ortaya çıkar. Liberal demokrasi
insan onurunu koruyamayacak kadar soyut bir düşüncedir.401 Rawls dinî ve felsefî
doğrulara dair bir mutabakatın tesisinin gerçekçi bir proje olmadığına inanır.
Kamusal akıl olgusuna saygı, bizatihi ahlâken değerlidir ve liberal anayasal
demokrasiye ahlâkî temelini bu saygı verir.402 Bize göre sorun, mademki dinler
konusunda konuşuyoruz, kamusal akla saygının niçin ahlâkî olduğudur. Söz konusu
olan dinler olduğuna göre olan değil olması gereken; gerçek değil hakikat esastır.403
Olması gerekeni ise olandan çıkaramayız.404
Yaygın kanının hilafına TJ ile PL arasında din hususunda bir süreklilik vardır.
Elbette tümüyle bir aynılık ve ilgi yoğunluğu iddia ediyor değiliz. Ancak
düşüncemiz, TJ’deki fikir, öncül ve kavramların tazammun ettiği anlamların,
400
Rawls’a göre, tam anlamıyla adil olduğunu söyleyemese de, düzgün bir toplum olarak nitelediği
Kazanistan daha önce örnekleri görüldüğü için hayalî değildir ve gerçekçi biçimde ümit edilebilecek
olanın en iyisidir. Osmanlı gerçekçi ütopyaya uygundur. Kazanistan dinle yönetilse bile ikinci sıradan
olumlu halklar arasına alınır. Bkz. Halkların Yasası, s. 80-84 ve s. 81 dipnot, 17. Rawls’un Osmanlı
ve millet sistemine bu ilgisinde, etkisini tam kestiremesek de, Kymlicka’nın Osmanlı ve millet
sistemini liberal saymasa da, dinsel hoşgörü ve çokkültürlülük bakımından olumlu gördüğünü
müşahede ettiğimiz düşüncelerinin payı var gibidir. Ona göre yaklaşık beş yüzyıl boyunca Osmanlılar
tarihte eşi görülmedik çeşitlilik barındıran bir toplumu yönetmiş ve herkes kendi hukukuyla yönetilip,
kendi kültürlerini zenginleştirebilmişlerdir. Osmanlı millet sistemi liberal olmayan dinsel hoş görünün
en gelişmiş modelidir. Kymlicka’nın ilginç bulduğu Rawls’un bu hoşgörü modeli üzerinde hiç
düşünmemiş olmasıdır. Rawls, hoşgörü ilkesinden sanki onun vicdan/inanç özgürlüğü fikriyle
eşitlediği, tek bir ilke varmış gibi bahseder. bkz. W. Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık, s. 239-243.
Millet sistemi için bkz. M. Walzer, Hoşgörü Üzerine, çev: A.Yılmaz, Ayrıntı Yay., Đst., 1998, s. 8384. “Osmanlı-barışı” ile ilgili son zamanlardaki bu övgülere karşın, aynı yapıyı Osmanlı’nın muasırı
Spinoza (1632-1677)’nın “despot bir sistemin şahikası” olarak nitelemesi için bkz. Spinoza,
Tanrıbilimsel Politik Đnceleme, çev: B. Ertuğrul, Biblos Yay., Đst., 2008, s. 12.
401
Prusak, s. 17.
402
A.g.e., s. 17.
403
Liberalizmin yaşanmakta olanı meşrulaştırmasına dair yorumlar Mahçupyan’dan gelmiştir. Liberal
teori statükoyu beslemekte, var olana meşruiyet kazandırmaktadır. Liberalizm kapitalizmin ve onun
yarattığı yan ürünlerin felsefî düzlemde doğrulanması ve siyasî düzlemde yaşatılması çabasını ifade
eder. Liberal teorinin dayandığı rölativist zihniyet, sonuçta bireyin liberal teorinin kendisine ve doğal
düzene olan mahkumiyetini besler. Toplum kendi haline bırakılmakta ve var olan durum adil bir
düzen mertebesine yükseltilmektedir. Bu bir şekilde doğal düzenin dinselliğini artırmaktadır.
Mahçupyan, s. 179-180; 165-167.
404
Hollinger, s. 93.
133
mefhum-u muhaliflerin, açık uçlu muhakemelerin PL’yi yankıladığıdır. Dombrowski
de benzer iddialarda bulunur. Yazara göre, siyaset ve din, akademik bağlamda bile
karışımı ışıktan ziyade ısınmaya yol açacak tehlikeli bir bileşim olarak kabul edilse
de, son zamanlarda kürtaj, köktencilik ve seküler kültürün hissedilir inkırazı gibi
tartışmalı hususlar temelinde alevlenen bir ilgiye mazhar olmuştur. Sevindirici olan,
Dombrowski’nin bu sorunlar ve arkalarındaki teorik problemlerin en iyi, çağın en
büyük liberal filozofu Rawls’un düşüncelerine başvurarak serimlenip, cevap
verilebileceğini ileri sürmesidir. Sevindirici bulduğumuz Rawls’un konuyu
çözdüğüne kani olmamız değil, konuya olan ilgisine işarettir. Rawls en etkili siyaset
filozofu olsa da, dine dair fikirleri yeterince çalışılmamıştır. Rawls, bu ilişkiyi
liberalizmin asırlardır çözmeye çabaladığı sorunun özü olarak görmüştür.405 Yazar,
TJ’nin PL’yi öngörme derecesi ve PL’deki fikirlerin TJ’yi genişletmesi yoğunluğuna
şaşırmıştır. Hakkaniyet olarak adaletin TJ’de içerdiği kavramlar, Rawls’un sonraki
yazılarında siyasal liberalizm şemsiyesi altında muhafaza olunmaktadır. PL, TJ
üzerine bina olmuştur, onu şerh etmektedir.406
Dombrowski’ye göre yorumcuların düşündüğünden çok daha fazla dine dair
düşünce TJ’de bulunmaktadır. Reformasyonun siyasî etkilerine ilişkin PL’deki
vurgu, liberalizmin ve hoşgörünün filizlenmesi üzerine TJ’de zımnen var olanı
sarihleştirmektedir. Düşünsel denge dinî inançlara geniş hareket alanı sunmakta ve
örtüşen mutabakat yurttaşlara teolojik veya metafizik öğretilerine istedikleri takdirde,
bunlar iyi düzenlenmiş toplumu desteklemese de, başvurabilecekleri iznini
vermektedir. Rawls’un düşüncesi siyasîdir, kapsamlı değildir. Bu ikincisi zaten haklı
olarak din karşıtı görülmüştür. Kamusallık, dinî inançları ne olursa olsun, yurttaşlara
saygı için gerekli bir koşuldur. Rawls’un düşüncesi, bir toplumun bilimsel, kültürel
ve siyasî hayatının bir tek felsefî ideler dizisinin neticesi olduğu, tüm önemli insan
eylemlerinin bilse de bilmese de felsefe olduğunu düşünen Heidegger’e taban tabana
zıttır. Rawls, dindarlardan üzerlerine titredikleri inançlarından vazgeçmelerini talep
405
D. A. Dombrowski, Rawls And Religion: The Case for Political Liberalism, State Univ. of
Newyork, Albany, 2001, s. VII.
406
A.g.e., s. VII-VIII.
134
etmez. Onlar, kamusal nedenler sunmaları koşuluyla kutsal metinlerinden
faydalanabilirler.407 Fakat biz buna karşı çıkacağız.
1. Rawls’un Problemi Ortaya Koyması
Rawls’un değişiminin, genel olarak, Ahlâk Teorisinde Kantçı Đnşa
makalesinde netleştiği düşünülür.408 Bu makale bir geçiş evresine işaret eder, çünkü
Rawls’un hakkaniyet olarak adaletin istikrarına dair iç tutarsızlıklar olarak görmeye
başladığı fikirleri gün yüzüne çıkarır. Rawls, artık herkesin aynı kapsamlı ahlâkî
öğretiyi benimsemesini ummanın gerçekçi olmadığını kabul eder. Bu sorun Rawls’u
daha genel konulara odaklanmaya sevk etmiştir. Bunlar, “vicdan ve düşünce
özgürlüğü, farklı felsefî ve dinî öğretilerin iyi-düzenlenmiş bir demokratik toplumun
merkezî nitelikleri olduğu göz önünde bulundurulduğunda, farklı makul öğretilere
sahip farklı makul kişilerin aynı liberal adalet kavramını temellendirmeleri, kamusal
akıl yürütmeleri ve bunun toplumsal birlik için müşterek bir temel olarak nasıl kabul
edileceği” gibi konulardır. Bu istikrar liberal adalet kavramının meşruiyeti
meselelerini doğurur.409
Rawls’un ilgisi, demokratik bir toplumdaki temel kurumların adil biçimlerine
ilişkin anlaşmazlığa son vermektir ve geleceklerine ve ihtilaflarına yönelmiştir.
Ulaşılan sonuçların daha geniş bir bağlamda geçerli olup olmadığı ise, ayrı bir
meseledir.410 Siyaset felsefesinin amacı, kendini demokratik toplumun kamusal
kültüründe sunduğunda, müşterek duyuda411 mündemiç olduğu düşünülen ilkeleri ve
407
A.g.e., s. X-XII.
Rawls, fikirlerinin dönüşmesine paralel olarak, ünlü Hakkaniyet olarak adalet: Metafizik değil
Siyasî (PNM)de (CP, s. 389, dipnot 2.) Ahlâk Teorisinde Kantçı Đnşa yerine Siyaset Teorisinde Kantçı
Đnşanın daha iyi olacağını belirtir. Rawls, bir makalesine adını verecek kadar uzak dursa da, Öztürk’e
göre, teori içinde büyük bir yapısal krize yol açma pahasına gerçek iletişimi dışlayan, zorunlu ve istem
dışı ve bencilliğin aşılması ve oy birliğini garanti eden bir adalet duygusu, ussal olmayan ama ussal
toplumsal gerçeklik üzerinde söz sahibi olan bir iç metafiziği ifade etmektedir. bkz. Öztürk, s. 56. Bu
durumda Hakkaniyet Olarak Adalet: Siyasî Değil, Metafizik daha uygun bir isimdir. Çünkü adalet ve
adalet duygusu TJ’de ve PL’de aynı şekilde savunulmaktadır. Adalet ilkeleri güya ilk durumda
bulunuyorsa da, adalet duygusu (makuliyet-hak) bireylerin iki ahlâkî yetisinden biri ve önde geleni
olarak sunulur. Yani bütün teori metafizik bir tınıya sahiptir. Mulhall ve Swift siyasî ve siyasî
olmayan ayrımını başarabilmek için, hakkaniyet olarak adaletin bizatihi kapsamlı bir öğretiyi
çağrıştırıp çağrıştırmadığını sorarlar. Mulhall, s. 222.
409
S. Freeman, CP, Editor’s Preface, s. XI.
410
Rawls, Kantian Constructivism in Moral Theory, CP, s. 305-306 (artık KC).
411
Common Sense için Sağ Duyu yerine Müşterek Duyu ifadesini kullanıyoruz. Çünkü Rawls ortak bir
kültüre ve değerler skalasına işaret etmektedir. Sağ Duyu ise, bir çeşit “toplumsal basiret-feraset”
anlamı taşıyor gibi görünmektedir ki, belki “kamusal aklı” karşılayabilir. Fakat bu durumda Sağ
408
135
mefhumları dile getirmek ve sarih kılmak veya bu müşterek duyunun değerlerine en
temel kanaatleri ve tarihî koşullarına uygun kavramlar ve ilkeler sunmaktır. Müşterek
duyuda var olduğu umulan, anlaşmanın derin temelleri keşfedilmeli ve formüle
edilmelidir. Đlk kavram kamusal demokratik kültürdeki eşit, özgür, makul ve
rasyonel, bu sebeple de insanlar arasında işbirliğine ehil kişi anlayışıdır.412 Dinleri de
ilgilendiren bir kaçınma tutumunun iyice öne çıktığı son yazılarındaki fikirler burada
görülebilir. Rawls, gittikçe doğruluk iddialarından uzak durmaya çabalamaktadır:
“Bir adalet kavramını geliştirmek dediğim gerçek ödev epistemolojik bir sorun değildir. Bir
anlaşmaya ulaşmak için makul zeminler arayışı, doğal ya da ilahî, bizden ayrı ve bağımsız bir
düzen, öncel bir objeler ve ilişkiler ağı ile sabitlenmiş olarak yorumlanan bir ahlâkî hakikat
arayışının yerine geçmiştir. Ödev, herkesin beraberce yaşayabileceği bir kamusal adalet
kavramına ulaşmaktır…Bir adalet anlayışını temellendiren bize öncel ve verili bir düzene
göre doğruluğu değil, kendimize ilişkin derin anlayışımızla tutarlılığıdır; tarihimiz ve
kamusal kültürümüzde mündemiç geleneklerimizi düşündüğümüzde, en makul öğreti
olduğunu kavramamızdır…Adalet ilkelerini inşa sürecinden başka hiçbir ahlâkî gerçek
yoktur.”413
Bu paragrafın önemi aşikârdır. Evvela, bir öğretinin (ahlâkî) doğruluğu değil
makuliyeti ön plana çıkar. Bu makuliyet ise toplumsal kültüre endekslenmiştir
(“gerçekliğin sosyal inşası” hakkında yazılanlar hatırlanabilir). Keza hiçbir ahlâkî
olgunun, insanların inşasından başka bir kıstas olmadığı fikri de dikkat çekicidir.
Rawls, bize öncel, üstün bir kaynaktan, düzenden gelen bir doğruluk olmadığı iddiası
ile sonraları inkâr etse de, açıkça öteki kapsamlı öğretilerin (bilhassa dinlerin)
doğruluğunu reddetmektedir. Hakkaniyet olarak adaletin amacı artık tüm ahlâkî
sorunlara cevap bulmak değildir, makul bir adalet kavramının daha alçak gönüllü
hedefleri vardır. Đlk durumdaki taraflar herhangi bir adalet ilkesini doğru ya da verili
olarak kabul etmezler. Onların amaçları, koşullar göz önüne alındığında kendileri
için en rasyonel olanı seçmektir. Benimsenen ilkelerin kendisine yaklaşacağı türden
ahlâkî ilkeler zaten yoktur. Đlkeler tüm mümkün dünyalarda doğru kabul edilmezler.
Bu ilkeler adaletin koşullarına neden olan insan hayatının sınırlarına ve özel
niteliklerine bağlıdır.414
Duyunun içeriğini, sınırlarını müşterek değerler saptayacaktır. Yani Müşterek Duyu, Sağ Duyuya
önceldir diyebiliriz.
412
KC, s. 306.
413
A.g.e., s. 306-307.
414
A.g.e., s. 350-351. Rorty, Rawls’un bu yeni düşüncelerini tamamen tarihselci ve antievrenselci
olarak yorumlamış ve sevinçle karşılamıştır. TJ’de Kantçı kişi anlayışına dayanıyorsa da, Rawlsçu
liberalizm artık felsefî bir Ben yorumuna değil yalnızca şu anda yaşadığımız zamanın tarihsel-
136
Rawls
kuramını
toplumsal
gerçekliğe
ne
derece
konuşlandırdığını
gösterircesine, adalete dair temel anlaşmanın öncel ve bağımsız bir ahlâkî düzenden
değil, herkesin aynı buyurucu toplumsal perspektifi kabulünden kaynaklandığını ileri
sürmektedir. O, kendi bireyini epistemolojide ve metafizikte kullanılan bilen özne
kavramından ayırır, birey bir ruh ya da töz de değildir.415 Bu dönüşüm alametleri,
PNM’de Rawls’un evrensel doğruluk, şahısların kimliği ve mahiyeti gibi felsefî
iddialardan kuramını kurtarma gayesi iyice vurgulanarak köklü hale gelir. Buradaki
düşüncesi, anayasal bir demokraside kamusal adalet anlayışının mümkün olduğunca,
tartışmalı felsefî ve dinî öğretilerden bağımsız olması lüzumudur. Böylece bu tarz bir
kavram formüle etmek için hoşgörü ilkesi felsefenin kendisine uygulanır. Kamusal
adalet kavramı “siyasî olmalıdır, metafizik değil”. Makalenin başlığı bu hususa işaret
etmektedir. Rawls’a göre TJ’de başaramadığı bir şey, hakkaniyet olarak adaleti siyasî
bir kavram olarak düşündüğünü hissettirememesidir. Siyasî adalet mefhumu ahlâkî
bir kavram ise de, siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlar için düşünülmüş ahlâkî
bir kavramdır.416
Hiçbir genel ahlâkî kavram, adalet için kamusal olarak kabul görmüş bir
temel sağlayamaz. Demokratik devletin toplumsal ve tarihî koşullarının kökleri
Reform sonrası din savaşları, bunu izleyen hoşgörü ilkesinin gelişimi ve anayasal
yönetimler ve endüstriyel pazar ekonomilerinin serpilmesindedir. Adalet, demokratik
toplumların üyelerince kabul gören çatışan ve giderilemez iyi anlayışları çokluğuna
hareket alanı sağlamalıdır.417 Hakkaniyet olarak adalet kendini doğru olarak değil de,
özgür ve eşit yurttaşların arasında gönüllü bir anlaşmanın temeli olabilecek bir
kavram olarak sunar. Bu anlaşma adil bir demokratik rejimdeki tüm şahısların
sosyolojik tasvirine bağlıdır. Rorty, The Priority of Democracy to Philosophy, s. 257, 262, 265’den
aktaran Sandel, Public Philosophy, s. 222.
415
A.g.e., s. 356-357.
416
Rawls, JNM, CP, s. 388-389.
417
A.g.e.,s. 390. Yaklaşık aynı ifadeler Kamusal Akıl Düşüncesi isimli makalede de vardır (CP, s.
424-425) Filozof iyi-düzenlenmiş toplum kavramının din özgürlüğü fikrini kapsadığını ve onu
genişlettiğini ileri sürer. Toplum bölünmüştür ve çoğulcudur. Ancak yurttaşları temel kurumları
düzenleyecek ilkelere dair bir müşterek anlayışa ulaşırlar. Her konuda hemfikir değilseler de, siyasal
ve toplumsal adalete ilişkin meselelerdeki kamusal bir anlaşma sivil arkadaşlığı sağlar ve toplumsal
bağları güçlendirir. KC, s. 327. Benzer düşünceler A Kantian Conception of Equality (CP içinde)
isimli makalede de sergilenir. Toplumun mahiyeti, muhakeme zorlukları, makul çoğulculuk nüvesi,
bireylerin ahlâkîliği, toplumun istikrarı, vatandaşların farklı iyi anlayışlarına ve dinlere sahip olması,
adaletin birinci konusunun toplumun temel yapısı olması ve nihayet tolumun dinî hoşgörünün bir
genişlemesi olarak tanımlanmasına ilişkin fikirler için bkz. s. 254-257. Ayrıca iyi düzenlenmiş
toplumun Kant’ın amaçlar krallığının bir yorumu olarak ortaya konuşu için bkz. 264.
137
iyilerini muhafaza eder. Çalışmamızın özüne işaret eden düşüncelerden bazıları,
konu ilerledikçe daha iyi anlaşılacağı gibi, burada devreye girer. Siyasî adalet
konularında bir anlaşmayı temin ve muhafaza için mümkün olduğunca tartışmalı
felsefî, dinî ve ahlâkî meselelerden imtina edilmelidir. Bunun nedeni bu meselelerin
önemsiz olması değildir, bilakis bu meseleler siyasî olarak çözülemeyecek kadar
önemli olduğu için kaçınılır. Rawls’un nazarında hoşgörü ilkesinin tek alternatifi
devletin baskıcı gücüdür. Bu sebeple hakkaniyet olarak adalet bilinçli olarak, felsefî
açıdan yüzeyde kalır. Reformdan bu yana inanç ve iyi anlayışlarındaki derin
farklılıklar göz önüne alınarak, dinî ve ahlâkî öğreti sorunlarında olduğu gibi,
felsefenin temel sorunlarındaki kamusal anlaşmanın devletin temel özgürlükleri ihlal
etmeksizin sağlanamayacağının anlaşılması gerekir. Bağımsız bir metafizik ve ahlâkî
düzen hakkında doğru arayışı olarak felsefe, demokratik bir toplumdaki siyasî bir
adaletin uygulanır müşterek temelini sağlayamaz.418
Düşünürün bu cümleleri, din hususunda içerdiği anlamlar bakımından da
önemli olan kavramlarla dikkat çekmektedir. Kaçınma, mutabakat, hoşgörü,
çoğulculuk, kamusal anlaşma gibi kavramlar dinin ardalan kültür adı altında özel
alana inhisarının sebeplerinden olmaktadır. Bilhassa teorinin sosyolojik yönü
diyebileceğimiz makul çoğulculuk ve bize bir çeşit epokhe gibi görünen kaçınma
tutumu, kapsamlı öğretileri anayasal konulardan dışlamaya gerekçeler sunmaya
çalışır. Dahası Rawls yurttaşların kapsamlı öğretilerini bu pratik hedef yani örtüşen
mutabakat uğruna “paranteze almaya” hazırlıklı olmalarına bir de ahlâkîlik
atfeder.419 Keza, söz konusu olan herhangi bir iyi anlayışının bizatihi ahlâkîliği
değildir; bunları seçme yetisine sahip ahlâkî kişilerin hakkaniyeti söz konusudur.420
418
A.g.e., s. 394-395.
Rawls daha 1975’de, Fairness to Goodness’da ilk durumun iyi anlayışlarına önyargılı olmadığını
ispata çalışır. “Đyi anlayışları tüm ahlâkî planımızın temel parçasıdır. Öyleyse nasıl paranteze
alınabilir?” itirazlarına ilk durumun yanlış anlaşıldığı gibi yüzeysel bir cevapla yetinir. “Niçin farazî
bir ilk durum uğruna kapsamlı öğretimden vazgeçeyim?” (hatırlayalım ki peçe tüm iyi anlayışlarının
bilgisini örtüyordu), sorusuna da, “öğretilerinizi bırakın demiyorum; kısa bir süreliğine askıya alın
diyorum” cevabı verir. Ayrıca birincil iyilerin bireyci olduğu ve cemaatçi değerlere karşı olduğu
itirazını da kabul etmemektedir. bkz. Fairness to Goodness, CP, s. 267-280. Rawls bu makalede
devlet mekanizmasını ele geçirmekle ve etkili bir hoşgörüsüzlük tutumuyla hayatta kalacağını
düşünen bir din veya iyi anlayışının dışlanabileceğini ileri sürer. s. 280-281. Rawls’un cevapları
yeterli görülmemiş olacak ki, Rawls sürekli güncellemiştir. Örneğin Sandel, PL’yi yorumladığı
doksanlı yıllardaki yazılarında bile benzer eleştirileri sürdürmüştür. Bu eleştirileri ileride ele alacağız.
420
Rawls, Fairness to Goodness, s. 284.
419
138
Rawls, “kaçınma” metodunda ısrarcı görünmektedir. Mümkün olan her yerde,
felsefî münakaşaların uzun soluklu problemlerinden kaçınmanın yollarını aramak
gerekir. Ahlâkî ve siyasî değerlerin statüsü hakkında realizm ve sübjektivizm
arasındaki tartışmadan ve doğruluk sorunundan uzak durmaya çabalamalıdır. Bu tarz
bir inşacılık bu öğretileri ne reddeder ne savunur. Siyasî yaklaşımın gayesi, kamusal
bir anlaşma temelinde tesis olunan pratik bir nesnellik ve temellendirme mefhumunu
başarmak için sözleşme geleneğinin fikirlerini yeniden şekillendirmektir. Amaç,
kamusal akıl yoluyla bir uzlaşmadır. Rawls’un ümidi “bu kaçınma yöntemi ile rakip
siyasî düşünceler arasındaki var olan farklılıkların tamamen kaldırılamasa da
hafifletilebileceğidir.
Böylece
karşılıklı
saygı
temelli
toplumsal
işbirliği
sağlanabilir.”421 Doğrudan bir siyasî kavrama odaklanmanın bir nedeni hiçbir
kapsamlı öğretinin siyasî bir adalet için kamusal olarak makbul bir zemin
sunamayacağıdır.422
Bilgin, PL’nin çevirisine yazdığı sunuşta eserin din hususunda literatüre
yaptığı etkinin çarpıcı olduğunu söylemektedir. Liberal gelenek içinde bireylerin iyi
ve doğru hayat hakkındaki anlayışlarını mutlak olarak uzlaştırmanın muhal olduğunu
düşünen bir akım vardır. Günümüzde, makul bir biçimde de olsa, iyi yaşamın
mahiyetine ilişkin tartışmalar, farklı din ve mezheplere bağlı kimseler arasındaki
ihtilaflardan, dindar ve din dışı gruplar ve bireyler arasındaki çatışmalara kadar
yayılmış durumdadır. Farklı iyi hayat tasavvurlarıyla ilgili olarak neyin gerçek ve
doğru olduğu sorusu ortaya atılınca, anlaşmazlıklar çözülemez hale gelir, hatta
derinleşir. Spesifik bir iyi hayat anlayışı üzerinde ısrar ciddi çatışmalara neden olur.
Bu nedenle;
“liberal düşünürler, farklı inançları ve ahlâkî anlayışları benimseyen bireylerin barış
içerisinde bir arada yaşamalarını sağlamaya yönelik ve siyasal birlikteliğin temelini
oluşturacak bir asgari ahlâk fikri geliştirmeye çalışmışlardır. Bu tür bir fikir, siyasal gücün
belli bir kapsamlı ahlâkî temeli öne çıkarma uğruna diğer anlayışları bastırma potansiyelinin
önünü de kapatmaktadır. Liberal gelenek içerisinde gelişen ve Kant ve Mill gibi önde gelen
düşünürlerin geliştirdiği kapsamlı ve ahlâkî liberal anlayışa karşı daha sınırlı bir ahlâkî temeli
savunan bu fikir akımı siyasal liberalizm olarak adlandırılmaktadır.”423
421
KC, s. 395.
Rawls, IOC, s. 424. Makul çoğulculuk olgusunun tarafsız bir toplumsal düzen için negatif
özgürlüğü elzem kıldığına ve bir iyi anlayışına bağlı olan pozitif özgürlüğü esas alan bir düzenle
bağdaşmadığına dair fikirler için bkz. Erdoğan, Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm, s. 151 ve 240245.
423
Siyasal Liberalizm, s. XI. Insole’un tanımı ise şöyledir: “Siyasal liberalizm, siyasetin, dinsel veya
dindışı bir doğru, mükemmeliyet ve birlik arayışından çok, çoğulcu ve hoşgörülü bir çerçeve içinde
422
139
Siyasal liberalizm fikrinin en güçlü örneğini Rawls geliştirmiştir ve ahlâk ve
iyi
hayat
anlayışlarındaki
farklılıklara
karşın,
yurttaşların
toplu
halde
onaylayabilecekleri bir siyasal ahlâkî kavram düşüncesini ileri sürmüştür. Rawls,
sunduğu bu siyasal ahlâkî anlayışının kendi ayakları üzerinde durduğunu
(freestanding), hiçbir ahlâkî öğretiye dayanmayıp, hiçbirini desteklemediğini
savunur. Bu anlayış ancak bireylerin ortak desteğiyle varlığını idame ettirir.424 Bilgin
de TJ’de dinden söz etmeyen Rawls’un PL’de dinî söylemleri ve cemaatleri, makul
siyasî mutabakatın parçası olarak kabulü, dinin bilhassa 1980 sonrası kültürel, sosyal
ve siyasî mahfillerde gittikçe artan varlığıyla açıklamaktadır. Rawls artan temayül ve
meydan okumaları sezmiş ve siyasal liberalizm anlayışını geliştirmek yoluyla, dinî
ve seküler istekleri, uygulanabilir bir siyasî yapı içinde uzlaştırarak, demokratik
değerlerin bir müdafaasında bulunmuştur. Fakat Rawls’un düşüncesi makuliyet ve
kamusal akıl kavramlarının dinsel söylemleri tahdid ettiği gibi tenkitlere uğramıştır.
Hatta PL’ye din bağlamında en çok eleştiri makuliyet kıstasına yöneliktir.425
Eleştiriler arasında en sert olanı ise, bazılarının makuliyet ve kamusal akıldan
hareketle Rawlsçu siyasî liberalizmi seküler fundamentalizm olarak niteleyen
kanaatleridir.426
Rawls, Locke’un ahlâken birincil haklar, Mill’in ütiliteryan temeller üzerinde
yükselen ve bizzat kendisinin ilk durumdan ileri gelen ahlâk felsefesi kökenli tutumu
yerine, gittikçe artan şekilde, adalet teorisinin toplumun farklı kesimleri nazarında
tartışmalı ilkelere dayanamayacağı, bunun iyi-düzenlenmiş toplum için uygun
olmadığı kanaatine meyletmiştir. Bu kanaat onu, liberal fakat makul şahıslar arasında
anlaşmazlıklara yol açabilecek kapsamlı öğretilerin unsurlarına öncel, ahlâkî, felsefî
inançlara bağımlı olmayan bir siyaset teorisine yöneltmiştir. Bu tutum ise, yani
toplumsal hayatı düzenleyecek, kamusal olarak savunulabilir ilkelere odaklanmak,
siyasî liberalizmin modern felsefenin merkezî problemi olan düzen ve istikrar
arayışına dönüşü ifade eder. Bunun anlamı Hobbes’un ana ilgisinin ön plana
barışçıl bir beraber yaşama (çatışma yokluğu) ve bireylerin özgürlüklerini korumaya yönelik
düzenlenmesi düşüncesidir. Bu tarz liberalizmin hayatî tutkusu, siyasal gücü bir kapsamlı anlayışı
topluma dayatmak için kullanmayı reddetmesidir. Toplum devlet gücü ile ruhları kurtarmaya
uğraşmaz.” Đnsole, s. 41.
424
A.g.e., s. XI.
425
A.g.e., s. XVI-XVII.
426
A.g.e., s. XIX.
140
çıktığıdır. Yani eski bir siyaset felsefesi mitine, “barış” arzusuna bir dönüş vardır.427
Elbette Hobbes istikrarı liberal olmayan bir yolla egemenin mutlak gücüyle ararken,
Rawls temel liberal değerlere dayanır. Bireyler mümkün olduğunca devlet
baskısından korunmalıdır. Siyasî liberalizm ilk etapta bir siyasal meşruiyet ilkesidir.
Daha önceki meşruiyet öğretileri felsefîdir. Böylece Rawls eski felsefî siyasal
meşruiyet sorununu, paradoksal olarak felsefîlikten uzak durmaya çabalayarak
canlandırmıştır.428 TJ’deki kuramın yerini PL’de salt bir düzen, istikrar arayışı
almıştır. Rawls tek bir dünya görüşünde (kendisininki dahil) hemfikir olunamayacak
kadar parçalı bir toplumda, en makul olanın bir ortak paydada uzlaşma olduğu
kanaatiyle, teorisinin yönünü daha pragmatik bir hedefe çevirmiştir. Peki, bu yeni
durum karşısında, sorun nasıl ortaya konmaktadır? Rawls’a göre;
“Modern bir demokratik toplum yalnızca basitçe kapsamlı dinî, felsefî, ahlâkî öğretiler
çokluğu ile değil, uzlaşmaz fakat yine de makul kapsamlı öğretiler çoğulculuğu ile
karakterize edilir. Bu doktrinlerden hiçbiri vatandaşlarca genel bir kabule mazhar olamazlar.
Dahası yakın gelecekte bu öğretilerden biri veya bir kaçının vatandaşların tamamı veya
tamamına yakını tarafından benimseneceği umulmamalıdır. Siyasî liberalizm makul fakat
uzlaşmaz kapsamlı öğretiler çokluğunu, anayasal demokratik bir rejimdeki özgür kurumlar
çerçevesi altında insan aklının özgür işleyişinin normal bir sonucu olarak kabul eder…Elbette
bir toplumda makul olmayan ve irrasyonel, hatta çılgın, kapsamlı öğretiler bulunabilir.
Böylesi bir durumda problem bu tarz öğretileri, adil toplumun birliğinin altını oyamaması
için, kontrol altında tutmaktır.”429
Makul fakat uzlaşmaz öğretiler çoğulculuğunun TJ’deki tarzda sunulduğu
hakkaniyet olarak adalet temelli iyi-düzenlenmiş toplum gerçekçi değildir. TJ’nin
belirsizlikleri artık giderilir ve hakkaniyet olarak adalet en baştan siyasî bir adalet
mefhumu olarak sunulmuştur. Buna göre siyasî liberalizmin sorunu şudur:
“Makul ancak uyuşmaz dinî, felsefî ve ahlâkî öğretilerce derinden bölünmüş eşit ve özgür
yurttaşlar istikrarlı ve adil toplumu uzun süre nasıl devam ettirebilir? Başka bir deyişle derin
biçimde karşıt ama makul olan kapsamlı öğretilerin beraber yaşaması ve herkesin anayasal
bir rejimin siyasî anlayışını kabulü nasıl olanaklıdır? Bu çeşit bir örtüşen mutabakatın
430
desteğini kazanacak siyasal bir kavramın yapısı ve içeriği nedir?”
Rawls, akla dayanan ancak kapsamlı olan felsefî bir seküler öğreti bulmaya
yönelik sözde bir aydınlanma projesinin, Hristiyan asırların dinî otoritesi ve
inancının artık egemen olmadığı modern çağlara uygun olduğu iddiası karşısında, bu
427
B. N. Ray, Re-Reading Rawls, The Agenda, s. 58.
A. Levine, Engaging Political Philosophy: From Hobbes to Rawls, Blackwell Publishers, 2002, s.
208-209.
429
PL, s. XVI.
430
A.g.e., s. XVIII. Dikkat çekici olan, Rawls’un TJ’den sonraki makalelerindeki değişikliklerin
cemaatçi ve diğer eleştirilere cevap olduğu iddialarını reddetmesidir. s. XVII, dipnot 6.
428
141
şekil bir aydınlanma idealinin gerçekten var olup olmadığıyla ilgilenmez. Çünkü
siyasî liberalizm ve onun bir biçimi olan hakkaniyet olarak adaletin hiçbir şekilde
aydınlanma sekülarizmi gibi hedefleri yoktur. Bunun ötesinde siyasî liberalizme göre
var olan makul öğretilerin önde gelenleri dinî olabilir. Makuliyet fikri buna izin
verecek tarzda tasarlanmıştır. Siyasal liberalizmin gayesi, anayasal demokratik düzen
için özgür demokratik bir kültürün daimi özelliği olan makul öğretiler çokluğunun
benimseyebileceği bir siyasî adalet belirlemektir. Hedef makul öğretilerin yerini
almak veya onlara doğru bir temel vermek değildir. Siyasal bir anlayış müşterek
kabul kazanabilir, fakat makul öğretilerde bu söz konusu değildir. Temel siyasî
hususlarda, tüm vatandaşların kabul ettiği bir kamusal temellendirme ilkesi ile
kapsamlı öğretilere dayanan ve yalnızca bu öğretilerin müntesiplerince kabul edilen
kamusal olmayan temellendirmeler arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir.431
Rawls, siyasî olanla kapsamlı olan arasındaki farklı yapının doğurduğu
düalizmin felsefeden değil, makul çoğulculuğun kaçınılmaz bir niteliği olduğu
demokratik siyasî kültürün hususî tabiatından kaynaklandığına inanır.432 Buradan
hareketle, filozof, modern dünya ile antik dünyanın siyaset felsefesi sorunlarının
farklılığını demokratik kültürün bu doğasına bağlar. Đlginç olan merkezde dinin
olmasıdır. Antik din, kamusal toplumsal pratikleri ve kutlamaları olan sivil bir dindi
ve Đncil, Kur’an gibi kutsal metinlere dayanmıyordu, bir kurtuluş dini değildi ve
kurtuluş için gerekli olan bir ruhban sınıfı yoktu. Bu dinde en yüce iyi fikri olmadığı
gibi ahlâk felsefesi dine veya vahye bağlı değildi. Modern çağda Reformla dinsel
birliğin yerini dinî çoğulculuk almıştır. Bu olgu on sekizinci asrın sonlarında
kültürün sürekli bir niteliği olacak diğer çoğulculukları beslemiştir.433 Rawls dinî
431
A.g.e., s. XVIII. Rawls kuramının freestanding yanında ısrarcı olsa da biz nasıl herkesin ortak
teveccühüne mazhar olacağını anlayabilmiş değiliz. TJ olmadığı gibi PL’de ortak teveccühe mazhar
olmamıştır. Ayrıca kuram tarafsız değildir; sıklıkla göstermeye çalıştığımız gibi Rawls’un önkoşulları
vardır ve bunlar liberal demokrasinin değerleridir. Đnsanların ortak kabulü, Rawls’un pozisyonunda,
Hobbes’unkinden daha fazla ahlâkî veya doğru nedenlerle mutabakat olmayacaktır. Đnsanlar
ekseriyetle liberal demokrasilerin maddî gücünden ötürü onun değerleriyle belirlenen bir siyasî
adalete geçici bir teveccüh göstereceklerdir.
432
A.g.e., s. XXI. Doering’e göre de sahici bir liberal laiklik özel alanı değil, sadece siyaseti
dünyevîleştirmek ister. Dinlerden tek istenen silahsız olmaları ve kendilerinden ayrılmaya izin
vermeleridir. Sivil toplumun standardı tesviye edici laiklik değil, gönüllü işbirliğidir. Seküler devlet,
topluma seküler vasatlar dayatmamalıdır. D. Doering, Dinler ve Sivil Toplum, Çev: N. D. Doğanay,
Đslam, Sivil Toplum, Piyasa Ekonomisi, Liberte Yay., Ank.,1999, s. 52-53.
433
A.g.e., s. XXI-XXII.
142
açıdan klasik dünya ile bariz karşıtlığa değinir. Orta Çağ Hristiyanlığının sivil dinin
yoksun olduğu beş özelliği ele alınır. Hristiyanlıkta;
“Otoriter bir dine eğilim vardı: Otoritesi -Papalığın yönettiği Kilise- 14. ve 15. asrın
konsüller periyodunda bazen Papa’nın yüksek otoritesine meydan okunsa da, kurumsaldı ve
neredeyse mutlaktı. (Hristiyanlık) ebedî dine dönük bir selamet diniydi ve selamet Kilise’nin
öğrettiği doğru inancı gerektiriyordu. Dolayısıyla inanılması elzem bir inancı olan doktriner
bir din idi. Ayrıca Hristiyanlık selamet için zorunlu araçların dağıtımında tek otoritenin
papazlar olduğunu savunan ve nihayet otoritesini dünya çapında gören genişlemeci bir din
idi.”434
Ona göre Reform’un sonuçları olağanüstüdür. Orta Çağ’daki Hristiyanlık gibi
otoriter, selametçi ve yayılmacı bir din bölündüğünde, bunun anlamı aynı toplum
içinde ayrıldığı dinden biraz farklı ama birçok benzerlik taşıyan rakip, yine otoriter
ve selametçi dinlerin belirmesidir. Luther ve Kalvin de Katolik Kilisesinden daha az
dogmatik ve hoşgörüsüz değildi.435
Đyi-düzenlenmiş toplumu din hürriyetinden ayrı düşünmeyen Rawls,
liberalizmin kökenlerini din savaşlarında aramaya devam eder. Din savaşları
esnasında insanlar en yüksek iyinin mahiyeti veya ilâhî yasadaki ahlâkî
yükümlülüğün temeli hususunda şüphe duymuyorlardı. Onların nazarında bu konular
inancın kesinliğiyle, ahlâk teolojilerinin kılavuzluğuyla bildiklerini düşündükleri
şeydi. Sorun daha fazlasıydı. Farklı inançlar arasında toplum nasıl mümkündür? Dinî
hoşgörünün makul temeli ne olabilir? Çoğu için yol tekti, aksi halde ilk şeylere dair
sapkınlığa ve dinî birliğin dağılmasına gidilirdi. Đlk hoşgörü müdafileri bile
Hristiyanlığın parçalanmasını felaket olarak kabul ediyorlardı. Fakat alternatifin,
dinsel iç savaşın nihayete ermemesi olduğu görülünce, razı olunması gereken bir
felaket olduğu kabul ediliyordu. Buna binaen, Rawls’a göre, siyasal liberalizmin
kökü reforma ve sonraki on altıncı ve on yedinci asrın uzun soluklu dinî hoşgörü
münakaşalarına dayanır.436 Modern vicdan ve düşünce hürriyeti o zaman diliminde
başlamıştır. Hegel’in de belirttiği gibi, Luther ve Kalvin’in niyetlerinin hilafına
çoğulculuk din hürriyetini mümkün kılmıştır (yine “niyetlenmemiş sonuçlar”).
434
A.g.e., s. XXIII.
A.g.e., s. XXIII.
436
Đnsole, Rawls’un din savaşlarına vurgusuna değinerek, bu savaşların, liberalizmin siyasal-dinsel
nedenleri olduğunu söylemektedir. s. 44. Rawls’u benzer tarzda savunanlarda biri Dombrowski’dir.
Onun egoizme karşı olduğu ve iki ilkesinin Đbrahimî dinlerin sosyal etikleri arasında ilişki olduğu
dindar ahlâkçıların gözünden kaçmaktadır. Keza ilk bölümde ele aldığımız doğal piyangoya fark ilkesi
ile engel olma dinlere paralel bir tutumdur. s. X. Ancak bir Rawls muhibbi olarak, ona göre, Rawls
dinin birleştirici gücünü gözden kaçırmıştır. s. XI.
435
143
Ortadan kaldırma uğraşlarına karşın dinî ağırlık olgusu varlığını korumaktadır. Bu
nedenle siyasal liberalizm makul çoğulculuk olgusunu hem dinî hem dindışı
öğretileri içeren kapsamlı öğretiler çokluğu olarak kabul eder.
Ancak Rawls bu çoğulculuğu korkulacak bir felaket olarak değil insan aklının
var olan özgür kurumlar altındaki özgür işleyişinin tabiî neticesi olarak görür. Bu
olguyu felaket kabul etmek aklın özgür koşullar altındaki işleyişini felaket görmektir.
Liberal anayasacılığın başarısı yeni bir toplumsal imkânın keşfinden kaynaklanır. Bu,
makul biçimde uyumlu ve istikrarlı çoğulcu toplumun imkânıdır. Düşünürün
nazarında hoşgörünün liberal kurumları olan toplumlarda başarı ve barış içinde
uygulanmasından
evvel
böyle
bir
imkân
yoktu.
Eskiden
uzun
süreli
hoşgörüsüzlükten anlaşıldığı üzere, toplumsal birliğin ve uyumun genel ve kapsamlı
dinî, felsefî ve ahlâkî bir öğreti üzerinde anlaşmayı gerektirdiğine inanmak doğaldı.
Bu inancın güçsüzleşmesi liberal kurumların önünü açmıştır. Đhtimaldir ki, özgür
inanç öğretisi, adil bir toplumu idame ettirmede uzun ve verimli bir işbirliği içinde
olduğumuz şahısların lanetlenmesinin imkânsız değilse de, zor olmasından ileri
gelmiştir.437
Rawls, PL’nin sorusu olarak koyduğu “makul ancak uyuşmaz öğretilerce
derin biçimde ayrışmış özgür ve eşit yurttaşların uzun süre devam edecek istikrarlı ve
adil bir topluma sahip olmalarının nasıl mümkün olacağı” meselesini en yüksek iyi
değil bir siyasî adalet problemi olarak görür. Böylece PL, metafizik olmayıp siyasî
olan ve herhangi iyi hayat anlayışına, önsel ve bağımsız ahlâk, doğruluk iddialarına
dayanmayan freestanding (kendi başına duran) niteliğiyle belirir.438 Rawls’un akıl
yürütmesinde dikkati çeken, belki de kapsamlı öğretileri aynı anlamda kullanmasına
437
A.g.e., s. XXIV-XV.
Sandel bu konunun önemine hakkın iyiye önceliği ile değinir. Sandel, cemaatçi düşünürlerin
hakların önemini inkâr etmediğini, iyi anlayışlarından bağımsız belirlenemeyeceğini ileri sürdüğünü
söyler. Adalet iyiden bağımsız değildir. Adalete dair düşüncelerimiz makul olarak iyi yaşama ilişkin
kanaatlerimizden ve en yüksek insanî amaçlarımızdan ayrılamaz. Adalet ve hakka ilişkin
düşüncelerimiz, içinde gerçekleştiği kültürler ve geleneklerde ifadesini bulan iyi kavramlarına
başvurmaksızın ilerleyemez. Tartışma kişi anlayışlarında düğümlenir. Biz kendi seçtiğimiz amaçları
ve rolleri dışında bağlılığı olmayan ahlâkî failler miyiz veya seçmediğimiz, doğa veya Tanrı’nın
buyurduğu belirli amaçları ifaya yükümlü varlıklar mıyız? Birinci şık (Rawls-Kant tutumu)
cemaatçilerce eleştirilir. Meselenin önemi bağımsız Benler fikrinin tarafsız devlet fikriyle mantıksal
bağındadır. Biz özgür Benler olduğumuz için, amaçlar arasında tarafsız olan bir haklar çerçevesine
ihtiyaç duyarız. Hakların belirli bir iyi anlayışına dayandırılması ötekilerin değerlerine baskıya ve
herkesin kendi amacını belirleme kapasitesine saygısızlığa neden olur. Sandel, Public Philosophy,
Harvard Univ. Pres, 2005, s. 212-214.
438
144
rağmen örneklerini hep dinlerden almasının nedenidir, dinler hususundaki
güvensizliktir. Rawls, dinlerin doğası gereği liberal toplum için daha keskin direnç
odağı olduğunu ihsas ettirmektedir. Đnsanlar arasında eskiden beri var olan iyi
anlayışları uzlaşmazlıklarına, dinler bir de uzlaşmayı reddeden bir aşkınlık ögesini
eklerler. Siyasal liberalizm giderilemez bu çatışmanın derinliğini dikkate alarak
başlar.439
Rawls, siyasal liberalizminin modern dönem ahlâk felsefesi ile ilişkisine de
değinir. Modern ahlâk felsefesi reformdan sonra gelişen dinî durumdan derinden
etkilenmiştir. 18. asrın önde gelen yazarları semavî otoritelerden bağımsız ve sıradan
makul ve bilinçli bir kimse tarafından ulaşılabilecek ahlâkî bir bilgi temeli
oluşturmayı ummuşlardır. Bu nedenle ahlâk epistemolojisi ve psikolojisinin temel
sorunlarını incelemişlerdir. Rawls’a göre bu sorular şunlardır:
“Nasıl davranmamız gerektiğinin bilgisi doğrudan bazı kimselere mi veya pek az kimseye mi
(ruhban sınıfı gibi) veya makul ve bilinçli her kişiye mi açıktır? Yine, bizden istenen ahlâkî
yolun kaynağı dışarıda mıdır, mesela Tanrı’nın zihnindeki ahlâkî kurallar, yoksa toplu
yaşamın gerektirdiği kurallar ile birlikte insan doğasından mı kaynaklanmaktadır? (akıldan
veya duygudan veya ikisinin bileşiminden) Kendimize görev ve mecburiyetlerimize göre
çekidüzen vermemiz gerektiğini dışarıdan bir sâikle mi, mesela ilahî şartlar veya devletin
gerektirdiği gibi, anlamalıyız, yoksa biz öyle bir şekilde meydana gelmişizdir ki, doğamız
nasıl gerekiyorsa öyle davranmamızı sağlayacak yeterli sâikleri, dış tehdit veya dışsal
sâiklere ihtiyaç olmaksızın içerir mi?”440
Bu sorular ilk önce teolojiden neşet etmiştir ve ona göre Hume ve Kant tüm
bu sorularda ikinci şıkkı savunmuşlardır. Ahlâkî kuralların insan tabiatından, akıldan,
duygudan
ve
toplum
içindeki
hayatımızın
koşullarından
ileri
geldiğini
düşünmüşlerdir. Doğamız, nasıl gerekiyorsa öyle davranmamızı sağlayacak yeterli
saiklere, Tanrı’nın veya devletin belirlediği ödül ve cezalar gibi, muhtaç olmaksızın
imkân sağlamaktadır. Hume ve Kant sadece bazı kimselerin ahlâkî bilgiye sahip
bulunduğu ve tüm veya çoğu insanın bu bilgilere göre davranmaya zorlanması
lüzumunu iddiadan mümkün olduğunca uzak durmuşlardır. Đşte siyasal liberalizm
kapsamlı olmadığından yukarıdaki üç soruya genel bir tutum takınmaz, onları kendi
açılarından cevaplandırmak üzere farklı kapsamlı öğretilere bırakır, fakat anayasal
rejimin siyasal adalet kavramı bakımından her durumda ikinci alternatifi olumlar.441
Rawls tepkilerden uzak durma adına güya siyasal alanla sınırlasa da, ahlâkî
439
PL, s. XXVI. Bizim de “giderilemez gerilim” iddiamızın kaynağı olan bu aşkınlık fikrinin, bizzat
Rawls tarafından kabul edildiğini görmekteyiz.
440
Siyasal Liberalizm, s. 13-14.
441
PL, s. XXVII.
145
doğruların insana dışsal bir otoriteden verili olduğuna ve bu doğruların insanları
yönetmede zorunlu olarak dayatılması gerektiğine karşı çıkmaktadır. Tarafsız devlet,
kendi başına duran adalet anlayışı, bilhassa kaçınma (abstinence) kavramları bu
tutumun yansımalarıdır. “Ardalan kültürü ve onun kapsamlı öğretileri anayasal
rejime destek verdikleri sürece, ahlâk felsefesinin genel problemleri siyasal
liberalizmin ilgi alanına girmezler.442 Rawls, kuramını taşıdığı yeni zemini
netleştirmek amacıyla, TJ’de gözden kaçırdığının farkında olmadığı, ancak yeni
düşünceleriyle belirsizliklerini kaldırdığı üç madde ortaya koyar:
“1. Hakkaniyet olarak adalet (kendi başına duran bir görüş olarak) fikri ve onun istikrarına
dair yorumu olarak örtüşen mutabakat fikri, 2. Makul kapsamlı öğreti fikri ile beraber basit
ve makul çoğulculuk arasındaki ayrım; 3. Makul ve rasyonelin, (ahlakî inşacılığa zıt olarak)
siyasal inşacılığa yöneltecek daha tam bir açıklaması, bu sayede hakkın ve adaletin
ilkelerinin temellerinin tesisi.”443
Tüm kapsamlı öğretiler liberal değildir. Mesele bunların “doğru nedenlerle”
liberal bir siyasî kavram ile bağdaşır olup olamayacağıdır. Bu sebeple bu öğretilerin
anayasal demokratik düzeni yalnızca bir modus vivendi olarak benimsemeleri yeterli
görülmez. Bu kabül makul bir örtüşen mutabakatın üyeleri olarak gerçekleşmelidir.
Rawls, buradan hareketle sorusunu genişletir: “Dindar yurttaşların, kendi siyasî
idealleri ve değerleri olan liberal bir siyasal adalet anlayışını karşılayan bir kurumsal
yapıyı, siyasal ve toplumsal güçler dengesi nedeniyle, çok uzlaşamadıkları halde
benimsemeleri ve demokratik bir toplumun samimi üyeleri olmaları nasıl
mümkündür?”444
Makul çoğulculuk olgusu, kapsamlı öğretiler liberal olmasa, bazen dinsel
olsa da, siyasî liberalizmce olağan görülür. Siyasî liberalizmin sorunu anayasal bir
demokratik rejim için dinî ve din dışı, liberal ve liberal olmayan makul öğretiler
çokluğunun özgürce benimseyip, içinde özgürce yaşayabilecekleri ve erdemlerini
anlayabilecekleri bir siyasî adalet anlayışı ortaya koymaktır. O, dinlerin de dinî
olmayan öğretilerin de yerine geçmeyi amaçlamaz, her ikisinden de eşit uzaklıkta
olmayı ve her ikisi için de mak(b)ul olmayı umar. Makul çoğulculuk olgusu
sebebiyle dinî kurtuluş (selamet) herkesin ortak değeri olamaz. Bu yüzden siyasal
442
A.g.e., s. XXVIII.
A.g.e., s. XXX.
444
A.g.e., s. XXXVII-XXVIII.
443
146
anlayış özgürlük, eşitlik gibi siyasal değerleri kullanır.445 Daha önce Kant’ın ahlâkla
hukuku ayırdığına dair alıntıda işaret olunduğu gibi, çoğulcu ortamda herkes bir tek
ahlâkîlik ölçütünde uzlaşamayacağından, ahlâken zorunlu olanın yasal olarak da
zorunlu olmasını söyleyen ahlâkî hukuk (legal moralism) terk edilir.446 Siyasî
adaletin ahlâkîliği ise makullük ekseninde ortaya konur. Bu aynı zamanda makuliyeti
açıklar:
“Vatandaşlar birbirlerini nesiller boyu süren bir toplumsal dayanışma sistemi içerisinde özgür
ve eşit olarak gördükleri, birbirlerine (ilkeler ve idealler çerçevesinde tanımlanan) adil
toplumsal dayanışma şartları önermeye ve bu şartlar doğrultusunda belli durumlarda kendi
çıkarları aleyhine de olsa hareket etmek üzere anlaşmaya hazır oldukları zaman makul
sayılırlar.”447
Makuliyet her iki tarafta da gerçekleşmelidir. Rawls buna karşılıklılık ölçütü
der. Buna göre siyasî hak ve yükümlülükler ahlakîdirler. Zira kapsamlı bir öğreti
olmasa da, kendine ait idealiyle normatif ahlâkî bir anlayış olan siyasî anlayışın
parçasıdır.448
2. Siyasî Kişi Anlayışı
Geleneksel liberal adalet teorileri daha temel felsefî teoriler içine yerleşmiş
veya onlarca desteklenmiştir. Mesela Bağımsızlık Bildirgesi’nde, yaratıcı herkesi eşit
olarak yarattığı için hayat, özgürlük ve mutluluk arayışı vazgeçilemez haklardır. Bu
teolojik temelden hareketle ana siyasî ilkeler saptanmıştır. Jefferson’un Bildirgesinin
ilhamını aldığı Locke, Tanrı’ya atıfla bireysel hakları temellendirir. Locke’un liberal
siyaset teorisi belli bir dinsel düşünceye dayanmaktadır. Mill ise hedonistik bir insan
doğası anlayışına yaslanır. Locke, Jefferson ve Mill’in siyaset teorileri Rawls’un
kapsamlı liberal adalet teorileri dediği teorilerdendir. Bunlar liberal siyasî
düzenlemelerin adaletini insan doğası veya ahlâklılığına ilişkin daha derin bir felsefî
teoriye atıfta bulundukları için kapsamlıdırlar. Buna göre kapsamlı bir teorisyen
445
PL, XXXVIII-XXXIX. Greenawalt, liberal demokrasilerde bir eylemin, sırf günah oldukları ve
ahiret hayatında kötü sonçlar doğuracağı için yasaklanamayacaklarını söyler. Yasak kararı, dünyevî
terimlerle ifade olunabilen zararlar ve faydalara dayanmalıdır. Kimse bir şeyin zararlı olduğunu, eğer
zararlar insanî terimlerle söylenemiyorsa, iddia edemez. K. Greenwalt, Private Consciences and
Public Reasons, Oxford Univ. Pres, New York, 1995, s. 6. Ona göre Rawls’un tutumu karmaşık ama
aslında basittir: Temel meseleleri makul kapsamlı öğretilerin tartışmalarından uzak tutmak. s. 106.
446
A. Kuflık, Liberalism, Legal Moralism and Moral Disagreement, Journal of Applied Philosophy,
Vol. 22, No. 2, 2005, s. 185 ve 190.
447
Siyasal Liberalizm, s. 27. Rawls’un “freestanding” özellikte ne kadar titiz olduğunun bir delili de
Habermas’ı bile kapsamlı ve metafizik olmakla suçlamasıdır. bkz. D. Moon, Rawls and Habermas on
Public Reason, Annual Review of Political Science, 2003, s. 270.
448
A.g.e., s. 28.
147
nazarında bir adalet teorisi Rawls’un hilafına, kendi başına duran felsefî bir düşünce
değildir, bilakis her daim bir ardalan teorisinin desteğine ihtiyaç duyar. Yani
kapsamlı liberalizmin arzusu liberal siyaset için en kesin felsefî temeli keşfetmek ve
geliştirmektir.449
Siyasî liberalizm desteğini insan doğası va’z eden felsefî öğretilerden değil,
liberalizm geleneğinden almaktadır.450 Rawls adalet anlayışının hangi anlamda siyasî
olduğunu şöyle açıklar: “Bir adalet anlayışının siyasî olduğunu söylemekle üç şey
kastediyorum: O, yalnızca toplumun temel yapısına, ana siyasî, ekonomik ve sosyal
kurumlarına uygulanır; herhangi bir geniş kapsamlı dinî veya felsefî öğretiden
bağımsız sunulur ve demokratik bir kültürün kamusal siyasal kültüründe mündemiç
temel siyasî fikirler ekseninde geliştirilir.”451 Siyasal liberalizm vatandaşların birincil
değerlere sahip olmalarını sağlamakla özgürlüklerine imkân sağlar, fakat yurttaşlara
manevî huzur sağlamayı hedeflemez. Siyasal liberalizm tinsel sorunları önemsiz
görerek göz ardı etmez, tam tersine onları, çok önemli gördüğü için yurttaşların
kendilerine bırakır. Bu, dinin özel alana ircası demek değildir. Bilakis siyasal
liberalizm dinî siyasallaştırmaz, yani ideolojik hedeflerle yozlaştırmaz ve sivil
toplumu ve sivil toplumun dinî ve seküler farklı kuruluşlarını, olduğu gibi korur.452
Rawls, Hakkaniyet olarak adaleti artık siyasal ve metafizik arka plandan azade
olarak sunarken, ilk durum, cehalet peçesi, sözleşme, iki adalet ilkesi gibi fikirlerin
neredeyse aynen korunduğunu görmekteyiz. Rawls felsefî bir kurama dayanmıyorsa
da, niçin yüzeyde kalan ve felsefî bağlılıktan kaçınan bir adalet teorisini
benimsememiz gerektiğine, adalet anlayışını niçin siyasî bir liberal adalet kuramı
kabul etmemiz, başka deyişle kapsamlı liberalizm projesini niçin terk etmemiz
449
Talisse, s. 56-57.
PL, s. 8. Rawls siyasî kişi anlayışı ile insan doğasına ait teorilerini ayırmasının sebebi olarak insan
doğası nazariyeleri değişirse, bireylerin kamusal kimliklerinin sabit kalmasını temin olarak gösterir.
Yani eğer hakkaniyet olarak adalet belirli bir kapsamlı öğretinin insan doğası anlayışına dayanırsa ve
bu anlayışın yanlışlığı bir biçimde ispatlanırsa, teorisi yara alacaktır. Dahası, bize göre bu, Rawls’un
tarihsel ve kültürel bağlam dışında hiçbir sabit insan doğası olmadığı iddiasına taviz vermesi olabilir.
bkz. KC, s. 352. Ayrıca bu sayede çok titizlendiği, insanlar arasındaki tartışmalı konuları siyasî
gündemin dışına çıkarmak arzusu gerçekleşecektir. Đnsanlar ihtilaflarını kendi aralarında tartışmaya
devam edebilecekler ama istikrar adına bunu siyasî alana sokmayacaklardır. bkz. Rawls, The Domain
of the Political and Overlapping Concensus, CP, s. 494 (artık DP). Makul kapsamlı öğreti
değişikliğinin kamusal siyasî kimliği değiştirmediğine ilişkin görüşler için ayrıca bkz. Rawls, Justice
as Fairness: Restatement, s. 21-22.
451
A.g.e., s. 223.
452
Halkların Yasası, s. 140.
450
148
gerektiğine dair nedenler sunmalıdır. Rawls bu amaçla, eski ana düşünce ve
kavramlarını muhafaza etmekle beraber bir dizi yeni kavramlar geliştirmiştir.453 Bu
kavramlardan biri siyasi kişidir. Kantçı ahlâkî bireyin yerini, yine ahlâkî olan siyasî
bir kişi almıştır.
TJ’yi kapsamlı bir liberalizmi savunuyor kılan, yurttaşların adalet ilkelerinin
kendisinden çıkarsandığı temeldeki kapsamlı öğretiyi de benimsemelerinin
gerekmesiydi. Oysa makul çoğulculuk bu kapsamlı liberal teoriyi vatandaşların
gözünde dinî bir öğretiden daha kabul edilebilir yapmamaktadır. Rawls, bu nedenle,
birbiriyle çatışan dinî veya dindışı makul kapsamlı öğretileri olan yurttaşların
kamusal müzakerelerde hemfikir olacakları müşterek temel ilkeleri temsil edecek
siyasî adalet kavramının hangisi olduğunu sorar. Çatışan öğretiler bir modus vivendi
ile uzlaşabilirler, fakat dinlerin çatışması durumunda modus vivendinin ötesinde bir
uzlaşma mümkün müdür? Rawls’un bununla kastı daha çok, Hobbesçu bir zorunlu
ve güçler dengesinden kaynaklanan ve tarafların en ufak bir avantaj elde eder etmez
bozacağı ateşkes olarak niteleyebileceğimiz modus vivendiyi aşarak, ahlâkî ve
gönüllü bir yapısı olan, çok önem verdiği karşılıklılık ve doğru nedenlerle istikrar
ölçütünü karşılayan, makul kapsamlı öğretilerin bir örtüşen mutabakatıdır. Zaten ona
göre din savaşlarından sonra ilk zamanlar modus vivendi olarak tesis edilen barış
evrilerek örtüşen mutabakata dönüşmüştür.454
PL’nin amacı çoğulculuk olgusu karşısında TJ’deki iyi düzenlenmiş toplumu
yeniden kurgulamaktır. Bu sebeple TJ’deki hakkaniyet olarak adalet, temel toplum
yapısına uygulanan siyasî adalete dönüştürülür. Bu dönüşüm hakkaniyet olarak
adaleti kapsamlı kılan ögelerin siyasî kavramlar olarak yeniden formülasyonunu icap
ettirir.455 Rawls, TJ’de ortaya koyduğu aşkın bireyin ahlâkî özerkliği ile PL’deki
453
Talisse, s. 60. Benzer mühim soruları Sandel sormaktadır: Ahlâkî ve dinî inançlarımızı, iyi hayat
anlayışlarımızı niçin paranteze almak veya bir kenarda bırakmak durumundayız? Toplumun temel
yapısını yöneten adalet ilkelerini niçin en yüksek insan amaçları anlayışımıza dayandırmayalım? bkz.
Public Philosophy, 218-219.
454
PL,s. XI-XII.
455
A.g.e, s.XII. Ancak Rawls (dipnot 8’de) Hakkaniyet olarak adaletin tamamen değişmesinin
gerekmediğine, iki ilke ve temel yapının çoğunlukla aynı kaldığına dikkat çeker: Bununla beraber PL
siyasî özerklik ile ahlâkî özerklik ayrımını vurgular. Siyasî adalet sadece siyasî özerklik içerir. Bu
ayrım TJ’de bulunmaz. Çünkü özerklik Kantçı kapsamlı liberal öğretiye bağlı olarak ahlâkî özerklik
şeklinde anlaşılmıştır. Ayrıca Kant kategorik imperatifi herkes için günlük hayatın her safhasında
gerekli görür iken, Rawls artık Kantçı arka plandan ayırdığı adaleti sadece temel toplum yapısında
yani siyasî, anayasal hususlarda geçerli kabul etmektedir. bkz. KC, s. 339.
149
siyasî adaletin temeline yerleştirdiği siyasî kişinin siyasî özerkliğini ısrarla ayırır.
Makuliyet ve karşılıklılık siyasî haklara ve ödevlere kapsamlı öğreti olmasında
ahlakî bir kisve giydiriyordu. Kapsamlı bir öğretinin ahlâkîliği ile siyasî bir anlayışın
siyasî ahlakîliğinin değerlerinin farkı özerkliktedir. Özerklik iki biçimde olabilir. Đlki
siyasî özerkliktir ve anlamı vatandaşların yasal bağımsızlığı, korunmuş siyasî
bütünlüğü ve onların siyasî gücün kullanımını öteki yurttaşlarla eşit paylaşımıdır.
Diğeri ise en derin amaçlarımızı ve ideallerimizi eleştirel olarak inceleyen belli bir
düşünüş ve hayat tarzı şeklinde ifade olunan ahlâkî özerkliktir. Rawls ahlâkî
özerkliğin demokrasi tarihindeki yerini teslim eder, lakin makul siyasî ilkelerin
elzem kıldığı karşılıklılık ölçüsünü karşılayamadığını ve bu sebeple siyasî adaletin
parçası olamayacağını ileri sürer. Örneğin birçok dindar ahlâkî özerkliği hayatlarının
parçası olarak kabul etmezler.456
Siyasî kişi, kapsamlı hakkaniyet olarak adaletten siyasî adalete geçişte belirir.
TJ’nin tam ahlâkî otoriteyle mücehhez ahlâkî fail olan kişisi, yine ahlâkî özelliği olan
vatandaş anlayışına dönüşür. Siyasî liberalizm kişiyi, özgür ve eşit bir vatandaş,
modern demokrasideki hak ve yükümlülükleri olan ve öteki vatandaşlar ile siyasî bir
ilişkisi olan siyasî bir şahıs olarak görür. Ancak siyasî bir şahıs olan vatandaş aynı
zamanda, siyasî adalet ahlâkî de olduğundan keza ahlâkî bir kişiliktir.457 Siyasî
kişiler kendilerini ve ötekilerini iyi anlayışına sahip olmayı sağlayacak ahlâkî
yeteneklere sahip gördüklerinden özgürdürler. Fakat bunun anlamı siyasî adaletin
gereği olarak bir zaman benimsemiş oldukları iyi anlayışını izlemeye mecbur
oldukları değildir. Onlar iyi anlayışlarını gözden geçirebilirler, değiştirebilirler,
ancak, tuhaftır ki, kamusal kimlikleri bu değişimlerden etkilenmez. Örneğin din
değiştirmek veya dinî inancın terki o kimsenin siyasî adalet açısından, eski kişiliğini
korumaması demek değildir. Onların kamusal, hukukî kişiliklerinde bir kayıp olmaz.
Vatandaşların siyasî ve siyasî olmayan amaç ve ödevleri vardır, siyasî adaletin
değerlerini siyasî kurumlarda ve politikalarda gerçekleşmiş görmek isterler. Keza
456
PL, s. XIII-XIV. Bu durumda, ahlâkî özerkliği kabul etmeyen dindarın siyasî özerkliği nasıl kabul
edeceğini sorabiliriz? Onun ahlâk görüşü veya bu ahlâkın kendisinden neşet ettiği dini, siyasî
özerkliği ahlâktan ayırmaya izin vermiyorsa mesele nasıl çözülecektir?
457
A.g.e, s. XIV. Rawls kişi anlayışını siyasî hale dönüştürse de, TJ’deki ahlâkî özerk bireylere
atfettiği iki ahlâkî yetiyi PL’nin bireylerine de atfeder. Rawls, Fairness to Goodnessda ilk durumun
hiçbir ahlâkî kavram kullanmama anlamında nötr olmadığını, genellik, kamusallık gibi koşullarının
ahlâkî olduğunu söyler. CP, s. 270.
150
kamusal olmayan hayatlarında başka değerler ve müntesibi oldukları birlikler için
çalışırlar. Vatandaşlar ahlâkî kimliklerinin bu iki veçhesini (biri makulün öbürü
rasyonelin yani hakkın ve iyinin açılımıdır) ayarlamalı ve uzlaştırmalıdır.458
3. Kamusal Kültür
Kamusal siyasal kültür, bir dizi düzenleyici fikir içerir. Adil bir işbirliği
sistemi olarak toplum fikri bu kültürde köklü olarak bulunur. Bu nedenle bu kültürün
erdemlerini düzenleyici fikir olarak kullanmak makuldür. Bu kültürden çıkarılan
temel sezgisel kavram ise iyi-düzenlenmiş toplumdur. Rawls’a göre, bu gibi fikirler
sarih biçimde formüle olunmasalar ve anlamları açıkça ifade edilmese de, toplumun
siyasal düşünüşünde ve kurumlarının, örneğin mahkemelerce ve tarihî veya diğer
metinlerce nasıl yorumlanacağında temel bir rol oynarlar. Bu toplumun üyeleri
toplumsal düzenlerini sabit bir doğal düzen veya dinî öğretiler veya aristokratik
değerleri ifade eden hiyerarşik ilkelerce temellendirilen kurumsal bir yapı olarak
görmezler.459 Demokratik bir toplumun kamusal kültürü, anayasasının ve temel
yasalarının yorumlanma geleneği içindeki belirli fikirler, siyasî adalet için malzeme
sunarlar. Demokratik toplumun yurttaşlarının, anayasal hakların ve özgürlüklerin
anlamı ve zeminine ilişkin günlük siyasî tartışmalarda kendini belli eden kamusal
kültürde mündemiç bu fikirleri zımnen de olsa anladıkları varsayılır. En temel fikir,
nesiller boyu süren adil bir işbirliği sistemi olarak toplum fikridir.460
Kamusal siyasî kültürün Rawls’un çok önemsediği bir özelliği her daim
muhalif, uzlaşmaz kapsamlı öğretiler barındırıyor olmasıdır. Đfade ettiğimiz gibi,
bunların çoğu insan aklının serbest işleyişinin sonucu olduğu için, sorun “özgür
kurumların kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan makul çoğulculuk ışığında
hoşgörünün zemininin ne olacağıdır?” Rawls soruyu daha da genişletir. “Makul dinî,
felsefî ve ahlâkî doktrinlerin etkisiyle ciddi biçimde farklılaşmış özgür ve eşit
vatandaşların oluşturduğu bir toplumun adalet ve istikrar içerisinde uzun süre
458
Siyasal Liberalizm, s. 74-75. Sandel’in soruları sürmektedir: Niçin siyasî kişi kavramını kabul
etmeliyiz. Siyasî kimliklerimiz niçin, şahsî hayatlarımızdaki ahlakî, dinî ve cemaatsel inançlarımızı
ifade etmemelidir? Yurttaş kimliğimizle ahlâkî kişiler kimliğimizin ayrımının geniş tasarlanmasında
niçin ısrarcıdır? Adalet hakkında düşünürken niçin, hayatımızın geri kalanını düzenleyen ahlâkî
yargıları bir kenara bırakmalıyız? Rawls’un cevabı bu düalizmin demokratik siyasî kültürden ileri
geldiğidir. Public Philosophy, s. 220-221;
459
Rawls, Restatement, s. 5-6. Bize göre kamusal kültüre bu vurgu yeni geliştirilmiş bir fikir değil,
sadece Rawls’un TJ’de “üzümünü yediği” halde göstermediği “bağ(lam)ı” itirafıdır.
460
A.g.e., s. 5.
151
varlığını sürdürmesi nasıl mümkün olabilir?”461 Rawls, bu amacı gerçekleştirecek
ortak paydayı bulmak için bakışlarını Kant’a değil daha pratik ve pragmatik bir
düzleme, fenomen aleme çevirir. Burada, karşımıza kamusal kültür çıkar. Artık
dinsel hoşgörü genel kabule mazhardır ve baskıcı fikirler, kölelik adalete aykırı
görülüp reddedilmektedir. Rawls, dinî hoşgörü ve köleliğin reddi gibi kamusal
kültürde yerleşik kanaatleri toplar ve onların işaret ettiği fikirler ve ilkeleri bir araya
getirerek tutarlı bir siyasî adalet anlayışı tesise çabalar. Dolayısıyla Rawls işe “örtük
bir biçimde tanınmış temel düşünce ve ilkelerin ortak bir temeli olarak kamusal
kültürün kendisine bakmakla”462 başlar.
Hakkaniyet olarak adaletin pratik amacı vatandaşların üzerinde düşünülmüş,
bilgiye dayalı ve arzulanan siyasî anlayışa temel olacak siyasî bir adalet anlayışı tesis
etmektir. Rawls’a göre bu siyasî adalet anlayışı, mühim kavramı olan, vatandaşların
müşterek ve kamusal aklıdır. Fakat konumuzun önemli noktalarından birini oluşturan
bir düşünce ile Rawls, bu tarz bir ortak akla ancak adalet anlayışının, yurttaşların
benimsediği muhalif ve çatışan felsefî ve dinî öğretilerden mümkün olduğunca
bağımsız olmasıyla ulaşılabilir olduğunu ileri sürmektedir.
Rawls, dinin önceki çağlarda sağladığı birlikli yapının çözüldüğünden
hareketle (zımnen yine makul çoğulculuk olgusuna atıfta bulunmaktadır ki, bu
teorisinin sosyolojik temelini teşkil eder; fakat deskiriptif bir çoğulculuk olgusundan
normatif bir siyasî ahlâk ve adalet anlayışı çıkaracaktır), eskiden toplumun temelini
oluşturan dinî öğretilerin, peyderpey dinî inançları ne olursa olsun tüm vatandaşların
benimseyebileceği anayasal bir yönetimin ilkelerine yol açtığı iddiasındadır. Modern
(ya da postmodern) toplumların parçalı doğası sebebiyle dinler gibi, kapsamlı felsefî
ve ahlâkî öğretiler de, yurttaşların hepsi tarafından kabul görmez. Yani sadece dinler
değil, bütüncül bir dünya görüşü iyi hayat anlayışı oluşturan felsefî “izm”ler ve ahlâk
öğretileri de genel bir kabulün odağı olamazlar. Örneğin Kant ahlâkı, yararcılık veya
Marksizm çokkültürlü özellikler gösteren liberal demokrasilerde devlet ideolojisi
olamaz. Zira Kilise’nin yaptığı gibi devletin zecrî gücü olmaksızın herkesin dinî veya
seküler olsun bir tek kapsamlı öğretide birleşmesi muhaldir. Bu sebeple siyasî
liberalizm, kendisiyle toplumun düzenleneceği ve makul felsefî, dinî ve ahlâkî
461
462
Siyasal Liberalizm, s. 49-50.
A.g.e., s. 53-54.
152
öğretilerin örtüşen mutabakatınca desteklenebileceği umulan bir siyasî adalet
düşüncesi peşindedir. Fakat bu aşamada, makul öğretilerin desteğini kazanmak bu
derece hayatî ise, farklı kapsamlı öğretilere bağlılıkları yüzünden oldukça geniş bir
yelpaze oluşturan vatandaşların adil ve istikrarlı bir toplumu, bu farklılıklarına
rağmen, hala nasıl oluşturabilecekleri sorusu önem kazanır.463
Đşte Rawls makul çoğulculuk ve bunu oluşturan makul öğretilerin
müntesiplerinin tüm farklılıklarına karşın müşterek bir zeminde buluşabilmeleri için,
temel siyasî konuları tartışırken, bağlı oldukları bu kapsamlı öğretilerini bir kenara
koymalarını yani kamusal hayatta bunlara başvurmamalarını salık verir. Mahiyeti,
kapsamı, sınırları ihtilaflı ama bir kadar da önemli Rawls kavramı olan ve
vatandaşların kamusal müzakere ortamında anayasal düsturlar ve temel adalet
konularındaki muhakeme biçimleri olarak tarif olunan kamusal akıl (public reason)
tüm vatandaşların değerlerini ve ilkelerini onayladığı siyasî bir adalet kavramıyla
yönlendirilir. Bu siyasî kavram ise, önemli bir makalesinin isminde müşahhaslaştığı
üzere, siyasîdir ve metafizik değildir.464
4. Siyasî Adalet Anlayışı Fikri
Rawls, buraya kadar ne anlama geldiğini açıklamadığı siyasî adalet
düşüncesini netleştirmek adına, bu anlayışın her biri hakkaniyet olarak adalet
tarafından temsil olunan üç özelliği bulunduğunu söyler.
Birincisi, siyasî anlayışın konusu olan temel toplum yapısıdır. Ayrıca toplum
kapalı bir toplumdur. Đkincisi bu adalet anlayışı kendi başına duruyor olarak sunulur.
Bu önemli bir iddiadır ve oldukça ihtilaflıdır. TJ’nin çok tartışılan fark ilkesinin
yerini (çok tartışılması anlamında) PL’de alanlardan biri de bu (freestanding)
düşüncedir. Bu, dinlere karşı tutumun dayanaklarından biridir. Rawls’a göre siyasî
adalet bir biçimde kapsamlı öğretilerle ilgilidir. Fakat siyasî anlayışın alamet-î
farikası onun her çeşit geniş arka plandan (altta yatan kapsamlı bir öğretiden)
bağımsız veya onlara atıfta bulunmaksızın kendi başına duruyor olarak sunulmasıdır.
Rawls’un konumunun ne derece muğlâk olduğunu belirten fikirleri, siyasî anlayışın,
463
PL, s. 9-10.
A.g.e., s. 10. Düşünülmüş yargılar ile kamusal kültür örtüşmesi için bkz. KC, s. 355. Rawls burada
ülkesi ABD’nin iyi-düzenlenmiş olmadığını, çünkü kamusal adalet fikri ve onun özgürlük ve eşitlik
anlayışının tartışıldığını söyler.
464
153
kendisinin düzenlediği toplumun içerisinde yaşayan kapsamlı öğretilerle uyumlu ve
onların desteğini kazanmış aslî bir bileşeni olduğu, ancak siyasî anlayışın kendisini
destekleyen
öğretilerin
hangileri
olduğu
söylenmeden,
bilinmeden
ortaya
konabileceğini iddia etmesiyle iyice gün yüzüne çıkar.465 Tüm öğretilerin desteğini
aldığı halde bunun izlerini göstermeyen bir adalet anlayışı hiç de metafizikten
arınmış gözükmemektedir. Rawls’un arzusu sanki düşüncesinin merkezinin tespit
edilemeyecek kadar kaygan, oynak olmasıdır. Bu şekilde eleştirilerin yöneleceği
sabit bir hedef bulunamayacaktır.
Rawls, sürekli kullandığı kapsamlı nitelemesine de açıklık getirmeye çalışır.
Đnsan hayatında neyin değerli olduğunu söyleyen bir öğreti, kişisel karakter idealleri,
arkadaşlık, aile ve topluluk ilişkileri ve tüm hayatımızı bütün olarak kapsar ise
kapsamlıdır. Eğer bir anlayış tüm bilinen değerleri ve faziletleri net biçimde dile
getirilmiş bir sistemde içerirse tamamen kapsamlıdır. Fakat bu anlayış siyasî
olmayan değerlerin ve faziletlerin asla tamamını değil yalnızca bazılarını içeriyorsa
kısmî
kapsamlıdır.
Dinlerin
ve
felsefî
öğretilerin
çoğu
kapsamlı
olmak
arzusundadır.466
Siyasî adaletin üçüncü özelliği kamusal kültürle ilişkisini ortaya koyar. Zira
onun içeriği demokratik toplumun kamusal siyasî kültüründe mündemiç temel
fikirler bakımından saptanır. Diğer önemli kavram ise kamusal kültürden farklı olan
ardalan kültürüdür. Bütün makul öğretiler, dinî, felsefî veya ahlâkî olsunlar, sivil
toplumun arkaplan kültürüne aittirler. Bu siyasalın değil, toplumsalın, günlük hayatın
ve onun çoğu birliklerinin kültürüdür. Rawls, bunlar arasında kiliseleri, bilimsel
dernekleri, klüpleri, takımları ve dikkati çekicidir ki üniversiteleri sayar.467
Hakkaniyet olarak adalet bütün doğru ve yanlış durumları kapsamaz. Siyasî adalet
her daim başka erdemlerle tamamlanmalıdır.468
465
A.g.e., s. 11-12.
PL, s. 13. Rawls, siyasî adalet ile makul öğretiler ayrımında ısrarcıdır. Siyasî adaletin ayırıcı
özelliği anayasal demokratik rejimin temel toplum yapısına uygulanan ahlâkî bir kavram oluşudur. Bu
siyasî anlayış hiçbir öğretiyi öngörmez ve hiçbirine bağımlı değildir. O, kendini sadece temel yapı için
makul bir kavram olarak sunar. Siyasî adalet iyi anlayışlarına sınırlar koymalıdır. Đleri sürülen
düşünceler, bu anlamda, eşit ve özgür yurttaşlarca paylaşılabilmeli ve hiçbir tam ya da kısmî öğretiye
dayanmamalıdır. bkz. Rawls, The Priority of Right and Ideas of The Good, CP, s. 450-451.
467
PL, s. 14.
468
A.g.e., s. 21.
466
154
Siyasî adalete ulaşmanın ilk aşaması elbette, öncelikle ilk durum ve peçeden
geçer. Rawls, “toplumsal işbirliğinin adil şartlarını, işbirliği yapan şahıslar mı,
Tanrı’nın kanunları mı belirler, yoksa bağımsız bir ahlakî düzene mi bağlıdır veya bu
şartların şahısların karşılıklı menfaatlerine göre mi ortaya konur” sorusuna son şıkkın
tarafını tutarak cevap verir. Yani failler işbirliğine girenlerdir. Bu ise sözleşme ile
yapılır. Hedef kapsamlı bir ardalan çerçevesinden soyutlanmış bir bakış açısı
bulmaktır. Bilindiği gibi peçenin işlevi bunu sağlamaktır. Kişilerin ikinci ahlâkî
yetilerinin gereği olan iyi anlayışlarını havi dinî, felsefî ve ahlâkî kapsamlı
öğretilerinin olması, bu öğretilerin lehine olacak bir adalet fikrini teklif etmek ve
ötekilerin bunu kabulünü ummak için yeterli neden oluşturmaz. Öyleyse taraflar ilk
durumda müntesibi bulundukları kapsamlı öğretileri bilmemelidir. Yani taraflar
cehalet peçesi (sütre) gerisindedirler.469
5. Đyi-Düzenlenmiş Toplum Fikri
Demokratik toplumun,
kapsamlı öğretilerin kamusal siyaset için uygun
temeller oluşturamama sebebini teşkil eden üç genel özelliği vardır.
Đlki, modern demokratik toplumlardaki kapsamlı makul dinî, felsefî ve ahlâkî
öğretiler çeşitliliğinin kısa sürede ortadan kaybolacak geçici bir tarihsel koşul
olmadığıdır. Bu demokrasilerin kamusal kültürünün sürekli bir özelliğidir. Dahası,
özgür kurumların temel hak ve özgürlükleriyle korunan siyasî ve toplumsal koşullar
altında çatışan ve uzlaşmaz ama makul kapsamlı öğretiler çokluğu ortaya çıkacak ve
sürecektir. Bu kapsamlı öğretileri makul vatandaşlar benimsemiştir ve siyasî
liberalizm bunlara önem vermelidir. Makul çoğulculuk olgusu insan hayatının
talihsiz bir koşulu değildir.470 Đkinci genel olgu, kapsamlı öğretiler üzerinde sürekli
bir müşterek anlayışın, kabulün yalnızca devletin gücünün baskıcı kullanımıyla
mümkün olmasıdır. Siyasî toplumun tek bir öğretinin egemen olduğu bir yapı olduğu
kabul edilirse devletin gücünü baskı aracı olarak kullanmak zorunlu olur. Bu
bağlamda Rawls’a göre Katolikliğin egemen olduğu Orta Çağ’da Engizisyon tesadüf
değildir. Tek doğru Katoliklik olduğu için sapkınlıklara karşı Engizisyon gerekli idi.
Aynısı dinî veya dindışı olsun tüm öğretiler için de geçerlidir. Hatta Kant ve Mill
469
470
A.g.e., s. 24.
A.g.e.,s. 36-37.
155
liberalizmlerinin yegâne doğru olarak kabul edildiği bir toplum da devlet gücüne
başvuruyu zorunlu kılar. Buna baskı olgusu denir.
Üçüncüsü, siyasî olarak aktif vatandaşların çoğunun desteğinin alınması
lüzumudur. Bu olgu ile birincisini beraberce ele alan Rawls, siyasî adalet anlayışının
anayasal bir rejimin kamusal temellendirmesini sağlayabilmesi için farklı, uyuşmaz
ama makul öğretilerin onayını alması gerektiğini belirtir.471 Đyi-düzenlenmiş toplum,
vatandaşların bir örtüşen mutabakatın odağı olması elzem siyasî adalet anlayışının
temel kurumlara rengini vermesini kabul etmesi, var olmaları her zaman imkan
dahilinde olan gayr-ı makul kapsamlı öğretilerin, toplumun temel adaletine tehdit
oluşturacak boyuta ulaşmaması koşuluyla istikrar şartını karşılayabilir. Bu koşullar
tüm vatandaşların bir tek öğretiyi benimsemesi gibi gerçekçi olmayan bir zorunluluk
şart koşmaz. Đstenen öğretilerde birlik değil, siyasî adalet anlayışında birliktir. Bu
adalet anlayışı, bireylerin dünya görüşleriyle, anayasal rejimi desteklememelerine
neden olacak kadar, çelişmeyecek şekilde tasarlanmalıdır.472
Rawls, iyi-düzenlenmiş toplumun eşit ve özgür yurttaşlar arasında adil ve
istikrarlı bir işbirliği sistemi olabilmesi için üç koşulu yeterli görür: “Birincisi, temel
toplum yapısı siyasî adalet tarafından tanzim olunmalıdır; ikincisi, bu siyasî adalet
makul kapsamlı öğretilerin bir örtüşen mutabakatının odağı olabilmelidir ve
üçüncüsü, anayasal ve temel adalet meseleleri söz konusu olduğunda kamusal
tartışma siyasal adalet anlayışı ekseninde yapılmalıdır.”473 Rawls’un bu koşulları
aslında,
dinlerin
siyasî
arenadan,
karar
mekanizmalarından
çıkarılmasının
temellerindendir.
471
A.g.e., s. 38. Kamusal kültürde demokrasiyi var kılan makul koşullar ve kendilerinden anayasal bir
rejim için uygun bir siyasî adaletin geliştirilebileceği sezgisel fikirler mevcuttur. Bunlar ortak akılla
bilinen olgulardır, yani ortak kültür ve tarih sayesinde bilinirler ve buna demokratik toplumların ortakduyu siyaset sosyolojisi denilebilir. bkz. IOC, s. 425, dipnot 7 ve PL, s. 38, dipnot 41.
472
PL, s. 38-40.
473
A.g.e., s. 44. R. Bellamy ve M. Hollis’e göre çoğulculuk olgusu karşısında liberalizm kendini
illeberal olmaksızın savunmak durumundadır. Rawls güçlüklerden kaçınmak için, kapsamlı meta-etik
iddialardan uzak duran, metafizik olmayan bir siyasî liberalizm ileri sürmüştür. Siyasî; metafizikten
kaçınmak, bu sayede ahlâktaki görecelilikten uzak durmak demektir. Fakat bu tüm ahlâk
düşüncelerinin ilga edileceği demek değildir. Kamusal aklın var olduğu bir toplumda, fark ilkesi gibi
makul politikaların belirmesine olanak veren bir iyi anlayışları mutabakatı vardır. Onlara göre Rawls,
siyasî adaletin kendi gücüne mi dayanacağında muğlakdır. Bazen cemaatçi kılığında demokratik
geleneğin tarihî bir ürünü olarak liberal bir örtüşme sunsa da, bu tatmin edici değildir. Liberal Justice:
Political and Metaphysical, The Agenda, s. 341.
156
6. Makuliyet ve Rasyonellik
Makuliyet fikrinin kamusal akıl ile beraber kuramın dinlerle ilişkisi
bağlamında önemli yeri vardır. Siyasî liberalizm farklı öğretileri olan bireyler
arasında müşterek bir siyasî zemin bulmaya çalışır. Rawls siyasal ahlâk, uzlaşma ve
siyasî meşruiyet hususlarında dinî ve seküler yaklaşımların gerilimini teskin edecek
fikirler sunmayı hedefler. Fakat fikirleri birçok eleştirinin hedefi olmuştur ve bu
eleştiriler dinî söylemleri tahdid (ve tehdit) ettiği iddia olunan makuliyet ve kamusal
akla yoğunlaşmaktadır. Eleştirilerin çoğunun hedefi olan makuliyet, teorinin
mantığını çiğnemeksizin başka bir kavramla karşılanabilir değildir. Rawls makul
bireyler, öğretiler ve çoğulculuk gibi değişik kullanımlarla kavramı netleştirmeye
çabalar. Makuliyet neredeyse tüm kuramın temelidir.474 Rawls’a göre şahıslar;
“eşitler arasında, diğerlerinin aynı şekilde hareket edeceğini düşünerek, işbirliğinin
hakkaniyetli şartları olmak üzere ilkeler ve standartlar önermeye ve bunlara isteyerek uymaya
hazırlarsa, makul sayılırlar. Bu normları herkes için makul görürler ve bu anlamda onları
meşru kabul ederler ve diğerlerinin önereceği adil şartları tartışmaya hazır olurlar. Makuliyet,
adil bir işbirliği sistemi olarak toplum fikrinin bir öğesidir ve bu işbirliğinin şartlarının
herkesin kabul edeceği şekilde makul olması karşılıklılık fikrinin bir parçasıdır.”475
Vatandaşlar, işbirliğine girmeye çalışıp, işbirliğinin kurallarına uymaya
arzulu değillerse, işbirliğinin adil şartlarının genel ilkelerini sunmaya gönüllü
olmadıklarında makul görülmezler. Bu kişiler kendi çıkarları lehine koşullar
oluştuğunda anlaşmayı ihlâl ederler. Rasyonel öznelerde olmayan, “adil bir
işbirliğine ve bu işbirliğine diğer eşit kişilerin makul olarak onaylamasının
beklendiği şartlar içerisinde girme konusundaki isteğin altında yatan ahlâkî
hassasiyettir.”476 Makuliyet rasyonellikten elde edilemez. Bunun anlamı insanların
rasyonel yetilerini ifade eden kapsamlı öğretiler temelli bir makuliyetin
474
Bilgin, Siyasal Liberalizm, Sunuş Bölümü, s. XVI-XVII. Felsefî olarak her makul olmayan siyasî
anlamda da makul değildir denilemez. Makuliyet akla uygunluk değildir. Bu metafizik bir anlam
olurdu. XVIII. Makuliyet kapsayıcılığın sınırlarını saptar. Bilgin, dindarların bir siyasî adalete
tamamen bağlanmalarının imkânsızlığı, siyasî adalet ilkelerinin dinsel inançlardan önce gelmesinin
teolojik olanaksızlığı (bu Tanrı’nın mutlak otoritesini inkâr demektir), kamusal akıl gibi din dışı bir
kaynağın yalnızca siyasî alanda bile olsa egemenliğinin kabul edilemeyeceği gibi eleştirilerden, hatta
Rawls’un düşüncelerinin dinî söylemleri bastıran seküler bir fundamentalizm olduğu iddialarından söz
eder. XIX.
475
A.g.e., s., 93. Makul rasyonelden (yani hak iyiden) üstündür. Çünkü makul rasyoneli sınırlar,
rasyonelin izleyebileceği nihaî amaçların sınırlarını makul belirler. bkz. Rawls, KC, s. 319. Konumuza
uyarlarsak, adalet ilkeleri dinî inançların sınırlarını çizmede mutlak yetkilidir. Rawls bu konuda
ısrarcıdır. Adaletin ve ilkelerinin iyi anlayışlarının izin verilebilir sınırlarını çizmesine dair düşünceler
için ayrıca bkz. Social Unity and Primary Goods, CP, s. 386; The Priority of Right and Ideas of the
Good, CP, s. 449-450.
476
A.g.e., s. 94.
157
sağlanamayacağı olsa gerektir. Ayrıca makuliyet rasyonellikte olmayan bir
kamusallığa sahiptir. Yani makuliyet sayesinde diğerleriyle kamusal alanda birleşilir
ve insanlar işbirliğinin hakkaniyetli koşullarını sunmaya veya kabule hazırdırlar.
“Temel meselelerde eşitlerin oluşturduğu (makul) bir toplumda, herkes rasyonel
amaçlara sahiptir ve aynı zamanda başkalarının makul olarak kabul edebileceği adil
şartlar öne sürmeye hazır durumdadır.”477
7. Muhakeme Zorlukları
Rawls,
makul
kişiler
arasında
gerçekleşen
makul
anlaşmazlıkların
kaynaklarına muhakeme zorlukları (burdens of judgment) adını verir.
Muhakeme zorlukları, siyasî hayatın günlük gidişatında akıl ve yargı gücü
doğru kullanılsa bile ortaya çıkabilir. Muhakeme zorluklarının nedenleri arasında, bir
konu üzerindeki kanıtların çelişkili olması ve bunun değerlendirmeyi zorlaştırması,
hayat tecrübeleri ve geçmişin olayları değerlendirme farklılıkları doğurması vs.
gösterilebilir.478 Önyargı, peşin hüküm, kişi ve grup çıkarları, gönülsüzlük gibi
sebeplerden ileri gelen anlaşmazlıklar da olabilir. Fakat bunlar “makul olmayan
anlaşmazlıklar” sayılır ve makul şahısların makul anlaşmazlıklarından ayrılır.
Kapsamlı öğretiler insanların hayata bakışlarını bütüncül olarak etkilerler.
Farklılıklar, özgür bir toplumda öğretilerin uzlaşmasını önleyecek kadar çeşitlidir ve
onların her biri farklı açılardan savunulabilir. Bu farklılıklar doğaldır, arkasında
yanlış nedenler aramak gereksizdir. Ayrıca bu, işbirliğinin olanağını zedeler,
güvensizliğe sebep olur. Dolayısıyla Rawls, muhakeme zorluklarının kabulünün
hoşgörü fikri için birincil ehemmiyeti olduğunu ileri sürer.479
477
A.g.e., s. 97.
PL, s. 57-59.
479
A.g.e., s. 58. Makul anlaşmazlıklarda muhakeme zorluklarının rolü için ayrıca bkz. Restatement, s.
35; Rawls (s. 36’da) bu zorlukların ve onun çoğulcu sonuçlarının felsefî bir şüphecilik ima etmediğini
belirtir. Buradan makul şahısların objektif değerler olmadığı için siyasî yargıda uzlaşamadıkları
çıkmaz. Sadece uzlaşma güçlüklerine atıfta bulunulur. Muhakeme zorlukları giderilemediği için
çoğulculuk demokratik kültürün sürekli bir niteliğidir. Siyasî liberalizm siyasî adaletin değerlerinin,
önemine karşın, müteal değerlerden üstün olduğunu söylemez. Bunu söylemek siyasî alanın ötesine
geçmektir. s. 37. Rawls, PL (s. 62)’de herkesin muhakeme zorluklarına eşit olarak maruz kaldığını
belirtir. Dolayısıyla hiçbir şahıs veya grubun öğretilerinin en doğru olduğunu iddia ve bu sebeple
onların yönetimde hâkim olmasını sağlamak için devlet gücünü kullanma hakları yoktur. Bunun
yerine sunulan hoşgörü ve fikir hürriyetidir. Rawls, A Kantian Conception of Equalityde kamusallık
düşüncesinin bir veçhesi olarak herkesin aynı dinî, ahlâkî ve teorik inançlara bağlanmayacağını ve
uzlaşmaz farklılıkların olabileceğine işaretle muhakeme zorlukları ve çoğulculuğa dikkat çekiyor
gibidir. Ancak adalet ilkelerinde ve onların temel toplum yapısına uygulanışında ortak bir anlayış
478
158
8. Makul Kapsamlı Öğretiler
Şahısların
makuliyetlerinin
doğal
neticesi,
muhakeme
zorluklarını
kabullenmek ve yol açacağı sonuçlara katlanmaktır. Bunun makul yurttaşların
diğerlerine gerekçelendirebileceklerini düşündüklerinin alanını kısıtlayacağını ve
hoşgörü düşüncesini besleyip kamusal akıl fikrine destek olacağı düşünülür.480 Yani
insanlar muhakeme zorlukları sebebiyle dünya görüşlerinde uzlaşamayacaklarından
ve birbirlerini ikna etme ihtimalleri kısıtlı olduğundan ister istemez karşılıklı hoşgörü
göstereceklerdir (bir nevi yaşa ve bırak yaşasınlar tutumu).
Makul öğretiler bilinen değerleri, birbiriyle bağdaşabilir olmaları ve anlaşılır
bir dünya görüşü ifade etmeleri için düzenler ve niteler. Her öğreti bunu ötekilerden
farklı biçimlerde, bazı değerlere öncelik vererek yapar.481 Belirgin bir makuliyet
ihlali olmaksızın öğretiler makul olmamakla itham edilmemelidir. Aksi bir durum
keyfîliğe ve dışlayıcılığa sebep olabilir. Rawls, sonraki yazılarında daha
genişleteceği bir düşünce ile bilinen geleneksel birçok öğretiyi makul kabul eder.
Makul kişiler kendileri dâhil herkesin muhakeme zorluklarına maruz olduklarını
bilirler. Makul birinin onayladığı öğreti, makul öğretilerden yalnızca birisidir. Bunun
anlamı, öğretilerin herhangi birinin benimsenmesinin makul olmamak anlamına
gelmediğidir. Makul şahıslar kendi öğretilerinden başkalarını kabul edenleri de
makul görürler. Ayrıca makul şahıslar öteki öğretileri siyasî güçle baskı altına almayı
vardır. CP, s. 255. Rawls, KC’de de çoğulculuk vurgusunun, muhakeme zorluklarının dine şüphe ya
da kayıtsızlık içermediğini söyler. Çoğulcu topluma uygun bir adalet için gerçeğin tamamı değil bir
kısmı ile yetinmek ve müşterek fikirlere sarılmak gerekir. Peçe bu gaye ile kapsamlı öğretilerin
bilgisini karartır. s. 329.
480
PL, s. 58-59.
481
A.g.e., s. 59. Burada, sıklıkla vurguladığımız, hakkaniyet olarak adaletin bazı ön kabullerin teorisi
olduğu iddiamızın sağlamasının yapıldığını görüyoruz diyebiliriz. Çünkü Rawls, “adil bir işbirliği
olarak toplum fikrinin, kamusal kültürdeki temel fikirleri düzenlediğini” söylemektedir. Daha doğrusu
hakkaniyet olarak adalet bunları iyi-düzenlenmiş toplumda organize eder, birleştirir. bkz. PL, s. 15.
Bu durumda hakkaniyet olarak adalet, kendi tanımı icabı, kapsamlı bir öğreti olmaktadır. Siyasî alanla
sınırlı olması bunu değiştirmez. Hakkaniyet olarak adalet, batı liberal demokratik kültürünün felsefî
rasyonalizasyonudur. Batılı değerlerin tüm diğer öğretiler üstünde, onların makuliyetinin ölçüsü
olacak şekilde nazarîyeleştirilmesidir. Öyleyse hakkaniyet olarak adalet, özünde kapsamlı öğretiler
arasında bir kapsamlı öğreti olması gerekirken, “polemiğe girmez” ve ötekileri ardalan kültüre
hapseder. Rawls, onun kapsamlı bir öğreti olduğunu daha baştan gözlerden kaçırmakla, hakkaniyetli
olma, ahlâkîlik, kamusallık, karşılıklılık kıstaslarını kendisi çiğnemiştir.
159
da makul bulmazlar. Sebep, çoğulculuk koşulları altında kamusal demokratik
kültürde öğretiler için geçerli kamusal ve müşterek bir temelin olmamasıdır.482
Son cümlenin iması hangi öğretinin doğru düşünceler içerdiğini saptayacak
bir kıstasın olmadığıdır. Öyleyse mesele doğruluk değil, makuliyettir. Ayrıca Rawls
hiçbir kapsamlı öğreti müntesibinin diğerlerini makul olmamakla suçlayamayacağını
ileri sürerken, kendisinin de kendi içinden konuştuğu zaviyeden makuliyetin ölçüsü
olarak hakkaniyet olarak adaleti koyduğunu görmekteyiz ki, bize göre o da bizzat bir
kapsamlı öğretidir. Hiçbir taraf tutmama, kapsamlı öğretilere dayanmama
anlamındaki hakkaniyet olarak adalet bile, bu tutumun bir zihniyeti, ön kabulü
gerektirdiğinden hareketle kapsamlı iken, üstelik Rawls liberal geleneğe, değerlere
yaslanmaktadır. Bu durumda Rawls’un, hakkaniyet olarak adaletin tüm makul
öğretilerin tepesinde duran ve makuliyetin ölçüsü olduğu iddiası kendi muhakemesi
gereği çelişiktir, baskıcıdır. Hoşgörüyü felsefeye uygulayan düşünür, muhakeme
zorluklarını kendine uygulamamış görünmektedir. Peçe için eleştirilerimiz bakidir.
Asıl peçeyi takması gereken Rawls olduğu gibi, muhakeme zorluklarının kendisi
üzerindeki etkilerini de dikkate almalıdır. Zaten teorisini sürekli güncellemesi de,
farklı koşullar ve gelişmeler altında, farklı kararlara vardığını gösterir.
Rawls, öğretiler çokluğuna dayanarak, siyasî konularda, bireylerin kendi
konumlarının doğruluğunda ısrarcı olmalarının, siyasî güç ellerine geçtiğinde bunları
baskı unsuru olarak kullanmalarına neden olabileceğini düşünür. Çünkü herkes eşit
olarak kendi öğretisinin doğruluğunu ileri sürebilir. Böyle bir iddia ötekilerin onu
gayr-ı makul görmesini haklılaştırır: “Yurttaşların ortak gücü olan devlet gücünü,
482
A.g.e., s. 60-61. Wenar’ın makul kapsamlı öğreti tasvirini başarısız bulduğu Political Liberalism:
An Internal Critique makalesinde “makul şahıs”ın Rawls tarafından farklı yerlerde verilen tasvirlerini
özetleyişine bakmak yerinde olacaktır. Makul şahısların iki ahlâkî yetileri, zihinsel yargı, düşünce,
çıkarım güçleri, kapsamlı öğretiler ışığında yorumlanan belirli iyi anlayışları vardır; toplumun normal
ve hayat boyu tam üyesi olabilirler; adil işbirliği koşullarına uygun ilkelere gönüllüce uyarlar;
muhakeme zorluklarını kabul ederler. bkz. The Agenda, s. 351-352; Rawls ardalan kültür ile kamusal
alan ve doğruluk-makullük farkını netleştireceğini düşündüğümüz şu örneği verir: Ortaçağın yaygın
maximi, extra ecclesiam nulla salus (kilise dışında kurtuluş yoktur) düşüncesinin yanlışlığı değil
makul olmadığı ileri sürülür. Yani bunu devlet gücüyle dayatmak, anayasal esas yapmak gayr-ı
makuldür. Rawls doğruluk polemiğinden kaçınarak teolojik kavgalardan sıyrılmaya çalışır. bkz.
Rawls, DOP, CP, s. 483. Fakat Rawls’un tartışmalara neden olacak dinsel iddialardan siyasî istikrar
adına kaçınırken, Sandel’in de haklı olarak dile getirdiği, gizli tehlikeler var olacaktır: Mesela kürtaj
konusunda eğer Katolik kilisesi haklı ise yani cenin rahme düştüğü an ruh taşıyorsa, canlı ise, bu
cinayet olmayacak mıdır? Sandel’e göre; “eğer kilise haklı ise, liberaller, siyasî değerlerin önceliğinin,
her yıl birbuçuk milyon bebeğin ölümü pahasına, niçin geçerli olması gerektiğini göstermelidirler.”
Public Philosophy, s. 226.
160
diğerlerinin gayr-ı makul olmayan düşüncelerini kabulünü önlemeye çalışmak için
kullandığımızda gayr-ı makul oluruz…Siyasî gücü gayr-ı makul olmayan kapsamlı
öğretileri bastırmak için kullanmak makul değildir.”483 Đlk durum burada yine
kendini gösterir. Orada herkes özgür ve eşit olarak konuşlandığı ve ilkeler peçe
gerisinden belirlendiği için spesifik bir öğreti lehine devlet gücü kullanmak için bir
neden yoktur. Çözüm hoşgörü ve düşünce hürriyetidir.484
Makuliyet epistemolojik anlamlar içermez, kamusal akılı da kapsayan siyasî
demokratik vatandaşlık fikrinin bir parçasıdır. Bu bağlamda vatandaşlar ilk
durumdaki temsilcilerinin kabul ettikleri dışında bir şey, yani herkesin tek öğretiye
bağlanmasını isteyemezler. Makuliyet vatandaşların kamusal hayatlarına seslenir.
Muhakeme zorluklarının şüphecilik izlenimi verdiği iddiaları defaatle reddedilir.
Bilakis, makul öğretilerin örtüşen mutabakatının mümkün olabilmesi için
şüphecilikten uzak durulmalıdır. Muhakeme zorlukları yalnızca öğretiler üzerinde
siyasî olarak uzlaşının zorluğunun koşullarını listeler. Zorluklar, tarihî tecrübeler,
dinî,
felsefî
ve
ahlâkî
inançlar
hususunda
asırlar
süren
çekişmelerden
kaynaklanmıştır. Siyasî liberalizm öğretilerin doğruluğunu tartışmaz ve çoğunu
makul sayar, inançlara yönelik doğruluk iddialarını da sorgulamaz, kendi
inançlarımız konusunda tereddüte düşmemizi, emin olmamamızı, şüphe duymamızı
ise asla istemez. Onun isteği, makul çoğulculuğun hükümferma olduğu bir toplumda,
makul öğretiler üzerinde makul ve iş görür bir anlaşmaya erişmenin pratikteki
olanaksızlığının kabul edilmesidir. Başka deyişle anayasal rejim belirli bir öğretide
hemfikir olmayı icbar etmez. Onun nazarında toplumsal birliğin temeli başka
yerdedir.485
483
A.g.e., s. 61. Ayrıca bkz. Rawls, DOP, s. 484.
A.g.e., s. 62. Sen, bu asırdaki en önemli adalet teorisi olduğunu söylediği Rawls’un farklı
öğretilerin hoşgörülmesi fikrinin, bir toplumda beraber yaşamanın en önemli siyasî veçhelerinden biri
olduğunu ancak biricik olmadığını belirtir. Rawls’un “siyasî kavram” tanımındaki dışlayıcılık adaletin
alanını keskin ve ani biçimde kısıtlamaktadır. Bu, bir adalet teorisinin hitap etmesi gereken siyasî
yanlış ve doğruları belirlemeyi güçleştirmektedir. bkz. A. Sen, Justice and Capability, The Agenda, s.
438-440.
485
A.g.e., s. 63. Makul çoğulculuk olgusunun (dinlerle ilgili kısmını ilgilendiren) nedenleriyle alakalı
zengin bir literatürün Din Felsefesi’nde bulunduğu malumdur. Örneğin “doğruluk iddialarının zorunlu
olarak dışlayıcı olduğuna” ilişkin düşünceler ve değerlendirmesi için M.S. Reçber, Dinî Çeşitlilik, Din
ve Ahlâk Felsefesi, Ankuzem, Ankara, 2006; Dinî bilgi çözümlemeleri için W.T. Blackstone, Dinsel
Bilgi Sorunu, çev: T. Đmamoğlu, Ataç Yay., Đst., 2005; R. Yazoğlu, Dinî Çoğulculuk Sorunu, Đz Yay.,
Đst., 2007; R. Yazoğlu-H. Aydeniz, Dinî Çoğulculuk; J. Hick’in Düşünceleri Etrafında Tartışmalar, Đz
Yay., Đst,, 2006. Bir derleme olan bu eserde, Rawls’un muhakeme zorlukları dediği hususlarını dinî
484
161
Hatırlanacağı üzere işbirliğinin hakkaniyetli şartlarını Tanrı yasası mı,
kişilerden bağımsız ahlâkî değerler mi yoksa bu kişilerin karşılıklı menfaatlerinin mi
belirlediği sorusuna, Rawls’un cevabı son seçenek olmuştu. Çünkü yurttaşlar
çoğulculuk
olgusu
nedeniyle
kutsal
bir
metin,
ahlâkî
otorite
üzerinde
anlaşamayacaklarından, işbirliğinin hakkaniyetli koşullarını saptamak için ancak
özgür ve eşit yurttaşların temsilcilerinin adil ve simetrik olarak mevzilendirildikleri
bir ilk durumda hemfikir oldukları iki ilke esas alınır. Vatandaşlar kapsamlı
öğretileriyle beraber bu iki ilkeyi ve içerdiği manaları kabullendiğinde, bu ilkeler
örtüşen mutabakatın odağı olabilir. Yani yalnızca siyasî olup, metafizik olmayan bir
düşünce ile herkesin benimseyebileceği ilkelere ulaşılabilir. Bu yapılırken öğretilerin
derin kısımlarını reddetmek gerekmez. Farklılıklar dikkate alınınca ortak bir siyasî
hayatın başka yolu yoktur. Başvurulanlar kamusal hayatın siyasî değerleridir.486
Makullük içinde kalmanın yararı, makul öğretilerin çokluğuna karşın bir tek doğru
kapsamlı öğreti olduğu iddiasında görülür. Yani makuliyetin doğruluktan daha
kapsamlı olduğunu ileri sürülmektedir. Burada, dindarlara zımnen söylenen, onların
doğruluk
hususunda
ısrarlarının
bölücülüğüne
karşın,
kendi
makuliyetinin
kucaklayıcı bir cazibesi olduğudur;
“makul çoğulculuğun özgür kurumlar altında kamusal kültürün sürekli bir koşulu olduğu
kabul edilince, anayasal bir rejimin kamusal bir temellendirilişi için makul fikrinin ahlakî
doğru fikrinden daha münasip olduğu görülür. Siyasî bir anlayışın doğruluğunu savunmak ve
onu bu sebeple kamusal aklın tek uygun temeli saymak, dışlayıcı, hatta sekter (hizipçi)dir ve
büyük olasılıkla siyasî bölünmeleri körükleyecektir.”487
Bu söylenenler ışığında siyasî liberalizm için istikrar önemli bir sorun olarak
belirir. Đstikrar, siyasî adaletin, kapsamlı öğretilerin örtüşen mutabakatının odağı
olmasını icbar eder. Böyle bir mutabakatın konusu olamadığında hakkaniyet olarak
adaletin durumu güçleşecektir.488 Rawls, istikrarlı bir rejimin olanağını araştıran
herhangi bir liberal toplum için, sunduğu düşüncenin toplumun en azından çoğunun
özgürce ve gönüllü olarak desteğini almasını gerektiği kanısında idi. Kapsamlı liberal
teoriler toplumun istikrarını tek bir kapsamlı öğreti üzerinde yurttaşlar arasında
bilgide uzlaşının zorluklarının nedenlerine paralelliği görülebilir; A. Aslan, Dinler ve Hakikat, Đsam
Yay., Đst., 2006. Dinî çoğulculuk, kapsayıcılık dışlayıcılık ve Hick’in dinler hususundaki Kopernik
devrimi teklifi için bakılabilir.
486
A.g.e., s. 97-98.
487
A.g.e., s. 129.
488
A.g.e., s. 65-66. Scheffer’e göre Rawls kapsamlı öğretiler arasındaki anlaşmazlıkları bypass
etmeye çabalar. Ayrıca örtüşen mutabakatın zorluğu ve Rawls’un teorisinin bu açıdan zayıflığı için
bkz. S. Scheffer, The Appeal of Political Liberalism, The Agenda, s. 480.
162
yaygın bir anlaşmaya bağlıyorken, siyasal liberalizm makul yurttaşlar arasında
giderilmez içsel çatışmanın derinliğinin farkındadır. Bu nedenle siyasî liberalizm
istikrar sorunu ile yüzleşir. Farklı öğretileri olan yurttaşlarca bölünmüş bir toplumda
ortak bir adalet üzerinde nasıl birleşilecektir? Daha geniş sorulacak olursa, özgür
kimselerden oluşan bir toplum istikrarlı olabilir mi? Kısacası makul çoğulculuk
olgusu istikrar sorununa yol açar. Tek bir öğreti üzerinde anlaşma mümkün
olmadığından, toplumsal birliğin temeli başka yerde olmalıdır. Öyleyse, ortak bir
kapsamlı öğretide toplumsal işbirliği temeli mümkün değilse, bu temel nerededir?
Rawls, siyasî liberalizm rejiminin istikrarına ilişkin bir açıklama geliştirmek
durumundadır. Örtüşen mutabakat bunun için ortaya konulmuştur ve en iyi Rawls’un
modus vivendi dediği alternatif istikrar yorumu ile mukayese ile anlaşılabilirdir.489
9. Đstikrar Sorunu Ve Örtüşen Mutabakat Düşüncesi
Rawls’a göre iyi-düzenlenmiş toplumun istikrarı meselesi iki soru içerir:
“Birincisi, (siyasî anlayışın tanımladıkları gibi) adil kurumlar altında yetişen insanların bu
kurumlara uyum sağlamalarını yol açacak şekilde yeterli bir adalet duygusuna sahip olup
olamayacaklarıdır. Đkincisi ise, demokrasinin kamusal siyasî kültürünü niteleyen genel
olgular ve bilhassa makul çoğulculuk karşısında, siyasî adaletin örtüşen bir mutabakatın
odağı olup olamayacağıdır.”490
Hakkaniyet olarak adaletin gerektirdiği istikrar çeşidi, makul ve rasyonel, eşit
ve özgür yurttaşlarca kabul olunmayı ve onların kamusal aklına seslenmeyi
hedeflemelidir. Hakkaniyet olarak adalet, makul fakat çatışan kapsamlı öğretileri
benimseyen yurttaşların makul onayını kazanacak tarzda düzenlenmediğinde liberal
olamaz. Buna göre istikrar, insanları kabullenmedikleri bir düşünceyi benimsemeye
zorlamakla sağlanamaz. Bilakis hakkaniyet olarak adalet, her vatandaşın kendi
açısından nedenlerle desteğini alamazsa makul olamaz.491 Rawls’un makul
öğretilerin desteğini alarak bir örtüşen mutabakatın (overlapping consensus)
odağında yer almadıkça, hakkaniyet olarak adaletin istikrarlı bir iyi-düzenlenmiş
toplumu başaramayacağı iddiası, muhtemelen siyasî liberalizm kuramının mihver
düşüncesidir. Bununla birlikte düşünür, örtüşen mutabakat ile pragmatik nedenlere,
489
Talisse, s. 66-67. Rawls, makul çoğulculuğu tek bir öğreti üzerinde anlaşmayı imkân dışı bırakan
bir olgu sayarken, felsefe ve dinler tarihinin makul durumları çokça barındırdığına dayanarak, bu
makuliyete güvenerek, siyasî ve diğer değerlerin gerilimini hafifletecek bir mutabakatı mümkün
görür. bkz. PL, s. 140.
490
PL, s. 141.
491
A.g.e., s. 143.
163
geçici güçler dengesine dayalı bir modus vivendiyi değil, ahlâkî tutum içeren bir
mutabakatı öngörür.
Makul çoğulculuk talihsizlik değildir, ancak basit çoğulculuk talihsizlik
olarak görülebilir, çünkü burada öğretiler yalnızca irrasyonel değil, hatta çılgın ve
saldırgan olabilir. Örtüşen mutabakat düşüncesi bu yüzden basit çoğulculuk yerine
makul çoğulculuğa dayanır. Yani örtüşen mutabakat ile makul olmayan değil, makul
öğretiler arasındaki bir mutabakat hedeflenmektedir. Bu, örtüşen mutabakat
düşüncesinin ilk niteliğidir. Đkincisi ise, Rawls’un ısrarcı olduğu, kamusal adaletin
kendi başına duran bir anlayış olmasıdır. Hakkaniyet olarak adaletin dinî, metafizik
ve epistemolojik bir temeli yoktur.492
Modus vivendi ise klasik kullanımıyla, ulusal hedefleri ve çıkarları aralarında
çatışmalara yol açan iki devlet arasındaki anlaşmayı betimlemek için kullanılır.
Devletler anlaşma yaparken kendi çıkarlarını düşünürler, ona göre tavır takınırlar. Bu
anlaşmanın ihlâli tüm taraflara zarar vereceğinden buna uyulur. Ancak koşullar
değiştiğinde, birinin lehine güç dengesi bozulduğunda taraflar anlaşmayı bozmaya
meyillidirler. Đşte bu anlaşma bir modus vivendidir (ABD ile SSCB arasındaki
“MAD” dengesi gibi). Aynı durum toplumsal uzlaşma için de geçerlidir. Birey veya
grup çıkarları bunu gerektirebilir. Bu durumda toplumsal birlik yalnızca zahirde
vardır. Toplumun istikrarı çıkarların şans eseri çakışmasına bağlıdır yani geçicidir.493
Örtüşen mutabakatın modus vivendiden farkı bu mutabakatın odağındaki adaletin
ahlâkî bir anlayış olmasıdır. Örtüşen mutabakat, birey ya da grup çıkarlarının neden
olduğu bir uzlaşı değildir. Hakkaniyet olarak adaleti kabul eden herkes (nasıl olduğu
bizce meçhul bir biçimde) kendi öğretisinin zaviyesinden başlar ve bunun temin
ettiği felsefî, dinî, ahlâkî zemine dayanır. Đnsanların öğretiler zemininden hareketle
hakkaniyet olarak adaleti benimseyişi bu davranışlarını daha az dinî, felsefî ve ahlâkî
kılmaz. Çünkü kapsamlı öğretiler üyelerinin bu benimseyişlerinin mahiyetini
belirler.494 Burada zımnî olarak, liberalleşmiş dinlerin varlığının ve oluşturduğu
492
A.g.e., s., 144.
A.g.e., s. 147. Rawls’un modus vivendiyi kerih görerek, adaleti çıkarlara dayalı siyasî bir
pazarlıktan kurtarmak istemesine dair yorumlar ve örtüşen mutabakat ile adil ve hakkaniyetli bir
istikrar peşinde olduğuna ilişkin fikirler için bkz. G. Klosko, Political Constructism in Rawls’s
Political Liberalism, The Agenda, s. 159-165.
494
A.g.e., s. 147-148. Örtüşen mutabakat-modus vivendi farkı için bkz. Restatement, s. 32-33; S.
Scheffer, The Appeal of Political Liberalism, The Agenda, pp. 464-485.
493
164
sosyolojik, hatta teolojik altyapının (ilk bölümdeki siyasî teoloji tartışmalarını
hatırlayalım), örtüşen mutabakat düşüncesinin imkânını veren ön koşul olarak elzem
olduğuna işaret var gibidir. Kapsamlı öğreti müntesiplerinin, bilhassa semavî din
inananlarının kendi öğretileri içinden nedenlerle hakkaniyet olarak adaleti kabul
edebilmeleri için sebepler üretebilmelerinin başka yolu yoktur. Öyleyse yine
Rawls’un söyleşideki ifadesine, yani dindar olduğunu söyleyenlerin çoğunun aslında
klasik anlamda dindar olmadıkları iddiasına dikkat çekmek yerinde olacaktır.
Örtüşen mutabakatın bu iki veçhesi, bir üçüncüyle yani istikrarla ilintilidir.
Bu, farklı öğreti sahiplerinin hakkaniyet olarak adalete desteklerinin, kendi öğretileri
zaman içerisinde toplumda egemen hale geldiğinde bile, son bulmayacağı anlamına
gelir. Bu üç veçhe özümsendiği müddetçe siyasî adalet, siyasî gücün dağılımındaki
değişimlere aldırmaksızın sahip olduğu desteği koruyacaktır. Đstikrarın bu özelliği,
örtüşen mutabakat ile (istikrarının tesadüflere ve göreceli güçler dengesine bağlı
olduğu) modus vivendi arasındaki temel farka ışık tutar.
Rawls’un örneği bir kez daha dinlerdendir. Ona göre on altıncı ve on yedinci
asır Katolik ve Protestan düşüncesinde hoşgörüye dair bir mutabakat yoktu. Her ikisi
de, yöneticinin doğru dine destek olmasını ve sapkın dine baskı yapmasını istiyordu.
Bu ortamda hoşgörünün kabulü salt bir modus vivendi idi, zira taraflardan herhangi
birinin gücü arttığında hoşgörüden vazgeçilebilirdi. Oysa güçler dengesine dayalı
istikrar nakıstır. 16. asırdaki gibi Katolik ve Protestan fikirler azınlıkta oldukça,
kamusal yaşamın mahiyeti ve uyumun temeli sarsılmayacaktır. Fakat durum
değişirse, siyasî yaşamın ahlâkî doğası da değişecektir.495
Rawls, örtüşen mutabakatın modus vivendi olmadığını farklarıyla beraber
ortaya koyduktan sonra, önce de değindiği örtüşen mutabakatın öğretilere karşı
kayıtsız ve şüpheci olduğuna yönelik izlenimlere yanıtlara yoğunlaşır. Bu itiraz
kısmen, kapsamlı öğretilerden kaçınmanın, siyasî adalet düşüncesinin doğru
olabileceğine dair kayıtsızlığı veya şüpheciliği çağrıştırdığına yöneliktir. Oysa
şüphecilik veya kayıtsızlık siyasî bir adalet için ölümcüldür, çünkü siyaset felsefesini
sayısız kapsamlı öğreti ile karşı karşıya bırakacaktır. Bu ise örtüşen mutabakata
ulaşma gayesini henüz işin başında akim kılacaktır. Hakkaniyet olarak adalet,
495
A.g.e., s. 149.
165
mümkün olduğunca kapsamlı öğretiler ve bunların doğruluk iddialarını inkâra veya
kabule yeltenmez ve felsefî veya ahlâkî bir doğruya en azından dinî bir doğruya
olduğundan daha çok ilgisiz değildir. Siyasî adalet konularında ortak yargıya
ulaşmak kapsamlı öğretiler temelinde muhal olacağından istikamet kamusal kültürde
paylaşılan temel fikirlerdir. Buradaki düşünülmüş yargılar temel alınarak onların
mücessem olacağı, ruhunu vereceği bir siyasî adalet belirlenir. Ancak bu şekilde
insanlar hakkaniyet olarak adaleti kendi öğretileri açısından makul sayabilirler.496
Siyasî adalet vicdan özgürlüğü gereği dinsel doğruluk iddialarını gündem
dışına çıkarmıştır. Rawls, belli konuların siyasî gündemden çıkarılmasını, artık
çoğunluk oyuyla değiştirilebilecek ve pazarlık konusu yapılacak şeyler olmaktan
çıkmaları olarak yorumlar. Örneğin temel hak ve özgürlükler anayasada
sabitleşmiştir ve geri dönmemecesine çözülmüştür (mesela kölelik). Hedef, kapsamlı
öğretilerden kaçınarak, dinlerin ve felsefenin en derin niza sebeplerini atlayarak
istikrarlı bir örtüşen mutabakata ulaşmaktır. Rawls, siyasî adaleti onaylarken
kimilerinin
kendi
öğretilerinin
bazı
veçhelerini
ileri
sürmek
durumunda
kalabileceklerini, belli bir dine bağlı kimselerin veya bütün insanların selametinin
buna bağlı olduğunu söyleyebileceklerini belirtir. Ancak bu aşamada takınılacak
yegâne tavır; bu iddiayı reddetmek veya reddedildiğini ima ederek, en baştan beri
kaçınılmaya çalışılan istikrarın bozulması ihtimaline mani olmaktır. Çoğu kimse için
dinsel hakikatler, (siyasî) makuliyetten evla olabilir. Fakat buna karşın, siyasî anlayış
örtüşen mutabakata kendi açısından destek vermesini sağlayacak hamleye karışmaz
ve yurttaşlara bırakır. “Hakkaniyet olarak adalet örtüşen mutabakatı sağlarsa, üç asır
önce hoşgörü ilkesinin tedrici kabulü ile başlayan ve dinî bir yapı içermeyen devlete
ve eşit vicdan hürriyetine yol açan düşünce hareketinin mütemmim cüzü ve
genişleticisi” olacaktır. Makul çoğulculuk olgusu karşısında bu genişleme
zorunludur. Hoşgörüyü felsefeye uygulamak liberal demokrasilerde, dinî, felsefî,
ahlâkî anlaşmazlıkların çözümünün (sivil toplumda) vatandaşlara bırakılması
demektir.497
496
A.g.e., s. 150.
A.g.e., s. 152-154. Wolin’e göre, liberal demokrasiye sık atıflarına rağmen, PL’de demokrasinin
belirgin bir varlığı yoktur, liberalizm için yapılandan daha azı demokrasi için yapılır. Onun en üstün
siyasî değeri bölünmüş güç değil, bireysel özgürlüktür; temel kurumu ne halk tarafından seçilmiş ve
ne de demokratik olarak (halka karşı) sorumludur. Bu kurum Yüksek Mahkemedir (Rawls bunun
497
166
Bunun anlamı, dinsel öğretiler potansiyel “oyunbozan” kabul edildiğinden,
siyasî alanda çözümsüz çatışmalardan sakınmak amacıyla, tartışmaların ardalan
kültürde yapılması gereğidir. Dinler kamusal müzakere safhasında tam mücehhez
olarak bulunamazlar. Nihayet, anayasal bir rejimi olanaklı kılan siyasî işbirliğinin,
örneğin hoşgörü, makuliyet ve hakkaniyet duygusu gibi erdemleri yüce erdemlerdir.
Siyasî erdemler, siyasî adalet anlayışıyla ve erdemleriyle çatışan değerlere tabiatıyla
üstündür, çünkü karşılıklı saygı zemininde hakkaniyetli bir toplumsal işbirliğini
mümkün kılarlar ve ötekiler bunlarla çatışmıştır. Siyasî değerler çatışmaları azalttığı
için üstündür. Bu durumda kamusal akıl üzerinde uzlaşmak gerekecektir.498
10. Hakkın Đyiye Önceliği ve Đyi Anlayışları
TJ bölümünde deontoloji bağlamında ele aldığımız, Rawls’un siyasî
liberalizmin temel bir unsuru ve hakkaniyet olarak adalet için merkezî bir rolü
olduğunu söylediği ve müstakil bir makale yazdığı başlıktaki bu ifade PL’de de
mevcuttur.499 Hak ve iyi birbirini tamamlar. Hiçbir adalet fikri sadece birisine
bağlanamaz. Hakkın önceliği bunu inkâr etmez. Hakkaniyet olarak adalet hakkın
önceliği ile siyasî adalet ilkelerinin hayat tarzlarına koyduğu sınırları ima eder.
Vatandaşların bu sınırları aşan düşüncelerinin bir ağırlığı yoktur. Ancak adil
kurumların erdemleri, vatandaşların derinden bağlı oldukları hayat tarzlarına hem
izin verip hem yaşamalarını sağlamalıdır, aksi halde adil ve iyi bir toplumun
kurumları ve erdemleri olamazlar. Bir siyasî adalet düşüncesi, hayat tarzları için
Kamusal akılın tecessüm ettiği yapı olduğunu söyleyecektir). bkz. S. Volin, The Liberal/Democratic
Divide: On Rawls’s Political Liberalism, The Agenda, s. 218.
498
A.g.e., s. 157-158. Rawls, genel kapsamlı öğreti türlerini sayar. Birisi Kant’ın özerklik idealini
içeren ahlâk felsefesidir. Đkincisi Bentham ve Sidwick’in klasik katı yararcılığıdır. Bir diğeri ise özgür
inancı savunan dinsel öğretilerdir. Rawls, kendine göre belki pek iyimser olarak, bazı köktenciler
haricinde, tüm büyük tarihî dinlerin bunu kabul edeceğini, dolayısıyla makul olduklarını söyler. s.
169-170. Fakat Barry, üç büyük monoteist dinin Tanrılarının pek liberal görünmediğini söyleyerek
itiraz eder. Dinler demokrasiden çok teokrasiye meyyaldir. Barry, s. 132 ve 134-135. Barry’e göre,
TJ’nin muazzam başarısını gölgeleyen tek şey PL’nin yayınlanmasıdır. s. 137.
499
Bu noktada, PL’nin tercümesinde, bu başlıkta bir yanlışlık olduğunu belirtmek istiyoruz. Farkında
olmadığımız bir nüans dolayısıyla yapılmadıysa, The Priority of Right ifadesinin doğrunun önceliği
şeklinde tercümesi hatalı gibidir. Üstelik Rawls’un uzak durduğu çatışmaya neden olacağını
düşündüğü doğruluk iddialarıyla karışmaktadır. Deontoloji gereği hak iyiden, makul rasyonelden önce
gelmekte idi. PL’ye kadarki ve sonraki makalelerinde açıkça bulunmasına ve bizzat PL’de metin
içinde doğruluk iddialarının dışlandığı, hakkın ve makulün öncel sayıldığı doğru şekilde tercüme
edilmişken, bu dersin bu şekilde tercümesinin ancak gözden kaçma olarak değerlendirilebileceği
inancındayız. Çünkü “hakkın önceliği” yerine “doğrunun önceliği” demek kuramda önemli
değişikliklere neden olabilecektir. Mutabakatın imkânının ve öğretilerin siyasî alandan dışlanmasının
buna dayandığı unutulmamalıdır.
167
geniş bir alan sağlamalıdır. Rawls’un sorusu, siyasî liberalizmin hudutları içinde
makul öğretilerin barındırılması ve bunlar için yeterli mekânın saptanmasının nasıl
mümkün olacağıdır. Hakkaniyet olarak adalet kapsamlı bir öğreti olamayacağından,
barınmasına onay verdiği kapsamlı öğretilerden herhangi birisinin kabule şayan
öğretiler olduğu iddiasında bulunmaz.500
Siyasî bir adalet anlayışı olan hakkaniyet olarak adalet ile ötekiler arasındaki
fark, alan-genişlik farkıdır. Eğer bir öğreti siyasî olmayan davranışları da
yönlendiren ve insan hayatında neyin değerli olduğunu, bireysel erdem fikirlerini de
içerirse kapsamlıdır. Dinî ve felsefî öğretilerde kapsamlı olma temayülü görülür.
Ancak siyasî liberalizm bütün hayat için değil, yalnızca siyasî ve toplumsal hayatın
kurumları için geçerli siyasî adalet sunar. Yine de onun temel ve hak ve
özgürlüklerin benimsenmesi ve öncelik tanınması anlamında tarihsel liberalizm ile
bağlantılı bir muhtevası olacaktır. Hak ve iyi birbirini tamamladığından, siyasî bir
anlayış iyi anlayışlarına başvurmak durumundadır. Sorun, siyasî liberalizmin bunu
hangi kısıtlamalar içinde yapabileceğidir. Temel kısıtlama, içerilen iyi anlayışlarının
siyasî fikirler olması yani makul bir siyasî adalet anlayışına ait olması gereğidir.
Hakkaniyet olarak adalet, bu kısıtlamayı hakkın önceliği ile ifade eder. Bu öncelik
ise, toplumda yer verilen iyi anlayışlarının siyasî adaletin sınırlarını kabulü ve bu
sınırlar içinde harekete razı olması demektir.501
Rawls, itirazlarımıza haklılık sağlarcasına, (kendi liberal) birincil iyilerini
uzlaşının ortak paydası yapar. Vatandaşlar farklı öğretileri benimsemiş olmalarına
rağmen, bu icazetli iyi anlayışlarının gelişebilmeleri için aynı birincil iyileri
dolayısıyla aynı siyasî adaleti benimsemek durumundadırlar. Birincil iyilerin ortaya
konmasıyla amaçlanan, makul çoğulculuk olgusu karşısında tüm vatandaşlar arasında
değerlendirme yapmaya imkân sağlayacak objektif ve kamusal kıstaslar belirlemek
500
A.g.e.,s. 174 ve The Priority of Right ,CP, s. 449-450; Restatement, s. 140-141. Sandel, PL’de hakiyi arasındaki asimetrinin TJ’deki gibi Kantçı iyi kavramına değil, demokratik toplumların özelliği
olan çoğulculuğa dayandığını söylemektedir. bkz. LLJ içinde, A Response to Rawls’ Political
Liberalism, s. 203; ayrıca Public Philosophy, s. 231.
501
A.g.e., s. 175-176. Rawls Rasyonellik Olarak Đyilik (Goodness as Rationality) kavramlaştırması ile,
iki ahlâkî yetinin hayat görüşleriyle ilgili olan, yani yurttaşların birer iyi anlayışları olmasını normal
gören rasyonellik yönlerine işaret eder. Đnsanların hayatta amaçları ve bu amaçlara ulaşmada rasyonel
hayat planları vardır ki, çoğu zaman öğretilerinden beslenir. Öyleyse bir mutabakatın odağı olmak
iddiasındaki siyasî bir adalet, bu amaçlara ve ihtiyaçlara ulaşma arzusunu iyi kabul etmeli ve
rasyonelliği normal karşılamalıdır. s. 176-177.
168
olsa gerektir.502 Đyi anlayışlarının birincil iyilere bağımlılığı oldukça kıskanç ve
mevzuumuza ışık tutacak bir biçimde savunulmaktadır. Hayat planları sadece
kamusal adalete uygunlukları ve birincil iyilerle sınırlanır. Bunun manası, spesifik
bir hedefe olan aşırı bağlılığın, o kimselere toplumsal kurum ve kaynakların bu
hedeflerine müteveccihen düzenlenmesi talebi hakkını sunmadığıdır. Ne kadar güçlü
olurlarsa olsunlar, arzu ve istekler anayasal ve temel adalet meselelerinde bir gerekçe
teşkil etmezler. Arzumuzun (mesela dinsel inancımızın) gücü, ona doğruluğu veya
tatmini için sebep sağlamaz. Birincil değerler ve adalet ilkeleri kombinasyonu adaleti
arzu ve isteklerin gelgitlerinden ve heyecan ve bağlılıklardan tecrit eder. Rawls’un
“su-î misali” yine dinlerdendir. Bir dinî inanca bağlılığın yoğunluğu, öteki dinî inanç
ve uygulamalara karşı çıkmayı, hoşgörü ilkesi nazarında, asla haklılaştırmaz.503
11. Hakkaniyet Olarak Adaletin Đyi Anlayışlarına Karşı Adaleti
Rawls, makul herhangi bir siyasî anlayışın hangi kapsamlı öğretilere yer
vereceğine dair sınırlar koyması gerektiğini, ancak bunun doğal olarak bazı hayat
tarzlarını teşvik ederken, bazılarının şevkini kıracağını, hatta bütünüyle dışlayacağını
söyler. Bu yüzden, “siyasî bir adaletin tanzim ettiği temel yapının belirli kapsamlı
öğretiler ve bunlarla ilintili hayat tarzlarını nasıl teşvik veya takbih ettiği ve bunu
yapmakla da adil olup olmadığı” sorusu belirecektir. Bu soruya eğilmenin neticesi,
hiç değilse anayasal konularda, devletin hiçbir özel öğreti tarafını tutmayacağının
anlaşılması olacaktır. Bu safhada Rawls için mühim bir husus daha, yani siyasî ve
kapsamlı liberalizm tezatı netleşecek ve temel hale gelecektir.504
Kapsamlı öğretilere karşı olumlu veya olumsuz tavrın iki nedeni vardır.
Đçerdikleri hayat tarzları adalet ilkeleriyle çatışabilir veya bu iyi anlayışlarına izin
verilse bile anayasal düzenin kurumları ve toplumsal yapı içinde intisap edecek
kimse bulamazlar. Adalet ilkeleriyle çatışanlara örnek olarak, ırka, milliyetçiliğe
veya mükemmeliyetçiliğe temayülleri olan, bastırılması elzem iyi anlayışları, kölelik
502
A.g.e., s. 180-181.
A.g.e., s. 190. Bu cümleler üzerinde yorumlar için bkz. Wolin, 227-22. Hünler bu konuya dikkat
çeker. Kapsamlıdan kasıt, felsefî ve ahlâkî öğretileri de içerdiği halde, kapsamlı kelimesinden sonra
sürekli dindarların örnek verilmesi dikkat çekicidir. Hünler, s. 268.
504
A.g.e., s. 195-196; kapsamlı ve siyasî liberalizm farkı için bkz. Restatement, s. 153-157; Sandel,
Public Philosophy, s. 216-219; Ayrıca Rawls, Fairness to Goodnessta PL ve Restatementta da atıfta
bulunduğu, Nagel’in, ilk durumun ancak görünüşte iyi anlayışlarına karşı tarafsız olduğu, bireyci
olduğu eleştirilerine cevaplar verir. Đyi-düzenlenmiş toplumda cemaatçi değerler dışlanmadığı ve
varlığını sürdürüp gelişme imkânı bulduklarından hiç de bireyci değildir. CP, s. 271, 280-282.
503
169
verilebilir. Dinler ise ikinci duruma örnektir. Ancak devlet gücünü kontrol edecek ve
hoşgörüsüzlükle var olabilen bir din siyasî liberalizmin iyi-düzenlenmiş toplumunda
ortadan kalkacaktır. Rawls, şu soruları sorar: “Adil bir anayasal rejimde bazı
düşünceler yok olup, diğerleri varlıklarını güçlükle sürdürüyorlarsa, bunun anlamı
siyasî adaletin onlara karşı adil olmadığı mıdır? Siyasî anlayış bu görüşlere keyfî
olarak mı karşıdır veya onları savunanlara karşı adil veya adaletsiz midir?”505 Cevap,
hakkaniyet olarak adaletin adaletsiz olmadığıdır. Çünkü bazı öğretilerin öbürlerine
tercihini gerektiren sosyal etkilerden hiçbir siyasî adalet kaçınamaz. Hiçbir toplum
tüm hayat tarzlarını kapsayamaz. Kayıpsız bir toplumsal dünya yoktur. Bu doğaldır,
adaletsizlik değildir.506 Bir çeşit seküler theodice gibi görünen bu fikir, zaten
sekülarizm tarafını tuttuğunu iddia eden eleştirileri gördüğümüzde netleşecektir.
Din,
toplumsal
istikrarsızlık
sebepleri
hususunda
örnek
olmayı
sürdürmektedir. Bazı dinsel mezhepler modern dünya kültürüne karşı çıkıp, kendi
kültürünü bunun etkisinden uzak tutmak istediğinden, çocuklarının eğitimi ve
devletin neyi nereye kadar dayatacağı meselesi doğar. Ona göre Kant ve Mill’in
(kapsamlı) liberalizmleri özerklik ve bireyselliğin hayatın büyük kısmını yönetecek
şekilde öğretilmesini gerektirir. Oysa siyasal liberalizmin hedefi daha dardır.
Eğitimin çocuklara anayasal ve vatandaşlık hakları bilgisi vermesini ister. Bu,
çocukların vicdan hürriyetini tanıyıp dinden dönmesinin bir suç olmadığını
öğrenmelerini sağlar. Siyasî erdemlerin öğretilmesi, çocukların ileride toplumsal
işbirliğinin hakkaniyetli koşullarına uymasına neden olur.507 Rawls gelecek itirazın
bilincindedir. Çocukların bu tarz eğitimi pratikte onları kapsamlı liberal düşünceye
göre eğitmek anlamına gelebilir. Eğitim başka şeylere kapı aralayabilir. Ancak
eğitimin makul zorunluluklarının sonuçları üzüntüyle de olsa kabul olunmalıdır.
Ayrıca hakkaniyet olarak adalet hiçbir makul kapsamlı öğretinin değerlerini zerk
etmeye çalışmaz. Yoksa siyasî liberalizm olmaz. “Hakkaniyet olarak adalet, dinleri
505
A.g.e., s. 197.
A.g.e., s. 197; Restatement, 154.
507
A.g.e., s. 199. Amerika’nın popüler tartışma konularından Amishler’in toplumsal hayat ve zorunlu
eğitimdeki yerine ilişkin bir çalışma için bkz. A. Yayla, Dinî Cemaatler, Demokrasi ve Eğitim, Amish
Cemaati Örneği, Liberal Düşünce Dergisi, 1997, sayı 7, s. 9-18. Yayla, zorunlu eğitimin her
halükarda sekülerleştirici etkisine dikkat çeker. Amishler de zorunlu eğitimin kendileri için yarattığı
problemlerden dolayı liseyi de içeren zorunlu eğitime karşı çıkmışlardır. Zorunlu eğitim egoizmi
kışkırtıp, bireyi cemaate bağlayan değerleri koparmaktadır.
506
170
mucibince modern dünyadan el etek çekmek isteyenlere, siyasî adalet ilkelerini bilip,
siyasî şahıs ve toplum ülküsüne değer verdiği sürece müsamaha gösterir.”508
Teorinin en önemli ögelerinden biri de kamusal akıldır. Daha önce Kamusal
Akıl Düşüncesi (The Idea of Public Reason) olarak yazdığı makale PL’de
içerilmektedir. Ancak biz çalışmamızın konusunun en yoğun olarak işlendiği
düşünceleri daha çok The Idea of Public Reason Revisiteddan takip edeceğiz (artık
Revisited). Çünkü Rawls burada düşüncelerini genişletmiş ve dinlerle siyasî toplumu
daha fazla bir araya gelir göstermiştir.
12. Kamusal Akıl
Her siyasî toplumun, tüm makul ve rasyonel öznelerin, planlarını formüle
etme, hedeflerini öncelik sırasına göre sıralama ve buna göre karar alma tarzı vardır.
Bu siyasî toplumun aklıdır, üyelerinin kapasitelerindeki entellektüel ve ahlâkî bir
güçtür. Her akıl kamusal değildir. Kiliselerin, üniversitelerin ve sivil toplumdaki
diğer birliklerin kamusal olmayan akılları vardır.
Kamusal akıl demokratik bir halkın karakteristiğidir, eşit vatandaşlık
statüsüne sahip yurttaşların aklıdır. Onların aklının konusu toplumun iyisidir, yani
siyasî adaletin temel toplum yapısının kurumları için zorunlu olan ve bu kurumların
hizmet edecekleri hedeflerdir. Buna göre kamusal akıl üç şekilde kamusaldır;
“Vatandaşların aklı olduğu için kamusaldır; konusu kamunun iyiliği ve temel adalet
meseleleri olduğu için kamusaldır; ve doğası ve muhtevası toplumun siyasî adalet
anlayışınca açıklanan idealler ve ilkelerce saptandığı ve bu yüzden herkesin görüşüne
açık olduğu için kamusaldır.”509 Kamusal akıl anayasal iyi düzenlenmiş toplum
anlayışına ait bir düşüncedir. Bu aklın içeriği ve biçimi, bunların vatandaşlarca nasıl
anlaşılacağı ve onların siyasî ilişkilerini nasıl yorumladığı, demokrasi fikrinin bir
parçasıdır. Zira makul çoğulculuk olgusu demokrasinin temel özelliğidir.
Vatandaşlar,
uzlaşmaları
imkânsız
makul
kapsamlı
öğretileri
temelinde
anlaşmalarının, hatta karşılıklı bir anlayışa bile ulaşmalarının söz konusu
olmadığının farkındadırlar. Dolayısıyla kamusal akıl düşüncesinin özü, kamusal akıl
ve demokratik yönetimle bağdaşmazlık göstermedikçe, dinî veya dindışı makul
508
509
A.g.e., s. 200.
A.g.e., s. 212-213.
171
kapsamlı öğretileri tenkit etmemek ve üstlerine gitmemektir. Bunun tek şartı, makul
bir öğretinin anayasal demokratik rejimi ve meşru kanunlarını kabul etmesidir (yani
“gayr-ı makullükten gayri makullüğe terfi” liberal ölçülere göredir).510
Karşılıklılık ölçütünü benimseyen bir anayasal demokrasiye muhalif olanların
kamusal akıl fikrine karşı olmaları doğaldır. Çünkü bunların nazarında siyasî ilişki,
dinî veya seküler bir topluluğa dostluk veya hasımlıktan veya tüm dünyaya tek
doğruyu yaymak için tükenmez çabadan başkası değildir. Oysa siyasî liberalizmde
bütün siyasî doğruluğu kapsamak kamusal akıl ile bağdaşmaz. Kamusal akıl fikri,
bütün siyasal tartışmaları değil, kamusal siyasî forumda ele alınan konular
tartışılırken geçerlidir. Kamusal forum üçe ayrılır: “Yargıçların kararlarındaki
söylemler ve özellikle yüksek mahkeme yargıçlarının söylemleri, hükümet
yetkilerinin, özellikle yasama ve yürütme makamlarının söylemleri ve son olarak
milletvekili adaylarının, onların seçim kampanyalarını yürütenlerin özellikle halkın
karşısında, parti programlarında ve siyasal demeçlerdeki söylemleri.”511 Kamusal
akıl ile yüksek mahkeme özdeşliğinin nedeni ise, yargıçların kararlarını, anayasaya
ve ilgili yasalara atıfla gerekçelendirmeleridir. Yasama ve yürütme böyle
zorunluluğa muhatap değildir, bu nedenle yüksek mahkemenin bu özel rolü, onu
kamusal aklın örneği yapar.512 Ardalan kültür (kilise, üniversiteler, meslek okulları,
her düzeyde öğrenim kurumlarının kültürü) kamusal forumdan ayrılır. Ardalan kültür
sivil toplumun kültürüdür. Rawls, kuramının sosyolojik zeminini teşkil eden makul
çoğulculuk olgusu ile tutarlılık adına olsa gerek, sivil toplumun, bir tek dinî veya
siyasî merkezî ilkeye bağımlı olmadığını ileri sürer. Kendilerine ait iç hayatları olan
birçok farklı birlikler, aynı özgürlüklere olanak sunan yasalar altında var olurlar.
Kamusal akıl bu çeşitliliği içeren sivil toplum için geçerli değildir.513 Kamusal akıl
düşüncesi anayasal bir demokrasideki vatandaşlık fikrinden ileri gelir. Rawls buna
bağlı olarak şu soruyu sorar:
510
Revisited, CP, s. 573-574. Makale kamusal akılın niteliğini değiştirir ve kamusal akıl ve siyasî
liberalizm ile kilise ve kutsal metinlere dayanan, liberal olmayan büyük dinlerin ilişkisini vurgular.
Aşırılar hariç bu dinler anayasal rejimi destekleyecektir. Bu (II. Vatikan konsülünden beri) Katoliklik
ve Protestanlık, Musevilik ve Đslam içinde geçerlidir. bkz. Siyasal Liberalizm, s. 460.
511
Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması, s. 145-146
512
PL, s. 215-216.
513
Revisited, s. 576 Öyle görünüyor ki, Rawls, makul çoğulculuğu bir olgudan ziyade temenni olarak
da arzulamaktadır. Bu da bir çeşit modern böl, parçala, yut siyasetini andırıyor. Đnsanlar makul
çoğulculuğun mevcut olduğunu, üstelik devamlı kaderleri olduğuna inandırılınca, onları (Hobbes’da
olduğu gibi) aza, sıtmaya ikna etmek mümkün olacaktır.
172
“Anayasanın esasları ve temel adalet konuları tehdit altında olduğu zaman birbirleriyle ilişki
içinde olan vatandaşların anayasal demokratik rejimin yapısına saygılı olmaları… koyduğu
kurallara… riayet etmeleri nasıl sağlanır? Makul çoğulculuk olgusu bu soruyu daha keskin
biçimde gün ışığına çıkarır, çünkü vatandaşların dinsel veya din dışı kapsamlı doktrinlerinden
doğan farklılıklar uzlaşmayı olanaksızlaştırabilir. Böyle olunca, nihaî siyasal gücü eşit
biçimde paylaşan vatandaşlar bu gücü kullanırken verdikleri siyasal kararların makul
olduğunu hangi ideallere veya ilkelere dayanarak izah edecekler?”514
Rawls, cevabı kamusal kültüre dayanarak ve karşılıklılık ölçütü (the criterion
of reciprocity) ve makuliyet ekseninde verir:
“Vatandaşlar kuşaklar boyu bir toplumsal işbirliği sistemi içinde birbirlerini özgür ve eşit
olarak gördükleri zaman birbirlerine siyasal adaletin en makul kavramı çerçevesinde
olduğunu düşündükleri adil işbirliği koşullarını tanımaya hazır olduklarında ve bazı
durumlarda kendi çıkarları pahasına, diğer vatandaşlar da bunu kabul ettiği takdirde, bu
koşullara göre hareket etmekte anlaştıklarında, artık makuldürler. Karşılıklılık kriteri
uyarınca, bu koşullar adil işbirliğine göre en makul koşullar olarak öne sürüldüğünde, bu
koşulları öne sürenlerin karşılarındakilerin bu koşulları baskı altında veya hile ile veya daha
düşük siyasal ve toplumsal konumda olmaları yüzünden değil, özgür ve eşit vatandaşlar
olarak kabul etmeleri gerektiğini düşünmek zorundadırlar.”515
Rawls’un buradan çıkardığı sonuç, yurttaşların en makul siyasî adalet
hakkında ayrı düşseler de, biraz olsun makul olduklarını kabul edecekleridir. Bu
sebeple anayasa veya adalet meselelerinde yöneticiler kamusal akıla uygun
eylediklerinde ve vatandaşlar kendilerini bu yöneticilerin, yasa koyucuların yerine
koyduklarında, çoğunluğun görüşünü yansıtan bir yasal düzenleme meşru bir yasadır.
Herkes en makul yasa saymayabilir, fakat bu, her vatandaşın siyasî ve ahlâkî açıdan
benimsemek zorunda olduğu bir yasadır. Çünkü herkes hiç değilse makul biçimde
konuşmuş, oy vermiş, dolayısıyla kamusal akıl ile paralel hareket ederek vatandaşlık
görevini ifa etmiştir.516 Karşılıklılık ölçütü temelinde bir de siyasî meşruiyet ilkesi
ortaya konur. Bu ilkeye göre, siyasî gücün uygulanması ancak siyasî davranışlar için
gösterilen sebeplerin yeterliliğine samimi olarak inanıldığında ve öteki yurttaşların
bu sebepleri makul biçimde kabul edebilecekleri düşünüldüğünde, bu davranış
yerindedir. Kamusal akıl ve karşılıklılık ilişkisinin örneği, tabii ki, dindendir.
Bazılarının
dinî
özgürlüklerinin
kısıtlanması
tartışılıyorsa,
onlara
yalnızca
anlayabilecekleri bir neden göstermekle kalmayıp, kendilerinin de kabul etmelerinin
umulabileceği gerekçeler sunulmalıdır. Temel özgürlüklerin engellenmesi ile
karşılıklılık ölçütü çiğnenmiş olur. Bazı kimselere din hürriyeti tanımamak,
başkalarını köle yapmak, kadınlara oy hakkı vermemek için sunulabilecek hiçbir
514
Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması, s. 148.
A.g.e.,s. 149.
516
A.g.e., s. 149.
515
173
neden karşılıklılık ölçütüne uygun değildir.517 Son sözler kendi liberal ön
kabullerinin yegâne makuliyet ölçütü olduğu ve bunun onu hiç de kendisiyle kaim
olan bir kuram yapmadığı itirazımızı haklılaştırıyor gibidir. Bütün bu normal
görmediği şeyleri, kendi kültürü, tarihi içinde rasyonelleştiren toplumlar olabilecektir
(eğer ahlâkın ve değerlerin temeli bir toplumun kültürüne dayanacaksa, objektif
temelleri olmayacaksa böyledir, zira herhalde toplumlar ve kültürler değişecektir).
13. Kamusal Aklın Đçeriği
Rawls’un PL’den sonra özellikle Revisitedda düşüncelerini bir kez daha
yenilediğini belirtmiştik. Bu hususta en belirgin hamlelerinden biri kamusal aklın
içeriğinin genişlemesidir.
Rawls, siyasî adalet anlayışının yalnızca kendi hakkaniyet olarak adaleti
olduğundan ziyade, kendinin PL’de bunu ilk durum aracılığıyla gösterdiğini, ama
başkalarının farklı yöntemleri makul görebileceğini söyler. Bu sebeple kamusal aklın
içeriği tek değil, birçok siyasî adalet düşüncesini kapsayabilir. Ne kadar değerli
olursa olsun hakkaniyet olarak adalet sadece bunlardan birisidir. Ancak karşılıklılık
ölçütü kamusal akıl çeşitlerini sınırlar.518 Yani bu makalede ortaya konan karşılıklılık
ölçütü kamusal aklın üstünde görünmektedir. Anlaşılacağı üzere Rawls, düşünce
yolculuğunun bu safhasında sadece makul kapsamlı öğretiler çokluğu, makul
çoğulculuk olgusu ile iktifa etmeyip, bir de kamusal akıllar çokluğu tasarlamaktadır.
Ona göre, siyasî liberalizm, kamusal aklı tek bir siyasî adalet düşüncesine bir kerede
ve ebediyyen hasretmez. Mesela o, Habermas’ın meşruiyet kavramı söylemini
olduğu kadar, siyasî değerler temelinde dile getirildiklerinde Katolik ortak iyi ve
tesanüd yorumlarını da içerir. Kamusal akıl biçimleri daima pek çoktur. Dahası yeni
kamusal akıllar sunulabileceği gibi, zaman içinde eskileri terk edilebilir.519 Rawls’un
henüz birkaç yıl önce “birçok kamusal olmayan aklın varlığına rağmen, ama sadece
bir tek kamusal aklın var olduğunu”520 ileri sürdüğünü düşündüğümüzde, hayli
önemli bir adım attığını söyleyebiliriz.
517
A.g.e., s. 150.
Revisited, s. 581.
519
A.g.e., s. 582-583.
520
PL, s. 220.
518
174
Rawls, kuramının aydınlanma sekülarizmi ile benzerliğini veya ilintisini
reddettiği gibi, kuramın hususiyetle dinlerle ilişkisinde doğrudan rolü olan kamusal
akıl fikrinin de sekülerlikle ilgisini kabul etmez. Kamusal akıl, seküler akıl veya
seküler değerler denilen kavramdan ayrılmalıdır. Seküler akıl, kapsamlı din dışı
öğretiler ekseninde muhakemedir. Bu (seküler) değerler ve öğretiler kamusal aklın
hedeflerini gerçekleştiremeyecek kadar geniştir. Siyasî değerler ahlâkî öğreti
değildir. Ahlâkî öğretiler dinler ve metafizik ile aynı seviyededir. Kendi içlerinde
ahlâkî değerler olsalar da, liberal ilkeler ve değerler siyasî adalete aittirler, bu yüzden
siyasîdirler. Buna binaen kamusal aklın içeriğini liberal siyasî adalet ilkeleri
belirliyorsa da, yine de siyasî müzakerelerde dinî veya din dışı makul kapsamlı
öğretilere yer verilmesini onaylar. Fakat müntesipleri gerektiğinde makul kapsamlı
öğretilerinin savunduğunu iddia ettikleri ilke ve politikaları destekleyen kamusal
nedenler sunabilmelidir. Rawls, kamusal nedenler sunmak koşuluna proviso
(sözleşme koşulu) adını verir.521
Kamusal akıl bağlamında yapılması olanaksız olan, doğrudan kendi makul
kapsamlı öğretilerimizden hareketle ilkelere ve kurumlara ulaşmaktır. Kamusal
kültür bir öneride bulunurken, örneğin Đncil’deki bir kıssaya başvuru olanağı tanır.
Ancak kamusal akıl icabı bu öneriyi destekler siyasî gerekçeler de gösterilmelidir.
Seküler kanıtların da durumu aynıdır. Siyasî liberalizm seküler ve dinî kanıtları bir
görür. Dolayısıyla, ona göre seküler felsefî öğretiler de kamusal aklın gereklerini
karşılamaz. Seküler öğretiler ve seküler muhakeme metafizik ve ahlâkın konusudur
ve siyasî olanın dışında kalır. Benzer şekilde bir eylemin suç sayılıp sayılamaması
(örneğin kürtaj), felsefî ve din dışı öğretilere göre insanlığın iyiliği adına veya
521
Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması, s. 156. Rawls’un kamusal aklın içeriğini
genişletmesi ve birden fazla kamusal akıl olabileceği kabulünün dinlere yansıması konusunda pek
iyimser olunamayacağı kanısındayız. Bu genişleme sebebiyle dinlere daha fazla manevra alanı
sunuluyorsa da, anladığımız kadarıyla çoğulcu kamusal akıllar arasında dinler yok gibidir. Yani
dinlerin belirleyen, sınırlayan değil sınırlanan konumlarında iyileşme yoktur. Kaldı ki, Rawls bizi
yanıltmaz ve en son eserlerinden olan Restatement (s. 90)’da ilk durumdaki bilgisizliğe atıfla,
kapsamlı dinî (ve felsefî) öğretilerin (aslında genel doğruluk iddialarının) kamusal akıl
sayılamayacaklarını söyler. Gerçi ona göre bu makul kapsamlı öğretilerin kamusal akla sokulup, orada
tartışılamayacağı anlamına gelmez. O, buna, PL’dekinden daha kapsamlı olduğu için geniş kamusal
akıl düşüncesi der. Fakat açık olan, dinlerin sınırlanan olduğudur ve sadece liberal değerleri destekler
tarzda nedenlerle kabul görmeleridir. Çoğul kamusal akıllar fikrinin Rawls doğrudan kendisine cevap
verildiğine dair bir şey belirtmediği için kesin diyemesek de, birden çok kamusal akıl, yani adalete
dair de bir makul çoğulculuk olgusu olabileceği şeklindeki Sandel eleştirisine yanıt olduğunu
düşünebiliriz. Public Philosophy, s. 232; LLJ, 206.
175
dinlerin bunları günah saymaları sebebiyle olmaz. Burada ölçü, yasak koyan
hükümlerin vatandaşların sivil haklarını ihlal edip etmediğidir.522
Rawls, bu daha yeni fikirleriyle, kamusal aklın içeriğini liberal toplumların
demokratik kamusal kültürünün değerleriyle belirleme, kamusal aklın sınırlarını bu
kültüre münhasır kılma tutumundan bir nebze olsa da uzaklaşmış görünmektedir.
Elbette hedef, daha da kapsayıcı bir yaklaşımla daha geniş bir mutabakatın odağı
olabilmek ve böylece istikrarı sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, kapsamlı öğreti
sahiplerinin -bilhassa semavî dinlere bağlı olanların- çıtası ile onun çıtası arasındaki
mesafe hâlâ açıktır. Daha doğrusu, hakkaniyet olarak adaletin, çıtadan ötesine talip
olarak, her öğretinin -çoğulculuğun muhtemel fırtınalı atmosferi karşısında- başını
sokacağı bir çatı olma arzusu sorun yaratmaya devam etmektedir. Eleştiriler
bölümünde ele alacağımız üzere, Rawls-Hobbes bağlantısı kurulmasının ana
nedenlerinden biri bu husustur. Hobbes’un tabiat halinde bireyler için öngördüğü
“yağmurdan kaçarcasına” devlete geçiş, burada toplulukların hakkaniyet olarak
adalet çatısı altına “sığınmalarına” dönüşmektedir. Dahası, bu “sığınmanın” niteliği,
yani ahlâkî mi pragmatik mi olduğu, Rawls’un hedeflediği, ahlâkî bir mahiyeti haiz
olan örtüşen mutabakatı sağlayıp sağlayamadığını da belirleyecektir. Aksi bir durum,
filozofun reddettiği modus vivendiye müncer olacaktır ki, biz de yorumlarımızda vâki
olanın bu olduğunu ileri süreceğiz.
14. Demokraside Din ve Kamusal Akıl
Rawls, mühim sorusunu yineler: “Kilise, Đncil ya da buna benzer dinsel
otoritelere dayalı dinî doktrinlere bağlı olanların aynı zamanda makul anayasal bir
rejimi desteklemeleri mümkün müdür? Bu doktrinler doğru nedenlerle liberal siyasal
anlayışla bağdaşabilir mi?”523 Elbette modus vivendi olarak kabullerinin yeterli
olamayacağı izahtan varestedir. Buna göre sorunun en beliğ ve konumuzun künhüne
inen formülasyonu şu şekildedir:
“Mümin vatandaşların, toplumun gerçek siyasal ideal ve değerlerini kabul eden ve sadece
siyasal ve toplumsal güçler dengesine rıza göstermekle kalmayan bir demokratik toplumun
samimi birer üyesi olmaları mümkün müdür? Daha keskin olarak ifade etmek gerekirse:
Müminlerin ve dindar olmayanların (sekülerlerin) kendi kapsamlı doktrinlerinin gelişmesini
522
523
A.g.e., s. 160-161. Fakat eleştiriler sekülarizmin iltimas gördüğünü vurgulayacaktır.
A.g.e., s. 161.
176
sağlamayan, hatta buna ket vurabilecek bir anayasal rejime katılmaları nasıl mümkün
olabilir-ya da mümkün olabilir mi?”524
Filozof modus vivendiyi dışlamaya devam etmektedir. Ona göre bazen en
uygun anayasa olduğu söylenen ABD’de anayasaya iç barışı koruyan bir uzlaşı
olarak uyulur ve bu toplumda siyasî meseleler dinî çatışmalara sebebiyet vermemek,
mezheplerin husumetine yol açmamak için siyasî fikirler bağlamında tartışılır.
Kamusal aklın rolü yalnızca anlaşmazlıkları teskin ve istikrarı teşviktir. Oysa bu
durumda istikrar doğru nedenlere dayanmamaktadır, yani demokratik bir toplumun
siyasî (ve ahlâkî) değerlerine bağlılıkla sağlanmamaktadır.525 Buradan anlaşılan
Rawls’un (KC’de) ABD’yi iyi-düzenlenmiş toplum görmemesi gibi, ABD
anayasasına bağlılığı da bir örtüşen mutabakat, yani doğru nedenlerle bir uzlaşı kabul
etmediğidir. Burada belirsiz olan ise, acaba sorunun anayasada mı veya
vatandaşlarda mı yoksa her ikisinde birden mi olduğudur. Biz şunu çıkarabiliriz;
Rawls’un dayandığı kamusal siyasî kültür böyle bir örtüşen mutabakatı temin edecek
alt yapıyı, sosyolojik zemini, malzemeyi sunacak kadar olgun ve velûd değildir veya
öyledir de, bağrında dağınık halde veya örtülü olarak barındırdığı kavramları bir
arkeolog titizliğiyle gün yüzüne çıkarıp, bir de sistemli bir bütün oluşturacak şekilde
birbirine bağlayacak bir zekâ beklenmektedir. Bu kimse ise Rawls’tur. Đstikrarın
doğru yani ahlâkî sebeplere dayanmadığı bir diğer örnekte;
“vatandaşların dinsel, siyasal ve yurttaşlık özgürlüklerini güvenceye alan anayasa
hükümlerini siyasal (ahlâkî) ilke olarak kabul ettikleri bir demokratik toplumda, bu anayasal
ilkelere bağlılık vatandaşların hiç birinin kendi dinsel veya din dışı öğretilerinin hem etki
hem sayısal açıdan zayıfladığını görmeye yanaşmayacağı kadar sınırlı olduğunda, bu
vatandaşlar kendi konumlarını zayıflattığını düşündükleri yasalara karşı çıkmaya veya bu
yasaları çiğnemeye hazırdırlar. Ve bu vatandaşlar tüm dinsel ve diğer özgürlükler sürekli
biçimde sağlandığı ve söz konusu doktrin tamamıyla güvencede olduğu halde yine de bunu
yaparlar. Çünkü burada da demokrasi doğru nedenlerle değil, şartlı olarak kabul
edilmiştir.”526
Bu iki örneğin ortak noktası, toplumdaki farklı grupların farklı çıkarlarının
olması ve bunları korumak uğruna hukuka direnmeye hazır olmasıdır. Đlk örnekte
sebep dinin kendi tahakkümünü kurma arzusu, ikincisinde ise dinî veya dindışı olsun
öğretinin kendi düşüncesinin başarısını sağlama arzusudur. Ancak anayasal rejimde,
524
A.g.e., s. 161-162.
A.g.e., s. 162.
526
A.g.e., s. 162-163. Rawls, hakkaniyet olarak adalete ne kadar tam teslimiyet arasa da, bu
olanaksızdır. Bireylerin tüm hayatlarını kapsayan makul kapsamlı öğretilerin, özellikle dinlerin birçok
yerde hakkaniyet olarak adalet ile çatışması doğaldır (belki de gereklidir). Rawls, ne kadar ahlâkî bir
kisve giydirirse giydirsin Orta Çağ Kilise’si gibi, “bilek gücüne güvenerek” bunları
söyleyebilmektedir.
525
177
hoş görülebilir tüm makul kapsamlı öğretiler için hak ve özgürlükler sağlanıyorsa da,
onlardan meşru yasaların yükümlülüklerini kabul beklenir. Elbette hiç kimsenin dinî
veya dindışı makul kapsamlı öğretisini tehlikeye atması umulmaz. Fakat dindarlar
da, dinî tahakkümleri için anayasayı değiştirme umutlarını ebediyen terk etmelidir.
Böyle umutlar eşit temel özgürlükler düşüncesiyle tezat teşkil eder.527
“Müminlerin ve dindar olmayanların (sekülerlerin), makul kapsamlı öğretilerinin gelişmesini
sağlamayan, hatta engelleyen anayasal bir rejimi nasıl benimseyecekleri (veya
benimseyecekler mi) sorusunun cevabı dinsel veya dindışı öğretilerin kendilerine bağlı
olanlara, öteki makul özgür ve eşit vatandaşların eşit özgürlüklerine uyan özgürlükleri adil
biçimde sağlamanın, makul anayasal demokrasiyi kabul etmenin dışında, başka bir yolu
olmadığını anlayıp kabul etmelerinde yatar. Dinsel bir doktrin anayasal demokratik bir rejimi
kabul ederken, Tanrı’nın özgürlüğümüze koyduğu sınırlar böyledir diyebilir.”528
Bu ifadeler bizim iki ayrı düşüncemizi doğrular görünmektedir. Birisi ilk
bölümdeki, dindarlara “senin Tanrın da böyle olmasını isterdi” denilerek sekülerliberal politika ve değerlere rızasının sağlanmasına yönelik girişimdir. Đkincisi ise
liberal değerlere muhalif dinî buyruklar dışlanırken, onları destekleyenlerin hüsn-ü
kabul görmesidir. Özetle, kamusal akıl, çoğulcu liberal toplumun müşterek siyasî
aklıdır. Kamusal akıl, yurttaşların kamusal iyi hakkında düşünmeleri ile belirir. Bu
ortak aklın kamusal olması, içeriğinin liberal değerler ve adalet anlayışı, dolayısıyla
öznesinin kamusal olmasındandır. Kamusal akıl, siyasî ve anayasal meselelerde
yurttaşların başvuracağı bir yol gösterici ilkedir ve neyin iyi ve adil olduğunu
belirleme anlamında bir liberal meşruiyet ilkesidir.529
15. Geniş Kamusal Siyasî Kültür Düşüncesi
Rawls, kuramına daha fazla kapsayıcılık vermek adına makul kapsamlı
öğretilerin (dinî ya da dindışı) kamusal siyasî müzakerelerde her daim yer
alabileceğini, ancak bunlara kendi nedenlerinin yanı sıra, gerektiğinde sunulması
koşuluyla siyasî nedenlerin eşlik etmesi gerektiğini söylemekteydi. Uygun siyasî
nedenler sunma gereği denilebilecek bu tutumun ismi proviso (sözleşme koşulu) idi.
Bu koşul kamusal siyasî kültür ile toplumun ardalan kültürünün ayrı ve farklı
olduğuna işaret eder.530 Rawls bu hususu incelemeye geçer.
527
A.g.e., s. 163.
A.g.e., s. 163-164.
529
A. Müftüoğlu, Liberal Kamusal Alan Tanımına Yeni Bir Bakış: Rawls’un Uzlaşmacı Liberal
Kültürü, Sivil Bir Kamusal Alan, Haz: L. Sunar, Kaknüs Yay., Đst., 2005, s. 62-63.
530
Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması, s. 165.
528
178
Bu koşul ne zaman yerine getirilecektir? Aynı gün mü, daha sonra mı? Bu
koşulu karşılamak kimin vazifesidir? Bunların nasıl işleyeceğini kamusal siyasî
kültür belirler. Kamusal kültürde, provisonun karşılanması şartı ile dinî ve seküler
öğretilere yer verilmesi kamusal akıl eksenindeki gerekçenin doğasını ve içeriğini
değiştirmeyecektir.
Makul
kapsamlı
öğretiler
provisoyu
karşılamayı
kabul
ettiklerinde ve yalnızca bu sayede siyasî müzakere içinde yer aldıklarında anayasal
demokrasiye bağlılık kamusal olarak kanıtlanmış olur.531 Kamusal muhakeme
kamusal temellendirmeyi hedefler. “Kamusal temellendirme geçerli, meşru nedenler
göstermekten
ibaret
değil,
söylemin
başkalarına
seslenmesidir.
Kamusal
gerekçelendirme, doğru biçimde, kendi kabul ettiğimiz ve başkalarının da makul
olarak kabul edebileceklerini düşündüğümüz noktadan hareket ederek, başkalarının
da kabul edeceğini düşündüğümüz sonuca ulaşmaktır.”532 Rawls, başkalarının
katılmasını beklemeden makul kapsamlı öğretilerin kamuoyuna duyurulması tarzında
bildiri dediği bir söylem ortaya koyar. Niyetler açıkça belirtilmeli ve her aşamada
muhatapların ve hatta bizatihi kendimizin yanlış anlamış olabileceklerini
düşündüğümüz şeyler vuzuha kavuşturulmalıdır.533
Kilise-devlet ayrımının sebeplerinden bazıları, dinin devletten, devletin
dinden, vatandaşların kiliselerden ve birbirlerinden korunmasıdır. Bu da kişinin din
değiştirme özgürlüğü korunarak yapılır. Dine ve inançlara zıt fikirler ve din
değiştirmek suç değildir. Kilise ve devlet ayrılığının bizatihi seküler kültürün
korunması olduğu iddiası büyük bir hatadır. O seküler kültürü, dinleri koruduğundan
daha fazla korumaz. Biz Rawls’un itirazları anlamazdan geldiğini düşünüyoruz,
çünkü söylenen -biz de katılıyoruz-, bu ayrımın bizatihi seküler bir bakış açısının
tezahürü olduğu olsa gerektir. Ona göre Amerikalıların bir meziyeti olarak gösterilen
ve öyle de olan, dinin geniş kabulü ve canlılığının kaynağı, dinlerin anayasa ile
devlet karşısında korunmuş olması ve bu sebeple hiçbir dinin devlet yönetimini ele
geçirip öbür dinlere baskı yapmasına imkân tanımamasıdır.534 Toucqueville,
531
A.g.e., s. 166.
A.g.e., s. 168.
533
A.g.e., s. 168-169.
534
Revisited, s. 603. Reemtsma’nın seküler kültürün dinlerden daha fazla korunmadığı fikrine paralel
sözleri hatırlanabilir. Rawls (dipnot 75’de) yine Hıristiyanlığın baskıcı tarihine -ki buna lanet diyor-,
dayanır. Bu tarihten örnekler veren Rawls, bu durumu ancak II. Vatikan Konsülü ile (Katoliklerde)
yumuşadığına dikkat çeker. Dinî özgürlük hakkı burada kabul olunmuştur.
532
179
Rawls’un bir kez daha destekçisidir. Toucqueville’e göre Anglo-Amerikalı toplumun
doğmasına din sebep olmuştur. Ancak din ABD’de kendini sınırlamıştır. Dinî
kurumlar politik kurumlardan ayrılmıştır.535 Dinin ayrı bir alanı vardır, papazlar
orada egemendir, ama asla dışına çıkmaz, cemaatini bir ölçüde baskı altına alır ve
sonra onları bağımsızlık ve tutarsızlıklarıyla kendi hallerine bırakır. Din, en korkulu
rakibi olan bireyin bağımsızlık ruhuna karşı, başarılı mücadelesini sürdürür.536
Kilise-din ayrılığı siyasî liberalizmden kabul görür. Bazılarının bunu din düşmanlığı
olarak görüp değiştirmeye çalışmaları, dinin ABD’deki gücünün asıl sebebini
anlayamamaktan ileri gelir. Bunlar geçici siyasî iktidar uğruna dini tehlikeye
atmaktan kaçınmazlar.537
Siyasî adalet toplumdaki herkese ikna edici gerekçeler gösterene kadar
beklemez. Zira tüm bireyler demek, herkesin aynı doğaya sahip olduğunu kabulü
gerektirir ki, bu dinî veya seküler bir makul kapsamlı öğretiye de dayansa, Rawls’un
kaçınmaya çalıştığı şeydir. Đnsan doğası teorileri terk edilir ve bireylerin vatandaş
kabul edildiği siyasî bakış benimsenir.538 Siyasî liberalizmin en önemli özelliği,
vatandaşların hem bir makul kapsamlı öğretiyi hem siyasî anlayışı (yani buna hem
makulü hem rasyoneli diyebiliriz) kabul etmesidir. Fakat bu ikisinin ilişkisi yanlış
anlaşılmaya açıktır. Siyasî liberalizmin modus vivendiden artısı, tüm makul kapsamlı
öğretilerin siyasî adaleti desteklemeleridir. Makul kapsamlı öğretiler bütün
vatandaşlara vicdan hürriyeti, din özgürlüğünü içeren temel hak ve özgürlükleri
sunan bu toplumu onaylar. Bu toplumu desteklemek istemeyen öğretiler makul
sayılmazlar. Zira karşılıklılık kıstasını yerine getirmezler. Örnek, kralların ilahî
hakları ve aristokrasi çeşitlerine dair öğretiler ve köktendincilerdir. Kapsamlı
öğretiler demokratik toplumun değerlerini ihlal edebilirler, ama bu durumda
makullük iddiasında bulunamazlar. Karşılıklılık kamusal akıl için önemli olduğundan
bu gayr-ı makul öğretiler reddedilir.539 Rawls, bir makul kapsamlı öğreti nazarında,
535
Toucqueville, s. 125.
A.g.e., s. 132.
537
Revisited, s. 604.
538
A.g.e., s. 607-608.
539
A.g.e., s. 609. Rawls aristokrasiyi uygun bulmaz ama, Schmitt’e paralel şekilde, Tocqueville de
demokrasinin böyle bir aristokrasiye yol açabileceğini belirtir ve Đmalat Sanayi Yeni Bir Aristokrasi
Yaratabilir mi? başlığı altında bunu inceler. Netice sanayici aristokrasinin en acımasız, hatta en zararlı
türden bir aristokrasi olduğudur. Eski aristokrasiler hizmetçilerine bağımlıydı, onlara yardım ederdi.
Fakat sanayici onları aşağılar, yoksullaştırıp, kamunun yardımına terk eder. bkz. Tocqueville, s. 188.
536
180
özellikle bu bir din ise, değerler sıralamasının kendisininkine uymayacağını kabul
eder. Örneğin, selamet, ebedî hayat gibi değerler müteal değerlerdir. Fakat bunlar
siyasî olanlar dünyevî olduklarından siyasî değerlerden üstün bile olsalar, düşük
seviyeli ama makul (dünyevî) değerler dinin müteal ve üstün değerlerince ihlal
edilemezler. Zaten makul öğreti bu değerleri çiğnemeyen öğretidir. Rawls bir kez
daha dindarın anayasal bir rejimi kabul için (rasyonelleştirmek adına) “Tanrı’nın
özgürlüğüne çizdiği sınır buymuş” diyebileceğini söyleyerek fikrini destekler.540
Rawls, konuyu toparlama açısından, en baştan beri çağdaş dünyanın rahatsız
edici sorunu olan demokrasi ile dinî veya dindışı makul kapsamlı öğretilerin
bağdaşıp bağdaşmayacağını, eğer bağdaşırsa bunun nasıl olacağını düşündüğünü
belirtir. Bu sorunun çözümü için siyasî liberalizm kendi başına duran bir siyasî adalet
ile makul kapsamlı öğretileri ayırır. Kilise veya Đncil’e dayalı bir dinî öğreti elbette
liberal kapsamlı öğreti olamaz. Bunun başat dinî ve ahlâkî düsturları örneğin Kant
veya Mill’in düsturları gibi değildir. Buna karşın bu tarz bir dinî öğreti anayasal
demokratik bir toplumu ve kamusal aklı benimseyebilir. Burada meselenin özü
kamusal aklın siyasî bir düşünce olmasıdır. Kamusal aklın içeriğini belirleyen
karşılıklılık ölçütünü yerine getiren liberal siyasî adalet anlayışlarıdır. Dinî inançlar
ve düsturlar, din ve vicdan hürriyetini içeren temel hak ve özgürlükleri karşıladığı
sürece, kamusal akıl dinlere müdahale etmez, din ile demokrasi arasında bir savaş
olmadığı gibi buna gerek de yoktur. Zaten bu sebeple siyasî liberalizm, geçmişte
Katoliklikle çatışan aydınlanma liberalizminden radikal biçimde farklıdır ve onu
reddeder.541 Demokrasi ile makul dinî öğretiler ve makul dinî öğretilerin kendi
aralarındaki anlaşmazlıklar anayasal demokratik toplumun sınırları içinde büyük
oranda yatıştırılabilir. Bunu sağlayan hoşgörü ilkesidir. Temel siyasî meselelerde
kamusal akıl açısından siyasî makuliyet tek başına yeterlidir. Tabii ki, köktendinci
öğretiler kamusal akıl ve müzakereci demokrasiye karşı çıkabilecekler ve dinlerine
aykırı bir kültüre sebep olacağını söyleyebileceklerdir. Dahası bu dinî öğretiler
Keza demokrasinin hayatı kalitesizleştirmesi, ruhu bırakıp bedene yönelmesi, sanat ve edebiyatta
kıraç oluşu, soy aristokrasisinin bu konularda bariz üstünlüğü için bkz. s. 144-152.
540
A.g.e, s. 609.
541
A.g.e., s. 611. Israrla belirttiğimiz, Rawls’un ıskaladığı, kamusal aklın zaten temel hak ve
özgürlüklerin, din ve vicdan hürriyetinin kendine ait anlayışıyla dinlere makuliyet atfetmesi bizatihi
dinlere müdahale, onları tahdid oluşudur. Buna göre, Rawls Kantçı olduğuna göre Kant’tan
esinlenerek, Rawls’un kuramında yani siyasal liberalizminde dinlerin konumunu Kamusal Aklın
Sınırları Đçinde Din şeklinde ifade edebiliriz.
181
nazarında dinî doğru siyasî makuliyetten daha mühim olabilir. Siyasal liberalizm
yalnızca bu öğretinin makul olmadığını söyler, fazlası zaiddir. Her gerçek toplum,
demokratik toplumla bağdaşmayan dinî veya seküler makul olmayan öğretiler
içerebilir. Makul olmayan öğretiler demokratik kurumlar için tehdittir. Çünkü onlar
anayasal düzeni sadece modus vivendi olarak onaylarlar. Bu öğretilerin mevcudiyeti
kamusal akıl düşüncesi ve meşru yasası olan bir makul demokratik toplumu
gerçekleştirme hedefini sınırlar. Bu kamusal aklın kusuru veya başarısızlığı değildir,
sadece onun başarabileceklerinin bir sınırı olduğunu gösterir. Fakat bu sınır mümkün
olan en iyisini yapma çabasının değerini azaltmaz.542
Rawls, TJ’nin demokratik bir toplum için en uygun ahlâkî temeli aradığını ve
burada hakkaniyet olarak adaletin, iyi-düzenlenmiş toplum üyelerinin tamamının
aynı öğretiyi benimsediğini kabul ettiği kapsamlı bir öğreti (kapsamlı öğreti kitapta
geçmese de) olarak ortaya konulduğunu söyler. Rawls, TJ’de toplumdaki farklılıkları
gözden kaçırdığını veya giderilebilir olduklarını düşündüğünü fark etmiştir. Makul
çoğulculuk olgusuna vurguyla beraber, TJ’deki iyi-düzenlenmiş toplumun bu
çoğulculuğa derman olamayacağı kanaatine ulaşmış ve bu tarz bir toplumu muhal
addetmiştir.543 Dolayısıyla PL farklı bir sorunu ele almıştır. Yani makul kapsamlı
öğretilerin müntesiplerinin, bilhassa dindarların aynı zamanda siyasî bir anlayışı da
benimseyip benimseyemeyecekleri Rawls’un PL’deki sorusudur.544 TJ’de ve PL’de
bir kamusal akıl anlayışı vardır ama simetrik değildir. TJ’de kapsamlı bir tarzda
sunulan kamusal akıl, PL’de, “vatandaşların kapsamlı öğretilerine, demokratik
siyaset ile uyuştukları sürece karışmayan ve vatandaşlarca benimsenen siyasî
542
A.g.e., s. 611-614. Reemtsma’ya göre dindarlığa sırf varlar diye saygı duyulmaz. Saygısı kişi
olmalarına, kutsal hisler beslemelerine -toplumsal ılımlılık içinde yaptıkları sürece- karşıdır. Buradaki
dayanağı, Rawls’un makul çoğulculuk olgusu ve muhakeme zorlukları anlayışını andıran “herkesin
dünyayı aynı anahtar deliğinden görme olanağından yoksunluğu” düşüncesidir. Zaten yazar bu
cümleden “saygı” ve (Rawls’ta olduğu gibi) “karşılıklılık” durumu çıkarır. Birlikte yaşamanın
kurallarına uyulması koşuluyla herkesin davranışlarına verdiği anlama saygı duyulur. Diğerlerinden
kendi bakış açısını kabul beklenemez. Ancak, bir dindardan davranışlarının sonucu, kendisininkinin
sonucuyla aynı olması beklenebilir. Dindar ötekine inancının potansiyel taşıyıcısı olarak bakar, öteki,
ona vatandaşı olarak saygı duyar. Seküler toplumda “benim görüş açım” tarzı bir tutum çerçeveyi
belirler. Reemtsma, s. 44.
543
A.g.e., s. 614.
544
Benzer soru Audi için de çıkış noktasıdır: Özgür ve demokratik bir toplum din ve siyaset arasında
münasip bir ahengi nasıl tesis edebilecektir. Farklı dinden insanların karşılıklı bir saygı atmosferindeki
yurttaşlar olarak işbirliğinde olabilecekleri sosyo-politik standartlara yol açacak demokrasi ve ona
uygun ahlâkî ilkeler çerçevesi şekillendirilebilecek midir? Audi iyimsedir. bkz. R. Audi, Religious
Commitment and Secular Reason, Cambridge Univ. Press, 2000, s. 3-4.
182
değerlere dair bir akıl yürütme yolu” olarak sunulur. Bu şekilde, PL’deki iyidüzenlenmiş toplum, vatandaşların bağdaşmaz ama makul kapsamlı öğretileri kabul
ettiği bir toplumdur. Bu öğretiler, temel hak ve özgürlükleri ve en makul olmasalar
bile, makul siyasî anlayışlara destek verirler.545
Đşte son asrın en etkili, hatta yıllarca görev yaptığı Harvard Üniversitesinin
internet sitesinde isminin Heidegger (1889-1976) ve Wittengstein (1889-1951) ile
birlikte anılmayı en çok hak eden filozof olarak takdim edilen, siyaset düşünürünün
Pax-Americana inşası budur. Rawls, durmaksızın değişen ama özünde (hem kendine
hem bize göre) hiç değilse gayesi açısından aynı kalan bir sistem kurmuştur. Bu
anlamda biz de düşüncelerinin içsel bir bağlılık taşıdığını düşünüyoruz. Dolayısıyla
çalışmamızdaki Siyasal Liberalizm ifadesinin yalnızca aynı adlı kitapla ve
öncesindeki ve sonrasındaki bazı makalelerle sınırlı kalmasındansa TJ başta olmak
üzere bütün yazılarının ruhunda olan fikirleri de kapsayacak şekilde ele alınmasının
münasip olacağını düşündük ve dinlerin konumunu bu bağlamda ele almaya çalıştık.
Zira çalışmanın da göstermeye çalıştığı üzere, Rawls TJ’de dinleri doğrudan konu
edinmiyor görünse de, buradaki fikir ve kavramları PL’de dinlerin konumunu ele
alırken eksen oluşturacak kadar köklü ve ucu açık geliştirilmişlerdir: Öyle ki, yeni
sorunla ilgisinin kurulması adına tekrar başlık açtığımız birkaç kavram dışında, TJ’de
ele aldığımız önemli kavramları tekrar konu edinmedik. Örneğin, en başta, teorinin
özü olan iki adalet ilkesini tekrarlamadık. Unutmamalıdır ki, bu ilkeler, Rawls’un
PL’de defaatle vurguladığı temel yapıya uygulanacak, anayasanın ve toplumsal,
siyasî ve ekonomik kurumların kendilerine göre belirlendiği, hatta makul kapsamlı
öğretilerin makuliyetinin saptandığı ölçütlerin türetildikleri ilkelerdir. Siyasal adalet
anlayışı denilen hakkaniyet olarak adalet bu ilkeleri içerir. Dinlerin konumu ile ilgili
tartışmanın sınırlarını bu ilkeler ve yine bu ilkelerin içeriğini sağladığı kamusal akıl,
kamusal temellendirme, karşılıklılık, proviso, makuliyet, örtüşen mutabakat gibi
mefhumlar çizer. Anayasa iki adalet ilkesine göre belirlenmiştir ve yüksek mahkeme
kamusal akılın timsalidir. Yani kamusal akıl, mahkeme anayasayı yorumlarken, nihaî
yorumcusu olmasa da, en üst yorumcusu olma görevini ifa ediyorken kullandığı akla
uygun bir akıldır.546
545
546
Revisited, s. 614-615.
PL, s. 231.
183
Sonraki bölümde Rawls’un fikirleri hakkında yapılan değerlendirmeler ve
yöneltilen eleştirilere yer vereceğiz. Böylece, çalışmamızda en baştan beri ele
aldığımız, belki kimi zaman konuyla alakasız görünen birçok kavram ve düşüncenin
ilgisinin bu sayede daha netleşeceğini düşünmekteyiz.
184
III. BÖLÜM
DEĞERLENDĐRME ve ELEŞTĐRĐLER
Rawls muhtelif yönlerden eleştirilmiştir. Bu eleştiriler doğrudan dinler
hususunda olduğu gibi, dinlere tutumu dâhil, tüm kuramının doğasını belirleyen
öncüllere, kavramlara ve muhakemelere de yöneliktir. Bu bölümde dinler
hususundakilerle beraber, bunlara yol açtığını düşündüğümüz, sistemin daha
derinlerine yöneltilen tenkitlere de değineceğiz.
Rawls, peçe gerisinden kendi adalet ilkelerinin, nasıl, hangi motivasyon ve
strateji ile seçileceklerini göstermeye çalışmıştı. Bize göre bu noktada PL açısından
önemli sorunlar açığa çıkmaktadır. O, TJ’de bir şekilde Batı geleneğinde olan
anlayışlar arasında -muarızı olduğu yararcılık da liberalizmin bir türüdür- seçim
yaptırıyordu ve makul çoğulculuk olgusunu göz önünde bulundurmamıştı. Oysa
PL’de bunun üzerine bir teori inşa edilmektedir. Liberalizmin farklı okulları
arasındaki bir tercih hem zor olmayacaktır, hem de sadece ekonomik hususlara
yoğunlaşmaktadır. Böyle bir değişim, toplumsal, coğrafi, kültürel bir çevre ve kimlik
değişimi gerektirmemektedir. Nispeten küçük düzenlemeler yeterli olabilmektedir.
Ekonomik birkaç ilke değişimi dışında, Mill’in ve Rawls’un toplumu arasında fark
nedir? Örneğin toplumun yapısı neredeyse aynı kalarak, toplumsal yaşam aynen
devam ederek, Rawls Mill’e tercih edilebilir. Çünkü Rawls, bir nevi “üst yapı” ile
ilgilenir. Yani temel toplum yapısı dışındaki ardalan kültürü konu almaz. Oysa din
değiştirmek, insanın tüm çevresini, atmosferini değiştirebilir, kişinin bütün kimliği
dönüşebilir, hayata baktığı gözlük farklılaşır, daha doğrusu, gözlük çıkar. Kişi,
şeyleri olduğu gibi görür, bununla yetinmez, olan şeyler (kendince) olması
gerekenler değilse, olması gereken için çabalamayı ibadet bilir. Ayrıca dindar (sivil),
toplum kendince ahlâksızlık içinde yüzüyorken, ahlâksız bir toplumun başının ve
kurumlarının ahlâklı olamayacağını, keza Rawls’un ahlâkî kişi dediğinin ahlâkî
olmadığını ve onun iyi- düzenlenmiş toplumunda hak ve iyinin örtüşmesinin muhal
olduğunu, çünkü öncüllerinin yanlış olduğunu düşünebilir. Yine o, ahlâk ile hukuku
ayırmak da istemeyebilir. TJ’de olmayan yabancı unsurların varlığı da kabul
ediliyorsa, yani kamusal kültürde dinlerin yer aldığına inanılıyorsa, kamusal
185
müzakerede, dindarlardan kamusal akla uymayacak fikirlerini törpülemelerini ve
ötekilerle aynı çizgiye getirmelerini söylemek anlamsızdır. Açıktır ki, kamusal
müzakere, bizatihi sekülerdir ve dindar nihayet liberal demokrasinin önemseyeceği
bir karara uymak durumunda kalacaktır. Rawls veya bir liberal kendi yargısının
değişebilirliğini kabul edebilir. Ama dindarın, en azından genel ilkelerde, yargıları
kendi yargıları değildir. Vahyin, kutsal metinlerin, Tanrı’nın yargılarıdır. Hiç değilse
o öyle düşünmektedir. Rawls’un fikir değiştirmesinin verdiği acı, huzursuzluk ve
kişilik parçalanması ile dindarınki elbette bir olamaz. Kaldı ki, Rawls için de
olmazsa olmazlar vardır. Acaba Rawls, hangi kanıtlar gelirse gelsin köleliğin ahlâklı
olduğu veya din değiştirenlerin yakılmasının normal olduğuna inanacak mıdır? O,
insan özgürlüğü veya eşitliğinin şu ya da bu ilke ile daha iyi sağlanabileceğine belki
ikna olabilecektir. Ama insanın özgür veya eşit olmadığına inanmayacaktır. Ya da
inanırsa, buradaki tecrübe ettiği değişiklik ilk ihtimaldekinden çok daha derin bir
değişimin neticesidir, tüm dünya görüşü değişmiş demektir.
Bunlara ek olarak, demokratik kamusal kültürde mündemiç değerlere
dayandığını söyleyen Rawls’un, kapsamlı öğretiler dediği dünya görüşleri
müntesiplerini besleyen ve bağlı oldukları değerleri yeniden üreterek, üyelerinin
çoğulculuğun
izafîleştirici
ortamından
masun
kalmasını
sağlayacak
kendi
kültürlerini, ardalana inhisarı örtülü ve orta ve uzun vadede aşındırıcı bir girişimdir.
Yukarıda ima edildiği gibi, liberal değerler ve bireylerin ancak böyle bir ortamda
yetişeceği düşünülürken, kapsamlı öğretilerin bundan mahrum kılınması hakkaniyet
iddiasıyla bağdaşır değildir. Kapsamlı öğretilerin kültürlerinin ikincil hale
getirilmesi, bir nevi soyu tükenmemesi için koruma altına alınışı, sınırlarını liberal
değerlerin saptadığı kısıtlı ve yapay “demir kafesler” (ilk durumdaki peçenin demir
perdeden farkı yok gibidir) içinde ehlileştirilmiş biçimde yaşayan bu öğreti
müntesiplerinin, gerçek hayatın gerçek koşulları karşısında zihnen ve aksiyonel
olarak tavır alma becerilerini köreltmeye müncer olacaktır. PL’den sonraki
iyileştirme hamleleri de hâlâ cılızdır. Kültürün ve değerlerin üretilmesi ve nesiller
arası taşınması, yeni koşullara cevaplar üretebilecek birikime ve rafine kıvama
erişmesi daha üst bir kültürün altında, altın olduğu söylenen bir kafeste bile, mümkün
görünmemektedir. Bu durumda, dindarlar başta olmak üzere kapsamlı öğretilerin
üyelerinin, altın kafes yerine “vatanım (dünya görüşüm)” demeleri yüksek bir
186
olasılıktır ki, çalışmamızın da konusunu içeren sorunların belirmesi ve Rawls’un
kuramını sürekli esnetmesi buna işaret etmektedir.
Eleştiri ve değerlendirmeler arasında kesişme noktaları ve geçirgenlik
hâkimdir ve kesin sınırlarla ayırmak kolay değildir. Buna rağmen, biz bu bölümde,
genel birkaç başlık altında, kendi yorumlarımızla bağlantılar kurmaya da çalışarak,
bunları aktarmak istiyoruz. Bu bağlamda, liberal teorinin dinler hususunda
eleştirilmesinin başlıca nedenleri arasında olan kamusal/özel (Rawls kamusal/ardalan
der) ayrımına dair eleştirilere -ancak çok geniş olan bu konuyu, farklı eleştirilere de
değineceğimiz için, bazı açılardan ele alacağız-
bakmak meseleyi açmak adına
faydalı olacaktır. Fakat belirttiğimiz gibi hemen hemen tüm kavramlar iç içedir.
Dolayısıyla başlıkların bunlar arasındaki bağlantıları gözden kaçırmaması mühimdir.
Bütün başlıklardaki değerlendirmeler bütüncül olarak algılandığında daha noksansız
bir kavrayışı sağlayacaktır kanaatindeyiz.
1- Kamusal/Özel Ayrımı
Aktay’a göre, dinler ruhanî tüm ilgilerini bedensel pratikler aracılığıyla
kurarlar ve müminlerinin bedenleri üzerinde kurdukları denetim sayesinde
somutlaşırlar. Dindarların sekülerleşmeleri bölünmüş benlikleriyle ifade olunur ve
kaynağı ruhun bir dine ait olmasına rağmen bedenin başka yerde olmasıdır. Modern
dünyada görülen dinlerdeki öz-biçim geriliminin biçim lehine artmasının nedeni de,
dinin bedene egemen olma arzusunun uyanmasıdır.547 Bedensel pratiklerin
dindarların kimlik oluşumlarıyla ilgisi vardır. Bedenin kontrolünün dünyevî iktidarla
paylaşımı sekülerleşmeyi perçinlemektedir. Bu süreç dinde şirk olarak ifade edilir ve
insanların günlük hayatı dinsel eylemlerden uzak olduğundan bir dine inanç
alakasızlaşmaktadır. Çünkü insanlar dine mensubiyet hissi veren hiçbir eyleme
katılmamaktadırlar. Oysa bir din, matrix itirazlarımıza işaretle, günlük hayat için
davranış kalıpları ürettiği ölçüde sekülerleştirici ortama rağmen var olabilirler.548
Dolayısıyla, dindarın kamusal akıl ve kamusal alan hatırına dinsel nedenlerini askıya
alması onda kimlik ve kişilik bölünmesine ve suçluluk hissine yol açacaktır. Benlik
547
Y. Aktay, Đktidarın Kaynağı ve Nesnesi Olarak Beden ve Kimlik Politikaları, Sivil Bir Kamusal
Alan, s. 75 ve 79. Bunu dinin dönüşü şeklinde yorumlanan maddi âlemde görünürlüğünün artmasıyla
uyumlu görebiliriz. Kalpteki yerinden tekrar bedene malik olma isteği dinin görünürlüğünü
arttırmıştır.
548
A.g.e., s. 82-83. Benzer fikirler için bkz. Eberle, s. 30-33.
187
kişinin özel alanı ile Rawls’un kamusal alanının kuralları arasında bölünmüştür.549
Kaldı ki bu sadece ayrıntı bile sayılabilir. Asıl önemlisi din hissini zayıflatması ve
sekülerleştirici etkisidir. Önceleri kamusal alanın en önemli aktörlerinden olan din,
modern zamanlarda özel alan kamuya açılmasına karşın, özel alana sıkıştırılmıştır.
Oysa din hiçbir zaman bireysel bir mesele olmamış, bilakis kendi değerleri ve
simgeleriyle müşterek bir kamusal alan oluşturmuştur. Ancak şimdiki anlamıyla din,
insanın özüne ilişkin çözümler üretemeyecektir.550
Liberal gelenek, kamusal alandaki bireyi hukukî bağlamda bir yurttaş olarak
niteler. Kamusal alanda var olabilmenin koşulu ortak yurttaşlık kimliğidir
(çoğulculuk gereği herkes bir tek iyi anlayışı üzerinde, mesela Müslüman, Hıristiyan,
Marksist gibi tanımlanamayacağı için). Yurttaş kimliği kamusal alanda geçerlidir.
Postmodernizm’in baskısı liberalleri farklı arayışlara itmiştir. Yeni arayışların
bazıları kamusal alan hakkında olmuştur. Rawls’un yeni tarihsel durumda gelişen
kamusal alan düşüncesi liberal gelenekten oldukça farklıdır. Rawls, geleneğin
yurttaşlık temelli anlayışından ayrılarak liberal bir ethos’u temel almıştır. Yani
yurttaşlık-hukuk-siyasî yapı ilişkisi değil, kamusal alandaki herkesin ortak liberal
kültürü esastır.551 Hangi kişi veya grubun kamusal alanda görünebileceği hakkaniyet
olarak adalet ile ilişkilerine bağlıdır. Makuliyet şartı bir elemeye sebep olur ve bazı
makul kapsamlı öğretiler kamusal alandan dışlanırlar. Siyasî alanın özel alandan
ayrılması, siyaseti özerkleştirmeye matuftur. Örtüşen mutabakat kamusal alanın
kurucu unsurudur. Mutabakat, teorinin ana ilgisi olan istikrarın kaynağı olduğundan,
bir pazarlık sonucu ulaşılmaz. Örtüşen mutabakatın temelinde insanın ahlâkî
karakteri vardır. Bu, felsefî niteliğinden koparılmış Kantçı bireye başvuru anlamına
gelir. Bireyin çıkarcı olmayan ve kategorik imperatife göre eyleyen doğası, siyasete
hasr olunarak, toplumsal işbirliğinin koşullarını bilme, bunlara uyma şeklinde
formüle edilir. Hepsi aynı karakterde olduğundan pazarlığa hacet olmaksızın
anlaşırlar.552
549
R. Alejandro, What is Political About Rawls’ Political Liberalism, The Agenda, s. 311.
M. Aydın, Kamusal Alan ve Siyaset, Sivil Bir Kamusal Alan, s. 99.
551
A. Müftüoğlu, Rawls’un Uzlaşmacı Liberal Kültürü, s. 48-49. Rawls’un kamusal alan anlayışı için
ayrıca bkz. Kamusal Alan ve Türkiye, Edit: A. Karadağ, Asil Yay., Ank., 2006, s. 19-25. Karadağ’a
göre, modernitenin kamusal alanı yaderkti. Toplumun kuruluşu beşerî-seküler bir üst-anlatıya dayalı
olarak gizemli kılınmıştır. Postmodern gelişmeler bu yaderk kamusallıktan çıkış için olanak
yaratmıştır. Yeni kamusal alanın iki özelliği özerk toplum ve çok katmanlı öznedir. s. 65.
552
A.g.e., s. 59-60.
550
188
Rawls’un kamusal alan anlayışının uzlaşımsal oluşu, tüm makul kapsamlı
öğretileri anti-demokratik ve anti-liberal doğaları gereği liberal kuramından
dışlamıştır. Bu onun en özgün yanlarındandır ve felsefî temellendirme yerine
kamusal uzlaşımı koyarak felsefî liberalizm geleneğinden ayrılmıştır. Siyasal
liberalizm liberal toplumun sorunlarına çözüm bulmalıdır. Çözüm arayışının
odağında ise bu sorunların ele alınacağı, yani kültürel tanınma ve eşitlik taleplerini,
kendine gömülü değil de diyaloğa açık birey temelinde karşılamaya çalışacak bir
kamusal alan olacaktır. Zira kamusal alan bireylerin diğerleri ile siyasî yapıyla ilişki
kurduğu yerdir.553
Liberal kamusal alan yansızlık hususunda eleştirilmektedir. Modern siyasetin
ilgilendiği güç, öz-saygı, fırsatlar gibi temel kavramlar liberal yansızlıkla
değerlendirilemeyecek kadar belirsiz ve karmaşıktır. Modern siyaset bunları
tartışmakta, iyi, adil, ahlâkî ve hukukînin ne olduğunu sorgulayıp, yeniden
tanımlamaktadır. Bir ilk durumda bulunan hakkaniyet olarak adalet ilkeleri, iyi ve
adilin statik olmaması karşısında yeterli yanıtlar bulamayabilir. Bu kavramlar
kamusal veya özel herhangi bir konunun algılanmasında etkili olacaklarından
zamanla değişebilirler. Liberaller, kamusal alanın boyutunu siyasalla sınırlarlar.
Fakat ahlâkî sorunlar artık daha fazla gündemdedir. Dolayısıyla siyasalın sınırları
belirsizleşmiştir. Kürtaj, çevre sorunları, aile içi şiddet, kadın hakları, cinsel kimlik
vs. gibi özel alan konuları kamusal alanda müzakere edilmeye başlanmıştır. Bu
konularda deontolojik liberallerin yetersiz kaldığı inancı ile cemaatçiler toplumun
teleolojik bakımdan ele alınmasını önermişlerdir.554
Bazı yorumlara göre, cemaatçi kamusal alan liberallerin siyasal alanından çap
ve içerik açısından daha geniştir. Liberal muadili siyasal meşruiyet kaynağı ve
çatışmaların uzlaşma alanı olarak nitelenirken, cemaatçi kamusal alan, medenî
toplumun işlevsellik alanıdır. Toplumsallığa önem verilir ve bireyler toplumsal
bağlılıkları temelinde kendileri ile ilgili konularda farkındalık hissederler. Bireyler
ancak bu bağlılıklarıyla kültür ve anlam taşıyıcısı olabilirler (yani cemaatçi
bireylerde peçe yoktur). Cemaatçiler liberal hoşgörüye karşı, öteki ile dinleme ve
553
554
A.g.e., s. 65-67.
H. Kırık, Kamusal Alan ve Demokrasi, Salyangoz Yay., Đst., 2005, s. 46-48.
189
konuşma eksenli bir buluşma zemini ararlar.555 Liberalizmde dinin konumu,
düşünürler arasında farklılıklar varsa da, genel olarak sekülerliğe ağırlık verilerek
tanımlanır. Rawls’ta din tamamen bireysel alan ile sınırlanmıştır. Liberal sistem
herhangi bir kapsamlı öğretiyi içine alamaz.556
Öyleyse, bizce dindarlara sunulan nisbî hürriyet, ardalan kültür (veya dinin
mahpus olduğu vicdan) hapishanesinde özgürce ileri geri yürümekten ibarettir. Bu
durumda “mahkûmların dilemması” en iyi dindarları anlatıyor olsa gerektir. Taylor’a
göre, kamusal alanın yeniliği radikal sekülerliğidir. Radikal sekülerlik, toplumun
ilahî bir temele dayandığı fikriyle ters düşmesine ek olarak, toplumu ortak eylemleri
aşan bir şeyle oluşmuş saymaktan da gelir. Kamusal alan fikir alışverişiyle bir ortak
kanıya varmaktır. Ortaklığı mümkün kılan, Tanrı değildir. Sadece bizim bu şekilde
hareket etmemizden kaynaklanır. Kamusal alan dindışı bir zamanda oluşmuş, seküler
bir mekândır. Ayrıca o sadece tek bir mekân değildir. Bütün zaman ve toplum
anlayışımızı dönüştüren bir gelişimin parçasıdır.557
Eberle’ye göre, genel insan psikolojisi ve teizmin ne anlama geldiği
düşünülünce, ilk durumdaki tarafların liberal meşruiyet ilkesini benimsemeyeceği
sonucuna ulaşılabilir. Teistler hayatlarını kamusal ve özel diye ikiye bölmek
istemezler. Dinî paranteze almak benliği yok etmektir. Daha iyi bir alternetif varsa ki vardır- teist liberal ilkeyi seçmeyecektir. Teist, kendisini anlamlı bir hayatı
sürmekten alıkoyan ilkeleri kabul etmemekte haklıdır.558 Dindarların liberallerin
kısıtlama ilkesine karşı ahlâkî bir yükümlülükleri yoktur. Fakat dindar “vicdanî bir
sorumluluk gereği” her şey mübah şeklinde hareket etmemelidir. Bir anlaşma yolu
aramalıdır. Bununla beraber, “bir kimse samimi olarak dindışı ikna edici bir neden
aramakla yükümlü olsa da, bu onun bu gerekçeyi bulamadığında iddiasından
555
A.g.e., 59-61. Yazara göre kamusal alan mekansal değil söylemseldir; görünürlükle değil
iletişimsel eylemle tanımlanır, çünkü bireylerin iletişimsel eylem yoluyla ortak çözüm amacıyla bir
araya geldikleri her durumda oluşur. s. 135. Đletişimsel eylem kuramının asıl sahibi Habermas (1929-)
kamusal alanın tartışmalarının en önemli figürüdür. bkz. J. Habermas, Kamusallığın Yapısal
Dönüşümü, çev: T. Bora, Đletişim Yay., Đst., 2005; Ayrıca, Doğu Batı Dergisi, Kamusal Alan, Sayı 5,
1998-1999, Ank., 2004; Arendt, Đnsanlık Durumu; Çok geniş bir derleme için ise bkz. Kamusal Alan,
Edit: M. Özbek, Hil Yay., Đst., s. 2004.
556
A.g.e., s. 197.
557
C. Taylor, Modern Toplumsal Tahayyüller, s. 99 ve 105. Kamusal alanın dindışı doğası için bkz. s.
89-111. Keza Eliade’nin fikirleri hatırlanabilir. Liberallerin kamusal alanda son sözün kendilerinde
olmasını istemeleri, kamusal-özel ayrımının Constant ve Humboldt’taki kökenleri ve tarihçesi için
bkz. R. Geuss, Kamusal Şeyler Özel Şeyler, çev: G. Koçak, YKY, Đst., 2005
558
Eberle, s. 145-146 ve 150. Yazara göre ilk durumdaki bireyler sekülerdir. s. 148.
190
vazgeçmesini gerektirmez.”559 Dinin kamusal müzakereden dışlanmasının ispatı için
anayasaya başvurmak bir anayasa köktenciliğidir. Anayasanın toplumdaki değişime
ayak uydurduğu tartışmalıdır.560
2- Kamusal Kültür ve Çoğulculuk
Rawls’un PL’de kuramını dayandırdığı temel olduğunu belirttiğimiz kamusal
kültürün en mühim özelliklerinden biri, hatırlanacağı gibi düşünürün pek önemsediği
ve ekseriya olumladığı çoğulculuktur. Bu sebeple iki konunun bağlantısı ve
birbirinden ayırmanın güçlüğü nedeniyle birlikte ele almaya gayret göstereceğiz.
Berger’e göre, çoğulculuğun en bariz sonucu dinin şahsîleşmesidir. Özel
hayatta bile bir sabite yoktur, birey farklı dinlerde doğup, evlenip, ölebilmektedir.
Toplumsal hayat dinî olmayan kıstaslara ve ideolojilere göre biçimlenmektedir, dinî
etki ya çok azdır ya da hiç yoktur. Sosyal psikoloji açısından da, çoğulculuğun
güçleri, dinî statülerin temelini sarsmıştır. Realitenin dinî tanımları doğru olma
vasıflarını kaybetmişler ve tercih meselesi olup çıkmışlardır. Đnanç artık sosyal
olarak verilmemekte, bireyin elde etmesi beklenmektedir. Basitçe, inanç salt tercih
meselesi olmaktadır. Đnancın çoğulcu durumda oluşması bir hayli zordur. Sonuç;
bireyin tecrübelerinin göçebe karakterinin yoldaşı, metafizik anlamda “ev, yuva”
kaybıdır.561
Buna göre Rawls’un normal gördüğü çoğulculuk olgusunun, dinler
zaviyesinden, tarafsız ve sıradan bir vakıa olduğunu kabulün zorluğunu
düşünebiliriz. Çoğulculuk, sekülerleşme/liberalizm tarafını tutmaktadır. Bu bağlamda
liberalizm, her şeyi pazar metası haline getirdiği gibi dinler de pazarlamaya tabi bir
meta olmuştur. Bireysel tercihlere indirgenen dinler bir din piyasası oluşmasına yol
açmıştır. Ama bu dinî iyice göreceli kılmış ve yaptırım gücünü iyiden iyiye
yitirmesine kapı aralamıştır.562 “Kötülük probleminden sonra muhtemelen herhangi
bir dinsel geleneğin yüzleştiği en büyük bilişsel sorun dinsel çoğulculuktur. Farklı ve
çatışan dinler çokluğu herhangi bir müntesibi şüpheye gark edecektir veya en
559
A.g.e., s. 190-192.
B. Sweetman, Why Politics Needs Religion: The Place of Religious Arguments in the Public
Square, IVP Academic, Illinois, 2006, s. 15.
561
Berger, Modernleşme ve Bilinç, s. 94-96.
562
Özay, s. 80-81.
560
191
azından hangi dinin doğru olduğunu seçmeyi güçleştirecektir. Çoğulculuk önemli
dozda bir şüpheyi dinî bağlılığa zerkeder.”563
Bununla
beraber,
biz
dinlerin
karşılaşmasının
şüpheyi
beslediğini
düşünmüyoruz. Çünkü dinler daha önce de karşılaştı ve bu şüpheye yol açmadı.
Hatta herkesin dindar oluşu (içeriği farklı da olsa) tam tersine din duygusunu ve
kutsala bağlılığı arttırmıştır diyebiliriz. Bir Müslümanın Hristiyan (veya tersi) olduğu
veya şüpheye düştüğü çok az görülmüştür. Ancak bu defa durum farklıdır.
Dünyevîleşme (bu zamanda doğrudan kutsalı ve dinî yadısımak anlamında ilk
olduğunu ileri sürebileceğimiz tarzıyla) tüm dinler için tahrip edicidir. Çünkü bir
dindarın din değiştirmesi çok güçtür ama kolaylıkla ve farkında olmadan
dünyevîleşebilmektedir. Zaten aydınlanma sonrası liberal kültürde makulün “en
kesin inançlarımızı bile terk etmeye hazır açık bir beyin” anlamına gelmesi buna
işarettir. Çoğulcu saldırı dindarları safları sıkılaştırmaya itebilir564 ama liberal sistem
doğrudan saldırmamaktadır.
Skerrett, Rawls’u savunuyorsa da, bu konuda eleştirir. Ona göre Rawls, PL’yi
tarihsel tehlikelere karşı tahkim etse de, makul kapsamlı öğretileri tırpanlayabilecek
olan yapısal güç modlarına karşı kördür. Burada, bize göre kamusal kültürün egemen
unsurlarından olan, sinsi güç merkezleri dinsel cemaatleri baskıcı güç ile değil,
hayatlarına her yerde sızmasıyla domine eder. Özgürlük ve demokrasi imajı saçan
küresel medya projesi çevrede yaygınlaşmaktadır. Bu teknolojik kaderle cendereye
alınan dinsel cemaatler kendi üyelerinin arzuları ve amellerini şekillendirmeye güç
yetirememektedirler. Din yalnızca bir özel efekt haline gelmektedir. PL’nin zayıflığı
bu tehlikeyi hissedememesidir. O, teknolojiye karşı güçlü bir ontoloji içeremez. Oysa
teknolojiye karşı din ve PL arasında bir çeşit denge sağlanmalıdır.565 Seküler devrim,
devlet
okullarında
sekülerleşmenin
başarısını
anlatan
yazarlara,
yargıyı
şekillendirmeye ve medya gücüne sahiptir. Basın yığınların eğitmeni halini almakla,
dinin eşiti ve halefi olmuştur.566
Ayrıca asla vazgeçilmeyen fark ilkesi açısından bakılınca da kamusal kültür
tasviri hayli iyimser görünmektedir. Henüz yirmi yıl kadar önce ABD kültürüne,
563
Eberle, s. 32-33.
A.g.e., s. 40-41.
565
Skerrett, s. 189-190.
566
R. J. Neuhaus, The Public Square: A Continıing Survey of Religion, Culture and Public Life,
Journal of Religion and Public Life, 2005, s. 60.
564
192
akademyaya yararcılığın egemen olmasından şikâyet eden ve buna karşı Kant temelli
bir deontolojik adalet geliştiren filozof, kamusal kültürdeki değerler arasında filozofların bile olanca tepkisine rağmen- fark ve adil tasarruf ilkesini seçtirecek bir
diğergamlığın yayıldığını varsaymakta gibidir. Bunu kabul edecek olursak, herhalde
bu da bir topluma bu ilkeyi doğuracak fedakârlığı aşıladığı için Rawls’un önemli bir
başarısı olsa gerektir.
Gray, tarihin sonu tezini kıyasıya eleştirdiği ve liberal demokrasilerin tarihi
başarılı bir finale taşıyacağına güveni anlamanın zorluğuna dikkat çektiği sayfalarda,
liberalizmin, liberal demokratik kurumların adalet ve insan iyiliği için eşsiz derecede
gerekli olduklarını ispatta asla başarılı olamadıklarını ileri sürer. Liberal siyaset
felsefesi, faydacı veya sözleşmeci hiçbir türünde, akıl ve törellikle onaylanacak tek
insanî yönetim biçimi olduğu temel iddiasını başaramamıştır. Liberaller insanların
gelişebileceklerini ve varlığı aşikâr olan bir “meşru yönetim biçimleri çeşitliliği”
vakıasını yadsımak gibi bir teşebbüse kalkışmışlardır. Liberalizmin katılığına ve
hoşgörüsüzlüğüne yol açan bu gerçeğin örtülmesidir. Liberal düşünürler liberal bir
ideoloji kurma adına imkânsız şeylere bile girişmekte ve miras aldıkları yerel
değerlere evrensel bir otorite kazandırmaya çabalamaktadırlar. Bu çabanın saçmalığı,
Gray’a göre, çağın usta düşünürlerinden Rawls’un özel bir tarihsel geleneğin tutarlı
bir felsefî açıklamasını vermeyi hedeflemesiyle zımnen kabul edilmiştir.567 Kuramsal
liberalizmin dört temel unsurunun (evrensellik, bireycilik, eşitlikçilik ve iyimserlik)
hiçbiri değer çoğulculuğu ile girişilen sınavdan kurtulamadığı için siyasî bir felsefe
olarak liberalizm ölmüştür.568 Liberalizmin evrensel buyurgan bir otorite olma hırsı
açısından, değer çoğulculuğu siyasal rejimlerde de çoğulculuğu dayattığından, ölü
olması, Rawls’un son dönem teşebbüsleriyle de yine zımnen kabul olunmuştur.569
Liberalizmin yaşayan tek özü sivil toplumdur. Rawls gibilerin felsefeleri ise sivil
toplum için tehlikelidir.570 Görünen o ki, Gray, Rawls’un Adalet Teorisindeki
evrensel ve metafizik karakterli bir ahlâkî sistemden, daha geniş bir mutabakatın
odağı olmak için yaptığı salt siyasî bir kurama dönüş çabasını başarısız bulmaktadır.
Rawls’un hamlesi sivil toplumun parçalı yapısına örtüşen siyasî bir “üstyapı”
567
Gray, Post-Liberalizm, s. 267.
A.g.e., s. 306.
569
A.g.e., s. 337.
570
A.g.e., s. 351.
568
193
tesisinde yetersiz kalmıştır ve modernitenin tek tipleştirici kalıntıları sisteminde hala
etkindir.
Buna paralel olarak, Kelbley’e göre, makul çoğulculuk olgusunu aşmanın
neredeyse imkânsız olduğu düşüncesiyle siyasetin makul kapsamlı öğretilerden
arındırılması önerilmektedir.571 Rawls, toplumu bu derece ayrışmış olarak tasvir
ettikten sonra, içerik farklı olsa bile, yine Hobbes’u andırırcasına, önereceği
çözümünün oluşturabileceği memnuniyetsizlikleri, asgarî müşterek ve son çare
olduğu izlenimini vererek teskin etmeye çalışacaktır. Hobbes tabiat halini insanların
Leviathan’a razı olmaya mecbur olacakları kadar kötü ve şiddete maruz kalarak
ölümün kol gezdiği bir durum olarak tasvir ediyordu. Rawls, TJ’de klasik sözleşme
ve tabiat hali düşüncesini kullanmış ancak daha fazla bir soyutluk derecesine
çıkararak iki ilke geliştirmişti. O, Hobbes, Locke veya Rousseau’daki devlete geçiş
sözleşmesi yerine, insanların ayrı hücrelerde aynı sonuçlara vardığı -aslında kelimeyi
karşılamayan bir yöntemle- bir sözleşme ihdas etmişti. PL’de Hobbes’a benzeyen,
toplumdaki bölünmüşlüğe gönderimde bulunarak, üstelik görünüşte makul kapsamlı
öğretiler arasında ayrım yapmamasına rağmen sürekli din savaşlarını, dinlerin
baskılarını örnek göstererek, insanları kendi kuramına razı etmeye çalışmasıdır.
Rawls’un ilk durum tasviri kendisinin de kabul ettiği üzere ahistoriktir ve bir
modellemedir.572
571
C. Kelbly, Rawls: From Moral to Political Theory, The Agenda, s. 203.
Rawls, cemaatçi ilk durum, Ben, “peçe” eleştirilerine karşı, Sandel özelinde, ilk durumun temsil
aracı olarak taşıdığı soyutluğun yanlış anlaşılmalara mesela tarafların metafizik kişilikler olduğu
yanılgısına yol açacağı cevabını veriyor. Benin amaçlarından, iyi anlayışlarından bağımsız ve önce
gelmesi gibi yanılsamalar ilk durumu bir temsil aracı olarak görememekten kaynaklanır. Peçenin
Benin doğası ile ilgili metafizik bir iddiası yoktur, benliğin kişilerin tarafların bilmelerine izin
verilmeyen gerçeklerinden ontolojik önceliğini ima etmez. Siyasal Liberalizm, s. 71. Ayrıca Rawls (s.
5, dipnot 6) geçirdiği dönüşümlerin cemaatçi ya da diğer eleştirilere cevap olduğu iddialarını kabul
etmez. Açıkçası ilk durumun salt temsil aracı olduğu cevabı ikna edici gelmemektedir. Evvela, bu
Rawls’u, hep dinlerin ve dindarların anti-kahraman oldukları hikâyeler yazan bir Hollywood bilim
kurgu senaristi yapar. Zira büyük bir teori bir faraziyeye dayanmaktadır. Ayrıca benliğin iyi anlayışına
ontolojik önceliğini ima etmiyorsa da, hiç değilse pratikte insanların kamusal hayatta makul kapsamlı
öğretilerini askıya alabileceklerini, hatta din değiştirmenin bile kamusal kimliği etkilemediği fikrine
imkân sunmaktadır. Rawls kamusal kimliğin değişmemesine örnek olarak Tarsuslu Saul’un Şam
yolunda Havarî Pavlus olduğunu ama bunun onun kamusal kimliğini değiştirmediğini, kamusal
hayatın amaçları açısından ikisinin aynı kişi olduğunu, dinsel değişimin kamusal/kurumsal kimlikle
ilgisiz olduğunu söyler. PL, s. 31-32, dipnot 34, ayrıca Restatement, s. 21-23. Biz ise şunu sorabiliriz:
Hz. Peygamberi öldürmeye giden Ömer ile sonraki Ömer Faruk aynı kişi midir? Rawls’un iddiası
tarafsız devlet açısından bu kişilerin konumunda değişiklik olmayacağı ise olumlu görülebilir. Ancak
din değişikliğinin kişiyi farklı bir insan hatta Rawls’un gayrı makul sayabileceği biri kılabileceği
malumdur.
572
194
Bununla beraber kabul etmeliyiz ki, düşünür çağdaş toplumların sosyolojik
tasvirinde az çok haklıdır.573 Yani “olan-makul çoğulculuk” hususundaki
kanaatlerini, buradan çıkardığı normatif hükümleri sorunlu görüyorsak da, kısmen
doğru gözükmektedir. Bizim için tartışmalı olan Rawls’un bu sosyolojik olguyu gelip
geçici bir şey olarak görmemesi ve özgür kurumlar altında insan aklının özgür
işleyişinin doğal neticesi diyerek olumlaması, sitayişle bahsetmesi ve kolay kolay
ortadan kalkmayacağını söylemesidir. O, böylece son zamanlarda içine konuşlandığı
postmodernitenin daha geniş mantıkî sonuçlarına dikkat etmeksizin, teorisinin
ABD’nin kamusal siyasal kültürüne inhisarıyla iktifa etmiştir. Yani, daha önce de
vurguladığımız gibi tarih felsefesinin sınırlarına girmekten uzak durmuştur. Oysa tinin yolcuğunun değişik durakları olan- farklı tarihselliklerde farklı kamusal
kültürler ve zihinlerin egemen olması mümkündür. Kamusal kültürün makul çoğulcu
karakterinin uzun süre daha bizimle olacağı ve siyasetteki etkilerinin ilacının da
liberalizmde olduğu iddiası, insanların farklı sistemler arayışına yönelmemesi adına,
zihinleri, kargaşa korkusunu canlı tutarak, örtülü (Rawls peçeli diyor) olarak hacir
altına almaktır.
Rawls, din değiştirmenin kamusal kimliği değiştirmeyeceği iddiasıyla, aslında
şu anda bilinen bütün makul kapsamlı öğreti müntesiplerinin (en azından makul
saydıklarının)
liberal
düzen
için
sıkıntı
kaynağı
olmayacak
derecede
“ehlîleştirildiklerini” kabul etmiş olmaktadır. Eğer tüm makul kapsamlı öğretiler
arası geçişler kişide değişiklik yaratmıyorsa aralarında bir fark yoktur. Fakat bu
devletin liberal tarafsızlığı açısından hangi makul kapsamlı öğretiye mensup olursa
olsun vatandaşın değerinde değişikliğe neden olmadığı anlamında kullanılıyorsa,
hem Rawls’un teorisindeki içsel insicama hem teoride de olsa, var olan koşullar yani
makul çoğulculuk altında görece kapsayıcı bir siyaset düşüncesine işaret etmektedir.
Bununla birlikte hemen belirtelim ki, bu kapsayıcılık, Rawls’un kendi kavramını
kendi düşüncesine uygularsak “doğru nedenlerle” olmayabilir. Yani modernitenin
hayal kırıklıkları ile paralel olarak, postmodernite içinde dönüşü başladığı bildirilen
dinlerin, tam manasıyla gücüne ulaşmadan sistem içine çekilerek, özgür kurumlar ve
liberal eğitim sistemi ve kamusal siyasî kültür içinde kontrol altına alınması gibi
573
Rawls’un PL ile siyaset felsefesinin büyük geleneğini terk edip sosyoloji geleneğine yakınlaştığı,
daha pragmatik ve gerçekçi olduğu ileri sürülmektedir. bkz. Ray, s. 67. PL’de arzulanırlığın değil de
uygulanırlığın ön plana çıktığı düşüncemiz de buna paraleldir.
195
pragmatik sebeplerin bulunması muhtemeldir. Hatırlayalım ki Rawls, siyasî
liberalizme dinleri de konu edinmesini, evvela anayasal liberal demokrasilerin
varlığını nasıl uzun süre idame ettirebileceği arayışına hamlediyordu. Kısacası bizim
itirazımız, “doğru nedenlerle” istikrar arayışının Rawls’ta tarihin bir anıyla sınırlı
olan ilkeler bağlamında değerlendirilmesi ve hem doğru nedenlerin içerisini
dolduracak hem istikrarın başat siyasî hedef olmasını gerektirdiğini düşündüğü
sosyolojik olguların hiç de sabit hakikatler olmadığına lüzumunca önem
verilmemesinedir. Tarih felsefesinden bağımsız, onun altında mevzilenmeksizin
yapılan siyaset felsefesinin eksik olacağı inancımız bağlamında, eğer insanoğlu
(ideolojik değil ama) varoluşsal olarak tarihin sonu gelmediyse, yapısal açıdan
benzer makul kapsamlı öğretiler tarihe ruhunu verebilir ve bu Rawls’un makul
çoğulculuk olgusunun dayanaklarını kaldırabilir kanısındayız. Üstelik bir veya birkaç
makul kapsamlı öğretinin bu hâkimiyeti Rawls’un düşündüğü gibi devletin baskıcı
gücünü gerektirmeksizin sağlanabilecektır. Zira insanlar gönüllü olarak bu makul
kapsamlı öğretilere bağlanacağı ve kültür sosyal matrix aracılığıyla bu bağlılığı
tekrar tekrar üreteceğinden hiç kimse bu bağlılığı baskı ile özümsediğini
düşünmeyecektir.
Kamusal-siyasî hayatta, adalete ve anayasal esaslara ilişkin temel toplum
yapısında geçerli olacak ilkeler belirlenirken kullanılacak akıl, vatandaşların tek tek
ve kendi makul kapsamlı öğretilerine bağlı ardalan, kültürel “sera” içinde oluşmuş
“cemaat” akılları değildir. Ortak akıl olarak ifade olunan kamusal akla içeriğini ve
işleyeceği yolu, çıpaları veren Rawls’un kamusal siyasî kültürde mündemiç
olduklarını düşündüğü -hepsi elbette liberal değerlerdir- temel fikirlerdir. Bunlar
keza kamusal aklın sınırlarını da belirler. Öyleyse kamusal akla içeriğini, sınırlarını
özetle niteliğini ve kalitesini kamusal kültür veriyorsa, bu ortak aklın kalibresi yani
kamusal aklın IQ’su bu kültürle sınırlıdır. Bunları, keza bu teoriyi kuran ve artık
“PL’deki amacının bu kültürde var olan sezgisel fikirleri hakkaniyetli bir işbirliği
sistemi olarak düşündüğü iyi-düzenlenmiş toplumda organize etmek olduğunu
belirten” Rawls’un zihnini de inşa eden toplumun bireyden önceliği görüşüyle
hemfikir oluşumuzla paralel olarak söylüyoruz. Bu kamusal demokratik kültürdür.
Öyleyse Rawls’un zihinsel yetileri, üstelik yalnızca PL’de değil TJ’de de, bu
196
kültürün olanakları içinde mahpus ve mahduttur.574 Bir diğer ömenli nokta da, bu
aklın sadece zekâsının değil, ahlâkının da sınırlarının bu kültüre bağlı olmasıdır.
Özellikle bu hususta ve bilhassa uluslararası arenada, ABD’nin pek de iç açıcı bir
performans sergilemediği genel bir izlenimdir.
Rawls’un müşterek bir zemin için kamusal müzakerede makul kapsamlı
öğretilerinden bağımsız düşünen (bunun nasıl mümkün olduğu ise teorinin en
çetrefilli konusudur diyebiliriz) vatandaşların kamusal akıllarının içeriğini ve
sınırlarını belirleyen kamusal kültürün oluşumu bile bizatihi, onun mesela dinlerin
anayasal düsturlara karar verilen hem ilk durumdaki hem de kamusal müzakeredeki
süreçlere müdahil olmaması fikriyle çelişiktir. Rawls, bu kültürün tarihi oluşumunda
dinlerin, din adamlarının veya dinine bağlı düşünce veya siyaset adamlarının tesirini
inkâr etmeyecektir. Dinî bağlılıklarından etkilendiği aşikâr olan Kant’ın, Locke’un
felsefelerinin doğrudan dine atıflarla beslenen ABD bağımsızlık bildirgesinin, kölelik
karşıtlığının, insan onuru ve eşitliğinin, son tahlilde insanı kendi imajında yaratan bir
Tanrı inancıyla kotarıldığı, hatta üstadı Kant’ın ahlâkının garantisini Tanrı’ya
dayandırdığı olgusu bile, dinlerin siyasette her daim kargaşa ve savaşa yol
açmayacağının göstergesidir. Rawls’un şu anda sahiplendiği ve kuramını üzerine
bina ettiği kültürün, sekülerleşmiş bile olsa, evvela teizmden daha sonra deist bir
tabii hukuk düşüncesinden beslendiği kuşku götürmezdir. Bu kültürü oluşturanlara
dinî inançlarını yönetimsel konulara sokmamaları söylense idi, şu an elde mevcut
olan kültürün en önemli bileşenleri hatta ortak noktaları olmayabilirdi. Kaldı ki,
Rawls tutarlılığı bir kenara bırakarak, kendisini destekleyen dinî düsturlara itiraz
etmemektedir. Sadece dinler değil felsefî öğretilerin de bu kültüre katkısı mevcuttur.
Eğer Marksizm’in keskin tenkitleri olmasa, acaba Rawls özgürlüğün yanı sıra eşitliğe
bu derece önem verir miydi ve piyasa sistemi içinde fark ilkesi ile bir denge kurmak
aklına gelir miydi? Dahası, çatışma, çekişme ve savaşın insanlığın gelişimine katkıda
bulunduğu, her durumda olumsuz görülemeyeceği, felsefî bazı anlamlarının
bulunduğu kendisinden daha az yetkin olmayan, örneğin Hegel gibi filozoflarca
574
Alejandro, Habermas’ın Rawls’ta özel bir geleneği yorumlamakla mahdut bir hermenutik olmadığı
iddiasının hilafına, Rawls’un PL’yi geliştirirken hermenutik ve arkeolojik bir teşebbüsde bulunduğunu
söyler. ABD kültüründeki kavramaları gün yüzüne çıkarma arkeolojidir. Alejandro, s. 306.
197
savunulmuştur.575 Bu kültürün (ki savaşlarla oluşmuştur) yeni savaşlara sebep
olmayacak ortak bir aklı sağlayacağını varsaymak, en iyi olasılıkla insanın ideolojik
“evriminin” sona erdiğini zımnen kabul etmektir. Böylece tüm çelişkilerin
kendisinde nihayete ereceği bir iyi-düzenlenmiş toplum/hakkaniyet olarak adalet
düşünülüyor gibi görünmektedir.
Klosko’ya göre, Rawls kamusal kültürü tekrar gözden geçirmelidir. Çünkü
dindarlar iyi anlayışlarını revize eden kişi anlayışına uymazlar. Onlar için otorite
dışsal ve aşkındır. Bu onların kişilikleri için derin anlamlar içerir ve buna göre
yaşamayı gerektirir. Mesela ABD halkının azımsanmayacak bir kısmı düşünme ve
muhakemenin insanın en önemli özelliği olduğuna inanmaz, aksine insan Tanrı’nın
imajında yaratılmıştır. Tanrı onlara neyin doğru/yanlış olduğunu bildirmektedir ve
olay sınırlı zekâ ile bunu anlamaya çalışmak, ama buna zekâyı Tanrı’ya bağlayarak
başlamaktır.576 Örneğin, Finnis’e göre Katolik kamusal akıl ve demokratik meşruiyet
anlayışı Rawls’unkinden üstündür. Böyle bir siyasal öğreti temel hakları mutabakata
bağlamakla onların altını oyar. Đnsanların Tanrı imajında yaratıldığını red veya ihmal
insanların gerçek haklarını yok sayar. Rawls insanların değil, yurtaşların özgürlüğü
ve eşitliğinden söz etmektedir. Bu ise onların insan haklarını, eşitliğini ve
özgürlüğünü Tanrı’nın imajında anlayanların makul ve meşru siyasal çabalarının
gayr-ı meşru olarak yaftalanmasının bir kıstası yapacak olan bir siyasal kurama
meyletmelerinin
alâmetidir.
Hristiyanların
kendi
vicdanlarına
göre
eyleme
vazifelerini, onları bu vazifelerini kendi ortak iyi anlayışları uyarınca siyasal
katılımda dile getirerek ifa etmelerini redderek engelleyenler hoşgörüsüz bir
sekülarizm formundan suçlu olacaklardır. Böyle bir tutum sadece Hristiyanlığın
siyasal alandan dışlanması değil, doğal etiğin olanağını da inkârdır. Gidişat ahlâkî
anarşizmden başka bir şey değilir. Hristiyanlığın marjinalleştirilmesi medeniyetin
ruhsal ve kültürel temellerini tehdit edecektir.577 Đlk durumda dinlerin olmaması ama
ikinci aşama olan kamusal müzakerede belirmesi sıkıntı doğurur. Çünkü tüm
575
Bkz. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, s. 259-262. Hegel açıkça, savaşın halkların ahlâkî
sağlığını koruduğunu, rüzgarın denizin sürekli durağanlık sonucu kirlenmesine mani olması gibi,
savaşın da halkları sürekli ve ebedî bir barışın sebep olacağı ahlakî bir tefessühten alıkoyduğunu ileri
sürmektedir. Ayrıca bkz. Yalvaç, Hegel’in Uluslararası Đlişkiler Kuramı: Dünya Tini, Devlet ve
Savaş, s. 24, 48, 91-102.
576
Klosko, s. 157.
577
J. Finnis, Secularism, Morality and Politics, The Catedral Foundation L’Osservatore Romano
English Edition, 2003, s. 9.
198
sistemin kendisine göre şekilleneceği ilkeler ilk durumda saptanmıştır. Öyleyse iyi
anlayışlarının talepleri iki ilkenin ruhuna yansımayacaktır.578
Bu itiraza Rawls’un muhtemel yanıtı, bizce, peçe ve maximin ilkesi
aracılığıyla ilkelerin hem kategorik imperatif gibi tüm mümkün dünyalarda geçerli
ve en kötü ihtimale karşı olacak şekilde tasarlandığından herkesin rıza göstereceği
ilkelere ulaşıldığı olacaktır. Fakat PL’de devreye bir de kamusal kültürün girmesi,
ama ilk durumdan da vazgeçilmemesi meseleyi karmaşıklaştırmaktadır.
Klosko’ya göre kamusal müşterek kültüre dair iddialar kuşkuludur. ABD
siyasî geleneği bölük pörçüktür ve çatışan unsurlar içerir. ABD halkının çoğunun
aynı değerleri önemli kabul edeceği fikri bizzat Rawls’un muhakeme zorlukları ile
kolay bağdaşır değildir. Çoğu toplumbilimci Rawls’u yanlışlamaktadır. Zira liberal
yurttaşların yaygın hoşgörüsüzlüğü toplum bilimin kesin gerçeklerindendir. Son elli
yılda yapılmış çalışmalar ABD halkının farklı grupların haklarını kısıtlama
arzusunda olduğunu göstermektedir. Klosko bu hakların çoğunun, Rawls’un temel
haklar dediklerinden olduğuna dikkat çekmektedir. Öyleyse kuramının, kendisinin
güvendiği ortak-kültür duygusu sosyolojisinden daha detaylı bir savunuya ihtiyacı
vardır. Bu ciddi bir kusurdur ve hem genel siyaset sosyolojisine hem adalet ilkeleri
savunusuna zarar vermektedir. Kültür duygusu sosyolojisi ve ilkelerin emprik temeli
başarısızdır. Haklar, liberal kültürde var gibi görünmemektedir. Gerçekler Rawls’a
muhaliftir.579
Bunlar Rawls’un aldığı en ironik eleştirilerden olsa gerektir. Çünkü
kuramının sosyolojiye yaklaştığı izlenimi verecek kadar, ABD kültürü ve makul
çoğulculuk olgusuna vurgu yapması, yine sosyoloji bilimi araştırmalarıyla
yanlışlanmaktadır. Bu çok ciddi bir eleştiridir. Zira Kant’a dayalı metafizik bir
temellendirme ve hayalî kurgusal birey itirazından kurtulmak için sarıldığı, fenomen
alemdeki kamusal kültür -ki, birçok şekilde eleştirildiğini zaten gördük- hiç de
sandığı erdemleri, sezgisel fikirleri taşımamaktadır, hatta tam tersi eğilimler
göstermektedir. Zaten batı kültürüne yapılan en âdiyattan tenkitlerin insanlar
arasındaki ilişkileri, bağları kopardığna, herkesin kendi çıkarının peşinde olmasına
578
Klosko, s. 159.
G. Klosko, Rawls’ Political Philosophy and American Democracy, American Political Science
Review, Vol. 87, 1993, s. 352-355. Benzer “gerçekliğin meydan okuyuşu” eleştirileri için bkz. Young,
Politcal Stability.
579
199
yöneldiğini aklımıza getirdiğimizde bu daha bir önem kazanmaktadır. Zira
evliliklerin çok büyük oranlarda boşanmalarla son bulduğu, aile içinde çocuklar ve
ebeveyn arasında bile kan bağına rağmen (Rawls’un farklı ve çatışan öğreti
üyelerinden istediği) “karşılıklı” sevgi ve saygıya dayalı ahlâkî bir birlikteliğin
sağlanamadığı, bir örtüşen mutabakat değil, belki ancak bir modus vivendinin hem
eşler hem çocuklar arasında bulunduğu bir kültürde, çatışan öğretiler arası bir örtüşen
mutabakatın sağlanması güç gibi görünmektedir. Evliliklerin güvensizlik ve “ben”
duygusuyla “evlilik sözleşmeleri” ile kurulan geçici bir “stratejik ortaklık” halini
aldığını düşündüğümüzde mesele daha da çetrefilli olmaktadır. Çünkü Rawls, TJ’de
çocukların sevgi, saygı, paylaşma, aile sevgisinin koşullu olmadığı gibi değerleri
aileden öğreneceğini anlatmaktadır. Ailenin çocuğa sevgisi, çocukta sevgiye, değerli
bir kişi olma duygusuna (öz-değer hissine), ve ailesindeki gibi değerli kimseler
olmaya itecektir.580
Bu durumda, kamusal kültürdeki kuramla uyuşmazlık, toplumun en alt
biriminde bile kendini hissettirmektedir. Rawls’un pek güvendiği kamusal kültür
böyleyse, Young’un belirttiği gibi, “liberaller ütopyacı düşüncelerden uzak durmalı
ve modern liberal demokratik kapitalist toplumların sonucu olan can sıkıcı sosyopolitik gerçeklerle yüzleşmelidirler ki, bu yüzleşme liberallerin sorunlarımıza en
pratik çözümlerin geleneksel ve çağdaş liberal ideallerle şiddetle çatışabileceğini
kabulü de elzem kılsa bile, bununla yüzleşmelidirler.”581 Bu durumda, makul
çoğulculuk olgusunun batılı kültürün sonucu olduğunu ve tarihin bir anında, bir
zamanlar olduğu gibi, yine bir tek dünya görüşü (en azından aralarındaki ortak bir
kelimeye gelme ihtimali olanlar) etrafında bütünlüklü bir toplumsal yapı (sosyolojik
olgu) meydana gelebileceğini ileri sürmekle haksızlık etmiş olmayız. Bu bizi bir kez
daha tarih felsefesi gerekliliğine bağlar.
Yanıt olarak Rawls’un (freestanding olma hatırına) kamusal kültürün
olgularına,
580
doğruluğuna
ve
geçerliliğine
aldırmaksızın,582
yaslandığı
TJ, s. 405-408.
S. P. Young, Divide And Conquer: Separating the Reasonable from the Unreasonable, Journal of
Social Philosophy, Vol 32, No. 1, 2001, s. 64. Yazar bu hususda hayli ısrarcı olmalı ki, makaleleri
bunu işler. bkz. S. P. Young, The (Un) Reasonabless of Rawlsian Rationality, South African Journal
of Philosophy, 2005.
582
J. Raz, Facing Diversity: The Case of Epistemic Abstinence, Philosohy and Public Affairs, Vol. 19,
No. 1, 1990, s. 8.
581
200
söylenebilecektir. Fakat bu da, yanıtlanmak istenen itirazdan daha az bir kusura işaret
ediyor değildir. Yani bu değerlerin doğruluğunun önemli olmayışı, o toplumun
değerlerinden hareketle tesis edilen bir adalet teorisinin mahiyetine dair vereceği
intiba, ahlâkın sadece siyasal (salt işbirliği anlamında) olduğudur. Kaçınma,
kuramının yanlış bile olsa kabulü anlamına gelir.583 Açıkçası müşterek kültür
gerçektir (olan), doğruluğu gündem dışıdır. Epistemik kaçınma da, başkalarının
olduğu kadar kendi teorisinin doğruluğu iddiasından uzak durmaktır. Adaletin sosyal
rolü ancak epistemik kaçınma pahasına başarılabilirdir.584 Fakat topluma önerilecek
bir adalet teorisinin adil bir teori olması gerekir ki, bu doğru ve geçerli bir teori
demektir. Doğrusuz adalet olamaz.585 Kaçınma tutumunun tazammun ettiği bir anlam
ise, Rawls’un liberal ön kabullerini ve ABD kültürünü baştan adil olarak kabul
ettiğidir. Oysa kaçınma, bağımsız bir teori olunacaksa, bunu da terk etmeyi
gerektirir.586 Hakkaniyet olarak adaletin tarafsızlığı, sadece adalet ilkelerini kabul
edenlere karşıdır.587
Kamusal kültürün Rawls’a istediği malzemeyi vermeyeceğine bir delil de,
bize göre, iki ilkenin çıkarsanması esnasında değindiğimiz maximin ilkesinin içerdiği
anlamlarda gizlidir. Filozofun oldukça önemsediği kamusal siyasal kültürde bireylere
fark ilkesini tercih ettirecek hem epistemolojik hem de ahlâkî donanım bulunmadığı
gibi, maximin ilkesinin de, dikkat edildiğinde, düşünürün arzuladığı, metafizik ve
kapsamlı olmasa da, siyasal bir ahlâk tesisini sağlayacak muhtevadan uzak olduğu
anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı gibi bu ilke, mahkûmların açmazı (prisoners’
dilemma) düşüncesinin uyarlaması idi. Rawls, toplumu yönetecek ilkeleri tercih
edecek peçeli bireylerin, muhataplarından bîhaber olduğu için, sanki toplumdaki
yerlerini en haşin düşmanlarının seçtiği kurallar belirleyecekmiş gibi muhakemede
bulunacaklarını söylemekte idi. Bu ise açıkca karşılıklı bir güvensizliğin egemen
olduğu anlamına gelmektedir ve karamsar bir bakış açısıdır.
Bize göre sorun, Rawls’un cehaletten, olağanüstü birikim gerektiren son
derece karmaşık bir adalet teorisi çıkarmasındaki el çabukluğu gibi, insanların
583
A.g.e., s. 17.
A.g.e., s. 9-10.
585
A.g.e., s. 15.
586
A.g.e., s. 19-20.
587
A.g.e., 29.
584
201
karşılıklı güvensizliklerinden, sadece, muhatabının da kendisi için en kötüsünü
istememesi adına “ehven-i şer” olanı seçmesi anlamına gelen maximin ilkesinden,
karşılıklılık düsturunun, empatinin en önemli bileşeni olduğu siyasal bir ahlâk
kotarmasındaki çelişkidedir. Zira bu açıkca insana Hobbescu bir bakıştır ve (rasyonel
tercih ve oyun teorisinin genellikle kendine kadar götürüldüğü) Hobbes’ta ise
eşitlikten amaçlara erişme umudunun eşitliği, bundan karşılıklı güvensizlik,
güvensizlikten savaş doğmaktadır. Savaşta ise, cebir ve hile en büyük iki erdemdir.
Güvensizlik insan doğasındaki üç savaş sebebinden biridir. Bu savaş ise gelip geçici
değil sürekli ve herkesin herkese karşı savaşıdır. Savaş ortamında ise hak ve adaletin
içi boştur. Adalet ve adaletsizlik ne zihnin ne bedenin melekeleridir, toplum içinde
anlamını bulan niteliklerdir.588 Dolayısıyla Hobbes’un Rawls’tan daha dürüst,
gerçekçi veya tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. Kanaatimizce maximin ilkesinden ne
fark ilkesi gibi fedakârlık gerektiren bir adalet düsturu ne de kamusal alanda,
kamusal müzakere esnasında iyimserlik kaynağı olacak bir karşılıklılık duygusu
çıkarılabilir değildir. Hobbes’un casus belli (savaş sebebi) saydığı bir olguyu,
Rawls’un toplumsal barış ve istikrarı hedefleyen bir kuramın yapıtaşları arasına
alması dikkat çekicidir.
3- Dinlerin Algılanışı ve Konumları
Bu hususda liberalizmin ve Rawls’un en önemli delilleri, “tarafsızlıklarıdır”.
Bununla beraber, Sweetman dinler gibi seküler dünya görüşleri olduğunu ve buna
bağlı olarak liberallerin nötrlük iddialarının havada kaldığını ve dinin dışlanma
argümanının çürüdüğünü belirtir. Sekülarizm bir dünya görüşüdür ve dinle aynı
yapıdadır. Ancak dinsel dünya görüşü seküler olandan daha rasyonel bir inançtır. 589
Sekülarizmin sözcüleri arasında bulunan Rawls ve kitabı PL sekülaristtir.590 Bu tarz
sekülerler bir sekülokrasi arzularlar. Sekülokrasi devlet kanunlarının seküler olduğu
bir devlet, sekülarist ise devletin sekülokrasi olmasını isteyen kimsedir.591 Yazar,
sekülarizmin bir dünya görüşü ve aynı nitelikleri taşıması bakımından bir din
olduğunu tartıştıktan sonra, sekülarizmin dinlerin siyasetten dışlanmasına yol açacak
588
Hobbes, Leviathan, s. 94-96.
Sweetman, s. 18-19 ve 22.
590
A.g.e., s. 61-62.
591
A.g.e., s. 66.
589
202
kadar kerih görülebilecek nitelikleri olduğunu söylemektedir.592 Rawls’un kamusal
kültür vurgusu dinsel bir inançtır. Çünkü dinler gibi bir geleneğe atfa dayanır.
Siyasette dinlere izin verilmiyorsa, sekülarist inançlara da verilmemelidir.593
Tarafsızlık çoğu kez sekülarizm demektir.594 Buna göre, Rawls’un teorisi dini
dışlamak için geliştirilmiştir. PL, dindarlara dışlayıcı, sekülerlere taraftır.595
Makuliyet, kamusal akıl gibi kavramların dışlayıcılığına itirazlar önemlidir.
Ancak yöntemsel gibi görünen bu gerilimlerden daha “ontolojik” olanı, bireylerin
çevresinin ürünü olduğuna binaen, hem hususî olarak kamusal alanda dinî
bağlılıkların kolaylıkla terk edilemeyecek kadar (amaçlarım benim değildir; ben
amaçlarımdan oluşurum; yani geleneksel-modern siyaset farkı da belirmiş olur) Bene
ait olduğu gerçeği (yokluklarının Beni eksik kıldığı), hem de genel olarak bireyi inşa
edecek çevrenin inşası olayıdır.596 Giriş bölümünde dinler ile liberalizm geriliminin
giderilemezliğine işaret edeceğimizi söylememizin en büyük dayanağı budur. Buna
göre Rawls’un Pavlus’daki değişimin kimliğini değiştirmediği iddiası bu açıdan
dinlere göre anlamsızdır. Sanıyoruz, Rawls da, bireyci şahısların ancak bireyci kültür
içinde yetişebileceklerini kabul edecektir. Bizim çalışmamızın başından itibaren
cemaatçi duruşa yakınlık ifadelerimiz, eleştirimizi oturttuğumuz bu bağlamda
anlaşılmalıdır.
Liberal, “dinin özgürce yaşanmasının niçin anayasal bir güvence altına
alınması gerektiği” sorusuna, “din özgürlüğünün bireysel özgürlüğün önemli bir
veçhesi olduğu” karşılığını verecektir. Yani insanlar özerk yaşamak ve kendi
değerlerini seçmek ve izlemek için hür olmalıdır. Dolayısıyla yönetim insanlara,
592
Eserin ikinci ve üçüncü bölümü bunlara değinir. Özetlediğimiz keskin tenkitler için buraya
bakılabilir. Dinlerin nitelikleri arasında bir metne (Kur’an gibi) bağlılık sayılırken, TJ’de zikredilir.
bkz. s. 87. Yani sekülarizm dini de bir metne bağlı olma ölçütünü karşılamaktadır.
593
A.g.e., s. 96. Ona göre dindarın sekülaristleri dinsel inancın rasyonelliğine (ki kendisi şiddetle hem
bunu hem makullüğünü ve üstünlüğünü savunur) ikna etme yükümlülüğü yoktur. O, inancını rasyonel
bulduğu için rasyoneldir. s. 107. Ayrıca seküler dinin de dışlanması için sıralanan nedenler ve ilginç
muhakeme için bölüm dörde bakılabilir. Yazar burada Audi’nin “seküler niyet” koşulunu da dine
vurulan son darbe olarak niteler. s. 123.
594
A.g.e., s. 138.
595
A.g.e., s. 169 ve 175.
596
Sandel, LLJ, s. 85. Rawls’un Beninin kendisini kuran, yapışan bileşenleri yoktur. Sadece onunla
ilgili nitelikleri vardır ve daima belli bir mesafede dururlar. Yani Benle beraber değildirler. Bu onları
Benin şahsiyetinin kurucularından ziyade sıfatları kılar ki, anlamı onların “Ben” olmaktan çok
“Benim” olduğu, onlara “sahip” olduğumdur. Yani üstünlük, öncelik, insiyatif bireye geçmiştir. Artık
onları terk edebilirim ve lüzumunda mesela kamusal akıl istediğinde “paranteze” alabilirim. Çünkü
onlar beni oluşturmadı, ben onları seçtim.
203
özgür ve özerk benlikler ve dinî inançlarını seçmeye ehil kimseler olarak saygı
duymak gayesiyle din hürriyetini desteklemelidir. Liberalin istediği tam manasıyla
bir din hürriyeti değildir, bu dini seçen benliğe veya bir kimsenin dinini özgürce
seçme kapasitesiyle kâim olan onura saygıdır. Đlk bölümde değindiğimiz gibi, liberal
düşüncede dinî inançlar muhtevaları dolayısıyla değil, “hür ve gönüllü bir seçimin”
sonucu olmak babından saygıya layıktır.597 Yurttaşların verdiği kararlar ne olursa
olsun, kendileri seçtikleri için önemlidir. Bazı iddiaların yüksek ahlâkî, dinî veya
vatanperverlik fikirleri yansıtmasının siyasî liberalizm açısından önemi yoktur.598
Yani, alınan kararlar veya bağlanılan değerlerin birey dışında objektif realiteleri
bulunmaz. Buna göre, “husun-kubuh” meselesine dair söylenenlerin beyhude
olmadığı anlaşılmaktadır. Seçimin nesnesinin ne olduğundan bağımsız bir özgür
tercihin dinlerin özgür irade anlayışıyla bağdaşmadığını düşünüyoruz. Zira bu
anlayışta dini seçme ile örneğin bir cinsel tercih aynı kefeye konmaktadır. Din
açısından liberalizmin negatif özgürlüğü kabul edilebilir olmadığı gibi, hatta “kendi
pimini” çekmektir de. Dinde seçim değil, seçimin nesnesi, içeriği ahlâkîlik sağlar.
Din diğer tüm seçimlerle aynı kategoriye sokulmakla, nitelik farkı gözetilmemekle
dinler market raflarında seçilmeyi bekleyen ürün çokluğundan biri olmaktadır.
Rawls’un dinleri kapsamlı öğretiler arasından herhangi biri görerek tesviyesi bundan
bağımsız değildir.
Sandel’e göre, din hürriyetinin bu tarz bir savunusu, hakkı iyinin önüne
koymaktır. Bu tutum, din hürriyetini, inançların içeriği veya dinin ahlâkî
ehemmiyetine dair hükümde bulunmaksızın korumaya çalışır. Ancak din hürriyeti
hakkı, daha genel bireysel özgürlük hakkının hususî bir konusu olarak en doğru
biçimde anlaşılamaz. Din hürriyetini bir kimsenin kendi değerlerini seçmesi
biçimindeki genel bir hak içinde eritmek, dinî inancın doğasını yanlış tanımlar ve
dinin özgür yaşanışının anayasal bir korumaya alınmasının nedenlerini gölgeler. Tüm
dinî inançları tercihin ürünleri olarak yorumlamak, dinî buyruklara riayetin hayatî bir
amaç, esenlikleri için temel ve kimlikleri için vazgeçilmez olan kimselerin
hayatlarında oynadığı rolü ıskalayabilir. Bazıları dinî tercih meselesi olarak görebilir,
bazıları görmez. Bir dinî inancı saygıya değer kılan kabul ediliş tarzı değildir, iyi bir
597
598
Sandel, LLJ, s. XII.
Ray, s. 49-50.
204
hayattaki yeri,
yücelttiği karakter nitelikleridir veya siyasî açıdan iyi yurttaşlar
oluşturma temayülüdür. Dinî inançları bağımsız bir Benin seçebileceği amaçlarla
aynı seviyeye indirgemek bir taraftan vicdana dair iddialar, diğer taraftan salt
tercihler arasında ayrımı zorlaştırır. Bir kere bu ayrım yitirilince devletten dinin
özgür yaşanmasını engelleyen yasalardan muafiyet talebi, başkalarının yasaları ihlal
talebini doğurabilecektir. Mesela, bir Yahudi kipa ile orduda görev izni aldığında,
orduda yasak olan başlıklar takmak isteyenlerin durumu ne olacaktır? Yerlilerin dinî
ritüel gereği bir tür uyuşturucu kullanmaları izni varsa, uyuşturucu kullanılması nasıl
değerlendirilecektir? Bazıları izinlerini Şabat’ta kullanacaksa aynı hak belirli bir
günde futbol izlemek isteyenler için de düşünülemez mi? Kısacası din hürriyetini
genel özgürlük içinde ele almak tarafsızlığa olan liberal arzuyu yansıtırsa bile, bu
genelleştirme eğilimi her zaman din hürriyetine hizmet etmez, tercihleri izlemeyi
vazifelerin ifası ile karıştırır. Dolayısıyla o, din hürriyetinin yükümsüz benlerin
çatışabilecek sivil yükümlülükleri yüzünden bile reddetmeyi seçemeyecekleri
vazifeleri hususundaki açmazını gözden kaçırır.599
Bu durumda, din hürriyetinin diğerleriyle bir tutulmasının dinler lehine bir
daralmaya yol açtığını veya kendisine özgürlük sağlama adına, Rawls’un karşılıklılık
kıstasının ima ettiği gibi, asla tasvip etmeyeceği, günah sayacağı olgulara sırf özgür
tercihin neticeleri olmaları bakımından sessiz kalarak tavize mecbur olacağını
söyleyebiliriz. Böylece dinsel özgürlük, özgürlükler çoğulculuğu kakafonisi içinde
belirsizliğe itilmektedir.
Rawls, kamusal müzakerede yani siyasî-kamusal kimlikte izin vermediği
kapsamlı öğretiler bağlılığına, kamusal olmayan kişisel kimlikte izin verir. Bireyler
kendilerini bu bağlılıklardan ayrı düşünemeyebilirler. Ancak kişisel hayatta ne kadar
yükümlü yani dinî kanaatlerle yüklü olsak da, bunları kamusal alanda paranteze
almalı ve kendimizi iyi anlayışlarından bağımsız kamusal benlikler olarak
düşünmeliyiz.600 Yani kişisel hayatta cemaatçi (yükümlü), kamusal alanda liberal
(yükümsüz) benler olmalıyız. Siyasal alanda iddiaların geçerliliği sadece birilerinin
onu ileri sürmesine bağlıdır. Yani kişi yine, ama bu sefer kamusal alanla sınırlı,
iddialar veya amaçlar ülkesinin yasalarını koymaya yetkili kaynaktır. Bu dindarların
599
600
Sandel, LLJ, s. XII-XIII.
Sandel, Public Philosohy, s. 219-220.
205
bile kamusal müzakerede, yükümsüz benler olmak durumunda kalmaları demektir.
Sandel’e göre Rawls’un, kamusal ve kişisel kimlik arasındaki bu düalizmin, yani
adalet hususlarında düşünürken hayatımızın tamamını yöneten düsturları paranteze
almanın niçin gerekli olduğuna cevabı, bu düalizmin, kamusal demokratik kültürün
özel doğasında olduğudur. Geleneksel toplumlarda insanlar siyasî hayatı kapsamlı
dinî ve ahlâkî inançlarına göre şekillendirmeyi hedeflerken, çoğulculukla nitelenen
modern toplumlarda kamusal ve kişisel kimlikleri ayırmak doğaldır. Siyasî kişi de
öteki kavramlar gibi kamusal kültürde mündemiçtir. Fakat siyasî liberalizm hakkın
önceliğini benliğin doğasına dair tartışmalardan ancak onu başka yerlerde kırılgan
yaparak kurtarmaktadır.601
Siyasal değerler hatırına makul kapsamlı öğretileri paranteze almak her daim
makul değildir. Derin ahlâkî meseleler söz konusu olduğunda, dinî anlaşmazlıkları
bir kenara bırakmanın makul olup olmadığı kısmen, rakip dinî öğretilerin hangisinin
doğru olduğuna bağlıdır. Ayrıca bir makul kapsamlı öğretiler çokluğu olduğu
doğruysa da, aynı çoğulculuğun adalet anlayışlarında da olmadığı söylenemez.
Kamusal akıl idealine göre yurttaşların anayasal ve siyasal meselelerde meşru olarak
dinî inançlarına başvuramamaları, siyasal söylemi kıraçlaştıran ve siyasal
müzakerenin önemli cihetlerini dışlayan haksız yere keskin bir sınırlamadır.
Karşılıklı saygı ve işbirliği adına makul kapsamlı öğretileri paranteze alma, siyasal
liberalizmin kendi içinden yanıtlayamayacağı bir soru doğurur: Đşbirliği ilgisi niçin
daima dinlerden kaynaklanan birbirine rakip iddialara galebe çalacak kadar
önemlidir? Adaletin önceliğini teminin bir yolu, paranteze aldığı dinsel kavramların
doğru olabileceklerini inkârdan geçer. Fakat bu siyasal liberalizmi kaçınmaya
çalıştığı türden bir felsefî iddiaya bulaştırır. Rawls defaatle dinlere dair bir şüphecilik
ima etmediğini söylediğine göre, bu bazen dinsel iddiaların doğru olabileceği
demektir. Öyleyse bu iddiaların hiçbirinin parantezden taşacak ve mesela siyasal
hoşgörü, hakkaniyet ve işbirliğinden ahlâken daha üstün değerler üretemeyeceğinin
garantisi nedir? Buna cevap olarak ikisinin alanlarının farklı olduğu söylenecekse,
aralarında hiçbir çekişme olmaması gerekir. Öyleyse Rawls, niçin sürekli
601
A.g.e., s. 220-223.
206
(hakkaniyet olarak adaletin) kendisi ile çatışan tüm siyasal olmayan değerlerden
üstünlüğünü ileri sürme ihtiyacı hissetmektedir?602
Sandel’in bir tenkidi de hak ve iyi anlayışları asındaki asimetriyedir. Eğer
makul çoğulculuk olgusu varsa niçin sadece dinlerde geçerlidir? Özgür kurumlar
altında aklın özgür işleyişi neden sadece dinlerde farklılığa yol açmakta ama adalete
dair anlaşmazlıklar doğurmamaktadır? Oysa gelir dağılımı, vergide hakkaniyet,
sağlık güvencesi, göç, idam cezasında olduğu gibi siyasal adalete dair sayısız
anlaşmazlıklar vardır. Veya (Rawls’un kamusal aklın timsali olduğunu söylediği)
yüksek mahkeme yargıçlarının din hürriyeti, mahremiyet hakları, suçlu hakları gibi
konulardaki bölünmüş oylarının anlamı, adalete de ilişkin bir makul çoğulculuk
olduğu manasına gelmektedir. Bu durumda adalet çoğulculuğu niye makul kapsamlı
öğreti çokluğundan farklı olacaktır? Yakın bir gelecekte, dinî anlaşmazlıklar
sürüyorken, bu anlaşmazlıkların ortadan kalkacağını düşünmek için herhangi bir
neden var mıdır?603 Ayrıca Rawls bir tek din açısından devletin baskıcı gücüne
başvurmayı yanlış buluyorken, kendi fark ilkesinin uygulanmasında devlet gücüne
karşı çıkmamaktadır. Bu hakkın iyiliğine dair özsel bir soruya yol açar. Eğer
düşünsel denge yoluyla bazı adalet kuramlarının diğerlerinden makul olduğuna karar
verilebiliyorsa, benzer bir düşünce aracılığıyla dinî ihtilaflar arasında neden karar
verilemesin? Bazı iyi anlayışlarının diğerlerinden daha makul olduğu gösterilebilirse,
anlaşmazlığın sürekliliği zorunlulukla devletin tarafsızlığını icbar edecek bir
çoğulculuk olgusuna tekabül etmeyecektir. Đlke bazında teemmül yoluyla, bazı dinsel
öğretilerin ötekilerden makul olduğuna karar verilemeyeceğine ilişkin hiç bir kanıt
yoktur.604
Sandel’in
nazarında,
kamusal
akıl,
kamusal
müzakerede
(kendisini
destekleyenler hariç) dinsel nedenlere kısıtlayıcıdır. Rawls, insanların tekliflerinin
kamusal aklın gereklerini karşılayıp karşılamadığını yani dinsel inançların yeterince
kırpıldığını nasıl bileceklerine bir test ile cevap arar. “Kamusal aklı izleyip
izlemediğimizi kontrol için kendimize şunu sormalıyız: Argümanımızı yüce
602
A.g.e., s. 224-225.
A.g.e., s. 230.
604
A.g.e., s. 236.
603
207
mahkemenin görüşü olarak ne zaman düşünebiliriz?”605 Buna göre demokratik bir
toplumun yurttaşlarının temel meselelerde dinleri tarafından güdülenmeleri bir
yargıcın dinî inançlarına göre anayasayı yorumlamalarından daha meşru değildir.606
Dinî ve ahlâkî bağlılıkları dışlamış bir siyaset kısa sürede kendi düş kırıklıklarını
yaratacaktır. Siyasî hayat, ahlâktan yoksun olduğunda arzulanmayan belirtiler
gösterecektir. Bunlar son derece seküler formlarda olabilecektir. Sandel’e göre, ahlâk
eksik olacağından, ilgi devlet görevlilerinin özel hayatlarının bulvar gazetelerindeki
skandallarına, talk showlara, sansasyonlara yönelecektir. Sandel karşılıklı saygının
müzakereci dediği başka bir yolu olduğunu ileri sürmektedir. Yurttaşlar birbirlerine,
birbirlerinin dinlerini izleyerek, katılarak, bazen meydan okuyarak, çekişerek,
dinleyerek ve öğrenerek saygı duyabilirler. Bu kesin bir netice vermeyebilirse de,
liberalizmden daha geniş bir kamusal akla izin verir.607 Bu düşüncelerinden hareketle
Sandel’in, Rawls’un dinlerden, dinlerden kaynaklanan ahlâk öğretilerinden hatta
seküler ahlâk sistemlerinden bağımsız (ama yine seküler) bir siyasî ahlâk oluşturma
hedefini başarılabilir bulmadığını söyleyebiliriz.
Carter’a göre, dini siyaset hatırına yasaklama çabası, özel hayatta dinlere
devlet müdahalesine karşı güçlü bir geleneğe sahip olmakla övünen ABD’yi yoldan
çıkarmıştır. Dinin siyasete hâkim olmaktan uzak tutulma uğraşları, dindarları
kendilerinden başka biri olmaya, bazen kamusal bazen özel eylemeye, sanki
inançlarının onlar için hiçbir önemi yokmuş gibi davranmaya iten siyasal ve yasal bir
kültür yaratmıştır.608 Siyasal tartışma akılla yapılması gereken bir şey olduğu ve din
bir inanç konusu olduğu için dinin burada hiçbir rolü olmaması gerektiği iddiası,
inanç ve akıl karşıtlığı varsaymakla ciddi biçimde yanlış yönlendiricidir. Dine
başvurmanın aslında akıldan veya muhakemeden uzak olduğunu iddia veya bu
başvuruların seküler olanlardan farklı muhakemeler uyguladığı düşüncesi yanlıştır.
605
PL, s. 254. Rawls sanki bununla “ancak genel bir yasa olmasını umabileceğin şekilde eyle”
ilkesini, “ancak anayasa (yüce) mahkemesinin onaylayabileceği tarzda eyle” şeklinde uyarlamaktadır.
606
Sandel, Public Philosophy, s. 240-241.
607
A.g.e., s. 247. Bu arada Sandel, Amerika’nın büyük filozofu Rawls’un ölümünün ABD basınında
Avrupa basınından daha az yer bulmasının, Rawls’un egaliterianizminin Avrupa’nın refah
devletlerinde Amerika’nın piysa-güdümlü toplumundan daha fazla yankı bulduğuna ve eski dünyanın
kamusal söyleminde felsefenin yeni dünyadan hala daha fazla rolü olduğuna işaret ettiğini ileri sürer.
Sandel böylece Tocquevile’nin “hiç bir medenî ülkede felsefeye Amerika’da olduğundan daha az
değer verilmez” gözleminin on yıllar sonra doğrulandığını iddia eder.
608
S. L. Carter, The Culture of Disbelief’den aktaran P. Montague, Religious Reasons and Political
Debate, Social Theory and Practice, Vol. 30, 2004, s. 327.
208
Aklın dinî önermelerin desteğinde kullanıldığı sayısız olaylar ve muhakemenin dinî
sonuçlar çıkarmak için kullanıldığı vakıalar bunu yalanlamaktadır. Elbette haklı
olduğu söylenen tüm dinsel önermeler akılla desteklenmemektedir. Fakat aynısı
seküler önermeler için de geçerlidir.609 Rawls’un sadece genel kabul gören inançların
yasal ve kamusal siyaseti etkileme izni olduğu fikri tartışmalıdır. Taraflar bazen özel
nedenler sunmak durumunda kalabilecekleri gibi, müşterek olarak benimsenmiş
kanaatler denilen kamusal nedenlerin, önemli meselelerin nasıl çözülmesi ile ilgili
tüm düşünceleri ihata edebileceği varsayımı da sorgulanabilirdir. Mesela, Rawls’un
ortak duygusunun kürtaj, idam cezası ve ötenazi konuları hakkında yasal kararlarla
alakalı tüm düşünceleri kapsayacağı imkânsız görünmektedir.610
Benzer meselelerde Kymlicka’nın soruları önemlidir. Bazı grupların
istedikleri, özellikle liberalizmi reddedebilmek ve toplumlarını geleneksel ve liberal
olmayan çizgilere göre örgütlemekse ne yapılacaktır? Bu zaten onları ayrı bir kültür
yapan şeylerden değil midir? Bir azınlığın üyeleri dinsel ortodoksiyi güçlendirme
imkânını yitirirse, bu topluluk ayrı bir kültür olarak varlığını sürdürebilme
dayanaklarını kaybetmiş olmayacak mıdır? Eğer birileri başkalarına baskı
yapmaksızın sadece kendi cemaatini liberal olmayan geleneksel değerlerle yönetmek
isterse, onları liberal bireysel özgürlük ilkelerine göre yeniden örgütlenmeye icbar
hoşgörüsüzlük değil midir?611 Ayrıca, “siyasal liberaller kamusal kültürdeki sezgisel
fikirleri paylaşmayanlara ve bu fikirlerin kendi kamusal kültürlerinde bulunmadığı
toplumlara dair ne söyleyeceklerdir? Hakkaniyet olarak adalet, farklı makul kapsamlı
öğretileri olan yurttaşların adil işbirliği sorununu çözecekse nasıl yüzeyde
kalabilecektir.612
“Kamusal hayatta liberal, özel hayatta cemaatçi” denilmesine sebep olan,
kişilerin ardalan kültürde dinlerini revize etmelerine gerek olmadığı fikrinin
tutarlılığı tartışmalıdır. Mesele özerklik idealini, yani iyi anlayışını gerektiğinde
değiştirip, hatta ondan vazgeçebileceğini genel bir düşünce olarak benimsemeyen
birinin siyasî bağlamda niçin onaylayacağıdır. Dinsel bir cemaatin üyeleri dinsel
609
A.g.e., s. 328. Son zamanlarda dinlere siyasette şiddetli kısıtlamalar getiren filozoflar arasında
Rawls ve PL’de sayılır. s. 329.
610
A.g.e., s. 331.
611
Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık, s. 236-237.
612
Kuflick, s. 195.
209
bağlılıklarını,
yeniden
değerlendiremeyecek
kadar
kimliklerinin
kurucusu
sayıyorlarsa, yeniden değerlendirmeye ehil olduklarını ve bunu uygulamakta yüksek
çıkarları olduğunu söyleyen bir siyasî kişi anlayışını niçin kabul edeceklerdir? Bunu
kabul
o
dinsel
cemaate
bedel
ödetecektir.
Çünkü
bireylerin
inançlarını
sorgulamalarına, terk etmelerine veya çocuklarının başka hayat tarzı öğrenmelerine
yasak konmasına izin vermemektedir. Dolayısıyla bu medenî hakları zararlı
bulabilirler.613 Ona göre Rawls özel hayatlarında cemaatçi olan insanların kamusal
hayatlarında niçin (bizce en az bunun kadar önemlisi nasıl) liberal olmaları
gerektiğini açıklayamamıştır.614
Bizim de dikkat çektiğimiz gibi, yazar, bireysel özgürlüğü, kişisel özerkliği
teşvik etmenin liberal olmayan topluluklara karşı hoşgörüsüzlük anlamına geleceğini
söylemektedir.615 Hatta o, Osmanlı millet sistemine atıfla, eğer amaç örtüşen
mutabakat ise, Rawls’un dinî yayma, sorgulama, dinden çıkmayı liberal temel
özgürlükler listesinden çıkarması ve cemaatçi toplulukların bu tarz özgürlükleri
yasaklayacağı millet sistemi benzeri bir yapıya izin vermesi gerektiğini ifade
etmektedir.616 Siyasal liberalizme taraf olmanın dinî gruplara maliyeti ve millet
sisteminin daha iyi bir alternatif olduğu düşünüldüğünde, onların örtüşen mutabakata
katılmaları için sebep olmayacaktır.617 Böylece (Tönniesçi anlamda) dinsel gruplar
topluluk olarak kalmayı başarabilecek ve topluma (zorunlu ise) geçişi daha kontrollü
ve öngörülebilir kılabileceklerdir.618
Aslında bu ve benzeri soruların yanıtı Dombrowski’nin formüle ettiği, elbette
Rawls ve kendisi açısından cevabının zorunlulukla “evet” olduğu şu soruda gizlidir:
“Adalete dair siyasî soru şudur; tüm yurttaşların din hürriyetini de kapsayan eşit
temel haklarını kısıtlayan kapsamlı öğretilerin reddedilmesi gerektiğini kabule
gönüllü müyüz?”619 Neticede özerkliğin genel değil ama siyasal bir değer kabulü
başarısız olmuştur. Özerkliğin değerini sadece siyasî amaçlarla kabul özel hayatta da
613
Kymlicka, s. 245-246. Örnek daha önce Yayla’nın makalesine atıfla değindiğimiz, Amishlerin
çocuklarını okula göndermek istememeleridir.
614
Kymlicka, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, s. 339.
615
A.g.e., s. 323.
616
A.g.e., s. 329.
617
A.g.e., s. 339.
618
Cemaat-cemiyet (topluluk-toplum) hakkında yazılar için bkz. Muhafazakâr Düşünce, Cemaatten
Cemiyete, Cemiyetten Nereye?, Ankara, 2004.
619
Dombrowski, s. 96.
210
uygulanmaya yol açar. Bu ise özerkliği genel olarak benimseyenlerden yani
liberallerden yana bir anlama sahiptir. Rawls cemaatçi olanların niçin siyasal hayatta
liberal olmaları gerektiğini açıklamaz. Bunun nedeni dinsel azınlıklara baskı
ihtimalini ortadan kaldırmak olabilir. Fakat grup içinde bireysel özgürlük olmadan da
gruplar arası hoşgörü, millet sisteminde olduğu gibi sağlanabilir. Cemaatler
Rawls’un yurttaşlık idealini kendi dinsel kişi ve toplum algılarıyla zıt
görebileceklerdir. Rawls, eğitimden çocukları yurttaşlık hakları için yetiştirmesini
bekler, ama cemaatler, cemaat içi bir hayat için gerekli değerleri mesela itaati
aşılamak isterler.620 Dindarlar millet sistemini liberal bir örtüşen mutabakattan daha
makul görebilirler. Millet sistemi dinsel çoğulculuğa daha iyi bir yanıt olabilir.621
Đyinin doğası üzerine varılan uzlaşma,
madem makul çoğulculuk olgusu
egemen, ne kadar azsa adaletin anlamına dair uzlaşma da o kadar az, hatta daha az
olacaktır. Bu durumda hakka başvurmak yardımcı olmayacaktır. Çünkü hak
hususunda ayrılık kaçınılmazdır. Aynı toplumda pek çok yaşam biçimi olunca adalet
duygusunun değişken olması normaldir. Liberal düşünürlerin adaletin en önemli
erdem olduğunda anlaşmalarına rağmen, hangi tür adaletin uygulanacağında
anlaşamamaları (mesela Rawls ve Nozick gibi; Rawls liberteryen anlayışın iyidüzenlenmiş toplumda yer alamayacağını söyler) bunun delilidir. Şaşırtıcı olan
liberallerin bunu bir sorun olarak görmemeleridir. Onlar adaletin iyiden önce
geldiğini söylemekten usanmazlar. Bunun anlamı liberallerin iyiye dair farklı
anlayışların farklı adalet görüşlerine yol açtığını gözden kaçırdıklarıdır. Bu ise siyasî
liberalizmde adaletin gereklerinin siyasî bir kararın değil yasa hükmünün konusu
olmasına, yani Rawls’ta merkezî kurumun parlamento gibi bir müzakere meclisi
değil yüksek mahkeme gibi yasa kurumu olmasını açıklar. Temel sorunlar bu
mahkemece karara bağlanması için siyasî müzakereden dışlanırlar. Rawls’un
siyasîlik iddiası hayli ironiktir. Aslında o bir tür anti-siyasî kanunculuktur.622 Hak
asla iyiden öncelikli olamaz. Hak kavramının içeriği ancak iyi anlayışları ile dolar,
yoksa boştur. Hiçbir aşamasında bir iyi anlayışına dayanmayan tam bir siyasî
liberalizm imkânsızdır. Đyi yaşam konusunda farklı düşünürsek farklı adaletler kabul
620
Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık, s. 248-249. Bu konularda ABD’de yaşanan güncel tartışmalar
için bkz. Monsma-Soper, s. 15-52. Burada okullarda dinin dışlanmasının sekülarizme “iltimas”
olması, Rawls’un kamusal akıl dediği yüksek mahkemenin katılığına dair örnekler mevcuttur.
621
Kymlicka, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, s. 339.
622
J. Gray, Liberalizmin Đki Yüzü, Çev: K. Değirmenci, Dost Kitabevi, Ank., 2003, s. 20-21.
211
ederiz ve teoride adaletin çatışan iyi anlayışlarından uzak kalabileceğini peşinen
kabul eden siyasî liberalizm, gerçekte bu çatışmalarla dağılır.623
Kanun-siyaset hakkında söylenenler, bizce, yüksek mahkemenin kamusal aklı
deruhte ettiği düşünülünce daha anlamlı gelmektedir. Müzakereci demokrasi
cephesinden liberallere yönelen eleştirilerin başlıca sebeplerinden birisi budur
denilebilir. Đlk durumda peçe gerisinde monolojik/monadolojik süreçlerle ulaşılan
ilkeler fikrinin uzantısı toplumda kararların son tahlilde kamusal akıl taşıyıcısı olan
mahkemeye tevdi edilmesidir. Fakat buradaki sorun, Hobbes’un vatandaşların
yetkilerini alan egemenin iradesinin sürekli ve her olayda onların iradeleriyle
örtüşeceğini açıklayamamasıyla aynıdır. Rawls, vatandaşlar ile mahkemenin
iradesinin nasıl sürekli örtüşebileceğini, müzakereye ağırlık verilmeyecekse,
açıklamakta zorlanacaktır. Üstelik mahkeme üyeleri de insandır. Sandel’in ifade
ettiği gibi, kendi aralarında dahi anlaşamayan üyelerin kararları nasıl toplumun ortak
aklının ürünü olacaktır? Bunu temin için bir kez daha Kantçı evrensel yasa koyan
ahlâkî kişiye başvurmak gerekir ki, bu da kuramı yine felsefî ve metafizik daha derin
bir ardalan teoriye bağlı kılar. Yani “siyasî, metafizik değil” iddiası akim kalır.
Dahası kamusal aklın, kapsamlı dışlayıcılığı ve yüksek mahkemenin aklı olması
nedeniyle sorumsuz, “la yüs’el” ve müzakereden uzak oluşu, liberalizmin en baştan
beri cephe aldığı hikmet-i hükümet (devlet aklı) anlayışının bir türüne neden de
olabilecek gibidir.
Parekh’e göre, insanların ortak bir adalet anlayışı üretebilmeleri için uzun
süre beraber yaşamaları, ortak ilgi kültür, dil, işbirliği alışkanlıkları ve bir ölçüde
karşılıklı bağlılık geliştirmeleri elzemdir. Bu bilhassa, adaletin doğası, kıstasları ve
sınırları üzerinde anlaşmak bir tarafa, bunları tartışmayı bile bir başka niza sebebi
gören kimselerle bölünmüş toplumlar için gereklidir. Kendini bir arada tutabilmek
için adalet ilkelerinden başka dayanağı olmayan bir toplum, bu ilkeler üzerinde
anlaşması en güç toplumdur. Siyasal liberalizmin kapsamlı olmadığı iddiası ikna
edici değildir. Siyasal liberalizm, ancak siyasal alanla mahdut eski kapsamlı
liberalizmdir. PL, genel hatlarıyla TJ’nin kapsamlı liberalizminin sırtından
geçinmektedir. Üstelik önce adalet ilkeleri üzerinde anlaşıp, sonra bunları kabul
623
A.g.e., s. 23-24.
212
edilebilir iyi anlayışları yelpazesini sınırlamakta kullanmak kapsamlı bir liberalizmin
kendisidir. Bu, başka düşünce geleneklerinde olmayan bir insan ve toplum anlayışına
yaslanır. Rawls, başkalarına makul kapsamlı öğretilerini bırakmalarını salık verirken,
kendi öğretilerini muhafaza edip, vurgulamaktadır.624 PL, ilkeli ve sınırlarını bilen
bir ahlâkî düşünce değil, geniş bir gizli gündemi olan siyasal bir araçtır. Dindarlar
kötü durumdadırlar. Rawls, onların kendi ıstılahlarını kullanmalarını, inançlarına
sığınmalarını ve onlardan yardım almalarını istemiyor görünmektedir.625
Vatandaşların dinsel inançlarını soyutlamaları ve yalnızca seküler (Rawls’ta
kamusal) nedenlerle hareket etmeleri tezi sorunludur. Seküler nedenler siyasal ve
kültürel açıdan yansız değillerdir, bu dünya ile öbür dünya meselelerinin farklı
olduğunu düşünen bir paradigmanın temsilcisidirler. Bu dindarlar için kabul
edilebilir olmadığından, onlardan sadece seküler nedenlere bağlı kalmaları talebi
ayrımcılıktır. Bilhassa Rawls’un hakkaniyet iddiası bu şekilde yara almaktadır.
Çünkü seküler yurttaşlar bütünlüklü hayatlar sürebilirken, derin bağlılıklarının
yalıtılması istenen dindarlar ahlâkî (iç) tutarsızlığa ve kendine yabancılaşmaya
sürükleneceklerdir. Siyasal nedenler uğruna inançların askıya (paranteze) alınması
hayatlarına anlam veren olguların değerini azalttığı ve ahlâkî bir pusuladan mahrum
bıraktığı ve bir oto-sansürü şart kıldığı manasına gelmektedir. Günlük hayatta
dinlerine
göre
yaşamalarına
izin
verilip,
görüşlerinin
kamuoyu
önünde
savunulmasında bunlara başvuruyu yasaklamak sorunu çözmez ve düşündüklerinden
farklı konuşmalarını gerektirir ki (mürailik), bu yine bir tür yabancılaşmadır. Seküler
talep toplumun çoğunluğunu seküler olduğu durumlarda işe yarar. Fakat din hala
insanların yaşamında mühim bir güçtür. Kapsamlı seküler hayat batıda bile ortaya
çıkmamıştır. Din varlığını idame ile yetinmemekte, bireysel alana sıkıştırılmaya da
direnmektedir.626
Dinin siyasî hayata vereceği değerli bir katkının olmadığı yanlıştır. Az sonra
bahsi geçecek olan birçok özgürlükçü hareketin kaynağı dinlerdir. Daha önemlisi,
din, devlete karşı bir denge oluşturarak onun bastırdığı hassasiyet ve değerleri besler.
Đktidarı denetlemek için muhalefete ihtiyaç olduğu gibi, devleti denetlemek için de
624
B. Parekh, Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek, s. 111-112.
A.g.e., s. 113-115.
626
A.g.e., s. 410-411.
625
213
devlet haricinde kurumlar gerekir. Bu donanıma en iyi din sahiptir ve devlete insanın
yalnızca vatandaş olmadığını devamlı anımsatır. Bu deliller, Rawls’un kamusal
nedeni karşılar gibidir. Çünkü din devletin yapamadığını yapar ve pragmatizmin
cenderesindeki insana insanlığını hatırlatır, ahlâkı ve iyiliği besler (buradaki ahlâk ve
iyilikten kastın, dine değil, tam da Rawls’un aradığı karşılıklı saygı ve insan onuru
hissine vb. işaret olduğunu söyleyebiliriz). Akılcı modernitenin kibirli kendine
güvenini dengeler. Bu gibi sebeplerle kamusal bir işlev görür.627 Bir liberal
demokrasi dine din olduğu için değer vermelidir. Devlet olup olmadık yerlerde
dinlere müdahale etmemelidir. Kaldı ki, dinlere müdahale için gerekli görülen “açık
ve mevcut tehlike” testi muğlakdır.628 Din bizatihi değerdir ve kamusal alandan
dışlanmamalıdır. Stout, Rorty ve Rawls’u herkesçe paylaşılabilecek nedenler
isteğiyle dini ve dinsel muhakemeyi etkin biçimde dışladığı için tenkit eder.
Liberaller ekseriya dinin siyasî tezahürlerini takdirde başarısızdır ve dinin yalnızca
kişisel veya bir cemaat meselesi olduğuna düşünmeye meyyaldir. Oysa çoğu dinler
inananlarına siyasal buyruklar verir. Din hürriyeti özel alanda tapınma özgürlüğü
değildir, siyasal meseleler hakkında konuşurken dinsel bağlılıkları kamusal neden
olarak sunma özgürlüğünü de içerir. Dinsel nedenler bastırılırsa birçok yurttaşın
ulaştıkları ahlâkî ve siyasal sonuçlara ulaşmak için hangi nedenleri olduğundan
habersiz kalınacaktır. Rawlsçu kamusal akıl, yurttaşların müşterek muhakemelerini
tasarlamanın biricik yolu değildir.629
Daha geniş açıdan bakıldığında kimilerine göre, aradaki gerilimin en azından
semavî dinler için giderilemez olduğu inancımızla benzer olarak, dinden Katoliklik
ve liberalden de (ABD açısından söyleniyor) demokrat partinin sol kanadı
anlaşılacaksa, bu ikisinin beraber bir geleceğinin olmadığı açıktır. Kölelik karşıtlığı,
sivil haklar hareketi, işçi hareketi, savaş ve yoksulluk karşıtlığı gibi konularda,
kutsalda zeminini bulan bir insan onuru kavramı, insan onuruna ilişkin seküler liberal
gelenekle örtüşmüş olabilir. Fakat 19. asıdaki ekonomik özgürlük vurgusundan
627
A.g.e., s. 417-418. Parekh, ilerleyen sayfalarda da dinin siyasetten niçin dışlanmaması gerektiğini
ikna edici (elbette kamusal nedenler isteyenler açısından) düşüncelerle anlatmaktadır.
628
A. Bradney, Bir Liberal Demokraside Dinlere Neden Değer Verilmelidir? Liberal Düşünce
Dergisi, Liberte, Ank., Sayı 24, 2001, s. 46.
629
J. Stout, Religion and the Democratic Tradition, Social Theory and Practice, Vol. 30, No. 3, 2004,
s. 436-437. Stot’un bu itirazlarına yanıtlar için bkz. K. R. Skerrett, Political Liberalism and the Idea
of Public Reason: A Response to Stout’s Democracy and Tradition, Social Theory and Practice, Vol.
31, No.2, 2005, pp. 173-190.
214
modern zamanların hak temelli anlayışına kadar liberalizm kendini dinî dünya
görüşlerine muhalif olarak tanımlamıştır. Ahlâkî göreceliliği benimseyen, hoş gören
liberalizm, iyiyi tanımlama becerilerinden emin olan dinsel geleneklerle çatışır.
Liberalizm, Rawls versiyonunda, dinlerin kamusal nedenler olamayacağını
düşündüğünden, inanç eksenli söylemleri kamusal alandan dışlayıcıdır.630 Çünkü
kamusal nedenler yurttaşlarca rasyonel olarak kabul edilebilir, esoterik olmayan
nedenlerdir. Bazılarına göre dinsel nedenler esoteriktir ve yalnızca vahiy aracılığıyla
anlaşılabilir. Bu sebeple kamusal neden olamazlar.631
Rawls, makuliyeti ahlâkî yurttaşlığın temeli yapmakla teorisinin ahlâkî
yönünü kotardığını düşünmüş ve bunu diğer süreçlerin ön koşulu kılmıştır. Fakat bu,
ahlâkî temelini iddialarının meşru kaynağı olarak gören, ama bu temel için bir
gerekçelendirme sunmayan bir dogmatik liberalizm türüdür. PL gerekçe değil,
deklarasyon sunmaktadır. Makulun doğruya egemenliği bu suçlamayı kaldıracak
hiçbir delil getirmemektedir. Oysa bu egemenliğin bağımsız bir açıklaması
olmadıkça, yurttaşlardan istenen ahlâkî koşullar için temellendirme eksik olacaktır.
Makulun üstünlüğü bağımsız değil ancak bir ahlâk anlayışının parçası olarak
sunulabilir.632 Fakat malum olduğu üzere bu tam da Rawls’un kaçınmaya çalıştığı
husustur. TJ’deki anlayış bu yüzden revize olunmuştur. Rawls’un dinsel nedenlerin
kamusal dile tercüme edilmesini gerekli gördüğü anlaşılmaktadır. Bu düşüncede
çoğulcu bir toplumun istikrarlı bir iyi-düzenlenmiş toplum olabilmesi için liberal
demokrasi dinin tüm formlarında ve tüm safhalarda sızmasından kendini
korumalıdır.633 Öyle ki, makul kapsamlı öğretiler dediği “hayalet” bile, uygulamada
dinsel öğretiler söz konusu olmasına rağmen, aslında “din” kelimesini kullanmamak
için bulunmuş bir ifadedir.634 Kamusal akıl bir tür yapay, ortak resmî ve egemen
630
M. A. Sargent, Reflections on Religion and The Future of Liberal Politics, Fordham Univ. Center,
2004, s. 2.
631
S. Wall, Perfectionism, Public Reason and Religious Accommodation, Social Theory and Practice,
Vol. 31, No. 2, 2005, s. 287.
632
Mahony, s. 322-324.
633
J. F. Haris, Religion and Liberal Democracy, The Humanist, 2006, s. 29. Yazar Đslam açısından
liberal demokrasinin bir oxymoron yani zıt anlamlı kelimelerin bir arada bulunuşu (delikanlı kız gibi)
göründüğünü söylemektedir.
634
Gauchet, Demokrasi Đçinde Din, s. 91.
215
lisandır. Herkesin ana dili değildir, ama herkesin öğrenmesi ve kullanması umulur.635
Liberallerin nazarında dinî doğrular, kamusal akıl aracılığıyla kamusal dile tercüme
olunana kadar gerçek birer doxa sayılırlar. Bu durumda, karşılıklılık ve sivil dostluk
liberallerin dindarlardan istediği bir şey ise, terk etmeleri gereken şey kamusal akıl
fikridir.636
Gillinham’a göre ise, Rawls’un PL’deki a posteriori metodu TJ’deki a priori
metodunun kusurlarını gidermemiştir. Đnananlara freestanding (kendi başına duran)
bir adalet dayatmak gayr-ı makul bir seküler hegomanya ile neticelenecektir.637 Đki
eser arasındaki yaklaşımın fenomenolojisi dinin siyasetten uzak tutulmasını içeren
metodolojik soyutlamanın öncelliğine işaret etmektedir. Đlk durum demokrat değildir
ve kamusal akıl seküler bir egemenlik tesis etmektedir. Dindarların bu metodolojik
soyutlamaları
başaramamaları
onları
Rawls’un
nazarında
kötü
yurttaşlar
yapacaktır.638 Đlk durumda herkesin kabul edeceği ilkelerde birleşmek düşüncesi,
peçe gerisinde dinlerin bilinmediği iddiasında bulunmakla, tarafsız değil bizatihi
liberal ve evrensel olarak benimsenmeyen bir iyi anlayışı içerdiği açık olan
mantığıyla yara alır. Oysa tek bir iyinin, devletin gücünü almadıkça örtüşen
mutabakatı sağlamayacağı söylenmekteydi. Rawls böylece dinin siyasette olduğunda
sebep olacağını ileri sürdüğü şeyi yapmakta, yani bir ideolojinin egemenliğini
savunmaktadır. Bu ideoloji ise “dini, doğası gereği hiçbir kamusal ilgiyi içermeyen
özel bir vakıa olarak görmeyi yeğleyen sekülarizmdir.”639 Siyasal hayatta sanki Tanrı
yokmuş gibi davranmasının önemi gözden kaçmaktadır. Siyasetin bu şekilde kendi
başına duran (freestanding) tarzı Hıristiyanlığın özünü etkiler. Bunun anlamı bir
Hıristiyan teistten Tanrı’nın Rawls’un siyasal liberalizmi hariç her yerde aktif olarak
tarihi biçimlendirdiğine inanmasını istemektir. Bu Đslâm gibi diğer dinler için de
geçerlidir (böylece girişte söylenen bazı şeyler vuzuha kavuşur: “Kralın emriyle artık
burada Tanrı’nın mucize göstermesi yasaktır!”). Rawls’un iddiasının hilafına ilk
635
M. Button, Arendt, Rawls and Public Reason, Social Theory and Practice, Vol. 31, 2005, s. 263.
Yazara göre kamusal akıl (1871’de farklı ülkelerdeki insanların konuşabilmeleri için uydurulan yapay
dil Esperantodan hareketle) siyasal bir Esperantodur.
636
A.g.e., s. 279.
637
R. Gillinham, Rawls and Religion: A Critique of the Duties and Epistemic Status of Citizen of
Faith in a Liberal Democracy, Univ. Of Wales, Lampester, 2004, s. 2.
638
A.g.e., s. 5.
639
A.g.e., s. 12.
216
durumdaki bireyin bağlamdan koparılması adil toplum yaratmakta yardımcı
olmaktan çok din karşıtı bir hegomonya ile sonuçlanmaktadır.640
Kamusal aklın işleyebilmesi için din bir kimsenin kimliğinden ayrılabilir
olmalıdır. Fakat bu kuşkuludur. Din çoğu kimse için, dünya görüşünü belirleyen hiç
şüphe duyulmayan bir öz-benlik parçasıdır, dolayısıyla neyin adil olduğunu da
belirler.
Bu
durumda
PL
kişilikleri
dinlerce
oluşturulanların
kimliklerini
parçalamaktadır. Eşitlik hırsı, fark körlüğüyle beraber homojenleştirici ve hegomonik
bir uygulamaya sebep olmaktadır.641
Dindarın dinini kamusal aklın sınırlarında kabulü (kamusal aklın sınırları
içinde din ifademiz belki kamusal aklın sınırları dışında din şeklinde daha
anlamlıdır) dinin yanlışlığına dair a priori bir tutumdan değil, makul çoğulculuk
olgusu sebebiyle dinlerin çoğulluğu iddiasından kaynaklanır. Dolayısıyla dindar
kamusal aklı benimserken kendini metodolojik bir agnostisizme adamış olur. Ancak
metodolojik agnostisizmin felsefî olandan ayrılıp ayrılamayacağı net değildir. Makul
çoğulculuk sebebiyle hiçbir din doğru değilmiş gibi eylemek kamusal aklın iç
mantığıdır. Bu ayrım ise, Rawls’un dinlerin paranteze alınabileceğini ispatlayarak
gerçekçi bir ütopya olduğunu kanıtlamaya çalıştığı iyi-düzenlenmiş toplumda642
inananların inançlarında köklü değişiklikler yapmalarını zorunlu kılar.643 Bu nedenle
Rawls’un öğretisi adalet anlayışının dine alternatif olduğunu -kendi Kantçı ve liberal
“dinimsi”sinin muhafazakâr inançların canlandığı postmodenlikte pek cazibesi yoksa
640
A.g.e., s. 17-18.
A.g.e., s. 25.
642
A. Matan, A Well-Ordered Society as a Democratic Society: Alternative Readings of Rawls’
Political Theory, Political Theory, XLI, 2004, s. 128. Biggar’a göre de teolojik iddiaların herkesin
anlayabileceği bir kamusal dile çevrilmesi, bazı katkıları kamusal hayattan çalmaya ek olarak
teologların agnostiklermiş gibi konuşmalarını gerektirir. N. Biggar, God in Public Reason, Studies in
Chiristian Ethics, London, 2006, s. 11. Galston için de kamusal dile tercüme edilirken inanç temelli
değerlerin ne kadarının kaybolacağı net değildir. W. Galston, Religious Pluralism and the Limits of
PublicReason, Univ. Of Maryland, 2004. Insole, dinsel doğruluk hususunda sessizliğin, böyle
doğrular olmadığından değil, ayırmanın zorluğundan olduğunu iddia eder. Insole, s. 17.
643
Gillingham., s. 31. Yazar, dinlerin sığıntı edilmesi, kamusal aklın seküler hegomonya tutumu,
dindarların kötü yurttaşlar konumuna düşürülmesi, PL’nin din-karşıtı olduğu ve ateist bile olabileceği
ve dinleri (bizim Rawls’un sığlığı olarak ileri sürdüğümüz) diğer makul kapsamlı öğretilerle bir
tutmasına dair keskin eleştirileri sürer.
641
217
da- reddetmiş olsa bile, çoğu kimse dini özel alana sıkıştırmakla sekülarizme bir
katkı yaptığını düşünmüştür.644
Hakkaniyet olarak adalet bilhassa fark ilkesi nedeniyle içinde yaşamanın
cazip olduğu bir teori gibi görünse de, bu cazibenin daha az göründüğü yer dindir.645
Peçenin örttüğü bilgilere izin verilmesi, toplumda yaygın olan Yahudilik ve
Hıristiyanlık menşeli iyi anlayışları lehine sonuçlanabilirdi.646 Rawls bazı küçük
ölçekli iyi anlayışlarına yer verip, daha kapsamlı (dinsel) olanlarını dışlamakla,
geleneksel olarak önemli ve uygulanabilir hayat tarzlarını neticede öldürecek
derecede keskin bir budama yapıyor gibidir. Đlk durumda peçe gerisinde dine dair
sorular ortaya çıkmamaktadır. Đlahî bir varlığa ilişkin bir doğru tercihi oluşturan
ilkeler kabul görmemektedir. Çünkü onlar var oluşları gereği hiç istenmedik biçimde
ön yargılı görülmektedirler. Rawls mutabakat yorumunda dinî inanca veya pratiğe
dair herhangi bir doğrudan söz etmemektedir. Din hususunda, müşterek mutabakat
sessiz kalmaktadır.647 Bazı geleneksel ve önemli dinler, adaletsiz ve irrasyonel
olmamalarına rağmen dezavantajlı olmaktadırlar.648
Dolayısıyla, (eğer Rawls tarih dışı ilk durumu bir asr-ı saadet saymıyor ve
orada dinin asla var olmadığını düşünmüyor veya olmasını arzulamıyorsa, yani
seküler bir fıtrat gereği “herkes seküler doğar, ailesi ve çevresi onu şu ya da bu
dinden yapar” demiyorsa) dindarlar peçe gerisinde dinlerinden habersiz olarak bazı
kararlar almaktadırlar. Bu, gözleri bağlı olarak (peçe) bir belgeye (veya boş bir
kâğıda) imza atmaya benzemektedir. Daha sonra peçe, tarih içinde, gerçek dünyada
kalktığında ve tam iyi teorisi devreye girdiğinde, dindarların “şu veya bu dine
mensup olduğumun farkına vardım, bu yüzden ilk durumda imzaladığım anlaşma
geçersizdir”
dememesi
istenmekte,
diyenler
de
makul
olmamakla
itham
olunmaktadır. Yani bir nevi galuu bela ve elest bezminde verilen sözlerin tutulması
istenmektedir. Bu yorumlarımızın temeli tabii ki, bireyi amaçlarından ve iyi
anlayışlarından önce kabul eden deontolojik yükümsüz ben fikridir. Yani bireyler
peçe gerisinde de amaçlarından bağımsız seçim yapabilecek kimselerdir. Oysa
644
T.Vaggalis, J.Rawls’ Political Liberalism, http://caae.phil.cmu.edu /Cavalier /Forum/meta/
background/ bkground.html.
645
R. L. Fern, Religious Belief In A Rawlsian Society, The Journal of Religious Ethics, 2001, s. 33.
646
A.g.e., s. 39.
647
A.g.e, s. 43-44.
648
A.g.e., s. 53.
218
hatırlanacağı gibi, cemaatçiler bunun olanağına karşı çıkmışlar ve öznenin toplum
içinde, öznelerarası bir yolla inşa olunduğunu göstermişlerdi.
Talisse, filozofun TJ’de olduğu gibi PL ile de siyaset teorisinin gündemini
değiştirdiğini söyler. O, geleneksel olarak yorumlanan liberal siyaset teorisini
reddetmek için ikna edici nedenler sunmuştur. Geleneksel liberaller temel hakların,
özgürlük ve eşitliğin bazı daha derin insan doğası, ahlâk ve Tanrı kuramlarından
çıkarılacağına inanmışlardır. Liberal siyasî teorinin bu gibi felsefî teorilerden değil
liberal toplumun gerçeklerinden, makul çoğulculuktan hareketle başlamasını salık
vermesiyle, Rawls siyasî teorisyenleri felsefî temellere dair sonuçsuz tartışmalardan
kurtarmıştır. Ona göre siyasî düşünürler makul yurttaşlar için siyasî adalet anlayışı
formüle etmek gibi pratik meselelerle iştigal etmelidirler. Rawls’un bu imkânı
sunuşu liberal siyasetteki (gündemi değiştirme anlamında) en önemli hamlesidir.649
Ancak bizce mesele daha karışıktır. Alıntılarda görüldüğü gibi siyasî değerlerle
uzlaşan, onları destekleyen dinî yorumlar hüsn-ü kabul görmektedir.650 Örneğin
Hick’in veya Đbn Arabî’nin dinî çeşitliliğe imkân tanıyan yorumları sorun olarak
görülmeyebilecektir. Peki yine dinsel dogmalardan çıkarım yapılan bu tevillerin,
dinsel bir gerekçelendirme olmak bakımından aksi görüşlerden mahiyet olarak farkı
nedir? Saik dinseldir, ama içerik liberaldir. Öyleyse (hakkaniyet olarak) adalet ve
kamusal neden Rawls’un işine gelendir. Yani temelde bir biçimde yine metafizik,
dinî bir kabul vardır: “Dinin çoğulcu yorumlarının mümkün oluşu.”
Sadece dinsel nedenlerin sekülerler için anlaşılmaz olmadığını, seküler
sebeblerin de dindarlar için anlaşılamaz olduğunu, bu sebeple onların da dindarlara
dinsel nedenler sunmaları gerektiğini söyleyenler de vardır. Liberal yönetim
dindarlara niçin onlar üzerinde yasa koyma yetkisi olduğunu kabul edebilecekleri
nedenlerle açıklamalıdırlar (nedenin “bilek gücü” olduğunu söylemiştik). Fakat önem
verdikleri dünyalar farklı olduğu için bu oldukça zordur. Dindarlar Tanrı buyruğunun
anayasal değerlerden üstün olduğunu söyleyebilirler ve Rawls’un makuliyet
düşüncesi bile dindar meydan okumalardan kaçınmada yeterli değildir. Dindar niçin
649
Talisse, s. 77-78.
Demir, dinin gördüğü sosyal işlevleri, yani dindarların suç işlememelerinin kaynak tasarrufu
sağlayacağı, ortak iyiye ahlakla katkıda bulunacağı, karşılık beklemeden diğerlerine yardımda
bulunacağı, kanaatkârlık göstereceği şeklinde sıralayarak, Rawls’un dinlere daha fazla alan sağlaması
için oldukça nitelikli “kamusal nedenler” sunuyor gibidir. Ö. Demir, Đşlem Maliyetini Düşüren Birer
Kurum Olarak Hukuk, Ahlâk ve Din, Đslam Sivil Toplum, s. 68-69.
650
219
Rawlsçu meşruiyet ilkesini kabul edecektir? Onlar bunu redle kalmazlar, kürtaj,
eğitim vs. gibi konularda diğerleriyle nasıl konuşacaklarına ilişkin Tanrı buyruğu
anlayışlarına bağlı biçimde muhakeme zorlukları ve adil işbirliği koşullarını kabul
etmemede iyi nedenleri olduğunu savunabilirler. Birincil iyiler, temel hak ve
özgürlükler de onlar için anlamlı olmayabilir. Bu tutum bencil ve süflî gayelerle
değil, bilakis daha geniş planda ruhlarını kurtarma, öte dünyalı değerleri başarma
gibi soylu hedeflerle takınılabilir. Siyasal liberalizm bu zorlu dinsel meydan
okumalara daha güçlü yanıtlar vermelidir.651
Hristiyanlardan Rawls’a genel olarak üç eleştiri gelmektedir. Evvela,
Hristiyanlar teoriyi kabul etmezler, çünkü toplumun temel yapısının düzenleneceği
ilkelerin dinsel hiçbir kanıtı yoktur. Đkinci olarak, dinsel nedenlere, siyasal söylemde
adalet ilkelerinden daha az temel olan meselelerde bile yer verilmemektedir. Din
özelleştirilir, çünkü din siyasette rol oynarsa sadece ayrılıkçı olacağı şeklinde yanlış
bir düşünceye gömülmüştür. Böylece, toplumsal ve siyasal birliği sağlamada dinsel
semboller ve kıssaların kullanma olanağı ihmal edilmektedir.652 Dinsel söylemler
zahirde yasal olarak mümkün iken, eylem aşamasında yasaklanmıştır. Bu yasak
ahlâkî değildir.653 Eberle, bir yurttaşın bir yasaya sadece dinsel bir nedenle bile olsa
destek veya karşı çıkmaya ahlâken hakkı olduğunu, bu sebeple kınanamayacağını
ileri sürmektedir ve iddiasının pek popüler olmadığının, kendisini Rawls, Larmore,
Ackerman ve Audi gibi bir dizi seçkin düşünürle ihtilaflı bir konuma getirdiğinin
farkındadır. Çünkü temellendirmeci liberaller dediği bu düşünürler, herkesin kabul
edeceği (yani seküler) ve müzakereye açık olmayan nedenler istemektedir.654 Dinsel
nedenler epistemik olarak ikinci sınıf statüdedir ve kamusal temellendirmeyi
651
L. Swaine, A Liberalism of Conscience, The Journal of Political Philosophy, Vol. 11, No. 4, 2003,
s. 386. Yazarın önemli bir iddiası da, Locke ve Hobbes’un aksine çağdaş liberallerin, liberalizmin
dindarlar için niçin cazip olduğunu açıklama teşebbüslerini bırakıp, bu konulara hiç girmemeyi ve nötr
“takılmayı” yeğledikleridir. s. 388; Seküler nedenlerin niçin dinsel olanlardan üstün olduğuna dair,
Rawls’tan farklı olmayan görüşler için bkz. J. Crowe, Preaching to the Converted? The Limits of
Religious Arguments in Politics, Policy, Vol. 21, No. 4, 2005-2006; Ayrıca Plantinga’nın Rawlsçu bir
siyasal liberalizm ekseninde, okullarda evrim teorisinin öğretilmesinin materyalist-natüralist bir
kapsamlı öğretinin tarafını tutmak olacağı itirazına dair dikkat çekici görüşleri için bkz. F. Beckwith,
Rawls’ Dangeorous Idea? Liberalism, Evolution and the Legal Requirement of Religious Neutrality in
Public Schools, Journal of Law and Religion, Vol. XX, 2005.
652
P. J. Weithman, Rawlsian Liberalism and The Privatization of Religion, Journal of Religious
Ethics, 2001, s. 3.
653
J. P. Sterba, Reconciling Public Reason and Religious Values, Social Theory and Practice, Vol. 25,
1999, s. 18-19.
654
Eberle, s. 12-13.
220
başaramazlar. Fakat bu, temellendirmeci liberalin dinsel inancın bir tür epistemik
değerlendirmesinden kaçamadığı demektir ki, çoğu zaman şüpheci temayüller
sergiler.655 Bu liberaller, dindarların bir yasayı sadece dinsel bir nedenle savunmama
veya karşı çıkmamaları gerektiği iddiası için ilkeli sebepler sağlayan savunulabilir
bir kamusal temellendirme anlayışı geliştirememişlerdir. Dinsel nedenlerden daha
anlaşılmaz seküler nedenler vardır ve dindarların dinsel nedenlere atfına müdahale
keyfîdir.656
Rawls, PL’de, kapsamlı öğretiler dediği dinleri de içeren iyi anlayışlarını, tüm
söylenenlerin ima ettiği gibi, ikincil bir seviyeye indirgeyecektir. Malum olduğu
üzere dinler kendi kültür çevresini, atmosferini yaratır ve dindar bu ortama doğar.
Dolayısıyla dindar hem sosyolojik olarak hem bu sosyolojik yapının ona sağladığı
inançtan hayatının amacını, planını alır. Rawls’un (ve liberal geleneğin) yaptığı ise
dinlerin kişiye öncel oluşunu çürütmektir. Zira eğer Ben amaçlarından evvel ise,
amaçlarını o seçiyor demektir. Böylece din basit bir tercih meselesi yapılmaktadır.
Birey toplumun dışına çıkıp, amacını seçmektedir. Ayrıca bir de Rawls’un daha
önemli ve asıl gördüğü seküler yöntemlerle açıklanmış adalet ilkelerine bağlı
kılınmakla, dinlerin birey ve toplum üzerindeki tesiri iyice tırpanlanmaktadır. Buna
göre dinler, bize göre, diğer kapsamlı öğretilere kıyasla Rawls’un iyi-düzenlenmiş
istikrarlı toplumunda en dezavantajlı (worst off) konumda olacaktır. Dolayısıyla fark
ilkesinin dindarlar için kullanılması gerektiğini dahi ileri sürebiliriz (eğer bu ilke
yalnızca ekonomik-maddi düşkünlükle sınırlı olmak sığlığıyla malül değilse, zira
homo-economicus için önemli olan kadar, belki daha önemli şeyler homo-religious
için değerlidir).657 Çünkü din diğer kapsamlı öğretilerden biri olunca, doğası gereği
zaten seküler olan bazı kapsamlı felsefî öğretilerin liberal-seküler düzenle dinler
kadar özsel gerilimleri olmayacaktır.
Kanımızca, Rawls’un derin sığlığı veya sığlığındaki derinlik dinleri diğer
izmlerle bir tutmasındadır. Oysa din, adaletten olduğu gibi, iyi anlayışlarından, dünya
655
A.g.e., s. 15.
A.g.e., s. 20. Eberle asıl ilgisinin “sadece dinsel nedenler sunan yurttaşların liberal demokrasi
yurttaşlığı rolü ile bağlantılı ahlakî beklentileri ihlal etmiş mi olmaktadır?” sorusu olduğunu belirtir. s.
21.
657
Bu konuda fark ilkesine dair benzer bir görüş olduğunu görmekteyiz. Bu ilkenin hatası sadece gelir
ve refahta kötü durumda olanlara yönelmesidir. Mesela kurumların öz-saygılarına değer vermediği
birileri de olabilir. M. Nussbaum, The Enduring Significance of Rawls, Chronicle of Higher
Education, Vol. 47, 2001, s. 3.
656
221
görüşlerinden öte bir şeydir, din onları kapsar, onların nedenidir. Dagowitz’e göre bir
iyi anlayışı ile din arasındaki en önemli farklardan biri epistemolojiktir. Đyi anlayışı
normatif değerler veya geçerli doğrular açıklamaz. Đçeriği sadece ahlâkîdir. Fakat din
hem bir iyi anlayışı hem bunun için bir gerekçelendirme kapsayabilir, hem ahlakî
hem epistemolojiktir. Farklı bir dine dönüşmeksizin bir dinin revize edilemeyecek
olması onun epistemolojik veçhesidir. Đnancını yitirmek basitçe iyi anlayışının
değişmesi (sonucu olabilirse de) değildir, daha çok iyi anlayışının dinsel bir
temellendirilişi olduğuna inanmayı bırakmaktır.658 Sadece siyasal alanla sınırlılık
iddiası bir şeyi çözmez. Kamusal-özel ayrımı ile kişiliğin bölünmesinin, dindarın bir
çeşit kendine yabancılaşmasının ve liberal eğitimle birkaç nesil içinde dinsel
grupların varlığını tehlikeye sokacağı inancından hareketle, bu ayrımın bir tür “böl,
parçala ve yut” stratejisi olduğunu düşünmekteyiz.659 Bu tutumun da Schumpeter
(1883-1950)’in “kapitalizmin kendisine uyum sağlamayan ekonomik yapıları (bizim
konumuzda sosyo-politik yapılar başat olmak üzere), bir çeşit (toplumsal) tabii
seleksiyonu ima ederek, yıkıp kendine göre yeniden kurması anlamına gelen (örtülü
bir) “yaratıcı yıkım (creative destruction)” düşüncesi içerdiğini iddia edebiliriz.
Đbarenin ikinci kısmında kuşku yoksa da, dinler söz konusu olunca ilk kısım
hakkında iyimser olmak için çok fazla neden görünmemektedir. Çünkü bilhassa
vahdaniyet bütüncül düşünmeyi660 ve yaşamayı gerektirir.
4- Đstikrar, Örtüşen Mutabakat ve Rawls’un Dışlayıcılığı
Rawls, önceki başlıklarda bahsi geçen düşünceleriyle mutlak ilgisi aşikâr olan
bu konularda da keskin tenkitler almıştır.
Örneğin, Carter’ın nazarında, Rawls, demokrasilerdeki istikrara eğilmekte
haklı ise de, istikrarsızlık kaynakları (öğretilerin çatışması) ve istikrar açıklamasını
(hakkaniyet olarak adalet üzerinde örtüşen bir mutabakatı) reddetmek için iyi
nedenler vardır. Makul çoğulculuk olgusunun sürekliliği iddiası sorgulanınca
delillerinin eksikliği belirmektedir. Kapsamlı öğretilerin temel yapıya olası tehlikeli
658
A. Dagowitz, When Coice Does Not Matter: Political Liberalism, Religion and the Faith School
Debate, The Journal of Philosophy of Education, Vol. 38, No. 2, 2004, s. 170-171.
659
Bu düşüncenin “zorlama” olmadığına delil olarak Young’un yukarıdaki makalesinin adını
gösterebiliriz. Divide and Conquer “böl ve fethet” demektir. Elbette yazar makul ve gayr-ı makul
ayrımını kastediyorsa da, biz kamusal-özel ayrımının da böyle anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.
Kaldı ki, son tahlilde bu ayrımlar ilgisiz değildir.
660
T. Cansever, Minareyi Yere Koymamak, Đz. Yay., s. 109.
222
etkilerinden endişelenmeye hacet yoktur. Siyasal müzakere ve karar alma için
müşterek zemin hiç bir şekilde Rawlsçu örtüşen mutabakat ile ilgisi olmayan ortak
inançlarla temin edilmektedir. Bu ortak inançlar bir birinden bağımsız ahlâk
ilkelerini de kapsayabilir. Rawls’dan farklı, bölünmekten ziyade önemli istikrar
kaynakları olabilecek bir ortak ilkeler çoğulculuğu ileri sürülebilir. Bu çoğulculuk
belli ahlâkî meselelerde mutabakatı da kapsar.661 Kamusal aklın sınırlayıcı doğası,
makul
kapsamlı
anlamsızlaşmaktadır.
öğretilerin
662
bölücü
etkisi
faraziyesi
terk
edilince
Yani bizim de belirttiğimiz gibi, Hobbes’un kötümser tabiat
hali tasvirinin Leviathan’ı haklılaştırmasına benzer biçimde, makul çoğulculuk
olgusu iddiası kamusal aklın kısıtlı doğasını meşrulaştırmaktadır. Sorunlu olan nokta
sosyolojik çoğulculuk olgusu değil, Rawls’un buna verdiği felsefî önemdir.
Çoğulculuktan kaynaklanabilecek muhtemel iç çatışmalara panzehir olabileceği
iddiası, siyasî adaletin Hobbesçu bir versiyonudur.663 Neal’a göre, Rawls, kuramına
ahlâkîlik atfederek Hobbesçu damgasından sıyrılmaya çabalar. Bu iddia müphemdir
ve örtüşen mutabakatın Hobbesçu görünmesinden (yani modus vivendi) tedirginlik
duyulması dikkat çekmektedir. Bu ısrar, Kantçı kökenlerden ve Hobbesçu
siyasallığın vatandaşları itaate iknada ahlâkî bir yorum sunamamasından ileri
gelmektedir. Fakat Hobbes’u inkâr hoşgörünün ahlâkî değerini savunabilmek için,
hakkaniyet
olarak
adalete
bir
tür
metafizik
düzlemi
temel
varsaymayı
kaçınılmazlaştırır. Ayrıca bireyi kamusal kültüre yerleştirmenin metafizikten
kaçınmayı sağladığı kabul edilse bile, bu yeni emprik temelin daha az tartışmalı
olduğu anlamına gelmez. Bu yaklaşım, hakkaniyet olarak adaletin temin ettiği
örtüşen mutabakatta yer bulabilecek iyi anlayışları aralığını sert biçimde
budamaktadır. Mutabakat yalnız Rawls’un ahlâkî bireyini kabullenen öğretileri içine
almaktadır ve bunu kabul etmeyenler, “konu dışıdır.” Dolayısıyla makul kapsamlı
öğretiler arasında adil bir uzlaşmaya hizmet edildiği iddiası yanlıştır. Hakkaniyet
olarak adalet, farklılıkları ne olursa olsun bu bireyde mutabık olan makul kapsamlı
öğretiler arasında arabuluculuğa hizmet etmektedir. Diğerleri prima facie dışlanır.
Tesadüfen liberal toplum vatandaşı olmuş kimseler, Rawls’a, kişi anlayışının
evrensel olmadığını hatırlatacaklardır (göçle ilgili eleştiriler hatırlanabilir). Şayet
661
Carter, s. 338-339.
A.g.e., s. 342.
663
P. Neal, Justice as Fairness: Political or Metaphysical, The Agenda, s. 182.
662
223
Hobbes’ a daha yakın olsa idi, bu itirazlara “sadece tahammül et” (veya “ya sev ya
terk et”) gibi hazır bir cevabı olabilecekti.664 Demokratik bir kültürdeki yurttaşların
ahlâkî kişiliklerine niçin ahlâkî bir önem vermemiz gerektiği açık değildir.665
Hakkaniyet olarak adaleti kendilerine göre destekleyecek öğretiler düşüncesi
müphem ve eksiktir. Örtüşen mutabakat, nasıl olup da liberal olmayan iyilere bağlı
olanlar üzerine yasalar dayatmak için ahlâkî bir zemin açıklaması sayılabilecektir?
Cevap, bu gibi yurttaşlar ve öğretilerin ya örtüşen mutabakatın parçası olarak veya
olmayarak muamele görecekleridir. Aksi halde, onları itaate zorlayacak ahlâkî bir
temellendirme nihayet, liberalizmi desteklemek için verilebilecek felsefî bir savunu
ile saptanmalıdır. Ancak bu, siyasal adaletin metafizik olanla değiştirilmesi
olacaktır.666
Larmore’a göre, “bireycilik şampiyonlarıyla, gelenek savunucuları arasında
bir yeri hedefleyen”667 PL, kendisinin siyaset teorisi üzerine koyduğu sınırlamaları
ihlâl eder. Bir örtüşen mutabakatın odağı olabileceği iddia olunan adalet mefhumu,
bilinen ve olması umulabilecek farklı öğretilerce makbul değildir.668 Rawls’un teorisi
siyasî değil, kapsamlıdır. Yani o, bir örtüşen mutabakatın odağı olmaktan ziyade
ancak bu örtüşen mutabakatı destekleyecek kapsamlı öğretilerden biri olabilir. Çünkü
bir örtüşen mutabakatın odağı olamayacak kadar dışlayıcıdır. Çok az kapsamlı öğreti
Rawls’un tasvirindeki hakkaniyet olarak adaleti destekleyecektir. Örtüşen mutabakat
fikri Ralws’a ait, yani daha önce felsefe tarihinde ileri sürülmemiş gibi durmaktadır.
Fakat birçok yurttaş örtüşen mutabakatın niçin gerekli olduğu veya gerekli olup
olmadığı, nasıl peyda olduğu ve nasıl devam edeceği hakkında spekülasyonda
bulunabilecektir. Rawls’un güçlükleri bu sorulara cevaplar bulmada belirir. Zira
bunlar farklı makul kapsamlı öğretilerin farklı cevaplar vereceği türden sorulardır.
664
A.g.e., s. 184-188.
A.g.e., s. 194. Fakat Rawls’un metafizikten kaçınamadığı çeşitli sebeplerle sık yapılan bir
eleştiridir. Mesela bizatihi (zaman dışı) ilk durum ve peçenin adalet ilkelerini bulmada herkesin
benimseyeceği bir aygıt oluşu (tarih değişiyorken), evrensel ve statik karakteri, bu ikisini yarımetafizik bir şey yapar. Çünkü Rawls bunlarda insanların sonsuz kadar kendi ilkelerini bulacakları bir
şeyler görmektedir. bkz. D. Rondel, Rawls and The Metaphysical Tradition, Soth African Journal of
Philosophy, 2004, Vol 23, s. 139.
666
A.g.e., s. 191.
667
Larmore, s. 353.
668
L. Weinar, Political Liberalism: An Internal Critique, s. 347. Rawls, kapsamlı olduğu
liberalizmden, liberalizmi liberalizm yapan değerleri alır ve bunları öteki öğretilerden üstün tutar ama
tutmadığını söyler ve liberal olmayan iyi anlayışlarını da dindar yaşam tarzları çuvalına doldurup
denize atar. Hünler. s. 289.
665
224
Weinar’ın iddiası dikkat çekicidir. “PL’nin ‘hakkaniyet olarak adaleti’, Rawls’un
TJ’nin ‘hakkaniyet olarak adaleti’nin olduğunu söylediği şeydir”. Yani baskıcı
olmayan bir toplumu istikrarlı biçimde düzenleyecek hizipçi bir öğretidir.669
Rawls, muhakeme zorluklarının makul şahıs karakterinin bir parçası
olmasında ısrarcı olmakla, aksi halde liberal bir mutabakata dâhil olabilecek birçok
öğretiyi ve şahsı dışlamıştır. Muhakeme zorlukları birçok samimi dindarı
dışlamaktadır. Zorluk dinsel öğretilerin muhakeme zorluklarının getirilerini
reddetmesidir. Muhakeme zorlukları en iyi koşullar altında bile doğru inançları
düşünmenin zor olduğunu ve insanların sorunlara farklı yaşam tecrübelerinden dolayı
farklı cevaplar vereceğini açıklamaya çalışır. Aksine dinsel bir öğreti ahlâkî
gereksinimlere ve/veya kurtuluşa otoriter bir rehber olarak kendisini açık zihin ve
kalplere evrensel şekilde girebilir olarak sunar. Bir dinsel öğreti dinsel inancının
farklılığı ve eksikliğinden söz ettiğinde, o açıklamalarını konuların zorluğuna ve hem
inanan hem de inançsızların sınırlı perspektiflerine dayanıyor değildir. Zira bu her iki
tarafta da muhtemel hata anlamına gelebilir. Daha ziyade sapkınlık ve imansızlık,
dünyasal iğvalar, şeytanî müdahale, mukadderat vs. yüzündendir. Yani farklı bakış
açıları değil, dinsel bir terminoloji ile bu farklılıklar nitelenir. Tarihî dinler
karakteristik olarak muhakeme zorluklarını reddedecektir. Çünkü o, evrensel dinlerin
kendilerini herkesçe kabul edilebilir olarak sunmalarına karşın, en iyi koşullar altında
dahi hakikati bulmanın zorluğuna olan vurguyla dinî bölünmüşlüğü açıklamasıdır.
Bu farklı inançların örtüşen mutabakata katılabileceği iddiasına bir meydan
okuyuştur. Ana itiraz dinlerden gelecektir.670 Yani yazar, Rawls’un şüpheciliği
reddedişine karşı deliller sunmaktadır. Zaten Rawls, daima meşru yasalar
üretebilecek siyasî ve dinî bir insan yapısı kurum olmadığını ileri sürmekle, hem
dinleri insanî bir düzleme indirip siyasî olanla bir tutmuş hem de otoritesine dair
şüphe atfetmiştir.671 Bir dindar bu çoğulculuğu doğrudan bir sapış sayabilecektir.
Makul çoğulculuk niçin talihsizlik olarak görülmemelidir? Đnsan aklının karşılıklı
olarak dışlayıcı öğretileri çoğaltarak insanları birbirinden ayırması hayal kırıcı değil
midir? Muhakeme zorluklarını makul insan ölçüleri arasına eklemek hoşgörülü bir
669
A.g.e., s. 349.
A.g.e., s. 359.
671
Rawls, Reply to Habermas, The Agenda, s. 536.
670
225
örtüşen mutabakatı garanti etmez. Bu anlamda sınırlı bir mutabakatı aşmak sadece
makul sınıflamasından inançlı kimseleri dışlamaya yarar.672
Weinar’a göre, Rawls, Kantçı bir ahlâk psikolojisine sahip bir birey anlayışı
savunduktan ve diğer ahlâk psikolojilerini dışladıktan sonra hâlâ metafizik olmama
iddiasında bulunamaz. Bu anlayış, mesela Bentham, Hume ve Hobbes bireylerini
dışlayacak ve sadece Kant anlayışını destekleyenleri iyi-düzenlenmiş toplumun
makul üyeleri sayacaktır. Ahlâk psikolojisine örtüşen mutabakatın mümkün
olduğunu kanıtlamak için başvurulur. Fakat bu başvuru mutabakatı olanaksız kılar.
Birçok felsefî görüş ahlâk psikolojisi yorumunu benimsemeyecekse, taraftarları da
doğal olarak hakkaniyet olarak adalete bir bütün halinde karşı olacaklardır.673 Makul
kapsamlı öğretiler kendilerinin normatif otorite kaynakları olduklarında ısrarcıdırlar.
Bir Katolik olmak sadece adalet hususlarında Tanrı’nın otorite olduğuna inanmak
değil, başka otorite olmadığına da inanmaktır. Siyasal liberalizmin ahlâkî yargıların
doğruluğuna dair hükümde bulunmaktan kaçınması, normatifliğin kaynağına dair
tartışmalardan kaçınması için yeterli değildir. Bir şahıs makul olmak için, siyasal
liberalizmin adil eylem için gerçek nedenler tedarik edeceğine inanmalıysa, bu
durumda hiçbir makul insan yoktur. Yani kıstaslar makul insan bırakmaz.674 Neal da
aynı kapsamlı dışlayıcılığa işaret eder. “Rawls’un söz ettiği iki mükemmeliyetçi
Aristoteles ve Nietzsche, aynı yatakta yan yana bulduklarına çok şaşırırlar ve kendi
kendilerine, oraya sırf liberal olmadıkları için mi düştüklerini sorarlardı.”675 Liberal
teori iyi anlayışlarına tutumu ile asla yansız değildir ve yansız olmayan bir iyi metateorisini
önceden
kabul
etmektedir.
Çünkü
iyi
anlayışlarının
bireylerin
belirleyecekleri düşünceler olduğunu reddeden bir meta-teoriyi reddetmekle yansız
olmayan bir meta-teori olmaktadır.676
Kamusal aklın devreye sokulması makul kapsamlı öğretiler ile siyasî inşa
arasındaki gerilimi gidermez. Yurttaşların Tanrı otoritesine bağlı olabilecekleri ama
kamusal müzakerede sanki tek normatif otorite siyasî kavrammış gibi davranmaları
talep edilmektedir. Bu durumda istikrarlı bir örtüşen mutabakat olamaz, çünkü bu
672
Weinar, s. 360-361.
A.g.e., s. 362-363.
674
A.g.e., s. 367.
675
P. Neal, Liberal Bir Đyi Teorisi mi?, Liberaller ve Cemaatçiler içinde, s. 107.
676
A.g.e., s. 117.
673
226
çeşit bir kamusal akıl kaçınılmaz biçimde mürailiğe sebep olacaktır. Kamusal olarak
kabul edilen politikalar öz(el)de benimsenmeyeceklerdir. Muhakeme zorlukları şedid
biçimde dinsel inancın yerini alır. Rawls, özgür kurumlar altında özgür insan aklının
işleyişini herhangi bir makul kapsamlı öğretinin doğrusundan daha önemli görüyor
gibidir. Makul kapsamlı öğretilere, kendi yasasını kendi koyan özgür insan aklının
ürettiği siyasî değerler hangi fedakârlığı gerektiriyorsa gerektirsin, onlara uymakla
icazet verilir. Bunlar, Rawls’un siyasî bir kavramın kaçınması gerektiğini söylediği
tutumlardır. Muhakeme zorluklarını kabulün makul sayılmak için gerekli olduğuna
inanan biri siyasî değerlerin ilahî otorite tarafından belirleneceğinde ısrarcı
olmayacaktır. Bu boşluğu da siyasî inşa doldurur.677 Rawls’un gayesi soyludur fakat
başarılabilir değildir. Çatıştığı dinî ve felsefî bakış açılarını dışlar. Hakkaniyet olarak
adalet çoğu makul kapsamlı öğretinin reddeceği bir makuliyet yorumuna dayanır.678
Rawls, bir yurttaşın pratikte uygulaması çok zor olan özel/kamusal
dikotomisine dayanan bir tür çifte doğru kabul etmektedir.679 Rawls’un demokrasisi
belli meseleleri bastıran ve kamusal söylemden muhalif protest sesleri dışlayan bir
tarzda yönetime izin veren sıkıca mühürlenmiş bir yapıya benzemektedir.680
Rawls’un iddialarını desteklemek için sıklıkla yardıma çağırdığı ise, pek de uzakta
olmayan dinî çatışmalar hayaletidir.681 Wolin’e göre sonuç üç çeşit Püritanizmin
kesiştiği saydam bir siyasî toplum kavramıdır: New England, Rousseau ve Kant.
Bunların hepsi de asketiktir, bireycilik ve zoraki bir topluluk erdemi ile
birleştirilmiştir. Kamusal siyasal hayatta hiçbir şey gizli kalmamalıdır. Böylece
kamusallığın temizleyici ışınları cemaatin huzurunda doğrulanmanın seküler bir
versiyonu olarak işler. Teklif, içinde makuliyete doğru taşan doğmaların var olduğu
sivil bir dindir. Yazara göre Rousseau’nun ateizmi yasaklaması gibi Rawls da gayr-ı
makulü yasaklamaktadır.682
Rawls’un aslında siyasî kılığına bürünmüş başka bir kapsamlı öğreti
olmaktan kaçınamadığının bir önemli delili, güya insanlara iyi anlayışı dayatmıyorsa
677
Weinar, s. 370. Mürailik hakkında ayrıca bkz. Wolin, s. 214-215.
A.g.e., s. 372.
679
Kelbly, s. 211.
680
Wolin, s. 223.
681
Alejandro, s. 312.
682
Wolin, s. 237. Barry’nin liberal demokrasilerin haklılaştırılma türleri arasında Hıristiyan
meşrulaştırmadan sonra bunun seküler muadili olarak Kantçı meşrulaştırmayı, ardından da Rawls’u
işaret edişi dikkat çekicidir. Barry, s. 203.
678
227
da, liberal-seküler eğitim aracılığıyla dinî grupların çocuklarının anayasal prensiplere
göre eğitilmeleridir. Adalet ilkelerine göre eğitmek bu ilkelerin beslemeye çalıştığı
değerleri beslemektir. Đnsan hayatında neyin değerli olduğuna o karar vermektedir.
Bu değerler arasında dinlerin zeminini kaydıran nihaî amaçların bir çoğulculuğu
bulunur.683 Deontolojik anlayıştaki çarpıklık hakkaniyet olarak adaleti ütiliteryan bir
deli gömleği içinde Kantçı bir çaba kılmaktadır. Çünkü hakkın iyiye önceliği
savunulabilir değildir. Đyi, hakka; mesela işbirliği ve istikrara bağlı olarak
temellendirilmektedir. Bu durumda yüksek dozda bir teleoloji kuramın bir
parçasıdır.684 Siyasî liberalizm hukukçular ve yargıçların anlaşmazlıklarda son sözü
söyleme yetkisinin olduğu bir kamusal düşünce alanıdır. Yargıçlar halkın yerine
geçer. Bu, McIntyre’ın hukukçuların liberal modernitenin din adamları oldukları
iddiasını doğrular.685
Murphy, Rawls’un dindarlara sunduğu alternatifleri sıralar. O, dindarlara
hangi tercih imkânlarını sunar ve bunlar tarihsel olarak gelişmiş vicdan özgürlüğü
anlayışının bir genişlemesi ve tamamlayıcısı olarak iddialı biçimde sunduğu
kuramına nasıl yansımaktadır? Dört ihtimal var gibidir. Đlki kapsamlı öğretiyi (dini)
değiştirmektir.
Bu
ise
iyi
anlayışlarının
değiştirilebileceğine
veya
revize
olunabileceğine dair deontolojiden kaynaklanan düşünce ile uyuşmaktadır. Đkinci
tercih düşüncelerini gizlemektir. Bir dindar dinini (en azından deontolojistlerin
umduğu gibi kolaylıkla) değiştiremeyeceğine göre, mecburen başka düşünceler
geliştirmek durumunda kalacaktır ki, bu mürailik (yaygın ifade ile “takiyye”)
eleştirilerine bağlar. Zaten yazar da buna işaret edecektir. Üçüncüsü kamusal
tartışmanın parametrelerini değiştirmeye yönelik eylemlere yani sivil itaatsizliğe (ve
vicdanî redde) başvurmaktır. Son seçenek ise Rawlsçu ideali benimsemektir.686
683
Alejandro, s. 313-314.
A.g.e., s. 319.
685
A.g.e., s. 322-323. Macedo’ya göre, liberal eğitim dinlerini sonraki kuşaklara aktarmayı zorlaştırsa
bile, dindarların çocuklarını bundan uzak tutmaya ahlâkî hakları yoktur. Bu liberal değerleri şırınga
etmeyi baltalayacaktır. Dindarların rızası için sunulan sebep ise ilginçtir: “Özgür bir toplumda
yaşamak için bedel ödemeleri gerekir.” S. Macedo, Liberal Civic Education and Religious
Fundemantalism: The Case of God v. Rawls, Ethics, 1995, s. 485-487. Bu durumda, dindarlar da
liberaller tarafından baskı olarak algılanan kurallarını “yaratıcının rızasına ve ebedî kurtuluşa erişmek
için bedel ödemeniz gerekir” muhakemesiyle savunabilirler.
686
A. Murphy, Rawls and Shrinking Libety of Conscience, The Review of Politics, 2001, s. 253-265.
Bizim genel hatlarını verdiğimiz bu önemli eleştiriler için bu sayfalara bakılabilir. Keza PL’de makul
kapsamlı öğretilerin alanının gittikçe daralması ve kamusal aklın genişlemesi ve Rawls’un vicdan
684
228
5- Cehalet Peçesi
Kabul
etmek
gerekir
ki,
Rawls’un
peçeden
çıkardığı
anlam
ve
haklılaştırmalar, hem onun kişisel zekâ ve tefelsüf hanesine hem de liberalizme artı
puanlar olarak yazılabilir kıvraklıktadır. Cehaletten liberal temellendirme çıkarmak,
üstelik bu sayede teoriye bir de hakkaniyet kazandırmak hafife alınacak gibi değildir.
Bununla beraber, bizim -retorik yapmış olmak için söylemiyoruz- Tanrı’nın mutlak
bilgisi ile (“külli”nin ve “cüz’i”nin bilgisiyle) ihdas edilebilecek büyük öğretiler va’z
etmenin Tanrı’yı oynamak olduğu itirazımız geçerliliğini sürdürmektedir. Hiçbir dinî
vs. geleneği paylaşmayan, sadece ilk durumda bir ex nihilo yaratılış hikâyeleri
bulunan687 (ABD geleneğine oturtmak ve bir hikâye sunmak yeterli değildir) bireyler
tasarlayan Rawls, içi boş bir vicdan özgürlüğü anlayışı ile bireysel tercihin yöneldiği
şeyi “özgürlük” olarak/adına takdis etmektedir. Oysa Tanrı muhtevadan arındırılmış
bir ahlâk ve özgürlük buyuruyor olmasa gerektir. Rawls, içini boşalttığı bu
kavramların yerini liberal muhteva ile doldurur. Zaten sorun buradadır. Zira dinlerin
sorun olarak belirmesi en fazla semavî dinlerde geçerlidir. Dinler açısından
huzursuzluk vericisi olması gereken, Tanrı’nın mutlak bilgi ile sağlayamadığını
Rawls’un cehalet ile başarma hırsıdır. Bir kez daha Hobbes ile bağlayabiliriz: Tanrı
yaratısı tabiat halinin sağlayamadığı can güvenliği ve toplumu insan yaratısı
Leviathan’ın sağlaması gibi, dinlerin tesis edemediği istikrarlı bir örtüşen
mutabakatın egemen olduğu iyi-düzenlenmiş toplumu Rawls kurabilmektedir.
Önemli bir tenakuz da, TJ’deki peçeli bireylerin ahistorik zaviyelerinden
kendi mantığınca dinlerinin ne olduğunu bilmediklerini, argüman hatırına, kabul
etsek bile, PL’de toplum içine konuşlanan ve kamusal müzakerede yasamaya katılan
dindarların nasıl dinlerini bilmiyormuş gibi davranacaklarının muamma oluşudur. Bu
bireyler, dinlerini bilmektedir. Öyleyse Rawls onlardan daha fazlasını talep
etmektedir, çünkü TJ’de hiç değilse bireyleri din duygusuna sahip ama hususi olarak
hürriyetini genişletmek bir yana kıstlaması için bkz. s. 273-276; Rawls’un dinlere bakışının
uluslararası bağlamda toplumların sınıflandırılmasındaki rolü için bkz. M. Avila, Political Liberalism
and Asymetrical Rights for Minority Comprehensive Doctrines, Human Rights Review, 2004, pp. 321.
687
M. Walzer, Liberalizmin Cemaatçi Eleştirisi, Liberaller ve Cemaatçiler içinde, s. 255. Bu, ilk
durumun insanlara (aslında Rawls’a) Tanrı’nın tarihin başındaki konumunu sağladığı fikrimizle
paralel gibi durmaktadır. Bir hikâyeleri olmayan ve hiçlikten (Rawls tarafından) “yaratılan” bireyler.
Yani Tanrı’nın imajında değil, Rawls’un imajında ex nihilo yaratılmışlardır ve onlara eşyanın
isimlerini (birincil iyiler) Rawls öğretmiştir.
229
hangi dinin müntesibi olduğundan habersiz programlamıştı. Şimdi ise durum daha
karmaşıklaşmıştır (birey artık Robinson’dur). Çünkü özel hayatında dinî bir grup
içinde
yaşamasını
normal
saydığı
bireylerin
davranış
şekillerini
bunlar
belirleyebilecektir. Eğer Kymlicka’nın, Rawlsçu bireylerin “özel hayatlarında
cemaatçi oldukları” iddiası haklı ise, sadece bireylerin değil, grupların da
dünyevîleşmiş olmaları gerekir ki, kamusal müzakerede liberal değerlere sistemin
doğası icabı uyulması gerektiğinde sorun çıkmasın. Rawls’un bir el çabukluğu da
buradadır. TJ’nin çok tenkit alan metafizik bireyini güya bir kültür-tarih içine
yerleştirerek siyasî kılmış, fakat bu defa da aynı bağlamsızlığı ve köksüzlüğü kendi
başına durduğu iddiasıyla hakkaniyet olarak adalete atfetmiştir. Ayrıca PL’de TJ’nin
numenal Beni görünüşte tarihe, fenomen aleme çekilmesine rağmen, “fenomenal
birey” özel ve kamusal diye ikiye ayrılmaktadır. Kamusal benliği, özel benlik değişse
bile değişmez görmek ise bir biçimde, TJ’nin numenal Beni ile kamusal Benin
örtüşmesi demektir. Numenal Ben nasıl tecrübeden etkilenmiyorsa, kamusal Ben de
öyle etkilenmemektedir. Bu durumda kamusal alan numen, kamusal akıl ise bireyleri
numenal alana yükselten, deneyin üstüne çıkaran, siyasal ahlâkın olanağını sağlayan
vasıta olmaktadır. Kısacası Rawls, TJ’de tecrübeden bağımsız hareket ettiği
eleştirilerine, sanki “pratik hayatın bölünmüş, çoğulcu yapısı beni doğruluyor,
tecrübeden hareketle de iki ilkede uzlaşmaya mecburuz, yoksa çatışma çıkar” yanıtı
veriyor gibidir. Rossi, bu iddiamızı Kant’ın aklın kamusal kullanımı-sosyal otoritesi
ve bir etik ülkesinin gereği olan toplumsal bir işbirliğinin imkânı ile ilintileyerek
doğruluyor gibi görünmektedir. Ona göre, aklın kamusal kullanımı bir failler çokluğu
içinde müşterek bir dünya yaratma amacıyla ortak bir düşünceye ulaşılmasını sağlar.
Aklın kamusal kullanımı bir etik ülkesinin tesisi için elzem bir toplumsal birliğe
özgürce niyetlenmelerini sağlayacak sosyal dinamizmi üretir. Kantçı aklın kamusal
kullanımı kişisel çıkarlara karşı durabilerek işbirliğini temin eder.688
Liberal geleneğin görmezden geldiği, kendi özgürlük fikirlerinin tek özgürlük
görüşü olmadığıdır. Bir makul kapsamlı öğreti sahibi bilhassa bir dindar
Sheakspare’in tabiriyle “sınırsız özgürlüğün felaketi kamçıladığını” düşünebilir. Bu
sebeple dindar kendi bireysel iradesiyle yaşayamayacağına (ama yaşaması
gerektiğine) inandığı dinini bihakkın yaşayabilmek için bir topluluğa girmeyi zorunlu
688
Philip J. Rossi, The Social Authority of Reason, State Univ. Of New York Pres, Albany, 2005, s.
107.
230
görebilir. Ve bu topluluk kurallarının veya kendinden daha iradeli dindarların
kendisini kısıtlamasıyla dinini daha iyi yaşayabileceğini düşünerek, sözde
özgürlüğünden feragat edebilir. Tuhaf olan ötenaziyi, kürtajı, özgürlük görenlerin,
dindarın dini kendisinden daha iyi bilen ve yaşayanlara mutî olmasından huzursuzluk
duymalarıdır. Oysa tam da toplumun madde gibi atomlara parçalandığı monadların
dünyasında, dindarların en çok bir topluluk içinde kendini muhafaza etmesi lazımdır.
Zira semavî bir din mensubu için neredeyse her şey dinini yaşamasını engelleyecek
tarzda inşa olunmuştur ve bu kültürün sızmadığı en ufak bir nokta yoktur. Aslında
Rawls’un peçesi böyle bir ortamda yaşayan dindar için gereklidir. Din adına
konuşanların peçe ile dünyevîleşmeden etkilenmeden kararlar alabilmeleri gerekir
(ama din adına takılan örtüler yasaktır). Rawls hakkında haklı olduğumuzun kanıtı
kendisinden çıkarılabilir. Bireylerde peçe dahi olmasa yine kendi fikirlerine yakın
ilkeler bulacaklarının ispatı, PL’de ABD’nin kamusal siyasî kültürüne yerleştirilmiş
bireylerdir. O, bu bireylerin asgari müştereklerde buluşacak kadar liberal olduklarını
zımnen kabul etmektedir. Dış dünyadan gelecek olan tesadüfîlikler, olumsallıklar
liberal karakterlidir. Öyleyse asıl peçe (hatta girişte işaret ettiğimiz yabancı bir
havayı soluma olgusu sebebiyle maske) hiç de dinlere uygun sayılamayacak bir
kültürün egemenliğinden ötürü, dinlerine aykırı kararlar almamak, hatta aykırı
düşünmemek adına dindarlar için elzemdir.
O, açıkca kendi ilkelerinin dinî ilkelere rüçhaniyetini savunmaktadır. Ancak
bizim için bu sürpriz değildir. Zira bu “adilin/hakkın iyiye önceliği” fikrinin
uzantısıdır.689 Ayrıca yeri geldikçe değindiğimiz üzere, tüm sözleşmeciler gibi
Rawls’un duruşu, sıfır noktasından, kendisinin attığı (seküler) temeller üzerinde
seküler bir sistem inşasıdır. Ne de olsa asırlar içerisinde inşaat sahası idollerden
arındırılmış ve bu kalıntılar denize dökülmüştür. Bu inşaat sahasının ise insan zihni,
kalbi, doğa ve toplum olduğuna kuşku yoktur. Bize göre Rawls’un peçesi yüz/göz
önündeki değil, kafadaki bir baret (kask) olarak anlaşılabilir. Çünkü ilk başta iş
güvenliği açısından takılan bu araç, bireyleri tarihin, geleneğin, toplumun vs.
kanaatlerinden kurtarmaktadır. Ve hatırlanacağı üzere bu peçe (kask) Rawls’un kendi
binasının katları çıktıkça incelmekte, nihayet inşaat tamamlandığında tamamen
689
Hakkın iyiye önceliğinin çoğulcu toplumda gerekliliğinin, teleolojik sistemlerde farklı iyi anlayışı
ve dinleri olanların baskı altına alınacağı biçiminde (Yahudi soykırımı delil gösterilerek) savunusu
için bkz. Dombrowski, s. 39-43.
231
kalkmaktadır. Çünkü tehlikeler geçmiştir. Rawls korunaklı bir kompleks inşa
etmiştir. Böylece Rawls binasının dinî bir mimarî sergilemesini önlemiştir. Bugün
konumuzun da sebebi olan sorunlar, dinî olmayan bu binanın kapısından giren
dindarlar ve onların bu bina (kamusal alan) içinde “ayak altında” dolaşmaları ve
gittikçe görünür olmalarından kaynaklanmaktadır. Özü ve amacı gereği lâdinî olan
bu binada dindarların dinî inançlarını görünür kılma talepleri, binanın kapısında
istenen kimlik kartının dinî renginde (veya din hanesi) ısrarı, çözülmesi güç
anlaşmazlıklar doğurmaktadır. Yarattığı binayı tepeden görebilen Rawls sistemde
arıza, anomali hissettiği anda müdahale eder ve PL’deki binaya geçer. Aslında fark
yoktur. Yani TJ ile PL’deki binaları ikiz kuleler olarak görebiliriz. Buradaki felsefe
ise şudur: “Hiçbir şey değişmesin diye her şeyi değiştirdik.”690 Rawls ve diğer
seküler sistemlerin dünya cennetlerinin yasak meyvesinin din olarak görülmesi de
manidardır.
Sorun bizce buradadır. Rawls, binanın inşaatındaki işçileri güvenlik gereği
kask (peçe) ile teçhiz etmiştir ve bu işçiler kendilerinin yaşayacakları bir bina (iyidüzenlenmiş toplum) inşa ettiklerinin bilinciyle Rawls’un bütün talimatlarına
uymuşlardır (veya öyle olduğunu kabul edelim). Rawls iyi-düzenlenmiş toplumu
kapalı bir toplum saydığına göre, bireyler bu bina içinde de doğmuş olabilirler. Fakat
dışarıdan bu binaya “sızmaya” çalışan makul kapsamlı öğreti sahiplerinin durumu ne
olacaktır? Yani işçiler gibi binanın yerlisi olmayan göçmenler, inşaatın başındaki
zaman ve mekândan münezzeh bir boşlukta yapılan sözleşme ile bağlı olmadıklarına
göre, durumları nedir? Eğer PL, ABD’nin kamusal siyasî kültürüne bel bağlıyorsa,
yeni sakinlerin bu kültüre razı olacağı beklentisinin temeli nedir? Toynbee (18891975)’nin tabiriyle bu yenilerin herodianlar oluşu mudur, yoksa Rawls, Fukuyama
ile hemfikir olarak dünyayı bir “Pax-Americana” mı görmektedir, yani liberal
demokrasilerin dünya ölçekli kabulüne mi güvenmektedir? Peki bunlar herodian
değil de zealot iseler durum ne olacaktır?691 Gray’in dediği gibi, “Hobbes bile
690
Kelbly de PL’nin, TJ’nin muhtevasını veya prosedürlerinin yerini aldığını veya onu aştığını
düşünmek için çok az neden olduğunu söylemektedir. PL, TJ’nin merkezî iddialarının güçlü bir
yeniden doğrulanışıdır. Kelbly, s. 204.
691
Herodian; (kabaca) çareyi mağlup olduğu düşmanların silahıyla silahlanmakta, kültürünü almakta
bulanlardır. Yani “celladına meftun olanlar” diyebiliriz; Zealot; geleneksel değerlere bağlılığı tercih
edip, galip kültürü tümüyle reddedenlere denir. Toynbee bununla Batı’nın silahı, kurumları ve
kültürünü bütün görüp tavır alanları kastediyor. A. Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev: U. Uyan,
Đst., 1988, s. 177-180.
232
düşmanlarının burnunu sürtmek için ölmeyi göze alan savaşçılarla nasıl başa
çıkılacağını söylemez.”692
Sanıyoruz ki PL, Rawls’un bu yeni sakinlerin sakinliklerini sürdürmeleri ve
hep herodian kalıp zealotluğa özenmemeleri için inşa olunmuş bir eş/ikiz binadır. PL
hakkında, TJ içinden çıkabilecek sorunlara ek olarak dışarıdan gelebilecek olanlara
karşı önlem olarak inşa olunmuş bir ön siper, savunma hattı denilebilir. Asıl bina PL
değil TJ’dir. PL saldırıları yumuşatır. Elbette hem içerdeki hem dışarıdaki çatlak
seslerin sadece ileriye doğru yol alan bir gemide geriye doğru yürüyen biçareler veya
aymazlar olduğu kuşkumuz bakidir. Sekülerleşmenin gerileyişi ve dinlerin canlanışı
ile ilgili söylediklerimizin bu tereddütümüzü gösterdiğini düşünüyoruz.693 Kanımızca
PL, arkadaki TJ’yi güvenli kılmak için yani ladinî mimarisiyle ladinî işçilerinin bu
dünyalık esenliği adına, makul kapsamlı öğreti sahiplerinin gerilimini alan bir
binadır. Mimarî ladinîdir ama paradoksal bir teşbihle minare TJ’dir, kılıf ise PL’dir.
Makul kapsamlı öğreti sahipleri açısından daha tehlikeli olan ise dışarıdan
konuşanlar, cephe alanlar değildir. Kendi içlerindeki herodianlar yani “müezzin-i
münadi”lerdir, sadece duyduklarını yankılayanlardır.
Bu konuyla ilgili olarak ele alınabilecek göç olgusu hususundaki
eleştirilerimizde yalnız olmadığımızı görmekteyiz. Rawls’un iyi-düzenlenmiş
toplumu doğumla girilip ölümle çıkılan kapalı bir toplum kabulü, uluslararası adalet
konusunda Kantçı kozmopolit dünya vatandaşlığı fikrinden ayrılıp, kapalı toplumlar
halindeki halkların işbirliği anlayışına meyline işaret eder. Rawls’un halk tanımı ikna
edici bulunmamaktadır. Hatta iyi-düzenlenmiş topluma, “liberal öncüllere göre
saptanmış ilkelerin, yasaların, niçin dinler açısından makbul olacağı” itirazımız, daha
genel düzlemde, uluslararası bağlamda “liberal bir halkın seçtiği halkların yasasının
niçin ve nasıl liberal olmayanların da onayını alacağı,” yani beynelmilel bir örtüşen
mutabakatın odağı olabileceği sorusu, Rawls’un adalet görüşünün en mühim
meselelerinden görülmektedir. Ackerman’ın “ulus-devlet eğilimi” iddiasına paralel
692
Gray, Küresel Yanılgılar, s. 91. Baştan beri Rawls ve Hobbes arasında bir takım benzerlikler
kurduğumuz malumdur. Gray de, Hobbes’a dönüşü daha fazla vurgulamakta ve Rawls’un istikar
arayışı ile yeni bir şey söylememiş olduğuna işaret eder. Đşte, Rhodes da buradan hareketle makalenin
adından anlaşılacağı gibi, benzerliklere dikkat çeker. bkz. R. Rhodes, Reading Rawls and Hearing
Hobbes, The Philosophical Forum, Vol. XXXIII, No. 4, 2002, pp. 393-412.
693
Kukathas’a göre “Tanrı ölmemiş” olabilir ama yaptıklarımızın çoğu için ona ihtiyaç duymadığımız
veya istemediğimiz anlaşılmaktadır. C. Kukathas, Đslam, Demokrasi ve Sivil Toplum, Đslam Sivil
Toplum, s. 33. Ona göre sekülerlik faydalıdır zira değişik inanç sahiplerinin küresel arenada temasta
olduğu bir dünyada seküler bir kamusal alan dışındaki her şey felaket olabilir.
233
biçimde, bu tutum milliyetçiliğe kaymakla eleştirilir. “Rawls’un liberal-milliyetçi
görüşü, milliyetçi hareketlerin ortak anlayışına ve bütünleşmiş bir ahlâkî niteliğe
sahip bir halk yaratmaya yönelik hegemonyaya dayalı gayelerini ideolojik
mücadeleler olarak tahlil etmek yerine, bunlara sosyolojik olgular payesi verdiği için,
son tahlilde liberal olmaktan çok milliyetçidir.”694
Đnsanlar, iki ahlâkî yetilerinin rasyonel yani bir iyi anlayışına sahip olma ve
onu gerçekleştirme çabasından ötürü kapalı toplumun sınırlarına uymayabilirler.
Bireyler, dinsel, ahlâkî veya siyasal nedenlerle, iyi anlayışlarının kendilerini
doğdukları toprakları terke ve başka toplumlara katılmaya icbar ettiklerini
düşünebilirler. Dış göçün kabulü zorunluluktur yoksa Rawls’un kişi anlayışı manasız
olacaktır. Bu kapalılık Rawls’un çoğulculuğa bağlılığını da yaralamaktadır. Liberal
demokrasilerin dışında saygın halkların varlığını kabule (Osmanlı gibi) hazırsa da,
Rawls’un batılı toplumlar içinde de, bu saygın halkların değerlerini paylaşan grup ve
bireyler olacağını kabul etmemesi tuhaftır. Yani, dinine bağlı Müslümanlar ve
Yahudiler başka yerde değiller, liberal toplumlarda yaşayan vatandaşlar ve
komşulardır. “Öteki” uzaklarda değildir.695
Rawls’un peçeli birey anlayışının “öteki” hususunda içerdiği anlamlar
Benhabib tarafından tenkit edilmektedir. Ona göre, benlik bir şey değildir, bir hayat
öyküsünün kahramanıdır. Ahlâkî amaçlarına öncel bireyler fikri yanlıştır. Böyle bir
varlığın insanî bir benlik mi, melek mi yoksa kutsal tin mi olduğu belirsizdir. Peçe
öznelerarasılığı yani diyalojik bir süreci ortadan kaldırdığı için, onun gerisinde
“öteki” ortadan kaybolur. Kantçı ahlâkın hatası kendi için akıl yürüten bireyin tüm
yer ve zamanlarda herkes için geçerli bir sonuca varabileceğini düşünmesidir. Kantçı
teoride ahlâkî failler farklı odalarda otururken kendileri için akıl yürütmekle beraber
bir problem hususunda hep birlikte aynı sonuca varan geometri uzmanlarını
andırırlar. Bu, bizim de vurguladığımız ve hatta monadolojik dediğimiz, monolojik
ahlâkî akıl yürütmedir.696
Ayrıca biz, PL’deki ABD kültürüne inhisarın, bu kültürden çıkarsanan liberal
ilkelerin, diğer halkların düzgünlüklerinin (makuliyetlerinin) ölçüsü kılınmakla,
694
Benhabib, Ötekilerin Hakları, s. 91.
A.g.e., s. 95-97.
696
Benhabib, Modenizm Evrensellik ve Birey, s. 221-223. Ayrıntılı peçe eleştirileri için bkz. 226-234.
695
234
sözde kaldığını düşünüyoruz.697 Liberalizm ahlâkî alandaki eksikliğini milliyetçiliğe,
millî varlığın ima ettiği ahlâka dayanarak telafiye çalışmıştır. Devletin alanı kamusal
alan, aynı zamanda kamusal ahlâka işaret etmiştir. Kendini ulus-devlet bağlılığıyla
üreten liberalizm, küreselleşme ile ulusal sınırların aşılması neticesinde, kamusal
aklın sorgulanması ile kamusal ahlâkın da yeniden düşünülme zorunluluğuyla
karşılaştı. Rawls’un fikirleri bu yüzden kurtarıcı gibi karşılanmış, salt liberal
düsturlardan bir ahlâk bulunabileceği sanılmıştır. Ancak bu olmamış ve Batı liberal
kalma uğruna otoriterliğe teslim olmuştur. Mahçupyan’a göre, kendi içinde ‘öteki’
ile ortak bir zemin üretemeyen Batı, çareyi otoriter bir laiklik anlayışını ‘rasyonel
bireyin’ özü haline getirmekte bulmuştur. Kamusal akıl kavramını yeniden
yorumlamakla açmazları aşabileceğini sanan Rawls ve takipçileri, çoğulculuğu ve
demokrasiyi geriye iten, ahlâkî bir kamusal akıl temelli bir liberalizm
geliştirmiştir.698
Rawls’un felsefî kahramanı Kant’ın699 ahlâkî özerkliğini terk etmesi
hakkaniyet olarak adaleti kolaylıkla siyasî kılmamaktadır. Keza Mahçupyan,
liberalizmin herkesi liberal saymaksızın sağlıklı bir toplum kuramayacağını ileri
sürer. Ancak bu durumda herkes haklarına ve alanına razı olur ve sorun çıkmaz.
Zaten liberalizm herkesi liberal kabul etmektedir. Farklı ideolojilerin (biz makul
kapsamlı öğreti diyelim) varlığı kabul olunsa bile, bunların farklı zihniyetlere
oturdukları, yani farklı değerlerden beslendikleri göz ardı edilmekte ve -bir çeşit
milliyetçiliği beslercesine- sanki herkes liberalizmin üst kurgusuna uygun bireyler
olmak zorundaymış gibi davranılmaktadır. Oysa demokrasi müzakereye önem verir,
herkesin kendine bakıp ötekini sanal olarak ürettiği bir liberal dünyanın soyut bireyi
sağlıklı bir birlikteliği temin edemez.700
697
Bunun batılı liberalizmin evrenselleştirilmesi anlamını taşıdığı hakkında benzer bir yorum için bkz.
C. Mouffe, The Limits of John Rawls’ Pluralism, Politics, Philosophy and Economics, No. 4, 2005,
221-231.
698
Yayla-Mahçupyan, 83-84. Mahçupyan’ın liberalizmin Aşil topuğu ahlâk ve toplumsallaşmanın
milliyetçilikle aşılmaya çalışılmasına, “öteki”nin milletin dışında bir yerdeki birileri olarak
tanımlanmasına, seküler rasyonel bireyin, millî bir çerçeve içinde “seküler rasyonel vatandaş” oluşuna
ilişkin fikirleri için bkz. s. 79-80. Sekülarizmin liberalizme sağladığı meşruiyet için bkz. s. 89.
Demokrasi kanadından liberalizme yönelen en güçlü ve bildik tenkitlerden birinin Barber’den geldiği
malumdur. O, kitabına aşırı liberalizmin demokrasiye zarar verdiği iddiasıyla başlar. B. Barber, Güçlü
Demokrasi, Çev: M. Beşikçi, Ayrıntı Yay., Đst., 1995, s. 20; Liberalizm-Demokrasi ilişkisi için bkz. B.
Holden, Liberal Demokrasiyi Anlamak.
699
Đfade Sandel’indir. Public Philosophy, s. 250.
700
Yayla-Mahçupyan, s. 76-77.
235
Bize göre, Rawls TJ’yi, yararcı sezgici, teleolojik, dinî bir içerikten uzak
tutmak için diktiği ve ilk durumu herkesin gerçek kimliğini gizlemesi ve olmadığı
biri gibi davranması anlamında “maskeli baloya” çeviren cehalet peçesini, bu defa
PL’yi felsefî içerikten korumak için kendi yüzüne takması gerekmektedir. Zira
filozof olan kendisidir. Bu, Hobbes’a da yöneltebileceğimiz (ki tüm sözleşmeciler
için geçerli olduğu düşüncesindeyiz), “tabiat halindekilerin nasıl olup da, Hobbes
gibi bir dehanın ancak ve tarih içinden, asırların birikiminden ve yeni felsefî ve doğa
bilimlerinin harmanlanmasından beslenerek geliştirebildiği karmaşık bir siyaset
kuramını tasvvur edebilecekleri” eleştirimizi gündeme getirmektedir. Bunun gibi
Rawls’un, bir de aralarında diyalog olmayan peçeli bireylerinin böylesi bir düşünsel
mahareti gösteremeyeceği açıktır. Bu fikirlerin, ince tahlillerin, fark ilkesi, adil
tasarruf ilkesi gibi üst düzey ekonomi-politik bilgisi gerektiren gönül çelici
kavramların sahibi Rawls’tur. Kısacası bireylerin bu gibi teoriler kurabilmeleri için
Leviathan’ı veya TJ’yi okumuş olmaları gerekmektedir.
Bu anlamda peçe, inandığı liberal değerleri sistemin egemeni kılmamak için
Rawls’un yüzünde olmalıdır. Ancak birincil değerlerin liberal doğası (zayıf iyi
teorisi) bunun aksine işaret etmektedir. Acaba onun dinlere verdiği konum dinlerle
ilgili (ön) yargılarından ne kadar uzaktır? Bu itiraza “ilk durum ve peçe sadece
faraziye ve modellemedir, bu kadar ciddiye almak anlamsız” karşılığı verilecekse,
“hipotetik bir durumdan nasıl kategorik ilkeler çıkmaktadır ve (ileride de
değineceğimiz gibi) bu Rawls’u (ve sözleşmecileri) “hayal satan” bir senarist
yapmayacak mıdır?” sorularına hakkımız doğacaktır. Kısacası Rawls liberalizmin
faziletlerinden emindir ve tüm kavram ve muhakemeler sadece retoriktir.
Anladığımız kadarıyla (eğer varsa bile) bu peçe ABD kültürünü görecek ve
birincil iyiler, düşünülmüş yargılar sayacak kadar incedir. ABD kültürü, kamusal
alanda kabulü sağlayan makuliyetin ölçüsü olacaktır. Rasyonellik ardalan kültürün
sınırlarında kalmaktadır. Bu durumda tüm yurttaşların ortak noktasının hâkimi,
kamusal alanın değerlerini koyan, kamusal aklın mahiyetini, sınırlarını çizen
demokratik kültürdür. Diğer alt kültürlerin değerleri rasyonel olarak kabul edilerek
“kibarca” kamusal müzakere dışına itilecektir. Bu şekilde, Rawls, henüz ABD
kültürüne tamamen uyum sağlamamış grupların, bireylerin rasyonel arzularının
önüne geçmiş olur. Kamusal alanda hak ilkeleri/makuliyet, rasyonel olana/iyiye
236
öncel ve üstün kılınmış olur. ABD’nin bu kamusal kültürünü oluşturan diğer
kültürler ise zaten sorun çıkarmadıkları için makuldürler. Makul şahıs tanımı aslında
makul şahısların liberalizmin temellerini kabul edenler olduğunu söylemenin dolaylı
bir yoludur. Bu ayrımın gerçekten ima ettiği şey, siyasî birliğin ilkeler söz konusu
olunca çoğulculuk olamayacağı ve liberal ilkeleri reddedenlerin dışlanması
gerektiğidir. Fakat bu ahlâkî bir lüzum değil, bariz siyasî bir kararın ifadesidir.
Liberalizm karşıtlarına gayr-ı makul demek, bu görüşlerin liberal demokratik bir
rejimin çerçevesinde meşru sayılmayacaklarını söylemenin pek de şık olmayan bir
yoludur.701 Buna göre, aslında Rawls’un talebinin örtülü bir modus vivendi olduğunu
ileri sürebiliriz. Dahası, iyi-düzenlenmiş topluma ulaşılınca artık örtüşen mutabakata
katılanların mevcut düzenlemeleri sorgulama hakları olmamalıdır. Zira onlar adalet
ilkelerini belirlemiştir. Eğer uymayanlar varsa, bu onların irrasyonelliklerinden ve
gayr-ı
makullüklerindendir.
Çünkü
ahlâkî
olmayan
siyasal
bir
tutum
sergilemektedirler. Açıkçası iyi-düzenlenmiş toplumda muhalefete yer yoktur.
Mutlak bir örtüşen mutabakata asla ulaşılamayacaktır, çünkü bir örtüşen mutabakatın
odağı muhtemelen siyasal rakipler olarak mücadele eden liberal kavramlar çokluğu
olacaktır.702
Öyleyse, kamusal alana liberal olmayanların bir biçimde sokulmadıkları ve
bu alanın liberaller arası bir mücadele alanı olduğu anlaşılmaktadır. Đyi-düzenlenmiş
toplumda artık muhalefet olamayacağı, adalet ilkelerinin bir kez belirlenmiş olduğu
fikri, bir şekilde Hobbes’u andırır. Hobbes, sözleşme ile yetkiyi egemene verdikten
sonra onun hiçbir eylemine itiraza izin vermiyordu, çünkü egemen kendinin değil,
onu seçenlerin iradesini uyguluyordu. Öyleyse bir kimse şikâyet ettiğinde kendi
eyleminden yakınıyor demekti ki, bu olanaksızdı. Birçok kusur varsa da, bu
düşüncenin en tuhaf yanı, Hobbes’un egemen ile uyruklar arasında sürekli ve mutlak
bir irade örtüşmesi kabul etmesi idi. Oysa egemenin insan olduğu düşünüldüğünde
bu iddia berhava olmaktadır. Rawls, adalet ilkelerini devletten önce belirlemekle
Hobbes’tan ayrılıyorsa bile, bir daha bu ilkeleri ve bu ilkelerin yorumlayıcısı ve
kamusal aklın sahibi yüksek mahkemenin görüşlerini tartışmaya açmayarak, hiçbir
“meşveret” imkânı olmaksızın, bir çeşit irade çakışmasını kabul ediyor gibidir. Đlk
701
702
Mouffe, s. 223.
A.g.e., s. 225.
237
durumdaki monolojik ve monadolojik süreçten itibaran egemen olan bu “biz sözleri
susarak aştık” tutumu gerçek topluma da sirayet etmektedir. Belki iç tutarlılık adına
artı bir puansa da, bize sanki Platon’un “bilginin hatırlama” olduğu fikrini
andırmaktadır. Bu daha çok PL için geçerlidir. Çünkü TJ’nin aksine PL’de ilk
durumun yanına bir de kamusal kültür girmektedir. Rawls, ya kendisi ve ayarındaki
düşünürlerin de paylarının olduğu liberal bir kültüre güvenmekte ve kuramını içine
yerleştirmektedir veya daha önceki hayatlarında (numenal-ideler âleminde) beden
kalıbına girmeden evvel, (bedenden, tarihten yoksun) metafizik-yükümsüz benlerin
temaşa ettikleri, ex nihilo yaratıcıları Rawls’un “labirentin (birbiriyle hiç teması
olmadıklarını düşünürsek) sonuna koyduğu peynir” diyebileceğimiz iki ilkeyi,
birincil iyileri ve temel hak ve özgürlükleri, bedene bürünerek fenomen aleme
indiklerinde, bunlarla tekrar karşılaştıklarında hatırlayacaklarını düşünmektedir.
Çünkü diyalog ve müzakere yoktur ve bir irade örtüşmesi vardır. Bu anlamda ilk
durum ve kamusal müzakere, peçe nedeniyle “geleceğe gebe, geçmişle yüklü”703
(fakat yükümsüz) “monadların iskambil falını”704 andırmaktadır.
6- Tarih Felsefesi
TJ bölümündeki eleştirimize benzer biçimde, hakkaniyet olarak adaletin
sağladığı istikrarın yozlaşmayacağı hususundaki iyimserliği ekseninde, “insan
davranışlarına bu kadar güveniliyorsa, niçin peçeye ihtiyaç duyulmuştur?” itirazı
yöneltilir.705 Neal’in önerisi, hakkaniyet olarak adaletin ahlâkî kalabilmek için,
yurttaşların uzlaşımının salt uzlaşımdan öte bir şey olduğunun gösterilmesi amacıyla
Hegelci bir hakkaniyet olarak adalet yorumuna girişilmesidir. Hakkaniyet olarak
adalet, Kant ve Hobbes’u dengelemekten ziyade sentezlemelidir. Hegel böyle
yapmıştır. Rawls gibi Hegel de, Kant’ın özgür ahlâkî kişilik fikrini müteal aklın
zamandan azade bölgesinden tarihin alanına aktarmıştır. Fakat Rawls’un aksine
Hegel, moral kişiliği (sübjektif özgürlük) mücessemleştiren modern anayasal
devletin emprik gerçekliğinin nasıl olup da insanların tarihsel eylemleri aracılığıyla
öz-bilincine ulaşan mutlak Geistin (objektif özgürlük) daha geniş rasyonel ve
703
W. Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni, Đz Yay., Đst., 1997, s. 190.
Bu ifade mezkur eserdeki bir başlıktır. Yazar, Hegel’in monadolojiyi metafizik bir roman olmakla
tenkit ettiğini aktarmaktadır. s. 192.
705
Neal, s. 196. Siyasal liberalizmin, zorunlu olarak temellendirici bir liberalizm olması
gerektiğinden, metafizik olmasının imkânsızlığı için ayrıca bkz. P. J. Steinberger, The Impossibility of
a “Political” Conception, The Journal of Politics, Vol. 62, No. 1, 2000, pp. 147-165.
704
238
ahlâken gelişimsel sürecinin bir parçası olduğunu açıklayacak bir yorum sunmuştur.
Hegel, bu tarih felsefesi vasıtasıyla modern liberal zihnin sübjektif inançlarına
rasyonel ve ahlâkî bir mana katmanın zeminini sağlamıştır. Yazar bu teklifinin
Hegel’in haklılığını iddia için olmadığını belirtir. Sebep, yine tarih felsefesinden
bağımsız bir siyaset felsefesinin eksik olduğu iddialarımızla paralel olarak, Hegelci
bir tarih felsefesinin yokluğunda, liberal yurttaşlarca savunulan ahlâkî kişiliğe dair
sübjektif inançlara ahlâkî bir anlam atfetmek için hiçbir neden olmayacağıdır. Bu
olmaksızın hakkaniyet olarak adalet, Hobbesçu araçsal sağduyu ve Kantçı akıl
arasında arafta kalır. Tarihi koşullardan bağımsız bir ahlâk teorisi geliştirilecekse,
burası önemli, tarihi ahlâkîleştirmek gerekir. Bu ise Hegel’i işaret eder. Yoksa
hakkaniyet olarak adaletin siyasal yorumunun ahlâkî karakteri açıklanmamış ve
temelsiz kalır.706
Bu görüşler, “devir Hegel’indir” ifadesiyle bağdaşmaktadır. Bize göre Rawls,
insanların devlete bağlılıklarının ihtiyaca bağlı tecrübî temellerle değil de üst bir
düzlemde yankıları olan, bir üst planın parçası olması yani Geistin amaçlarına hizmet
açısından ahlâkî olması anlamında, tarihi ahlâkîleştirmemekle beraber, kamusal
kültür güzellemeleri ile sosyolojik boyutta da olsa, çağı kendi açısından
ahlâkîleştirmektedir. (Hegel’in sübjektif sayacağı ama klasik liberaller kadar da
keskin olmayan) negatif özgürlük temelli bir özerklik ve ahlâkîlik fikri egemendir.
Tarih felsefesi ve tarihselliği gözden kaçırma babında eleştiriler etkilidir.
Rawls’un savunduğu liberal demokrat değerlerin zaman üstü hakkaniyet kavramları
olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Hegel ile yüzleşmek adaletin doğasına ilişkin derin
gerçekler aramayı bırakmak anlamına gelir. Rawls’un fikirleri daha ilahî ve numene
ait olduğu için değil, basitçe zamanın Geistinde içkin olduğu için çekicidir. Đyi-
706
A.g.e., s. 197-198. Yazarın Hobbes-Kant sentezi iddiasını PL’den evvel aynı isimli bir makale
yazan ve Rawls ve kendisinin Herder, Hegel, Sandel ve McIntyre’ın eleştirileri karşısında liberal
kuramı yeniden düşünerek ortaya koydukları siyasî liberalizmin Mill-Kant ve Hobbes (iki aşırı uç)
arasında kendine bir yer arayan bir girişim olduğunu söyleyen Larmore’dur. Larmore, s. 346; RawlsHegel ilişkisi ve Rawls’un Hegelci yanlarına, metafiziği tamamen anlamsız bulmasa da muğlak
saymasına, özgürlük-eşitlik çatışmasının aşılması, düşünsel denge-diyalektik, nesnel tin-kamusal
kültür benzerliklerine dair bkz. S. A. Schwarzenbach, Rawls, Hegel and Communiterianism, Political
Theory, vol. 19, No: 4, 1991, pp. 539-571. Bu düşünceleri zorlama bulan ve Rawls’un Hegel’den çok,
işe yarar çözümler bulma eğilimiyle ABD pragmatizmine yakın olduğu şeklinde yorumlar için ise bkz.
Hünler, s. 290-305. Hegel’in Kantçı özgürlük ve liberal sivil toplum anlayışını sübjektif ve keyfî
bulduğu görüşleri için bkz. Hukuk Felsefesinin Prensipleri, s. 123-124, 143-144, 200-205; Yalvaç, s.
31.
239
düzenlenmiş toplum başarılı bir tasavvursa da, asla insan siyasetinin doğasına dair
değişmez doğrular koyamaz. Makul insanların her zaman liberaller olduğunu
söylemek haksızca tarihselliği ihmal etmek ve câri kurum ve fikirlerimizi her nasılsa,
daha üst, iyiye ve şeylerin doğasına daha yakınlığa yükseltmek olur. Liberal
inançlara
onlara
metafizikleştirecektir.
bağlılıktan
öte
dayanaklar
Bunlara bağlılığın
sekizinci
bulmak
onları
asır Moğollarının
derhal
kendi
inançlarına bağlılıklarından daha gerekli ve derin bir yanı olamaz.707
Siyaset felsefesi ile tarih felsefesi ilgisi ve Rawls’un bunu atlamasına yönelik
düşücelere Gray’den destek var diyebiliriz. Ona göre bütün siyaset felsefeleri bir
tarih felsefesini ifade ederler. Rawls ekolü ise tarih felsefesinin sorunlarına karşı
tarafsızlık veya sessizlik tavrı sergiliyor gibidir. Rawls’un çoğulculuk yorumu ancak
tüm dünya bu şekilde bir seyir izlerse, yani yazgıları ABD’ye benziyorsa entellektüel
bir kurgu olmaktan öteye geçebilir. Bu ise toplumların modernleştikçe bir birine
benzeyeceğini iddia eden pozitivist tarih yorumunun Amerika merkezli bir
uyarlanması anlamına gelir.708 Fakat bu tarz bir “her toplumun benzer tecrübelerden
geçeceğine ilişkin evrenselci tarih yorumu” doğrulanmamıştır. Liberalizm en baştan
beri kendine musallat olan bu fikirden kurtulmalıdır. Teklif bir hayli ilginçtir:
Değerler üzerinde evrensel bir uzlaşı aracı olan hoşgörü fikri bırakılıp, sürekli
birbirinden ayrılan değerlerle hayat bulan farklı yaşam biçimleri arasında (tam da
Rawls’un karşı çıktığı) bir modus vivendi ideali benimsenmelidir. Yani dönüş bir kez
daha Hobbes’adır.709 Kendinden çok şey öğrenmek zorunda olunan kişi, Rawls,
Hayek veya Mill değil, Hobbes’tur. Rawls iyilerden bağımsız adalet ilkeleri peşinde
iken, Hobbesçu modus vivendi adaletin ve hakkın rakip iyi anlayışlarından
soyutlanamayacağını düşünür.710
Liberal hoşgörü rakip iyi anlayışlarını makul bir anlaşmazlık idealiyle
yumuşatmaya çalışsa da, asla evrensel bir “en iyi yaşam biçimi” üzerinde akılcı
uzlaşma hevesinden vazgeçmemiştir. Buradan anlaşılan liberal toplumun ancak
liberal
707
ilkeleri
benimsemiş
liberal
bireylerin
olduğu
kültürlerde
olanaklı
Rondel, s. 144-145.
Gray, s. 27.
709
A.g.e., s. 28. Modus vivendi gerekliliği ve ayrıca liberallerin farkına varmadığı liberal olmamasına
rağmen hoşgörüsüyle evrensel hakların gereğini yerine getiren Osmanlı ve millet sistemi için bkz. s.
99 ve sonrası.
710
A.g.e., s. 122-124.
708
240
olduğudur.711 Modus vivendi liberal barış içinde beraber yaşama ülküsünü sürdürür,
fakat bunu tek bir yaşam biçimi veya rejimin herkes için en iyi olduğunu ileri
sürmeksizin yapar.712 (Negatif özgürlük adına, SE) Locke, Mill, Kant ve Rawls
devleti sınırlamaya çalışmışlardır. Fakat onlardan daha iyi bir kılavuz olan Hobbes,
özgürlüğün doğal bir insanlık durumu olmadığını ve devlet gücünün ürünü olduğunu
anlamıştır. Özgürlük için önce emniyet, bunun için ise güçlü bir devlet gerekir.
Liberaller devlete lanet okumayı bırakıp, Hobbes’un içinde yaşadığı iç savaş
ortamına düşmemeyi ummalıdırlar.713 Siyasal liberalizmin Kantçı mı yoksa
Hobbesçu mu olduğu belli değildir. Yani mutabakatın ahlâkî muhtevası ile modus
vivendi arasında bir salınım vardır.714 Eğer Rawlsçu örtüşen mutabakat, modus
vivendiden ayrılabilecek daha büyük bir istikrar derecesinde muvaffak olamazsa,
örtüşen mutabakatın ve siyasal adaletin değeri, üstünlüğü ve lüzumunun altı sert
biçimde oyulacaktır ve gücünün çoğunu yitirecektir. Örtüşen mutabakatın
başarısızlığı siyasal adaletin değeri ve birincil amacını da ortadan kaldırır. Daha
önemlisi örtüşen mutabakat, modus vivendiden daha fazlasını sağlayamazsa, siyasal
liberalizm istikrar için hiçbir yeni çözüm sunamayacaktır ve ileri sürülen pratik
değeri hükmünü yitirecektir.715
Ayrıca, hoşgörüsüzlerin adil anayasa altında özgürlüğün tadını alınca
yumuşayacakları inancı (TJ, s. 193) PL’deki kamusal siyasal kültürün ayırd edici
özelliği sayılan makul çoğulculuk olgusunun sebebi görülen, “aklın adil ve özgür
kurumlar altında” özgürce işleyişinin habercisi gibidir. Buradan zımmen, son asırlara
kadar insan aklı özgür ortamlarda özgürce işlemediği için homojen toplumlar
görüldüğü ama artık bu çoğulculuğun kaçınılmaz olduğu çıkar ki, bu ise insan aklının
hiç de birleştirici olmadığı bilakis ayrıcı, parçalayıcı olduğu demektir. Ayrıca liberal
kamusal kültürün özgürlükçü yönünden emin olan Rawls’a bir kez daha matrix’i
711
S. Ratnapala, Cultural Diversity and Liberal Society, The Independent Review, V. X, No. 2, 2005,
s. 256.
712
Gray, s. 128.
713
Gray, Küresel Yanılgılar, s. 143-144.
714
J. Mahoney, Public Reason and The Moral Foundation of Liberalism, Journal of Moral Philosohy,
2004, London, 2004, s. 312-323.
715
S. P. Young, Political Stability and The Need For Moral Affirmation, Minevra: An Internet Journal
of Philosophy, 2000, Vol. 4, http://wwul.ie/philosNo14/Rawls.html. Makul kavramının kusurları ve
teoriye yansımaları için de bakılabilir.
241
hatırlatmak istiyoruz. Başka bir toplumda, başka bir tarihsellikte yaşayanlar için
başka özgürlükler veya özgürlükten kıymetli şeyler vardır.
Görüldüğü gibi eleştirilerin yelpazesi hayli geniştir. Hatta kimilerinin
Hobbesçu olmakla, kimilerinin ise yeterince Hobbesçu olmamakla eleştirmesi gibi
zıt tenkitler mevcuttur. Bazıları metafizikten kaçınmasını eleştiriyorken, bazıları
çabayı paylaşmakta ama yöntem ve sonucun başarısız olduğunu söylemektedir.
Başkaları için felsefeden uzak durmak siyaset felsefesinin önünü tıkamaktır. Kimileri
de TJ’deki evrensellik iddiasından vaz geçip PL’yi yazmasından memnun
kalmamıştır. Buna yönelik ilginç bir yorum ise Rawls’un TJ’den PL’ye talihsiz bir
dönüş yaptığıdır. Siyasî liberalizm arayışı paradoksal olarak siyaset felsefesini yok
edecektir, çünkü birinci ilgisi en temel tartışmaları siyasal gündemden çıkarmaktır.
Bu siyasî tartışmaya son verir. Rawls bu vesileyle uzlaşma sağlanacağında ve bu
görevin siyaset felsefesine ait olduğunda yanılmıştır. Makul kapsamlı öğretiler
hakkında epistemolojik iddialardan kaçınılmasında ısrarcı olan Rawls’un kendisinin
bile böyle bir kurala uyabileceği kuşkuludur. PL siyaset felsefesinin içini boşaltarak,
siyaset felsefesine son verme istemidir.716 Bu düşünce ise, önceleri siyaset felsefesini
ihya ettiği söylenen Rawls için en ironik yorumlardan olsa gerektir.
Biz de doğrudan dinle ilişkisi bağlamında yapılan eleştirilere ek olarak, bu ve
birçok açmazın temelini oluşturuyor gözüken daha derindeki yapısal, sistemin
inşasındaki kusurlara işaret eden eleştirilere yer verdik. Zira eğer dinler hususunda
bir sıkıntı varsa, sistemde bir anomali olmaktan öte yerleşik kökleri vardır.
Giderilemez dediğimiz gerilimler bu anlamda düşünülmelidir. Evvela, liberalizm
seküler (non-religion), hatta bazen sekülarist (belki anti-religion) bir öğretidir. Rawls
imtina etmeye çalışsa da gördük ki, bunu düşünenler ve ikna edici sebebi olanlar
mevcuttur. Cemaatçi eleştirilerin bilhassa yoğunlaştığı717 ve PL’deki değişime
rağmen hafiflemeyen hakkın iyiye önceliği ve bunun dinlere (iyi anlayışlarına) karşı
tutuma olan etkileri başat noktalardan biridir. En önemli eleştirilerden biri de
716
Kukathas, s. 149-151.
Audi cemaatçilerin top-down, liberallerin ise bottom-up temellendirme yaptıklarını söylemektedir.
Birincide, iyi bir yönetimin genel bir amacı olmalıdır. Đkincide ise, devletin iyiliği veya kötülüğünin
standardı bireylerin nitelikleriyle belirlenir. Audi, s. 20. Audi de asıl sorunun teistik dinlerde
olduğunda bizimle hemfikirdir. bkz. s. 34. Ona göre seküler teoriler dinlerden daha az sorunludurlar.
s. 39. Dört tarz dinsel argüman kıstası için bkz. s. 69-78. Audi’nin pek seküler bir fikri de, bir yasa
veya politika için, seküler neden ve söylem şöyle dursun, bir de seküler niyet-güdü istemesidir. s. 96100. Dinler ile siyasal ahlâk arası bir denge için ise “teo-etik” bir denge ileri sürer. s. 135-139.
717
242
hakkaniyet olarak adaletin hiçbir daha derin kapsamlı felsefî ve ahlâkî öğreti
içermeyen, tümüyle kendi başına duran bir anlayış olarak sunulmasına yöneliktir.
Görünen o ki, bu iddia sadece söylemde kalmış ve Rawls neredeyse kimseyi ikna
edememiştir. Ya böyle bir teorinin imkânsızlığı öne sürülmüş yani bir iyi anlayışına
veya felsefî anlayışa dayanmayan bir kuramın olanaksızlığı veyahut mümkünse bile
Rawls’un bunu başaramadığı vurgulanmıştır. Bize göre, çalışma boyunca ihsas
ettirmeye çabaladığımız gibi, birinci itiraz makbuldür. Çünkü Rawls veya başka biri
önceden kabul etmediği bir dünya görüşü olmaksızın hiçbir adalet teorisi
geliştiremez. Aksi durum PL’deki gibi, güya terk edilen yükümsüz benin yerini alan,
kıymeti kendinden menkul, bir çeşit “causa sui”, yükümsüz (freestanding)
hakkaniyet olarak adalet anlayışıdır.
Teorideki önemli bir sorun da peçenin sağladığı cehaletten karmaşık bir
sistem çıkarılmasıdır. Ayrıca mutabakatın ahlâkî bir doğası olan bir örtüşen
mutabakat olduğunda ısrara karşın, salt stratejik nedenlerle tesis olunmuş bir modus
vivendi olmakla itham edildiğini gördüğümüz gibi, bilakis modus vivendi olması
gerektiği de ileri sürülmektedir. Katıldığımız ve vurguladığımız bir eleştiri,
tarihselliğin (ve tarih felsefesinin) gözden kaçırılmasıdır. Rawls öyle farklı açılardan
tenkit edilmiştir ki, otuz yıl evvel siyaset felsefesini dirilttiği söylendiği ve neredeyse
tüm tartışmalar görüşlerince tetiklendiği halde, artık dirilttiği siyaset felsefesine son
vermekle suçlanmaktadır. Kamusal aklın kısıtlayıcılığı ve seküler oluşu da eleştiri
konusudur. Ayrıca, lost in translation ihtimali, yani dinsel değerlerin herkesin
anlayacağı kamusal bir dile tercümesi esnasında ne kadarının kaybolacağına dair
tedirginlik başka bir itiraz konusudur. Keza, ikiz kuleler olarak nitelediğimiz yapıyı,
Rawls’un tarafları ilk durumda birbirleriyle konuşturmamasından hareketle bir teşbih
yaparak, herkesin ayrı bir dil konuştuğu için anlaşma imkânı bulunmayan ve kaotik
bir ortam olan Babil kulesine benzetebiliriz. Müşterek bir kamusal dilin teşekkülü,
dilin toplumsal bir ürün olduğu düşünüldüğünde, dünyanın pax-americana oluşuna
rağmen, hayli güç veya en azından kısa süreli mümkün görünmektedir.
Öyleyse, son olarak, şunu sorabiliriz: TJ’nin ve PL’nin üzerinden yıllar
geçtikten sonra geriye bakılınca yol açtıkları sayısız ihtilaflar, liberaller tarafından
bile kıyasıya eleştirildiği düşünüldüğünde, Rawls’un kendi teorileri de kendilerinden
kaçınmak durumunda olduğumuz felsefî iddialardan biri haline gelmiş olmakta değil
243
midir? Bir an hakkaniyet olarak adaletin üstünlük taslamadığını, diğer iyi
anlayışlarıyla eşit olduğunu düşünsek bile bu çok uzun sürmeyecektir. Çünkü Rawls,
son zamanlarda, Sandel’in eleştirilerinin etkisiyle olduğunu düşündüğümüz bir hamle
ile siyasal adaletler arasında da bir makul çoğulculuk olgusu kabul etmişti. Ancak bu
liberal adaletler arası bir çoğulculuktur. Yani örneğin o, Rorty, Audi, Larmore veya
Ackerman’ın toplum için daha iyi bir adalet geliştirdiğini belki kabul edecektir.
Fakat bir dinin adalet ve özgürlük fikrine bu esnekliği tanımayacaktır. Đkincisi, tüm
eşitlik ve iltimas yokluğu iddialarına rağmen, bu tarz bir eşitlik ve özgürlük bizatihi
liberal bir tutum olduğu için ve liberal bir adalet toplumda geçerli olduğundan,
liberalizm ve liberal yuttaşlar “eşitler arasında en eşit” olacaktır. Bu şekilde de
kapsamlı olacaktır.
Bir dindarın liberal kapitalist bir devlette, bu kurumlar altında gönüllü olarak
yaşamasını ummak, (mutant değilse) dindar kelimesi ile çelişiktir. Rawls, örneğin,
liberal değerlerin, kurumların, hayatın dinsel bir iklimde yeşerebileceğine,
yaşayabileceğine inanabilecek midir? Elbette cevap hayır olacaktır. Dinin egemen
olduğu bir toplumda güya dindarlar kendisine, kamusal bir müzakere ortamında, ama
narhlar koyarak, fikirlerini söyle deseler ne diyebilecektir? Kendini cenderede
hissetmeyecek midir? Cevap olarak, “ama benim teorim herkese özgür eşit söz hakkı
tanıyor ve sadece siyasî alanla sınırlı, dinler ise hayatın tamamını kapsıyor”
diyecektir. Şu sorular sorulabilir: “Hayatın tamamını kapsamak niye kötüdür?” Bir
dindar Rawls’un haklı olduğunu kabul ederse, kendisi ile çelişmeyecek midir? Çünkü
bilerek veya bilmeyerek, inandığı Tanrı’nın değil, Rawls’un insanlar için en uygun
sistemi kurduğunu kabul etmiş olacaktır. Öyleyse bu kişi ya dindar değildir veya
dünyevîleşmiş dindardır ama farkında değildir. Đkincinin anlamı, dinin toplumsal
talebi olmadığını kabulün dinin dışına çıkmayı gerektirmediğidir. Bu durumda
dünyevîleşmiş bile eksiktir, doğru kelime dünyevîleşmenin rasyonelleşmesidir.
Diğer bir mesele, bireylerin kamusal müzakere ortamında mı yargılarını
değiştirecekleri yoksa daha gelmeden değiştirmiş veya değiştirmeye hazır mı
olacaklarıdır? Bir dindarın Tanrı’sından geldiğine inandığı yargılarını revize etmesini
kim söyleyecektir? Bu otorite kimdir? Ayrıca bir dindarın kendiliğinden dinî
yargılarını değiştirme, revize etme hakkı var mıdır? Bu “bireysel, anlık müctehidlik”
de zaten bizzatihi liberal (Protestan) bir tutum değil midir? Öyleyse Rawls bu
244
dindarların kamusal müzakereye neyi nereye kadar feda edeceğini bilerek
katıldıklarını varsaymalıdır. Keza bu tutum açıkça dinsel birlikler arasında
çekişmelere, bölünmelere sebep olacaktır. Bazıları hak-iyi, makul-rasyonel ayrımını
ve ima ettiği anlamları benimsemeyi dinsel açıdan abes görürken ve bunu
destekleyen din otoritelerinin beyanlarına pirim verir iken, diğerleri dinin liberal
yorumlarını ve yorumcularını benimseyecektir. Bunun anlamı ise dindarların hem
tabanda, hem tavanda kutuplaşmaları demektir ki, (divide and conquer) böl, parçala
ve yut teşbihimizin bir manası da budur.
Bunlara ek olarak, başka tarihsellikler içinde başka özgürlükleri, değerleri
gerektiren sosyolojik bir taban sağlayan başka kültürler gelişirse ne olacaktır? Bu
değişik sosyoloji değişik anayasa gerektirmez mi? Liberalizmi zaman içinde var
kılma çabası, mekân olarak kamusal aklı siyasal olanla sınırlayan Rawls’un zaman
olarak pek sınırlar koymadığını gösteriyor gibidir. Bu arada bizim bu itirazımızın bir
“kamusal neden” sunduğunu ve proviso ile karşılıklılık ölçütlerini karşıladığı
kanaatindeyiz. Zira teolojik bir gerekçe sunmadık. Sadece, mesela, tarihin seyri
gereği yeni bir teolojik devire girilebileceğini ihsas ettirdik.
Sivil toplum, çoğulculuk, cemaat, postmodernite ve dinler arasındaki ilişki,
Rawls’un, hakkaniyet olarak adalet ve kamusal aklı sadece siyasî alanla sınırlı
tuttuğunu düşündüğümüzde, siyasî alanda liberal, özel alanda cemaatçi nitelemesine
paralel olarak, dinlere ardalan kültürde göreceli de olsa, bir hareket alanı sunuyor
gibidir. Ancak, sorun siyasî karar sürecinde hâkimiyetin lâdinî kamusal akılda olması
ve çatıyı, çıtayı ve çerçeveyi onun belirlemesidir. Yani aydınlanmanın her alanı
kuşatan evrenselci aklını terk ederek, görünüşte daha “alçak gönüllü”, sadece
“siyasal alanı” tanzim eden siyasî/kamusal aklı öne çıkaran Rawls, cemaatçi bir
duruşla kültürel oluşumlara izin veriyor görünse de, aslında cemaatçilerin en aslî
iddiasını atlamaktadır: Bireyi çevresi, tarihsel bağlamı inşa etmektedir. Oysa PL’de
Rawls, kamusal aklı belirleyici saymakla, uzun vadede toplumsal, tarihsel çevreyi,
kozayı oluşturacak bir anlayış belirlemiş olmaktadır. PL’nin liberal-cemaatçi
uzlaşması olmasının son tahlilde liberalizm lehine anlamlar içerdiğini söyleyebiliriz.
Rawls’un, kamusal aklın sınırlarını kabule kendini ikna için dindarın
“Tanrımın özgürlüğüme çizdiği sınır bu kadarmış” diyebileceği telkini çelişkidir.
Kölelik, kürtaj, din hürriyeti gibi konularda olduğu gibi, liberal kabullere uyan dinî
245
nedenler kabul görmektedir. Zira bizce bu, doğrudan siyasî nedendir. Öyleyse
Rawls’un dinî nedenlerle beraber siyasî nedenler talebi zaiddir. Kürtajı veya
eşcinselliği kabullenen bir dinsel bakış zaten bizatihi kamusaldır, seküler siyasî bir
nedendir. Çünkü eminiz ki, çocukları yetiştirmek koşuluyla eşcinsel evliliğe onay
veren biri, bunun toplumu ifsad edeceği gibi toplumsal bir nedeni yeterli
bulmayacaktır. Veya bir dindarın dinden dönme hürriyetinin dinin varlığını tehlikeye
atacağı ve bu görecelilik ortamının seküler kültürü besleyeceği, bunun ise
ahlâksızlığı kışkırtıp, kâinatın dengesini bozacağı (“denizde ve karada düzenin
bozulacağı”), Tanrı’nın gazabını çekeceği gibi bir neden sunsa kabul görecek midir?
Rawls herkese “sen de haklısın” diyerek bir örtüşen mutabakatı nasıl oluşturacaktır?
(belki buna da “sen de haklısın” diyecektir). Sandel’in belirttiği gibi, Katolikler haklı
ise kürtaj “meşru bir cinayet” olmayacak mıdır?
Rawls’un kuramı, dinler açısından kamusal ve ardalan kültürü ayrımı
yapılması normal karşılanmadıkça işler görünmemektedir. Bizce gözden kaçan ama
mühim bir eleştiri de, bizzat fark ilkesinin doğurduğu tartışmalardan hareketle
geliştirilebilir. Bu ayrıca dinlerin liberal seküler değerlere üstünlüğüne de işaret
olabilir. Rawls’un toplumdaki eşitsizlikleri giderme adına geliştirdiği fark ilkesinin,
en çok üstün değerler olduğunu söylediği ve toplumsal işbirliğinin tutkalı olabilecek
liberal değerleri benimsedikleri izahtan vareste olan liberalleri huzursuz etmiş olması
manidardır. Asıl bu Rawls’u hayal kırıklığına uğratmalıdır, çünkü bunlar sıradan
kimseler değil, büyük zekâlardır.
Fark ilkesini savunmadaki ısrarı düşünüldüğünde olay farklı bir boyut
almaktadır. Çünkü bu ilkeyi en kolay kabul edecek olan dindarlardır. Hiçbir dindar
(bilhassa en sorunlu görülen teistik dinlerin mensupları) böyle bir ilkeye hayır
demeyecektir. Üstelik bu ilkenin gerektirdiği davranışları yapması için, devletin
zorlamasına gerek yoktur. Dindar gönüllü olarak ihtiyacı olana yardımı ibadet
bilecektir (zekât ve sadaka gibi). Ama liberaller yine özgürlük fetişizmi adına bu
ilkeye de muhalefet etmişlerdir. Nozick “hak edişi” öne sürmüş ve böyle bir
yardımın ancak gönüllü olarak yapılabileceğini söylemiştir. Oysa liberal toplumun
zaten sorunu budur: Đnsanların kendilerine gömülmüş olmaları. Rawls bu ilkede
ısrarcıysa ümidini üzmesi gerekirdi. Çünkü bağlı olduğu ilkeler, bu ilkeyi insanlara
kabul ettirememiştir. Bunun bir anlamı da, dindarların toplumun iyiliği için hiç de
246
sorunlu olmayabileceğidir. Keza, örtülü bir anlam da, Rawls liberal bir iyidüzenlenmiş toplumun olmazsa olmazı saydığı fark ilkesini devlet gücüyle
uygulamayı münasip bulduğuna göre, iyi anlayışları da kendilerinin varlıkları için
hayatî saydıkları düstürları için bunu gerekli görebilirler. Eğer bu talep, dinleri gayr-ı
makul yapıyorsa, hakkaniyet olarak adaleti de yapmalıdır. Rawls’un, muhtemel “ama
ben tarafsız ve adilim” cevabı, dindardan, belirttiğimiz gibi, Tanrısının yapamadığını
kendinin başardığını kabul etmesini umuyor demektir.
Rawls’un sözleşmesinin farkı bir ideal devlete geçiş değil de iki ilke üzerinde
anlaşma sağlamaya yönelik oluşu idi. Ayrıca Rawls ABD’yi bir iyi-düzenlenmiş
toplum kabul etmiyordu. Bu iki olgudan hareketle bir çelişki veya göz boyamanın
varlığından söz edebiliriz. PL, ABD’nin kamusal kültüründeki, en önemlilerinden
birisi makul çoğulculuk olgusu olan değerleri temel almakta idi. Bu ise insan aklının
özgür kurumlar altında özgür işleyişinin kötü değil güzel bir neticesi olarak
selamlanmaktaydı. Ve Rawls yeni bir devlet sistemi peşinde olmayıp, liberal sistemi
kusursuz kılmaya çalıştığına, bunun için de kendisine biçtiği rol kamusal kültürde
bulunan sezgisel ve özgürlük ortamında serpilmiş liberal fikirleri hakkaniyetli bir
işbirliğinin odağı olan bir iyi-düzenlenmiş toplum fikrinde birleştirip, tanzimden
ibaret olduğuna göre, aslında örtülü olarak ABD kültürüne methiyede bulunmaktadır
diyebiliriz. Bu bağlamda, ABD’nin iyi-düzenlenmiş olmadığı iddiası, doğrudan
hedef olmamaya yöneliktir denilebilir. Çünkü onun kültürünün ürettiği ve övülen
değerler bir iyi-düzenlenmiş toplum için yeterli malzeme veriyorsa, yani Rawls’un
işlevi “var olan un, şeker ve yağdan helvayı yapmakla” sınırlı ise, gerekli malzemeyi
verebilmesi için ABD hiç değilse bir “şibh-i iyi- düzenlenmiş toplum” olmalıdır.
Makul çoğulculuk olgusunun kabaca sosyolojik bir vakıa olduğu kabul
edilebilir. Muhalefetimiz bu olgunun hissettirilmeden “tarihsellikler” üstü, gelecekte
bir bilim olarak ortaya çıkma iddiasındaki tüm siyaset nazariyeleri için bir mihenk
taşı, Arşimet noktası kılınma ihtimalinedir. Peki, “olması gereken” değil, “olan”
hâkim ise, üstelik birçok kere vurguladığımız gibi göreceliğin olanı “olması gereken”
gösterme yani “yaşandığı gibi inanmayı” sağlamadaki mahareti ortada iken,
dinler/dindarlar hangi tavrı takınacaklardır? Görünen o ki, yapılacak olan tarihsel
gündönümünü beklemektir (Rawls isterse buna modus vivendi diyebilir) ve tabii ki
bunun için çalışmaktır da. Dindar tarihin işleyişini, gidişatını sezip ama vahiy
247
yardımıyla “aklın hilesine” düşmeden hareket etmelidir. Tüm dinlerin örselendiği ve
dindarların gözünden dinin özünün kaçırıldığı, birçok dinî buyruğun ağır geldiği,
hayatın terazide galebe çaldığı bu “tarihsellikte”, bireyleri çevrelerinin inşa ettiğini
önemseyerek tavrını belirlemelidir. Çevre ve kültür bireylerin paradigmasını
belirliyorsa, çevre ve kültürü de oluşturan piyasa tanrısının inşa ettiği piyasa
medeniyeti ise, insanları keskin biçimde yargılamamak ve ansızın tarihin
dönüşümünü beklemek münasip görünmemektedir. Bunun yerine bireyin çevresini,
atmosferini inşa, (peçeli) monad bireyin zihninin pencerelerini açacaktır. Üstelik bu
pencere zorla değil, gönüllü olarak içeriden açılacaktır. Aksi durumda zihinlerin
“işgali, istilası” olur ki, başarılı bile olsa sebebiyet vereceği sıkıntı ve acılar
nedeniyle hiçbir semavî din açısından yeğlenebilir olmasa gerektir. Ayrıca, Rawls
“olan” açısından dindarı ikna edebilirse de, dinin özü gereği olması gerekenle
ilgilendiğini ve bunun çoğunlukla başkalarının “selameti” için uğraşmayı zorunlu
kıldığı düşünüldüğünde, dindarların bundan imtina etmesini talep ederek, dinlerin
genleriyle oynamaktadır. Dindar, “olanı” vakıa sayabilir ama değiştirmek için
çabalayabilir de. Dinlerin, makuliyetlerinin çoğunu bu taleplerinden vazgeçmelerine
borçlu olmaları, liberalleştirmeye, siyasî teoloji ile bağlarsak, “liberal bir metafizik
veya teolojiye” yönelik hamlelerdir.
Rawls, liberal demokrasiyi müdafaada hayli muhafazakâr görünmektedir.
Teorisindeki sürekli imiş gibi algılanan değişim, liberal demokrasiyi idame ettirmeye
matuftur. Đlahiyat terminolojisinden ödünç bir anlatışla; sabit din, dinamik şeriat
anlayışı hâkimdir. Filozof, tarihsel tecrübenin yardımıyla örneğin bir kilisenin
beceremediği esnekliği, liberal teoriye kazandırmakla, zaman kazanmaya çalışıyor
gibidir. Eğer zaman ırmağının mecrası değişiyorsa, bu ırmağın önüne set
çekmektense, henüz cılızken, kendi açtığı kanallarla akışı kendi amacına matuf
olarak yönlendirmek daha akıllıcadır. Dinlerin gücü bellidir. Öyleyse bu güçten
yararlanmak ve ihata edilemez hale gelmeden sistem içinde uysallaştırmak evladır.
Tüm bunlardan sonra Rawls’un yeni yaklaşımının eski hal muhal; ya yeni hal, ya
izmihlal olduğunu düşünmekteyiz.
248
SONUÇ
John Rawls, son asrın en önemli siyaset filozofu sayılan liberal bir
düşünürdür. Adalet Teorisi isimli eseri ile durağan bir seyir izleyen siyaset
felsefesine beklenmedik bir canlılık getirmiş; bu ve diğer eserleriyle uzun yıllar
siyasal düşüncenin gündemini belirlemiştir. Adalet Teorisi, modernite içinde
sekülerleşme teorilerinin ve aydınlanma kurucu aklının etkinliğini sürdürdüğü bir
düşünce ikliminde yazılmıştır. Rawls, cehalet peçesi, orijinal durum, toplumsal
sözleşme ile Kant ahlâkını sisteminin temeli kılmıştır. Adalet Teorisinde, ilkeleri
kategorik imperatifin muadili olan, metafizik bir bireye dayanan büyük bir ahlâk
anlatısının içinde sunulan bir adalet teorisinin herkes tarafından onaylanacağı
düşünülmüştür. Ahlâkî birer özne olan bireylerin simetrik biçimde yerleştirildikleri
bir ilk durumda, özellikle cehalet peçesi sayesinde adil ve hakkaniyetli süreçlerle
bulunan iki adalet ilkesi dolayısıyla kurama hakkaniyet olarak adalet denilmiştir.
Rawls, kategorik imperatifin muadili sayılan adalet ilkelerince yönetilecek topluma,
Kant’ın amaçlar krallığını modelleyen iyi-düzenlenmiş toplum ismini vermiştir.
Adalet Teorisi, Marksizm’in toplumda ve entelijensiya içinde popüler olduğu
ve liberalizmi kapitalist sistemin, yararcılığın felsefî meşrulaştırıcısı olmakla tenkit
ettiği bir dönemin ürünüdür. Rawls, bu eleştirileri göğüslemek için, liberal
çevrelerden tepkiler alacak decede, yalnızca özgürlüğe değil, eşitliğe de yer verecek
ve adil bir dağılımı başaracak ekonomi-politik ağırlıklı bir adalet kuramı
geliştirmiştir. O, Kant’a bağlılıkla yetinmemiş, oyun teorisi ve mahkûmların açmazı
kuramlarını, ılımlı kıtlık gibi fikirleri kullanarak Hume’u, iyi ve hakkın iyidüzenlenmiş toplumunda eşit olarak tatmin edileceği fikriyle de Aristoteles’i teorisine
payanda yapmıştır. Bu son düşünce ile Kant-Aristoteles, iyi-hak, gelenek-modernite
mecz olunmak istenmiştir. Adalet Teorisi, zamanın egemen tutumu, teleolojik bir
sistem olarak görülen yararcılıka karşı deontolojik, yani bir eylemin ahlâkî değerini
neticesinden bağımsız olarak, eylemin niyetinde olduğunu söyleyen bir ahlâk
anlayışına dayanmıştır.
Eser etkisi oranında kabul görmemiştir. Bizzat liberallerden gelen eleştirilere
ek olarak, Marksistler hatta feministlerce de eleştirilmiştir. Ancak, bizim açımızdan
en mühim eleştiriler, bizzat Adalet Teorisinin tetiklediği cemaatçi görüşlerden
gelmiştir. Cemaatçiler, Kantçı, amaçlarından önce gelen, kimliği onlar tarafından
249
oluşturulmayan ve onların seçicisi olan birey düşüncesini etkin biçimde
sorgulamışlar ve yükümsüz (köksüz, engellenmemiş) ben olarak nitelemişlerdir.
Onlara göre, birey amaçlarını ve çevresini değil, amaçları ve çevresi onu inşa
etmektedir. Cemaatçiler, Kant’a ve deontolojiye karşı, Aristoteles’e dönmeyi
önermişlerdir. Bu aynı zamanda, bireyin amacının, geleneksel siyasal düşüncede
olduğu gibi, bir parçası olduğu bütün tarafından belirlendiği ve ancak bu bütün içinde
bu amaçların gerçekleştirilebileceğine, erdemin tekrar öne çıkması gereğine işaret
etmektir.
Bu eleştirilerin içinde serpildiği postmodern temayüller ile aydınlanmanın
tarih-toplum-siyaset kurucu aklı, evrenselci iddialarından vazgeçirilmeye başlandı.
Soyut aklın herkes için geçerli teoriler kurması fikrinin yol açtığı, en az kilise kadar
baskıcı üstelik seküler akımların perçinlediği bu uzaklaşma neticesinde, mekânsal ve
zamansal bakımdan yerel değerlere yönelik konuşabilen, büyük anlatı ve felsefî
temellendirmelerden kaçınan (küçük harfle) akıl ve bireyin, (küçük harfle) adaletten
söz etmekle yetinmesi fikri gelişti. Rawls’un Reform sonrası Katolikliğin
çözülmesiyle çoğulculuğun ilk nüvelerinin atıldığına işareti gibi, homojenleştirme
eğilimi yaralanınca, toplumsal bölünmüşlük ve tanınma talepleri arttı. Felsefî
düzlemdeki bu dönüşümlerle beraber, yine aynı kültür içinde, modernitenin başat
inaçlarından olan sekülerleşme teorileri tecrübî birçok vakıanın da etkisiyle gücünü
yitirmeye başladı. Dinler, birkaç on yıl önce dinlerin sonundan söz eden yazılar
kaleme alan düşünürlerin bile kuramlarını yenilemek zorunda kaldıkları umulmadık
bir hamle ile bireysel dünyalardan çıkarak, kamusal-siyasal hayatta boy göstermeye
başladılar. Dinlerin inananları üzerindeki etkilerinin, onları kanalize ve mobilize
etme güçlerinin içten içe sürdüğü izlenimi, kuramcıları, siyasal-toplumsal
düşüncelerinde onları da denkleme dâhil etmek durumunda bıraktı. Keza aklın
kurduğu bir tek kuram üzerinde yoğun bir mutabakatın olmadığı, üstelik yeni
durumda aklın böyle bir iddiadan vazgeçilmesiyle, toplumun daha parçalı olacağı
anlaşılınca, siyasal düşüncenin odağı istikrara kaydı.
Bütün bu gelişmeler esnasında, herkes hâlâ Adalet Teorisini ve onun açtığı
sınırsız tartışma ikliminde ortaya atılan fikirlere gömülmüşken, bu başarının sahibi
Rawls’un ise, dünyayı izlediği, dönüşümün parçalarını birleştirmeye ve yine büyük
bir sistem içinde ihata etmeyi sağlayacak bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığı, bu
250
süreçte yazdığı makalelelerden anlaşılmaktadır. Đlk büyük değişimlerin erken
1980’ler tarihli olması, dinlerin bu değişimde rolünün olduğu izleniminde etkili
olmaktadır. Sekülerleşme kuramlarının zirvede olduğu bir devirde kaleme alınan
Adalet Teorisinde, din neredeyse hiç yer almamış ve göz ardı edilmişti. Ancak,
Postmodernitenin mahallî kültürlere önem veren ve selefinin tek tipleştirici hırsından
uzak tutumu, yerel kültür ve kimlikleri ön plana çıkarması ve dinlerin de bu arada
kendini göstermesiyle el ele giden tarihî olaylar dinleri dikkate almayı gerekli kıldı.
Fakat Rawls, yalnızca, dinlerin canlanışının doğurduğunu düşündüğü
toplumsal-siyasal adalet sorunlarını özel bir ilgi edinmemiştir. O, kuramını yukarıda
sayılan tüm fikrî ve tecrübî gelişim ve dönüşümlerin, birbirleriyle ilişkilendirilerek
ihata olunabileceği bir sisteme evrilterek, tarihin seyrine ayak uydurmaya
çabalamıştır. Dinler dâhil tüm gelişmeler, Rawls’un siyasal liberalizm adını verdiği
ve yıllar içinde yazdığı bir dizi makaledeki fikirlerin aynı adlı eseri Siyasal
Liberalizmde zirvesine ulaştırıldığı düşünsel bir pota içinde bir araya getirilmiştir.
Rawls burada, eleştiriler bağlamında kuramın temelindeki birey anlayışını ve
gelişmeler bağlamında da odak noktasını değiştirmiştir. Marksizm gerilediği ve
liberal demokrasiler tek başına kaldığı için, artık vurgu fark ilkesi ve ekonomipolitikten
uzaklaşmıştır.
Yeni
meydan
cemaatçilerden ve dinlerden gelmektedir.
okuma
Postmodern
gelişmelerden,
Amacının anayasal demokrasilerin
varlığının idamesine katkı olduğunu belirten Rawls, buna göre tavır takınmıştır.
Rawls, bir dönüşüm yaşasa da, birçok kavramını ve adalet ilkelerini muhafaza
etmektedir. Cehalet peçesi, ilk durum, sözleşme, iyi-düzenlenmiş toplum, hakkaniyet
olarak adalet, iki ahlâkî yeti, hakkın iyiye önceliği gibi mühim fikirler bazıları
neredeyse aynen, bazıları ise küçük değişiklerle savunulmaktadır. Siyasal liberalizm
fikri, her türlü doğruluk, evrensellik iddiasından kaçınan, hatta kendisinin bile
doğruluğunu iddia etmeyen, derinde yatan hiçbir kapsamlı öğretiye dayanmayıp, bu
sayede yüzeyde kalan ve metafizik değil siyasî olan bir adalet teorisi olarak takdim
edilmektedir. Düşünür böylece adalet anlayışının sayısız öğreti arasında bir ortak
nokta olacağı umudunu taşımaktadır. O bu sebeple, kavramlara siyasî bir kıvam
vermek için ıslahatlar yapmıştır. Rawls, metafizik ve kapsamlı olmamak adına
Adalet Teorisindeki kendi anlayışını, Kant, Mill ve Locke gibi liberalleri, çeşitli
sebeplerle kapsamlı olarak niteleyip yadsımış ve kuramını artık, cemaatçi eleştirileri
251
dikkate aldığını gösterircesine, metafizik ahlâkî bir bireye dayandırmaktan vaz
geçmiştir. Siyasal liberalizmin bireyi, liberal demokrasilerin kamusal siyasal kültürü
içinde mündemiç halde bulunan değerlerle mücehhez siyasî bir kişidir. Siyasal bireye
ve kamusal kültürün değerlerine dayanmakla hakkaniyet olarak adalet artık siyasal
bir anlayış olarak sunulmaktadır ve alanı toplumun temel yapısı ile sınırlıdır. Siyasal
adalet ardalan kültürdeki birliklerin arasında geçerli değildir ve onlara neyin adil,
doğru olduğunu söylemekle ilgilenmez. Burada, en genel ilekelerini adalet
anlayışının belirlediği sınırlar içinde özel adalet anlayışları geçerli olabilir. Böylece
cemaatçi ve postmodern düşünceler karşılanmaya çalışılmıştır. Birey, kamusal
kültüre indirilerek, bir çevre içine yerleştirilmiştir. Görünüşte evrenselci adalet
anlayışından vazgeçilmiş ve kapsamlı felsefî temellendirmeden kaçınan, siyasal bir
teori olmak iddiasındaki bir anlayış ikame olunmuştur.
Dinlere bakış da, kamusal kültür fikri etrafında şekillenmiştir. Rawls’a göre
bu kültürün mühim bir özelliği makul çoğulculuk olgusudur. Çağdaş liberal
toplumlar, insan aklının, özgür kurumlar altında özgür işleyişinden kaynaklanan bir
makul kapsamlı öğretiler çokluğu barındırırlar. Rawls, bir liberal kamusal kültür (de
mündemiç değerler) asabiyesi tasarlıyor gibidir. Fakat dinlerin beslediği asabiye geri
plana itilmektedir.
Ona göre insanların iki ahlâkî yetisi vardır. Adalet ve iyi anlayışı olarak
nitelenen bu yetilerin ikincisi insanın rasyonel yanına işaret eder. Bu, insanların bir
iyi anlayışını benimseyip, izleyebilecekleri ve revize edebilecekleri anlamına gelir.
Dinler bu iyi anlayışları arasında gösterilirler. Đlk durumda, peçe gerisinde
dinlerinden haberleri olmayan bireyler, ilkeleri maximin ilkesine göre seçerler.
Neticede, kendi dinleri lehine bir ilke değil, daha geniş bir vicdan hürriyeti ilkesini
tercih ederler. Dolayısıyla gerçek hayatta peçe kalktıktan sonra dindarların itirazları,
onların Rawls’un makuliyet ve karşılıklılık ölçütlerini karşılamadıkları anlamına
gelir. Hakkın iyiye önceliği gereği, adalet duygusu iyi anlayışlarını sınırlar. Dinlerin
toplumsal ve siyasal görünürlükleri ve talepleri bu sınırlar içinde hareket etmekten
ibarettir. Ancak bu sınırlara riayet ederek makuliyet kesbeden dinler toplumda hoş
görülürler.
Bununla beraber makuliyet kamusal alanda sınırsız görünüm olanağı
kazandırmamaktadır. Rawls, herkesin eşit derecede maruz kaldığı muhakeme
252
zorluklarından kaynaklanan makul çoğulculuk olgusu yüzünden, bir tek iyi anlayışı
üzerinde toplumsal bir mutabakatın olamayacağına inanır. Bununla beraber
insanların rasyonel yönleriyle ilgili olan iyi anlayışları, devletin baskıcı gücünü
arkaya almaksızın müşterek bir kabul sağlayamıyorsa da, makul-adil yanlarından
kaynaklanan adalet anlayışı üzerinde uzlaşmak mümkündür. Rawls, uzlaşmaz ama
makul iyi anlayışlarına bağlı makul şahısların aynı zamanda hakkaniyet olarak
adaleti nasıl destekleyebileceklerini araştırır. Bu gösterilebilirse, hakkaniyet olarak
adalet, istikrarlı bir örtüşen mutabakatın odağı olabilecektir. Siyasal liberalizm,
kendini kapsamlı öğretilere dayanmayan (freestanding) bir kuram olarak sunmakla,
hiçbir iyi anlayışını karşısına almadan, hepsinin teveccühüne mazhar olabileceğine
inanır. Rawls, zorunlu bir güçler dengesi olan modus vivendi değil de, karşılıklılık,
gönüllülük ve dolayısıyla siyasal bir ahlâkîlik içeren bir örtüşen mutabakatı, anayasal
düzenin istikrarı için elzem görür. Buna göre, hakkaniyet olarak adalet, kamusal
aklın “sayısız çiçek (iyi anlayışları) üzerinden aldığı özlerin harmanlandığı ama
hiçbirisine benzemeyen (veya hepsine biraz benzeyen) orijinal bir düşünce ürünü”
olmaktadır. Bununla beraber, liberal değerlere güzelleme olan kamusal kültür
vurgusu, neredeyse bir çeşit sosyolojizm ihtiva etmektedir. Gerçekliğin sosyal inşası,
hususiyetle dindarlar açısından makbul sonuçlar doğurmayabilir. Zira bu olan-olması
gereken ayrımıyla ilgili bir husustur. Yeryüzünden buharlaşan su ile düşen yağışın
aynı olması gibi, kamusal akıl, toplumdaki değerlerden kotarılan içeriğiyle, o
kültürün olanaklarıyla sınırlı ve belki de kör olacaktır. Bu ise dindarlar için, aşkın bir
aklın yol göstericiliği ile mukayese kabul edilebilir değildir. Dindar, seküler liberal
değerlerden müteşekkil kamusal bir kültür şöyle dursun, kendi cemaatinin
kanaatlerinin ve tutumlarının da (olanı) olması gerekenin yegâne kıstası olan
değişmez ve evrensel kabul ettiği ilkelerin kılavuzluğu altında sağlamasını
yapmalıdır. Böylelikle insanlık durumunun kaçınılmaz sonucu olan özden i’tizal
sebebiyle olması gerekenle olan arasındaki ayrılığın tahammül edilebilir bir derecede
kalması sağlanabilecektir.
Dindarların, peçe dolayısıyla anayasanın ruhu olan iki ilkede doğrudan bir
rengi yoktur. Tartışma, bu yüzden olsa gerek,
makul dindarların siyasal karar
aşamalarına, kamusal müzakerelere katılırken, dinsel gerekçelere başvurup
vuramayacağı veya nereye kadar başvurabileceği etrafında döner. Dindarların
253
makuliyet gereği, kamusal müzakereye girerken aniden kendilerini ilk durumda ve
peçe gerisinde tahayyül ederek, dinsel inançlarını paranteze alması beklenir.
Böylece, taleplerin, hayatın ve arzunun olumsallıklarından azade olması umulur. Bu,
siyasî bireylerin ahlâkî bireye, kamusal alanın numenal alana dönüşmesidir. Bu
bağlamda filozof, vatandaşların ortak aklı olan kamusal akıl, kamusal neden, proviso,
karşılıklılık, bildiri gibi kavramları devreye sokar. Makul dindarlar, siyasal
tartışmalara katılırken bunlara dikkat etmek durumundadırlar. Bir yasaya sadece
dinsel bir gerekçe ile karşı çıkılamayacağı gibi destek de olunamaz. Dindarlar, dinsel
nedenler yanında herkesin kabul edebileceği kamusal nedenler göstermek, yani
sosyo-politik maslahat açısından da bakmak zorundadırlar. Bu durumda amellerinin
sürekli kaydedildiğine inanan dindar, kamusal müzakere esnasındaki söylemleri ve
eylemlerinin “off-the record” sayılmasını ummak açmazıyla yüzleşecektir.
Filozofun bu anlayışı, dinlerin seküler liberal değerlerle içi doldurulan hak ve
temel özgürlüklerden müteşekkil bir adalet anlayışınca kısıtlanması ve dışlanması
demektir. Teorideki yenilikler bunu gidermez. Rawls, kuramının yüzeyde kaldığı
iddiasıyla, diğer kapsamlı öğretilerin, çoğulculuğun hırçın sularında, birbirlerini
ayaklarından çekerek batırmamaları için, kendileri de (dinsel nedenlerle) konuştukça
batmamaları için, yüzeyde kalabilen tek adalet anlayışına, yani kendi düşüncesine
eklemlenmelerini salık verir. Ayrıca bunlar dümeni ele geçirmeye de teşebbüs
etmemelidirler. Fakat dinsel çevrelerden kuramın, makul çoğulculuk denizine
düşenlerin sarılacağı bir “yılan” portresi çizdiği eleştirileri gelmiştir. Buna göre
dindarların örtüşen mutabakata katılımı, “hubb-i Ali değil, buğz-u Muaviye”
nedeniyle olmaktadır. Bu sebeple bir örtüşen mutabakat değil, ancak modus vivendi
söz konusudur. Biz de bu nedenle, siyasal liberalizmde, özleri gereği aşkın öğeler
içeren dinler ve dindarların en dezavantajlı olduklarını ileri sürmekteyiz. Maalesef
bu, dinlere yönelik bir fark ilkesi gibi “yüzeyde kalacak” bir hamle ile de giderilebilir
görünmemektedir. Rawls, ilk durum, peçe, birey ve ABD’nin kamusal kültüründe
mündemiç değerler düşünceleriyle, daha en baştan gömleğin düğmelerini yanlış
iliklemiştir. Rawls ve kamusal kültür düşüncesi özünde dinlere ve dindarların yaşam
alanlarına karşı entellektüel bir sarkıntılık sergilemektedir. Bunun hedefinin ise,
toplumsal matrixe (rahime) düştüğünü söyleyebileceğimiz dinlerin (ki belirttiğimiz
kuşkularımız bunların gayr-ı meşru olabileceğine yöneliktir) “sosyo-politik bir
254
kürtajla” alınması, ölü veya hiç olmazsa kötürüm doğmasının sağlanması olduğunu
düşünmekteyiz.
Đlk durum ve peçe her iki eserde de muradı karşılamaktan uzaktır ve ancak bir
geçici hafıza kaybı (bilhassa PL’de peçe) veya ilk durumdaki yaşanmışlıkların
toplumda hatırlanması anlamında bir “de javu” şeklinde anlaşılabilir. Peçe, Rawls’un
kurucu aklının, insan zihnini tabula rasa haline getirmeye, hafızasındakileri silmeye
çalışan bir silgiye benzetilebilir. Oysa silginin kaderinin silerek tükenmek olduğu
malumdur. Modernitenin övülen aklının son zamanlarda araçsallaşması, teknik akla
dönüşmesi ve öznenin ölümü-parçalanmasına dair yorumlar bundan bağımsız olmasa
gerektir. Salt akıl, kamusal, pratik veya kurucu olsun, yapmaktan çok yıkıcıdır.
Rawls’un örtüşen mutabakata siyasal da olsa bir ahlâkîlik atfetmesi, duyulur âlemin
(ardalan kültür) olumsallıklarından azade kabulü, kamusal alanı bir nevi “amaçlar
krallığı” ve buradaki makul bireyleri de “eş-yasamacılar” yapmak amacı gütse de,
ifade ettiğimiz ve başka nedenlerle akim bir uğraş gibi görünmektedir. Kapsamlı
öğretiler çokluğunda birlik sağlayacağı (bir tür kesrette vahdet) örtüşen mutabakat
ise özünde bir kapsamlı öğretiler kolajından fazlası değildir. Ayrıca Rawls, Siyasal
Liberalizmde hakkaniyet olarak adaletin bir de iyi olduğundan vazgeçmekle kendisi
açısından çok da önemli bir adım atmış olmamaktadır. Çünkü bu, zaten onun için
ikincil bir önemi haizdir. Kuramının keza iyi olduğu, Aristotelesçi ilkeden
kaynaklanmaktadır ve zaten bu da Rawls’un beklenmedik bir hamlesi sayılmaktadır.
Dolayısıyla aslında terk edilen Kant değil, Kant’a giydirilmiş Aristotelesçi kisvedir
diyebiliriz kanaatindeyiz.
Kuramını
destekledikleri
sürece,
Rawls’un
dinlerin
düsturlarını
sorgulamayacağı anlaşılmaktadır. Bu açıkça taraflı ve pragmatik bir tutumdur ve bu
öğretilerin içeriğine müdahale etmektir. Zaten hakkın iyiye, makulün rasyonele
rüçhaniyeti sebebiyle, iki ahlâkî yetinin ikincisi olan rasyonelliğin içeriğini teşkil
eden iyi hayat anlayışları, makuliyetlerini liberal bakış açısına ve sınırlarına
borçludur. Ardalan kültürde dinlere karışılmadığı söyleniyorsa da, liberal değerlerin
yine başat değerler olması dikkat çekicidir. Ayrıca toplumsal hayatı kamusal/siyasî
ve ardalan diye ikiye ayırmak ve bu ayrımı tüm hayatı ihata eden düsturları olan,
müntesiplerinin hemen her anını tanzim eden bütüncül kapsamlı öğretilere, siyaseten
makullüğün asgari koşulu olarak dayatmak, bizce sadece iyi anlayışları bakımından
255
kısmen tarafsız kabul edilebilir. Çünkü dinler iyi anlayışlarıyla eşitlenemez. Liberal
demokratik dünya görüşü ise bu durumda, hepsinin üstünde olacaktır. Son tahlilde
bu, dinlerin hegemonya iddiasından ve altındaki öğretilerin tahammül olunabilirliğini
kendi kurallarına göre belirlemesinden ilkece farklı görünmemektedir. Burada
yapılabilecek bir itiraz, muhtemeldir ki, liberalizmin bireysel özgürlüğe, dinlerin ise
cemaat özgürlüğüne yer verdiğidir. Buna verebileceğimiz cevap, liberal özgürlük
anlayışının tüm kültürler için geçerli olamayacağı, bundan önce olduğu gibi sonra da
başka türden özgürlüklerin hâkim olabileceğidir. Kabul edilmelidir ki, örneğin, sahip
olduğu dinsel inancın bireysel olarak değil, cemaat içinde daha iyi yaşayabileceğine,
bu dini kendisinden daha iyi anlayanlar olacağına inanan ve hayatını da çoğunlukla
“aklını
kullanma
cesaretini
göstererek”
değil,
âkil
insanların
dinlerini
yorumlamalarına göre düzenlemeye gönüllü inananlar bu çağda da mevcuttur. Hatta
kendi başına yeterince yaşayamadığı dinini bihakkın tatbik edebilmek için
cemaatinin yaptırımlarına, zorlamalarına gönüllü olarak talip olanlar var olabilir.
Mesele liberal sistemin bu şahısları aklını kullanmamakla mı suçlayacağı, yoksa
aklını kullanarak kendini bir farklı düşünceye râm ettiğini kabul mu edeceğidir.
Rawls, bireyi tarihe indirmekle cemaatçilere hak vermiş değildir. Hedef, Adalet
Teorisindeki yöntemle ulaştığı sonuçlara, onların öncülleri ve kabulleriyle de
ulaşılacağını göstermektir. Adalet Teorisi+Siyasal Liberalizm= Hakkaniyet Olarak
Adalet iddiamız buna atıftır. Öyleyse, Adalet Teorisi, liberalizmin belli bir anda
yüzleştiği meydan okumaya karşı yazılmışken, Siyasal Liberalizm başka bir zamanın
meydan okumasına karşı liberalizmi tahkim çabasıdır. Yani iki eser arasında bir
nesh-mensuh ilişkisi bulunmamaktadır.
Siyasal Liberalizm kısıtlayıcı olmakla eleştirilince, Revisitedda dinlere daha
fazla alan verilmeye çalışılmıştır. Ancak, özde değişen bir şey yoktur. Makuliyet,
kamusal akıl hala dinleri kısıtlamaktadır. Rawls, liberal doğmalara bağlılığı
esnetmedikçe veya bırakmadıkça bu alan genişlemeyecektir. Tarafların özsel
ilkelerinden vazgeçmeden gerilimin kalkmayacağı düşüncemizin anlamı budur.
Rawls’un olduğu gibi dindarların da ilkeleri ve bu ilkelerin de lexical sırası yani
hiçbir şey uğruna ihlâl edilemeyecek önem hiyerarşisi vardır. Oysa Rawls
dindarlardan bu sıralamayı dikkate almamasını ve esnek olmalarını talep etmektedir.
Bir nevi akıl hocası Kant’ın antinomileri gibi, dindarlardan “hem o hem bu”
256
demesini istemekte, ama bunun, dinden bağımsız beşerî bir ahlâkın olanağına ilişkin
kuşkular duyması muhtemel dindarın zihninde ve kalbinde antinomilere yol
açacağını, onu “ya o ya bu” tutumuna meyledebileceğini görmezden gelmektedir.
Liberal sistemi onaylayan dinî nedenleri ile kabul gören dindarlar, liberal ön
kabullere en ufak bir zıtlık gösterdiklerinde gayr-ı makul damgası yemenin yanında,
diğer anlayışlarla bir tutularak aynı yatağa konulmak için Rawls’un ölçülerine göre
uzatılıp kısaltılmış olmaktadırlar. Kısacası, Rawls’un kamusal aklın sınırları içinde
din anlayışı, dinler ve dindarlar açısından Prokrustes’in Yatağı vazifesi görmektedir.
257
KAYNAKÇA
Ackerman, Bruce, Political Liberalism, The Journal of Philosophy, Vol. 91, 1994.
Aktan, Can, ed., En Az Devlet En Đyi Devlet, Devletin Başarısızlığının Anatomisi,
Çizgi Yayınları, Konya 2006.
Aktay Yasin, Đktidarın Kaynağı ve Nesnesi Olarak Beden ve Kimlik Politikaları,
Sivil Bir Kamusal Alan, Kaknüs Yayınları, Đstanbul 2005.
Alejandro Roberto, What is Political About Rawls’ Political Liberalism, John Rawls
and The Agenda of Social Justice, Ed. B. N. Ray, Anamika Publishers, New Delhi,
2000.
Amin Samir, Modernite Demokrasi ve Din, çev: F. Başkaya, Türkiye ve Ortadoğu
Vakfı Yayınları, Ankara, 2006.
Arendt Hannah, Đnsanlık Durumu, çev: B.S. Şener, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2006.
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev: S. Babür, Kebikeç Yayınları, Ankara, 2005.
Aristoteles, Politika, çev: M. Tunçay, Remzi Kitabevi, Đstanbul, 1993.
Arnhart Lary, Siyasi Düşünce Tarihi: Plato’dan Rawls’a, çev: A. Bayram, Adres
Yayınları, Ankara, 2005.
Arslan Zühtü, Devletin Hukuku, Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı, Doğu Batı
Dergisi, Ankara, 2000–2001, sayı 13.
Asad Talal, Sekülerliğin Biçimleri, çev: F. B. Aydar, Metis Yayınları, Đstanbul, 2007.
Aslan Adnan, Dinler ve Hakikat, Đsam Yayınları, Đstanbul, 2006.
Audi Robert, Religious Commitment and Secular Reason, Cambridge Univ. Press,
2000.
Avila Mitch, Political Liberalism and Asymetrical
Comprehensive Doctrines, Human Rights Review, 2004.
Rights
for
Minority
Ay Mahmut, Tanrı Tasavvurlarının Politik Tasarımlara Yansıması, A.Ü.Đ.F.D, 2005,
Cilt 46, Sayı II.
Aydın Mustafa, Kamusal Alan ve Siyaset, Sivil Bir Kamusal Alan, Kaknüs Yayınları,
Đstanbul 2005.
Balı Ali Şafak, Çokkültürlülük ve Sosyal Adalet, Öteki ile Barış Đçinde Yaşamak,
Çizgi Kitabevi, Konya, 2001.
258
Barber Benjamin, Güçlü Demokrasi, çev: M. Beşikçi, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul,
1995.
Barry Brian, J. Rawls and The Search For Stability, John Rawls and The Agenda of
Social Justice, ed. B. N. Ray, Anamika Publishers, New Delhi, 2000.
Barry Norman, Modern Siyaset Teorisi, çev: M. Erdoğan–Y. Şahin, Liberte, Ankara,
2000.
Barry, Norman, Birey, Cemaat, Piyasa: Liberal Bir Perspektif, çev: M. Erdoğan,
Liberte, Ankara.
Başdemir H. Yücel, Liberalizmin Ahlakî Temelleri, Basılmamış Doktora Tezi,
Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
Bauberot Jean, Avrupa Birliği Ülkelerinde Dinler ve Laiklik, çev: F. Arabacı, Ufuk
Yayınları, Đstanbul, 2003.
Bauman Zygmunt, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, çev: Đ. Türkmen, Ayrıntı
Yayınları, Đstanbul, 2000.
Becford James A., Social Theory and Religion, Cambridge Univ. Press, Cambrigde,
2003.
Beckwith Francis, Rawls’ Dangeorous Idea? Liberalism, Evolution and the Legal
Requirement of Religious Neutrality in Public Schools, Journal of Law and Religion,
Vol. XX, 2005.
Bellah R-Longley C., Religion in America; C. Insole, The Politics of Human Frailty:
A Theological Defence of Political Liberalism, Univ. Of Notre Damme Press,
Indiana 2005.
Bellamy-Hollis, Richard-Martin, Liberal Justice: Political and Metaphysical, John
Rawls and The Agenda of Social Justice, ed. B. N. Ray, Anamika Publishers, New
Delhi, 2000.
Benewick–Gren, Robert-Philip, 20. Yüzyıl Politik Düşünürleri, çev: Ali Çimen,
Timaş Yayınları, Đstanbul, 2000.
Benhabib Şeyla, Modernizm Evrensellik Ve Birey, çev: M. Küçük, Ayrıntı Yayınları,
Đstanbul, 1999.
________ Ötekilerin Hakları, çev: B. Akkıyal, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2006.
Bentham Jeremy, Gerçek Temel Olarak Yarar, Siyasal Düşünce, der. M. Rosen-J.
Wolff, çev. S. Çalışkan-H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
259
Berger Peter L, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev: A. Çoşkun, Đnsan Yayınları, Đstanbul,
1993.
Berger-Lucman, Peter L.- Thomas, Gerçekliğin Sosyal Đnşaası, çev: V. S. Öğütle,
Paradigma, Đstanbul, 2008.
Berger-Kellner, Peter L.-Hansfried, Modernleşme ve Bilinç, çev: C. Cerit, Pınar
Yayınları, Đstanbul, 2000.
Beriş Hamit E., Çağdaş Liberalizmde Farklı Yönelimler: John Rawls ve Robert
Nozick, Liberal Düşünce Dergisi, Liberte Yayınları, Ankara, 2002, sayı 28.
Berlin Isaiah, Liberty, Oxford Univ. Press, Oxford, 1967.
Bielefeldt
Heiner,
The
Liberal
Concept
of
Political
Liberalism,
http//:www.Humanrights.uio.no/studier/forskerkurs/2005/heiner-bilefeldt-liberalsecularism.pdf
Biggar Nigel, God in Public Reason, Studies in Chiristian Ethics, London, 2006.
Bilgin M. Fevzi, Political Liberalism, Religion, and Formation of Political Morality,
University of Pittsburgh, 2004.
_______
Political
Liberalism
and
Inclusion
of
Religion,
http://org.law.rutgers.edu/law-religion/articles/Political Liberalismfinal.pdf.
Blackstone William T., Dinsel Bilgi Sorunu, çev: T. Đmamoğlu, Ataç Yayınları,
Đstanbul, 2005.
Bradney Anthony, Bir Liberal Demokraside Dinlere Neden Değer Verilmelidir?
Liberal Düşünce Dergisi, Liberte Yayınları, Ankara, sayı 24, 2001.
Brink P. A. , Selves in Relation: The Christian Doctrine of Imago Dei and The
Liberal-Communiterian Debate, M.A., Dalhosıe Univ., 1997.
Bohman J., Public Reason and Cultural Pluralis; Poltical Liberalism and the
Problem of Moral Conflict, Political Theory, Vol. 23, 1995.
Bruce Steve, Politics and Religion, Blackwell Publishing, Malden, 2003.
Button Mark, Arendt, Rawls and Public Reason, Social Theory and Practice, Vol. 31,
2005.
Cansever T., Minareyi Yere Koymamak, Đz Yay.,…..
Cevizci Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, Đstanbul, 2000.
260
Constant Benjamin, Antik Çağ’da Özgürlük, Modern Çağ’da Özgürlük, M. Rosen-J.
Wolff, Siyasal Düşünce, çev: H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
Corm Georges, 21. Yüzyılda Din Sorunu, çev: Şule Sönmez, Đletişim Yayınları,
Đstanbul, 2008.
Cox Harvey, Religion in The Secular City: Toward A Postmodern Theology, Simon
and Sehuster, Newyork, 1984.
Cranston Maurice, Liberalism, Encylopedia of Philosphy, The Macmillian Company,
Vol 3-4, 1967.
Crowe Jonathan, Preaching to the Converted? The Limits of Religious Arguments
In Politics, Policy, Vol. 21, No. 4, 2005-2006
Çaha Ömer, Đdeoloji ile Hukuk Arasında Devlet, Doğu Batı, Ankara, sayı 13, 20002001.
________ Modern Dünyada Din ve Devlet, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2008.
Dagowitz Alan, When Coice Does Not Matter: Political Liberalism Religion and The
Faith School Debate, The Journal of Philosophy of Education, Vol. 38, 2004.
Davie Grace, Modern Avrupa’da Din, çev: A. Demirci, Küre Yayınları, Đstanbul,
2005.
Davis Michael, Nozick’s Argument for the Legitimacy of the Welfare State, Equality
and Liberty: Analyzing Rawls and Nozick, St. Martin’s Press, New York, 1991.
Dellaloğlu Besim, Adorno Yüz Yaşında, Cogito, YKY, Đstanbul 2003.
Demir Halis, Đslamda Devlet Gücünün Sınırlanması; Raşid Halifeler Dönemi,
Đz Yayıncılık, 2004.
Demir Ömer, Đşlem Maliyetini Düşüren Birer Kurum Olarak Hukuk, Ahlak ve
Din, Đslam Sivil Toplum Piyasa Ekonomisi, Liberte Yayınları, Ankara, 1999
Doering Detmar, Dinler ve Sivil Toplum, çev: N. D. Doğanay, Đslam, Sivil Toplum,
Piyasa Ekonomisi, Liberte Yayınları, Ankara,1999.
Doğan Đlyas, Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum, Alfa
Yayınları, Bursa, 2002.
Doğu Batı, Kamusal Alan, Sayı 5, 1998-1999, Ankara, 2004.
261
Dombrowski Daniel A., Rawls And Religion: The Case for Political Liberalism,State
Univ. Of Newyork, Albany, 2001.
Dostoyevski Fyodor, Karamazov Kardeşler, çev: L. Soykut, Sosyal Yayınları,
Đstanbul, 1995.
Dworkin Ronald, Hakları Ciddiye Almak, çev: A. U. Türkbağ, Dost Kitabevi,
Ankara 2007.
Dionne E. J., What’s God Got To Do With The American Experiment?,
Brookings Institution Pres, Washington, 2000.
Eberle Cristopher J., Religious Convictions in Liberal Politics, Cambridge
Univ. Press, Cambridge, 2002.
Eliade Mircae, Kutsal ve Dindışı, çev: M. A. Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara.
Erdoğan Mustafa, Aydınlanma Modernlik ve Liberalizm, Orion Yay., 2006.
_______ Liberal Toplum Liberal Siyaset, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1998.
_______ Niçin Liberalizm, Liberal Düşünce, Liberte, sayı 1, 1996.
Fern Richard, Religious Belief In A Rawlsian Society, The Journal of Religious
Ethics, 2001.
Ferry Luc-Gauchet Marchel, Dinden Sonra Dinsellik, çev: C. Utku, Agora Kitaplığı,
Đstanbul, 2005.
Finnis
John,
Secularism,
Morality
and
Politics,
FoundationL’Osservatore Romano English Edition, 2003.
The
Catedral
Fish Stanley, Liberalism and Secularism: One and The Same, NYT, 2007,
Ekopolitik.org; H:/ liberalizm ve sekülarizm bir ve şeydir.mht
Focuault Michael, Özne ve Đktidar, çev: I. Ergüden–O. Akınhay, Ayrıntı Yayınları,
1994.
Freeman Samuel, The Cambridge Companion to Rawls, Cambridge Univ. Press,
2003.
Friedman M., Kapitalizm ve Özgürlük, çev: D. Erberk-N. Himmetoğlu, Plato Yay.,
Đst., 2008, s. 1.
Furseth Inger, An Introduction to the Sociology of Religion, Ashgate Publishing,
England, 2006.
262
Gadamer Hans G., Hakikat ve Yöntem, çev: H. Arslan-Đ. Yavuzcan, Paradigma,
Đstanbul, cilt I, 2008.
Galston William, Religious Pluralism and the Limits of Public Reason, Univ. of
Maryland, 2004.
Gasset Ortega Y., Kitlelerin Ayaklanışı, çev: K. Karaşahin, Babil Yayınları, Đstanbul,
2003.
Gauchet Marcel, Anlam Borcu ve Devletin Kökenleri, çev: O. Erözden, Devlet
Kuramı, der. C.B. Akal, Dost Kitabevi, Ankara, 2000.
________ Demokrasi Đçinde Laikliğin Gelişimi, çev. M. E. Özcan, Dost kitabevi,
Ankara, 2000.
________ Dinden Sonra Dinsellik, çev: C. Utku, Agora, Đstanbul, 2005.
Geuss Raymond, Kamusal Şeyler Özel Şeyler, çev: G. Koçak, YKY, Đstanbul, 2005.
Gillinham Richard, Rawls and Religion: A Critique of the Duties and Epistemic
Status of Citizen of Faith in a Liberal Democracy, Univ. Of Wales, Lampester, 2004.
Gray John, Küresel Yanılgılar, çev: Z. Koltukcuoğlu, Etkileşim Yayınları, Đstanbul,
2006.
_______ Liberalizmin Đki Yüzü, çev: K. Değirmenci, Dost Kitabevi, Ankara, 2003.
_______ Post-Liberalizm, çev: M. Günay, Dost Kitabevi, Ankara, 2004.
Greenwalt Kent, Private Consciences and Public Reasons, Oxford Univ. Pres, New
York, 1995.
Guehenno Jean-Marie, Demokrasinin Sonu, çev: M. E. Özcan, Dost Kitabevi,
Ankara, 1998.
Gun Jeremy, Din Özgürlüğü ve Laisite: ABD ile Fransa Arasında Bir Karşılaştırma,
çev: H. Bal-Ö.F. Altıntaş, Liberte, Ankara, 2004.
Gutmann Any, Çokkültürlülük, çev: Cem Akaş, YKY, Đstanbul, 2005.
Habermas Jurgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev: T. Bora, Đletişim Yayınları,
Đstanbul, 2005.
_________ Reconciliation Through the Public Use of Reason: Remarks on Rawls’
Political Liberalism, John Rawls and The Agenda of Social Justice, ed. B. N. Ray,
Anamika Publishers, New Delhi, 2000.
263
_________ Religion in the Public Sphere, Polity, Cambridge, 2006.
Haris James, Religion and Liberal Democracy, The Humanist, 2006.
Haşlak Đrfan, John Rawls’un Siyaset Teorisinde Adalet Anlayışı, Basılmamış Doktora
Tezi, Sakarya Üniv. Sosyal Bil. Enst., 2002.
Hayek Von A., Kölelik Yolu, çev: T. Feyzioğlu-Y. Arslan, Liberte, Ankara, 2004.
Hazard Paul, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, çev: E. Güngör, Başbakanlık
Kültür Müst. Yayınları, Đstanbul, 1972.
Hegel, Tarihte Akıl, çev: Ö. Sözer, Kabalcı Yayınları, Đstanbul, 2003.
______ Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev: C. Karakaya, Sosyal Yayınları,
Đstanbul, 1991.
Holden Bary, Liberal Demokrasiyi Anlamak, çev: H. Bal, Liberte, Ankara, 2007.
Horkheimer Max, Akıl Tutulması, çev: O. Koçak, Metis Yayınları, Đstanbul, 2005.
Hollinger Robert, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, çev: A. Cevizci, Paradigma
Yayınları, Đstanbul, 2005.
Humboldt W. Von, Devlet Faaliyetinin Sınırları, çev: B. Seçilmişoğlu, Liberte,
Ankara, 2004.
Hume David, Rıza’nın Gereksizliği, Siyasal Düşünce, der. M. Rosen-J. Wolff, çev. S.
Çalışkan-H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
Hünler Solmaz, Rawls ve Mcıntyre: Đki Adalet Arasında, Vadi, Ankara, 1997.
Insole Christopher J., The Politics of Human Frailty: A Theological Defence of
Political Liberalism, Univ. of Notre Dame Pres, Indiana, 2004.
James W., Faydacılık, çev: T. Göbekçin, Yeryüzü Yay., Ank., 2003.
Jeannıere Abel Modernite Nedir?, çev: N. Tutal, Modernite versus Postmodernite,
der: M. Küçük, Vadi, Ankara, 2000.
Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev: Đ. Kuçuradi, T.F.K, Ankara, 1995.
_______ Pratik Aklın Eleştirisi, çev: Đ. Kuçuradi, T.F.K., Ankara, 1999.
Kaplan Yusuf, Antikite’den Postmodernite’ye; Tanrısız Arazi’den Đnsansız Arazi’ye
Paganizmin Serüvenleri, Düşünen Siyaset, sayı 21, Lotus, Ankara, 2005.
Kamusal Alan, der. Meral Özbek, Hil Yayınları, Đstanbul, 2004.
264
Kelbly Charles, Rawls: From Moral to Political Theory, John Rawls and The
Agenda of Social Justice, ed. B. N. Ray, Anamika Publishers, New Delhi, 2000.
Kırık Hikmet, Kamusal Alan ve Demokrasi, Salyangoz Yay., Đstanbul, 2005.
Klosko George, Political Constructism in Rawls’s Political Liberalism, John Rawls
and The Agenda of Social Justice, ed. B. N. Ray, Anamika Publishers, New Delhi,
2000.
_______ Rawls’ Political Philosophy and American Democracy, American Political
Science Review, vol. 87, 1993.
Kojeve Alexander, Hegel Felsefesine Giriş, çev: S. Hilav, YKY, Đstanbul, 2001.
Köker Levent, Đki Farklı Siyaset, Vadi, Ankara, 1998.
Köktaş Mehmet, Din ve Siyaset; Siyasal Davranış ve Dindarlık, Vadi, 1997.
Köse Ali, der., Sekülarizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, Đstanbul, 2002.
Kropotkin Piyotr, Anarşi Felsefesi Đdeali, çev: I. Ergüden, Kaos Yayınları, 2005.
Kuflık Arthur, Liberalism, Legal Moralism and Moral Disagreement, Journal of
Applied Philosophy, vol. 22, No. 2, 2005.
Kukathas C.-Pettit P., Rawls: A Theory of Justice and its Critics, Standford Univ.
Press, Standford, 1990.
_______ Đslam, Demokrasi ve Sivil Toplum, Đslam Sivil Toplum, der. Ö. Demir,
Liberte, Ankara, 1999.
Küçükalp Derda, Nietzsche’nin Demokrasi Düşüncesi Bakımından Önemi, Felsefe
Dünyası, TFD, sayı, 46, Ankara, 2007.
Kymlicka Will, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, çev: E. Kılıç, Bilgi Üniv.
Yayınları, Đstanbul, 2003.
________ Çokkültürlü Yurttaşlık, çev: A. Yılmaz, Ayrıntı Yay., Đstanbul, 1998.
________ Rawls on Teleology and Deontology, Philosophy and Public Affairs, vol.
17, 1998.
Larmore Charles, Political Liberalism, Political Theory, Vol. 18, No. 3, 1990.
Levine Andrew, Engaging Political Philosophy: From Hobbes to Rawls, Blackwell
Publishers, 2002.
265
Locke John, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, çev: M. Yürüşen, Liberal Düşünce,
Ankara, 1995
_______ Hükümet Üzerine Birinci Đnceleme, çev: F. Bakırcı, Kırlangıç Yayınları,
Ankara, 2007.
Lyotard Jean F. Postmodern Durum, çev: A. Çiğdem, Vadi, Ankara, 2000.
Macedo Steven, Liberal Civic Education and Religious Fundemantalism: The Case
of God v. Rawls, Ethics, 1995.
MacIntyre Alasdair, Jutice as Virtue: Changing Conception, John Rawls and The
Agenda of Social Justice, Editor: B.N. Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000.
________ Gelenek ve Yaşamın Bütünlüğü; Siyasal Düşünce, der. M. S. Çalışkan-H.
Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
________ Vatanseverlik Bir Erdem midir?,Liberaller ve Cemaatçiler, der. A. Berten,
Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
Mahçupyan Etyen, Batı’yı Anlamak, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2008.
Mahoney Jon, Public Reason and The Moral Foundation of Liberalism, Journal of
Moral Philosohy, 2004, London, 2004.
Matan Ana, A Well-Ordered Society as a Democratic Society: Alternative Readings
of Rawls’ Political Theory, Political Theory, XLI, 2004.
Montague Philip, Religious Reasons and Political Debate, Social Theory and
Practice, Vol. 30, 2004.
Moon Donald, Rawls and Habermas on Public Reason, Annual Review of Political
Science, 2003
Mouffe Chantal, Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi? Modernite v.
Postmodernite, der-çev: Küçük, Vadi, Ankara, 2000.
_______ The Limits of John Rawls’ Pluralism, Politics, Philosophy and Economics,
No. 4, 2005.
Mulhall-Swif, Liberals and Communiterians, Blackwell Publishers, Massachusets,
1996.
Murphy Andrew, Rawls and Shrinking Libety of Conscience, The Review of Politics,
2001.
266
Müftüoğlu Aydın, Liberal Kamusal Alan Tanımına Yeni Bir Bakış: Rawls’un
Uzlaşmacı Liberal Kültürü, Sivil Bir Kamusal Alan, haz: L. Sunar, Kaknüs, Đstanbul,
2005.
________
Rawls Rorty ve Taylor’un Demokrasi Anlayışlarında Birey ve
Kollektivitenin Yeri, Ege Üniv. Sosyal Bilimler Enst., Đzmir, 2000.
________ Rawls’un Uzlaşmacı Liberal Kültürü, Sivil Bir Kamusal Alan, Kaknüs
Yayınları, Đstanbul 2005
Nasr Seyyid H., Bilgi ve Kutsal, çev: Y. Yazar, Đz Yay., Đstanbul, 2001.
Neal Patrick, Justice as Fairness: Political or Metaphysical, John Rawls and The
Agenda of Social Justice, Editor: B.N. Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000.
Neal Patrick, Liberal Bir Đyi Teorisi mi?, Liberaller ve Cemaatçiler, der. A. Berten
vd., çev: E. Ergezene, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
Neuhaus Richard J., The Public Square: A Continuing Survey of Religion, Culture
and Public Life, Journal of Religion and Public Life, 2005.
Nielsen Kai, On The Very Possibility of A Classless Society: Rawls, Macphersonand
Revizionist Liberalism, John Rawls and The Agenda of Social Justice, Editor: B.N.
Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000.
Nietzsche, Ecce Homo, çev: C. Alkor, Say Yayınları, Đstanbul, 1996.
________ Putların Alacakaranlığı, Çev. H. Kaytan, Akyüz Yay., Đstanbul, 1991.
________ Zerdüşt Böyle Diyordu, çev : O. Derinsu, Varlık Yay., Đstanbul, 1996.
Nozick Robert, Anarşi, Devlet ve Ütopya, Çev: A. Oktay, Bilgi Üniv. Yay., Đstanbul,
2000.
Nussbaum Martha, The Enduring Significance of Rawls, Chronicle of Higher
Education, vol. 47, 2001.
Okandan Recai G., Umumî Amme Hukuku Dersleri, Đstanbul Üniv. Yayınları,
Đstanbul, 1959.
Okumuş Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, 2002.
Özay Mehmet, Din ve Sekülerleşme, Đz Yayınları, Đstanbul, 2007.
Özlem Doğan, Kaygı ve Tarihsellik, Doğu Batı, Kaygı, sayı 6, Ankara, 1999.
_______ Tarih Felsefesi, D.E. Yay. Đzmir, 1998.
267
Öztürk Armağan, Kant’ın Varisi Rawls, Cogito, Kant Özel Sayısı, YKY, 41- 42,
Đstanbul, 2005.
Parekh Bhikhu, Çok kültürlülüğü Yeniden Düşünmek, çev: B. Tanrıseven, Phoenix
Yayınları, Ankara, 2002.
Parkan Barış, Pozitif Haklar ve Mülkiyet Hakkı Üzerine, Felsefe Dünyası, T.F.D,
Sayı 44, Ankara, 2006.
Peffer R.G., Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, çev: Y. Alogan, Ayrıntı
Yayınları, Đstanbul, 2001.
Pena-Ruiz Henri, Laiklik Nedir?, çev: Ü. Dertyat, Gendaş Kültür, Đstanbul, 2007.
Perger Peter L., Sekülarizmin Gerilemesi, çev: A. Köse; Samuel Huntington,
Medeniyetler Çatışması, der. M. Yılmaz, Vadi, Ankara, 2000.
Postman Neil, Teknopoli, çev: M. E. Yılmaz, Gelenek Yay., Đstanbul, 2004.
Prusak Bernard G., Politics, Religion and The Public Good, Interview with
Philosopher John Rawls, Commenweal, September, 1998.
Ratnapala Suri, Cultural Diversity and Liberal Society, The Independent Review, V.
X, No. 2, 2005.
Rawls, A Kantian Conception of Equality, Collected Papers, ed. S. Freeman, Harvard
Univ. Pres 1999.
______ A Theory of Justice (Revised Edition), Oxford Univ. Press, New York, 1999.
______ Commonweal Interview, Collected Papers, ed. S. Freeman, Harvard Univ.
Press 1999.
_______ Fairness to Goodness, Collected Papers, ed. S. Freeman, Harvard Univ.
Pres 1999.
_______ Halkların Yasası ve Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması, çev:
Gül Evrin, Bilgi Üniv. Yay., Đstanbul, 2003.
_______ Hakkaniyet olarak adalet: Political not Metphysical, Collected Papers, ed.
S. Freeman, Harvard Univ Press 1999.
_______ Justice as Fairness, Collected Papers, ed. S. Freeman, Harvard Univ. Press,
1999.
_______ Justice as Fairness: A Restatement, Edited by Ervin Kelly, The Belknap
Press of Harvard Univ. Press, 2001.
268
______ Kant’ın Ahlak Felsefesinin Đzlekleri, çev: Ö. Barın, Cogito, Kant Özel Sayısı,
YKY, sayı 41-42, Đstanbul, 2005.
_______ Kantian Constructivism in Moral Theory, Collected Papers, ed. S. Freeman,
Harvard Univ. Press, 1999.
________ Lectures on the History of Moral Philosophy, Harvard Univ. Press, 2000.
________ Political Liberalism (Expanded Edition), Columbia Univ. Press, New
York, 2005.
________ Preface for the French Edition of A Theory of Justice, Collected Papers,
ed. S. Freeman, Harvard Univ. Press, 1999.
________ Reply to Habermas, John Rawls and The Agenda of Social Justice, Editor:
B.N. Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000.
________ Sivil Đtaatsizlik, Kamu Vicdanına Çağrı/Sivil Đtaatsizlik, çev: Y. Coşar,
Ayrıntı Yay. Đstanbul, 2001.
________ Siyasal Liberalizm, çev: M. F. Bilgin, Bilgi Üniv. Yay., Đstanbul, 2007.
________ Social Unity and Primary Goods, Collected Papers, ed. S. Freeeman
Univ. Press, 1999.
________ The Domain of the Political and Overlapping Concensus, Collected
Papers, ed. S. Freeman, Harvard Univ. Press, 1999.
________ The Idea of Public Reason Revisited, Collected Papers, ed. S. Freeman,
Harvard Univ. Press, 1999.
_______ The Priority of Right and Ideas of the Good, Collected Papers, ed. S.
Freeman, Harvard Univ. Press, 1999.
_______ Themes in Kant’s Moral Philosophy, Collected Papers, ed. S. Freeman,
Harvard Univ. Press, 1999.
Ray B. N., Re-Reading Rawls, John Rawls and The Agenda of Social Justice, ed. B.
N.Ray, Anamika Publishers, New Delhi, 2000.
Raz Joseph, Facing Diversity: The Case of Epistemic Abstinence, Philosophy and
Public Affairs, Vol. 19, No. 1, 1990.
Reçber M. Said, Dinî Çeşitlilik, Din ve Ahlak Felsefesi, Ankuzem, Ankara, 2006.
Reemtsma J. P., Dindarlığa Saygı Göstermek Gerekir mi? Đnanç Meseleleri ve
Seküler Bir Toplumun Şerefi Üzerine, çev: I. Arda Cogito, sayı 51, 2007.
269
Rhodes Rosamond, Reading Rawls and Hearing Hobbes, The Philosophical Forum,
Vol. XXXIII, No. 4, 2002.
Rıordıan Patrick, Permission to Speak: Religious Arguments in Public Reason, HeyJ,
Blackwell Publishing, XLV, 2004.
Rogow A. A., T. Hobbes, Norton Comp., New York, 1986, s. 164.
Rondel David, Rawls and The Metaphysical Tradition, Soth African Journal of
Philosophy, Vol 23, 2004.
Rorty Richard, Habermas, Lyotard ve Postmodernite, çev: M. Küçük, Modernite v.
Postmodernite, Vadi, Đstanbul, 2000.
_______ Olumsallık, Đroni ve Dayanışma, çev: M. Küçük-A.Türker, Ayrıntı,
Đstanbul, 1995.
Rosanvallon Pirre, Refah Devletinin Krizi, çev: B. Şahinli, Dost Kitabevi, Ankara,
2004.
Rossi Philip J., The Social Authority of Reason, State Univ. Of New York Pres,
Albany, 2005.
Ryan Alan, John Rawls, Çağdaş Temel Kuramlar, der: Q. Skinner, çev: A.
Demirhan, Vadi, Ankara, 1997.
Sandel Michael J., Liberalism and The Limits of Justice, Second Edition, New York,
1998.
_______ Public Philosophy, Essays on Morality in Politics, Harvard Univ. Press,
2006.
Sargent M. A., Reflections on Religion and The Future of Liberal Politics, Fordham
Univ. Center, 2004.
Sarıbay Ali Y., Postmodernite Sivil Toplum ve Đslam, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2001.
Sayward C-Wasserman W., Has Nozick Justified the State?, Equality and Liberty:
Analyzing Rawls and Nozick, St. Martin’s Press, New York, 1991.
Scheffer Samuel, The Appeal of Political Liberalism, John Rawls and The Agenda of
Social Justice, Editor: B.N. Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000.
Schmitt Carl, Siyasal Kavramı, çev: Ege Göztepe, Metis Yayınları, Đstanbul, 2006.
_______ Siyasî Đlahiyat, çev: E. Zeybekoğlu, Dost Yayınları, Ankara, 2005.
270
Schwarzenbach S. A., Rawls, Hegel and Communiterianism, Political Theory, Vol.
19, no. 4, 1991.
Sen Amartya, Justice and Capability, John Rawls and The Agenda of Social Justice,
Editor: B.N. Ray, Anamika Publishers, Delhi, 2000.
Skerrett K.Robert, Political Liberalism and the Idea of Public Reason: A Response to
Stout’s Democracy and Tradition, Social Theory and Practice, vol. 31, 2005.
Skirbekk-Gilje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, çev: E. Akbaş,
Şule Mutlu, Kesinti Yayınları, Đstanbul, 2006.
Solomon Robert C., Adalet Tutkusu, çev: E. Altınay, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul,
2004.
St. Thomas, St. Thomas on Politics And Ethics, Translated and Edited by P.E.
Sigmund, Norton Company, New York, 1988.
Steinberger Peter J., The Impossibility of a “Political” Conception, The Journal of
Politics, vol. 62, 2000.
Sterba James P., Reconciling Public Reason and Religious Values, Social Theory and
Practice, vol. 25, 1999.
Stout Jeffry, Religion and the Democratic Tradition, Social Theory and Practice,
vol. 30, 2004.
Swaine Lucas, A Liberalism of Conscience, The Journal of Political Philosophy, vol.
11, 2003.
Sweetman Brandan, Why Politics Needs Religion: The Place of Religious Arguments
in the Public Square, IVP Academic, Illinois, 2006.
Takış Taşkın, Yeni Leviathan, Doğu Batı, sayı 21, 2002–3, Ankara, 2006.
Talisse Robert B., On Rawls, A Liberal Theory of Justice and Justification,
Wordsworth Philosophers Series, 2001.
Tarde Gabriel de, Monadoloji ve Sosyoloji, çev: Ö. Doğan, Öteki Yay., Ankara,
2004.
Taylor Charles, Modern Toplumsal Tahayyüller, çev: H. Koyukan, Metis Yayınları,
Đstanbul, 2006.
______ Pozitif Özgürlüğün Savunusu, Siyasal Düşünce, der. M. Rosen-J. Wolff,
çev. S. Çalışkan-H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
271
Tekeli Đlhan, Modernite Aşılırken Siyaset, Đmge Yayınları, Ankara, 1999.
Tocqueville Alexis de, Amerika’da Demokrasi, Yetkin Yayınları, çev: Đ. Sezal-F.
Dilber, Ankara, 1994.
Toplum ve Bilim, Eleştirel Teori’ye Yeniden Bakmak, Đstanbul, 2007.
Touraıne Alain, Modernliğin Eleştirisi, çev: H. Tufan, YKY, Đstanbul, 2007.
_______ Demokrasi Nedir?, çev: Olcay Kunal, YKY, Đstanbul, 2004.
Toynbee Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, çev: U. Uyan, Đstanbul, 1988.
Tüzer Ahmet, Postmodernizmin Din Adına Düşündürdükleri, Düşünen Siyaset,
Postmodernizm, Lotus, sayı 21, Ankara, 2005.
Vaggalis Ted, J. Rawls’ Political Liberalism,
http://caae.phil.cmu.edu/Cavalier/Forum/meta/background/bkground.html.
Vergera Francisco, Liberalizmin Felsefi Temelleri: Liberalizm ve Etik, çev: B.
Arıbaş, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2006.
Vincent Andrew, Modern Politik Đdeolojiler, çev: A. Tüfekçi, Paradigma, Đstanbul,
2006.
Wall Steven, Perfectionism, Public Reason and Religious Accommodation, Social
Theory and Practice, vol. 31, 2005.
Wallerstein Immanuel, Liberalizmden Sonra, çev: Erol Öz, Metis Yayınları, Đstanbul,
2003.
Walzer Michael, Adil ve Adil Olmayan Savaş; Siyasal Düşünce, der. M. Rosen-J.
Wolff, çev. S. Çalışkan-H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
_______ Gerileyen Liberalizm; Siyasal Düşünce, der. M. Rosen-J. Wolff, çev. S.
Çalışkan-H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
_______ Hoşgörü Üzerine, çev: A.Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul, 1998.
_______ Liberalizmin Cemaatçi Eleştirisi, Liberaller ve Cemaatçiler, der. A. Berten
vd., çev: E. Ergezene, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
________ Liberalizmin Yapaylığı; Siyasal Düşünce, der. M. Rosen-J. Wolff, çev. S.
Çalışkan-H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara, 2006.
Weber Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev: Z. Aruoba, Hil Yayınları,
Đstanbul, 1997.
272
Weinar Leif, Political Liberalism: An Internal Critique, , John Rawls and The
Agenda of Social Justice, ed. B. N. Ray, Anamika Publishers, New Delhi, 2000.
Weischedel W., Felsefenin Arka Merdiveni, Đz Yay., Đst., 1997
Weithman Paul J., Rawlsian Liberalism and The Privatization of Religion, Journal of
Religious Ethics, 2001.
West David, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev: A. Cevizci, Paradigma, Đstanbul,
1998.
Wilson Brayn R., Religion in Secular Society, Watts and Co. Ltd, London 1966.
Wolin Sheldon S., The Liberal/Democratic Divide: On Rawls’s Political Liberalism,
John Rawls and The Agenda of Social Justice, ed. B. N. Ray, Anamika Publishers,
New Delhi, 2000.
Yalçın Şahabettin, Descartes ve Özne Olarak Benlik, Felsefe Dünyası, Ank., 2003/2,
Sayı 38.
______ Kantta Transandantal Ben Bilinci, Felsefe Dünyası, T.F.D, sayı 19, Ankara,
2004.
Yalvaç F, Hegel’in Uluslararası Đlişkiler Kuramı: Dünya Tini, Devlet ve Savaş,
Phoenix Yay., Ankara 2008.
Yayla A.-Mahçupyan E., Liberallik Demokratlık Tartışması, Liberte, Ankara, 2008.
Yayla Atilla, Liberalizm, Liberte, Ankara, 2000.
______ Dinî Cemaatler, Demokrasi ve Eğitim, Amish Cemaati Örneği, Liberal
Düşünce, 1997.
_______ Piyasa Medeniyeti, (derleme) Liberte, Ankara, 2004.
Yazoğlu Ruhattin, Alasdair Macıntyre’da Otorite ve Dinî Đnancın Temeli, Felsefe
Dünyası, T.F.D, Sayı 45, Ankara, 2007.
_______ Dinî Çoğulculuk Sorunu, Đz Yayıncılık, Đstanbul, 2007.
Yazoğlu Ruhattin-H. Aydeniz, Dinî Çoğulculuk; J. Hick’in Düşünceleri Etrafında
Tartışmalar, Đz Yayıncılık, Đstanbul, 2006.
Yılmaz Aytekin, Çağdaş Siyasal Akımlar: Modern Demokraside Yeni Arayışlar,
Vadi, Ankara, 2003.
Young Shaun P., Divide And Conquer: Separating the Reasonable from the
Unreasonable, Journal of Social Philosophy, Vol 32, No. 1, 2001.
273
_______ Political Stability and The Need For Moral Affirmation, Minevra: An
Internet Journal of Philosophy, 2000, vol. 4, http://wwul.ie/philosNo14/Rawls.html.
_______ The (Un) Reasonabless of Rawlsian Rationality, South African Journal of
Philosophy, 2005.
274
ÖZET
ERĐNCĐK, Selçuk, John RAWLS’un Siyasal Liberalizminde Din-Toplum Đlşkisi,
Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Đbrahim ÖZDEMĐR, Ankara Üniversitesi,
2008, 283 Sayfa.
Bu tez bir giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş tezin metodu ve içeriğine
aşinalık tesis etmek üzere düzenlenmiştir.
Birinci bölüm liberalizmi, sekülarizmi ve seküler bir teori olarak liberalizmi,
modernizmi ve modern benliği incelemektedir. Yazar bu bağlamda, genel olarak
felsefesi ve yazıları arasındaki sürekliliği kavramak için Rawls’un Adalet
Teorisindeki adalet anlayışına odaklanmaktadır.
Đkinci bölüm, postmodernizm, cemaatçilik ve dinlerin dönüşünü dikkate
alarak, Rawls’un dinleri ve iyi-düzenlenmiş toplumdaki konumlarını nasıl
gördüğünü ve onları makul/gayr-ı makul olarak nasıl sınıflandırdığını anlamayı
hedeflemektedir.
Üçüncü bölüm, farklı görüş açılarından, Rawls’un dinler, onların toplum
ve siyasetteki konumları ve kamusal alan anlayışına dair düşüncelere ve
eleştirilere tahsis olunmuştur. Yazar, özellikle, kamusal akıl ve makuliyet
açısından dinlere karşı takınılan dışlayıcı ve kısıtlayıcı tutuma yoğunlaşmaktadır.
275
ABSTRACT
ERĐNCĐK, Selçuk, The Relationship Between Religion and Society in John
Rawls’ Political Liberalism, Doctoral Thesis, Advisor: Prof. Dr. Đbrahim Özdemir,
Ankara University, 2008, 283 pages.
This thesis consists of an introduction and three chapters. Introduction is
designed to acquaint with the thesis and method.
The first chapter examines liberalism, secularism, liberalism as a secular
theory, modernism and modern self. Then, within this context and background, the
writer dwells on Rawls’ theory of justice in A Theory of Justice in order to grasp
his theory as a whole and the continuity between his writings.
The second chapter, taking postmodernism, communiterianism and the
resurrengence of religions into consideration, aims at understaning how Rawls
sees religions and their status in well-ordered society and classify them as
reasonable or unreasonable. The writer tries to clear out the place of religions by
explaining public reason, proviso, comprehensive reasonable doctrines.
The third chapter is dedicated to the thoughts and criticisms, from many
points of view, about Rawls’ perception of religions and their place in society,
politics and public sphere. The writer focuses especially on his exclusive and
restrictive attitude against religions as to public reason and reasonabless.

Similar documents

ders içerikleri - YTÜ Mimarlık Bölümü

ders içerikleri - YTÜ Mimarlık Bölümü lisans programlarına atıf yapan, daha da ötesi zorunlu gören, Bir yıl süre ile mesleki deneyimi ve ardından mesleki yeterliliğe ilişkin bir onayı öngören, Sonrasında unvan ve yetki kullanımını mümk...

More information

İmamın Ordusu

İmamın Ordusu emperyalizmin olduğu gerçeğinden hareketle, 12 Eylül 1980 darbesinin sadece IMF’nin 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan, geniş yığınları daha da yoksullaştırmaya dayalı ekonomik programını uygulamak ve b...

More information