türkiye`nin karabağ politikası - Kütüphane
Transcription
türkiye`nin karabağ politikası - Kütüphane
T.C. KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİMDALI TÜRKİYE’NİN KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ YÜKSEK LİSANS TEZİ KAHRAMANMARAŞ OCAK - 2008 KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI TÜRKİYE’NİN KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ YÜKSEK LİSANS TEZİ Kod No : Bu Tez 14/01/2008 Tarihinde Aşağıdaki Jüri Üyeleri Tarafından Oy Birliği ile Kabul Edilmiştir. .................................................. Doç. Dr. Mehmet Vedat GÜRBÜZ DANIŞMAN .............................................. Yrd. Doç. Dr. Selahattin DÖĞÜŞ ÜYE ............................................ Doç. Dr. Hakan ALTINTAŞ ÜYE Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. ……………………………….. Prof. Dr. Ahmet Hamdi AYDIN Enstitü Müdürü Vekili Not: Bu tezde kullanılan özgün ve başka kaynaktan yapılan bildirişlerin, çizelge, şekil ve fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunundaki hükümlere tabidir. KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ÖZET YÜKSEK LİSANS TEZİ TÜKİYE’NİN KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ DANIŞMAN: Doç. Dr. Mehmet Vedat GÜRBÜZ Yıl : 2008, Sayfa: 111 J üri : Doç. Dr. Mehmet Vedat GÜRBÜZ : Doç. Dr. Hakan ALTINTAŞ :Yrd. Doç. Dr. Selahattin DÖĞÜŞ Türkiye’nin dünü ve bugününü ilgilendiren Dağlık Karabağ sorunu, Türk dış politikasının tecrübe ettiği önemli bir alan olmuştur. Dağlık Karabağ sorunu Azerbaycan ve Ermenistan arasında 1988 Şubatında başlayıp 1994 Haziranına kadar süren kanlı olaylar ve bu olayların devamında gelişen süreci tanımlar. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki kanlı olaylar kangrenleşmiş ekonomik ve sosyal sorunları da beraberinde getirdiği gibi bölgede demografik dengeleri altüst eden 20. yüzyılın en acı mülteci manzaralarına sahne olmuştur. Dağlık Karabağ sınırlarını da aşan olaylar bölgeyle coğrafi bağının yanı sıra tarihi ve etnik yapısı nedeniyle Türkiye’yi de yakından ilgilendirmiştir. Dağlık Karabağ sorununu Sovyetlerin iç işi şeklinde değerlendiren Türkiye, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar kemikleşen dış politikasının bir yansıması olarak “bekle gör” siyasetini uygulamıştır. Diasporanın da etkisiyle bölgesel ve küresel güçlerin Ermenistan’ın arkasına sıralanması, Dağlık Karabağ’da çatışmaların vahşet boyutuna varması, Türkiye’nin geleneksel politikasını rafa kaldırıp Azerbaycan tarafında yer almasıyla sonuçlanmıştır. Başta Özal ve Demirel olmak üzere Türk dış politikasını yönlendirenlerin Dağlık Karabağ sorununa ilişkin tutumları değişken bir yapı arz etmiştir. Haklı bildikleri konularda ABD ve Rusya gibi küresel güçlerin hilafına hareket etmemeye özel itina gösteren Türk siyasetçiler, konuyu uluslar arası zemine çekmenin I yanında başlatılan diplomatik savaşla, soykırım iddialarıyla Türklere karşı bilenmiş olan Ermenileri durdurmayı başaramamıştır. Politik istikrarsızlık ve ekonomik darboğaz, Sovyetlerden sonra bölgede Türkiye’ye karşı beslenen ümitleri kırmıştır. Türkiye’nin gücü nispetinde de etkili olamaması, Rusya’nın “yakın çevre”sinde yeniden alternatif olmasını sağlamıştır. Anahtar Kelimeler: Dağlık Karabağ, Ermenistan işgali, Özal, Demirel, Elçibey, Aliyev, Ter Petrosyan, Diaspora, AGİK Minsk Süreci II DEPARTMENT OF HISTORY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCE UNIVERSITY OF KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ABSTRACT MA THESIS THE KARABAKH POLICY OF TURKEY YAKUP HURÇ Supervisor: Assoc. Prof. Dr. Mehmet Vedat GÜRBÜZ Year : 2008, Pages: 111 Jury : Assoc. Prof. Dr. Mehmet Vedat GÜRBÜZ : Assoc. Prof. Dr. Hakan ALTINTAŞ : Assist. Prof. Dr. Selahattin DÖĞÜŞ The Nagorno Karabakh conflict has been a subject for Turkish Foreign Policy to attempt for a long time as it is Turkey’s concern. The Nagorno Karabakh problem defines the developed process between Azerbaijan and Armenia from February, 1988 to June, 1994 and also the bloody events in this period. These events between the two countries not only caused economic and social problems; but also the most tragic consequences for the name of refugees that ruined the demographic structure of the district in the 20th century. The situation of the territory aroused the close interest of Turkey since it has regional, historic and ethnic relationship with the region. Turkey considered the matter as the Soviet Union’s home affairs up to the collapse of the Soviet Union and shaped its strategy on the base waitsee policy. Turkey ends its traditional policy and sides with Azerbaijan due to the regional and global forces begin to support Armenian project with the help of Diaspora, and the violence in the area. There has not been any constant policy about the matter put forward by Turkish leaders who would shape the Turkish foreign policy especially leaders like Özal and Demirel. Turkish politicians who believe they are right tried hard to make the issue internationally known as not to anger global forces like the USA and Russia but they failed to stop Armenians determined to claim genocide. Political instability and difficult economic time terminated the expectations from Turkey after the Soviet Union. Turkey’s not being effective in the region leads Russia become an alternative power again among its neighbors. Keywords: Nagorno Karabakh, Armenian Occupation, Özal, Demirel, Elçibey, Aliyev, Ter Petrosyan, Diaspora, OSCE-Minsk Group III ÖNSÖZ Bu çalışma, Dağlık Karbağ sorununa Türk dış politikasının yaklaşımını ortaya koymak için hazırlanmıştır. Bu amaçla; Türk dış politikasının Dağlık Karabağ sorunu deneyimi araştırmamızda ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Araştırmayı hazırlarken Dağlık Karabağ sorununun tarihi süreci ile ilgili kaynak sıkıntısının olmadığını gördüm. Ancak Türkiye’nin Dağlık Karabağ politikasıyla ilgili önemli bir kaynak sıkıntısıyla karşılaştım. Tez danışmanı hocam Mehmet Vedat Gürbüz’ün önerisiyle araştırmamı basın taraması yaparak hazırlamaya karar verdim. Dağlık Karabağ’da kanlı olayların yaşandığı 1988-1994 yılları arasına ağırlık vererek çalışmama başladım. TBMM Mikrofilm dairesinde bir hafta boyunca 1988-1994 yılları arasında basılmış olan önemli gazetelerden Dağlık Karabağ ile ilgili bölümleri taradım. Ayrıca TBMM kütüphanesinden 1997-2007 yılları arasında basılan gazetelerdeki Dağlık Karabağ ve Azerbaycan’la ilgili tüm haber ve yorumlara ulaştım. Mikrofilm arşivinde gazete taraması yaparken Türkiye’nin doksanlı yılların başında karşı karşıya kaldığı sorunlarla bugünkü sorunları arasındaki şaşırtıcı benzerliğine şahit oldum. Bu sorunlarla ilgili haberleri de takip ederek Türkiye’nin Dağlık Karabağ politikasına tesirinin olup olmadığını değerlendirme şansı buldum. Araştırmamı Dağlık Karabağ sorunu ile ilgili basılı kaynaklarla gazete taramaları sonucu elde ettiğim bilgi ve yorumlara dayanarak tamamladım. Bu çalışmada, bana yardımlarını esirgemeyen amcam Yrd. Doç. Dr. Ramazan Hurç’a, TBMM Grup Başkan Vekili Nevzat Pakdil’e, TBMM kütüphanesi ve mikrofilm dairesi çalışanlarına teşekkür ederim. Yüksek lisansa başladığım günden, çalışmamı tamamladığım bugüne kadar hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan, bilgi ve tecrübelerinden oldukça istifade ettiğim danışman hocam Doç. Dr. Mehmet Vedat Gürbüz’e minnet ve şükran borçluyum. Çalışmam boyunca yaşadığım zorluklarda büyük sabır ve anlayışla her zaman yanımda olan sevgili eşim Betül Hurç’a da sonsuz teşekkürler. Yakup HURÇ IV KISALTMALAR LİSTESİ AAM: Atatürk Araştırma Merkezi AB: Avrupa Birliği AHC: Azerbaycan Halk Cephesi AGİT: Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AT: Avrupa Topluluğu BM: Birleşmiş Milletler BDT: Bağımsız Devletler Topluluğu DKÖB: Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi DYP: Doğru Yol Partisi DSP: Demokratik Sol Parti DAK: Dünya Azerbaycanlıları Kongresi EMH: Ermeni Milli Hareketi ECO: Ekonomik İşbirliği Örgütü GSMH: Gayri Safi Milli Hâsıla IMF: Uluslar arası Para Fonu KPMK: Komünist Partisi Merkez Komitesi KGB: Rus Gizli Servisi KEİ: Karadeniz Ekonomik İşbirliği KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti MHP: Milliyetçi Hareket Partisi NATO: Kuzey Atlantik Paktı RF: Rusya Federasyonu SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği SBKP: Sovyetler Birliği Komünist Partisi TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri V İÇİNDEKİLER ÖZET .................................................................................................................................................................. I ABSTRACT......................................................................................................................................................III ÖNSÖZ .............................................................................................................................................................IV KISALTMALAR LİSTESİ................................................................................................................................ V İÇİNDEKİLER .................................................................................................................................................VI 1.GİRİŞ ...............................................................................................................................................................1 2. ÖNCEKİ ÇALIŞMALAR...............................................................................................................................3 3. DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ ......................................................................................................................4 3.1. Dağlık Karabağ’ın Coğrafi Yapısı Ve Stratejik Önemi…………………………………………………….4 3.2. Çarlık Rusya Dönemine Kadar Dağlık Karabağ Tarihi…………………………………………………….6 3.3. Çarlık Rusya Dönemi: Dağlık Karabağ Sorununun Temelleri Atılıyor…………………………………….7 3.4. Sovyet Rusya Dönemi………………………………………………………………………………………8 4. DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI ..............................................................................12 4.1.DAĞLIK KARABAĞ SORUNU’NUN ORTAYA ÇIKIŞI VE DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞI (1988– 1994) ............................................................................................................................................................12 4.1.1. Gorbaçov Dönemi (Glasnost ve Perestroyka)...............................................................................12 4.1.2. Karabağ Sorununun Ortaya Çıkışı .................................................................................................14 4.1.3. Karabağ’da Kanlı Olayların Başlaması (1988- 1989)...................................................................14 4.1.4. Rusya’nın Bakü’ye Müdahalesi, Bakü Olayları (20 Ocak 1990) ve Gelişen Hadiseler ...............16 4.1.5. Bağımsızlığa Giden Yol (Ermenistan ile Azerbaycan’ın Bağımsızlığını Kazanmaları ve Gelişen Olaylar)....................................................................................................................................................19 4.1.6. Hocalı Katliamı ( 26 Şubat 1992 ) .................................................................................................22 4.1.7. Dağlık Karabağ’ın İşgali ve Ateşkes .............................................................................................23 4.2. DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER .......................................................25 4.2.1. Tarihi Süreç İçerisinde Dağlık Karabağ’da Nüfus Hareketliliği....................................................25 4.2.2. Dağlık Karabağ Sorunu ve Din Faktörü ........................................................................................28 4.2.3. Dağlık Karabağ Sorunu ve Ekonomi .............................................................................................32 4.2.4. Dağlık Karabağ Sorunu ve Diaspora .............................................................................................36 4.2.5. Dağlık Karabağ Sorunu ve Ermeni Siyasi Örgütleri......................................................................39 5. TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI .................................................................................44 5.1. DAĞLIK KARABAĞ SORUNU KARŞISINDA TÜRKİYE VE DİĞER DEVLETLERİN TUTUMU44 5.1.1. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk- Rus İlişkileri .............................................................................44 5.1.2. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk- Amerikan İlişkileri ...................................................................48 5.1.3. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türkiye-İran İlişkileri.........................................................................51 5.1.4.Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk Ermeni İlişkileri.........................................................................54 5.1.5.Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk-Azeri İlişkileri ............................................................................57 5.2. TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI VE BU POLİTİKADA ETKİLİ DEVLET ADAMLARI ................................................................................................................................................60 5.2.1 TURGUT ÖZAL DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI .....................60 5.2.1.1. Turgut Özal............................................................................................................................................. 60 5.2.1.2. Mesut Yılmaz ......................................................................................................................................... 66 5.2.1.3. Muttalibov .............................................................................................................................................. 67 5.2.1.4. Ebulfeyz Elçibey..................................................................................................................................... 70 5.2.2 SÜLEYMAN DEMİREL DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI ........74 5.2.2.1. Süleyman Demirel .................................................................................................................................. 74 5.2.2.1.1. Genel Politikası .............................................................................................................................. 74 5.2.2.1.2. Ermenistan’a Yardım...................................................................................................................... 76 5.2.2.1.3. Demirel ve Özal.............................................................................................................................. 77 5.2.2.1.4. Demirel ve Aliyev .......................................................................................................................... 78 5.2.2.2. Hikmet Çetin .......................................................................................................................................... 80 5.2.2.3. Tansu Çiller ............................................................................................................................................ 82 VI 5.2.2.4. Alparslan Türkeş..................................................................................................................................... 84 5.2.2.5. Haydar Aliyev......................................................................................................................................... 85 5.2.2.6. Levon Ter Petrosyan............................................................................................................................... 89 5.2.2.7. Robert Koçaryan..................................................................................................................................... 92 6. DAĞLIK KARBAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE GENEL DEĞERLENDİRMESİ ........................95 6.1. Dış Türkler (Pantürkizm, Panislamizm)………………………………………………………………...…95 6.2. Dağlık Karabağ Sorunu Ve Mülteciler……………………………………………………………….........98 6.3. Dağlık Karabağ Sorunu Ve Uluslararası Toplum………………………………………………………...100 6.4. Türkiye’nin Dağlık Karabağ Politikasının Genel Değerlendirmesi……………………………………...104 7. SONUÇ VE ÖNERİLER ..................................................................................................................……..106 KAYNAKLAR...........................................................................................................................................108 ÖZGEÇMİŞ EKLER VII GİRİŞ YAKUP HURÇ 1. GİRİŞ Bin yıldır Oğuz Türklerine ev sahipliği yapan Dağlık Karabağ, en çalkantılı dönemleri Rus hâkimiyeti altında yaşamıştır. 19. yüzyılın başlarında bölgede hâkimiyeti ele geçiren Çarlık Rusya, Dağlık Karabağ’ın demografik yapısını değiştirme gayreti içerisine girerek Dağlık Karabağ sorunun temellerini atmıştır. 1920’de Sovyet idaresiyle dondurulan sorun Gorbaçov dönemiyle beraber tekrar ısıtılmaya başlanmıştır. Gorbaçov’un glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikaları “Büyük Ermenistan” ideali peşinde koşan Ermeni milliyetçilerine bulunmaz bir ortam sağlamıştır. Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikalarının uygulaması bölgelere ve toplumlara göre değişmiştir. Gorbaçov tarafından ortaya atılan glasnost politikaları Azeriler için giderek kâbusa dönüşürken, Ermeniler tarafından Dağlık Karabağ Sorunu’nun kendi lehlerine çözümünün anahtarı olarak görülmüştür (Çiloğlu, 1998: 142). Dağlık Karabağ sorunu Gorbaçov’la beraber artık dönülmez viraja girmiştir. Gorbaçov ve onun politikalarından güç alan Ermeni milliyetçileri, ilk olarak amaçlarının Ermenistan ve Dağlık Karabağ’dan Azerileri temizlemek olduğunu gösterdiler. Buna tepki gösteren Azerilerin de harekete geçmesiyle Dağlık Karabağ’da silahlı çatışmalar başladı. Bundan böyle Ermenistan ve Azerbaycan münasebetleri de “Dağlık Karabağ” sorunu gölgesinde şekillenmeye başladı. Yakın zamanlara kadar Türkiye’ye karşı tahrik edilen Ermeniler şartlar müsait olduğu için, Kafkaslarda Azerbaycan’a karşı tahrik edilmekte ve kullanılmaktadırlar. Amaçları bölgede hüküm süren istikrarsız ve belirgin olmayan ortamdan istifade ederek Dağlık Karabağ’da başlatılan çatışmaları bütün bölgeye yaymak ve dünya kamuoyunu da kendi istek ve beklentileri doğrultusunda şekillendirerek, sınırların yeniden belirlenmesi aşamasına gelindiğinde, bölgede kendi menfaatlerini koruyacak ve pekiştirecek yeni oluşumlar ortaya çıkarmaktır (Taşkıran, 1996: 4). Dağlık Karabağ 4.392 km², Karabağ ise 18.000 km²’lik bir bölgedir. Ermeniler Dağlık Karabağ bölgesinde hak iddia etmişlerdir. Ancak Ermenistan Dağlık Karabağ’dan başka Karabağ bölgesini işgal ettiği gibi bunların dışında Azerbaycan topraklarının bir kısmını da işgal etmiştir. Bu işgali sadece Ermenistan’ın kökü tarihe dayanan Türk düşmanlığı ve saldırganlığı ile de açıklamak mümkün değildir. Ermenistan’ın bu bölgeleri işgale ne gücü ne de cesareti vardı. O halde gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymak gerekirse, Dağlık Karabağ sorunu bir oyundur ve kandırmacadan ibarettir. Perde arkasındaki asıl güçler yüzyıllardır sahneledikleri oyunu yine sahnelemektedirler. Bu araştırmada bu konulara geniş yer verilmiştir. Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorununa ait başlangıçtaki tutumu ile sorunun devamındaki tutumu arasında önemli farklar vardır. Türkiye, Rusya ve ABD’ye rağmen politika belirleme niyetinde olmadığını açıkça göstermiştir. Özellikle sınır komşusu Rusya’yla karşı karşıya gelmemeye özel çaba göstermiştir. Türkiye’nin Sovyet sonrası Türk dünyasına karşı ilgisi, Pantürkizm söylentileri Türkiye ile Rusya’nın yeni rekabet sahasını da tayin etmiştir. Ermenistan bir taraftan Dağlık Karabağ savaşını yaparken diğer taraftan Türkiye ile ilgili arkası kesilmeyen suçlamalarla hedef saptırmak istemiştir. Ermenistan büyük devletlerden her türlü yardımı alırken Türkiye’yi Azerbaycan’a yardım etmekle, kendisi barış 1 GİRİŞ YAKUP HURÇ görüşmelerine yanaşmazken Türkiye’yi barışı sabote etmekle suçlamıştır. Ermenistan kısa vadede büyük başarılar kazanmış ancak yıllar sonra Türkiye’nin sınırı kapatarak ambargo uygulaması Ermenistan’ı altından kalkamayacağı ekonomik sıkıntılara sokmuştur. Ermenilerin soykırım iddialarına karşı Dağlık Karabağ sorunu Türkiye’ye önemli bir koz vermiştir. Türk dış politikası Dağlık Karabağ politikasıyla önemli bir sınav vermiş ve Türkiye denge politikasının getirdiği statik tavrından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Araştırmanın birinci bölümünde Dağlık Karabağ’ın coğrafi yapısı ve Sovyet Rusya dönemine kadar tarihinden bahsedildi. Dağlık Karabağ’ın tarihi süreç içerisinde kimlere yurt olduğu ve Dağlık Karabağ sorununun temellerinin nereye dayandığı sorusuna yanıt arandı. İkinci bölümde, Dağlık Karabağ sorunun ortaya çıkışı, kanlı olaylar ve bu olaylara etki eden faktörler ayrıntılı bir şekilde anlatıldı. Üçüncü bölümde Dağlık Karabağ sorunu bağlamında Türkiye’nin dış politikasına ayrıntılı bir şekilde yer verildi. Dağlık Karabağ sorununda etkili Türk devlet adamları tek tek ele alınarak Türkiye’nin Dağlık Karabağ politikasının rengi ortaya konulmaya çalışıldı. Son bölümde ise Dağlık Karabağ sorununun yansımalarına, değerlendirme ve yorumlara yer verildi. Bu çalışma basın taramasına ağırlık verilerek hazırlanmıştır. Türkiye’nin Karabağ politikası ile ilgili belli başlı çalışma yapılmaması ve yapılan çalışmaların daha çok Karabağ sorununun tarihi sürecine dönük olması basın taraması yapmayı zorunlu kılmıştır. Basın taramasını yapmak için hala ilkel yöntemlerin kullanılması, ancak belli zaman dilimlerinde çalışabilme imkânının verilmesi, araştırma yaparken karşılaşılan önemli zorluklardandı. Gazetelerde Dağlık Karabağ sorunu ile ilgili bölümler araştırılırken sıcak gelişmeler karşısında Türk devlet adamlarının tepkileri, olaylara bakış açıları ve bunların dış politikaya tesiri araştırmaya yansıtılmıştır. Araştırma yapılırken, olayların öncesi ve sonrası bilindiği için gazetelerdeki tutarsız haber ve yorumlara yer verilmemiştir. 2 ÖNCEKİ ÇALIŞMALAR YAKUP HURÇ 2. ÖNCEKİ ÇALIŞMALAR TAŞKIRAN, C., (1996); (Doktora Tezi); Bu araştırma kuruluşundan başlayarak yazıldığı tarihe kadar Karabağ tarihi detaylı bir anlatımla hazırlanmıştır. Yazar giriş kısmında çalışmasını şu şekilde anlatmıştır: “Bu çalışmamızda yabancı kaynaklara ağırlık vererek Dağlık Karabağ ve Aşağı Karabağ bölgesinin adından başlayarak, konumunu, coğrafyasını, tarihini inceledik ve Karabağ’ın binlerce yıldır öz be öz bir Türk yerleşim yeri, bir Türk toprağı olduğunu göstermeye çalıştık.” Beş bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümü Karabağ bölgesinin tanıtımına ayrılmış ve dördüncü bölüme kadar Karabağ’ın tarihi süreci anlatılmıştır. Dördüncü bölümde Azerbaycan ve Ermenistan arasında Karabağ ‘da vuku bulan çatışmalar yıl yıl anlatılmıştır. Beşinci bölüm Türkiye’nin Karabağ Politikasına ayrılmıştır. Bu bölümde Türkiye’nin Karabağ politikası ayrıntıya girilmeden anlatılmış ve çalışma Türkiye’nin izlediği politikanın değerlendirilmesiyle sonuçlandırılmıştır. Bu çalışma Karabağ sorunu ile ilgili Türkiye’de hazırlanmış kapsamlı çalışmalardan olup Karabağ sorununun anlaşılması ve daha sonraki çalışmalara kaynak olabilmesi açısından önemlidir. AKTAŞ, H., (2000); Bu çalışma Karadeniz Teknik Üniversitesi Kafkasya Ve Orta Asya Ülkeleri Uygulama Ve Araştırma Merkezi tarafından hazırlanmıştır. Çalışma Karabağ’ın “Türklerin en geniş, en eski kışlağı olduğu” tezini destekler mahiyette bilgilerle başlatılmıştır. Beş bölüm şeklinde hazırlanan eserin birinci bölümünde Karabağ’ın iklimi, yezyüzü şekilleri, yer altı ve yerüstü zenginlikleri ve sanayi kuruluşları hakkında bilgiler aktarılmıştır. İkinci bölümde Karabağ sorununun tarihsel kökeninden bahsedilmiştir. Üçüncü bölüm ise çalışmanın ana bölümünü oluşturup, Karabağ’da çatışmaları başından sonuna kadar anlatılmıştır. Ayrıca Karabağ’da çatışmalar sona erdikten uluslar arası kuruluşlarca yürütülen barış girişimlerinde geniş bir çalışmada yer almıştır. Dördüncü ve son bölümde ise Karabağ sorununda Türkiye’nin ve dış devletlerin tutumları ayrı ayrı ele alınarak anlatılmıştır. Çalışma akacı bir dille hazırlanmış ve Karabağ sorunu ile alakalı bolca istatistikî bilgi ile metin zenginleştirilmiştir. Karabağ sorununun ve özellikle dış devletlerin bu soruna yaklaşımlarının anlaşılabilmesi için dikkatle hazırlanmış önemli bir çalışmadır. 3 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ 3. DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ 3.1. Dağlık Karabağ’ın Coğrafi Yapısı ve Stratejik Önemi Bugün, Ermenistan işgali altında bulunan Karabağ, Azerbaycan Cumhuriyeti’ne ait doğal sınırlarını Azerbaycan’ın Kür ve Aras ırmakları ile Sevan Gölü’nün oluşturduğu 18.000 km² büyüklüğündeki bölgenin adıdır. Coğrafi olarak Karabağ ve Dağlık Karabağ, iki ayrı bölgeyi ifade etmektedir. Dağlık Karabağ, Karabağ olarak bilinen bölgenin içinde, adından da anlaşılacağı üzere, yüksek dağlar ve bunları kesen derin vadilerden oluşan bölgedir. Kuzeyden güneye 120 km, doğudan batıya ise 35–60 km uzunlukta ve toplam 4392 km²’lik bir alanı kapsayan Dağlık Karabağ1, büyüklük olarak bütün Azerbaycan arazisinin yaklaşık yüzde 5’ine sahiptir. Dağlık Karabağ’ın doğusunda Ağdam, Fuzuli; güneyinde Cebrail ve Gubadlı; batısında Laçin ve Kelbecer; kuzeyinde Şaumyan ve Kasım ilçeleri bulunmaktadır. Dağlık Karabağ’ın önemli yerleşim yerleri Askeran, Agdere, Hocalı, Hankendi, Hadrut, Hocavent, Şuşa’dır. Eski merkezi Şuşa2 olan Karabağ’ın yeni merkezi ise Stepanakert’tir (Hankendi). Azerbaycan topraklarının % 20 kadarı Ermenistan kontrolü altındadır Bu toprakların %8’i Karabağ bölgesi, %12’si de Azerbaycan toprağıdır. (Laçiner, 2002: 200) İşgal edilen topraklar, Azerbaycan’ın sulanan topraklarının %70’lik kısmını teşkil etmektedir. (Gürbüz, 2003: 100) Karabağ'da ekime elverişli toprak 210.000 hektardır, bunun 102.000 hektarlık sahası meradır. 1987 yılı kayıtlarına göre, Karabağ, Azerbaycan sanayisinde %2.87, tarımında ise %3,2’lik bir yer işgal etmekteydi (Lütem, 1997: 23). Karabağ adındaki “kara” sıfatının “kışlak” anlamını da teşkil ettiği bilinmektedir.3 Karabağ, kuzeyden ve güneyden gelen göçebe Türklere, Tarih boyunca bir kışlak vazifesini 1 Karabağ, Dağlık Karabağ’a göre daha geniş araziyi içine alır. 1921’de “Dağlık Karabağ” diye bir tanım yoktur. Dağlık Karabağ 1923 yılında meydana getirilmiştir. Fakat bu bölgenin batı ve güneybatı kısmında idari bakımdan özerk bir bölge oluşturulunca, bu özerk bölgeyi diğerinden ayırmak için onun daha yukarı kısımlarını çağrıştıran 'Dağlık Karabağ" veya "Yukarı Karabağ" adı verildi. Bazı Batılı yazarlar bilerek buraya "Nagorno Karabağ" diyorlar ki "Nagorno" kelimesi de Rusça "dağlık" manasındadır. Fakat eski Karabağ'a göre daha yukarıda ve Karabağ dağ silsilesi içerisinde olduğu için, bu ismi almıştır. Yoksa bu gün Türkçede kullandığımız verimsiz, ziraata ve iskâna elverişli olmayan dağlarla kaplı yer manasında değildir (Taşkıran, 1994: 20). Ermenistan ile Azerbaycan arasında anlaşmazlık konusu olan bu bölge artık, kolaylık olmak üzere, sadece “Karabağ” olarak adlandırılmaktadır. 2 Karabağ’ın önceki başkenti “Şuşa” Azeri Türkçesinde “dağın zirvesi” anlamına gelir. 1988’de olaylar başlayınca Ermeniler Suşa’dan ayrılıp, Stapanekent’e, Azeriler de Stapanekent’ten ayrılıp Suşa’ya yerleşti. Suşa’nın stratejik bir önemi vardı. Çünkü Suşa Ermeniler’in elindeki Stapanekent’e hâkim bir tepe üzerinde bulunmaktadır. Bu da Suşa’yı elinde bulunduran Azerilere üstünlük sağlıyordu. Buradan toplarla Stapanekent’i vurmak mümkün oluyordu. Onun için Ermeniler, var güçleriyle Suşa’yı ellerine geçirmek istiyorlardı. Suşa ve Ağdam kentleri düştüğü takdirde, bütün Dağlık Karabağ Ermenilerin eline geçmiş olacaktı (Hürriyet, 24 Ocak 1989, s. 14). 3 Kara ve verimli toprağı sayesinde Karabağ adını aldığı bilinmektedir. Karabağ’ın kara ve bağ kelimelerinin terkibinden ibaret “Kara bahçe” manasına da gelir. “Karabağ’da bağ olmaz- kara salkım ağ olmaz” mısraları ile başlayan çok meşhur bir Azeri halk türküsü, bu kanaati destekler mahiyettedir. “Karabağ” adı Türkçe olup Ermeni yazarlar tarafından da kabul edilmiştir. Ermeniler Karabağ’ı alarak Ermenileştirmişler fakat 4 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ görmüş ve oradan geçen Türk hükümdar ve fatihlerine kışlık bir karargâh mahalli olmuştur (Bala, 1997: 212). Hayatı “Yaylak” ve “Kışlak” arasında şekillenen Türkler, stratejik önemi olan yerleri çoğu zaman kışlak olarak değerlendirmişlerdir. Başta Timur olmak üzere İbrahim Yinal, Kutalmış, Tuğrul Bey, Celalettin Harzemşah, Ahmet Teküdar, olmak üzere birçok Türk devlet adamı ve fatihi Karabağ’ı kışlak tutmuştur. Ermenistan, Azerbaycan, İran ve Türkiye sınırlarının kesiştiği yerde olması, bölgeye hâkim konumu, verimli topraklara sahip olmasa da Karabağ’a önemli avantajlar sağlamaktadır. Sahip olduğu bu avantajlar Karabağ’ı bölge devletleri için vazgeçilmez kılmaktadır. Çarlık Rusya generali Sisiyanov, 1805 tarihinde, Karabağ'in ikinci işgalinin hemen arkasından Çar'a gönderdiği raporda, “Karabağ coğrafya bakımından Anadolu'nun, İran’ın ve Azerbaycan’ın kapısı sayılır” diyerek Karabağ’ın stratejik önemini belirtmiş ve buradaki dengeyi Rusya’nın lehine çevirebilmek için Müslümanların arasına Hıristiyan unsurların, yani Ermenilerin yerleştirilmesini önermiştir (Recebov, 2001: 39). Bu tarihten sonra Ruslar tarafından bölgeye planlı bir şekilde Rusya, İran ve Anadolu’dan getirilen Ermeni nüfusu iskân edilmeye başlandı. Karabağ’ın Azerbaycan, İran ve Ermenistan coğrafyasına hâkim konumda olması 18. ve 19. yüzyıllarda Rusya, İran ve Osmanlı mücadelelerine sahne olmuş; 20. yüzyılın başlarından itibaren ise Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan arasında sürekli el değiştirmek suretiyle kanayan bir yara haline gelmiştir. Bugün Azerbaycan coğrafi konumu nedeniyle Rusya Federasyonu, Ermenistan ve İran’ın jeopolitik kuşatması altındadır. Bölgeye hakim bir konuma sahip olan Dağlık Karabağ’ın Ermenistan hakimiyetine geçmesiyle Azerbaycan coğrafi olarak Rusya Federasyonu, Ermenistan ve İran’ın kıskacı altına alınmıştır. Dağlık Karabağ, Azerbaycan’ın coğrafi bütünlüğü ve siyasi istikrarı için vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Dağlık Karabağ coğrafi açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da Azerbaycan’a bağlıdır ve Azerbaycan ile bütünlük arz eder. “Karabağ” adını değiştirememişlerdir. Yüzyıllardır bölgeye hakim olduğunu iddia eden Ermenilerin, yüzyıllardır “Karabağ” adı yerine kullandıkları Ermenice bir addan söz edilemez. Karabağ için Ermenilerin bugün kullandığı “Artsak” adı Ermeni orijinli bir kelime olmadığı da bilinmektedir. Ermeniler işgal ettikleri yerleşim yerlerinin adını değiştirmişlerdir. Fakat kullanılan “Karabağ” adını değiştirmemişler, değiştirememişlerdir. Uluslar arası kuruluşlarca da ( BM, AB, AGİK, vs.) kullanılan ad “Karabağ”dır. Bir bölgeyi adlandırmak aynı zamanda orayı sahiplenmektir. “Karabağ” adı Türkçe’dir (Geniş bilgi için: bkz. Attar, 2005: 5; Taşkıran, 1994: 14-19; Bala, 1997: 212). 5 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ 3.2. Çarlık Rusya Dönemine Kadar Dağlık Karabağ Tarihi Dağlık Karabağ’ın sahip olduğu coğrafi ve stratejik özellikleri tarih boyunca daima bölge devletlerinin dikkatini üzerine çekmiştir. Dağlık Karabağ bölgesi tarihi boyunca sayısız savaşa tanıklık etmiş ve sık sık el değiştirmiştir. Bölgeye hâkim olabilmek için İran, Anadolu, Azerbaycan ve Rusya’da kurulan devletler, birbirleri ile kıyasıya mücadeleye tutuşmuşlardır. Dağlık Karabağ, Roma, Sasani ve Bizans hâkimiyetinde kaldıktan sonra Hz Osman zamanında Müslümanlar tarafından alınmıştır. 11. yüzyıldan itibaren Büyük Selçuklular kontrolü ele geçirdiler. Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey 1054 yılında Azerbaycan’a gelmiş; Gence ve Tebriz’de kendi adına hutbe okutmuş, Karabağ’ı da ele geçirmiştir. Bölge bu tarihten itibaren Oğuz göçlerine sahne olmuştur. Büyük Selçuklulardan sonra bir müddet Irak Selçuklularının hâkimiyetinde kalan Karabağ ve civarı sırasıyla İldenizler, İlhanlılar, Timurlu ve Akkoyunluların idaresi altına girdikten sonra Safevilerin eline geçmiştir (Aydın, 2001:367). 1551’de Safevi hâkimiyetinde Gence-Karabağ beylerbeyliği kuruldu. Gence-Karabağ Beylerbeyliği tarihi boyunca Kafkasya bölgesinde Safevi Devleti’nin arazi bütünlüğünün koruyucu fonksiyonunu üstlenmiştir. Siyasi, iktisadi ve askeri gücü diğer beylerbeylerinden üstün olan Gence-Karabağ Beylerbeyliği bağımsızlık (hanlık) için Safevilere karşı mücadele vermiştir (Memmedov, 2002: 57). 1590 Ferhat Paşa Antlaşmasının ardından Osmanlıların Yukarı Azerbaycan’da hâkimiyetini tanıyan Safeviler 1603’te bölgeyi tekrar ele geçirdiler. Karabağ 18. yüzyıla kadar Safevilerin kontrolü altında kaldı. 1722–1724 yıllarında Ruslar'ın bu bölgeye inmesi üzerine harekete geçen Osmanlı Devleti Azerbaycan'ı tekrar ele geçirdi. Ruslarla 1724'te İstanbul'da yapılan antlaşmayla Dağlık Karabağ Osmanlı Devleti sınırları içinde bırakıldı. Fakat 1731'den itibaren hızlanan Osmanlı-İran savaşı sonrasında 1736'da yapılan antlaşmayla İran'a terk edildi. İran'da Nadir Şah'ın idareyi ele geçirmesinin ardından Dağlık Karabağ'da önemli gelişmeler oldu. Nadir Şah, Karabağ'da idareyi elinde tutan ve kendine boyun eğmeyen Cevanşir aşiretinin reisi Penah Ali'yi Horasan'a sürdü. Ancak Nadir Şah'ın 1747'de öldürülmesinden sonra Horasan'dan kaçıp Karabağ'a gelen Penah Ali burada Karabağ Hanlığı'nı kurdu (Aydın, 2001:367). Karabağ Hanlığı’nın kuvvetlenmesinden endişe eden komşu hanlıklar bu hanlığı kendi idaresine geçirme teşebbüslerine giriştiler. Bölgede bu mücadeleler sürerken Ruslar da Kafkaslarda giderek etkili rol oynamaya başlamışlardı; 1783'te Gürcistan'ı kontrolü altına alarak Kafkaslardaki dengeleri kendi lehlerine bozdular. Rus desteğini arkasına alan Gürcü Kralı II. Irakli Karabağ hanlığını tehdit etti. Bu tehdit karşısında Osmanlı Devleti'ne başvuran Karabağ hanı, Osmanlı Devleti'nin Rusya ile ilişkilerini bozmak istememesi dolayısıyla beklediği desteği alamadı. Rusya’nın bölgeye ilgisi İran ve Osmanlı Devletini endişeye sevketti. Rus Çarı I. Aleksander'ın tahta çıkmasıyla Kafkasya'ya daha da ağırlık veren Ruslar, 1802'de Bakü ve Karabağ'ın kendilerine tabi olmasını istedilerse de bu teklif kabul edilmedi. Başkomutan sıfatıyla Prens Sisiyanov Ocak 1804'te Gence'yi zaptetti. Sisiyanov Gence’nin adını Rus İmparatoriçesi Elizabeth’in onuruna “Elizabethol” olarak değiştirdi (Aktaş, 2000:14). 6 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ 3.3. Çarlık Rusya Dönemi: Dağlık Karabağ Sorununun Temelleri Atılıyor Karabağ coğrafyasında Rus hâkimiyeti ile beraber bölgede etnik ve siyasi olayların ardı arkası kesilmedi. Etnik olarak hiçbir zaman bölgede ekseriyeti sağlayamayan Ruslar, kontrolüne aldığı toplulukları bölgeye iskân etmek suretiyle onları bir ön karakol gibi kullanmak istemiştir. Kafkasya Ruslar için vazgeçilmezdir. Onun içindir ki bulduğu her fırsatta, bölgede Türk ve İran varlığına son vermek için, Ermenileri bölgeye yerleştirmeye başlamışlardır. Ermenilerin Hıristiyan oluşları, Ruslar için oldukça elverişli bir durum idi. Bu açıdan bakıldığında, din ayrılığı ve din düşmanlığından yararlanarak, Ermenilerden Rus menfaatleri için çıkar sağlamak daha kolay olacaktı. Bölgedeki Ermenilere sürekli yenilerinin eklenmesi, Ermenilerin Rusları Kafkaslara doğru ilerlemeye teşvik etmesine sebep olmuştur. 19. yüzyılın hemen başlarında Gürcistan, Çarlık Rusya’sına tabi oldu. General Sisiyanov emrindeki Rus ordusu Kafkasya’nın iç kısımlarına doğru sızmaya başladı. Bu istila harekâtından Karabağ Hanlığı da nasibini aldı. 13 Ekim 1813 tarihinde Rusya ile İran arasında yapılan Gülistan Barış Antlaşması’yla İran, Karabağ’ı Rusya’ya bıraktı. Bunun üzerine başlayan kanlı mücadeleler sonucunda 1822’de Çarın fermanıyla hanlık lağvedildi (Türkmen, 2002: 13). Rusya’nın Karabağ Hanlığı’nı tamamen kendi topraklarına katması, Ermeni göçünü hızlandırmış ve buradaki Türkler azınlık durumuna düşürülmüştür. Böylece bugünkü problemlerin zemini hazırlamış oldu. Ruslar Karabağ bölgesini iddia edildiği gibi Ermenilerden almamışlardır. Ruslar bölgeye geldiklerinde nüfusun kahir ekseriyeti Türklerden oluşmaktadır. Rusya’nın bölgeye girmesiyle demografik dengeler Ermenilerin lehine değişmeye başlamıştır. Ruslar tarafından 1825–1826 yılları arasında, güneyden 18.000 Ermeni getirilerek Dağlık Karabağ’a iskân ettirilmiştir. 1827’ye kadar Erivan yöresi, Türklerin çoğunlukta olduğu, aşağı yukarı bugünkü Ermenistan Cumhuriyetinin ülkesini kapsayan bir İran iliydi. Müslüman nüfusun yok edilmesi ya da göç etme zorunda bırakılması, Rusların, bu yöreyi İran’dan ve Osmanlı İmparatorluğundan gelmiş Ermenilerle yeniden nüfuslandırmasına olanak sağlamıştır (McCarthy, 1998: 31). Azerbaycan’ın ikiye bölünmesi sonucunu yaratan, İran ile Rusya arasında 10 Şubat 1828 tarihinde Türkmençay barışı imzalandı. Türkmençay antlaşmasına göre Rus kuvvetleri Güney Azerbaycan’dan çekilecek; Erivan ve Nahçivan hanlıkları Rusya’ya bağlı kalacak; İran şahlığı Kuzey Azerbaycan hanlıklarının Rusya’ya bağlanmasını kabul edecekti. Gülistan antlaşmasıyla Hazar denizine mutlak hâkim olan Ruslar Türkmençay antlaşması ile de, Güney Kafkasya’daki hâkimiyetlerini takviye etmiş oldular. Nitekim 1722 yılından beri siyasî ve askerî stratejilerini Kafkasların güneyine inerek bölgenin stratejik noktalarını ve hammadde kaynaklarını ele geçirerek sıcak denizlere ulaşma düşüncesini safha safha uygulamaya koyan Ruslar, yüz yıllık bir süreç içerisinde hedeflerinin bir bölümüne ulaşmıştır (Türkmen, 2002: 15). 1829 yılındaki Edirne antlaşması ile Osmanlı Devleti tarafından, Rusya ile İran arasında imzalanan Türkmençay barışı ile ilgili hükümler de kabul edildi. Böylece Rus işgaliyle birlikte Güney Kafkasya bölgesinde yaşayan Türklerle birlikte diğer Müslüman topluluklar, her türlü politik, sosyal, kültürel ve ekonomik haklardan mahrum edilmeye başlanmış; Gürcü ve Ermenilere ise fazla dokunulmamıştır. Rusya’nın Güney Kafkasya 7 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ hâkimiyeti bir süre sonra Osmanlı Devleti ile yapılan1829 Edirne antlaşması ile de tekrar gündeme gelmiş ve bölgedeki Rus hâkimiyeti, öteden beri Kafkaslar bölgesinde etkin bir güç konumunda bulunan Osmanlı Devleti tarafından da kabul edilmiş oldu. (Türkmen, 2002: 18) 1828–1829 Osmanlı-Rus savaşlarında, Ruslarla işbirliği yapmak suretiyle Türkleri arkadan vuran ve ileride bu yaptıkları ihanetin bedelini ağır ödeyeceklerini idrak eden 100 bini aşkın Ermeni ailesi, yerleşmeleri için, Rus Çarından boş toprak talebinde bulunmaya başladılar. Ermenilerin toprak talebi Rus Çarı tarafından geri çevrilmedi. Karabağ bölgesine Ermeni göçü devam etti (Recebov, 2001: 39). 1877–1878 Türk-Rus savaşı yıllarında Kafkasya’ya Anadolu’dan on binlerce Ermeni getirilmiştir. Özellikle bu savaştan sonra Türkiye’den Ermeni göçlerinin arkası kesilmemiştir. Ancak en büyük göç 1893–1894 yıllarında olmuştur. Süregelen demografik değişmeler bölgede huzursuzluklarında çıkmasına sebep olmuş ve çatışmalar da başlamıştır. Karabağ'daki ilk Türk-Ermeni çatışması 1905 Rus ihtilâlinden sonra görülmüştür. 1905 yılında Karabağ’da Ermenilerin saldırılarıyla başlayan olaylar Gence ve Tiflis'e de sıçramıştır. Bu olaylar esnasında Ermeniler, Karabağ ve Tiflis'teki Rus garnizonundan destek görmüşlerdir (Recebov, 2001: 39). 3.4. Sovyet Rusya Dönemi Rusya’da Çarlık Rusya döneminin sona ermesi ve Sovyet rejimine geçiş oldukça sancılı olmuştur. Sovyet rejimine geçişi sağlayan 1917 ihtilali içinde bulunduğu yüzyılda Rusya’da dengeleri altüst etmiştir. Rusya’da 1905’te başlayan ve Çarlık sistemine karşı imparatorluk içindeki farklı politik akımların başlattığı ihtilalin birçok nedeni vardır. Fransız İhtilalinden beri gelişen Rusya içinde meydana gelen uzun gelişmeler, değişik fikir akımları, işçi ve köylü meselesi Bolşevik ihtilalinin ana etkenlerindendir. Çarlık sistemine muhalif Rus Marksistler görüş ayrılıkları yüzünden Bolşevikler(çoğunluk grubu) ve Menşevikler (azınlık grubu) olarak ikiye ayrıldı. Çoğunluk grubu Bolşevikler zamanla Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne hâkim oldular. Birinci Dünya Savaşı’nda başarı elde edilememesi, Boğazların açılmaması ve Rusların müttefiklerinden yardım alamamaları, iç şartları günden güne gerginleştirdi ve halkın gıda sıkıntısı çekmesi, Bolşevik ve Menşeviklerinde yoğun çabalarıyla halk gösterilere başladı (Armaoğlu, 2005: 131). Şubat 1917’de Petersburg’da ekmek yokluğu yüzünden başlayan isyan hareketi halk yığınları arasına askeri birliklerin de katılmasıyla tam bir ihtilale dönüştü. 16 Martta Çar II. Nikola tahttan çekilmek zorunda kaldı (Sürmeli, 2001: 2). Çarlık rejimi yıkıldıktan sonra kurulan geçici hükümet Rusya’da suları bir türlü durdurmadı. Bolşevik ve Menşeviklerin hücumuna uğradı. Lenin’in “Ekmek, barış, hürriyet” ve “Bütün iktidar Sovyetlere” propagandası ile azınlıkta olan Bolşevikler gittikçe güçlendi. İhtilalden sonra yapılan kurucu meclis seçimlerinde Bolşevikler azınlıkta kaldılar. Rusya tam bir kaosa doğru sürüklenirken 1905 ayaklanmasının lideri eski Menşevik Trotsky, Askeri İhtilal Komitesi kurarak darbeyle hükümeti devirdi ve Rusya’da Bolşevik Rejim başladı (Armaoğlu, 2005: 131). Rus Menşeviklerin önde gelen liderleri, başta Çeretelli olmak üzere, Gürcülerden oluşuyordu. Ermenilerin büyük bir kısmı Bolşevik olmakla beraber, Menşevik olanların çoğu koyu milliyetçi Taşnaksutyun’a mensuptular. Bunlar arasında Şaumyan, Mikoyan ve Karahan belli başlılarıydı. Azerbaycanlılar ise milliyetçi Musavat Partisini 8 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ desteklemekteydiler (Sürmeli, 2001: 5). Rusya’da ihtilal meydana geldiğinde en büyük sevinci Türkler duymuştu. Türklük ve Müslümanlık adına büyük ümitler beslemeye başladılar. Bakü’de toplanan Müslüman komitesi demokratik bir cumhuriyet istiyordu. Lenin ve Stalin’in Kafkasya halklarına, milli, dini ve kültürel hayatlarını serbestçe düzenleyebilecekleri sözü, sözden öteye geçmedi. Çarlık rejiminin sadece adı ve şekli değişen yeni emperyalist gücüne boyun eğmek zorunda kaldılar. Ermeniler için durum farklıydı. Sosyalizmle birlikte milliyetçilik hareketleri de hız kazanmıştı. Ermenilerin Taşnaksütyun teşkilatı oldukça faaldi. Teşkilat “Büyük Ermenistan” devletini kurmak amacındaydı ve savaş zamanında Ermenilerin çoğu, gönüllü olarak Rus ordusuna katıldılar. Ermeni asıllı Şaumyan henüz oluşturulan Transkafkasya Komiserliği’nin başına getirildi. Şaumyan’ın niyeti Kafkasya’nın güneyinde bir Ermenistan devleti kurmaktı. Bolşevik propagandasına kapılan Rus askerlerinin, Kafkasya cephesini boşaltmaları üzerine bölgede bulunan Müslüman köy ve kasabalar Ermeni tehdidi altına girdi (Sürmeli, 2001: 17). 1917 Rus ihtilali üzerine Kafkasya’da milli istiklal hareketleri başladığı zaman, Ermeniler Karabağ üzerinde hak iddiasına kalkıştılar. Şaumyan’ın önderliğindeki Ermeniler tüm Azerbaycan topraklarında yoğun bir tedhiş hareketine giriştiler. Bölgede zengin petrol kaynaklarının varlığının bilincinde olan İngiltere’nin o dönemde kontrol etmeye çalıştığı Afganistan’ın yanı sıra Azerbaycan’da da bir dayanağa sahip olabilmek için 1918 yılının yaz aylarında yaptığı müdahale uzun ömürlü olmayınca Şaumyan’ın katliamları daha da şiddetli boyutlara vardı. Bunun üzerine Mehmet Emin Resulzade önderliğindeki Musavat Partisi liderlerinin çağrısı üzerine Osmanlı İmparatorluğu Bakü’ye müdahale ederek Azerilerin katledilmesine son verdi. “Türk atlıları Ermenilerin bizi kıymasına izin vermedi” sözleri bu olaylardan sonra Azeriler tarafından kullanılır oldu. Türk askerlerinin müdahalesinden sonra 28 Mayıs 1918’de Gence’de bağımsız “Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti” Mehmet Emin Resulzade öncülüğünde kuruldu. Azerbaycan Cumhuriyeti kurulduktan sonra da Ermenilerle sık sık mücadele etmek zorunda kaldı. Azerbaycan Cumhuriyeti ancak 23 ay yaşayabildi. Neriman Nerimanov öncülüğündeki Bolşevikler 28 Nisan 1920’de Azerbaycan’da “Sovyet iktidarını” kurduklarını ilan ettiler (Cumhuriyet, 8 Haziran 1992, s. 8). Mehmet Emin Resulzade Sovyet işgali ve komünizmin baskısı üzerine, “İsyan ve kanla ser-i kara gelen bir kuvvet, isyan ve kanla girecek. Bugün bu isyanı yapan muntazam bir kuvvet yoksa da, yarın o kuvvet, komünizmin kendi vücuda getirdiği teşkilat-ı hüceyresinden olsa da doğuverecektir” sözleriyle Sovyet işgaline tepki gösterdiği gibi istiklâle dair ümitlerin de yitmediğini gösteriyordu (Resulzade, 1990: 123). Türkiye ile Azerbaycan arasında Kurtuluş Savaşı günlerinde de sıcak ilişkiler kurulamamıştı (Cumhuriyet, 7 Mayıs 1992, s. 17). Mustafa Kemal Paşa, 5 Şubat 1920 günü kolordulara gönderdiği gizli yazılarla Azerbaycan konusu üzerinde “Durum muhakemesi” yapmıştır. 1920 yılı mayıs ayında da Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’e gönderdiği yazıda şu uyarıda bulunmuştu: “1918-1920'de Ruslar ve Ermeniler arasında akdolunan mütarekede Azerbaycan'a zarar veren maddelerin kaldırılmasına çalışılacak ve her milletin mukadderatına hâkim olması düsturuna binaen, Karabağ vs. gibi Türk 9 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ ekseriyetiyle meskûn yerlerin Azerbaycan'a bağlı bulunması temin edilecektir.” Atatürk, içinde bulunduğu bütün güçlüklere rağmen Türklerin çoğunlukta olduğu Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu ifade ediyor ve Azerbaycan’a bağlanması için gerekli çalışmaların yapılmasını istiyordu (Saray, 1999: 43). 3 Aralık 1920 günü imzalanan Gümrü Antlaşması ile Nahçivan geçici olarak Türkiye’de bırakılmıştı. Lenin liderliğindeki Komünist Partisi Merkez Komitesi de Temmuz 1921 günü aldığı kararla Karabağ’ın Azerbaycan sınırları içinde özerkliğini kabul etmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile Rusya arasında, 1921 Moskova antlaşmasından sonra, Zengezur Ermenistan’a ilhak edilmek şartıyla Karabağ ve Nahçivan Azerbaycan’a bırakıldı. 1923 yılında Stalin tarafından özerkliğin korunması koşuluyla merkezi Suşa civarındaki Hankenti (Stepanakert) olmak üzere, Karabağ’ın dağlık kısmından ibaret Azerbaycan idaresinde, Özerk bir Ermeni vilayetine dönüştürüldÜ (Bala, 1997: 216). 1922 yılında Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında kurulan “Transkafkasya Sovyet Federe Devleti” uzun ömürlü olmadı.1936 yılında Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan birer Sovyet Cumhuriyetine dönüştüler (Cumhuriyet, 7 Mayıs 1992, s. 17). Ermeniler, Sovyet Cumhuriyetine dönüştükten sonra SSCB içinde buldukları her fırsatı değerlendirerek, “Denizden denize”1 uzanan “Büyük Ermenistan”2 ülküsünü gerçekleştirme yolunda kıyasıya mücadele etmişlerdir. Her defasında da SSCB’nin devasa gücünü hasımları olan Türklere karşı kullanmak istemişlerdir. İkinci Dünya Savaşı süresince Ermenilerin geçici ve göreceli sessizliğinin ardından, 1945 yılı sonbaharında o zamanın Ermenistan lideri Grigori Arutyunyan, Dağlık Karabağ'ın Azerbaycan'dan koparılıp Ermenistan'a verilmesi meselesini Moskova'da yeniden gündeme getirdi. Çok geçmeden, 1948–1949 yılları arasında Ermenistan'ın resmi daireleri, bu cumhuriyetin ayrı ayrı bölgelerinden, özellikle Erivan civarından yüz binden fazla Azeri Türkü'nü, yabancı memleketlerden gelen Ermenileri yerleştirmek bahanesiyle sürgün ettiler. Bu sürgün Stalin, Beriya ve Mikoyan'ın tahrik etmeleri sonucu olarak yapılmış oldu. O zaman kimseden habersiz sürgün edilen bu 100 bin Azeri Türkü'nün büyük bir kısmı, alışık olmadıkları Muğan bölgelerine yerleştirildikten sonra, çeşitli hastalıklara ve zorluklara dayanamayarak mahvoldu (Zeynelabidinoğlu, 1999: 345). Geçen zaman diliminde mücadele azimlerinden bir şey yitirmeyen Ermeniler 1965'te Taşnak örgütlerinin ve Ecmiadzin piskoposluğunun körüklemesi neticesinde, “Sözde Ermeni Soykırımının 50'nci yıldönümü" bahane edilerek Türkler aleyhine gösteriler düzenlenerek savaş çığırtkanlığı yapmaya başladılar. Erivan’da Türklere ait ev ve işyerleri yağmalanmaya başlandı. Ermenistan'dan yine on binlerce Azeri Türkü sürgün edildi (Zeynelabidinoğlu, 1999: 345). Ermenilerin soykırım iddiaları, Azerilere karşı yürütülen her türlü mücadeleyi meşru sayıyor ve onların mücadele azminin de itici gücü oluyordu. Ermeniler 1967 ‘de Karabağ’ın Aksam köyünde bir Türk’le, Ermeni arasında çıkan 1 Bugün denize sınırı olmayan Ermenistan’ın gelecekte kurmayı hedeflediği Büyük Ermenistan’ın sınırlarını, yani Hazar Denizi kıyısından Akdeniz kıyılarına kadar olan bölgeyi tanımlar. 2 “Büyük Ermenistan” Coğrafi olarak Akdeniz’den Hazar kıyılarına kadar uzanan bölgeyi ifade etse de Ermeni kimliğini, ideolojisini, yönünü ve psikolojisini, siyasal ve sosyal yapısını güçlendirmek için bir proje, dünyadaki bütün Ermenilere yüklenilen bir “misyon”un adıdır. Bu misyon “soykırım iddiası” ve “Türk düşmanlığı” ile temellendirilir. 10 DAĞLIK KARABAĞ TARİHİ YAKUP HURÇ münakaşa sonucu bir Ermeni’nin yaralanarak ölmesi üzerine zamanın SSCB Devlet Başkanı Kuruşçev’e bir dilekçe vererek Türklerin kendilerini Dağlık Karabağ’dan atmak istediklerini ve bu nedenle Ermeni halkına karşı durup durmak bilmeyen sistemli bir saldırı içinde oldukları belirtiliyordu. Kuruşçev, Ermeni isteklerine kulak asmamıştır (Milliyet, 12 Mart 1988, s. 7). 1968’de Dağlık Karabağ’ın başkenti Stapankent’te (Hankendi) Ermeniler ile Azeriler arasında şiddetli çatışmalar oldu. 1979’da, demografik değişimler Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a iadesi kampanyasına aciliyet kazandırdı. 1921 ile 1979 arasında Dağlık Karabağ’daki Ermenilerin sayısı 124.100’den 123.000’e düşerken, Azeri nüfusu 7.400’den 37.000’e yükselmişti. Bu durum Ermeniler arasında, 15–20 yıl içinde Azeri egemenliğinin oluşacağı, Ermenilerin yararlandığı ayrıcalıkların geri alınacağı türünden korkuları körüklenmiştir (Çiloğlu, 1998: 141). 1980’li yıllar ise Ermenilere beklemedikleri fırsatları doğuracaktır. 11 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ 4. DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI 4.1. DAĞLIK KARABAĞ SORUNU’NUN ORTAYA ÇIKIŞI VE DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞI (1988–1994) 4.1.1. Gorbaçov Dönemi (Glasnost ve Perestroyka) Gorbaçov iktidara geldiğinde, bir yandan siyasal sistemin yapısını değiştirerek yakasını Komünist Partisi'nin hegemonyasından kurtarmaya çalışırken, diğer yandan da, ekonomik yapının değiştirilmesi ve bu yapıya, kafasında tasarladığı şeklin verilebilmesi için, ekonomik alanda da kademe kademe tedbirler almaya başladı. Glasnost (açıklık, şeffaflık) ve perestroyka (yeniden inşa, yeniden yapma), öngörülen yeni ekonomik sistemin iki temel ilkesini teşkil etmiştir (Armaoğlu, 2005: 913). Gorbaçov, kademe kademe yürüttüğü yeni ekonomik politikanın çerçevesini çizmekte de gecikmedi. Yaptığı açıklamalarla Brejnev dönemini ağır bir şekilde eleştiriyor, sonra Parti hayatında reform ve demokratizasyon ve toplum hayatında da "geniş demokrasi" gerektiğini söylüyordu. Devlet ve kamu kuruluşlarının da, kamuoyunun eleştirilerine açık olması gerektiğini belirten Gorbaçov, devlet hayatında "alenilik" ve "açıklık", yahut "şeffaflık", yani glasnost ilkesini ortaya attı. Gorbaçov, gerek devlet hayatındaki, gerek ekonomideki uyuşukluğu ye durgunluğu silkelemek ve bir dinamizm getirmek istiyordu (Armaoğlu, 2005: 914). Bu ilkelerin uygulamaya konulmasından itibaren yeni sorunlarla karşılaşıldı. Glasnost’un hem uygulaması hem de bağlı cumhuriyetlerce algılaması farklı oldu. Örneğin, Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları bölgelere göre farklılık gösterebilmiştir. Öyle ki iki glasnost ve iki perestroyka’dan bahsedilebileceğini birinin Hıristiyan Avrupa milletleri için uygulanan gerçek anlamda glasnost ve perestroyka, diğeri ise Müslüman Türk Cumhuriyetler için kâğıt üzerinde uygulanan glasnost ve perestroyka olduğu değerlendirmeleri yapılmıştır. Glasnost ve perestroyka’nın gerçek anlamda uygulanması önce Doğu Avrupa ülkelerinden başlamış, oluşan psikolojik hava Sovyetlerin diğer coğrafyalarına da yansımıştır (Andican, 1996: 34). Gorbaçov dış dünyaya sergilediği "uzlaşmaya uygun açık fikirli lider" görüntüsüyle Avrupa ve ABD'de elde ettiği sempati ve desteği iç politikada iyi bir malzeme olarak kullanmış ve istediği yönetim değişikliklerini büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Politbüro eski etkinliğini kaybetmiş, parti kadrolarından yetişen güçlü liderler neredeyse tamamen tasfiye edilmiş veya etkileri azaltılmıştır. Sistemin eskisi gibi devam etmesini isteyen muhafazakâr güçlerle Glasnost’un ortaya çıkardığı sistem karşıtı güçleri birbirlerine karşı kullanarak bir denge politikasında merkez rolünü üstlenen Gorbaçov1 1990 yılı başlarında 1 Gorbaçov’un Azerilere karşı menfi tutumuna rağmen, Türkiye’de sevilen, sempati toplayan bir lider olduğu bilinmektedir. 22 Ağustos 1991 tarihli Hürriyet gazetesinde yapılan bir ankette bu durum açıkça görülmektedir. Ankete göre: Gorbaçov’un darbe sonucu düşürülmesine halkın % 68’i “üzüldüm”, %’ 5 i, “üzülmedim” % 2’si “iyi oldu”, % 25’i ise “ilgilenmiyorum” demiştir. Ankette Gorbaçov’a karşı sempati açıkça ortaya çıkıyordu. 12 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ ekonomik açıdan başarılı olmasa bile siyasi açıdan alternatifsiz lider konumunu korumayı başarmıştır (Andican, 1996: 42). Bütün bu başarılarına karşın 1990 yılına girerken “Gorbaçov reformları" özellikle ekonomide ve milliyetler meselesinde çözüm getirememiştir. Ekonominin özellikle hammadde bazında bağlı cumhuriyetlerin sırtına yüklendiği bir sistemde, bu cumhuriyetlerin merkezden ayrılma istekleri kaçınılmaz bir şekilde ekonomik sistemin giderek batağa saplanması sonucunu ortaya çıkarmıştır (Andican, 1996: 43). Perestroyka ve glasnostla birlikte toplumda bir yandan "sosyalist" değerler aşınırken diğer yandan bir ideolojik boşluk ortaya çıkmıştır. Perestroykanın başarısızlığı SSCB içerisindeki halkların hoşnutsuzluğuna yol açmış ve ayrılıkçı akımlar güç kazanmışlardır. Sovyet ideolojisinin yıpranmasına yol açan açıklık politikası, yerine daha sağlam bir ideoloji getirmediği için farklı çıkar çevrelerince farklı yorumlanmıştır. Bu yorumlardan biri de Baltık ülkeleri ve Kafkaslarda görüldüğü gibi milliyetçilik oldu. Yeniden yapılanmayla birlikte başlatılan açıklık, 1989'dan başlayarak kendini başlatanları da aşarak toplumun geneline yayıldığı gibi SBKP'nin temsil ettiği komünist ideolojiye körü körüne bağlılığın sorgulanmasına yol açtı. Glasnostun getirdiği özgürlükler milliyetçi düşüncenin SSCB'de güçlenmesinde önemli rol oynadı (Tellal, 2002: 160). Gorbaçov’un perestroyka (yeniden düzenleme) politikası Moskova’nın diğer cumhuriyetleri üzerindeki eski kesin ve katı kontrolünün azalmasına yol açtı. Eskiden telaffuz dahi edemedikleri isteklerini şimdi açıkça söyleyebiliyorlardı. Glasnost (açıklık) politikası sayesinde de bu istekler yayınlandığı için diğer cumhuriyetlerde de duyuluyor ve diğerlerinin isteklerini de cesaretlendiriyordu. Ermeni milliyetçiliği de bağımsızlık adına bu uygun ortamı çok iyi değerlendirerek kendine bir hareket alanı sağladı. Sovyet Ermenistan’ındaki Ermeni “milliyetçiliği” Gorbaçov’dan önceki dönemlerde kontrol altında tutulabiliyordu. Ama “Glasnost” politikasının getirdiği nispi serbestlik Kazakistan’dan Estonya ya kadar SSCB’nin çeşitli bölgelerinde etnik grupların duygularını ve isteklerini daha rahatça ifade etmelerine imkân verdi. İşte Erivan’daki Ermeni militanlarının başlattığı ve süratle yayılan hareket bu ortamdan yararlandı (Milliyet, 12 Mart 1988, s. 7). Gorbaçov ve onun politikalarından güç alan Ermeni milliyetçileri, ilk olarak amaçlarının Ermenistan ve Dağlık Karabağ’dan Azerileri temizlemek olduğunu gösterdiler. Buna tepki olarak Azerilerin de harekete geçmesiyle bölgede kaos ortamı oluştu. Ermenistan ve Azerbaycan münasebetleri de “Dağlık Karabağ” sorunu gölgesinde şekillenmeye başladı. Sovyetler Birliği’ndeki Glasnost rüzgârları, etnik problemlerle toprak talepleri yüzünden Azerbaycan'da büyük bir fırtınaya dönüştü. Glasnost döneminin başlarında Azeriler kendilerini Dağlık Karabağ için Ermenilerle bir etnik çatışmanın içinde buldular (Gürbüz, 2003: 83). Glasnost politikaları Azeriler için giderek kâbusa dönüşürken, Ermeniler tarafından Dağlık Karabağ Sorunu’nun kendi lehlerine çözümünün anahtarı olarak görülmüştür (Çiloğlu, 1998: 142). Sovyet dönemin de zaman zaman gündeme gelen Dağlık Karabağ Sorunu Gorbaçov’la beraber artık dönülmez viraja girmişti. 13 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ 4.1.2. Karabağ Sorununun Ortaya Çıkışı Gorbaçov’un 1985 yılında SSCB’de yönetimin başına geçmesiyle Gorbaçov’la ilişkilerini geliştiren Ermeni aydınlar, Glasnost ve Perestroyka politikalarının sağladığı ortamdan alabildiğine yararlanmaya başladılar. Glasnost ve perestroyka politikalarının sağladığı rahatlıkla, Dağlık Karabağ için harekete geçerek cüretkâr taleplerde bulunmaya başladılar. Ermenilerin bu talepleri Ağustos 1987’den itibaren daha da artmıştır. İlk olarak Helsinki Antlaşmalarının Uygulanmasını Gözetleme Ermenistan Komitesi üyesi Robert Nazaryan öncülüğünde hazırlanan ve Ermenilerin Karabağ ve Nahçivan üzerindeki isteklerini gösteren 75 bin imzalı bir dilekçe, ideolojik sorunlarla ilgili politik büro üyesi Mikhael Serguelevlich’e gönderilmiştir. Dilekçede Ermenilerin çoğunluğu oluşturduğu Karabağ ve Nahcıvan’ın hangi tarih ve koşullarla Azerbaycan Cumhuriyetine bağlandığı anlatılmakta, bölgenin Ermeni özelliği vurgulanmakta malum Ermeni soykırımı iddialarına yer verilmekte ve bu bölgelerin Türkleri memnun etmek için Azerbaycan’a bağlandığı iddia edilmekte ve hatta bu devrede milliyetler komiseri olan Stalin suçlanmaktaydı (Milliyet 12 Mart 1988, s. 7). İkincisinde ise Gorbaçov'un Ermeni asıllı danışmanı Abel G. Aganbekyan 16 Kasım 1987 senesinde “Karabağ’ın Ermenistan toprağı olmasından memnunluk duyacağını, bölgeyi Azerbaycan’dan ziyade Ermenistan’a bağlı olarak düşündüğünü, esasen bu yönde bir önerisi bulunduğunu” açıkça ifade etmiştir. Aganbekyan Londra’da yaptığı bir açıklamayla da “Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanmasının kısa zamanda gerçekleşebileceğini söylemişti. A. Aganbekyan ve onun temsil ettiği kuvvetten güç alan Ermeniler, Şubat 1988'den itibaren Dağlık Karabağ ve Erivan'da gösteriler tertip ederek Dağlık Karabağ'ın Azerbaycan'dan ayrılmasını talep etmeye başladılar (Milliyet 12 Mart 1988, s. 7). 10 Mayıs 1989’da Karabağ Komünist Parti liderleri Gorbaçov’a hitaben yayınladıkları açık mektupta bölgenin Azerbaycan’dan ayrılmasını istemiştir. Kremlin tarafından Karabağ Özel Komitesi’nin başkanı Arkadi Volaki “Eğer çocukların, kadınların ve yaşlı erkeklerin yaşamları tehlikedeyse, hükümetiniz seyirci kalamaz. Şimdiki en önemli göreviniz budur.” şeklinde sert açıklamalarla Gorbaçov’u etkilemek istemiştir. Bu talepler yerini zamanla çatışmaya bıraktı. 1 Şubat ve 11 Şubat 1988 tarihleri arasında Stepanakent’te (Hankendi) Ermeniler ayaklanarak “Bir millet, bir devlet “ sloganı atmaya başladılar. 13 Şubat 1988 tarihinde Dağlık Karabağ Savaşı başladı. 19 Şubat 1988’de Erivan’da bir milyona yakın Ermeni gösteri yaparken, Ermeni çeteleri ve yerli halk ta Azerilere saldırmışlardı (Taşkıran, 1996: 122). 4.1.3. Karabağ’da Kanlı Olayların Başlaması (1988- 1989) Dağlık Karabağ’daki Ermeniler, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’la birleştirilmesi için “Karabağ Komitesi” adlı bir harekât oluşturdular (Çiloğlu, 1998:142). Harekata komünist Taşnaklar ve Ermenistan Komünist partisi rehberleri öncülük ediyorlardı (Şıhaliyev, 2002: 150). Karabağ’da uzun süre gizli faaliyet göstermiş olan “Grung” teşkilatı da açık faaliyet göstermeye başladı. Karabağ Ermenileri arasında Ermenistan’la birleşme uğruna başlatılan harekat gittikçe genişledi. Tek amaç bölgeden Azerileri uzaklaştırmak ve Ermenistan’la birleşmekti. Dağlık Karabağ Özerk Yönetimi de harekete geçmekte gecikmedi. Azerbaycan’a bağlı bulunan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi (DKÖB) bölgedeki idari 14 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ kurumlara Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bayrağını astı ve bölgede bulunan Azeri nüfusa baskı uygulamaya başladı (Süleymanlı, 2006: 36). Bununla da yetinmeyen Karabağ Ermenileri (DKÖB) 20 Şubat 1988’de toplam 140 üyeden, Ermeni olan 110 üyenin oyu ile Ermenistan’a bağlanma kararı aldı. Sovyetler Birliği Komünist Parti Merkez Komitesinin Ermenilerin bu kararını reddetmesi, Ermeniler ile Azeriler arasında çatışmaları şiddetlendirdi. 21 Şubatta toplanan Sovyetler Birliği KPMK Ermenilerin isteklerinin gerçekleşemeyeceğini kararını aldı (Aslanlı, 2001: 400). Bu arada Azerbaycan hukuken SSCB’nin bir parçası sayıldığından Türkiye olup bitenlere ses çıkaramıyordu. 28 Şubat tarihinde Ermeni Grigoryan’ın önderlik ettiği provokatörler Sumgayıt2 şehrinde 26 Ermeni’yi öldürdüler. Bu olayla birlikte Rusya, Avrupa ve ABD basınında Azerbaycan aleyhinde Haçlı seferleri başlatılmıştır. Bütün basın ve yayın organlarında büyük bir ustalıkla “Zavallı Ermeni” imajı yaratılmıştır (Ruşendil ve Kelipur, 2002: 152). 21 Mayısta Emenistan ve Azerbaycan Komünist Parti sekreterleri görevlerinden alınarak, Ermenistan parti sekreterliğine Suren Antinyan, Azerbaycan parti sekreterliğine ise Pakistan Büyükelçileri Abdurrahman Vezirov getirildi. (Taşkıran, 1996: 122) Bir taraftan bu gelişmeler olurken diğer taraftan Sovyet lideri Gorbaçov’un Ermenistan’ın toprak talebiyle yapılan gösteriler üzerine duruma bizzat el koyduğu ve Ermeni temsilcilerden şair Silva Kapudikyan ve yazar ve eleştirmen Zori Balayan ile yaptığı görüşmelerde Karabağ ve Nahçivan sorununun kesin olarak halledileceği yönünde söz verdiği konuşuluyordu. (Hürriyet, 28 Şubat 1988, s. 10) Çok geçmeden Ermeni liderlerle yaptığı görüşmede Gorbaçov, “siz kazandınız” diyerek sorunun adil bir şekilde çözüleceğini sözünü de verdi. 28 Şubat 1988’de bu söz resmen açıklandı (Hürriyet, 28 Şubat 1988, s. 10). Bunun üzerine Ermeniler harekete geçmekte çok gecikmediler. Ermenistan tarafında yoğun gösteriler ve baskılar sonucu 12 Temmuz 1988’de Karabağ Ermenileri “özerk bölge” olarak kendisinin resmen Ermenistan'a bağlandığını bildirdi. Ermenistan ve Karabağ'daki Ermenilerin gösterisi ve grevleri üzerine Azerbaycan Karabağ'da olağanüstü hal ilan etti. Bunun üzerine hem Erivan'da hem Azerbaycan'da çatışmalar arttı (Armaoğlu, 2005: 934). Öte yandan 7 Aralık 1988’de Ermenistan’daki büyük deprem, olayların hızını kesmemiş, Ermenilere ilk yardım Azerilerden gelmesine rağmen, “Depremzedelere yardım” adı altında gönderilen silah yardımı dengeleri tamamen 2 28 Şubat 1988 tarihinde bir grup Ermeni tarafından gerçekleştirilen Sumgayıt olaylarının sorumlusu olarak Azerbaycan tarafını resmen "Milliyetçilik, Pantürkizm ve Panislamizm"ile suçlamaya başladılar. Oysa, yapılan mahkemede Sumgayıt olaylarının Grigoryan önderliğinde önceden planlandığı, Dağlık Karabağ olaylarında Azerbaycan' dan taviz koparmak amacı taşıdığı ortaya çıktı. Ancak, Sumgayıt olayları Azerbaycan'ın kendisini toparlamasını uzun süre engelledi. Önceden hazırlanmış video kaset görüntüleri Ermeniler tarafından bütün dünyada gösterildi. Daha sonralar, olayların gerçek yüzü ortaya çıktığında, tek bir medya bile buna değinmeyecekti. Olayların sorgulanması ile ulaşılan bilgiler, Sumgayıt'ta yapılanların gizli sorumlularının Moskova yönetimi olduğunu göstermektedir. Zira, çatışmalar sürdüğü sırada, şehre getirilen General Kareyev emrindeki birlikler uzun bir süre yaşananlara seyirci kalmayı sürdürdüler. Olayla ilgili mahkeme raporları ise korkunç bir gerçeği su yüzüne çıkartmaktadır. Katliamın başında duran Grigoryan, sadece kendisinin 9 Ermeni'yi boğazladığını anlatırken amacının Azerileri bütün dünyaya Ermenilere soykırım yapan taraf olarak göstermek olduğunu söylemiştir. Grigoryan bunu belli ölçüde başarmıştır. Azeriler olaylardan çok uzun süre sonra gerçeğin bu olmadığını dünyaya anlatmaya çalışacaklardı fakat kendilerini anlamak isteyen olmayacaktır. Sumgayıt olayları, Karabağ sorununu tetikleyen hadiselerin başında gelir. ( www.orkun.com.tr, 10.11.2007) 15 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ Ermeniler lehine değiştirmişti (Ruşendil ve Kelipur, 2002: 153). 1923’ten beri Azerilere ait olan Dağlık Karabağ, 19 Ocak 1989 tarihinde Azerbaycan Merkez Komitesi onayı ile Azerbaycan’dan koparılarak Moskova’ya bağlandı (Hürriyet, 20 Ocak 1989, s. 10). Bu da Azeriler tarafından Gorbaçov’un Ermeniler lehine olan bir tasarrufu olarak algılandı. İki taraf da bu durumdan rahatsızdı. Bu şartlar içinde Azerbaycan Yüksek Sovyet’i (parlamento), 1989 Eylülünde kabul ettiği bir kanunla, Azerbaycan'ın "egemenliğini" ilan etti. Buna göre, Azerbaycan Sovyetler Birliği'nden ayrılıyor; Azerbaycan sınırlarının dokunulmazlığı ve Karabağ üzerindeki Azeri egemenliği vurgulanıyordu. Bu kanunun çıkması, esas itibariyle Azerbaycan Halk Cephesi'nin etkisiyle oldu. Yüksek Sovyet 5 Ekim 1989 Halk Cephesi'ni resmen tanıdı. Halk Cephesi'nin programına göre, Azerbaycan Sovyetler Birliği içinde, siyasal, ekonomik ve kültürel egemenliğe sahip olacak; kendi milli bayrağı olacaktı ve Azerbaycan halkına da Azeri Türkleri denecekti (Armaoğlu, 2005: 935). Azerbaycan'daki bu gelişmeler üzerine, Ermenistan'da, Karabağ ve Rusya'nın diğer yerlerinden gelen Ermenilerin toplantısında Ermeni Milli Hareketi'nin kurulmasına karar verildi (Armaoğlu, 2005: 936). Milli Hareket'in başkanlığına Levon Ter-Petrosyan’ın getirilmesiyle Ermenistan gardını daha da güçlendirdi. Sovyetler Birliği Yüksek Sovyet’i, 28 Kasım 1989’da, Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan idaresine verilmesine karar verdi. (Hürriyet, 29 Kasım 1989, s. 12) Ermenistan Yüksek Sovyet’i 28 Kasım kararını tanımadığını bildirerek 1 Aralık 1989’da Karabağ’ı Ermenistan’a ilhak ettiğini açıkladı (Armaoğlu, 2005: 936). Karşılıklı saldırılar arttı ve tansiyon hızla yükseldi. Karabağ’da başlayan Azeri–Ermeni çatışmaları Azerbaycan'a da sıçradı. Çatışmalar her gün şiddetini arttıran bir gelişme gösterdi. Zira olaylar biraz sonra, Ermenistan ile Azerbaycan arasında resmen bir savaşa dönüştü. 1989 yılı sonunda Kafkaslarda, tam anlamı ile bir savaş sürmekteydi. 1988 Şubatından beri ölenlerin sayısı 120’ye ulaşmıştı (Taşkıran, 1996: 126). 1990 Ocak ayından itibaren savaş hem şiddetlendi ve hem de çatışmaların alanı genişledi. 4.1.4. Rusya’nın Bakü’ye Müdahalesi, Bakü Olayları (20 Ocak 1990) ve Gelişen Hadiseler 1 Aralık 1989’da Ermenistan parlamentosu Azerbaycan’a bağlı Dağlık Karabağ bölgesiyle birleşme kararına Moskova’nın tepki göstermesine rağmen 9 Ocakta yeni bir karar aldı. Bu kararla Karabağ Bölgesi 1990 yılı ekonomik ve sosyal gelişme planı, Ermenistan planıyla birleştirildi. Bu karar ve Ermenilerin, Nahçivan gibi sınırdaki bölgelerde Azerilere saldırması, Azerbaycan’ı ayağa kaldırdı (Milliyet, 30 Ocak 1990, s. 4). 13 Ocak, Kafkasya olaylarının dönüm noktasını oluşturur. Aynı sıralarda Karabağ ve Nahçivan’da çatışmalar da şiddetlendi. Sovyet Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Gennadi Gerasimov’un Bakü olaylarını anlatmak için kullandığı bir sözcük, batıyı ayağa kaldırdı. Gerasimov Ermenilere düzenlenen saldırıları açıklamak için “Pogrom”3 sözünü 3 “Pogrom” Rusça kökenli bir kelime olup savunmasız insanların ya da azınlıkların dini ya da etnik sebeplerden ötürü örgütlü bir şekilde katledilmesi anlamına gelir. Geçmişte de özellikle Yahudilerin hedef olduğu saldırıları anlatmak için kullanılıyordu. ”Pogrom” 19. yüzyıl sonunda Rusya’dan sonra Almanya’da 16 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ kullanıyordu. Savunmasız insanların ya da azınlıkların örgütlü bir şekilde katledilmesi anlamına gelen “pogrom” terimi Batı’da “barbar Azeri, ezilen Ermeni” kampanyasının başlamasına neden oldu (Milliyet, 30 Ocak 1990, s. 4). Olayların bir anda tırmanıp sıcak çatışmalara dönüşmesinde, yurtlarından kovulan Azeri ve Ermeni göçmenlerin saldırgan tavırları da etkili olmuştur. Azeriler 13 Ocakta Ermenilere karşı başlatılan saldırılardan “göçmenleri” sorumlu tutuyordu. Ermenistan’dan göç eden Azerilerin sayısı ise 200 bine yaklaşıyordu (Milliyet, 30 Ocak 1990, s. 4). Yurtlarından kovulan ve içi yanan Azeri göçmenin, "Biz de Bakü'deki Ermenileri kovalım" naraları ile bazı Ermeni mahallelerine saldırmaları ve birkaç Ermeni'yi öldürmeleri, değişik yorumlara ve tepkilere yol açmıştır. "Azeri göçmenler Bakü'deki Ermenileri katledecek" şeklinde KGB ajanlarının yaydığı haberler, olaylara yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu gelişmelere mani olmak için Moskova'nın Azerbaycan'a askeri müdahalede bulunacağı konuşulmaya başlanmıştı (Saray, 2005: 155). Burada Azerbaycan Halk Cephesi’nin tutumunu vurgulamak gerekirse; Pek çok kişinin sandığının tersine, Ermenilere sahip çıkan, koruyan Azerbaycan Halk Cephesi4 oldu. Birçok Ermeni, Halk Cephesi’nin sağladığı para ve biletlerle Bakü’den ayrıldı. Bakü Olayları tam üç gün sürdü. 16 Ocakta, Halk Cephesi’nin ağırlığını koyması sonucu saldırılar son buldu. Bu tarih önemlidir çünkü saldırıların son bulmasıyla, Kızılordu’nun Bakü’ye girmesi arasındaki süre 72 saat, yani üç gündür. Bu da başlarda söylenen “Ermenileri kurtarma operasyonu” gerekçesinin doğru olmadığını göstermektedir (Milliyet, 30 Ocak 1990, s. 4). 13 Ocaktan başlamak üzere Bakü çevresine büyük bir askeri güç yığıldı. Ancak ordu altı gün bekledi. Bu arada bir taraftan AHC: “Ruslar istiyorlarsa ülkemiz onlar için yeni bir Afganistan olur tehdidini savururken diğer taraftan halk, Kızılordu’nun kente girmesini engellemek için barikatlar oluşturuyordu (Hürriyet, 19 Ocak 1990, s. 10). Sonunda 19 Ocak gecesi yerel saatle 23.30’da Kızılordu birlikleri havaalanı yolunda ilerlemeye başladı. Saat 00.30’da ise kara, hava ve denizden başlatılan saldırılarla, Bakü savaş alanına dönüştü. Tanklar, önüne çıkan her şeyi ezerek geçiyordu. Kurşun yağmuru ve tanklar altında çok Yahudilere karşı halkın ayaklanmasını, onları yağmalamasını, yok edilmesini ifade eder. Rusça orijinli bir kelime olan “Pogrom” aynen Rusçadan İngilizceye geçmiştir. 4 Dağlık Karabağ’da çatışmaların genişlemesi, Ermenistan ve Karabağ’da yurtlarından kovulan Azerilerin sayısının giderek artması, Sovyet yöneticilerinin Ermenileri açıktan açığa desteklemeleri Azerileri direkt etkiliyor ve onları siyasi mücadeleye sevk ediyordu. Dağlık Karabağ olayları artık örgütlenmeyi bir ihtiyaç haline getirmişti. İki yüzden fazla kurum ve teşkilatın desteği ile16 Haziran 1989’da Azerbaycan Halk Cephesi oluşturuldu. On beş kişiden oluşan yönetim kurulunun başkanlığına Ebulfeyz Elçibey getirildi. Ülkeyi Ermenistan’ın saldırılarından korumak ve bağımsızlığına kavuşturmak isteyen insanlar cephe etrafında toplanmaya başladılar. Elçibey AHC’nin kuruluş gayesinin Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü, tam egemenliğini sağlayarak Azerbaycan Milli Cumhuriyeti’ni yeniden kurmak olduğunu açıklamıştı. Karabağ olaylarının kontrolden çıkması üzerine AHC, Karabağ Özerk Yönetimi’nin kaldırılmasını, Azerbaycan’ın egemenliği konusunda kanun kabul edilmesini, Nahçivan’ı ablukada tuttuğu ve Azerbaycan’dan toprak talebinde bulunduğu için Ermenistan ile tüm ekonomik ilişkilerin kesilmesini ve AHC’nin resmiyetinin tanınmasını istiyordu. 23 Eylül 1989’da Azerbaycan egemenliğini ilan etti. 5 Ekim 1989’da Azerbaycan SSC Bakanlar Kurulu AHC’yi tanıdı. Azerbaycan halkının açık siyasi tavrı ve bağımsızlık istekleri Moskova’yı tedirgin etti. Artık Azerbaycan’ın SSCB’nin kurtulmasına az kalmıştı. Moskova derhal harekete geçti ve AHC’yi ortadan kaldırmak, Azerilerin bağımsızlık ümitlerini kırmak için Ocak 1990’da Bakü’ye kanlı baskın yaptı (Süleymanlı, 2006: 276). 17 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ sayıda kişi öldü. Resmi açıklamalarda ölü sayısı 82 olarak verilmiştir. Azerbaycan Halk Cephesi’ne göre ise bu rakam 600 idi. AHC ve EMH arasında şubat ayında yapılan görüşmeler sonuç vermemiştir. Sovyetler Birliği Dış İşleri Bakanı Şevarnadze, Bakü’deki Ermenileri korkutmak için ordu birlikleri gölerildiğini ifade ederken, Gorbaçov ise Azerilerin İslam Cumhuriyeti kurmak isteğini ve teşebbüsün engellemek için ordu gönderildiğini iddia ediyordu (Vahapzade,1990: 66). Oysa Kızılordunun Bakü’ye Ermenileri kurtarmak için girmediği, harekâttan bir hafta sonra iyice belli oldu. Harekâtı yöneten Savunma Bakanı Dimitri Yazov, “Kudurmuş Halk Cephesi”ni ezmek için Bakü’ye girdiklerini söylüyordu (Milliyet, 30 Ocak 1990, s. 4). Öte yandan, Primakov’un 17 Ocak’ta AHC Başkanı Elçibey’le görüşmesi sırasında AHC Başkanının demokratik seçim isteklerine ilişkin olarak “bundan sonra SSCB‘den ayrılmaya bir adım kalır” ifadesi de Yazov’u onaylar niteliktedir. Ayrıca AHC Genel Merkezi’nin basılarak aranması, birçok AHC üyesinin gözaltına alınmaları ve ardından 25 Ocak’ta AHC’nin resmi yayın organı Azadlık Gazetesi ile Dağlık Karabağ’a Yardım Komitesinin yayını Azerbaycan gazetesinin basımının Bakü Olağanüstü Hal Komutanı tarafından durdurulmaları da Sovyet Ordusu’nun müdahalesinin kime karşı olduğunu açıkça göstermiştir. (www.turksam.org.tr, 20.10.2007). 20 Ocak 1990’daki Bakü’ye Kızılordu’nun girmesi ve birçok insanın ölmesinin sorumlusu Gorbaçov görülmüştür. Azerbaycan’ın şair ve devlet adamlarından Bahtiyar Vahapzade, Gorbaçov’un zamanında Ermenileri susturarak meseleyi halletmediğini ve olayları, Ermeni lobisine yön veren, onu güçlü silahlarla teçhiz eden, hatta açıkça onu savunan ve her meselede Azerileri yalnız bırakan Moskova’nın organize ettiğini söylüyordu (Vahapzade, 1991: 32). Sovyet otoritelerinin şehirde sokağa çıkma yasağı koymuş olmasına rağmen hayatlarını tehlikeye atan binlerce Azeri sokaklara çıkarak Sovyet işgalini protesto ettiler. Tahminlere göre 380,000 Komünist Parti üyesi Azeri’den, 100,000 kadarı bu gösteriler sırasında parti üyelik kimliklerini yaktılar. Gorbaçov’in planının tam aksine, Bakü işgali milliyetçileri sindirmedi, tersine ülkedeki milli duyguları daha da alevlendirdi (Gürbüz, 2005: 105). Gorbaçov, Bakü’ye asker sokmakla Azerbaycan’ın tamamına hâkim olamadığı gibi Halk Cephesi’nin tabanının genişlemesine ve direnişin tırmanmasına da sebep olmuştur. Bu arada Ermeni milliyetçiler, Azerileri iki cephede birden mücadele vermek zorunda kalmasından ve hele Kızılordu’yu karşısına almaktan memnun kalmışlardır. Ancak tüm bu olanlara rağmen Ermeni milliyetçiler Gorbaçov’u Azerilerden yana çıkmakla ve kendilerini korumamakla suçlamaya devam ediyorlardı (Milliyet, 22 Ocak 1990, s. 4). Kafkaslar tehlikeli bir yer ve Azerbaycan Türk milliyetçiliğinin başını çekip Türkiye ve batıyla iyi ilişkiler geliştirecek en önemli ülke. Rusların işi zora girmeden Azeriler engellenmeli ve bu engelleme tarihte yapıldığı gibi batının kabul edeceği Ermeniler üzerinden yapılmalıydı. Gerçekte batı bu Rus manevrasını yuttu. Türkiye Dışişleri Bakanlığı ile Genelkurmayın ilgili bölümlerinde yapılan çalışmalar Gorbaçov’un neden kuvvet kullanma yoluna gittiği konusunda yoğunlaşmıştır. Bugüne kadar glasnost ve perestroyka politikalarında gerek Doğu Avrupa ülkelerini gerekse kendine bağlı federal cumhuriyetlerdeki özgürlük oluşumlarına hoşgörüyle yanıt vermiş 18 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ olan Gorbaçov’un, Kafkasya’daki gelişmelere karşı neden askeri güç kullandığı, bu tutumuyla dünyada yarattığı olumsuz izlenimlerini silecek bir riski neden göze aldığı başta Türkiye olmak üzere tüm dünyada merak ediliyordu. Türkiye’de, Gorbaçov’un bu müdahalesiyle, Azerbaycan’daki daha fazla özgürlük istemlerini bir Ermeni-Türk çekişmesi halinde göstermek eğilimi ile ABD’de ve Batı’da kendisine daha güçlü bir destek sağlama peşinde olduğu, Bu yöntemle Türkleri bir “koz” olarak kullanıp dağılmasını önlemeye çalıştığı, Kafkasya’daki Türklere yönelik etnik şiddet kullanımının Türkiye’de yaratabileceği tepkileri etkisiz kılmak için” İslam fanatizmi” imajını kullanmak niyetinde olduğu, tartışılıyor ve mukabil politikalar belirlenmeye çalışılıyordu (Milliyet, 29 Ocak 1990. s. 14). Bakü olayları karşısında Türkiye’de büyük bir infial uyanır, yürüyüşler ve protestolar yapılır. Bakü olayları ile ilgili olarak Yıldırım Akbulut gerekenin yapılacağını söylerken, Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz da oyuna gelinmemesi ve ihtiyatlı olunması konusunda uyarılarda bulunuyordu (Milliyet, 23 Ocak 1990, s. 12). Azerbaycan Kültür Derneği üyeleri Başbakan Yıldırım Akbulut’a izlenen politikayla ilgili rahatsızlıklarını bildirdikten sonra, Gorbaçov’u “Stalin kokan öbür yüzünü” gösterdiğini de söylemişlerdi (Milliyet, 26 Ocak 1990, s. 4). Bakü olayının Cumhurbaşkanı Özal’ın Azerilerle ilgili “Onlar Şii, biz Sünni’yiz”5 sözünden hemen sonra olması Özal’a da büyük tepki gösterilmesine sebep olmuştur. Gorbaçov’un Bakü’ye askeri müdahalesi şaşkınlıkla karşılanmış ve olaydan sonra Reuter Ajansının yorumu ilginç olmuştu; SSCB bu bölgedeki komşuları Türkiye ve İran için Pandora’nın kutusunu açtı (Milliyet, 26 Ocak 1990, s. 4). Bakü’ye Rus müdahalesi Batı tarafından haklı bulunmuştur. Beyaz Saray “Kendi vatandaşlarının hayatını korumak ve düzeni sağlamak elbette her hükümetin hakkıdır.” şeklinde tepki verirken, AT de Moskova’nın düzeni sağlamak amacıyla Azerbaycan’a asker gönderilmesini onayladıklarını söylemiştir. İngiltere ise müdahalenin bir grubun diğerini öldürmesin engellemek için yapıldığı belirtmekteydi. Batılı devletlerin tepkilerinin ortak özelliği, olayın SSCB’nin iç sorunu olduğu ve müdahalenin doğru olduğu şeklindeydi. Kara Ocak ya da Kanlı Ocak olarak ta bilinen Bakü Olayları’ndan hemen sonra, Azerbaycan Komünist Partisi birinci sekreteri Abdurrahman Vezirov istifa etti, yerine Başbakan Ayaz Muttalibov atandı ve Hasan Hasanov başbakan oldu. Türkiye olayları Sovyetlerin iç işi olarak değerlendirmiş, başbakan Mesut Yılmaz Ermenilere ve Azerilere insani çerçevede yardım yapabileceklerini ilan etmiştir (Hürriyet, 19 Ocak 1990, s. 13). 4.1.5. Bağımsızlığa Giden Yol (Ermenistan ile Azerbaycan’ın Bağımsızlığını Kazanmaları ve Gelişen Olaylar) Bakü Olaylarından sonra Sovyet müdahalesinden güç alan Ermeniler saldırılarına 24 Mart 1990’da, daha önce 1989 yılında Ermeni Milli Hareketi’nin bir kolu olarak kurulan Ermeni Milli Ordusu’nun “fedailer”i Ermenistan sınırı yakınındaki Azeri kasabası Kazak 5 Cumhurbaşkanı Özal’ın ABD’de neden böyle bir sözü söylediği kendisi tarafından açıklanmamıştır. Özal’ın bu sözü ilk duyulduğunda halk tepki koymuş ancak mesele medyada fazla yer bulmamış ve tepkiler de kısa sürede dinmiş ve unutulmuştur. Daha sonra Azerilerle çok yakın ilişki kuran Özal’ın Ermenilerle ilgili çok sert açıklamaları söylediği bu sözün tamamen zıddı yönündeydi. 19 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ köylerine saldırdılar ve 9 kişiyi öldürüp, bir Azeri ailesinin de evlerini ateşe verdiler. (Taşkıran, 1996: 128) Ağustos 1990’da, Ermeni Ulusal Hareketi’nin başkanı ve Karabağ Komitesi’nin lideri Levon Ter-Petrosyan Ermenistan devlet başkanı oldu. 23 Ağustos 1990’da Ermenistan egemenliğini ilan etti (Armaoğlu, 2005: 937). Bu arada Türkiye ile Azerbaycan Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerin çok yoğun bir döneme girmesi ve karşılıklı ziyaretlerin artması üzerine, Ermenistan’da Türkiye ile ekonomik ilişkilerini ve sınır ticaretini geliştirmek amacıyla Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi’ni desteklediklerini açıklıyordu. 30 Eylül 1990 günü Azerbaycan’da Yüksek Sovyet için genel seçimler yapıldı. 350 sandalyeli bu parlamentoya milletvekili seçilmek için 1198 aday müracaat etti. 4 milyondan fazla seçmenin katıldığı bu seçimde Komünist Parti adaylarının kazanacağı belliydi. Adaylar arasında 1987 yılında Gorbaçov tarafından SSCB Komünist Parti politbüro üyelerinden azledilen Haydar Aliyev dikkati çekiyordu. Halk Cephesi lideri Ebulfeyz Elçibey Sovyet Azerbaycan’ında milletvekili olmayı reddettiği için adaylığını koymamıştı (Taşkıran, 1996: 128). Bütün bu gelişmeler olurken Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgali ile başlayan ve 28 Şubat 1991’e kadar süren Körfez Krizi ve Savaşı bir anlamda ErmenistanAzerbaycan çatışmasının dünya kamuoyunda unutulmasına yol açtı. Kızılordu, Körfez Savaşı’nı bahane ederek Kafkaslar ve Baltık Cumhuriyetlerinde yığınaklar yaptı. Haziran ve Temmuz 1991 dönemi yine Ermenilerin Karabağ köylerine hücumları ve birçok Azeri Türkü öldürmeleriyle devam etti. Nihayet SSCB ve Komünist Partisi’nin 70 yıllık ömrünü bitiren 19 Ağustos 1991 Moskova Hükümeti darbesi gerçekleşti. İşte bu tarih, Sovyet Cumhuriyetlerinin özgürlük döneminin ilk günü oldu. Bu kargaşa günlerinde Kızılordu ve Sovyet İçişleri Bakanlığı Birlikleri (OMON) Bakü’deki Halk Cephesi Merkezi’ne zorla girerek Ebulfeyz Elçibey’i yaraladılar. Bazı Halk Cephesi üyeleri tutuklandı (Hürriyet, 20 Ağustos 1991, s. 13). Gorbaçov’a karşı yapılan başarısız hükümet darbesi, sadece Gorbaçov’u ve Komünist Parti’yi yıkmakla kalmadı, aynı zamanda 70 yıldır Komünist zulmü altında inleyen halkların ve ulusların da kendi topraklarına kendi kişiliklerine ve özgürlüklerine sahip çıkmalarına sebep oldu. Esasen beklenen bu gelişme, kısa sürede etkisini göstermiş ve önce Baltık Ülkeleri, ardından da öteki ülkeler bağımsız birer cumhuriyet haline gelmişlerdir. Bu kapsamda Azerbaycan, 30 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan etti. (Hürriyet, 31 Ağustos 1991, s. 13) Türkiye bu yeni Türk devletini 9 Kasım 1991’de resmen tanıdı. Türkiye Azerbaycan’ı tanıyan ilk ülke oldu. Yeni Kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti 86.600 km², nüfusu 7.023.000 idi. Ülke, Ayaz Mutalibov’un başkanlığını yaptığı Komünist Partisi tarafından idare ediliyordu (Lütem, 1997: 23). Bu günlerde Dağlık Karabağ bölgesinde yaşayan Ermeniler, Karabağ’da bağımsızlık ilan ederek, adını; “Arstaklı Ermenistan Halk Cumhuriyeti” olarak değiştirdiler. Bu karar Azerbaycan Anayasası’na aykırı olduğu için Azerbaycan Parlamentosu protesto etti. Azerbaycan parlamentosu bunun üzerine Dağlık Karabağ’ın özerk statüsünü kaldırıp direkt Azerbaycan’a bağladı. 1991 Eylül ortalarında Ermeniler yeniden Azerbaycan-Ermenistan sınırındaki köylere (Şaumyan bölgesi) saldırdılar ve birçok insanı öldürdüler. Rusya lideri Boris Yeltsin henüz iktidar olalı 1 ay olmamıştı ki yanına Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbeyev’i de alarak 20 Eylül 1991 gecesi Bakü’ye geldi. 20 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ Amaçları Azerbaycan-Ermenistan ihtilafını çözümlemekti. Karabağ’ın başkenti Hankendi’ne gideceklerdi. Ancak önce Gence’ye giderek, güvenlik önlemlerini aldıktan sonra 22 Eylül’de Hankendi’ne gittiler. Burada 40,000 Ermeni Yeltsin’i karşılamak için toplandı. Liderler Erivan’a geçtiler. Ermenistan iki gün önce 21 Eylül 1991’de bir halk oylamasına gitmiş ve halkın çoğunluğu “bağımsızlık için” oy kullanmıştı. Bu, Ermenistan için SSCB’den ayrılma kararı demekti (Taşkıran, 1996: 132). Boris Yeltsin ve Nursultan Nazarbayev, Azeri ve Ermeni liderleri bir araya getirerek, bir diyalog başlatmışlardı. Bir anlaşma imzalanması için tarafsız bölge olan Rusya Federasyonu topraklarında Stavrapol Bölgesi’ndeki Jeleznovadosk kenti seçilmiş ve hemen görüşmelere başlanmıştı. Referandumdan iki ün sonra, 21 Eylül 1991 günü Ermenistan bağımsızlığını ilan etti. (Aktaş, 2000: 15) Bağımsız Ermeni Devleti 29.800 km² alanı kapsıyordu. Nüfus 3.283.000 kişiydi. Ermenistan, Cumhurbaşkanı Ter-Petrosyan’ın da dâhil olduğu Milliyetçi Parti tarafından idare ediliyordu. Ermenistan Komünist Partisi Ağustos ayında faaliyetini durdurdu (Lütem, 1997: 25). 20 Eylül 1991 günü başlayan Jeleznovadosk görüşmeleri 24 Eylül günü iki ülke liderinin imza törenleriyle sonuçlandı. Bu uzlaşma anlaşmasına göre; “Karabağ’daki karşıt guruplar silahsızlandırılacak, Karabağ’daki yasal hükümet organları aşamalı olarak yeniden oluşturulacak, iki ülke arasıdaki temaslar en üst düzeyde sürdürülecek, Karabağ'’a derhal ateşkes uygulanacak, iki hafta içinde de yasa dışı silahlı gruplar ve içişleri bakanlığı ve Kızılordu birlikleri çatışma bölgelerinden çekileceklerdi.” İmzalanan protokole göre; Ermenistan Parlementosu, Dağlık Karabağ’ın “Ermeni toprağı” olduğunu ilan eden kararını geri alırken, SSCB Yüksek Sovyeti’nin de bu güne dek Karabağ’a ilişkin olarak aldığı kararları geçersiz ilan edilecek; her iki taraf ellerindeki rehineleri aşamalı olarak iade edeceklerdi (Hürriyet, 24 Eylül 1991, s. 16). Levon Ter Petrosyan, imza töreninden sonra protokolün, “çözüm değil, bu yolda atılmış bir adım olduğunu” bildirdi. Boris Yeltsin ise “tarihi bir adım” diyerek, Rusya ve Kazakistan’ın protokolün uygulanmasını “gözlemci” olarak denetleyeceklerini bildirdi. Azerbaycan Halk Cephesi, bu protokolü kuşkuyla karşılamakta haklıydı. Zira Karabağ’da, yine Ermenilerin çoğunlukta olduğu ve Moskova’nın 1989 yılından beri askıya almış olduğu yerel Sovyet yeniden kurulacaktı. Bu bir Ermeni manevrasıydı. Anlaşmalar imzalanmıştı ama, Karabağ’da Ermeni cinayetleri sürüyordu. Eylül ayının son günlerinde Ermenilerin Karabağ cinayetlerinin protesto için Bakü’de 50,000 kişilik bir gösteri yapıldı. Karabağ’ın başkenti Hankendi’nin çevresindeki 16 Azeri köyünü Ermeniler zorla boşalttırdılar. Şuşa kenti de füze atışlarına uğruyordu. Son üç yıldan beri süregelen çatışmalarda bilânço ağırdı: En az 800 ölü binlerce yaralı ve evsiz. (Hürriyet, 25 Eylül 1991, s. 13) Eylül 1991’de Karabağ’daki durumu Karabağ’a giren Hürriyet Gazetesi muhabiri şöyle tasvir ediyordu: (Hürriyet, 25 Eylül 1991, s. 13) “Dünyadan saklanan bir iç savaş… Dağlık Karabağ’daki Ermeni ablukası… Namluların çevrildiği Azeri köyleri… Yakılan yıkılan evler… Kurşunlanan, bombalanan Azeriler… Havada uçuşan roketler… Otomatik tüfek mermileri… Kurdukları barikatlarda kımıldamayan Sovyet tankları… Esirler… Yaralılar… Ölüler… Kaçırılan Azeri Türkler ve dünyanın duymadığı imdat çığlıkları…” 21 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ Karabağ’daki katliamlara karşı Türkiye bir şey yapamazken 20 Ekim 1991 seçimlerinde iktidara geçen Süleyman Demirel de Azerbaycan Başkanı Hasan Hasanov’a bir mesaj yollayarak, “Bölgede durumu daha da tırmandıracak hareketlerden kaçınılmasını” tavsiye etti. 4.1.6. Hocalı Katliamı ( 26 Şubat 1992 ) 1991 Aralık ayının son günlerinde Karabağ’da kanlı olaylar dinamik bir şekilde devam etti. Ermeniler Hankendi’ni topçu ateşi altına aldılar. 1992 yılı Ocak ayı sonunda çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bir Azeri helikopteri Ermeni roketleriyle düşürüldü. Ermenistan Dağlık Karabağ olaylarına direkt katıldığını hep saklamıştır. Olayın Azerilerle Dağlık Karabağ Ermenileri arasında geçtiğini iddia etmiştir. Karabağ’daki çarpışmalara Azerbaycan ve Ermenistan milli ordularının yanı sıra Rus ordusunun 81’inci tümeni gizli olarak katılarak Ermenilere askeri destek sağlıyordu. Öyle ki Ermeniler saldırılarında Amerikan Kobra helikopterleri kullanmaya başlamışlardı. Şubat ayı sonuna gelindiğinde Karabağ’daki çatışmalar Şuşa’nın civarına ve Azerbaycan-Ermenistan sınırına kadar yayılmıştı. 25–26 Şubat 1992’de Ermeniler ağır silahlar, makineli tüfekler ve toplarla Hocalı’ya saldırdılar ve genç, yaşlı, kadın, çocuk hiç kimseyi ayırmadan, herkese ateş açtılar. Tarihe “Hocalı Katliamı” olarak geçen bu hadisede yüzlerce Azeri Türkü öldürüldü (Aktaş, 2000: 17). Saldırıda 600’den fazla sivil öldürüldü ki bunlardan 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i yaşlı idi. Ayrıca 487 kişi Ermenilerce rehin olarak götürüldü. 1275 kişi yaralandı, 150 kişiden ise hiç haber alınamadı. Rus tarafı saldırılarla alakasının olmadığını açıkladı. Fakat daha sonra Dağlık Karabağ’da 366. Motorize Piyade Alayı’nda görev yapan ve olaydan sonra firar eden dört Rus askeri basın açıklaması yaparak Azerilere karşı kutsal görev olarak çatışmaya teşvik edildiklerini itiraf ettiler (Hürriyet, 3 Mart 1992, s. 21). Ermeniler bir yandan Karabağ’ın son kalesi Şuşa kentini kuşatıp, Hocalı’da katliam ve zulümler yaparken, diğer yandan da sorunun çözümünde doğrudan taraf olmadığını belirtiyor ve Birleşmiş Milletler’de güvenliğin destekçileri ABD ve Fransa’nın yardımıyla kendi lehine bir karar çıkartmak amacıyla bu sorunu BM’ye getirmek için çabalıyordu (Cumhuriyet, 4 Mart 1992, s. 9). Muttalibov’un her şeye rağmen Rusya ile aynı kulvarda yürüme politikası Rusya ordusunun 366. Alayı’nın 26 Şubat 1992’de Hocalı katliamında aktif rol almasıyla çökmüştü (Cafersoy, 2001: 286). Hocalı Katliamı (26 Şubat 1992) Azerbaycan’da büyük bir infiale sebep olmuş ve oklar Muttalibov’a çevrilmişti. Muttalibov’u istifaya götüren yolda bardağı taşıran son damla “Hocalı Katliamı” olmuştu. Şimdi yapılacak ilk iş katliama seyirci kalmakla suçlanan devlet başkanı Ayaz Muttalibov’un başkanlıktan uzaklaştırılmasıydı. Baskılar üzerine Muttalibov başkanlıktan istifa ettiğini açıkladı (Hürriyet, 7 Mart 1992, s. 13). Muttalibov’dan sonra seçimlere kadar devlet başkanlığını geçici olarak Yakup Mehmedov yürüttü. 7 Haziran 1992 günü yapılan Azerilerin ilk ve tek serbest seçimlerini Azerbaycan Halk Cephesi Lideri Ebulfeyz Elçibey kazanarak cumhurbaşkanlığı görevine başladı. 22 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ 4.1.7. Dağlık Karabağ’ın İşgali ve Ateşkes Ebulfeyz Elçibey’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Azerbaycan birliklerinde belirli bir toparlanma görüldü. Hatta kaybedilen toprakların bir kısmı geri alındı. Ancak bu durum uzun sürmedi. Kısa bir zaman sonra Ermeni birliklerinin şiddetli saldırıları başladı. Ermeni birlikleri Mayıs 1992’de Nahçivan’a saldırmaya başladı. 9 Mayıs’ta Karabağ’ın son kalesi olan Suşa’ya tank, top ve roketlerle saldırdılar. 11 Mayıs’ta Suşa da düştü (Hürriyet, 11 Mayıs 1992, s. 20). 12 Haziran’da Azeriler Karabağ’ı Ermenistan’dan geri almak için ciddi bir saldırıya geçtiler. Bu saldırı Haziran ayı sonuna kadar sürdü. 15 Haziran’da 15 köy Ermenilerden kurtarılmıştı. Her defasında ateşkesi bozan Ermeniler bu defa ateşkes istemeye başladılar. Oysa 4 yıldır süren ve 2000 kişinin ölümüne sebep olan bu savaşta ateşkesi hep Ermeniler bozmuştu. Ancak Azerilerin üstünlüğü uzun sürmedi. 1993 yılına gelindiğinde Karabağ’ın tamamının yanı sıra bir kısım Azerbaycan toprakları da Ermenilerin eline geçmişti. 1993 yılında Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki problemleri çözmek amacıyla AGİK çerçevesinde 11 üyeli bir “Minsk Grubu” oluşturuldu. Bu grup Roma’da bir barış planı hazırladı. İstenenler şunlardı: “...sürekli bir ateşkes sağlanacak, Ermeni kuvvetleri İşgal ettiği Dağlık Karabağ’dan çekilecek, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’a uyguladığı ambargo kaldırılacak, AGİK gözlemcileri bölgeye gelecek ve Minsk görüşmeleri sonuçlandırılacak…” ancak bu girişim de bir sonuç vermedi. (Çiloğlu, 2003: 75) Bu başarısızlıkta Azerbaycan’ın içyapısındaki kargaşanın çok önemli bir yeri vardır. Azerbaycan’da iç karışıklıkların çıkması ve hızla tırmanması durumu Azerbaycan aleyhine değiştirmiştir. Ermenistan tarafı karışıklıkları fırsat bilerek süreci tıkadı ve bunu yaparken, Azerbaycan’da gerçek iktidarın kim olduğu belli değil, kimi muhatap alacağımızı dahi bilemiyoruz demekten geri kalmadılar. Tüm bu olaylarda Rusya’nın bölgeye barışın erken gelmesini istememesinin de önemli payı vardır (Aslanlı, 2001: 411). Nisan ayı başından itibaren Ermeniler ani bir saldırıyla bir defa daha Azerbaycan topraklarına girerek Kelbecer şehrini ele geçirdiler. Bu arada Ermenistan Savunma Bakan Vekili Vazgen Manukyan “Sınırların değişmezliği ilkesini tanımadıklarını, Karabağ’ın Azeri toprağı kalamayacağını açıkladı ve Kelbecer’in işgaline katıldıklarını” (Milliyet, 9 Nisan 1993, s. 12) itiraf ettikten sonra; “Bugünkü siyasi gerçekler karşısında Türkiye, Ermenistan’a saldıramaz” şeklinde meydan okuyordu. Ankara müdahale edip etmeme konusunda karasızlık içinde bocalarken Azerbaycan’ın çağrısı üzerine Rusyanın devreye girmesiyle, Türkiye 24 saat içinde devre dışı kalmış ve inisiyatif Rusya’nın eline geçmiştir (Milliyet, 9 Nisan 1993, s. 12). Kelbecer’in işgaliyle Ermeniler, daha önce Ermenistan-Karabağ arasında açtıkları Lâçin koridorundan sonra ikinci bir koridoru da açmış oldular. Haziran ayında ise Ermeniler Azerbaycan’ın güneyindeki İran sınırında bulunan Akdam ve Akdere şehirlerine saldırdı. Bu saldırılarda çok sayıda Azeri hayatını kaybetti. Bu başarısızlıklar üzerine Azerbaycan’da Elçibey’e karşı Rusya’nın da teşvik ettiği bir iç isyan başladı ve Elçibey Bakü’den çıkarak Nahçivan’a çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Haydar Aliyev Cumhurbaşkanı oldu. Ağustos ayı sonunda Aliyev’in başa geçmesiyle Azerbaycan Ermenistan ilişkilerinde de yeni bir dönem başladı. Zira yeni yönetim askeri bakımdan kötü sonuçlanan harekâtları devam ettirmek istemedi. 23 DAĞLIK KARABAĞ SAVAŞININ ORTAYA ÇIKIŞI YAKUP HURÇ 1993 yılı sonuna doğu çatışmalar halen devam ediyordu. Emeniler Füzuli, Kubatlı, Zengelan ve Gorodis yerleşim yerlerini ele geçirmişti. 1993 yılında Karabağ meselesinde Rusya aktif bir rol oynamıştı. 1994 Şubatında Azeri kuvvetleri işgal edilmiş olan Akdere’nin güneyini kuşattılar ve Kelbecer, Lâçin, Belegan, Füzuli, Ağdam, Tauz, Kazak ve Gedebey çevresindeki 40 köyü geri aldılar. Ancak topraklarının %20’ye yakını Ermenilerce işgal edilen Azeri kuvvetleri dört cephede savaşmak durumunda kalıyordu. 26 Nisan- 2 Mayıs arasında AGIK heyeti bölgeyi ziyaret etti. 4–5 Mayıs tarihlerinde, Bişkek'te BDT Parlamentolar Arası Kurulu çerçevesinde Kırgızistan Parlamentosu ve Rusya Dışişleri Bakanlığı temsilcileri, Ermenistan ve Azerbaycan parlamentoları başkanlarını ve Karabağ'ın Türk ve Ermeni nüfusunun temsilcilerini bir araya getirdiler. Bu görüşme sırasında barışa yönelik bir adım olarak 'Bişkek Protokolü' (5 Mayıs) imzalandı. Daha sonra imzalanacak ateşkes anlaşmasına temel oluşturan bu protokolü, Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ'ın sadece Ermeni temsilcilerinin (ayrılıkçıların) imzalaması, Azerbaycan açısından ciddi bir tavizdi. Çünkü, o güne kadar Azerbaycan taraf olarak sadece Ermenistan'ı kabul ediyordu. Fakat şimdi kendi ülkesinin bir parçasını temsil ettiğini iddia edenlerle anlaşma imzalamıştı (Aslanlı, 2001: 411). Şubat sonunda Rusya Savunma Bakanı Groçev’in barış planı gündeme geldi. Mayısta taraftarlar arasında ateşkes ilan edildi. Bu ateşkes zaman zaman ihlal edildiyse de 27 Temmuz antlaşmasıyla resmileştirildi. Buna göre ateşkesi üç bölgede karma komisyon inceleyecekti. Bu komisyonlar Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ halkından oluşacaktı. Lâçin koridoru açılacaktı. Taraflar 5–10 km geriye çekileceklerdi (Aktaş, 2000: 23). 12 Mayıs 1994’teki ateşkes sonrası bölgeye Bağımsız Devletler Topluluğu ve AGİK gözlemciler göndermişti. Daha sonra bölgede diplomatik çabalar yoğunlaştı. Taraflar, anlaşma sağlanıncaya kadar ateşkese uymayı kabul ettiler. 24 Mayıs 1994 tarihinde ateşkes ilan edilmesine rağmen, bugüne kadar taraflara sunulan çözüm önerileri sonuçsuz kalmıştır. 24 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ 4.2. DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER 4.2.1. Tarihi Süreç İçerisinde Dağlık Karabağ’da Nüfus Hareketliliği Nüfus, devletlerin dış politikasını belirleyen önemli unsurlardandır, gücün önemli bir parçasıdır ve etkili bir silahtır. Nüfusun kalitesi yanında büyüklüğü de önemlidir. Nüfusu milyarı aşan Hindistan ve Çin gibi devletleri dünya siyasetinde göz ardı edebilmek mümkün değildir. Modern silahların muazzam özelliklerine rağmen nüfus uluslar arası arenada hala politik bir güçtür. Sovyet Rusya içinde önemli bir nüfusa sahip olan Türklerin nüfus artış hızının diğer unsurlardan beş kat daha fazla olması, bölgede gücünü kaybetme endişesi içine düşen Rusları yeni tedbirler almaya zorlamıştır. Uluslararası rekabetin en yoğun yaşandığı yerlerden olan Kafkasya, tarihi süreç içerisinde yoğun nüfus hareketliliğine sahne olmuştur. Bu hareketlilikten en çok etkilenen yerlerden olan Dağlık Karabağ Rus, Ermeni ve Türk toplulukları arasında sürekli demografik değişimlerden nasibini almıştır. Ruslar tarafından 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren artarak devam eden bir iskân politikasıyla Dağlık Karabağ’ın demografik yapısı özellikle Ermeniler lehine değiştirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Nüfusu bir silah olarak kullanan Ruslar, Karabağ’da uzun soluklu bir iskân politikası izlemişlerdir. Ruslar, özellikle Karabağ bölgesine, farklı coğrafyalardan Ermeni, Kürt vb. grupları getirerek bölge hâkimiyetini korumak için bilinçli bir çaba içine girmiştir. Dağlık Karabağ sorunun başında ve devamında nüfus, süreci tayin edeci unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Rus Çarı Deli Petro'dan beri süregelen ve Rusların hiçbir zaman vazgeçmedikleri Kafkaslara sahip olma politikası, “parçala ve hükmet” prensibi ve onun ilk uygulaması olan “Göç Politikasi” ile gerçekleştirilmiştir. Öyle ki Karabağ Sorunu’nun önde gelen nedenlerinden biri de Rus Çarı Deli Petro'dan bu yana süre gelen “Göç Politikası’dır (Recebov, 2001: 39). Karabağ, uzun süre Türk boylarının yönetimi altında bulunmuştur. 18. yüzyılın başlarında kurulan Karabağ Hanlığı, Çarlık Rusya tarafından işgal edildiği 1826 yılına kadar bağımsızlığını büyük ölçüde koruyabilmiştir. Rus işgalinden sonra bölgenin etnik yapısında büyük değişiklikler meydana geldi. Çarlık Rusya bu bölgeye göç yoluyla Ermenileri yerleştirmeye başladı (Aslanlı, 2001: 393). 1825–1826 yıllarında Rus-İran muharebesi esnasında Rus idaresi, 18.000 Ermeni ailesini Karabağ’a getirip (Dağlık Karabağ) yerleştirdi. Bölgede söz sahibi olmaya çalışan Ruslar 1828–1829 Edirne Antlaşması’ndan sonra Anadolu Ermenilerini; Türkmençay Antlaşması’ndan sonra ise İran Ermenilerini Kafkaslara getirerek Karabağ'a yerleştirmiştir. Ruslar bu antlaşmalardan sonra, önce nüfus dengesini sağlamış daha sonra da Türkleri azınlığa düşürme çabalarına hız vermişlerdir. 1828–1829 Osmanlı-Rus savaşlarında, Ruslarla işbirliği yapmak suretiyle Türkleri arkadan vuran ve ileride bu yaptıkları ihanetin bedelini ağır ödeyeceklerini idrak eden 100 bini aşkın Ermeni ailesi, yerleşmeleri için, Rus Çarından boş toprak talebinde bulunmuşlardır (Recebov, 2001: 39). Türkiye'yi terk etmeye mecbur olan Ermeni toplulukları, Ruslar tarafından Karabağ'dan zorla sürgün edilen Türklerin mekânlarına yerleşmişlerdir. 1829– 1830 yıllarında Karabağ’a getirilen Ermeniler bir ayaklanma başlatmışlar ve Türk yerleşim 25 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ yerlerine saldırmışlardır. Göçlerin arkası kesilmemiş 1877–78 Türk-Rus savaşı yıllarında Anadolu’dan Kafkasya’ya 85,000 Ermeni getirilmiştir. Özellikle bu savaştan sonra devam eden göçler Karabağ’da demografik yapıyı değiştirmiştir. Karabağ’da 1810 yılında 2500 olarak bildirilen Ermeni ailesi sayısı, göçler sonucunda 1897’de 18,616 aileye ulaşmıştır (Recebov, 2001: 39). 1915 tehciri ile birlikte yüz binlerce Ermeni yer değiştirmiş, bu Ermenilerin bir kısmı bugünkü Ermenistan’a geçerken, diğer büyük bir kısmı Ortadoğu ve hatta Kuzey Afrika ülkelerine geçmiştir. Bunlardan Ortadoğu’da yerleşenler bu bölgedeki çatışmaların da etkisiyle adeta ‘ikinci bir tehcir’ yaşamışlardır. Artan milliyetçilik ve bu ülkelerin teker teker bağımsız olmaları Hıristiyan grupları, özellikle de Ermenileri rahatsız etmiş, ve Ermeniler on binler halinde başta Fransa ve ABD olmak üzere Batılı ülkelere göç etmeye başlamışlardır. Bu göç sonucunda İngiltere, Kanada, Avustralya ve Almanya gibi ülkelerde dahi Ermeni diasporası oluşmaya başlamıştır (Laçiner, 2002: 3). 1917 Bolşevik İhtilali ile Çarlık Rusya’nın yıkılmasının ardından 28 Mayıs 1918’de Kuzey Azerbaycan’da bağımsız demokratik bir cumhuriyet kurulmuştur. Bağımsız Azerbaycan hükümeti zamanında (1918-1920) Azerbaycan'ın bir vilayeti olarak idari taksimatta yerini almış Dağlık Karabağ halkının % 82'si Türk, geri kalan Ermeni nüfustan ibaretti Sovyet döneminde "Özerk Karabağ Vilayeti" adı ile Azerbaycan'a bağlı olarak idare edilen Karabağ’ın, Ermenilerin uyguladığı asimile faaliyetleri sonucunda Türk nüfusu çok azalmış ve vilayetin Ermeni nüfusu bir hayli artmıştır. Bütün kaza ve köy isimleri değiştirilerek Ermenileştirilmiştir. Ayrıca 1948–1953 yılları arasında 150.000 Türk, Moskova yönetiminin rızasıyla toprakları ve malları ellerinden alınarak Ermenistan'dan kovulmuştur (Süleyman, 2006: 263). Sovyetlerin yıkılmaya yüz tutması üzerine çıkan milliyetçi akımlar sonucunda nüfus ayrışması başlamış, bir taraftan Türkler kovulurken öte yandan Ermeni iskânı, bölgenin demografik yapısını Ermeniler lehine değiştirmiştir. Asıl nüfus hareketliliği Karabağ olayının yaşandığı süreçte görülmüştür. Göç politikasının son halkası 1988–1994 yılları arasında uygulanmaya koyulmuştur (Süleyman, 2006: 263). Dağlık Karabağ’da Ermeni ve Türkler arasında çatışmaların başlamasıyla Ermenistan’dan Azerbaycan’a ilk göçler 1988 yılı şubat ortalarında gelmeye başladı. Ermenistan’dan kovulan Azeriler büyük bir intikam hırsı içerisinde önce Dağlık Karabağ’a yöneldiler. Ancak dönemin Azerbaycan Devlet Başkanı Vezirov ve Azerbaycan’ın Sovyet yöneticileri 1988’den başlayarak Ermenistan’dan Kovulan yaklaşık 243.682 Azeri Türkü'nün Dağlık Karabağ Bölgesi'nde yerleşmelerine izin vermeyerek bu sorunu daha o zaman çözmek fırsatı kaçırılmış ve Azerbaycan için geri dönülmesi çok zor görünen tarihi bir çözüm fırsatı kaçırılmıştır. Dağlık Karabağ'a sokulmayan göçmenler başta başkent Bakü olmak üzere Sumgayıt ve diğer şehirlere doğru yöneldiler. Bu arada Bakü ve Sumgayıt gibi şehirlerde yaşayan Ermeniler de Ermenistan'dan kovulan Azerilerin baskılarına maruz kalarak Azerbaycan'ı terk etmek durumunda kaldılar. Böylece her iki toplumda göçmenlerle başlayan karşılıklı gerginlik yerini silahlı çatışmalara bıraktı (Oğan, 2001: 431). Ermenilerin Dağlık Karabağ üzerindeki hak iddiaları burada nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları kabulünden yola çıkmaktadır. Ermenilerin mevcut durum itibariyle Dağlık Karabağ’da çoğunluğu teşkil ettikleri bir gerçektir. 1989 sayımına göre Dağlık Karabağ nüfusunun %75’i Ermenilerden, %25’i Azerilerden oluşmaktadır (Seferov, 2005: 396). 26 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ Ancak burada Ermeni sayısının artmasının temel nedeni Rusya’nın Kafkaslarda izlediği politikadır. Ayrıca Rusya için Kafkasya politikasında Ermenistan ve genel anlamda Ermenilerin vazgeçilmez oluşu Ermenilerin Dağlık Karabağ tezini güçlendirmektedir. Azerbaycan nüfusunun 1/3'ü Dağlık Karabağ Savaşı’ndan doğrudan veya dolaylı olarak zarar görmüştür. Dağlık Karabağ Sorunu ile ilgili olarak da sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlardan bütün ülke vatandaşları etkilenmektedir. Sovyetler Birliği Dönemi’nde Azerbaycan’da, Azerbaycan Türklerinin nüfusuna göre diğer etnik toplulukların miktar ve oranı daha az olup, ayrıca her geçen sayımda düştüğü görülmüştür. Şöyle ki, diğer toplulukların toplam oranı 1959 nüfus sayımında % 33 dolaylarında iken, Sovyet Dönemi son nüfus sayımı olan 1989 yılında % 17’ye düşmüştür (Seferov, 2005: 397). Azerbaycan topraklarının % 20’si Ermenistan tarafından işgal edilmiştir ve nüfusunun % 13’ü kendi tarihsel yurtları içerisinde göçmen durumuna düşürülmüştür. İşgal edilen bölgelerden 4.392 km²'lik toprak sahasına sahip Yukarı Karabağ'dan 192.300 kişi olmak üzere toplam 950 bin kişi yıllarca yaşadıkları ata yurtlarından kovularak Azerbaycan'ın içlerinde çadırlarda yaşamaya mahkûm edilmişlerdir (Oğan, 2001: 431). Yurtlarından olan yaklaşık bir milyon Azeri, mülteci durumuna düşmüş, en ağır şartlarda yıllarca yaşam mücadelesi vermişlerdir. Azerbaycan’da bu gelişmeler yaşanırken, Karabağ Savaşı, Ermeni nüfusu da oldukça etkilemiştir. 1988’e gelindiğinde Sovyetler Birliğinde yaşayan Ermeniler henüz bağımsızlıklarını kazanmadan Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanmasını talep ederek toplu gösterilere başlamışlardı. Erivan hayalet kente dönmüş, özellikle Erivan’da yaşayan Azeriler bir taraftan şehri boşaltırken diğer taraftan Ermeniler gruplar halinde ABD’ye göç etmeye başlamışlardı. ABD’ye olan Emeni akını, 1970’lerde Vietnamlıların ABD’ye toplu halde başlattıkları ilticalardan sonra, ABD’ye yönelik en büyük etnik göç hareketi olmuştu. ABD Dışişleri Bakanlığı hazırladığı raporda; ABD’nin Moskova Büyükelçiliği’ne dayanarak, ABD için çıkış vizesi bekleyen 80 bin Ermeni olduğunu açıklamıştı.1986’da Sovyetlerden göç vizesi alabilen 212 Ermeni’ye karşılık, Ekim 1987’den Mart 1988’e kadar Los Angeles’a 2 bin 500’den çok Ermeni gelmişti. ABD daha sonra Ermenilere kapılarını ardına kadar açmıştır. Ancak bu göçlerin Azerbaycan-Ermenistan arasındaki olaylardan kaynaklanmadığı, yalnızca Sovyet yönetiminin “Glasnost” politikası sonucunda izin verdiği de iddia ediliyordu (Milliyet, 27 Mart 1988, s. 9). Ermenistan’da büyük çaplı nüfus hareketliliği Dağlık Karabağ Sorunu’nun etkisiyle gerçekleşmiş ve Ermenistan’ın demografik yapısında anormal değişimler yaşamıştır. Ermenistan’da Merkezi Seçim Komisyonunun 1991 ve 1994'e ait verileri, son üç yılda ülke nüfusunun % 30 azaldığını göstermektedir. Başka bir ifadeyle, 1993'ün başlarından beri yaklaşık 1 milyon Ermeni ülkeyi terk etmiştir. “Ermenistan nerdeyse hızla insansız bir ülke haline gelmiştir. Karabağ'daki Ermeniler oradan kaçmaktadır ve Rusya ve batıya giden Ermenilerin sayısı süratle artmıştır. Ermenistan Bilimler Akademisi Sosyoloji Araştırma Merkezinin başkanı Georg Pogosyan'in sözlerine göre, Ermenistan nüfusunun % 70'i potansiyel göçmendir. Araştırmalar, Ermenilerin yalnız soğuk ve açlık yüzünden ülkeyi terk etmediklerini göstermektedir. Bunun kendine özgü sosyal ve siyasi sebepleri vardır. Ermeni gazeteleri, son zamanlarda 1993–1994 yıllarında ülkeyi terk eden Ermeniler arasında yapılan bir sosyolojik araştırmanın sonuçlarını yayınlamıştır. Fikirlerine başvurulan Ermenilerin % 45'i polis ve buna benzer kuruluşların keyfi davranışları, % 24'ü 27 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ sosyo-ekonomik sebepler yüzünden ve % 12'si ise serbest ticarete imkân sağlanmadığı için ülkeyi terk ettiğini bildirmiştir (www.ermenisorunu.gen.tr, 20.10.2007). Ermeni göçlerinin kendine özgü sosyal sebepleri de vardır. Dağlık Karabağ’a sonradan gelen bir Ermeni’ye, gazeteciler, neden buraya geldiğini sorduğunda, “Bir Ermeni’ye ‘neden buradasın’ diye sorulmaz”. Çünkü bir Ermeni bir yerde doğar, bir başka yerde büyür, sonra bir yere göçer, herhangi bir yerde ölür” cevabı alelade bir sözden öte Ermeni göçlerinin farklı boyutunun da olduğunu göstermesi açısından önemlidir (Zaman, 24 Nisan 2007, s. 16). Son on yılda ise Ermenistan nüfusu Dağlık Karabağ Sorunu yüzünden %50 oranında azalmıştır. 1–2 milyon Ermeni ise ülkeyi terk ederek başta Rusya olmakla, Avrupa ve ABD'ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Nüfus oranını dengelemek için Ermenistan yönetimi, Karabağ'ın sınır illerinde, İran'da ve Rusya'nın çeşitli yerlerinde yaşayan Kürt nüfusun ülkede yerleşmesine müsaade etmiştir. Yani hem insan, hem de yaşam bakımından Karabağ iki ülke arasında olduğu kadar bütün Kafkasya'da en büyük huzursuzluk kaynağı olarak kalmaya devam etmektedir (Attar, 2005: 7). Koçaryan’ın şahin politikaları ve diasporanın Ermenistan siyasetine müdahalesi devam ettiği sürece yakın zamanda Ermenistan’daki nüfus hareketliliğinin normale döneceği öngörülmemektedir. 4.2.2. Dağlık Karabağ Sorunu ve Din Faktörü Dağlık Karabağ Sorunu sürecinde din unsurunun oldukça etkili olduğu da bir gerçektir. 70 yıllık Sovyet hâkimiyeti boyunca Azeri ve Ermeni toplumlarından din izole edilmek istenmiş ancak Sovyet yönetimi bu konuda başarı sağlayamamıştır. Kafkasya’da yüzyıllardır kökleşen dini gelenek, Azeri ve Ermeni toplumlarını yeniden kendi atmosferine almış, yetmiş yıllık bir engellemenin ardından din toplum hayatındaki en belirgin öğelerden olmuştur. Fakat din, Ermeni ve Azerilerce aynı düzeyde algılanmamıştır. Ermenilerde dini hassasiyet daha ön plana çıkmıştır. Ermeni tarihinde din ve millet ayırt edilemez bir bütün olarak kabul edilmiştir. Bu bütünlüğü sağlayan kurum ise Ermeni Gregoryan Kilisesidir. Ermenilerde bir kilise kültürünün meydana gelmesi, Ermeni yazısının icadı ve İncil'in Ermeniceye tercümesi ile başlamıştır. Tarihçiler, Ermeni kilisesinin Ermeni milletini yarattığında ve onun, Ermeni milletinin ruhu olduğunda müttefiktirler. Onlar için kilise kayıp ülkenin görünen ruhudur (www.ermenisorunu.gen.tr. siyasi 25.12.2007). Ermeniler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, Azeriler gibi, anlaşmazlıklara düşmeden milli birliklerini sağlayabilmeleri Ermeni Kilisesi sayesinde olmuştur. Bu kiliseler arasında Eçmiadzin kilisesinin hususi bir yeri vardır. Eçmiadzin (üç kilise, üç müezzin) kilisesi Erivan yakınında kurulan ilk Ermeni Kilisesidir. Onlara göre, İsa, Ecmiadzin’e inmiş, Ermeni Kilisesi'ni kurmuş; onu Doğu ve Batı'daki Kiliselerden müstakil olarak ortaya çıkarmıştır (Küçük, 1997: 307). Sovyet döneminde asimilasyonun durdurulması ve diaspora Ermenilerinin “tek vücut” haline getirilmeleri için harekete geçen ilk kurum da yine Ermeni Kilisesi olmuştu. Ermeni Kilisesi; sahip olduğu inanç, örf ve adetlerle diğer Hıristiyan Kiliselerinden ayrılmış ve "milli kilise" hüviyetine kavuşmuştur (Küçük, 1997: 168). Ermeni Kilisesi varlığını Ermenilerin var olmasına dayandırmıştır. Yani: “Ermeni varsa, Ermeni kilisesi de vardır, Ermeni ulusu yoksa Ermeni Kilisesi de yoktur.” Böyle bir anlayışın doğal bir sonucu olarak Ermeni Kilisesi’nin, Ermeniliğin ya da Ermeni milliyetçiliğinin merkezi olması doğal karşılanmalıdır (www.ermenisorunu.gen.tr, 25.12.2007). Ermeni milliyetçiliği ve diasporası 28 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ gücünü kiliseden alır. Bundan dolayı Ermenistan Devleti politikası Eçmiadzin ve diasporanın ufku kadardır. Karabağ Savaşı bunun örnekleriyle doludur. Daha 9 Mayıs 1989 tarihinde Washington’daki Türk Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Dr. Heath Lowry “Kafkaslarda Ermeni- Azeri Çatışması” başlıklı bildirisinde Sovyet Ermenistan Cumhuriyetindeki gelişmeleri tarihi bir perspektif içinde değerlendirip, Ermenilerin Karabağ’a ilişkin taleplerinin yüzyıl başındaki toprak taleplerinden soyutlandırılamayacağını ifade ederek, bu yöndeki faaliyetlerin artık Ermeni partiler değil, doğrudan Erivan’daki Eçmiadzin kilisesi tarafından yönlendirildiğini ortaya koymuştu (Hürriyet, 9 Mayıs 1989, s. 12). Batılı devletlerin Karabağ savaşında Ermenistan’a verdikleri desteğin ardında dini kaygılar birinci derecede etkilidir. Ermenileri temeli tarihin derinliklerinden gelen din bağı sayesinde kardeş millet olarak görmüşlerdir. Karabağ savaşı başladığında, Fransız kamuoyu mücadeleye “Kardeş Ermenilere karşı barbar Azeriler” perspektifiyle değerlendirirken, Ermeni ulusuyla Fransa arasındaki bağların Haçlı Seferleri çağına dayandığı da vurgulanıyordu. Ayrıca siyaset bilimci Vaisman Ermenilere “Bu insanlar Kardeşimizdir” sözlerini “Bunlar kalben, inanç (Ermeni milleti, tarihin ilk Hıristiyan milleti değimli?) ve değerler açısından, geçmiş bakımından, kardeşlerimizdir” değerlendirmeleri Ermenilere karşı sempatinin kaynağını açıkça ortaya koyuyordu (Milliyet, 27 Ocak 1990, s. 13). Bağımsızlık sürecinde Ermeniler, kilise bünyesinde birlik oluşturup, iç dinamikleri güçlendirmişlerdi. Azerilerde ise durum biraz daha farklıydı. Azeriler, 70 yıllık Komünist idare altında, dini hürriyetlerinin olmadığı bir ortamda, insanların dini hassasiyetlerinin ne ölçüde olduğu bilinmekteydi. Azerbaycan’da dini duygularının nasıl törpülendiği, üniversite mezunu insan sayısının % 80’lerde olduğu halde dini bilgiler bağlamında fevkalade zayıf oldukları toplumun bir gerçeğiydi. Bağımsızlığın ilk yıllarında Azerbaycan’da insanların büyük bir kısmı dinin, yani Müslümanlığın ilkelerini bilmediği gibi onun ilk şartı olan Kelime-i şahadet getirmesini bile bilmeyen çok sayıda Müslüman vardı (Milliyet, 5 Eylül 1990, s. 13). Azerbaycan bağımsızlığını kazanmadan Azerilerin, İran tipi bir teokratik rejim yapılanması içinde olduğu iddiası ile karşı karşıya kalmışlardı. Hatta Sovyet Devlet Başkanı Gorbaçov, Azerbaycan olaylarının din esasına dayalı ve İran tipi bir İslamcı devlet kurulması amacıyla patlak verdiğini, hiç değilse en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu söylemiş, çatışmaların Azeri- Ermeni, yani bir Müslüman- Hıristiyan savaşı niteliği taşıdığını iddia etmişti. Azerbaycan Halk Cephesi Lideri Ebulfeyz Elçibey ise, Azerbaycan’daki son olayların İran tipi bir yapılanma ve “Hıristiyan-Müslüman” çatışması şeklinde gösterilmesine karşı çıkarak Azerbaycan’da dine dayalı devlet kurma isteklerinin ya da iddialarının olmadığını: “Burada İslamiyeti bilen insan sayısı azdır. Biz nasıl olurda İslam devleti kurarız” sözleriyle yalanlamıştı (Milliyet, 7 Ocak 1990, s. 13 ). Azerbaycan Halk Cephesi Lideri Elçibey gibi dini lider Allahşükür Paşazade de Gorbaçov’a bir mektup yazarak, Azerbaycan’daki olayların dini nedenlere dayanmadığını, sözlerinin tamamen eksik bilgiye dayandığını belirtmişti. Ayrıca Paşazade: “Burada iki cami iki mescitten öteye gitmeyen bir din yapılanması var. Bununla nasıl İslam devleti kurmayı düşünebiliriz. Elhamdülillah müslümanız ancak din devleti kurmak gibi kimsenin 29 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ bir rüyası yok.” sözleriyle de dini yapılanmadan söz edilemeyeceğini vurgulamıştı (Milliyet, 7 Ocak 1990, s. 13). Ebulfeyz Elçibey ise Azerbaycan’a İran’dan gelebilecek dini bir tehlikenin olmadığını belirtmişti. Sebebini ise “Çünkü bizdeki güçlü aydın tabakasını aldatamazlar. İran’da uygulanan gerçek din değildir. Gerçek olursa kabul ederiz, kimse ondan kaçmaz, dinsiz yaşam olmaz. Ama devlet siyasete çevrilmiş bir tarikat uygulamasıdır. Hiçbir memleket dinle yürütülmez, yürütülürse batar. Bende Şii’yim ama İran’da Şiilik, Fars şovenizmine hizmet eden bir sahtekârlıktır.” sözleriyle açıklamıştır (Milliyet, 20 Ocak 1990, s. 4). 70 Yıllık komünist idare altında seküler bir kültürle idare edilmiş bir toplumun elbette birdenbire “dini yapılanma” içerisine girmesinden söz edilemez. Azeriler aynı mezhepten de olsa böyle bir yapılanmaya hazır olmadıkları gibi karşı da durmuşlardı. Onlar biliyorlardı ki milyonlarca Azeri İran’da kendi kimliklerini dışa vuramadan dini yapılanma ve Fars kültürü baskısı altındaydı. İran tipi bir yapılanmayı tercih ettikleri takdirde aynı kaderi paylaşacaklar, milli mefkûrenin canlandığı bir dönemde yağmurdan kaçarken doluya tutulacaklardı. Üstelik İran ve Ermenistan (iki Aryan kavim) Dağlık Karabağ Savaşında, bütün tarihleri boyunca olduğu gibi Türklere karşı birlikte hareket etmişlerdi. İran için din ve mezhepten daha önce ırki özellikler ağır bastığından, Ermenilerin her zaman koruyucusu ve yardımcısı oldular (Aktaş, 2000: 11). İran kavmi özellikleri ön planda tutarken Azerbaycan’dan aynı soydan olmayan Şii yapılanma içerisinde yer alması beklenemezdi. Azerilerin ezici bir çoğunluğu Şii olmasına rağmen tüm bu sebeplerden dolayı Sünni Türkiye’nin yanında olmayı ısrarla istemişlerdir. Gorbaçov, Azerbaycan’da İran tipi bir İslam devleti kurulacağı ardındaki gerçek niyetinin ne olduğu, Türkiye’de de ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. Gorbaçov’un bununla Kafkasya’daki Türklere yönelik şiddet kullanımının (Kanlı Ocak, 19 Ocak 1990) Türkiye’de yaratabileceği tepkileri etkisiz kılmak için, “İslam fanatizmi” imajını kullanmak, bu şekilde laik Türkiye’yi de bu islamcı grubun içine çekmek isteyen bazı batılı devletlere göz kırparak Avrupa’da AT üyeliğine soyunmuş olan Türk yönetimini bir ikilem içerisinde bırakmak, Azerbaycan’daki daha fazla özgürlük istemlerini bir Ermeni- Türk çekişmesi halinde göstermek eğilimi ile ABD’de ve Batıda kendisine daha güçlü bir destek sağlamak, bu yöntemle Türkleri koz olarak kullanıp dağılmayı önlemek maksadında olduğu Türkiye’de tartışılmış ve mukabil politika oluşturulmaya çalışılmıştı (Milliyet, 29 Ocak 1990, s. 11). Türkiye’nin Azerbaycan’daki yapılanmaya destek verdiği iddiası gündeme gelmişti. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD ziyaretlerinin ikinci gününde İnternational Club’da yaptığı konuşmada, “Azeriler ve Sovyetler Birliğindeki diğer Türk asıllı gruplar, bağımsızlık talep ederse, Türkiye’nin tutumu ne olacaktır” sorusuna, Azerbaycanlıların Türkiye’den çok, İran’daki Azerilere yakın olduklarını ve Azerilerin Şii, kendilerinin (Türkiye) ise Sünni olduğunu söylemişti (Milliyet,19 Ocak 1990, s. 12). Bu sözler her ne kadar Türkiye’de muhalefet ve bütün toplum kesimlerinden büyük tepki toplasa da, dünyaya verilmek istenen mesaj açıktı. Azeriler İran’da yaşayan 20 milyon civarındaki Azeri’nin hangi şartlar altında olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Güney Azerbaycan Türklerinden gelecek bir hareket, 30 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ ayrıca Azerilerin, İran'ın rejim ihracına kapılarını kapamaları ve özellikle Elçibey ile beraber Türkiye’ye yaklaşmaları İran’ı büyük endişeye sevk etmişti. Bölgede Türkiye’nin etkin olması İran’ın hareket alanını daraltmaktaydı. Bunlardan dolayı Ermeniler, kendisini “İslam Devleti” olarak adlandıran komşu İran’dan her türlü desteğini almıştır. Buna karşılık İran başta olmak üzere Türk Cumhuriyetleri ve halkı Müslüman olan devletler Azerbaycan'a gerekli desteği vermemişlerdir. İran’ın Karabağ Savaşında Ermeni yanlısı tutumu, Azerbaycan’ı İran seçeneğinden iyice uzaklaştırmıştı. Bağımsızlıktan hemen sonra Azerbaycan’ın dış destek olmadan tek başına ayakta kalabilmesi güçtü. Hatta imkânsızdı. Yardım alabileceği devletlerden biri olan İran’ın tavrı baştan belliydi ve öyle bir seçenek yoktu. O halde mevcut iki seçenek söz konusuydu: Türkiye ve Rusya. Dağlık Karabağ Savaşı ile ilgili yapılan gazete taramalarında konu ile ilgili olarak dikkat çekici bir husus; Türkiye’nin adının daha çok, Müslüman–Hıristiyan çatışması tartışmalarıyla beraber anılıyor olmasıydı. Hatta dönemin Başbakanı Süleyman Demirel dahi Dağlık Karabağ Meselesi’nin yeni bir İsrail doğurabileceğini daha ötesi meselenin Müslüman- Hıristiyan çatışması tehlikesinin söz konusu olduğunu söyleyebilmişti (Milliyet, 17 Şubat 1992, s. 10). Bu tür iddiaları dile getirinler daha çok Ermeni din adamları ve Ruslardı. Böylece Azerilerin dünyada tek umudu olan Türkiye’yi de bu tür korkularla saf dışı bırakarak Azerilere tek seçenek olarak Rusya bırakılmak isteniyordu. Müslüman Tükiye zaten taraf olarak gösterilip Kafkas olaylarından soyutlanmalı fakat Hıristiyan Ermenistan ve Hıristiyan Rusya’yı batı sorgulamamalıydı çünkü Hıristiyan toplumları sözüm ona hisleriyle hareket etmeyen ve radikallik taşımayan gruplardı. Batı olayı tıpkı 19. yy gözüyle görmüş ve bir misyoner duyarlılığıyla olaya yaklaşmıştır. Ermenistan’ın en büyük destekçisi Rusya olmuştur. Kafkasya da kontrolü elde tutmak ve çıkarlarını sürdürebilmek için bölgede Ermenistan’ın varlığına inanmışlar ve Ermenilere her türlü askeri ve silah yardımında bulunmuşlardı. Dağlık Karabağ’da 366. Motorize Piyade Alayı’görev yapan ve Hocalı Katliamından sonra firar eden dört Rus askeri (Pavel Antipov, Yuri Lyakoviç, Pavel Zuyev ve Aleksey Bondarev) basın açıklaması yaparak: “Kutsal bir görev olarak Azerilere karşı çarpışmaya teşvik edildiklerini” ve “Aynı dinden olan Ermenilerin safına Müslüman Azerilere karşı savaşmaya çağrıldıklarını” anlatmışlardı (Hürriyet, 3 Mart 1992, s. 21). Bu da Rusya’nın kendi emelleri için kutsal değerleri kullandığını göstermesi açısından önemlidir. 70 yıllık Sovyet iktidarı döneminde dinsizlikten başka din kabul etmeyen Rusların, Karabağ Savaşı’nda askerlerini kutsal değerler için savaşa teşvik etmesi trajikomik bir durumdu. Dünyanın önemli noktalarındaki hemen hemen tüm sorunlarda, çatışmalarda Batı dünyası (özellikle ABD ve Rusya) hep farklı tarafları desteklemişlerdi. ABD ve Rusya Ermenileri desteklemişlerdir. Karabağ sorunu bu konuda büyük bir ihtimalle tek istisnayı oluşturmaktadır. Bunun sebebini ekonomik kaygılarla açıklamak doğru değildir, eğer öyle olsaydı ilk zamanlarda çıkar çatışmalarından bahsedilebileceği gibi ekonomik açıdan Ermenistan’dan çok daha fazla imkâna sahip olan Azerbaycan daha avantajlıydı. 31 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ İstanbul ve Türkiye Ermenileri Patriği Karekin Kazancıyan Karabağ’da masum insanların öldüğünü, çatışmanın Müslüman-Hıristiyan çatışması olarak getirme çabalarının kaygı verici olduğunu, dinin siyasete alet edilmememsi gerektiğini vurguluyordu (Cumhuriyet, 7 Mart 1992, s. 7). Levon Ter Petrosyan da Ermenistan’ın bölgedeki sorunu bir din çatışmana dönüşmesini ve Hıristiyanlık –Müslümanlık çatışmasının yeni bir sahnesi olmasını engellemek için hiçbir çabadan kaçmayacağını vurguluyordu (Cumhuriyet, 4 Haziran 1992, s. 17). 4.2.3. Dağlık Karabağ Sorunu ve Ekonomi Dağlık Karabağ coğrafyası adından da anlaşılacağı üzere dağlık bir bölgedir ve ekonomik imkânları da sınırlıdır. Bölge insanlarının en önemli ekonomik uğraşı hayvancılık ve bağcılıktır. Dağlık Karabağ coğrafi açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da Azerbaycan’a bağlıdır ve Azerbaycan ile bütünlük arz eder. Ermenistan’a bağlanmadan önce ulaşım imkânlarının da sağladığı avantajla tüm ekonomik bağlantılar Azerbaycan ile yapılmaktaydı. Zaten Dağlık Karabağ yukarda bahsedildiği üzere Azerbaycan toprakları içerisinde yer alır. Dağlık Karabağ dışında Karabağ coğrafyasının bütününde ise ekonomik imkânlar daha fazla olup sulu tarıma da elverişliydi. Hem planlama, hem enerji ve hem de tüketim malları yönünden Azerbaycan’a bağlı olan Dağlık Karabağ bölgesinin Ermenistan’a bağlanmasının ciddi sonuçlar doğuracağı Ermenistan’ın yanı sıra bölge ülkeleri tarafından da bilinmekteydi Dağlık Karabağ’da yaşayan insanların büyük çoğunluğunu Ermeniler oluşturmaktaydı. 1986 yılında Gorbaçov alkollü içkilere, üretim sınırlaması getirmesi üzerine bu yasak Karabağ'da bağcılığı öldürmüş, binlerce Ermeni’nin işsiz kalmasına sebep oldu (Ruşendil ve Kelipur, 1989: 15). Bu durum Dağlık Karabağ’da yaşayan Ermenilerin farklı taleplerle Gorbaçov’un karşısına çıkmalarına sebep oldu ve bölgede hareketlilik arttı. Ermenistan’ın bu durumdan nemalanmak istemesiyle Azerbaycan ile karşı karşıya geldi. SSCB’de 15 müttefik cumhuriyet kağıt üzerinde eşit haklara sahip olmasına rağmen, Azerbaycan gibi endüstrileştirilmemiş cumhuriyetin yıllık milli gelirinin % 20-25'ini Moskova'daki ittifak fonlarına göndermesi karşısında, SSCB’nin en küçük ve kaynakları en sınırlı cumhuriyeti olan Ermenistan sadece % 8.2'sini gönderiyordu. Bu durumda Azeriler özellikle Ermenistan’a tanınan ekonomik ayrıcalığın kabul edilemez olduğunun sürekli altı çiziliyordu. Bağımsızlığın en çok ekonomik açıdan rahatlama getireceği düşünülürken, hiçte düşünüldüğü gibi olmamıştır. Çünkü cumhuriyetler ekonomik olarak birbirlerine nihayetinde Rusya’ya bağlıydı. Ekonomik olarak tek başlarına ayakta durabilme olanakları yoktu. Azerbaycan Sovyet hâkimiyetinde kaldığı dönemde başta petrol olmak üzere kendi kaynaklarına malik değildi. Dünya petrollerinin %15’i Hazar’daydı. Hazar’ın güneyindeki Bakü şehrinin hususi bir yeri olup petrol zengini bir şehirdi. Dünyada ilk kez 1847 yılında, Bakü’de Bibihaybat’ta petrol kuyusu kazılmış ve ilk kez Bakü’de sanayi alanında petrol üretimine başlanmıştı. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Azerbaycan dünyanın petrol üreten en büyük ülkesi olmuştu. 20. yüzyılın başlarında dünyada üretilen petrolün yüzde 50’sinden fazlası Bakü’den çıkarılmıştır (Aiyev, 1998: 157). İlk zamanlardan itibaren Bakü petrolü hep Rusya’nın kontrolünde oldu. Daha 1920’lerde Lenin Bakü’de çıkan petrolü Rusya’nın petrolü ilan etti (Ruşendil ve Kelipur, 1989: 15). 1920’lere kadar 32 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ Bakü, kapitalizmin oldukça geliştiği bir sanayi kentiydi. Bakü öyle bir dönem yaşıyordu ki bugün fakir olanın yarın milyoner olması işten bile değildi. Kimin küçük bir toprağı olsa orada bir petrol kuyusu açardı. Böylece Bakü milyoner kentine dönmüştü. Sovyet dönemiyle beraber durum tamamen tersine döndü. Bakü’de çıkarılan petrol Karedeniz’in kuzeyinde Krasnodar’daki rafinelere gönderilip işlendikten sonra tekrar benzin, mazot olarak Bakü’ye gelirdi. Hâlbuki Bakü’nün petrolünü Bakü’de işlemek, işyeri açmak mümkündü fakat öyle yapılmamıştır. Sebebine gelince eğer bir gün Azerbaycan ve Ermenistan Sovyetlerden ayrılmak isterse bağımsız ve kendi içinde bütünlüğü olan ekonomik gücü olmasın. Her cumhuriyet için durum aynıydı. Örneğin Karabağ’da Ermeniler greve gittikleri zaman, ta Baltık kıyılarındaki Estonya’da bir saat Fabrikasında işler duruyordu. Çünkü burada üretilen saatler için gerekli parçalardan biri Karabağ’da üretiliyordu. Bütün cumhuriyetlerdeki sanayi kuruluşları, zikzak şeklinde birbirine bağlıydı. Bir yerde iş durduğu zaman diğerinde de dururdu (Hürriyet, 25 Ocak 1989, s. 15). İşte bu yüzden SSCB’nin dağılması cumhuriyetler için felaket getirdi. Bakü petrolü’nün geliri kendisine dönseydi Azerbaycan petrol ihraç eden Arap ülkeleriyle zenginlikte boy ölçüşebilirdi. Azerbaycan’da “kara toprak” denilen çok verimli topraklar, Sovyetlerin son 20 yılında baştanbaşa pamuk tarlalarına ve üzüm bağlarına çevrildi. Daha çok meyve ve sebze yetiştirmeye uygun olan toprakların kendine özgü nitelikleri göz önüne alınmadı. Devlete pamuk lazım olduğunda Azerbaycan’ı pamuk tarlasına dönüştürdüler. Verimi arttırmak için aşırı gübreleme yaptılar. Öyle ki 200 gram yerine 6 kilo gübre atılıyordu. Bu şekilde toprak hastalanıyordu. Aşırı gübreleme hem toprağı, hem de halkı zehirlemişti. Devlet çiftçiden düşük fiyatta aldığı ürünü yüksek fiyatlara satıyordu (Hürriyet, 25 Ocak 1989, s. 15). Üzüm bağlarıyla donatılan Azerbaycan’da sayısız şarap fabrikası vardı bu fabrikalarda üretilen şaraplar başka yerlere gönderiliyordu Azeriler buna ihtiyacı yoktu çünkü Azeriler genelde şarap içmezlerdi (Hürriyet, 25 Ocak 1989, s. 15). Buna rağmen Aliyev Azerbaycan’da üzüm üretimini olağanüstü arttırdığı için Moskova’dan başarı ödülü dahi almıştı. Sovyet döneminde Azerbaycan petrolünü pamuğunu, üzümünü meyve ve sebzesini verdiği halde hala büyük borç altındaydı. Moskova 1989’a gelindiğinde cumhuriyetlere özerklik verilmediğinden ekonomik durum berbat durumdaydı. Hatta insanlar kendi topraklarında ne ekeceklerine kendileri karar veremezlerdi. 70 yılda Azerbaycan’ın tüm kaynakları Moskova’ya taşınmıştır. Türk asıllı Rus Gazeteci Mihriban Vezirova’nın, kendisiyle yapılan röportajda “Türkiye’de en çok neyi beğendiniz” sorusuna “Türkiye topraklarında üretilen ne varsa, hepsinin Türkiye’ye ait olması.”şeklinde cevap vermesi Azerbaycan’da olmayan ekonomik özgürlüğün önemini vurguluyordu (Hürriyet, 25 Ocak 1989, s. 15). Abdurrahman Vezirov döneminde ekonomik anlamda bazı ilerlemeler yaşandı. Gorbaçov’un glasnost ve perestroykası tabana yansımadı. Toprak yirmi yıllığına çiftçiye kiralanır hale gelmişti ancak halk bundan da memnun değildi. İstiyorlardı ki çocuklarına bırakacakları toprakları olsun. Ekonomik çıkmaz için toprakların satılması gündeme getirilmişti. Politbüro üyeleri bunun sosyalist sistemden uzaklaşma anlamına geleceğini ve kapitalizmin geleceğinden korkuluyordu (Hürriyet, 25 Ocak 1989, s. 15). 33 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ 18 Ekim 1989 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra sahip olduğu enerji kaynakları sebebiyle “Kafkasya’nın Kuveyt’i” olarak anılmaya başlanmıştı. Ancak Azerbaycan’ın bağımsızlık süreci ve bağımsızlığının ilk yılları oldukça sancılı geçmiştir. Ülke SSCB’nin son yıllarından başlayarak 1988 yılından itibaren Ermenistan’ın silahlı saldırılarına maruz kaldı. Dağlık Karabağ Savaş sürecinde enflasyon fırladı ve ekonomi kısa sürede iflas etti (Hürriyet, 25 Ocak 1989, s. 15). Azerbaycan'ın bağımsızlık sonrası yaşadığı iç çatışmalar, Karabağ Meselesi, darbeler ve demokrasi sorunları sebebiyle uluslararası ortamdaki konumu bu açıdan bakıldığında pek parlak olmamakla beraber yine de zengin enerji kaynakları sebebiyle ekonomik açıdan gelecek vadeden bir ülke olarak algılanmaktaydı (Oğan, 2001: 56). Azerbaycan bağımsızlıkla beraber Sovyet sömürüsünden kurtulacağını düşünürken Dağlık Karabağ savaşı ile BDT çatısını kabul etmek durumunda kalmıştır. Aliyev’le beraber ekonomik sıçrama yapılmış. Belirgin siyasi ortam ekonomik olanakları da beraberinde getirmiştir. Ülkede istikrarın sağlanmasıyla birlikte petrol ve gaz antlaşmaları imzalanmaya başlanmıştır. 20 Eylül 1994 tarihinde enerji literatürüne Aliyev’in tabiri ile “asrın antlaşması” olarak geçen ve petrolün ilk defa köklü bir şekilde yabancı yatırıma açıldığı antlaşma imzalanmıştır (Aliyev, 1998: 150). Bu antlaşmayla Azerbaycan büyük devletlere pay vererek kendini bir tür güvence altına almıştır. Rusya da bundan payını almıştır. Azerbaycan için 1992–1993 yılları kâbus dolu yıllar olmuş, ancak ateşkesten sonra toparlanma yaşanmıştır. GSMH'da ki büyüme hızı 1990'da % -11.7, 1991'de % -7.8, 1992'de -22.6, 1993'te % -23.1, 1994'te -%-19.7, 1995'te % -11,8 olarak gerçekleşmişti. Bu hızlı düşüş trendi ancak 1996 yılının ikinci yarısından itibaren büyümeye başlamış ve % 1,3'lük pozitif büyüme hızına ulaşılmıştır (Oğan, 2001: 56). Azeri lideri Haydar Aliyev ülkenin son durumunu şöyle özetlemiştir: “Azerbaycan'ın ekonomisinde yükseliş başlıyor. Ülkemizde geçen yıl genel yurtiçi üretim yüzde 1,3 bu yıl ise yüzde 5'tir. Endüstride üretim her yıl yüzde 20–25 aşağıya düşmekteydi. Şimdi düşüş durmuştur. Bu yılın ilk dokuz ayında tahminen yüzde 1'dir. Azerbaycan'da 1993 yılı enflasyon oranı yıl içinde yüzde 1600'dü. Bu geçen yıl yüzde 6 olmuştur. Bu yılın ilk dokuz ayında enflasyon yoktur. Sıfıra inmiştir. Ekonomik reformlar sürmektedir” (Aliyev, 1998: 150). Azerbaycan 1994 yılına kadar ekonomik olarak Rusya’ya bağlıydı. 1992’de tedavüle çıkarılan manat Rus rublesinin etkisi altına girmekten kurtulamadı. Aliyev’in 1994 “Yüzyılın anlaşması”yla “petrol kartı”nı devreye sokmasıyla Rus etkisi kırılmaya başlanmıştır. Dağlık Karabağ Karabağ Savaşı’nın bilânçosu çok ağırdır. Ne demokrasi ne de ekonomik zorluklar Azeri halkının dikkat ettikleri en önemli konular değildi. Ermenistan'la olan savaş ve bu savaşın sonuçları halkın en hayati meselesiydi. Ermeniler, Azerbaycan topraklarının %25'ini ve sulanan topraklarının %70'lik bir kısmını işgal etmişti. Bir milyon civarında mülteci kasabalarda sokaklarda açık havada çadırlarda, mağaralarda, su, gıda, elektrik, ilaç olamadan yaşamaya çalıştılar. Bazı mülteci kamplarında işsizlik oranı yüzde yüz idi (Gürbüz, 2003: 100). Ermeni işgali Azerbaycan'ın önemli miktarda ekonomik kaybına da sebep olmuştur. 60 Milyar dolar olarak hesaplanan bu ekonomik kayıp ile Azerbaycan'ın bu bölgesinde 34 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ 7.000'e yakın sanayi, tarım ve diğer müesseseler kapatılmıştır. Bu müesseseler ile ülke ekonomisinde toplam tahıl hâsılatının % 24'ü, alkollü içki imalatının % 41’i patates üretiminin % 46'sı, et üretiminin % 18'i ve süt üretiminin ise % 34'ü karşılanmaktaydı. Yanı sıra; bu bölgede bulunan 616 okul, 242 çocuk yuvası, 24 683 kütüphane, 464'den fazla tarihi eser ve müze, 695 hastane, poliklinik ve sağlık ocağı, Azerbaycanlıların meskûnlaştığı 724 şehir, köy ve kasaba işgal edilmiştir. Azerbaycan'ın bu bölgelerinin işgali ile beraber ülkenin ekolojik sistemine önemli miktarda zarar verilmiş, bölgedeki ormanlar tahrip edilmiştir (Oğan, 2001: 315). Ermeni-Azeri savaşı sonucunda Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisini işgal etmesi ve bir milyon Azeri'nin perişan mülteciler konumuna düşmesi, Ankara'nın Erivan'a yönelik barış ve işbirliği girişimini sekteye uğrattı. Bu durumda, Türkiye, Ermenistan'a sınır kapılarını 1993'te, hava sahasını ise 1994'te kapattı ( www.turksam.org.tr, 10.03.2007). Bu gelişmeler ekonomik açıdan Ermenistan’ın geleceğini karartmıştır. Ermenistan ekonomik refaha kavuşabilmesinin yolunun Türkiye olduğu zamanla anlaşılmıştır. Azerbaycan’ın karşılaştığı uluslararası destek sorunlarına karşın, Ermenistan’a, Rusya, AB, ABD, IMF ve Dünya Bankasından adeta yardım yağdı. Ermenistan, dünyada kişi başına düşen en fazla Amerikan yardımı alan ülke konumuna yükseldi. Azerbaycan’ın Ermenistan’a uyguladığı ambargo uluslararası platformda bu ülkeye karşı haksız bir reaksiyon başlattı. Bunun sonucu olarak 1990’ların başlarında ABD, İsrail, Güney Kore, Kanada gibi ülkelerin de içinde yer aldığı 18 ülke Azerbaycan’a her türlü ticaret yasağı getirdi. Amerikan şirketlerinin Azeri petrolü projelerinde aslan payını almalarına rağmen ve Azerbaycan’ın petrol pazarlıklarında ABD’nin ricasıyla İran’ı dışarıda bırakmasına rağmen Azerbaycan’a yönelik ambargo uzun bir süre devam etti (Gürbüz, 2003: 100). Azerbaycan’a uygulanan ambargo, Türkiye’nin Ermenistan’a uyguladığı ambargodan çok daha ağır ve ezici olmuştur. Dağlık Karabağ Savaşı’nın Ermenistan ekonomisine zararı büyük olmuştur. Ermenistan’da deprem 1988 yılında yaklaşık 100 bin insanın kaybına ve ülke ekonomisinin batmasına sebep olmuştur. Buna rağmen Ermenistan Karabağ Savaşı’nda tam bir başarı elde etmiştir. Batılı devletler dünyanın dört biryandan Ermenistan’a yardımı bu başarıyı getirmiştir. Türkiye de Karabağ Savaşı sürerken kendi toprakları üzerinden yardım yapılmasına izin verdiği gibi binlerce ton buğday yardımı yapmıştır. Azeriler, yardım esnasında batılı devletlerin ihtiyaç maddeleri yanında gelişmiş modern silahların taşındığını iddialı bir biçimde vurgulamaktaydılar (Hürriyet, 26 Eylül 1991, s. 12). Doğal olarak şu tepkiyi veriyorlardı; Gıda yardımına muhtaç olan Ermenistan bu kadar modern silahı hangi parayla alabiliyorlardı? Karabağ Savaşı esnasında Ermenilerin özellikle Sovyet yapımı çok üstün silahlara sahip oldukları biliniyordu. Savaş sırasında Azerbaycan’ın yaşadığı kabus savaştan sonra da Ermenistan yaşadı. Bağımsızlık, Ermenistan’ın ekonomik sorunlarını çözmeye yetmedi. 1991- 1994 dönemini Karabağ sorunu ve ekonomik sıkıntılar belirledi. 1992’den 1994’e kadar süren Karabağ savaşı ateşkes anlaşmasıyla sonuçlandığında 350 bin Ermeni ve 950 bin Azeri doğup büyüdükleri yerleri terk etmek zorunda kalmıştı. Kalıcı barış anlaşması ise günümüze kadar imzalanamadı. Ermenistan askeri zafer kazanmıştı ama, ekonomik alanda kaybetmişti: Azerbaycan ve Türkiye’nin 1993’ten bu yana uyguladığı ambargo nedeniyle ülkede 35 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ haberleşme kesildi, taşımacılık durdu ve ekonomiyi felce uğratan bir enerji krizi başladı. 1994’teki ateşkesin ardından Ter Petrosyan yönetimi ekonomik reformlara el attı. Enerji krizi hafifletildi. 1996’da yapılan ikinci cumhurbaşkanlığı seçimlerini Ter-Petrosyan yeniden kazandı, ancak iktidar kanadı onun Karabağ sorununa çözüm arayan pragmatizmine karşı çıkınca, sonlarında istifa etmek zorunda kaldı ( www.turkishtime.org, 20.10.2007). Ermenistan’ın Dağlık Karabağ sorunu sürecinde Türkiye’ye karşı tutumu, sınır kapılarının kapalı tutulmasına ve ekonomik ambargonun devamına neden olmuştur. Bu da Ermenistan her zaman dış desteğe muhtaç ve ancak dış destekle ayakta durabilir bir pozisyona düşürmüştür. 1996’da yapılan ikinci cumhurbaşkanlığı seçimlerini Ter-Petrosyan yeniden kazandı, ancak iktidar kanadı onun Karabağ sorununa çözüm arayan pragmatizmine karşı çıkınca, sonlarında istifa etmek zorunda kaldı. Ermenistan ekonomisinin nispeten zayıf olmasının en önemli nedeni coğrafi konumudur. Dağlık bir bölgede ulaşım yolları zayıf bir ülke olan Ermenistan komşularının tersine doğal kaynaklar açısından da zengin bir ülke sayılamaz. Denize sınırı olmayan “Kapalı” bir devlettir. Nüfusun azlığı bir diğer sorundur. Küçük ve sürekli olarak dış göç veren bir nüfusun ciddi bir pazar oluşturamayacağı açıktır. Siyasi istikrarsızlık sonucunda gelişen rüşvet ve ahlaki değerlerde yozlaşma da ekonomik gelişmeyi engelleyen önemli etkenler arasında sayılmaktadır. Ekonomik yapı Ermeni dış politikasının manevra alanını daraltmış, pazarlık gücünü azaltmıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak Ermenistan'ın daha pasif, belki de daha fazla taviz veren bir dış politika izlemesi beklenebilirdi. Ancak bir sonraki etkilerin de katkısıyla sonuç tam tersi bir yönde olmuştur. Zayıf ekonomi aşırıların güç kazanmalarına neden olmuştur. Diasporanın da etkisiyle bu durum Ermenistan’da daha saldırgan ve tepkisel bir dış politikaya yol açmıştır (Laçiner, 2002: 188). 4.2.4. Dağlık Karabağ Sorunu ve Diaspora Diaspora (Yunanca yayılma anlamına gelmektedir.) halkın ya da etnik grubun, tarihi vatanının dışında yaşayan belirli bir kısmıdır. Diaspora zorla göç ettirme, soykırım tehlikesi, siyasi, dini, ideolojik, ekonomik, bazen de coğrafi ve doğal etkenler yüzünden ortaya çıkmaktadır (İbrahimli, 2001: 469). Türk toplumunda diaspora denildiği zaman akla ilk olarak Ermeniler ve onların faaliyetleri akla gelmektedir. Bu da Ermenilerin daha örgütlü ve mobil olabilmelerinden kaynaklanmaktadır. Dünyada birçok bölgesinde dağınık bir şekilde yaşayan Ermenilerin sayıları da azımsanmayacak düzeydedir. Ermenilerin belirli bir yoğunlukta yaşadığı başta ABD olmak üzere Fransa, Kanada Lübnan, Rusya, Avustralya, İran ve İngiltere gibi ülkelerde örgütlendikleri görülüyor. ABD'deki nüfusu 750.000 kadardır. Kanada'da 50.000 kadar Ermeni yaşamaktadır. Avrupa'da ise Fransa 300.000 kişi ile en fazla Ermeni'nin yaşadığı ülkedir. Ortadoğu'da 200.000'er kişi ile Ermeni toplumu İran ve Lübnan'da yoğunlaşmaktadır. Avustralya'da da Ermeni nüfusu 30.000 kadardır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun toplam sayısı 45 milyon civarındadır. Söz konusu Ermeni örgütler çok çeşitli alanlarda faaliyet göstermektedir. Eğitim, sağlık, din hizmetleri ve politika bunlardan bazılarıdır (www.ermenisorunu.gen.tr, 20.06.2007). 36 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun kurduğu organizasyonlar genel olarak araştırma kuruluşları, yardım kuruluşları, kültürel ve sportif amaçlı kuruluşlar olarak sınıflandırılabilir. Bunların yanında hemen her ülkede yukarıda değinilen kendini politik parti olarak adlandıran Taşnak, Hınçak ve Ramgavar örgütleri bulunmaktadır. Yine pek çok ülkede Ermeni Ulusal Komitesi adlı organizasyon vardır. Bu her ülkede o ülkenin adıyla ortaya çıkmaktadır ( www.ermenisorunu.gen.tr, 20.06.2007). Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun organizasyonları faaliyetlerinde 1915 Olayları (soykırım iddialarını) ön plâna çıkaran ve bulunduktan ülkelerin yönetimlerini bu noktada yönlendirmeyi amaçlayan bir çizgiyi takip etmektedirler. Araştırma merkezleri gerek hükümetler dışı organizasyon gerekse üniversiteler bünyesinde faaliyet gösterenler, soykırım iddialarını içeren bilgi şöleni, panel ve konferanslar düzenlemektedirler. Ermeni Ulusal Komiteleri Ermenilerin bulundukları ülkelerin politik yaşamına katılmaları ve Ermeni toplumunun görüşlerinin medyada yer alması için gerekli çalışmaları yapmaktadırlar. AGBU gibi yardım kuruluşları ve bazı kültürel amaçlı kuruluşlar dünyanın çeşitli ülkelerindeki Ermenilerin ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı faaliyetleri içerisindedirler. Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar), Hınçaklar ve Ramgavarlar ile Amerika Ermeni Asamblesi (Armenian Assembly of America-AAA) ve Ermeni Ulusal Komiteleri tamamen politik alanda yoğunlaşmışlardır. Amerika Ermeni Asamblesi ve Amerika Ermeni Ulusal Komitesi soykırım iddialarının ABD Kongresine taşınmasında itici güç durumundadırlar. Bunlar ayrıca ABD'deki Ermeni lobisinin de ana unsurlarıdır. Türkiye'ye yönelik ABD yardımlarının engellenmesi. Türkiye' ye ABD'nin silâh satışının önlenmesi. Azerbaycan'a ABD yardımının yapılmasının önlenmesi ve Ermenistan'ın her alanda ABD tarafından desteklenmesi ABD'deki Ermeni lobisinin ana amaçlarındandır (www.ermenisorunu.gen.tr, 20.06.2007). ABD’deki Ermeni kuruluşları 1988’deki deprem felaketi sonrasında, enerjilerinin nerdeyse tamamını Sovyet Ermenistan’ın yeniden imarına dönük faaliyetlere ayırmışlardı (Hürriyet, 24 Şubat 1989, s. 10). Başta ABD olmak üzere dünyanın birçok yerinde Diaspora Ermenileri benzer faaliyette bulunarak konuyu dünya kamuoyuna sunmaktadırlar. 1915 olayları “Türklerin Ermenilere yaptıkları soykırım” olarak efsaneleştirilmiştir. Bu durum bir "soykırım" endüstrisinin oluşmasına neden olmuştur. Bu sayede aşırı milliyetçiliğin en çok ihtiyaç duyduğu iki unsur, yani anavatanından uzakta olmak ve geçmişte yaşanılan acılar bir araya gelmiştir. Bu süreç önce Türk karşıtı, ardından da Türkiye karşıtı bir hal almış ve diaspora Ermeni milliyetçiliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Uzak ve farklı ülkelerde yaşamanın etkileri de eklenince diaspora Ermenileri Ermenistan Ermenilerinden çok daha hırçın ve uzlaşmadan uzak bir hale gelmişlerdir (Laçiner, 2002: 188). Vatandan uzakta ve acılarla örülmüş bir tarih anlayışı, diaspora Ermenilerini çoğu zaman reel politikadan çok uzak bir tavır sergileyebilmektedirler. Önüne gelen her fırsatı değerlendiren Ermeniler bulundukları bölgelerde her platformda Türk düşmanlığı yaparak avantaj kazanma yarışında olmuşlardır. Diaspora Ermenileri toplu yaşadıkları yerlerde özellikle seçim dönemlerini değerlendirmektedirler. İlk Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan diaspora kuruluşlarının Ermenistan üzerindeki etkisini kırmak istemiş, hatta Taşnaklar gibi bazı kuruluşların Ermenistan'daki 37 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ faaliyetlerini yasaklamıştır. Ter-Petrosyan'ın diaspora ile ilgili 'kontrol altına alma' çabaları bazı gruplarca diasporanın 'küstürüldügü' şeklinde yorumlandıysa da, Ter-Petrosyan'ın hareketinin diasporaya degil, diasporanın aşırı kuruluşlarına karşı oldugu söylenebilir. Çünkü bu kuruluşlar merkezleri dışarıda oldugu halde şubeleri vasıtasıyla Ermenistan politikalarını belirleme çabasındadırlar. Nitekim Petrosyan'ın devrilmesi sürecinde de bu kuruluşların aktif bir rol oynadıkları görülmektedir. Robert Koçaryan iktidarında ise Ermenistan diaspora ilişkileri radikal bir degişim geçirmiştir. Petrosyan'ın koymuş oldugu yasakları kaldıran Koçaryan, diaspora ile 'barışmak' için bir de gösterilişli bir ErmenistanDiaspora Konferansı düzenlemiştir. İlişkileri kurumsallaştırmak istemiştir. Özellikle Koçaryan ile başlayan dönemde dış politika tamamen diaspora’nın kontrolüne geçmiş iki ülke ( Türkiye- Ermenistan) ilişkileri de bu çerçevede şekillenmiştir (Laçiner, 2002: 188). Holokost denildiği zaman nasıl ki Yahudi soykırımı akla geliyorsa, soykırım (genocide) veya diaspora denildiği zaman Ermeniler akla gelmektedir. Bu da Ermenilerin yıllardır bu işi ne kadar ciddiye aldıklarını ve bu uğurda ne kadar kararlı olduklarının göstergesidir. Tarihi daha yakın olmasına rağmen, Dünyada Karabağ olaylarından çok 1915 olaylarının tartışılmasının da nedeni diasporanın bütün bu çalışmalarıyla açıklanabilir. Azeri diasporasının (göçmenlerinin) da Ermenilerden az olduğu söylenemez. 1999 verilerine göre 40 milyon Azerinin ancak 8 milyonu Azerbaycan toprağı içinde yaşamaktadır. 1980’lerin sonu 1990’ların başlarında Özellikle Karabağ Meselesi parelelinde yurtdışında yaşayan Azerilerle yakınlaşmalar görülmektedir. 1990’da Türkiye de faaliyet göstermekte olan Azerbaycan Kültür Derneği’nin yardımı ile İstanbul da Azerbaycan cemiyetlerinin birinci kurultayını gerçekleştirdi. 1991’de Bakü’de toplantılar toplantı ve sempozyumlar yapıldı. 1992’de bir adım daha atılarak Azerbaycan Cemiyetlerinin Koordinasyon merkezi oluşturuldu ve aynı yıl ağustos ayında Dünya Azerbaycanlılar birinci kurultayının gerçekleştirilmesi karara bağlanmıştır. Haydar Aliyev'in devlet başkanı olmasıyla yabancı ülkeleri devamlı ziyaretleri başladı. Devlet Başkanı ziyaretlerinin çoğunda Azerbaycan diasporası ile ilgilenmekte, önemli temsilcileri ile görüşmeler gerçekleştirmekteydi. Türkiye'deki Azerbaycan Kültür Derneği içerisinde bir grubun, Bakü'deki iktidar değişikliği konusundaki farklı tutumundan dolayı, ayrılarak muhalefet yapması, Azerbaycan iktidarının diasporanın örgütlenmesinden çok yurtdışındaki Azerbaycanlıların siyasal desteği ile ilgilendiğini ortaya koydu. Bir süre sonra Dağlık Karabağ için yürütülen diplomatik, propaganda çalışmaları, lobicilik çalışmaları konusunda Ermenilerin aktifleşmesi, Azerbaycan diasporasının da yeniden aktifleşmesini etkiledi. Bu aktifliğin sonuçlarından birisi, 1997'de Dünya Azerbaycanlıları Kongresi'nin (DAK) kurulması sağlanmış bununla beraber faaliyetlerine de hız vermiştir (İbrahimli, 2001: 469). Diaspora, Ermeni- Azeri İlişkilerini değerlendirirken farklı refleksler geliştirmişti. Azeriler açısından Ermenilerle sorunun kaynağı Karabağ Meselesidir. Oysa Ermeni diasporası meseleyi tümüyle 1915 Tehcir Yasası ve soykırım iddiası üzerine odaklamıştır. İkisinin de beslendiği kaynak ayrıdır. Ayrı kaynaklardan güç alan tarafların aynı mesele üzerinde anlaşabilmeleri ne yazık ki olanaksız gözükmektedir. Diasporanın Ermenistan üzerinde artan nüfuzunun ikinci büyük etkisi Ermenistan'ın Karabağ politikaları üzerindedir. Geçen zaman içinde Koçaryan dahi bir barış yolunun gerekliliğine ikna olmaya başlamışken, diaspora Ermeni kuruluşları böyle bir gelişmeyi 38 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ engellemektedirler. Diaspora Karabağ'ın kurtarılması Ermenilerin modern tarihteki en önemli başarıları olarak kabul edilmiştir. Bu da Karabağ konusunun Ermeniler tarafından taviz ya da uzlaşma arayışını ne kadar zora sokacağını göstermektedir (Laçiner, 2002: 188). Ermeni diasporası gün geçtikçe Ermenistan üzerindeki etkisini arttırmaktadır. Bu süreç Ermenistan'daki olaylar üzerinde Ermenistanlı yöneticilerin etkili olamamasına neden olabilir. Özellikle ekonomi alanında bunun ilk işaretleri alınmaya başlanmıştır da. Bundan da önemlisi Ermenistan'da yaşamayan Ermeni diasporası Ermenistan'ın şartlarını ve ihtiyaçlarını da anlayamamaktadır. Bu da hayalci, belki de uygulanması imkânsız politikaların iç ve dış politikada hükümete empoze edilmesine neden olmaktadır. Türkiye ve Karabağ politikalarındaki gelişmeler bu yöndedir. Koçaryan, TerPetrosyan gibi, ama farklı bir alanda, belki de durduramayacağı bir süreci başlatmıştır. Ter-Petrosyan Karabağ politikalarının altında ezilmiş kendi oluşturduğu ortamın kurbanı olmuştu. Şimdi ise Koçaryan, Ermenistan'ı kısa dönemli çıkarlar için diaspora örgütlerine adeta devretmektedir. Bu süreçten geri dönüş sanıldığı kadar kolay olmayabilir (Laçiner, 2002: 189). Son derece sınırlı imkânlar ve bu imkânlar ile uyumsuz son derece iddialı ve saldırgan hedefler. Sınırlı imkânlar ile iddialı hedeflere ulaşılamayacağı açıktır. Diasporanın hariçten müdahalesi, Ermenistan hükümetinin kendi dış politikasına yeterince hakim olmaması, yani tam anlamıyla bağımsız olamamasına sebep olmaktadır (Laçiner, 2002: 193). Ermenistan son dönemde nüfusuyla ekonomisiyle alarm verir hale gelmiştir. 100 yıllık kin, üzerine diaspora gerçeği, Ermenistan’ı girdabın içine sokmuş ve imkansızlıklar ülkesi haline getirmiştir. Karabağ ile iç siyasette gücünü artıran yönetim ekonomi ve dış politikada elini bağlamış ufuksuz ve kısır bir tabloya sebep olmuştur. Ermeniler etrafındaki devletlerle olan düşmanlığı sağduyulu politikalarla nihayetinde aşacaktır. Buna mecburdur. En önemli çıkar ise var olmaktır. Diaspora Ermenileri arasında en önemli birleştirici güç Türk düşmanlığı olmuştur. Türk düşmanlığını aldığınızda Ermenilerin İngiliz, Fransız, Amerikan vs. kültürleri karşısında asimilasyonları kaçınılmazdır. Bu nedenle ‘soykırım’ ithamları bir tür ulusal reflekstir, ayakta kalma çabasıdır (Laçiner, 2002: 196). 4.2.5. Dağlık Karabağ Sorunu ve Ermeni Siyasi Örgütleri Ermeniler millet olarak devlet tecrübesinden yoksundular. Bağımsızlıklarını kazanıncaya kadar hep başka milletlerin hâkimiyetinde yaşadılar. Milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle bağımsız bir devlet kurma hayalleri kurmaya başlayan Ermeniler dünyanın birçok yerinde örgütlenme yoluna gittiler. Birçok alanda faaliyet gösteren Ermeni örgütleri daha çok terör eylemleriyle adlarını duyurdular. Bu örgütler eylem sahası olarak yoğun olarak yaşadıkları Osmanlı topraklarını seçtiler. Dünyada terörle tanışan ve onu araç olarak uzun zamandır kullanan ender milletlerden birisidir Ermeniler. Siyasi başarısızlıkları Ermenileri bu yola itmiştir. Ermeni örgütleri, seslerini tüm dünyaya duyurmak, kamuoyunu yönlendirmek için Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren sansasyonel eylemlere imza attılar. 39 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ Osmanlı Bankası baskını, 2. Abdülhamit’e suikast girişimi, şehir ve kasabalarda ayaklanmalar bunun tipik örnekleridir. Ermenilerin 19. yüzyılın son çeyreğinde kurdukları Hınçak ve Taşnak örgütleri siyasi parti hüviyetinde görünüp illegal eylemlere imza attılar. 'Türkü, Kürdü, nerede ve hangi şartlarda görürsen öldür. Gericileri, sözünden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, intikam al” Taşnakların Osmanlı döneminde sloganlarındandı (www.eraren.org, 25.12.2007). Ermeni örgütleri yalnız hareket etmiyorlardı. Bu örgütler Osmanlı Devleti sınırları dışında kurulduğu gibi Osmanlı üzerinde ameliyat yapmak isteyen büyük devletler tarafından da yoğun destek gördüler. Ermeni örgütleri Osmanlıdan sonra Türkiye’yi hedef seçerek Türklere karşı eylemlerine devam ettiler. Ermeni militanlarının yaptığı eylemlerde onlarca Türk diplomatı muhtelif yerlerde suikasta kurban gitti. Türk diplomatlarına suikast düzenleyen Soykırım Adalet Komandoları (Justice Comandor) Nemesis üyesi bir Taşnak örgütüdür. “İntikam tanrısı” anlamına gelen NEMESİS Türk devlet adamlarını tek teker öldürme kampanyalarının adıdır. Türk diplomatlarına suikast düzenleyen diğer bir örgüt ASALA "Ermenistan Gizli Ordusu" ise Hınçakların uzantısıdır. ASALA, 1974–1985 yılları arasında 45 Türk diplomatını ve onların aile üyelerini öldürmüştür. Girift bir yapıya sahip olan Ermeni örgütlerinin amacı Soykırım Adalet Komandolarının yayın organı Armenian Weekly dergisinde şöyle özetlenmişti: “Ermeni ulusunun dağılmasından ve 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesinden sorumlu olanlar hak ettikleri şekilde cezalandırılana kadar durmayacağız. Taleplerimiz açıktır: Soykırımın tanınması ve Ermeni topraklarının gerçek sahiplerine, Ermeni halkına iade edilmesi” (Şimşir, 2005: 394). Varoluşlarının temellerini Türk düşmanlığı üzerine oturtan Ermeni örgütlerinin Türkiye’nin dışındaki hedefi ise Azerbaycan Türkleridir. Osmanlı ve sonrasında Türkiye ile olan sorunları ve diğer nedenlerden dolayı Azerbaycan’ı da suçlayan Ermeni grupları benzeri eylemlere bu ülkede de girişmişlerdir. Azerbaycan topraklarının önemli bir kısmını ‘tarihi Ermeni vatanı’ olarak tanımlayan ve bu yerleri ‘kaybedilmiş topraklar’ olarak adlandıran Ermeni Milli Hareketinin silahlı kanadı “fedailer” gibi Ermeni grupları çok sayıda Azerbaycan köyüne baskınlar düzenlemiş ve terör eylemlerinde bulunmuştur. Daha Ermenistan bağımsızlığına kavuşmadan önce Azerbaycan toprakları arasında yer alan Dağlık Karabağ ile Ermenistan’ı birleştirme çabaları başlamıştı. 25 Kasım 1987’de Los Angeles’te “Ermeni Aydınlar Konseyi” kurulmuştu. Konsey kararlarını şöyle belirtmekteydi: “Nahçivan bölgesinin Ermenistan ile birleşmesini sağlamak için gayret göstermek ve Ermenistan ile birleşmek isteyen Karabağ halkını desteklemek.” Bundan başka Amerika’da faaliyette bulunan üç Ermeni siyasi örgütü Hınçak, Ramgavar ve Taşnaklar, SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov’un Aralık 1987’de bu ülkeye yaptığı ziyaret sırasında kendisine ayrı ayrı telgraf ve mesaj yollayarak, Karabağ ve Nahçivan’ın Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bağlanmasını talep etmişlerdi (Milliyet, 12 Mart 1988, s. 7). Ermeni siyasi örgütleri gerek açıklık politikasından gerekse batılı devletlerin verdiği destekten geniş ölçüde yararlanarak manevra alanını genişletmeyi amaçlamaktadırlar. Ermeniler arasında yaşanan milliyetçi uyanışa karşın Azerbaycan’da ciddi iç çekişmeler yaşanmış ve bu çekişmeler ise cephede ciddi kayıplar verilmesine de neden 40 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ olmuştur. 1989’da Dağlık Karabağ’daki Ermeni saldırıları zirve noktasına ulaşmıştır ve zamanla Azerbaycan’ın Karabağ Özerk Bölgesi dışına da sarkmaya başlamıştır. Diaspora Ermenileri, Sovyetlerin son 15–20 yılında Sovyet Ermenilerine büyük paralar topladılar ve onları silahlandırdılar. Silahlar, Beyrut-Erivan hava yoluyla getirildi ve oradan da Ermenistan’ın köylerine ve Dağlık Karabağ’da Ermeni asıllılara dağıtıldı. Para toplayarak ve silahlanarak neyi amaçlıyorlardı? Amaç Sovyetler birliğinden ayrılıp bağımsız bir devlet kurmaktı. Dışarıda yaşayan zengin Ermeniler için gerekli olan da buydu; vatanlarına serbestçe girip çıkmak onu kalkındırıp batılı ülkeler düzeyine taşımak Ermenistan’da yaşayan Ermenilere de bu gerekliydi: Bağımsız demokratik bir ülke. Bu uğurda yapılan propaganda kısa zamanda meyvesini verdi. Dışarıdaki Ermenilerle içerdeki Ermenilerin istekleri aynı noktada birleşince ayaklanma da başladı. Ermenistan’da “Grung Örgütü” kuruldu. Grung, Ermenistan’da turna kuşu anlamına gelir “Grung” örgütü Türkiye’deki Ermenilerin de çok iyi bildiği sıla hasreti şiirinde geçtiği için bu ad verilmiştir.1 Grung örgütü, Karabağ’daki Ermeni örgütleri ve faaliyetlerinin anlaşılması için önemlidir. Türk asıllı Rus gazeteci Mihriban Vezirova’nın Hürriyet Gazetesinde Rusya günlüğünde “Grung” örgütü ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır: “Bu gizli örgüt Ermenilerin ‘Ari’ ırkından geldiğini, en üstün ırk olduğu düşüncesini yaymaya başladı. Bir de silaha sarılmaya başladı ‘Denizden denize fikri ortaya atıldı.’ Ermenistan’ın Hazar denizinden, Ege kıyılarına dek uzandığı iddia edilerek, bu devletin yeniden kurulması gerektiği savunuldu. Artık bu toprakları geri alma zamanı gelmişti. Dünyaya meydan okumanın tam sırasıydı. Grung Örgütü, Sovyetler Birliği’nin Ermenistan’a kendi tasarrufu altına alacak atom silahları verilmesini isteyecek kadar ileri gitti. Eğer atom silahları olursa onlara kimse dokunamazdı. Hatta bu sayede topraklar geri alınabilirdi. Örgüt tam bir akıl hastasının isteyeceği şeyleri istiyordu. Moskova bu isteklerin ne denli tehlikeli olduğunu biliyordu. Artık bu istekleri sınırlamanın da zor olduğunun bilincindeydiler. Ok yaydan çıkmıştı… Durum tehlikeliydi. Çıkış yolu neydi? Bu yol sonunda bulundu: “Karabağ’ı Azerbaycan’dan koparmak ve Ermenistan’a bağlamak. Bu yol Ermenileri atom bombası gibi tehlikeli fikirlerden kurtaracaktı. Bu arada Karabağ adlı bir komite kuruldu. Karabağ Bölgesi’nin dörtte birini kapsayan Dağlık Karabağ’da Ermeniler çoğunluktaydı. Karabağ’ın nüfusu 1 milyon 300 bindi. 210 bin nüfuslu Dağlık Karabağ’ın yüzde 75’i Ermeni’ydi. Bölgede doğan Türk çocukları bile Ermeni olarak gösteriliyordu. Bu arada Ermeni nüfusunu fazla göstermek için hem Erivan’da hem Bakü de hem de Karabağ’da kayıt gösteriyorlardı. Anlayacağınız Erivan’dakiler Dağlık Karabağ’ı özerk bölgesini silahlandırdılar. Stepanakert’te genel grev başladı 1923’de Stalin ile Dağlık Karabağ özerk bölgesi kurulmuş ve Hankent’in adı Stepanakert olarak değiştirilmişti. Grev nedeniyle üretim durdu ve Türklerin oturduğu evlere saldırılar başladı bu olay çevre Türk köylerine de sıçradı bunun üzerine Azerbaycan’da Sumgayıt Olayları başladı bu çekişmede 33 kişi öldü. Buların 26’sı Ermeniydi. Sonra anlaşıldı ki saldırıları yapanların ele başı Paşa Gregoyan adlı bir Ermeniydi. Ermeni evini basmış içerideki Ermenileri öldürmüş evi de ateşe vermişti. Esmer tenli olan ve Azeri Türkçesi konuşan bu adamın iki ayrı kimlik taşıdığı ortaya çıktı. Birinde Paşa Paşayev, Azeri dilinde ise Paşa Gragoryen yazılıydı. Grung ve Karabağ örgütlerinin en aktif üyelerindendi. Evlere girip 1 Şiirin Türkçesi: “Turna nereden geliyorsun/ Sesine köle olayım/ Turna bizim ellerden/ Haberin var mı” şeklindedir. (Hürriyet, 29 Ocak 1989, s. 6) 41 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ katlettiği 6 ermeni ailesi ise Grung örgütüne borç vermeyi reddeden kişilerdi. Bu arada Sumgayıt olayları arasından yakalanan 17-20 yaşları arasında Azeri gençlerinin çoğu da uyuşturucu bağımlısı kişilerdi ve işin en ilginç yanı ise şuydu: Olaylar iki saat sürmüş ve baştan sona videoya alınmış ve Ermeniler tarafından yurt dışında Ermeni cemaatlerinin bulunduğu yerlere özellikle Amerika’ya gönderilmişti. yeni olayların önceden bu denli ayrıntılı birime atacak kadar hazırlık yapmışlardı Ermenilerin “yeni bir soykırım” daha diye adlandırdıkları bu ayaklanmayı kendilerinin düzenlediğine hiç şüphe yoktu. Bu olaydan sonra Sumgayıt’ta yaşayan Ermeniler yavaş yavaş Ermenistan’a göç etmeye başladılar. Aslında ticaretle uğraşan Ermenilere karşı Türkler boykot başlatmışlardı. Ermeniler giderken gözyaşları içinde bu tür olayları çıkaranları lanetliyorlardı. Ermenistan’daki Türklerin durumu daha kötüydü. Son bir yıl içinde 130 bin Ermenistan sınırı içindeki ata topraklarını terk ettiler (Hürriyet, 29 Ocak 1989, s. 6). Ermeniler Karabağ topraklarını alacaklarından emindiler ve umutlarını da Gorbaçov’a bağlamışlardı. Gorbaçov Sovyet Cumhuriyetlerindeki hudut değişikliklerinin mümkün olmadığını söyleyince düş kırıklığına uğradılar. Ermeniler Gorbaçov’a kin duymaya başladılar. Erivan’da düzenlenen mitinglerin birinde Komünist Parti kimliklerini tabuta doldurup mezarlığa gömdüler. “Bizim en büyük düşmanımız Moskova’dır. Özgürlüğümüzü kazanmak için önce Moskova’dan ayrılmalı kendi ordumuzu kurmalıyız” sloganlarıyla seslerini yükselttiler. Tüm bunlar Grung Örgütü’nün aşıladığı isteklerdi. Ermeni Karabağ Komitesi’nin amacı ise halkı bu saçma isteklerden uzaklaştırıp tüm çabaları Karabağ’ı almak yolunda yoğunlaştırmaktı. Grung’tan bu nedenle ayrı düşüyorlardı. Zori Balayan, Silva Kapatikyan, Agambegyan, Ermeni Kilisesi’nin başı Katolikos II, Vazken gibi Ermeni liderleri Grung’un isteklerini aşırı tehlikeli ve hayalci buluyorlardı” (Hürriyet, 29 Ocak 1989, s. 6). Ermenistan dışında diaspora tarafından kurulan yardım kuruluşları, kültürel ve sportif amaçlı kuruluşları olduğu gibi bunların yanında hemen her ülkede politik parti olarak adlandıran Taşnak, Hınçak ve Ramgavar örgütleri bulunmaktadır. Yine pek çok ülkede Ermeni Ulusal Komitesi adlı organizasyon vardır. Bu her ülkede o ülkenin adıyla ortaya çıkmaktadır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun organizasyonları ve faaliyetlerinde soykırım iddialarını ön plâna çıkaran ve bulunduktan ülkelerin yönetimlerini bu noktada yönlendirmeyi amaçlayan bir çizgiyi takip etmektedirler. Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar), Hınçaklar ve Ramgavarlar ile Amerika Ermeni Asamblesi (Armenian Assembly of America-AAA) ve Ermeni Ulusal Komiteleri tamamen politik alanda yoğunlaşmışlardır. Amerika Ermeni Asamblesi ve Amerika Ermeni Ulusal Komitesi soykırım iddialarının ABD Kongresine taşınmasında itici güç durumundadırlar. Bunlar ayrıca ABD'deki Ermeni lobisinin de ana unsurlarıdır. Türkiye'ye yönelik ABD yardımlarının engellenmesi, Türkiye'ye ABD'nin silâh satışının önlenmesi, Azerbaycan'a ABD yardımının yapılmasının önlenmesi ve Ermenistan'ın her alanda ABD tarafından ( desteklenmesi ABD'deki Ermeni lobisinin ana amaçlarındandır www.ermenisorunu.gen.tr., 20.10.2007). Ermenilerin önde gelen isimleri Moskova’nın desteğini alarak amaçlarına ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Bunun içindir ki Gorbaçov’dan Türklere karşı faaliyetleri yürütebilmek için sürekli yardım talebinde bulundular. Çok geçmeden istekleri de karşılık buldu. Ermeni örgütleri Dağlık Karabağ’da artık daha yoğun eylemlere giriştiler. Dağlık 42 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNA ETKİ EDEN FAKTÖRLER YAKUP HURÇ Karabağ Savaşı boyunca faaliyette olan Ermeni örgütleri, savaştan sonraki süreçte faaliyetlerine devam ettiler. Özellikle Dağlık Karabağ kökenli insanlar Ermeni örgütleri içinde etkin oldular. Bunlar içerisinde özellikle Robert Koçaryan ön plana çıkmıştır. 1992’de Dağlık Karabağ başbakanı olarak atanan Koçaryan, Ermeni milliyetçilerinin gözünde adeta Bir ‘savaş kahramanı’ oldu. Rober Koçaryan, Taşnaksütyun Partisinin desteğini alarak Ermenistan devlet başkanı seçildi. Tutuklu olan Taşnaksütyun üyelerini serbest bıraktı. Taşnaksütyun partisinin de etkisiyle Koçaryan, Ermenistan’ı radikal bir çizgiye kaydırdı. Diaspora ve milliyetçi örgütlerin etkisiyle Ermenistan, kapalı, içe dönük ve dışa bağımlı bir yapıya büründü. Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler de sıfır noktasına geldi. Türkiye’nin Dağlık Karabağ konusundaki tüm arabuluculuk girişimleri ve çözüm Ermeni örgütlerinin politik tercihleri önerileri Ermeniler tarafından reddedildi. Ermenistan’ın süratle Rusya tarafına kaymasına sebep oldu ve inisiyatif Dağlık Karabağ Sorunu’ndan nemalanan Rusya’nın eline geçti. Bu durum Dağlık Karabağ Sorunu’nun açmazı olarak karşımıza çıkmaktadır. 43 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 5. TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI 5.1. DAĞLIK KARABAĞ SORUNU KARŞISINDA TÜRKİYE VE DİĞER DEVLETLERİN TUTUMU 5.1.1. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk- Rus İlişkileri Osmanlı Devleti’nin son üç yüzyılında en fazla mücadele ettiği devlet Rusya olmuştur. Osmanlı Devleti hem Balkanlarda hem de Kafkaslarda yüzyıllarca Rusları göğüslemek zorunda kalmıştır. 1917 Bolşevik İhtilali ile I. Dünya savaşı’ndan çekilmek zorunda kalan Rusya yerini Sovyet rejimine bırakmıştır. Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki ilişkiler, Stalin’in fevri çıkışları hariç, daha önce yapılmış olan antlaşmalara saygı çerçevesinde gelişmiştir. 1985 yılında Gorbaçov’un devlet başkanı olması başlayan Glasnost ve Perestroyka politikaları, Sovyetlerin dağılmasıyla sonuçlanacaktır. Böylece Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle de Türk- Rus ilişkileri yeni bir dönem başlamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, uluslar arası dengeler açısından Türkiye için son derece önemli sayılabilecek gelişmelerin ortaya çıkmasına neden olmuş, Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmaları bir yandan yeni fırsatları, diğer yandan güçlükleri, rekabetleri ve çatışmaları da beraberinde getirmiştir. Kafkasya Rusya için büyük değer taşımaktadır ve buradaki en büyük rakibi de Türkiye’dir. Tarihsel, etnik ve kültürel bağlarının bulunduğu bölge, Rusya ile arasında tampon bölge oluşturması, Rusya'nın güneye, sıcak denizlere inme politikasının engellenmesi, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile köprü durumunda bulunması nedeniyle Türkiye açısından da aynı stratejik öneme sahiptir. Ayrıca, Doğu Anadolu bölgesinin güvenliği, yeraltı zenginliği ve petrol yatakları gibi konular açısından da hassas konuma sahiptir (Demirağ, 2003: 75). Türkiye ve Rusya için jeopolitik ve ekonomik açıdan böylesine önemli olan Kafkasya bölgesinde iki devlet arasında rekabet ve çıkar çatışması yaşanmaktadır. En önemli rekabet alanı ise, bölgenin sahip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünya pazarlarına taşınması konusudur. Bu rekabete bağlı olarak Dağlık Karabağ sorunu da bu rekabet ve çatışmanın merkezinde çekilmiştir. Dağlık Karabağ sorunu öncesinde Rusya ile Türkiye arasında ekonomik alanda yaşanan önemli gelişmeler siyasal alana da yansımıştı. Soğuk Savaş sona ererken SSCB'nin "yeni düşünce" politikası çerçevesinde ilişkiler "karşılıklı yarar" ilkesi doğrultusunda pekişmişti. Hatta Ocak 1990'da Kızıl Ordu'nun Azerbaycan'a müdahalesi (Kanlı Ocak) Türkiye kamuoyunda tepkiyle karşılansa da, resmi düzeyde SSCB'nin iç sorunu olarak algılandı ve ikili ilişkilerde kalıcı bir soruna yol açmadı (Tellal, 2002: 158). 1991 yılına gelindiğinde şartlar tamamen değişti ve Rusya, tarihinin en çalkantılı dönemine girdi. 19 Ağustos 1991’de Gizli haber alma örgütü KGB, ordu ve polis devlet başkanı Gorbaçov’u devirmişti. 20 Ağustos 1991 tarihli Hürriyet Gazetesi Gorbaçov’un devrilmesini “Dünyayı sarsan gün” manşeti altında “Eski tüfek komünistler Glasnost’u tanklarla ezdi geçti” (Hürriyet, 20 Ağustos 1991, s. 12). haberiyle sayfalarına taşımıştı.1 Gorbaçov’a karşı 1 Hürriyet Gazetesi Gorbaçov’a karşı yapılan darbeyi “Gorbi gitti, Yeltsin direniyor” manşet haberiyle aktarıyor ve darbenin dünyadaki yankısını şöyle anlatıyordu. “İnsanlık dün sabah dehşet içinde uyandı. Sovyetlerde darbe haberi bomba gibi patladı. Dünya barışı dinamitlendi. Tüm başkentler şokta.” 19 Ağustos 44 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ yapılan darbe girişimi başta Boris Yeltsin olmak üzere direniş bayrağı altında toplanan halk engellemiş ve cuntaya karşı seçimle işbaşına getirdiği yöneticilerini savunmuştur. Moskova’da darbe haberi Ankara’ya bomba gibi düşmüştü. Ankara ise Moskova’da gelişen hadiseleri dikkatle izlemiş ve dışişleri kurmayları toplantı üzerine toplantı yapmıştır. Özal tatilini yarıda keserek MGK’yı toplama kararı alırken Başbakan Mesut Yılmaz darbeyi tasvip etmediğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Özal, önce ABD başkanı Bush ile görüştükten sonra Gorbaçov ve Boris Yeltsin’e birer mesaj göndererek darbe girişiminin sona erdirilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş ve Gorbaçov’a çağdaşı olmaktan gurur duyduğunu ifade ederken Yeltsin’i de cesaretinden ötürü takdir etmişti. Muhalefet Partileri darbeden dolayı peş peşe endişelerini dile getirirken DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, korku ve baskının dönebileceği uyarısında bulunmuştu (Hürriyet, 23 Ağustos 1991, s. 13). Darbeyi başarıyla atlatan Gorbaçov, bağımsızlık yarışındaki cumhuriyetlere “Birlik antlaşması imzalamak istemeyen cumhuriyetlere bağımsızlık seçeneği tanınmalıdır” ifadesiyle bağımsızlık yolunda yeşil ışık yakmıştır (Hürriyet, 24 Ağustos 1991, s. 12). Bu süreçte ABD ve Avrupa Devletleri bağımsızlığını ilan eden devletleri tanıma kararlılığında olduklarını ilan etmişlerdi. Öte yandan Türkiye de bu yeni devletleri tanıyacağını ancak tanıyan ilk devletlerden olmayacağını ilan etmiştir. Türkiye’yi en fazla ilgilendiren ise Azerbaycan ve Ermenistan’ın bağımsızlığı olmuştur. Türkiye, Yukarı Karabağ ve Azerbaycan'daki gelişmeleri 18 Aralık 1991'de Sovyetler resmen dağılana kadar Sovyetlerin iç işleri olarak değerlendirmeye devam etti ve denge politikası izledi. Zamanla Kafkaslardaki anlaşmazlığın boyutları önemli ölçüde değişti. Sovyetlerin iç işleri olmaktan çıktı. Bunun üzerine Türkiye “bekle gör” siyasetini rafa 1991 günü sabaha karşı 04.00’te Sovyet radyo ve televizyonları, darbecilerin bildirilerini marşlar eşliğinde okurken, tanklar ve zırhlı birlikler, şehirleri işgal etmeye başladı. Moskova’da Rusya Fedarasyonu Boris Yeltsin, meclis binasını saran tanklardan birinin fırlayarak askerlere, “Beni halkım seçti… Böyle indiremezsiniz…” diye bağırıyordu. Boris Yeltsin ayrıca halkı direnmeye ve genel greve çağırdı. Bu arada darbeyi şiddetle kınayan batı ülkeleri, ekonomik yardımları askıya alma tehdidinde bulunmuşlardı. Darbeden sonra Gorbaçov’un yerine getirilen Gennadi Yanayev, Gorbaçov tarafından başkan yardımcılığına getirilmişti ve onu deviren çetenin aktörlerindendi. Bunun için Yanayev’e bir tür Sovyet Brütüs’ü dendi. Gorbaçov’u görevden alan Olağanüstü Durum Komitesi halka bir de bildiri yayınlamış şu ifadelere yer vermişti: “Yurttaşlar, Sovyetler Birliği halkları, ülkemizin ve insanlarımızın kaderinin karanlık ve kritik bir noktasında sizlere sesleniyoruz. Vatanımız ölümcül bir tehlikenin tehdidi altında bulunuyor.” Rusya Gorbaçov’a darbe ile çalkalanırken Ukrayna ve Beyaz Rusya bağımsızlığını ilan etti. Moldova ve Ermenistan ise sırada bekliyordu. Bağımsızlığını kazanan Baltık Cumhuriyetlerinden Letonya’nın başkenti Riga’da Komünist Parti’nin çöküşünün ardından Lenin heykelleri birer birer sökülerek ayaklar altına alınıyordu. Tam 70 yıllık serüven bitti derken darbecilerin 60 saatlik iktidarının ardından Gorbaçov görevinin başına tekrar döndü. Gorbaçov görevine dönerken Yeltsin ise direnişin kahramanı olmuştu. Darbeciler bir bir yakalanırken Hürriyet Gazetesi’nin konuyla ilgili haber başlığı enterasandı, “Moskova’da Komünist avı” Gorbaçov darbeden sonra hatasını itiraf ederek, reformları hızlandırmadığı için darbeden kendisini sorumlu tuttu. Darbeden sonra ne Rusya eski Rusya, ne de Gorbaçov eski Gorbaçov’du. Ayrılıkçı cumhuriyetler tek tek bağımsızlığını kazanırken, Yeltsin’in gücü Gorbaçov’u rahatsız ediyordu. Yeltsin, Gorbaçov’u saf dışı bırakmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin daimi parlamentosu niteliğindeki Yüksek Sovyet, 29 Ağustos 1991’de aldığı bir kararla, 74 yıldır Sovyet siyasi yaşamına hükmeden Komünist Partisi’ne son darbeyi indirdiği gibi, ekonomide tek söz sahibi olabilmesi için Gorbaçov’a verilen olağanüstü yetkileri de geri alarak kendisini de feshetti. Bağlı cumhuriyetlerin de bağımsızlığını ilan etmesiyle Sovyetler paramparça oldu. Yedi yıllık bir serüvenin ardından 25 Aralık 1991 tarihinde Gorbaçov Kremlin’e veda etti (Hürriyet, Ağustos 1991). 45 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ kaldırdı ve bütün Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıdı (Taşkıran, 1994: 126). Kafkasya’daki yeni durum ve Türkiye’nin refleksleri ya da manevra kabiliyetleri başta Rusya Federasyonu olmak üzere küresel güçler tarafından yakından takip edilmiştir. Enerji kaynaklı ekonomik kaygılar, Karabağ Sorunu ve Pantürkizm endişesi ilişkilerin rotasını çizen ana etkenlerdir. Türkiye’nin kendisinden sonra ortaya çıkan boşluğu, bölgedeki Türklerle işbirliği yaparak dolduracağını düşünen Rusya, Kafkasya’da meydana gelen olaylara (Karabağ Meselesi başta olmak üzere) kayıtsız kalmamış ve taraf olmaktan, Ermenistan kartını kullanmaktan geri durmamıştır. Olayların gelişmesi, Rusya'nın "Ermenistan kartını" gereğinden fazla kullandığını göstermektedir. Ermenistan, bunun tabii sonucu olarak bölgede oldukça kuvvetlenmiştir. Eğer Rusya, Ermenistan'ın daha da güçlenmesine sebep olacak olaylara göz yumsaydı, o zaman Ermenistan'ı kontrolü altında tutamazdı. Rusya siyasi oyuncağa çevirdiği Ermenistan'ı desteğinden mahrum etme korkusu altında tutmaktadır (Aslan, 1994: 56). Rusya, Kafkasya politikasını Ermenistan üzerinden yürütmeye devam etmektedir. Karabağ Sorunu, Kafkasya’daki Türk-Rus rekabetinin patladığı yerdir. Türkiye Ermenistan’ı elbette ciddi bir rakip olarak görmemektedir. Türkiye için asıl önemli olan perde arkasındaki güç Rusya’dır. Rusya’nın amacı bölgenin enerji kaynaklarını Türkiye’ye rağmen ele geçirmektir. Rusya, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan ettikten sonra yönetim kademelerine hâkim olarak bölge politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istedi. Bunda da büyük oranda başarılı oldu. Rus yanlısı Abdurrahman Vezirov’dan sonra yine Rusya’nın adamı Ayaz Niyaz Muttalibov (1990–1992) Azerbaycan Devlet Başkanı oldu. Hocalı Katliamı’ndan (26 Şubat 1992) sorumlu tutuldu ve kovuldu. Elçibey’in (1992–1993) devlet başkanı olmasıyla, Azerbaycan ABD ve Türkiye yanlısı tutum sergilemeye başladı. Rusya ile ilişkiler kritik bir noktaya geldi. Rus ordusunun ülkeden gönderilmesi Rusya’yı çılgına çevirdi. Rusya Ermenistan’a her türlü ekonomik ve askeri yardımı açıkça yapmaya başladı. Türkiye de Azerbaycan’a desteğini ilan etti. Çok geçmeden Elçibey’e karşı yapılan darbeyi destekleyerek onu devirdi. 7 Haziran 1993 tarihindeki seçimlerden sonra yine Rus yanlısı olarak bilinen SSCB’nin önemli kademelerinde görev yapmış olan Nahçivan eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev devlet başkanı seçildi. Rus yanlısı politika izleyeceğine inanılıyordu. BDT’ye üye olması ve Ruslara ihaleler vermesi bu beklentileri boşa çıkarmadı. Fakat daha sonra yüzünü batıya dönerek ABD ve Türkiye ile ilişkileri geliştirdi. Bu arada Rusya’ya cephe almaktan kaçındı petrol ihalelerinde onlara da pay verdi. Rusya’nın “yakın çevre” 2politikası bölgeye ilgisini arttırdı ve Türkiye ile rekabet ortamı artarak devam etti. Karabağ Sorunu, siyasi ve ekonomik olarak bölgede etkin olmak isteyen Rusya ile Türkiye arasında yeni rekabet üssü oldu. Sorunun devam etmesi ilişkilerdeki gerginliği tırmandırdı. Sovyetlerin yıkılmasıyla ortaya çıkan boşluğu Türkiye’nin dolduracağı düşüncesi Rusya’yı daha da tedirgin etti ve karşı hamleler geliştirdi. Böylelikle Türkiye’nin Kafkasya politikasında ve özellikle Karabağ Meselesine yaklaşımında manevra alanını daraltan ve Karabağ politikasında belirleyici ülke de yine Rusya oldu. Zira Karabağ 2 Rusya'nın 1992'de planlayıp Kasım 1993'de yürürlüğe koyduğu 'yakın çevre' politikası, ülkenin savunulacak sınırlarının eski Sovyet sınırlarından başladığını ilan etmesi , Türkiye'nin kültür, dil ve din birliği bulduğu Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan'a yönelik politikaları iki ülke arasında sürtüşme alanı olarak öne çıkmıştır (Sever, 2001: 231). 46 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Savaşının hücum ve savunma planları Moskova'da hazırlandığı gibi, siyasi projeler, darbeler ve milli kurtuluş mücadelesinin senaryoları da orada hazırlanmaktaydı (Aslan, 1994: 56). Hocalı Katliamını mütakiben Nahçivan’a Ermenilerin saldırmasıyla, Mayıs 1992’de Karabağ savaşının alevlendiği bir dönemde Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye’nin savaşa girebileceğini ima etmiş; Türkiye’de ciddi ciddi savaş ihtimali tartışılmaya başlamıştı. Rusya bu duruma sert tepki göstermiş ve BDT Genel Kurmay Başkanı Şapoşnikov (Shaposhnikov), Türkiye’nin müdahalesinin üçüncü dünya savaşına yol açacağını açıklamıştır. Bu durum Ermenistan’ın yalnız olmadığı ve saldırganlığının altında Rusya’nın yattığı iyice anlaşılmıştır (Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992, s. 17). Rusya Karabağ meselesinde sürekli sahne almadı belki fakat en kritik anlarda kararlı ve sert tepkilerle meseleyi yönlendirmiştir. Rusya her fırsatta ya da bunalım anında Türkiye’nin Aras’ın doğusunda Kafkaslar’a olan köprübaşısı Nahçivan’ı Ermenistan’a hediye etmek suretiyle, Türkiye’nin yolunu kapatmak istemiştir (Taşkıran, 1996: 126). Ne kadar ilginçtir ki Nahçivan sınır kapısını Türkiye’ye kapatan Ruslar değil, Türkiye’nin politikalarına tepki gösteren Nahçivan yönetimi olmuştur (Zaman, 22 Şubat 1993, s. 9). Peki, iddia edildiği gibi Türkiye, Sovyetler sonrası bu coğrafyada etkili olabildi mi? Konuşulan şu idi: Sovyetlerin dağılması üzerine ortaya çıkan boşluğu Türkiye dolduracak aynı tarihin evlatları, turan birliği oluşturacaklar ve dünyada yeni bir güç doğacaktı. Konu iç siyasette de oldukça fazla tartışıldı. Türkiye’nin Sovyetlerden sonra Kafkaslarda ortaya çıkan boşluğu dolduracak güce sahip olmadığı, yeterli kadrodan da yoksun olduğu zamanla ortaya çıktı. Türkiye’nin en büyük zaafı ekonomik sıkıntısının olmasıydı. Ekonomik güç olmadığından Türk siyasi birliği düşüncesi daha başlamadan bitmiştir. Türkiye’de o yıllarda söylenen hep şu idi:”hazırlıksız yakalandık!”oysa tek gerçek bu değildi. Türk dış politikasında uzun vadeli planlar yapmak organize ve disiplinli hareket etmek o güne kadar vaki bir iş değildir. Durum böyle izah edilebilse de pandoranın kutusunda çıkan şey bilinmekteydi: Ekonomi. Zaten Rusya bu bölgedeki hâkimiyetini bağımsız cumhuriyetlerin içine düştüğü ekonomik zorunluluktan dolayı yeniden inşa edebilmiştir. Bu uğurda Dağlık Karabağ Savaşı Rusya’ya beklediği fırsatları da sunmuştu. Rusya, Dağlık Karabağ konusunda öncül pozisyonu elde ederek etkinliğini devam ettirmek isterken, bir yandan da Ermenilere desteğini sürdürdü. Yıllardır Dağlık Karabağ sorunun çözümüne engel oldu. Öte yandan Rusya yıllardır Karabağ sorununu Azerbaycan ve Türkiye’ye karşı baskı aracı olarak kullandı (azerbaycan.ihh.org.tr, 20.10.2007). Dağlık Karabağ sorunu ile ilgili olarak bu gün ortaya çıkan gerçek şudur: Rusya bölgede hala en büyük güçtür ve Rusya'nın isteği dışında bir çözüm mümkün değildir. Azerbaycan bu gün fiilen, 2 yıl öncesine göre, Rusya'nın siyasi denetimi altındadır. Karabağ sorununa yönelik politikalar belirlenmesinde Türkiye Rusya'nın gerisinde kalmıştır. Türkiye'nin Karabağ sorunu karşısında izlediği politikanın etkili olamamasının bir sebebi de Türkiye'nin güçlü ve hazır olmadığı gibi, herhangi bir sıkıntı anında Türkiye'yi savunabilecek kararlı ve güvenilir müttefiklerinin olmamasıdır (Taşkıran, 1994: 126). Rusya, Dağlık Karabağ konusunda öncül pozisyonu elde ederek etkinliğini devam 47 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ ettirmek isterken, bir yandan da Ermenilere desteğini sürdürdü. Rusya yıllardır Dağlık Karabağ sorunun çözümüne engel oldu. Öte yandan Rusya Dağlık Karabağ sorununu Azerbaycan ve Türkiye’ye karşı baskı aracı olarak kullandı. Burada cevabı merak edilen soru şu: Dağlık Karabağ Sorunu şu haliyle en çok kimin işine yaramaktadır? Cevabı esasında gayet basittir Dağlık Karabağ Sorunundan en fazla faydalanan ülke şüphesiz Rusya olmuştur. Sebebine gelince; Dağlık Karabağ sorunu var olduğu sürece Ermenistan ve Azerbaycan, Rus kontrolünden çıkacak ölçüde güçlenememektedir. Her iki ülke de hep Rusya tarafından kontrol edilebilir ve dış desteğe muhtaç bir noktada bırakılmaktadır. Bu suretle başta Türkiye olmak üzere Ermenistan ve Azerbaycan enerjilerini boşa harcamaktadır. Oyunun kurallarını koyan ise kazanmaya devam etmektedir. Sürecin çözümsüzlüğe doğru gitmesi Rusya’nın elini daha da güçlendirmektedir. Rusya'nın 1992'de planlayıp Kasım 1993'de yürürlüğe koyduğu 'yakın çevre politikasını benimseyip, ülkenin savunulacak sınırlarının eski Sovyet sınırlarından başladığını ilan etmesinden itibaren, Türkiye'nin kültür, dil ve din birliği bulduğu Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan'a yönelik politikaları iki ülke arasında sürtüşme alanını daha da büyütmüştür (Sever, 2001: 231). Dağlık Karabağ’da 1994 yılında Rusya’nın girişimiyle bölgede ateşkes ilan edilmiş olmasına rağmen sorun hala nihai bir çözüme ulaşmış değildir. 1990’lı yılların ortasından bu yana gerek uluslararası düzeyde gerekse farklı düzlemlerde Yukarı Karabağ sorununa çözüm bulmak amacıyla başlatılan bütün girişimler sonuçsuz kalmıştır. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında, Ermenistan yönetimi kadar Rusya da pay sahibidir. 5.1.2. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk- Amerikan İlişkileri ABD’nin Ermenilere ilgisi 19. yüzyılın başlarında başlamıştır. Amerikan Misyoner Teşkilatı 1830’dan itibaren Anadolu’da açtığı okullarla Ermeni gençlerini eğitmeye başlamıştır. ABD misyonerleri, Ruslarla İngilizlerden daha çok Ermenilerle Ermeni hareketinin içinde bulunuyorlardı. Amerikan misyonerlerinin bütün arzuları Protestanlığı kabul etmiş müstakil bir Ermenistan’ın ortaya çıkmasıydı. Ancak Kafkasya’daki Rusİngiliz çekişmesi Amerikan misyonerlerini faaliyetlerini baltaladı. Buna rağmen Amerikan misyonerleri Ermenilere manen ve madden desteklerin sürdürdüler (Saray, 2005: 35). I. Dünya Savaşı ABD yeni fırsatlar sundu ve ABD’nin Kafkasya’ya ilgisini daha da arttırdı. I. Dünya Savaşı sonunda ABD Başkanı Wilson 14 maddelik bir beyanname yayınlayarak sınırların milliyet prensibine göre çizilmesini istemişti. Ermeniler, Doğu Anadolu’da çoğunlukta olduklarını iddia ederek harekete geçtiler ancak ABD’li General Harbord’un bölgeye dair raporu Ermenileri haklı çıkarmamıştır. Rapordan sonra bazı yöneticiler Ermenistan’ın ABD yönetimine alınmasını teklif etmişler, kongre de bu teklifi reddetmiştir. Ermenistan 1918–1920 yılları arasında bağımsız bir devlettir. Ermeni lobisinin de yoğun çabasıyla ABD, en büyük dış yardımı Ermenistan’a yapmıştır. Ülkenin un ihtiyacının tamamını bedava vermiştir (Kelipur ve Ruşendil, 1994: 91). ABD sadece Ermenilere yardım yapmıştır. Azeriler yardım alamadığı gibi bölge için tehdit olarak algılanmıştır. Ermeniler için Sovyet Rusya egemenliği başladığında ise ABD müdahale etmemiştir. Diaspora Ermenileri ABD’de organize bir şekilde özgürce faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Amerika’daki Ermeni diasporası özellikle Sovyetlerin başına Gorbaçov’un geçmesinden itibaren Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanması hususunda yoğun propagandalar yaparak ABD’nin dikkatini bölgeye çekmek istemişler ve bunu da başarmışlardır. 48 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ ABD Başkanı Carter döneminde “Ulusal Güvenlik Konseyi”nde görev yapan Washington’daki Türkiye uzmanlarından Paul Henze de “Kafkasya’nın geleceği” konulu bildirisinde Kafkaslardaki en önemli gelişmenin nüfus alanında ortaya çıktığını, Azerilerin nüfusunun, Gürcü ve Ermenilerin “dezavantajına” bir şekilde arttığına dikkat çekerek bölgede milliyetçiliğin daha kuvvetli bir şekilde yaşanacağını belirtmişti (Hürriyet, 9 Mayıs 1989, s. 12). Glasnostla beraber azan milliyetçi gruplar, 1988 Şubatından itibaren Dağlık Karabağ’da Ermeni ve Azeriler arasında çatışmaların başlamasına sebep oldular. 20. Yüzyılın başlarından itibaren Amerika’ya yerleşmeye başlayan Ermeniler, Dağlık Karabağ’da kanlı olayların başlamasının ardından da gruplar halinde ABD’ye göç etmeye başladılar. On binlerce Ermeni’yi ülkesine kabul eden Amerika Ermenistan’dan sonra en fazla Ermeni nüfusuna sahip olan ülke olmuştu. Amerika’ya yerleşen Ermeniler burada örgütlenerek Ermenistan ile irtibatlarını koparmadılar. Dağlık Karabağ savaşı boyunca Ermenistan’a her türlü desteği veren Ermeniler, ABD yönetiminin de desteğini aldılar. Amerika’da faaliyette bulunan Taşnak, Hınçak ve Ramgavar örgütleri soykırım iddialarının ön plâna çıkararak Türkiye’yi de köşeye sıkıştırmak istediler. Bu örgütler ABD’de Türkiye ve Azerbaycan'a karşı her türlü organizasyonda yer aldılar. 1990 yılı başlarında Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeleri Sovyetlerin iç işi görmekteydi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD ziyareti esnasında Azerilerin Şii olduğunu söyleyerek meseleyi sahiplenmemiştir (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13). O dönem Özal’ın diaspora ve ABD’nin tepkisini çekmemek adına bu sözü söylediği tartışılmıştı. Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettikten sonra onu tanıyan ilk ülkelerden biri de ABD olmuştur. Ancak özellikle Muttalibov döneminde Azerbaycan politikalarının Rusya’dan kopamaması, Rus yanlısı politika, ABD’yi Azerbaycan’dan uzaklaştırmıştır. Daha sonra Orta Asya’daki etkisini artırmak için Türkiye’nin yaptığı çalışmalar meyvesini vermiş ve ABD bölgeye ilgi göstermeye başlamıştır. Özal’dan sonra Demirel de ABD’nin bölgede etkinliğini arttırmasını istemiştir. 16 Şubat 1992 tarihinde Demirel 6 günlük ABD gezisinden döndükten sonra Türk Cumhuriyetleri’nin uluslar arası toplumla siyasi ve ekonomik yönden bütünleşmesi, bu husustaki güçlükler ve Türkiye ile ABD’nin bu alanlarda yapabilecekleri işbirlikleri üzerinde ayrıntılı bir şekilde durduklarını belirtmiş, bazı düşüncelerini yazılı olarak bildirdiklerini de söylemişti (Milliyet, 17 Şubat 1992, s. 10). Demirel’in Ermenilere destek olmamaları konusunda da ısrarlı tutumu ABD Başkanından yanıt bulmadı. Bir taraftan bu gelişmeler olurken diğer taraftan Demirel’in İran ziyareti gerçekleşirken Tahran’da konuşulanlar farklı yöndeydi. Bush ve Demirel’in İran’ın Orta Asya cumhuriyetlerindeki nüfusunu engellemeyi amaçladıkları yorumu yapılıyordu (Milliyet, 17 Şubat 1992, s. 10). Demirel, Ermenistan ve Azerbaycan konusunda Başkan Bush’un dikkatini çektiğini, Batı’nın arka çıkması halinde ikinci bir İsrail doğabileceğini ABD liderine söylediğini kaydetmiştir. Ancak Demirel’in ziyaretinin ardından 28 Şubat 1992’de ABD Kongresi, Azeri- Ermeni çatışmalarını Hıristiyan- Müslüman olayına dönüştürüldüğünü belirttikten sonra kongreye sunulan bir karar tasarısında ise olayları başlatanların Azeriler olduğunu ve Ermenistan’a uygulanan Azeri ablukasının kalkmadığı takdirde Azerbaycan’a ambargo uygulanmasını istemiştir (Milliyet, 28 Şubat 1992, s. 10). 49 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Mayıs 1992’ye gelindiğinde ABD hala Ermenileri yaptıkları katliamdan dolayı kınamamıştı. Üstelik Türkiye’de yoğun müdahale tartışmaları yaşanırken, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Thomas Niles, Türkiye’de Ermenistan’a karşı askeri müdahale gündemdeyken, Türkiye’nin askeri müdahalesine karşı olduklarını, Türk diplomasisinin asıl hünerini bundan sonra göstermesi gerektiğini söylemiştir (Cumhuriyet, 20 Mayıs 1992, s. 16). Çok geçmeden ABD Kongresinin, Özgürlükleri Destekleme Kanunu’na 907 sayılı kararı kabul etmesiyle toprakları işgal edilen Azerbaycan her türlü devlet yardımından mahrum edilmiştir. Azerbaycan’a ambargo uygulanmıştır (Komisyon, 2002: 173). ABD kongresini zeki bir şekilde kullanan Ermeniler, Sovyetlerden sonra kurulan 15 cumhuriyet arasında Azerbaycan’ı ABD yardımından faydalanamayacak tek ülke konumuna soktular. 907 sayılı karar Dağlık Karabağ bölgesine boyun eğdirmek için güç kullandığı sürece Azrbaycan’ı yardım programının dışında bırakıyordu (Şıhaliyev, 2002: 171). Ermenilerin yoğun taleplerine rağmen Türkiye’yi, Rusya ve İran’a karşı “stratejik denge unsuru” gören ABD, Türkiye’yi gücendirmekten kaçınıyordu. ABD bir taraftan Rusya’ya karşı stratejik denge unsuru gördüğü Türkiye’yi gücendirmemeye gayret ederken diğer taraftan seçim yılında Ermeni Lobisini öfkelendirmemek ikilemi içerisindeydi. ABD Başkanı Bush ve Dışişleri Bakanı James Baker, Erivan’ı saldırıları durdurması konusunda ikna etmeye çalışırken, Türkiye’yi de müdahale etmemesi konusunda uyarıyordu. ABD’nin en çok korktuğu olasılık ise Erivan’ın Türkiye’ye karşı güvenceyi İran’da aramasıydı. Radikal İslamı, Orta Asya’daki çıkarları için en büyük tehlike gören ABD, İran’ın Kafkasya’da ağırlığının artmasını istemiyordu (Cumhuriyet, 27 Mayıs 1992, s. 16). Elçibey’in dış politikada Rusya’yı ve İran’ı bir çırpıda silip Batı’ya, ABD’ye dayanması bekleneni vermemiştir. Bunda dış politikada gerekli mekanizmaların oluşturulamamasının da payı vardır. Aliyev’in başa geçmesiyle daha yumuşak bir rota değişikliği denenmiş ve başarı sağlanmıştır. Türkiye’nin de çabasıyla Azerbaycan Batı’ya entegre olmaya başlamıştır. Petrol pazarı sayesinde başta ABD olmak üzere büyük devletler Azerbaycan ile yakın temas kurmaya başlamışlardır. 20 Eylül 1994’deAzerbaycan’da tarihi bir olay gerçekleşmiş dünyada yedi ülkeye mensup on bir büyük petrol şirketi bir araya gelerek bir konsorsiyum oluşturmuşlar ve Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi ile Hazar Denizi’nin Azerbaycan bölümündeki Azeri, Çırağ ve Güneşli yataklarının ortaklaşa işletilmesi hakkında bir anlaşma imzalamışlardı. “Yüzyılın Antlaşması” olarak isimlendirilen bu anlaşma dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Türkiye bir (Türk Petrolleri) şirketle katılarken ABD dört büyük şirketle (Amoco,Unocal, Pennzoil, Exxon) katılıp anlaşmadan aslan payını almıştır (Aliyev, 1998: 150). Haydar Aliyev 1 Ağustos 1997 tarihinde ABD’ye ilk resmi ziyaretini gerçekleştirmiş ve ABD Başkanı Bill Clinton ile Washington’da bir görüşme gerçekleştirmişlerdi. Yapılan görüşmede her iki lider Dağlık Karabağ sorununun çözümlenmesini desteklediklerini açıkladılar. Kafkas devletlerinin kendi potansiyellerinden tam olarak ancak barış durumunda yararlanabileceklerini söyleyen Clinton, Dağlık Karabağ anlaşmazlığının bir an önce barış yoluyla çözümlenmesini de istemiştir. Haydar Aliyev ise AGİT Minsk grubu çerçevesinde sürdürülen görüşmeleri yoğun olarak destekleyeceğini açıkladıktan sonra Clinton’dan Azerbaycan’ı dış yardımdan mahrum bırakan 907 no’lu kararında kaldırılmasını istemiş ve ondan destek görmüştür. Aliyev 1996’daki Lizbon zirvesinden 50 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ sonra Ermenistan- Azerbaycan anlaşmazlığının çözümlenmesi için ABD, Rusya ve Fransa’nın AGİT’in yeni başkanları olduklarını ve ABD’nin Minsk grubuna başkanlık etmesine sevindiğini de açıklamıştır (Aliyev, 1998: 150). “Yüzyılın Anlaşması” ile Petrol pazarından aslan payını alan ABD’nin gözünde Azerbaycan’ın imajı değişmiştir. Anlaşmanın ardından Aliyev’in ABD ziyaretiyle ikili ilişkilerin gelişmesi Azerbaycan’ın uluslar arası alanda da itibarını arttırmıştır. ABD ve Azerbaycan arasındaki yakınlaşma Ermenistan’da da yankı bulmuş, Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan Dağlık Karabağ sorununun çözümü için sıcak mesajlar vermeye başlamıştır. ABD’nin Dağlık Karabağ sorununa ilişkin çözüm arayışı bölgedeki çıkarları için gereklidir. Soykırım iddiaları Türk –Amerikan ilişkilerinin başka boyutunu oluşturur ve Dağlık Karabağ sorunundan da bağımsız değildir. Dağlık Karabağ Meselesi’nin başladığı sırada soykırım iddiaları daha yüksek sesle dillendirilmeye başlanmıştır. Türk düşmanlığı ile ünlü Kaliforniya valisi Dökmeciyan bir taraftan soykırım iddiasının belgelenmesi için tarihçileri azimle çalışmaya davet ederken diğer taraftan soykırım tasarısının kongreden geçmesi için de yoğun kulis faaliyetleri de yürütmüştür (Hürriyet, 25 Nisan1989, s. 13). ABD’de Türkiye’nin karşısına ısıtılıp ısıtılıp sunulan soykırım tasarısı, Ermeni lobisinin en fazla uğraştığı konuların başında gelir. Öyle ki diaspora bu işi en hayati mesele olarak ilan etmiştir. “Bizim için soykırım tasarısı deprem felaketiyle eşit öncelik taşımaktadır.” sözü de yine diasporaya aittir ve konuyu ne kadar değer verdiklerini de göstermektedir. Turgut Özal, soykırım tasarısı ile ilgili ABD’de “Bir atımlık baruttur, geçsinde kurtulalım…” şeklindeki yaklaşımı Türk diplomatlarını hayrete düşürmüştü (Hürriyet, 31 Ocak 1989, s. 13). Hatta gazetelerde “Özal’dan Ermeni işinde çark” manşetleri yer almaktaydı. Ancak Özal’dan yıllar sonra dahi ABD’de aynı senaryo tekrarlanmıştır. ABD Ermeni Lobisi, Ermenistan depremi sonrasında enerjilerinin tamamını Sovyet Ermenistan’ın imarına harcıyorlardı. Ermeni diasporasının hem ABD hem de Rusya nezdinde ki itibarı ve etkinliği Türkiye’nin hep başını ağrıtmıştır. Türk- ABD ilişkileri yıllardır soykırım tasarısı kabul edildi edilecek tartışmalarıyla gelgitli bir yapı arz etmektedir. 5.1.3. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türkiye-İran İlişkileri Azerbaycan ve İran arasındaki ilişkileri şekillendiren birçok faktör bulunmaktadır. Öncelikle, Azerbaycan’ın güney komşusu olan İran’la kara sınırı 618 km’dir. İki ülke, Hazar Denizi’nde de birbirlerine sınırdırlar. Ancak coğrafi koşulların da ötesinde iki ülkenin birbirleriyle ilişkilerini yönlendiren en önemli tarihî faktör, Azerbaycan’ın kuzey ve güney olarak ikiye bölünmüş olması ve Güney Azerbaycan’ın İran sınırları içerisinde bulunmasıdır. Günümüzde İran nüfusunun %40’ı Azerilerden oluşmaktadır, bu ise dünya Azerbaycanlılarının yaklaşık %75’ine karşılık gelmektedir. Bunun yanı sıra Azerbaycan’da önemli oranda bir Şii nüfus vardır. Şii nüfusun büyüklüğüne göre Azerbaycan dünyada İran’dan sonra ikinci sırayı almaktadır (azerbaycan.ihh.org.tr, 20.11.2007). Şii Azeriler İran’ın yönetici elitleri arasına da girebilmişlerdir. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin milliyetçi kesimlerinden ve bazı İran Azerilerinden zaman zaman gelen birleşme çağrılarına da, İran Azerilerinin çoğunluğu tepkisiz 51 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ kalmaktadırlar. Ancak Azeriler, daha fazla kültürel hak ve Azeri Türkçesi’nin resmi kullanımına izin verilmesini talep etmekte, bunun İranlı kimliği ile çelişki oluşturmadığını düşünmektedirler. Onlara göre İranlı kimliği, başka etnik kimlikleri de kapsayan bir üst kimliktir. İran ise etnik kimliğin ve Azericenin ön plana çıkarılmasını İran’a sadakatsizlik olarak değerlendirmektedir. Ayrıca İran rejimi, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin İran’daki Türk nüfusu üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için bu ülkeyi kendi siyasi etki alanına çekmeye çalışmaktadır (azerbaycan.ihh.org.tr, 20.11.2007). Rus politikalarına tepki gösteren Azerilerin Ocak 1990’da İran sınırında eylem yapması İran’ı ve Rusya’yı kaygılandırmıştır. Rus gazeteleri Azerilerin İran’la birleşmek istediğini yazarken İran ise sınırdaki olayların büyümeden yatıştırılmasını Sovyet yönetiminden talep etmiştir (Hürriyet, 5 Ocak 1990, s. 10). 19 Ocak 1990’daki Bakü olaylarında İran’ın resmi tutumu oldukça ihtiyatlıdır. Çünkü İran’ın içinde bulunduğu yalnızlık nedeniyle SSCB’nin siyasal ve ekonomik desteğine büyük ihtiyacı vardı. Bazı İranlı yöneticiler, milletvekilleri ve bazı bakanlar ise olaylara bir “din boyutu” vermeye çalışmışlardı. Azerilerin “İslama dönüşüne” engel olmaması için Moskova’ ya uyarıda bulunuyorlardı. Öte yandan Halk Cephesi Lideri Tevfik Hüseyinov’un dediği gibi Azeriler “İslam devrimi ile ilgili değiller, demokratik ve laik” bir düzen istiyorlardı. Eçibey’e göre, Karabağ sorununun çözümünü istemeyenlerin başında, Rusya’dan sonra İran vardı. Elçibey Azerbaycan’a İran’dan gelebilecek dini bir tehlikenin olmadığını da belirtmiştir. Ayrıca İran’daki Şiiliğin, Fars şovenizmine hizmet eden bir sahtekârlık olduğunu da vurgulamıştır (Milliyet, 20 Ocak 1990, s. 4). Türkiye’yi stratejik yönden tehlike olarak gören İran, 1990-1992 arasında Kafkas ve Türkistan Cumhuriyetlerinde nüfusunu yayabilmek için bavullar dolusu para dağıtmaya başlamıştır. Fakat bundan bir netice alamayınca, coğrafi konumunun verdiği avantajları kullanarak bu cumhuriyetlere baskı kurmaya başlamıştır (Saray, 1999: 165). Dağlık Karabağ Savaşı’nda İran’ın bu tutumunu açıkça görülmektedir. Dağlık Karabağ Savaşı’nda Şuşa ve Laçin olaylarında İranlı uzmanlar Ermenilerinin yanında yer aldılar. İran’ın meşru Azerbaycan hükümetini atlayarak Nahçivan’da konsolosluk açması, kredi vermesi ve din okulları kurması da Bakü ile Nahçivan’ı birbirine düşürmekten başka bir şey değildir. Ayrıca İran’ın Azerbaycan’da ve Nahçivan’da Türkiye aleyhine büyük bir karalama faaliyetine girdiği de bilinen bir gerçektir. Dağlık Karabağ Savaşı’nda İran’ın kara ve hava yoluyla Ermenistan’a askeri ve teknik yardım göndermesi de herkesçe malumdur. Zaten iki Aryan kavim bütün tarihleri boyunca Türklere karşı daima birlikte hareket etmişlerdir. İran için din ve mezhepten daha önce ırki özellikler ağır bastığından, Ermenilerin her zaman koruyucusu ve yardımcısı oldular (Aktaş, 2000: 1-17). İran ve Türkiye sınır komşusu olmasına rağmen doksanlı yılların başında rekabet sahaları Nahçivan ve Azerbaycan’dır Türkiye’nin Azerbaycan ile kara bağının kurulması ihtimali İran’ın kuzeyden Türkler tarafından kuşatılması demektir ki bu da İran’ın ekonomik ve etnik açıdan oldukça endişelendirmektedir. İran, Ermenistan’ın Nahçivan’a yaptığı saldırı karşısında tepki vermemiştir. Bundan dolayı Nahçivan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, İran’ı sert bir dille eleştirerek İran’ın İslam ülkesi ve komşu olduğunu, Ermeni saldırıları karşısında İranlı yetkililerle defalarca görüşmesine rağmen hiçbir ses çıkmadığını söylemiş ayrıca bütün dünyanın Nahçivan’a gazeteci ve TV’lerini 52 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ göndermelerine rağmen İran’ın bir tek gazeteci dahi göndermediğini belirtmişti (Tercüman, 24 Mayıs 1992, s. 6). Azerbaycan Bağımsızlığını kazandıktan sonra İran, Azerbaycan’ı tanımayacağını açıklamıştır. İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti, Moskova ziyareti sırasında Azerbaycan ile ilişkilerin Sovyetler Birliği içinde geliştirileceğini belirterek, açıkça Azerbaycan’ı tanımayacağını ilan ediyordu (Hürriyet, 27 Kasım 1991, s. 14). Aslında İran’ı Azerbaycan’ın 1991 yılında bağımsızlığına kavuşarak Hazar petrolü üzerinde pay sahibi ülkelerden biri haline gelmesi ve Bakü-Ceyhan Petrol Boru hattı projesi rahatsız etmektedir. İran bu projenin gerçekleşmemesi için her türlü yola başvurmuş, bunun yerine petrolün körfezden ihracı gibi alternatif projeler gündeme getirmiştir. Azerbaycan’ın Türkiye ve Batı eksenli bir politika izlemesi, İran ile ilişkileri gerginleştirmiştir (azerbaycan.ihh.org.tr, 20.11.2007). Türkiye’nin bölgeye yaptığı hamlelere karşı olarak İran, “Acem Kulubü” girişimini ve Karadeniz’e (KEİ) karşı “Hazar Ekonomik Bölgesi”ni ortaya attı. Türkiye’nin Orta Asya’daki güçlü konumu ve KEİ projesi İran’ı rahatsız ettiği gibi İran’ında petrol silahını kullanarak eski SSCB cumhuriyetleri nezdinde nüfuz aradığı da bilinmekteydi. İran Azerbaycan boru hattını kullanarak diğer cumhuriyetlere petrol satmanın planlarını yapıyordu (Cumhuriyet, 14 Şubat 1992, s. 9). Demirel Şubat 1992’de ABD ziyaretini yaparken Özal da ECO (Ekonomik İşbirliği Örgütü) zirvesi için Tahran’da bulunuyordu. İran, Kafkaslar ve Orta Asya’ya açılma siyasetinde Türkiye modelini kendisine rakip gördüğü için ABD ile birlikte Ankara’yı hedef almaktaydı. İran’da resmi olmayan çevrelere göre Türkiye’nin Azerbaycan Cumhuriyetinden adam ayartma gayretleri ya da ABD Başkanı Bush ve dışişleri Bakanı Baker’den, Özal ve Demirel’e kadar herkesin, İran’ın Orta Asya Cumhuriyetlerindeki nüfusunu önleme çabasında olduğu yorumu yapılıyordu (Milliyet, 17 Şubat 1992, s. 10). Azerbaycan’ın Türkiye’nin de desteğiyle Batı’ya yaklaşması ve bölgedeki Batı nüfuzunun artması sonucu, Azerbaycan Rusya’dan bağımsız bir çizgiye geçmiştir. Bu durum Rusya-İran yakınlaşmasını doğurmuştur. Batılılara göre, İran ve Rus Azerilerinin çoğunlukla kendilerini Türk sayıyor ve Ankara ile yakınlaşmayı umut ediyor olması, Azeri milliyetçiliğinin yatışmasında ortak menfaati olan Tahran ve Moskova’yı birbirlerine yaklaştıran bir başka sebepti (Hürriyet, 6 Ocak 1990, s. 10). Ancak İran’ın Dağlık Karabağ sorunundaki tutumu Azeri halkının da yoğun tepkisine sebep olmuştur. Azerbaycan Halk Cephesi yetkililerinin “Azatlık kan pahasınadır. Ne İran, ne de başkaları Türklüğü engelleyemez” sözleri de tepkinin hangi boyutta olduğunu gösteriyordu (Tercüman, 24 Mayıs 1992, s. 6). İran ve Rusya, Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin barış planına destek vermemiştir. Plana göre Zangezur Azerbaycan’a bırakılacak ve böylece İran’ın Ermenistan ve Rusya ile bağlantısı tamamen kopacaktı (Hürriyet, 24 Mart 1992, s. 14). Azerbaycan’la Dağlık Karabağ sorunu yaşayan Ermenistan’a İran üzerinden silah yardımı yapılmıştır. Rusya ve İran, Azerbaycan’ın bölgede yükselmesinin önünü almak için Moskova-Erivan-Tahran ittifakını oluşturmuşlardır. Bu ittifaka karşıt olarak Bakü-TiflisAnkara-Washington ittifakı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı, bu ittifakı güçlendiren önemli bir adım olmuştur. İranlı yetkililer bu gelişmenin karşısındadırlar ve sık sık Azerbaycan’ı uyarmıştır (Tercüman, 24 Mayıs 1992, s. 6). 53 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 5.1.4. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk- Ermeni İlişkileri Hıristiyan Ermeniler yaklaşık bin yıl Müslüman Türklerle aynı coğrafyayı ve kültürü paylaştılar. Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi Osmanlı Devleti'nde de çalışkan, dürüst ve sadık bir toplum olarak bilinen Ermeniler, yüzyıllarca Türklerle beraber refah içinde yaşamış zanaatkâr bir tebaa idi. Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul Ermeni Patrikliği'ni kurması Ermenilere verilen değeri göstermesi açısından önemliydi. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın, başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi ne Fatih'ten önce, ne de sonra görülmüştü. Ermeniler 19. yüzyılın başlarından itibaren, Fransız İhtilali’nin de etkisiyle, milliyetçi söylemler geliştirmeye başladılar. Aynı yüzyılın başlarında Sırp isyanı ve de Rumların bağımsızlığı onlara örnek oldu. Taleplerini 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası uluslar arası arenada seslendirmeye başladılar. Ermenilerin bu talepleri hemen karşılık buldu. Özellikle Rusya ve bazı devletlerin vaatlerine kanan Ermeniler, on binlerce Türk ve Ermeni'nin ölümüyle sonuçlanan isyan ve katliamlara başladılar ve bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamak istediler. Abdülhamit’e suikasta varacak kadar sansasyonel eylemlere giriştiler. Olaylar artık Osmanlı devletinin kontrolünden çıkmıştı. Osmanlı Devleti, baskınların ve katliamların hızla artmasından duyulan kaygı nedeniyle son çare olarak, bölgedeki Ermenileri ülkenin güvenli bölgelerine "tehcir"e tabi tuttu (Ortaylı, 2005: 24). Bu uygulama, hem Türklerin hem de Ermeni halkın can güvenliğinin sağlanmasına yönelik olarak gerçekleştirildi. Tehcir hadisesi, Ermenilerin “soykırım” iddialarını da beraberinde getirdi. Türkiye'ye yönelik sözde soykırım iddialarının temelinde ise Taşnaksütyun Partisi ve diaspora Ermenileri vardır. Varlık koşulunu Türk düşmanlığında bulan bir parti olan Taşnaksütyun'dan başka hiçbir Ermeni kuruluşu, Türkiye'den toprak istememektedir. Taşnak Partisi, "Türkiye sözde Ermeni soykırımından dolayı resmi bir özür dileyene, soykırım kurbanlarına tazminat ödeyene ve 'Büyük Ermenistan'ı oluşturan toprakları devredene kadar, Türklerle her türlü ilişkiye karşı çıkan" aşırılık yanlısı bir parti konumundadır. Yıllardır Ermenistan’da iktidarda olan parti yine bu partidir (Ortaylı, 2005: 24). Ermeniler 1965 yılında “Sözde soykırım”ın 50.yıldönümünde bir araya gelerek ortak kararlar almışlar ve uygulamaya koymuşlardır. Ermeniler her koldan “Büyük Ermenistan” için çalışmaya başlamışlardır. 1980’li yıllar Ermenilere uygun ortamı sağlamış; Gorbaçov’un glastnost ve perestroykası Ermenilere yaramıştır. Ermeniler yirmi yıldır hazırlıklarını yaptıkları planlarını bir bir uygulamaya koymaya başlamışlardır. Ermenistan’da 1980’li yılların sonlarından itibaren Ermenistan’da başlayan bağımsızlık mücadelesinde Ermeni milliyetçiliği, 1990’lı yılların başlarına kadar komünist ideoloji ve Rusya karşıtı görüşleri benimsemişse de, bu tarihten itibaren yeniden Rusya ile işbirliğine önem verilmiş ve Ermenistan, Rusya’nın Kafkasya’daki varlığını koruyan tek ülke haline gelmiştir (Laçiner, 2002: 3). 1990’dan sonra Ermenistan’da iktidarda bulunan EMH liderleri Rusya’nın siyasi, ekonomik ve askeri desteği olmadan Dağlık Karabağ ve ekonomi sorununu halledemeyeceklerini anladıktan sonra Rusya ile ilişkilerine önem vermeye başlamıştır. 1988-1991 yılları arasında Rusya karşıtı politika izlemekten vazgeçmiştir (www.ermenisorunu.gen.tr, 20.10.2007). 54 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Kafkas Cumhuriyetlerinden Ermenistan, Moskova'ya en sadık cumhuriyetlerden bir olmuştur. Bu sebeple, bu cumhuriyette bağımsızlık hareketi diğerleri gibi şiddetli ve sarsıntılı olmamış ve Ermenistan bağımsızlığını resmen 23 Eylül 1991 de ilan etmiştir (www.ermenisorunu.gen.tr, 20.10.2007). Bağımsızlık Bildirgesi"nde ve "Anayasa”sında da yine, sözde soykırım iddialarının yanı sıra, Türkiye'nin Doğu Anadolu’dan Batı Ermenistan diye bahsetmesi Türkiye ile Ermenistan arasında sağlıklı münasebet kurulmasını hep engellemiştir. Türkiye, Ermenistan’a bağımsızlığını kazanıncaya kadar Rusya’nın iç işleri olduğu gerekçesiyle herhangi bir müdahalede bulunmamış, Ermenistan bağımsızlığını kazandıktan sonra da onu ilk tanıyan ülkelerden birisi olmuştur. Türkiye daha önce komşularıyla yapılan tüm antlaşmalara sadık kalarak münasebetleri germemiş, ancak Ermenistan bağımsız olduktan sonra Kars Antlaşmasını tanımadığını açıklaması, Bağımsızlık Bildirgesi"nde ve "Anayasa”sında da yine, sözde soykırım iddialarının yanı sıra, Türkiye'nin Doğu Anadolu’dan Batı Ermenistan diye bahsetmesi Türkiye ile Ermenistan arasında ilişkileri baltalamıştır. Türkiye Hocalı Katliamı’na (26 Şubat 1992) kadar Ermenistan’a ve Azerbaycan’a aynı mesafede olduğunu her defasında tekrar ediyordu. Hocalı’da yüzlerce sivilin öldürülmesi iki ülke arasında köprülerin atılmasına sebep olmuştur. O güne kadar hep barış ve itidal çağrısı yapan Türkiye tavrını değiştirerek Ermenistan’a sert mesajlar göndermeye başlamıştır. Üstüne üstük Ermenilerin Nahçivan’a saldırması, muhalefet ve kamuoyunun baskısı, iktidarın önüne askeri müdahale seçeneğini getirmiş, konu uzun süre tartışılmış ve Ermenistan’ın tüm meydan okumalarına rağmen askeri müdahale seçeneği rafa kaldırılmıştır. 1993’te Kelbecer ve Fuzuli’ye yapılan saldırılar ise bardağı taşıran son damla olmuştur. 3 Nisan 1993’te Kelbecer’in Ermenistan tarafından tamamen işgal edilmesinden sonra Türkiye yine Ermenistan’a yönelik, işgalden vazgeçme çağrılarını sürdürmüş, bu arada ilişkileri de kademeli olarak sınırlandırmaya başlamıştır. Ermenistan’ın işgalci tavrını sürdürmesi üzerine Türkiye, Ermenistan ile olan sınırını kapatmıştır. 5 Nisan 1993’te dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte Türkistan Cumhuriyetleri gezisine katılan Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, basına yaptığı açıklamada, “Ermenistan’ın Azerbaycan’a son saldırılarından sonra Türkiye üzerinden geçmekte olan tüm insanî yardım uçuşlarının da durdurulduğunu, hiçbir uçuşa izin verilmeyeceğini, buna rağmen geçmek isteyen uçakların gerektiğinde ateş açılarak indirileceğini” bildirmiştir (Ayın Tarihi, Nisan, 1993). Ermeni yazar Hırant Dink Türkiye’nin bu tavrını Dağlık Karabağ sorununu gündeme getirilerek Ermeni meselesinin göz ardı edildiğini iddia eleştirmiş ve şu açıklamada bulunmuştu: “Sovyetler Birliği dağılıp, Ermenistan da yanı başında bağımsız devlet kimliği kazanınca, Türkiye ne yapacağını şaşırdı, eli ayağı birbirine dolaştı. Türkiye'nin Ermenistan'a yönelik bir dış politikası yoktu... Olması da zaten gereksizdi çünkü Türkiye, tarihi Ermeni Sorunu'nu asrın başlarında kendince halletmiş, meseleyi kökünden bitirmişti. Aniden ortaya çıkan bu durumun gerçek mi, serap mı oluşunun çimdiği aranırken, Allah'tan(!) imdada Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Karabağ sorunu yetişti. O güne değin Ermenistan ile nasıl bir politika izleyeceğinin şaşkınlığını yaşayan ve Ermenistan'la ilişkiye geçme konusunda oyalanan Türk dış politikası, tavrını erteleyecek yöntemi nihayet 3 Nisan 1993'te bulmuştu. Kelbecer işgali ileri sürülerek Ermenistan'la sınırı kapatmak ve 55 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ ilişkileri Karabağ sorununun çözümüne endekslemek bulunmaz bir fırsattı” (Birgün, 9 Şubat 2007, s. 4). Türk tarafı soykırım söylentileriyle Dağlık Karabağ olayının örtbas edildiğini öne sürerken Ermeni tarafı ise Dağlık Karabağ’ın Türkiye tarafından Ermenistan’a karşı bir koz olarak kullanıldığını ve Karabağ problemi ile Ermenistan politikasını oluşturduğunu savunmaktadır. Mevcut durumun iki tarafın işine gelmediği bir gerçektir. Ama şunu belirtmek gerekir ki soykırım iddialarını Dağlık Karabağ sorunundan bağımsız ele almak artık mümkün değildir. Zaten mesele de bu noktada düğümlenmiştir Yakın zamanda Batılı ülkeler Türkiye'yi tarihi sorumluluklarından ötürü kınamaya çalışırken, uluslararası hukuku halen açıkça ihlal etmekte olan Ermenistan'ın, komşusunu işgalini sorgulamaması, Karabağ sorununun çözümünü engelleyerek bölgenin güvenlik ve huzura kavuşmasını geciktirmiştir. Bölgedeki demokratik açılımların da önünü kesmiştir. Meşruiyetin iadesi ve çifte standartlar: Diaspora ise, tarihi iddiaları canlı tutarak Ermenistan'ın bugünkü siyasi sorumluluğunu maskelemektedir. Aslında bir milyon göçmenin durumu ve işgal altındaki topraklar meselesi, tarihin değil bugünün trajedisi. Bu trajedinin soykırım iddialarıyla maskelenmek, hatta örtbas edilmek istenmesi, uluslararası toplumun açık bir çifte standardını oluşturmaktadır. Türkiye ile Ermenistan ilişkilerindeki tıkanıklıkların başında Ermenistan'ın bölgede uluslararası meşruiyeti iade etmesi mecburiyetini yerine getirmemesi gelmektedir (Radikal, 3 Şubat 2007, s.11). Türkiye, Ermenistan’la olan ilişkilerinde hep diplomasiyi ön planda tutmuş, aralarındaki meseleleri uluslar arası platformda çözmek istemiş, sürekli barış ve itidal çağrısı yapmış olmasına rağmen bu politikasında bir sonuca ulaşamamıştır. Türkiye ile münasebeti soykırım iddiaları üzerine endeksleyen Ermenistan, Türkiye gerçeğini de tam anlamıyla kavrayabilmiş bir durumda değildir. Oysaki Ermenistan’ın bölgedeki geleceği ve bağımsızlığı Türkiye ile kuracağı sağlıklı ilişkilere bağlıdır. Bunun yerine 2 milyonluk bir ülkenin çevresini saran ve nüfusu 100 milyonu aşan bir ulusu toptan kendisine düşman ilan etmesi gerçekçi olmadığı gibi kendi çıkarına da değildir (Laçiner, 2002: 3). Bu duruma toplumun önünde olan liderleri dahi geleceğe dönük bir açılım getirememektedirler. Aksine toplumu çatışma kültürüne dayalı argümanlarla besleyip bu durumdan nemalanmaktadırlar. Ermenistan Tarihi’nin en büyük başarısı Karabağ’ın alınmasıdır. Ermenistan Devleti bağımsızlığını korumak ve birliğini sağlamakta kullandığı en temel kozu da Dağlık Karabağ sorunu olmuştur. Ermenistan hükümetlerinin kaderi Karabağ sorununa bağlıdır. Hükümet politikalarının belirlenmesinde hatta hükümetlerin oluşumunda ana etken Karabağ konusudur. Neredeyse içerde siyasi bütünlük Dağlık Karabağ sorunuyla sağlanırken dışarıda ise sinerji soykırım efsanesine endekslenmiştir. Binlerce yıllık tarihi olan Ermenilerin enerjilerini soykırım iddiaları üzerine yoğunlaştırmaları, birçok insanın aklına şu soruyu getirmektedir: “Acaba Ermeni tarihinden ‘soykırım iddiası’ kaldırılsa geriye ne kalır?” Ermeni-Azeri savaşı sonucunda Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisini işgal etmesi ve bir milyon Azeri'nin perişan bir şekilde mülteci konumuna düşmesi, Ankara'nın Erivan'a yönelik barış ve işbirliği girişimini sekteye uğrattı. Bu durumda, Türkiye, Ermenistan'a sınır kapılarını 1993'te, hava sahasını ise 1994'te kapattı. (www.turksam.org.tr, 20.11.2007). 56 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Böylece Ermenistan ekonomik darboğaza girdi. Ermenistan’ın ilk devlet başkanı Levon Ter Petrosyan ekonomik çıkmazı görüp Türkiye ile yakınlaşma arzusunu dile getirmeye başlamasıyla Ermeni milliyetçilerini duruma müdahale etmiş ve Petrosyan iktidardan uzaklaştırılmıştır. Levon Ter Petrosyan döneminden sonra, özellikle artan Ermeni milliyetçiliğinin hızlı ve kararlı adımlarla yükselen ismi Koçaryan'ın, üstlendiği cumhurbaşkanlığı göreviyle Türk-Ermeni ilişkileri farklı şekilde gelişme göstermiştir. Karabağ konusunda sert bir çizgiyi savunmasının kazandırdığı ivme ile görevi üstlenen Koçaryan, hem Karabağ konusunda hem de sözde soykırım konusunda kendisine bu ivmeyi kazandıran grubun taleplerinin de etkisiyle uzlaşmaz bir dış politika sergilemeye başlamıştır. Diaspora Ermenileri ile işbirliğinin azımsanmayacak etkisi ile daha aktif bir dış politika izlemeyi başaran Koçaryan Türkiye'ye karşı sözde soykırım iddialarını yükselişini sağlarken diğer taraftan, artık Azerilerle Türkler arasında fark görülmediği için Azerbaycan'ın da soykırımla özdeşleştirilmesi sonucu Karabağ sorunun çözümünde de soykırımın ön koşul haline gelmesini sağlama hedefine yönelmiştir (Gül ve Ekici, 2001: 383). 5.1.5. Dağlık Karabağ Sorunu ve Türk-Azeri İlişkileri Türkler ve Azeriler aynı köke sahiptirler. Azeriler kendilerini önce Türk sonra Azeri kabul etmektedirler. İki toplum arasındaki münasebetler yüzyıllar öncesine dayanır ancak devlet düzeyindeki münasebetlerin yaklaşık yüzyıllık mazisi vardır. Azerbaycan ilk olarak 1918 yılında bağımsız bir devlet olarak kurulmuş 1920’de ise Rus egemenliği altına girmiştir. Azerbaycan iki yıllık bağımsızlık döneminde de Dağlık Karabağ Sorunu ile karşı karşıya kalmıştı. Sovyet Rusya hâkimiyeti üzerine sorun dondurulmuştu. Türkiye ile Azerbaycan arasında İstiklal Savaşı yıllarında sıcak ilişkiler kurulamamıştı. Ancak Mustafa Kemal Atatürk Şubat 1920‘de kolordulara gönderdiği gizli yazılarla Türklerin çoğunlukta olduğu Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu ve Azerbaycan’a bağlanması için gerekli çalışmaların yapılmasını istemişti. Türkiye Azerbaycan’ın Sovyet Rusya’ya bağlanmasından sonra, Azerbaycan’a herhangi bir müdahalede bulunmamış yapılan tüm antlaşmalara sadık kalarak Sovyet Rusya ile münasebetlerini sürdürmüştür. SSCB’nin yıkılış sürecinde ise Türkiye’nin tavrı belliydi. Büyükelçi Sanberk “Ankara- Moskova ilişkileri, Ankara ile yeni bağımsız cumhuriyetler ilişkisinden daha önemlidir” diyerek Türk dış politikasının tavrını ortaya koymuştur (Ülkü, 2000: 20). Türk Cumhuriyetleri bağımsızlığını kazandığında Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan’a eşit mesafede olduğunu bildirmekten geri durmamıştı. Cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmasıyla beraber Türkiye, Rusya ile ekonomik ve siyasi alandaki kazanımlarını bir çırpıda göz ardı etmek istememiştir. Uzun sürü ihtiyatı elden bırakmamıştır. Türkiye’nin bölge politikalarında taraf olması, Azeri tarafını desteklemesi, dış Türkler, Panislamizm, Pantürkizm gibi sebepler dışında Ermenistan’ın Dağlık Karabağ topraklarına saldırısıyla ile açıklanabilir. Türkiye’nin, Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımakla iyi komşuluk adına ilk adımı atmasına karşın Ermenistan’ın Karabağ bölgesini işgali her şeyi altüst etmişti. Dağlık Karabağ Sorunu, Ermenistan’ın soykırım iddialarının ilk somut yansıması ve 57 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Ermenilerin Türk düşmanlığı politikasının yeni sahasıdır. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti tarihi ile de bağlantılıdır. Bu tarihi bağ ve ortak düşman, Türk-Azeri ilişkilerini daha da kuvvetli hale getirmiştir. Bundan böyle Türkiye ile Azerbaycan bir millet-iki devlet ve doğal müttefik olarak anılacaktır (Mesimov, 2001: 274- 285). Türkiye’de Azerbaycan’ın tanınması hususu uzun süre müzakere edilmiştir. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettikten sonra ulusal cephenin lideri Ebulfez Elçibey Türkiye'ye "Azerbaycan'ı tanımamasını, tanırsa bunun Moskova'nın adamı olan Ayaz Muttalibov'u meşru kabul ettiği anlamına geldiğini ve Azerbaycan halkının kırgınlığına neden olacağı" mesajını göndermişti. İşte, bu kargaşa ortamında Türkiye, Sovyetler Birliği’nde ve Azerbaycan'da ne gibi sağlıklı politik ortamın var olduğunu anlayamadan kendiliğinden sürecin içine dâhil olmuştur (Attar, 2005: 124). Türkiye Azerbaycan'ı diğer Sovyet cumhuriyetlerinden bir ay kadar önce 9 Kasım 1991'de tanıdı. Fakat Azerbaycan'ın iç ve dış sorunlarla boğuşuyor olması bu dönemde ikili ilişkilerin hızlı gelişimini engelledi (Aydın, 2002: 402). Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmaları ve Türkiye’nin bunları tanıması bölgede büyük heyecan uyandırmıştı. Aynı tarihlerde bölgeye giden Hürriyet Gazetesi muhabiri Azerbaycan’daki havayı şöyle anlatıyordu: “Azerbaycan’ı ilk tanıyan ülke biz olduk. Bu önemlidir çünkü Azerbaycan’la dünyadaki bütün diğer ülkelerden çok daha farklı bağlarımız vardır. Ben, beş ay önce Azerbaycan’ın başkenti Bakü’nün Azatlık (Özgürlük) meydanındaki coşkuyu yaşadım. Tüylerim diken diken olmuştu. Azatlık meydanından Karadeniz’e doğru akan coşku Türklük dünyasından çok bu coğrafyada yaşayan Türklerin dünyayla yeniden entegre oluşunun işaretiydi.”Aynı muhabir Azerbaycan’ı tanıma konusunda ise: “Büyük ülkeler “tanıma”, “tanımama” gibi şekle dayalı diplomasiden uzak dururlar. Yani Amerika, İngiltere, Fransa, Azerbaycan’ı tanımadılar diye kötü mü oldular. Göreceksiniz Azerbaycan’la en büyük işleri o ülkeler yapacaklar.” sözleriyle Azerbaycan’ı tanımakla ile her şeyin bitmediğini anlatıyordu (Hürriyet, 10 Kasım 1991, s. 14). Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla beraber Pantürkizm’den daha çok dem vurulmaya başlanmıştı. Ülke gerçekleriyle iç içe olan ve onu en iyi bilen Başbakan Süleyman Demirel, Türk Birliğinin reel politiğe uygun olmadığını şu sözleriyle anlatıyordu: “Pantürkizm, Panislamizm çıkar yol değil. Ben bugünkü Türkiye’nin birliği için sıkıntılar içindeyken, bir Pantürkizm olayı beni dağıtır, hatta elimdeki bir takım kozları da alır” (Milliyet, 6 Eylül 1990, s. 11). Dağlık Karabağ sorunu, Türkiye ve Azerbaycan’da siyasi istikrarın olmadığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Özellikle Azerbaycan’da iç çalkantıların yoğunluğu Türk-Azeri ilişkilerinin sağlıklı işlemesini de engellemiştir. Öte yandan, genel olarak Azeri görüşünü desteklemekle birlikte, Türkiye Azerbaycan'a önemli silah yardımı yapmaktan ya da iki ülke arasındaki çatışmaya askeri müdahaleden kaçındı. “Dünyayı arkama almadıkça o işi (Nahçivan’a müdahale) yapmam” diyen Demirel de Türkiye’nin tavrını ortaya koyuyordu (Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992, s. 16). Başlangıçta Türkiye çatışmada tarafsız kalarak Ermenistan'la Azerbaycan arasında aracı olmak istedi. Ermenilerin de en azından başlangıçta bu girişime karşı çıkmamaları üzerine Türk diplomatları ve özellikle dönemin dışişleri bakanı Hikmet Çetin bölgeyle Avrupa başkentleri arasında diplomasi seferleri yürüttüler ve özellikle AGİT'in konuyu 58 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ gündeme almasında etkili oldular. Öte yandan, Çetin, Azerbaycan'ın talebi üzerine Batılı hükümetlerin ve özellikle ABD'nin dikkatini konuya çekmeye çalışırken, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel daha dikkatli bir politika taraftarı oldu ve Türkiye'nin müdahale etmesi için herhangi bir hukuki dayanağının olmadığını ve her halükarda Azerilerin de bunu talep etmediklerini ifade etti. Bu arada, problemin Kasım 1991'de Ermenistan'ın talebiyle, dönemin Azerbaycan başbakanı Hasan Hasanov'a "bölgede gerginligi artırıcı kışkırtmalardan sakınmalarını" istemek üzere yolladığı mesajın bu ülkede arabuluculuk girişimi olarak algılanması ve iki hafta sonra verdiği cevapta Hasanov'un "Türkiye'nin arabuluculuk girişiminden memnun kalacağını" belirtmesi üzerine, dışişleri bakanlığı Türkiye'nin arabuluculuk niyetinde olmadığını açıklamak zorunda kaldı. Ardından, 23–24 Ocak 1992'de Ankara'ya gelen dönemin devlet başkanı Mutallibov'a, bu sefer her iki tarafın onayıyla arabuluculuk yapılabileceği ifade edildi. Azebaycan Devlet Başkanı Muttalibov da “Karabağ bizim iç sorunumuz” diyerek Türkiye dâhil hiçbir ülkenin arabuluculuğunu istemediklerini söyledi (Hürriyet, 29 Ocak 1992, s. 12). Türkiye'nin bu "tarafsız arabuluculuk" çabaları fazla uzun sürmedi. Özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın çeşitli yerlerde Ermenilerin "birazcık korkutulmaları" gerektiği şeklindeki açıklamaları, Demirel'in tersi ifadelerine rağmen, Türkiye’nin tarafsız arabulucu rolünün sonu oldu (Aydın, 2002: 404). Türk yetkililerinin Azerbaycan’a yaptıkları en önemli yardımlardan birisi, onun Batı’ya çıkışının sağlanmasında Azerbaycan’ın yeni Devlet Başkanı Aliyev’e yaptıkları yardımdır. Süleyman Demirel’in arabuluculuğuyla 1993 Aralığında Aliyev’in Paris’i ziyareti gerçekleşmiştir. Bu, Azerbaycan devlet başkanının Batıyı ilk ziyaretiydi. Arkasından, Aliyev’in Avrupa başkentlerini ziyaretleri birbirini izledi (Gürbüz, 2003: 85). İlişkilerde asıl dönüşüm ise Şubat 1994’de Aliyev’in, Ankara’ya karşılıklı yabancılaşmayı sona erdiren bir resmi ziyarette bulunması ile başladı. Daha öncede belirttiğimiz gibi bu ziyaret aslında Aliyev yönetiminin Rusya’nın yakınlaşma politikasından aşamalı olarak vazgeçtiğinin ve Batı ve bu anlamda Türkiye ile yakınlaşmanın somut belirtisiydi (Gürbüz, 2003: 85). Bu arada Türkiye'nin bölgedeki Türk Cumhuriyetleriyle, özellikle Karabağ'ın ait olduğu Azerbaycan'la kültürel bağlarını geliştirmesi, ortak bir alfabeye geçebilmesi, bölgeye yönelik televizyon yayınlarını gerçekleştirebilmesi ve Azerbaycan petrolü ile ilgili konsorsiyuma üye olarak pay almayı başarması Türk politikasının uzun vadeye yönelik son derece olumlu adımlarıdır. Bu pozitif unsurlara Türk iş adamlarının ve Türk şirketlerinin bölgeye yönelik ekonomik girişimlerini de ilave etmek gerekir. Ancak Karabağ başta olmak üzere, Azerbaycan ve diğer bölge cumhuriyetleri ile yürütülen ilişkiler ve ortaya çıkan gelişmeler Türkiye'nin ilişkilerini sadece kültürel ve ekonomik olarak değil, politik ve askeri olarak da geliştirmek zaruretini ortaya koymaktadır (Taşkıran, 1994: 164). Çünkü Azerbaycan'ın bağımsızlığı, Azerbaycan'dan çok Türkiye'nin ve Türk dünyasının meselesidir (Andican, 1996: 273). 59 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 5.2. TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI VE BU POLİTİKADA ETKİLİ DEVLET ADAMLARI 5.2.1 TURGUT ÖZAL DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI 5.2.1.1. Turgut Özal “(Ermenileri) biraz korkutmak lazım” Türk siyasi hayatının 1981–93 döneminde derin izler bırakan Turgut Özal, 1981– 1989 yılları arasında başbakanlık, 1989–1993 yılları arasında da Cumhurbaşkanlığı yapmıştır (AAM, 2002: 638). Özal Dağlık Karabağ Sorunu sürecinde Cumhurbaşkanıdır ki artık “icraatın içinden” değildir. Buna rağmen cumhurbaşkanlığı döneminde ülkenin dış politikasını yönlendirici adımlara imza atmıştır ve yürütmedeki etkinliği Yıldırım Akbulut başbakan olduktan sonra da devam etmiştir. Öyle ki Türk halkı hükümeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yönettiğine inanmaktaydı. Gazetelerde bununla ilgili anket dahi yapılmıştı. Eylül 1990’da Hürriyet Gazetesinde yayınlanan bir ankette Türkiye’yi kim yönetiyor? şeklindeki soru ankete %78 Özal, %7 ile Yıldırım Akbulut şeklinde yansımıştır (Hürriyet, 3 Eylül 1990, s. 1). Kendisindeki gücün farkında olan Özal bu dönemde ülkesinde ve uluslar arası platformlarda çok tartışılacak sıra dışı söylemlere de imza atmıştır. Özal bolca dış seyahat yapmış, özellikle ABD ve SSCB’yi her yıl mutad olarak ziyaret etmiştir. Bu ülkelerle ilişkileri geliştirmek için özel çaba sarf etmiştir. Sonra da ABD başkanı Bush ve SSCB lideri Gorbaçov ile yakın ilişkiler kurmanın rahatlığı ile hareket etmiş içerde ve dışarıda itibarı artmıştır. Başbakan Turgut Özal Temmuz 1986’da Moskova’yı ziyaretinde Gorbaçov, Bulgaristan’la yaşanan sorunlar nedeniyle Özal’ı kabul etmemişti. Fakat beş yıl sonra bu defa cumhurbaşkanı sıfatı ile 12 Mart 1991’de Moskova’yı ziyaret eden Özal, Gorbaçov tarafından sıcak bir şekilde karşılandığı gibi SSCB ile de üç önemli işbirliği antlaşması imzalamıştır (Tellal, 2005: 165). 1990'ların başında Özal, Körfez Savaşı dolayısıyla Türkiye'nin ABD için ifade ettiği stratejik değerin farkındaydı. Bu dönemde Türk dış politikasında önemli bir rahatlamanın olduğu dikkat çekmiştir. Özal, Ermenistan'ı ve Ermeniler tarafından dile getirilen iddiaları küçük görmekteydi (Attar, 2005: 146). Yıllardır Türkiye’nin önüne ısıtılıp ısıtılıp sunulan Ermeni işi için ABD’de; “Bir atımlık baruttur, geçsin de kurtulalım” sözü tepki çekmiş gazetelere “Ermeni işinde Özal’dan çark” başlıklarıyla yansımıştır. Özal’ın bu sözü, siyasi çevrelerin de tepkisini çekmiş ve Ermeni politikasından dönüş olarak değerlendirilmiştir (Hürriyet, 31 Ocak 1989, s. 13). Özal, Hürriyet Gazetesine yaptığı değerlendirmede “Bu Türkiye’nin önüne devamlı ‘Geldi. Geliyoruz.’diye sunulan bir konudur. Yani işi birazda bu tarafından düşünmek lazım. Yani geleneksel çizgide olmayan yeni bir tanımlamasını düşünmek lazım. Bazen ne derler “Tek atımlık bir silahtır. Atarsın biter, gider. Ama devamlı ‘Seni öldüreceğim, ama bir şeyler yapacağım’ diye şantaj hikâyelerinden çıkmak icap eder. Ama yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, bunu tartacağız” şeklinde aykırı çıkışlar yapabilmiştir (Hürriyet, 31 Ocak 1989, s. 13). 60 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 1915 yılı olayları ile ilgili olarak ise Özal’ın “Tarihçileri davet ediyorum. Gelip gerçeği bulsunlar” sözü zamanla Türkiye’nin 1915 olaylarına karşı tezi olmuştu. Türkiye’nin 1915 olaylarına yaklaşımı yıllardır bu teze dayalı yürütülmüştür. Buna göre, mesele tarihi bir meseleydi; dolayısıyla bu işte çözüm tarihçilere düşmekteydi. Özal’dan sonra da başbakanların tamamı aynı yolda hareket ederek, tarihi bir meselenin dünyaya objektif olarak yansıyacağını ve meselenin bu yolla, dünyada ilmi veriler ışığında çözüleceğini ümit etmişlerdir. Oysa siyasi (siyasal mecraya kaydırılmış) olayların bilimsel argümanlarla çözüldüğü vaki değildir. Mesele canlılığını korumuş Karabağ Olayları ile de alevlenmiştir. Türkiye dünya kamuoyuna haklılığını ispat için yukarıda bahsedilen yolları denediği halde başarı sağlayamamış, aleyhteki gelişmelerin de önünü alamamıştır. Bir meselede haklı olmak bugünün dünyasında yeterli değildir. Mesele dünya kamuoyunu buna türlü yollarla inandırmaktır. Bunun yolu da etkili ve akıllı politikadır. Zaten Ermeniler açısından olayların tarihçilere düşen tarafı kalmamış siyasi hakların talebi için çalışmaktadırlar. Mesele o kadar pompalanmış ve güncelleştirilmiştir ki bunun Özal’ın ifade ettiği gibi sadece tarihçilerin çalışmalarıyla çözülme imkânı kalmamıştır. Körfez Savaşı sonrasında Özal Türkiye’si "bir koyup üç alma" konusunda hayal kırıklığına uğramıştır. Turgut Özal iç politikada olduğu gibi dış politikada da oldukça farklı yaklaşımlar, hedefler ve politikalar sergilemiştir. Özal'ın dış politikada hemen her alandaki politikaları geçmişle kıyaslandığında az ya da çok farklılıklar içerir. Zaten kendi ifadeleri de bu tespiti doğrular. Bu farklılık sadece içerikte değil, yöntemde de gözlenir. Daha çok informal ve alışılmadık yolları kullanan Özal, amaçlarına ulaşmak için belli bir kalıp ya da kurala bağlı kalmayı çok seven bir lider değildir. Halk arasında "iş bitirici" olarak kullanılan "sonuç almaya dönük" bir yapısı vardır. Bu nedenle belli kalıplar ve gelenekler ile hareket eden Dışişleri bürokrasisine sürekli olarak müdahalede bulunmuştur. Hatta Anayasa ve yasalarca çizilmiş görev dağılımını dahi çoğu zaman görmezden gelmiştir. Özal, bürokrasiden, hatta bakandan habersiz çok sayıda karar almış ve uygulamaya sokmuştur (Laçiner, 2003: 25). Türkiye'de Atatürk döneminde, Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk dış politikası çok başarılı olmuştur ve hatta nüfusumuz çok az olmasına, Cumhuriyetin genç bulunmasına rağmen, Türkiye dünyada danışılan, söz sahibi olarak bilinen bir ülke durumunda olmuştur. Fakat ondan sonra bir tutukluk gelmiştir. Bir nevi damar sertliği hastalığına benzer bir tutukluk Türk dış politikasına hâkim olmuştur: Hareketsizlik... Çünkü hareketsizliğin bir tek emin yönü vardır. Hata işleme marjı çok düşüktür (İnan, 1995: 95). Turgut Özal bu tutuk dış politika siyaseti izlememiştir. Ancak dış politikada devletin bürokratik teamüllerini zorlayan Özal, cumhurbaşkanı olduktan sonra da hükümete rağmen dış siyasete ilişkin düşüncelerini kamuoyu ile rahatça paylaşmıştır. Azeri-Ermeni olayları ya da Dağlık Karabağ Savaşı’na ilişkin değerlendirmeleri de bu düşünceleri destekler niteliktedir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ABD ziyaretlerinin ikinci gününde İnternational Club’da yaptığı konuşması sırasında kendisine yöneltilen: “Türkiye’nin Azeri- Ermeni çatışmasının içine çekilmesi mümkün mü? Azeriler ve Sovyetler Birliğindeki diğer Türk asıllı gruplar, bağımsızlık talep ederse, Türkiye’nin tutumu ne olacaktır? Türkiye’nin bu konudaki değerlendirmesi nedir?” şeklindeki soruya. Cumhurbaşkanı Özal “Gayet basit” diye başlayarak:“Her şeyden önce, Azerbaycan bir Sovyet Cumhuriyetidir. Aramızda çok kısa bir sınır vardır. Sovyet Ermenistan’ı ile sınırımız daha uzundur. Azerbaycan’a 61 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ sınırımız doğrudan Azerbaycan’a değil, Azerbaycan’a Bağlı Nahçivan ile vardır. Bu sınırın uzunluğu sadece 6–7 kilometredir. Azerbaycanlıları Anadolu’daki Türk halkından çok, İran Azerilerine yakındır. Benzer diller konuşuruz, lehçelerimiz farklıdır. Bir başka fark daha vardır. Mezheplerimiz ayrıdır. Onlar Şii’dir, biz Sünni’yiz. Sovyetler Birliğindeki Türkçe konuşan ya da Müslüman gruplara karışmak istemeyiz. Gorbaçov’un izlediği politikaların düzenli bir şekilde uygulanmasını arzu ederiz. Ancak, büyük değişimlerle birlikte bazı sorunlar olacaktır” şeklinde sözlerini tamamlayan Özal, Türkiye’nin Sovyetlerin içişlerine karışmak istemediğine dikkat çekmişti (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13). Bu konuşmaların ardından Kars ve Kayseri’de olduğu gibi Türkiye’nin değişik şehirlerinde yapılan mitinglerde binlerce kişi “Özal istifa” diye bağırarak tepki gösteriyor ve mitinglerde Azerbaycan’a destek veren sloganlar atılıyordu. Özal’ın bu açıklamaları Türk iç politikasını derinden etkilemiş ve Özal parti liderlerinden de büyük tepki almıştır. Başbakan Mesut Yılmaz “Azerilere yakınlık duyuyoruz” derken olayları da hassasiyetle izlediğini ifade ederken Cumhurbaşkanı ile aynı fikirde olmadığını ortaya koymuştur (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13).Özal’ın en büyük siyasi hasmı ve DYP genel başkanı Süleyman Demirel; Özal’ın meşrutiyet aramaya gittiğini öne sürerek. Özal’ın Amerika’da yapacağı angajmanların, Türk Milletini ve hükümetlerini bağlamayacağını ifade etmişti. Ayrıca “Türkiye de çalınan plak bir defa da Amerika da çalacak” sözleriyle de Cumhurbaşkanına ve onun hamlelerine ta başından karşı durduğunu açıklamaktan geri durmamıştır. Süleyman Demirel Özal’ın Azerilerle ilgili sözleri üzerine de :”Azerbaycan’daki soydaşlarımızın Türkiye’ deki Türklerle inanç bakımından hiçbir sorunları yoktur. Önemli olan aynı kültüre sahip olmaktır. Azeri soydaşlarımız ve vatandaşlarımız kusura bakmasınlar, kırılmasınlar. Özal’ın dediği laflar Türkiye’yi bağlamaz. Bu sözler, Türkiye’yi temsil eden birinin söylediği sözler değildir” diyerek Özal’a sert tepki göstermiştir (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13). DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit de cumhurbaşkanının Alevi yurttaşlardan özür dilemesi gerektiğini, Türkiye nüfusunun tümünü Sünni gibi göstermesinin ulusal birliğe ve cumhuriyetin laik niteliğine gölge düşürecek bir davranış olarak değerlendirmiştir. Bu tepkiler de gösteriyor ki Özal politikalarının dış politikadaki tahribatları ele alındığında sistem ile muhalefet Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında ilk defa bu kadar büyük farkların ortaya çıkmasının yarattığı sorunlar belirtilebilir. Özal'ın kendine güvenen ve diğer aktörleri adeta görmezden gelen tavrı kurumsallaşmaya zarar verirken politikaların meşruiyetine de zarar vermiştir. Ayrıca Özal'ın kendine aşırı güveni dış dünyada Türkiye ile ilgili abartılı beklentilere yol açmıştır (Laçiner, 2003: 25). 26 Şubat 1992’deki Hocalı Katliamı sonrası Turgut Özal Azeri- Ermeni sorunun vardığı boyutu görerek politikasını değiştirmiş beklide Cumhurbaşkanlığı makamının verdiği rahatlıkla sert söylemlerde bulunmaya başlamıştı. Askeri önlemlerin zorunluluğundan bahseden Özal, Türkiye'nin ABD ile mevcut ilişkilerine güvenerek Erivan'a "yanlışlıkla birkaç bomba düşebileceğini" de açık bir dille beyan ediyordu (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13). Ayrıca Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Manisa Genç İşadamları Derneği'nde yaptığı konuşmada, Dağlık Karabağ'daki olaylar karşısında dünya ve Batılı ülkelerin çifte standart içinde olduklarını belirterek, Türkiye'nin daha aktif ve cesur politika izlemesi gerektiğini söylemişti (Hürriyet, 5 Mart 1992, s. 13). Radikal çıkışlarıyla dikkat çeken Ecevit yangına körükle gidenlerin karşısına Türkiye’nin bir kova 62 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ suyla çıkamadığını söylüyor, RP Genel Başkanı Erbakan ise askeri müdahalede bulunulması gerektiğini ve bu müdahalenin Kıbrıs’a yaptıkları müdahale gibi olmasını öneriyordu. ANAP lideri Mesut Yılmaz ise gerekirse asker kaydırılabileceğini söylemişti. Muhalefet kanadı artık tek seçeneğin askeri çözüm olduğunu vurgularken, iktidar kanadı ve onun Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ise savaşın çözüm olmadığını, Türkiye’nin savaş isteyen bir ülke olmadığının altını çiziyordu. Siyasi çekişmeler bununla da kalmamış Hocalı Katliamı meclis gündemine taşınmış ve sert tartışmalar yaşanmıştı. Dışişleri Başkanvekili Onur Kumbaracıbaşı Karabağ ile ilgili kılıç kalkanlı çözüm önerilerini eleştirirken muhalefet sıralarından “Siz laf üretirken Karabağ gitti” diye laf atması üzerine Kumbaracıbaşı “Karabağ’ın gidip gitmemesi bizim değil Azerbaycan’ın sorunudur” diye konuşmuş ve meclis karışmıştı. Kumbaracıbaşı’nın sonradan yanlış anlaşıldığını açıklamıştır ancak bu sözün yetkili bir kişinin ağzından çıkması konuya ne kadar hassasiyet gösterildiğini ortaya koyuyordu (Hürriyet, 5 Mart 1992, s. 13). Mecliste bu tartışmalar yaşanırken Cumhurbaşkanı Özal Karabağ ile ilgili birçok şey yapılabileceğini belirterek “( Ermenileri) Biraz korkutmak lazım” demiş ve sert bir çıkış yapmıştı (Cumhuriyet, 6 Mart 1992, s. 11). Süleyman Demirel hükümetinin cumhurbaşkanına tepkisi gecikmemiştir. Mart 1992’de Hocalı Katliamı sonrası Karabağ krizini masaya yatıran hükümet Özal’ın “Ermenileri korkutmak gerek. Hükümet daha aktif olmalı” sözlerine de“Akan kanı durdurmak için korkutmak ta ne demek, uygulamayı sıkıntıya sokuyor” şeklinde sert tepki göstermiştir. Dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in tepkisi “Barışçı yollarla mutlaka çözüm bulunacaktır. Korkutacağım diyerek korkutma olmaz” şeklindeydi (Hürriyet, 9 Mart 1992, s. 13). Türk dış politikası daha önceki Hatay, Kıbrıs, Ege (kıta sahanlığı) sorunlarının Türkiye’nin istediği şekilde çözümlenmesinin asıl nedeni askeri tedbirleri alarak sergilenen kararlılıktı. Özal’ın sözlerini “Ya Ermeniler korkmazsa!” şeklinde değerlendiren dışişleri bakanı, Türkiye’nin Ermenistan karşısındaki çekingenliğe kapılması gerekeceği fikrini taşıyor ve Ermenileri cesaretlendiriyordu. Eski dışişleri bakanı ve diplomat Coşkun Kırca bu tepkilere etraflı bir şekilde açıklama getirmiştir: “Türkiye, Ermenistan yola gelmezse askeri yöntemlere başvurmak stratejik amacına ulaşmayı elbette yeğlemelidir. Ya Ermenistan korkmazsa! Ermenistan Türk yığınağından kokmazsa acaba neden korkacaktır? Dışişleri bakanı bir tarafta Ermenistan, öbür tarafta Azerbaycan ve Türkiye’nin karşılıklı güçlerinin karşılaştırılmasının kendisini yalanladığının farkında mıdır? 1963–1964 İnönü,1967’de Demirel, 1974 Ecevit kendisi gibi düşünmüş olsalardı, Kıbrıs’ta Türklüğün son bulmuş olacağını dışişleri bakanı bilmiyor mu? Kaldı ki dışişleri bakanının bu sözü, eğer Ermenistan korkmazsa, Türkiye’nin Ermenistan karşısında çekingenliğe kapılması gerekeceği fikrini de önemsizleşiyor ki bu hem Türkiye’nin kendi kendisine karşı bulunan hem de Ermenistan’ı saldırısına devam etmekte cesaretlendirmenin dik alasıdır (Cumhuriyet, 17 Mart 1992, s. 4). Deniyor ki ‘Türkiye Ermenistan’a karşı Askeri caydırma tedbirleri alırsa, Batı âlemi ve beki de Rusya, Erivan’ın ardına sıralanacaklardır.’ Yani demek isteniyor ki: Evet! Ermenistan korkmaz; çünkü bütün dünya onu destekler ve işte Türkiye asıl böyle bir durumun ortaya çıkmasından korkmalıdır! Yukarıda verdiğimiz örnekler böyle bir olasılığın çok zayıf olduğunu göstermeye yeter. Türkiye bahsettiğimiz yığınağı yapsa Batı ve Rusya, elbette Türkiye’ye iyi ettin demeyeceklerdir. Ayrıca Türkiye’yi karşılarına alıp kesinkes Ermenistan’a arka çıkmayı da yeğlemeyeceklerdir. 63 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Çünkü son Prag AGİK kararının açıkça belirttiği gibi, Ermenistan Dağlık Karabağ’ı ilhak için giriştiği saldırıda milletler arası ahlak ve hukuk açılarından tamamıyla haksızdır. Türkiye’de aklı başında tek kişi Ermenistan’ın bir tarafından girip Bakü’ye ulaşmak gerektiğinden bahsetmemiştir. Sanki bundan bahseden çıkmış gibi böyle bir fikri cevaplandırmak, tartışmaya ciddi bir katkı sağlamaz. Çünkü Türkiye’nin amacı Ermenistan’ı yok etmek ya da ezmek olmaz. Türkiye’nin hedefi hiçbir zaman savaş olmayacaktır. Türkiye’nin hedefi Ermenistan’ın Azerbaycan’a karşı yürüttüğü saldırıyı durdurmak; ateş kesilmesini ve Ermenistan’ın Azeri arazisinden çekilmesi ile barışçı görüşmelere girişilmesini sağlamaktan ibaret kalacaktır. Türkiye Ermenistan’ı dağlık Karabağ’da ateş kesilmesini kabule, geri çekilmeye ve görüşmelere başlamaya zorlayamamıştır. Ermenistan, Amerika ile Rusya’nın da destekledikleri, Türkiye ile Azerbaycan’ın da katılacakları bir beşli görüşmeye gelmeyecek kadar düşmanlık gösterisinde bulunabilmiştir. Ermenistan’ı Türkiye’nin böyle bir konferansta yeri almayacağını söyleyecek kadar küstahlığa sevk edebilen sebep, Türkiye’nin caydırıcı bir askeri tertip almayışı; hatta alamayacağını ilan etmesidir. Ermenistan, anlaşmazlığın söz ve kâğıt diplomasisine öncelik vererek yürütülmeye çalışılmasından pek memnundur. Çünkü bu suretle vakit kazanmaktadır” (Cumhuriyet, 17 Mart 1992, s. 4). diyerek Türkiye’nin uluslar arası alanda haklılığını gösterdikten sonra askeri tedbirlerin Ermenistan’ın silahlı çatışmaya giremeden halledilebileceğini söyleyerek Özal’ın yaklaşımına hak vermişti. Esasında SSCB’nin dağılmasıyla Türkiye’nin sergilediği tutarsız politika, hazırlıksız yakalanmaktan ziyade, yeni durumu algılama sorunuyla açıklanabilir. 3 Nisan 1993’te Kelbecer’in Ermenistan tarafından tamamen işgal edilmesinden sonra Türkiye yine Ermenistan’a yönelik, işgalden vazgeçme çağrılarını sürdürmüş, bu arada ilişkileri de kademeli olarak sınırlandırmaya başlamıştır. Ermenistan’ın işgalci tavrını sürdürmesi üzerine Türkiye, Ermenistan ile olan sınırını kapatmıştır. 5 Nisan 1993’te dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte Türk Cumhuriyetleri gezisine katılan dışişleri bakanı Hikmet Çetin, basına yaptığı açıklamada, “Ermenistan’ın Azerbaycan’a son saldırılarından sonra Türkiye üzerinden geçmekte olan tüm insanî yardım uçuşlarının da durdurulduğunu, hiçbir uçuşa izin verilmeyeceğini, buna rağmen geçmek isteyen uçakların gerektiğinde ateş açılarak indirileceğini” bildirmiştir (Cumhuriyet, 17 Mart 1992, s. 4). Cumhurbaşkanı Turgut Özal 4 Nisan 1993’te Orta Asya- Kafkasya seferine çıkmıştı. Bu sefer Türkiye’nin bölgedeki beş Türk devletini de kapsayan ilişkilere yeni bir ivme kazandırmayı hedefleyen kapsamlı bir geziydi. Şimdiye kadar yapılmış olan antlaşmaların içinin doldurulması, petrol ve gaz antlaşmalarının yapılması hedeflenmişti. 11 günlük geziye yüzden fazlasını iş adamlarının oluşturduğu 211 kişilik bir heyetle Türk dünyasına çıkarma yapması, Türkiye’nin son yıllardaki en büyük hamlesiydi. Turgut Özal Orta Asya gezisinin ikinci uğrak yeri Kırgızistan’ın Başkenti Bişkek’te giderken yolda gazetecilere müzakere yapmanın manasının kalmadığını, müzakere yapmanın Ermenilere tekrar kapı açtığını, artık aksiyon zamanının geldiğini ve askeri önlemlerin şart olduğunu söylemiştir. Özal dünya siyasetinde risk almadan bir sonuç alınamayacağını, başkasının arzusuyla iş yapılamayacağını “Wishful thinking” (hüsnü kuruntu) örneği ile anlatmıştı. Kıbrıs örneğini de veren Özal “çıkmasaydık mesele bitmişti” demiştir. Geziye katılan Dışişleri bakanı Hikmet Çetin Özal’ın bu açıklamalarını değerlendirmesi istendiğinde herhangi bir yorum yapmamıştır (Milliyet, 9 Nisan 1993, s. 12). Özal ile Hikmet Çetin aynı düşünceleri paylaşmadığı gibi dışişleri bakanı Hikmet Çetin her şartta diplomatik yolların 64 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ kullanılmasından yanaydı. Özal’ın Orta Asya gezisi sırasındaki çıkışları hükümeti ve dışişleri çevrelerini fazlasıyla rahatsız etmiştir. Başbakan Süleyman Demirel ise “yalnız bir miktar sabırlıyız” derken kendilerini yanlış anlayanların pişman olacağını ve Türkiye’nin silah kullanımının zor olacağını her şeye rağmen diplomatik yollardan çözüm aradıklarını ifade ediyordu (Milliyet, 4 Nisan 1993, s. 14). Özal’ın aksine müzakere seçeneğini tercih etmiştir. Genel Kurmay Sekreteri Tümgenaral Yaşar Büyükanıt askerin hazır ve her zaman teyakkuzda olduğunu belirtmişti. Ermeni tarafında ise durum tamamen farklıydı. Ermenistan Savunma Bakan Vekili Vazgen Manukyan meydan okurcasına “Türkiye, Ermenistan’a saldıramaz” diyordu. Rusya ise Özal’ın duygusal davranmakla suçlamıştır. Özal’ın Kafkasya seferinde “mega projeler” üzerinde durulmuş özellikle petrol ve doğalgaz boru hatlarının Türkiye vasıtasıyla Batı’ya taşınması müzakere edilmiştir. Şu haliyle Türkiye Doğu-Batı arasında enerji köprüsü olacaktı. Türkiye’nin bunları bu projeleri hayata geçirmesi halinde daha yüzyıl bitmeden büyük bir bölgesel güç olabileceği konuşuluyordu (Milliyet, 13 Nisan 1993, s. 14). Özal’ın Türk dünyası seyahati devam ederken Ermeniler, Karabağ coğrafyasını da aşarak saldırılarını alabildiğine arttırmışlardı. Ermeniler katliamlarına devam ederken Fuzuli de düşmek üzereydi (Milliyet, 13 Nisan 1993, s. 14). Türkiye’de askeri hareketlilik yaşanırken sınır bölgesinde karartma uygulaması da başlatılmıştı. Ermenistan gözaltına alınmış, silahlı kuvvetlerde izinler kaldırılmış F-104 ve F-16 uçakları sınırda devriye uçuşlarına başlamışlardı (Milliyet, 11 Nisan 1993, s. 14). Ortam böyleyken Bakü Özal’ı ağırlıyordu. Azerbaycan Devlet Başkanı Ebulfeyz Elçibey her türlü diplomatik yolun denendiğini fakat işe yaramadığını Özal’a anlatıyordu. Özal ise Türkiye’nin sabrının denenmesinin çok kötü sonuçlar doğuracağını, Ermenistan’ın vahim bir hatanın içinde olduğunu ve yolun sonunun hüsran olduğunu belirtiyordu. Sonunun çözümü konusunda Elçibey’le anlaşan Özal ardından “Buradan bütün memleketlere sesleniyorum, tecavüzler durdurulsun, aksi halde bölgede meseleler daha da karışacak” diyerek sert uyarılarda bulunmuştur. Ayrıca Özal Azerilere Türk İstiklal Savaşı’nı örnek almalarını da tavsiye etmiştir (Milliyet, 15 Nisan 1993, s. 14). Turgut Özal’ın Azerbaycan’a ve Dağlık Karabağ sorununa iş işten geçtikten sonra ilgisinin arttığı yorumları yapılmıştır. Bunun asıl nedenini Azerbaycan’ın iç siyasetidir. Vezirov ve Muttalibov’un Özal’la ilişkileri mesafelidir. Fakat Özal Elçibey’le çok sıkı ilişkiler kurmuştur. Hatta Özal’ın Elçibeyci Demirel’in ise Aliyevci olduğu iddia edilmiştir. Liderlerin bu tercihleri iki ülke arasındaki münasebetlere de aynen yansımıştır. Kelbecer’in işgali ve Azerbaycan topraklarına Ermeni saldırıları Türk siyasetçilerin birleştireceğine görüş ayrılıkları giderek derinleşmiştir. Türk siyasetçileri, olayları önceden belirlenen kıstaslar doğrultusunda vizyon belirleyerek yönlendirmek yerine olaylarla beraber rota tayin etmek, bazen konjonktür gereği bazen de inisiyatif ile meseleyi öteleme yada “bekle- gör” politikası ile sorunun bir parçası haline gelerek tam anlamıyla bir kısırdöngü ortamı oluşturmuşlardır. Ancak projelerin mimarı “Kafkasya seferi”nden sonra ölmüştür. Mega projeler artık öksüzdür. Özal’ın bu seyahatten hemen sonra ölmesi de insanların zihninde hep soru işaretleri bırakmıştır. 65 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 5.2.1.2. Mesut Yılmaz “Azeri ve Ermenilere yardıma hazırız” Mesut Yılmaz 22 Aralık 1987 - 20 Şubat 1990 Tarihleri arasında dışişleri bakanlığı görevinde bulunmuştur. Daha sonraki dönemlerde başbakanlık ta yapan Mesut Yılmaz, Cumhurbaşkanı Özal’a yakınlığı ile bilinen Yıldırım Akbulut’un yerine Haziran 1991’de başbakan olmuştur. Aynı yılın kasım ayında başbakanlığı Demirel’e bırakmıştır. Başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la sık sık siyasi anlaşmazlık yaşamıştır. Mesut Yılmaz’ın dışişleri bakanlığı Dağlık Karabağ Sorunu’nun başladığı döneme denk gelmiştir. Diğer Türk politikacılar gibi Mesut Yılmaz da Karabağ’da çatışmanın başlamasıyla beraber olayların Sovyetlerin iç işi olarak gördüğünü açıklamıştı. Ermenistan ve Azerbaycan’da olayların şiddetlenmesi üzerine Sovyet Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Çernişev’e kendisine yardım talepleri geldiğini ve tamamen insani çerçevede, Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetlerine yardıma hazır olduklarını bildirmiştir (Hürriyet 19 Ocak 1990, s. 13). Başbakan Mesut Yılmaz Ekim 1991’deki seçimleri kaybetmiş ve yeni hükümeti kurmakla Süleyman Demirel görevlendirilmişti. Demirel giderayak Mesut Yılmaz’ın Azerbaycan’ı tanıma kararı almasını istememişti. Ancak Mesut Yılmaz Azerbaycan’ı tanıma hususunda kararını verdi. Mesut yılmaz Dağlık Karabağ sorunu kapsamında en çok Azerbaycan’ı tanıma konusunda gündeme gelmiştir. Azerbaycan’ın bağımsızlığının tanınması gündemdeyken bir taraftan Hasan Hasanov ve Muttalibov Türkiye’nin Azerbaycan’ı ivedi tanımasını istiyor diğer taraftan Halk Cephesi lideri Ebulfez Elçibey ise Türkiye'nin "Azerbaycan'ı şimdilik tanımamasını, tanırsa bunun Moskova'nın adamı olan Ayaz Muttalibov'u meşru kabul ettiği anlamına geldiğini ve Azerbaycan halkının kırgınlığına neden olacağını" söylüyordu (Attar, 2005: 145). Azerbaycan Başbakanı Hasan Hasanov’la görüşen Başbakan Mesut Yılmaz, Türkiye’nin alınan bağımsızlık kararına sıcak baktığını, bu kararı olumlu yönde değerlendirdiklerini ve Azerbaycan’ın ilan ettiği bağımsızlık kararının ilk bakanlar kurulu toplantısında tanınacağını bildirmişti (Hürriyet, 4 Kasım 1991, s. 12). Daha sonra Türkiye’nin Azerbaycan’ı resmen tanıma kararını Başbakan Yılmaz, Azerbaycan başbakanı Hasanov’u telefonla arayarak bildirmiştir. Türkiye’nin tanıma kararından sonra Azerilerin tepkisi gazetelere şu şekilde yansımıştı: Yıldırım hızıyla yayılan haber yüzünden bütün Azerbaycan ayağa kalktı… Sokağa dökülen insanlar birbirlerine sarılıyor, “yaşa Türkiye” diye bağırıyord (Hürriyet, 11 Kasım 1991, s. 13)… Azerbaycan Başbakanı Hasan Hasanov Türkiye Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanımasının ardından şunları söylemişti; “Son derece bahtiyarız. Mutluluğumuzun iki nedeni var: İlki bağımsızlığımızın yabancı bir ülke tarafından tanınması. İkincisi de bu ülkenin Türkiye olması. Bu destekten dolayı kardeş Türk Milletine Sayın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a başbakan Mesut Yılmaz’a müstakbel başbakan Süleyman Demirel’e ve kabine üyelerine teşekkürlerimi sunarım (Hürriyet, 11 Kasım 1991, s. 13). Türkiye’nin Azerbaycan’ı tanımasının ardından KKTC de tanıma kararı almış ardından diğer devletler gelmiştir. Bağımsız Azerbaycan’ı ilk tanıyan ülke Türkiye, bununla da kalmamış aynı zamanda Bakü’de büyükelçilik açmaya karar veren ilk devlet 66 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ olmuştur. Tanıma kararına İran’ın tepkisi ise farklı olmuştur. İranlı yetkililer; Türkiye’nin, Müslüman Sovyet cumhuriyetlerini kapitalizm tuzağına düşürmek istediğini öne sürmüştür (Hürriyet, 12 Kasım 1991, s. 11). Mesut Yılmaz Kasım 1991’den itibaren artık yönetimde değildir ve parti başkanıdır. Başbakanlıktan ayrıldıktan birkaç ay sonra kanlı Hocalı olayları yaşanır ve Hocalı katliamı Türkiye’de büyük yankı uyandırmıştı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz hükümetin Dağlık Karabağ konusunda pasif kaldığını ve aktif olması gerektiğini ısrarla vurgulayarak “geçmişte ufak çaplı olaylarla ilgili olarak ‘gök kubbeyi yere indirmemizi’ isteyenlerin daha aktif olmaları gerekmektedir” demiş peşinden de hükümetin bölgeye birlik kaydırmasını istemişti (Cumhuriyet, 6 Mart 1992, s. 8). Başbakan Demirel ise konuya tepki göstererek karşı çıkmıştı (Hürriyet, 13 Mart 1992, s. 12). Hükümetin Ermenilere, Türkiye’nin sınır bölgelerinde yapılan askeri manevraların olayla ilgisi olmadığının söylenmesi üzerine Mesut Yılmaz, bu söylemlerin Ermenilere cesaret verdiğini ileri sürüyor ve Başbakan Demirel’i demagoji yapmakla suçluyordu. Başbakanın yine “dün dündür bugün bugündür” havasında olduğunu ve blöfçü duruma düştüğünü vurguluyordu (Hürriyet, 15 Mayıs 1992, s. 11). Ermenilerin Karabağ’da yerleşim yerlerini bir bir işgali, Laçin ve Şuşa’nın düşmesi üzerine mecliste konu gündeme gelmiş ve konu ile ilgili olarak Mesut Yılmaz, Dağlık Karabağ, Nahçivan ve Bosna-Hersek teki olaylar karşısında hükümetin izlediği politikanın milletin beklentilerine cevap vermediğini bu politikanın en zayıf tarafının Türkiye’nin bu vahşice olayları önlemede caydırıcı gücü yeterince kullanmaması olduğunu, açıklamaların Ermenileri caydırmak yerine onlara cesaret verdiğini ve diplomatik girişimlerden Ermenilerin hiç yılmadığını aksine “tam gaz” devam ettiğini öne sürmüştür (Tercüman 21 Mayıs 1993, s. 6). Mesut Yılmaz hükümetin gaflet ve rehavetten uyanması gerektiğini ve Türk milletinin pısırık ve çekingen politikaların devamına rıza göstermeyeceğini ısrarla vurgulamıştır (Tercüman 21 Mayıs 1993 s. 6). Mesut Yılmaz’ın bu sert çıkışlarına Ermenilerden tepki gecikmemiştir. Siyasi alandaki sert atışmalar Dağlık Karabağ için kaçınılmaz sonucu değiştirmemiştir. Bu kadar sert çıkışların sahibi Mesut Yılmaz görevde olduğu dönemlere aynı tavrı sergileyememiştir. 5.2.1.3. Muttalibov “Karabağ bizim iç sorunumuz” Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi birinci sekreterliği görevini yürüten Muttalibov,1 1989 Eylülünde egemenliğin ilanından sonra, 1990 Mayısında, Meclis 1 Ayaz Niyaz Muttalibov (1938), Bağımsız Azerbaycan'ın ilk devlet başkanı (1991–1992) olan Azeri devlet adamı. Kimya ve Petrol mühendisliği eğitimi gördü. 1963'te Azerbaycan Komünist Partisi üyesi oldu. 1977'de de partinin Nerimanov bölgesi ikinci sekreterliği görevine seçildi. 1979–1982 arasında Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti endüstri bakanlığı, başbakan yardımcılığı ve Azerbaycan planlama teşkilatı (Gosplan) başkanlığı (1982–1989), başbakanlık (1989–1992) ve Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi birinci sekreterliği (1990–1991) görevlerinde bulundu. Mayıs 1990'da Azerbaycan Yüksek Konseyi tarafından devlet başkanı olarak seçildi. Eylül 1991'de bağımsızlık ilanından sonra yapılan seçimlerde, oyların büyük bir kısmını alarak devlet başkanı seçildi. Şubat 1992'de Dağlık Karabağ bölgesinde Ermeniler tarafından gerçekleştirilen Hocalı Katliamı yüzünden Azerbaycan Halk Cephesi tarafından suçlanarak, görevinden çekilmeye zorlanması sonucunda Mart 1992'de istifa etti. Mayıs ayında, Azerbaycan Yüksek Konseyi'nin 67 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Başkanı, yani devlet başkanı seçilmişti. 1991 Eylülünde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimini ise, yine, seçime tek aday olarak giren Mutalibov büyük çoğunlukla seçimi kazandı (Armaoğlu, 2005: 913). Muttalibov dönemi, Azerbaycan’ın büyük bir dönüşüm yaşadığı, bağımsızlığa geçiş sürecinin en sancılı dönemidir. Azerbaycan’ı bağımsızlığa taşımış ve iki yıllık başkanlığı döneminde tartışmaların odağında olmuştur. Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’nin Azerbaycan’ı tanıması bile Türkiye’ye olan tavrını yumuşatmamıştır. Rusya’daki değişim, Türkiye’nin tutumu ve özellikle Karabağ Sorunu Muttalibov’un iktidarının sonunu getirmiştir. Eylül 1991’de Türkiye’yi ziyaret eden Muttalibov bu ziyaret sırasında Türkiye’nin Ermeni- Azeri anlaşmazlığında uzlaştırıcı bir rol oynayacağını ima etmişti. Muttalibov 19 Ağustos darbesine kadar Gorbaçov’un en yakın destekçileri arasında gösteriliyordu. Sonra anti-komünist olduğunu bile iddia etmiştir. Azerbaycan’da iç mücadelelerde baş aktör olan Muttalibov, 20 Ocak 1990’da Kızılordu’nun Bakü’de giriştiği katliamın sorumluları arasında da gösterilmişti. Türkiye ile ilgili yaklaşımı da oldukça tartışmalı olan Muttalibov’un, esas olarak İran’a yakın olduğunu, Türkiye ile ilişkilerin hızla gelişmesine karşı çıktığını ileri sürüyordu. Basına yaptığı açıklamalarda “SSCB’nin alacağı yeni biçim içerisinde bağımsız bir Azerbaycan, bizim için en iyi olanıdır. Egemen bir cumhuriyet olarak bu anlamda Türkiye ve İran ile iyi ilişkiler kurmak istiyoruz. Biz bu ülkelerle yalnızca kardeş olmak istiyoruz. Kimsenin hegemonyası altına giremeyiz sözleri Türkiye’ye mesafeli yaklaşacağı mesajıydı” (Cumhuriyet, 5 Eylül 1992, s. 15). Başbakan Hasan Hasanov’un” Türkiye üzerinden dünya ekonomisine açılacağız” sözleri de Cumhurbaşkanı Muttalibov’un tepkisini çekmiş ve “Yanlış şeyler söylüyorsun” diyerek başbakana karşı çıkmıştı (Milliyet, 10 Eylül 1991, s. 4). Dağlık Karabağ Sorunu’nun çözümü konusunda Türkiye’nin arabuluculuğunun konuşulduğu bir dönemde Azerbaycan televizyonuna konuşan Muttalibov: “Bu anlaşmazlığı bize yabancı güçler devretti bu sorunun halen barışçı yoldan çözümlenmesini istiyoruz. Karabağ sorununun uluslar arası platforma çekilmesine karşıyız. Kesin görüşümüz şudur ki: Azerbaycan, üçüncü bir ülke arabulurcuğunu istemiyor. Arabulucu denildiği zaman Türkiye de buna dâhil edilebilir”diyerek Türkiye’ye karşı tavrını koymuştur (Hürriyet, 29 Ocak 1992, s. 12). Rus yanlısı olarak bilinse de Muttalibov’un asıl kaygısı iktidar hırsı ve şahsi ihtirasıydı. Bu durumu en iyi şekilde Milliyet Gazetesi yazarı Sami Kohen “Azerbaycan cepheleşiyor” adlı yazısında özetlemişti: “Muhalif Halk Cephesi liderlerinin “iç savaşa bile gidebilir” türünden kaygılarının yanında muhalefet sıralarında şimdilik bir şaşkınlık var. Buna karşılık Muttalibov’un politik kıvraklığı ile durumu sağlamlaştırdığı bir gerçektir. Kendisi daha düne kadar Azerbaycan komünist partisinin lideri idi. Üstelik koyu bir Marksist’ti. O kadar ki Gorbaçov’un reformları onu rahatsız etmeye başlamıştı. Nitekim 19 Ağustos darbesinde Muttalibov cuntayı desteklemekten bile çekinmedi. Üç gün sonra Gorbaçov tekrar işine dönünce, o yine bir dönüş yaptı. Komünist partisini kapattığı gibi Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etti. Ardından Moskova’ya gidip Gorbaçov ile barıştı. Muhalefet ve pek çok Azerbaycanlı, Muttalibov‘un samimiyetine inanmıyor. Komünist Partisini kapatmaya, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmeye razı olmasını, hep bir desteğiyle tekrar görevine döndüyse de Azerbaycan Halk Cephesi tarafından istifaya zorlanarak, Rusya'ya kaçtı. (www.wikipedia.org, 10.11.2007) 68 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ macera olarak görüyorlardı. Eski komünist liderlerin birdenbire fikir ve politika değiştirmelerinin çeşitli nedenleri var. Nedenlerinden biri iktidarı –siyasal gücü –koruma hırsıdır. Yani kişisel ihtirastır. Bir başka neden de şudur: Eskiden liderler Moskova’ya bağlı idiler, çünkü güçlerini Moskova’dan alıyorlardı. Moskova’da onlar gibi düşünen partiler komünizmden ayrılanların elinde. Örneğin; Muttalibov artık istese bile Moskova’nın adamı olamaz. Bu durumda bağımsız olmak daha cazip görünüyor. İşte Muttalibov ve onun gibileri şimdi Moskova’dan kopmayı uygun görmesinin asıl nedeni bu. Bu tutum halkın bağımsızlık arzusuna da uygundur. Nitekim Muttalibov bağımsızlık ilan edilirken halkın isteğine göre hareket eden lider görünümüne büründü ve bu imajla alelacele düzenlenen seçimlere girdi. Bundan da başarılı çıktı” (Milliyet, 10 Eylül 1991, s. 4). Muttalibov’a halkın tepkisi zamanla artmış ve : “Bunlar eski komünistler, Komünist Parti’nin kendini lağvetmesiyle bir şey değişmedi. Yine eski yöneticiler yine aynı zihniyetle bizi yöneten kişilerdir. Artık yeni kişiler, hür kişiler, dünyaya açılmak isteyen ve Azerbaycan’ı gerçek bağımsızlığa götürecek kişiler işbaşına gelmeli” şeklinde düşünceler dillendirilmeyi başlanmıştı (Hürriyet, 30 Aralık 1991, s. 11). Azerbaycan Halk Cephesi Lideri Ebulfez Elçibey: “Bunlar bağımsızız diyorlar ama Moskova’nın da sözünden çıkmıyorlar” diyerek Muttalibov’u eleştiriyor cumhurbaşkanlığı seçimlerine hile karıştığını, iptal edilmesi ve hükümetin istifa etmesi gerektiğini söylüyordu (Hürriyet, 30 Aralık 1991, s. 11). Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov’a, Karabağ konusundaki tutumu nedeniyle halkın tepkisi gittikçe artmaktaydı. Hocalı Katliamı (26 Şubat 1992) Azerbaycan’da büyük bir infiale sebep olmuş ve oklar Muttalibov’a çevrilmişti. Muttalibov’u istifaya götüren yolda bardağı taşıran son damla “Hocalı Katliamı” olmuştu. Şimdi yapılacak ilk iş katliama seyirci kalmakla suçlanan devlet başkanı Ayaz Muttalibov’un başkanlıktan uzaklaştırılmasıydı. Azerbaycan Meclisi önünde toplanan ve oradan saatlerce ayrılmayan halk, Muttalibov, bakanlar ve milletvekillerini ablukaya almıştı. Muttalibov 30 saat mahsur kaldıktan sonra istifasını vermek zorunda kaldı (Hürriyet, 7 Mart 1992, s. 13). Muttalibov’un her şeye rağmen Rusya ile aynı kulvarda yürüme politikası Rusya ordusu 366. Alayı’nın 26 Şubat 1992’de Hocalı katliamında aktif rol almasıyla çökmüştü (Cafersoy, 2001: 316). Cumhurbaşkanı Muttalibov meclis arka kapısından çatışmalar başlamadan önce kaçmıştı. Havaalanında kendisini Moskova’ya kaçıracak uçağın içine oturarak gelişmeleri bir süre izledi her şeyin bittiği haberini alınca uçağa havalanma emrini verdi. Sonra Moskova ya indiğinde KGB tarafından karşılanıp, uzun yıllar kalacağı KGB’nin sanatoryumu diye bilinen misafirhanesine götürüldü (Şıhaliyev, 2002: 164). Muttalibov’un Azerbaycan’a ait son hatırası meclis baskını ve kaçarken kulağında yankılanan şey Azeri halkının azatlık talepleriydi (Cumhuriyet, 16 Mayıs 1992, s. 7). Muttalibov’un yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık cumhurbaşkanlığı seçimi kaçınılmazdı. Elçibey'in bu görevde gözü yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine 'evet' dedi. Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan ise Moskova ve Tahran'dı. İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs'ta mecliste toplanan ve Halk Cephesi milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov'un sorumlu tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti (www.azeri.net, 10.11.2007). İki defa iktidarı ele geçirme girişiminde bulunan, ikincisinde 69 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ ancak bir gün iktidarda kalabilen Muttalibov'un geri dönmesi için artık ne siyasi, ne hukuki, ne de sosyal zemin bir vardı (Aslan, 1994: 56). Çünkü Azeriler Hocalı katliamının sorumlusunun devlet başkanları Muttalibov olduğunu düşünüyorlardı. 5.2.1.4. Ebulfeyz Elçibey “Moskova elini çekmedikçe Dağlık Karabağ kanamaya devam eder.” Elçibey, 1970'li yıllarda, eski SSCB topraklarına dâhil olan Azerbaycan'ın bağımsızlığı için mücadele etmeye başladı. 1976 yılında Sovyetlere karşı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest bırakıldı. Ebulfeyz Elçibey, 1988–1989 yıllarında Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesi yolunda öncülük ederek, halkından büyük destek gördü. Elçibey, aktif siyasi hayatına 1989 yılında, Azerbaycan Halk Cephesi Partisi'nin (AHCP) başına geçerek başladı (www.azeri.net, 10.11.2007). Azerbaycan, SSCB'nin 1990'da dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında bağımsızlığını resmen ilan etti. Ayaz Muttalibov'un kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992 tarihinde, Azerbaycan'da yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde % 59 oy alan Halk Cephesi lideri olarak Azerbaycan Devlet Başkanlığı’na seçildi. Elçibey, Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’da kalacağını ve cumhuriyetin Türkiye ile daha yakın bağlar kuracağını taahhüt etti. Ayrıca Azerbaycan’ın Bağımsız Devletler Topluluğu’nun bir üyesi olmayacağını da açıkça ifade etti. 12 Haziran’da yeni Azerbaycan yönetimi, Dağlık Karabağ’da kontrolü yeniden ele geçirmek için büyük ölçekli bir saldırıya geçti. Savaşın yeniden şiddetlenmesi, AGİK himayesinde Roma’da bir çözüm arama konusundaki uluslararası girişimleri yeniden gündeme getirdi. İtalyan Mario Rafaelli başkanlığında Minsk’te bir barış konferansı için yapılan hazırlık görüşmeleri, Azerbaycan’ın karşı saldırıya geçmesiyle kilitlendi (Aktaş, 2000: 14). Elçibey yönetime gelmesiyle Ankara’nın tutumu “ateşe elini sokmadan gelişmeleri bütün ayrıntılarıyla ve özenle izlemek” şeklindeydi. Dışişleri bakanı Hikmet Çetin “halk cephesi’nin Elçibey ve ekibiyle duruma hâkim ve işbaşı yapmak üzere olduğunu kabul ediyordu. Ne var ki bu noktada en can alıcı soru şu idi. “Elçibey’le ekibi işbaşı yapacaklar, ama iş yapabilecekler mi?” Muttalibov darbesinden sonra belirginleşen kaygı bir başka açıya dönüyordu: “Halk Cephesinin idealist ve iş başı yapacak kadrolarının devlet yönetiminde deneyimsiz” olması Ankara’da dışişleri yetkililerini kaygılandırıyordu. Ankara’yı Elçibey ile ilgili iki kaygı düşündürüyordu. İlki, Elçibey’in “çok katı anti- Rus ve anti- İran olması”, ikincisi ise Halk Cephesi’nin dışındaki gruplarla birlik oluşturup oluşturamayacağıydı. Türkiye’nin Azerbaycan’a yapacağı yardım; iç ve dış siyaset örgütlenmelerini deneyimli elamanlarla “takviye etmesi” şeklinde sınırlandırılmıştı. Ankara’nın, Azerbaycan’daki iç gelişmeleri “fazla bulaşmadan izleme” kararlılığında olduğu biliniyordu (Cumhuriyet, 17 Mayıs 1992, s. 16). Elçibey, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik çöküntü, siyasî istikrarsızlık, merkezî otoritenin sağlanamaması ve bunlardan daha önemlisi Karabağ Ermenilerinin başlattığı savaş yüzünden, ABD ve Türkiye'den destek beklemiştir. Elçibey, siyasî sorunların aşılabilmesi ve Ermenilerle savaşta başarılı olabilmesi için, gözünü ülkesinin en önemli doğal kaynağı olan petrole çevirmiş ve Azerî petrollerinin bir an önce işletilmesini hedeflemiştir. Bunun için Elçibey, Hazar'da bulunan petrolün dünya pazarlarına ihracı için en uygun seçeneğin, Bakü'den Türkiye'nin Ceyhan limanına kadar döşenecek bir boru hattı 70 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ olduğuna hükmetmiştir. 9 Mart 1993 tarihinde Azerbaycan ve Türkiye arasında imzalanan bir protokolle Bakü-Ceyhan hattı yarı resmî hâle gelmişti. Kafkasya ve Anadolu'da her şey yolunda gitmeye başlayıp olumlu bir siyasî atmosfere girilirken, Ermenilerin saldırılarıyla kısa süre içinde rüzgârın yönü değişmeye başladı (www.orkun.com.tr, 10.11.2007). Azerbaycan’da Ermeni saldırıları yüzünden Kelbecer bölgesindeki ikinci koridorun açılmasıyla 60 bin Azeri’yle irtibat kesildi. Ermeni saldırılarının giderek artması üzerine 1 Nisanda Azerbaycan devlet başkanı Ebutfeyz Elçibey iki ay süreyle olağanüstü durum ilan ederken ABD başkanı Clinton ile Rusya lideri Boris Yetlisin’e gönderdiği mesajlarda Ermeni saldırılarının durdurulması için yardım istedi. ABD yönetimi ancak 6 Nisanda ilk defa saldırıları kınadı (Milliyet, 7 Nisan 1993, s. 12). Azerbaycan’a Ermeni saldırıları sürerken Turgut Özal, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’le beraber Orta Asya ve Kafkasya seferindeydi. Demirel sabrın sonunda olduklarını ifade ederken Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü Azerbaycan’a yönelik yoğunlaşan Ermeni saldırıları nedeniyle, Türkiye’nin Ermenistan’a yapılan yardımlara geçiş izni vermeyeceklerini açıkladı ve Ermenistan’a ambargo uygulamaya koyuldu (Milliyet, 3 Nisan 1993, s. 14). Azerbaycan’ın 12 Kent ve kasaba ile 32 köyünü işgal eden Ermeniler Kelbecer’de 1000 kadar Azeri’yi kurşuna dizdiler. Bu şartlarda Elçibey tüm dünyadan ve Başbakan Demirel’den 60 bin Azeri’nin kurtarılması için helikopter istedi. Diğer devletlerden ses çıkmadığı gibi Demirel de oraya helikopter götürmenin pratiğinin olmadığını belirterek Elçibey’in helikopter talebini geri çevirdi (Milliyet, 4 Nisan 1993, s. 12). Elçibey’in umduğunu bulamaması onda Türkiye’ye karşı bir hayal kırıklığı yarattı. Türk yetkilileri teknik olarak helikopter göndermenin mümkün olmadığını söyleseler de Türkiye’nin prestij kaybı büyüktü. Bundan böyle Bakü ve diğer Türk cumhuriyetlerinin Moskova’nın kapısını çalmayı düşünmeleri öncelikli seçenekti. Çok geçmeden Ermenilerin amansız saldırıları Elçibey’in koltuğunu sallamaya başladı. Ülkede iç kavga körüklenmeye başladı. Halk Cephesi dört ayrı gruba ayrılarak Elçibey’ den desteklerini çektiler. Elçibey’e karşı en güçlü muhalif hareketin liderliğini İtibar Memedov yürütüyordu. İskender Hamidov ve Sabit Bagirov diğer muhalif liderlerdi. Elçibey Türk siyasilere Ermeni saldırılarının bir an önce durdurulması için gerekli girişimlerin yapılmasını önerisinde bulunurken “Eğer saldırılar devam ederse benim bu görevde kalmam zorlaşır” diyordu. Diğer taraftan Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan, barış çabalarını Ankara’nın engellediğini ve Karabağ saldırılarıyla Ermenistan’ın bir ilgisinin olmadığını söylüyordu. Azerbaycan, saldırılara dünyanın seyirci kalması üzerine AGİK sürecinden çekildiğini açıkladı. Türkiye Azerbaycan’ın bu kararını destekledi (Milliyet, 4 Nisan 1993, s. 12). Türkiye bir diplomatik adım daha attı ve BM Güvenlik Konseyinde Türk daimi temsilcisi Mustafa Akşin “Türkiye Azerbaycan’ın herhangi bir güç tarafından işgaline asla müsaade etmeyecektir” diyerek Türkiye’nin Azerbaycan’ı savunmaktan kaçınmayacağını dünyaya duyurdu (Milliyet, 4 Nisan 1993, s. 12). Fakat Türkiye’nin çabalarının yetersiz olduğu çok geçmeden ortaya çıktı. Türkiye devre dışı kaldı. 8 Nisanda Moskova’nın devreye girmesiyle Azerbaycan- Ermenistan arasında önkoşulsuz ateşkes kararı alındı (Milliyet, 9 Nisan 1993, s. 13). 24 saat geçmeden Ermeni saldırıları tekrar başladı. Ermenistan’ın savaştaki başarılarını sadece dış desteğe bağlamak yanlış olur. Nitekim Nahçivan parlamento Başkanı Haydar Aliyev “Ermenistan’ın kuvvetli olmasını Azerilerin 71 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ savaş bilmemesine bağlıyordu (Milliyet, 9 Nisan 1993, s. 13). Türkiye’de müdahale gündeme oturmuşken MHP’nin Asker gönderilmesi için TBMM’den Türk hükümetine yetki verilmesi için yaptığı başvuru reddedildi ( Milliyet, 13 Nisan 1993, s. 13). 13 Nisanda Bakü’ye geçen Özal, Elçibey’le diplomasi ve uluslar arası baskıyla Ermenistan’ı geri çekilmeye zorlamak konusunda anlaştı. İki lider de Yeltsin’in arabuluculuğuna sıcak bakmadılar. Erivan’ı etkileyebilecek en güçlü ülkenin ABD olduğu konusunda anlaştılar (Milliyet, 14 Nisan 1993, s. 14). Özal, Azerilere “aklınızı başınıza alın yoksa sonunuz hüsran olur.” diyerek Türk İstiklal Savaşı’nı örnek gösteriyordu ( Milliyet, 15 Nisan 1993, s. 14). Cumhurbaşkanı Özal’ın Azerbaycan’ı ziyareti Azerilere moral kaynağı olurken, Cumhurbaşkanı en zor durumunda Elçibey’e de sahip çıkıyordu, ne var ki Azerbaycan namına da savaşamayacaklarını da açıklıyordu. Ermenilerin ise saldırılarını arttırarak devam ettiriyor olmasından dolayı Elçibey saldırıları etkisiz hale getirmek için her yolu deniyordu. Başbakan Demirel’e bir mektup göndererek “saldırıyı durdurmak için uluslar arası alanda Türkiye’nin otoritesini, elindeki tüm imkânları kullanmasını istiyordu.” Mektubun tam metni şöyle :“Her türlü moral, Birleşmiş milletler ilkesi, uluslar arası antlaşmalar ve AGİK prensiplerini çiğneyen Ermenistan, Azerbaycan Cumhuriyeti’ne yeni ve ciddi bir saldırıda bulunmuştur. Azerbaycan cumhuriyetinin uluslar arası anlaşmalarla tanınan toprak bütünlüğü ihlal edilmiştir.27 Martta Ermenistan uçak, tank ve ağır silahlarla sınırımızı geçmiş ve Kelbecer’e saldırmıştır. Bu saldırı Yukarı Karabağ’da bulunan Ermeni öncü birlikleri tarafından desteklenmiştir. Bu saldırı sonucunda bölgemizin 60 bin nüfusuyla birlikte dünyayla bağlantısı kesilmiştir. Halk Ermeni çemberini kırıp bölgemize gelmeye çalışmakta, fakat hava saldırılarıyla ve bombalarla perişan edilmektedir. Şu ana kadar çok sayıda insan ölmüş ve yaralanmıştır. Sizden otoritemizi ve elimizdeki tüm imkânlarla bu saldırıyı durdurmamız için uluslar arası nüfusunuzu kullanmanızı, ayrıca evsiz kalan binlerce kişiye insani yardım sağlamanızı rica ederim. Saygılarımla” (Milliyet, 8 Nisan 1993, s. 13). Elçibey’in askeri başarısızlığının altında birçok neden yatıyordu. Elçibey başa geldiğinde ilk iş olarak milli bir ordu oluşturmuştu. Ancak Karabağ'da savaşan Azeri birlikleri nedense bir birlik sergileyemiyordu. Azeri güçlerine verilen karşı atak emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev'in 'geri çekil' emriyle sabote ediliyordu. Sonunda Ermeniler Kelbecer ve Ağdam'a da girdi. Elçibey'in Türkiye'nin yardımıyla kurduğu milli ordu başarılı olamamıştı (www.azeri.net, 10.11.2007). Elçibey başarısızlığını kabul ediyor ve bunu da birçok nedene dayandırıyordu. Elçibey her defasında Karabağ sorunun çözümlenmesini istemeyenlerin başında, Rusya ve İran ile Ermenistan ve Azerbaycan yönetimindeki bazı grupların geldiğini söylüyor ve çarpışan Ermenilerin de Suriye’deki Beka Vadisindeki kamplarda eğitildiğini iddia ediyordu (Milliyet, 12 Şubat 1992, s. 7). Elçibey’den önceki Azerbaycan Cumhurbaşkanı Muttalibov Hocalı Katliamı’ndan sonra başkanlıktan ayrılmak zorunda kalmıştı. Azerilerin savaştaki başarısızlıkları, kent ve kasabaların bir bir Ermenilerin eline geçmesi, son olarak da Kelbecer’in kaybedilmesi Elçibey’e olan güveni azaltmış ve onun için sonun başlangıcı olmuştu. Elçibey ise iktidarı kaybetmesini farklı nedenlere dayandırıyordu. Azerbaycan bağımsızlık sürecinde hızla ilerlerken hızla makas değiştirmek isteyen Elçibey, bunun bedelini ağır ödemiş ve iktidardan uzaklaştırılmıştı. Suret Hüseyinov’un darbe girişiminden 72 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ çok önce “benim artık iktidarda kalacağıma inanmayın” demişti. Bunun gerekçesini ise şu cümlelerle açıkladı: “Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı. Azerbaycan'dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya'da Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi. Gence'de hava komando tugayı vardı ki, bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne Gürcistan'dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahçivan'da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye'de casusluk yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, Anadolu'da türlü türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de kurtardık” (Zaman, 5 Ağustos 2000, s. 11). Türkiye ile Azerbaycan’ın birleşmesi gerektiğini açıkça vurgulayan Elçibey Türkiye ile ilgili hayallerini ise açık bir şekilde ifade etmekten geri durmuyordu. Elçibey’in: “Bir kere Türkiye ile Azerbaycan arasında vize olmasını kabul edemiyorum. Vize kalkmalı. İki tarafta da çıkartılan bürokratik engeller nedeniyle ilişkilerimiz istediğimiz noktada değil. Türkiye ile Azerbaycan konfederasyona gitmeli, birleşmeli. Sınırları kaldırmalıyız. İki ülkenin vatandaşları serbestçe çalışabilmeli. Bakü-Ceyhan hattının yapılmasını Rusya hazmedemiyor. Azerbaycan'ın petrolü var, dışarı satamıyor. Biz kardeş Türkiye ile petrolümüzü paylaşmak isteriz. Türkiye ve Azerbaycan arasında askeri işbirliği Rusya ile Ermenistan arasında olan seviyeye çıkartılmalı. Saldırmazlık anlaşması, Rusya'nın Azerbaycan'a müdahale imkânlarını ortadan kaldırır. TSK ve NATO Azerbaycan'da askeri üslerini kurmalı. Azerbaycan NATO üyesi olmalı. Azeri ordusu en modern silahlarla donatılmalı. İki ülkenin halkı birdir, aynı duygu ve düşüncelere sahiptir. Türkiye'yi vatanım kabul ediyorum. Ben Atatürk'ün askeriyim” sözleri onun Türkiye’ye dair son sözleriydi (Zaman, 5 Ağustos 2000, s. 11). Elçibey İran ile ilişkileri hiç düzeltmedi. Ebülfeyz Elçibey'in, İran'dan, Güney Azerbaycan'da insan haklarına riayet edilmesi hususundaki uyarısı ve 20 milyon Azeri için kültürel özerklik ve kendi dillerinde gazete okuma ve eğitim görme olanağına sahip olmaları gerektiğini savunması Tahran yönetiminde hem endişe ve hem de tepki ile karşılandı. İranlı yöneticiler, Elçibey'in son derece insani düşüncelerle dile getirdiği ricadan o kadar ürkmüşlerdir ki, tepkilerini, o sıralar Rusların ve bazı batılı çevrelerin teşviki ile Kuzey Azerbaycan'a saldıran Ermenistan ile ilişkilerini geliştirmeye ve onlara yardım yapmaya kadar götürmüştü (M. Saray, 1999: 165; Cumhuriyet, 21 Şubat 1991, s. 12). Şunu belirtmek gerekir ki; Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra hem Azerbaycan hem de Türkiye’ye karşı düşmanca politikaları ne kadar yanlışsa, Elçibey’in öncelikle Rusya ve İran’ı karşısına alması da o kadar yanlıştı. Bağımsızlığa geçiş sürecindeki bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak Elçibey’in sınır komşusu olan Rusya ve İran gibi iki büyük güce karşı durması elindeki imkânları aldığı gibi ülkeyi de zamanla politik kaosa sürüklemiştir. Elçibey’in kritik dönemde hiç değilse İran ile ilişkilerini yumuşatması kendisine hem zaman kazandıracak hem de kademe kademe başarı getirebilirdi. Elçibey tersini yapmış etrafını saran iki büyük gücü karşısına alarak radikal tavırlar sergilemiş ve başarı sağlayamamıştır. Rus yanlısı Muttalibov’dan sonra Elçibey’in Türkiye yanlısı ya da Türkçü refleksleri iktidarının ömrünü kısaltmış ve canından çok sevdiği ülkesine hizmet imkânı da elinden alınmıştır. 73 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Ebülfeyz Elçibey, iktidarı boyunca, bunalımlarla dolu zor bir siyasî dönem geçirmiştir. Ülkede birliği sağlayamadığı gibi Halk Cephesi’nin dahi desteğini kaybetmişti. İçerde kontrolü kaybeden Elçibey, Özal’ın 17 Nisan 1993’teki vefatıyla en büyük dış destekten de mahrum kaldı. Elçibey’in iktidarı döneminde Azeri topraklarının bir bir Ermenilerin eline geçmesi halkın yoğun tepkisine neden oldu. Suret Hüseyinov’un Gence’de başlayan darbe girişimi sonucu Elçibey Nahçivan’a cumhurbaşkanlığından ayrılarak Nahçivan’a çekilmek zorunda kaldı. Ülke artık Elçibey’in daha önce parlamento başkanlığına getirdiği Haydar Aliyev’e emanetti. 5.2.2 SÜLEYMAN DEMİREL DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI 5.2.2.1. Süleyman Demirel “Hükümetin politikası çatışmadan uzak kalmak ve çatışmaların durması için diplomatik yolları işletmektir.” 5.2.2.1.1. Genel Politikası Turgut Özal gibi Süleyman Demirel de başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunmuştur Süleyman Demirel Dağlık Karabağ Savaşı’nın en kritik dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıdır. Tek başına hükümeti oluşturacak sayıyı bulamadığından SHP Lideri Erdal İnönü ile 20 Kasım 1991’de koalisyon hükümetini kurmuştur. Mesut Yılmaz hükümetinin sonrasında daha önce birçok defa başbakanlık yapmış olan Süleyman Demirel, yeniden başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Hükümeti kurmasıyla beraber Türkiye’nin mevcut siyasi ve bölgesel sorunlarını kucağında bulmuştur. Yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri, terör hadiseleri, Körfez Krizi, Bosna- Hersek Savaşı ve nihayetinde iç siyasi çekişmeler ve zayıf ekonomi Demirel’in koalisyon hükümetinin karşılaştığı en ciddi sorunlar idi. Daha kötüsü Azeri- Ermeni çekişmesi bağımsızlıkla beraber yeniden alevlenmiş ve Karabağ Meselesiyle Ermeni sorunu yeniden dünya gündemine taşınmıştı. Bir taraftan "SSCB'nin çöküşüne hazırlıksız yakalandık!" değerlendirmesi gazetelerde, toplantılarda sık sık kullanılmaktayken diğer taraftan yeni hükümeti kurmakla görevli Demirel, M. Yılmaz'a "giderayak Moskova'yla aramızı bozacak bir tanıma kararı (Azerbaycan'ın bağımsızlığını tanıma) almamalarını" istemişti (Ülkü, 2000: 19). Demirel kendi dış politikasını belirlerken dünyadaki büyük devletlerin hareketlerine muhalif olmamaya özel itina göstermiş Azerbaycan’ı tanıma konusunda da “Büyük devletler o yöne (tanıma) gitmedikçe bizimde adımlarımızı çok iyi atmamız lazımdır” diyerek bunu açık yüreklilikle ortaya koyabilmişti (Hürriyet, 4 Kasım 1994, s. 7). Azerbaycan bağımsızlığının ilk aylarında SSCB'nin ölüm çanları çaldığı tarihlerde Moskova Büyükelçisi Özden Sanberk "Ankara-Moskova ilişkileri, Ankara-yeni bağımsız cumhuriyetler ilişkilerinden daha önemlidir. Türkiye bağımsızlık ilan eden cumhuriyetleri tanıma konusunda kimseyle yarışa girmeye niyetli değildir" sözleriyle tanıma hususuna devletin soğuk olduğunu vurguluyordu (Ülkü, 2000: 19). 74 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Hükümeti kurmakla henüz görevlendirilen Demirel’in bağımsız Azerbaycan ile ilgili en büyük çekincesi ise Sovyetlerle çatışmaya götürülecek tavır sergilenmesiydi. Ancak hükümeti Demirel’e teslim edecek olan Başbakan Mesut Yılmaz da Azerbaycan’ı tanıma konusunda kararlıydı ve öyle de oldu. Demirel’in başbakan olmasıyla karşısında artık Türkiye’nin tanıdığı bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti vardır. Demirel çok geçmeden Ermenistan’ı da tanımıştır. Bağımsızlığını yeni kazanan Ermenistan ve Azerbaycan’ın Karabağ Sorunu nedeniyle kıyasıya çatışmanın içinde olması Demirel’in karşısındaki en önemli dış sorunlardandı. Başbakan olduğu dönemlerde Ermeni Meselesiyle defalarca yüz yüze kalan Demirel, onun uzantısı olarak değerlendirilen Karabağ Sorununa da ihtiyatla yaklaşmıştı. Aslında Demirel Türkiye'nin asırlık Ermeni sorununun olduğunu iyi bilen birkaç politikacıdan biriydi. Özal, Ermenistan'ı ve Ermeniler tarafından dile getirilen iddiaları küçük gören çıkışlar yaparken Demirel, cumhurbaşkanının bu çıkışlarını sürekli tekzip etmekteydi. Özal’ın askeri müdahale talepleri Başbakan Demirel tarafından askeri müdahale Müslüman-Hıristiyan çatışmasına yol açabilir. Bu da Türkiye'yi bölgenin dışına ve 20 sene geriye atabilir gerekçesiyle reddediliyordu (Hürriyet 13 Mart 1992, s. 12). Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorunu sürecinde en önemli kartı “aktif diplomasi” siyasetidir. Süleyman Demirel sonuna kadar diplomasi yolunu denemiş, başta ABD olmak üzere büyük devletlerle ters düşmemek adına bazen diplomatik ilişkilerde itidal sınırları dahi zorlanmıştır. “Şubat 1992’de Ermenistan sınırında yapılan “Kış 92” planlı tatbikatına Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile birlikte katılır. Böyle kritik dönemde yapılan tatbikatın bir diplomatik baskı aracı olarak kullanılması gerekirken, nedense Demirel hükümeti, gereksiz bir hassasiyet göstererek. “bunun hiçbir siyasi amacının olmadığını ilan etmiştir. Oysa hiç ses çıkarılmayabilir veya “isteyen istediği anlamı çıkarır “ gibi daha politik ve ikna edici bir açıklama yapılabilirdi. Bu yapılmadı ve bekli de, Ermenistan’ın Agdam’a kadar saldırma cüretinin altında Türkiye’nin bu aşırı hassasiyetinin etkisi olmuştur” (Hürriyet, 13 Mart 1992, s. 11). Bu tatbikat Karabağ savaşının en hararetli döneminde dahi Ermenistan’a geri adım attırmadığı gibi, hükümetin tavrı yüzünden, onları daha da cesaretlendirmiştir. Öyle ki Hocalı katliamı da bu dönemde yapılmıştır. Eski diplomatlardan Kamuran İnan dış politikadaki bu hastalığı, “Türkiye’den başka herkes Türkiye’nin gücünün farkında” şeklinde tanımlamıştı. (İnan, 1995: 95)… Azerbaycan Devlet Başkanı Ayaz Muttalibov yaptığı açıklamada, Ermenilerin Karabağ'da katliam yaptığını ve Hocalı köyünde en az bin Azeri’nin öldürüldüğünü bildirdikten sonra Azerbaycan'da 3 günlük yas ilan edilmişti. Başbakan Süleyman Demirel ise, Türkiye'nin, bölgesinde istikrarsızlığı artırıcı gelişmeler karşısında hareketsiz kalamayacağını, Türkiye'nin sorunu dünyaya mal ettiğini ve yanlış adım atmamaya çalıştığını, atılacak yanlış bir adımın dünyayı Ermenistan'ın arkasına geçireceğini belirterek, diğer ülkelere de soruna aynı uzaklıkta kalmaları telkininde bulunduklarını belirtiyordu (Ayın Tarihi, 9 Mart 1992). Hocalı katliamı sonrası askeri müdahale seçeneği yoğun bir şekilde tartışılırken Başbakan Demirel, askeri müdahale söz konusu olamayacağı yönündeki sözleri Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in tarafından da teyit edilmiştir. Aslında bu sözler Türkiye’nin caydırıcı güç olma seçeneğini de törpülemiştir (Hürriyet, 6 Mart 1992, s. 10). Demirel sık 75 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ sık diplomasi savaşından bahsederken, Ermeniler silaha sarılarak buna karşılık vermiştir. Karabağ Savaşı en kanlı şekilde devam ederken dahi iktidarda bulunan liderler; askeri müdahale ile birlikte anılmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Mesut Yılmaz’ın “Gerekiyorsa birlik kaydırılsın” şeklindeki tepkisinden sonra, Süleyman Demirel bölgeye askerin kaydırılıp kaydırılmayacağı ilişkin bir soruya ise klasik üslubuyla ”Türkiye’nin her yerinde askerimiz vardır. Bir kaydırmaya ihtiyaç yoktur” yanıtını verdikten sonra olayların Müslüman- Hıristiyan çatışmasına dönüşmemesi için kamuoyunu yatıştırıcı uyarılarda bulunmuştur (Cumhuriyet, 7 Mart 1992, s. 8; Hürriyet 13 Mart 1992, s. 12). Süleyman Demirel, kamuoyunun hissiyatını çok iyi tahlil eden bir devlet adamıdır. Hassas konularda diri laflar ederek kamuoyunun tepkisini göğüsleyebilmiştir. Karabağ ile ilgili olarak “Dünyayı ayağa kaldıracağız” diyen Başbakan Süleyman Demirel, Başta ABD olmak üzere dünya devletlerinin dikkatini bölgeye çekmek istemiştir. ABD Başkanı George Bush ile de konuyu görüşmüş ve ABD yönetimi yaptığı açıklamada Bush'un Dağlık Karabağ'daki gelişmelerden kaygı duyduğu, soruna barışçı çözüm bulunması için tarafların derhal ateşkes ilan etmesini istediği bildirilmiştir (Ayın Tarihi, 14 Mart 1992). Demirel tarafından Bush’un "ne kadar etkinliğimiz varsa kullanacağız" sözlerinin soruna çare olabileceği düşüncesiyle aktarılması Azerilere inandırıcı gelmemiştir (Hürriyet, 14 Mart 1992, s. 13). Görünen o ki Türk siyasetçileri o dönemde şunu zihinlerine yerleştirmişlerdi; Diplomatik yollardan başka çözüm olamaz ve ABD’ye rağmen siyaset yapılamazdı. Başbakan Süleyman Demirel’ Dağlık Karabağ sorunundaki asıl politikası şu cümlelerinde saklıdır: “Hükümet politikasının çatışmadan uzak kalmak ve çatışmaların durması için diplomatik yolları işletmek" (Ayın tarihi, 17 Mart 1992). Dağlık Karabağ Sorununun düğümlendiğini gören Başbakan Süleyman Demirel çok sağlıklı politikalar yürütülememesinin bir sebebini de haklı olarak Azerbaycan’ın içyapısına bağlamıştı. Demirel “Bütün olay Azerbaycan’ın iç istikrarına bağlı. Olayın bu noktaya gelmesi de Azerbaycan’ın iç istikrarından kaynaklanıyor. 3-5 ay içinde ülkede başkanlık 4-5 kez değişiyorsa buna istikrar denilemez” sözleriyle de bu durumu özetlemiştir (Cumhuriyet, 24 Mayıs 1992, s. 12). Demirel “Azerbaycan askeri yardım isterse ne olur?” şeklindeki soruya da: “Böyle bir talep yok, olma ihtimali de yok. Olaya dünya sahip çıkmıştır. Ama yine kan dökülmeye devam edilirse, demokratik dünya güç kullanımına karar verdiğinde biz buna katılırız. Bu Türkiye’nin güçsüzlüğü değil. Dünya ile birlikte hareket etme isteğidir.” ifadeleriyle Azerilerin müdahale ümitlerini de askıya almıştı (Cumhuriyet, 24 Mayıs 1992, s. 12). 5.2.2.1.2. Ermenistan’a Yardım Türkiye Ermenistan’a daha önce de insani amaçlı yardım yapmıştır. Ancak Karabağ Savaşı’nın dramatik bir döneminde Ermenistan’a yardım konusunun gündeme gelmesi çok yoğun tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Karabağ Savaşı sırasında Ermenilere buğday ve elektrik yardımının gündeme gelmesi gerek Azerbaycan gerekse Türkiye kamuoyunda büyük tepki görmüştür. Demirel açısından yardım konusu tamamen insani boyutludur ancak kamuoyunu buna inandıramamıştır. Ermenilerin buğdaya ihtiyaçları olduğu halde Karabağ Savaşı’nda kullandıkları ağır silahları nerden buluyorlar türünden yaklaşımları, akıllarda hep cevabı merak edilen soru olarak kalmıştır. İkili diyaloglarla meseleyi biraz daha anlamaya çalışalım. 76 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Başbakan Demirel, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ve Ermenistan Devlet Başkanı özel temsilcisi Libardiyan arasında geçen görüşmelerde Libardiyan “Ermenistan Tarihinin en zor günlerini yaşıyor. Büyük sıkıntılar içindedir. Açlık ve enerji darboğazı bizi zor durumlara sokmuştur. Çok acil buğdaya ve elektriğe ihtiyacımız var. Türkiye’nin Ermenistan’a gelecek uluslar arası yardıma geçit vermesini bunu engellememesini istiyoruz” demesi üzerine Demirel “Türkiye insani boyutta olan bir yardımı engellemez. Karda kışta sizi aç ve soğukta bırakmak bizim yapacağımız bir şey değildir. Gelen yardımlara izin vereceğiz.” dedikten sonra da Libardiyan, Derhal elektrik ve buğdaya ihtiyaçların olduğunu söyler (Zaman, 4 Şubat 1993, s. 9). Demirel, Ermenistan’a “Türkiye bugüne kadar Ermenistan’a 35 bin ton buğday gönderilmiştir. Bu bizim için insani bir vecibedir. Bundan sonrada buğday göndermeye devam edeceğiz. Merak etmeyin yardıma yarından itibaren sevkıyata tekrar başlayacaktır. 200 bin kilovat saat elektrik mümkün değildir. 20 bin kilovat/ saat olabilir” dedikten sonra da Karabağ’daki haksız saldırıların durdurulmasını istemiş, saldırıların durdurulmaması halinde ise bunun Azeri soydaşlara ve kamuoyuna anlatmakta güçlük çekecekleri uyarısında bulunmuştur (Zaman, 4 Şubat 1993, s. 9). Azeriler Türk Hükümeti’ni protesto ederek ihanetle suçlamıştır (Zaman, 10 Şubat 1993, s. 5). Hükümet başta yardım üssü olan Erzurum olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinde protesto edilmiş: “Tarih okumadınız mı? Hükümet Ermeni dostu mu?” diyerek tepki göstermişlerdi (Zaman 12 Şubat 1993, s. 4). Ermenilere yardım konusu gündemi uzun süre meşgul etmiş, Demirel hükümeti “Dünya ile birlikte hareket etmek” söylemiyle, Ermenistan’ın palazlanmasına göz yumduğu ve “Batı dünyasına Şirin görünmek” uğruna bu ülkeye yardımı gerçekleştirdiği şeklinde sert eleştirilere de maruz kalmıştır (Andican, 1996: 184). Azerbaycan Büyükelçisi Kasımov yapılan yardıma karşı çıkmadıklarını ancak buğday yardımının 100 bin tona çıkmasının kabul edilemeyeceği yönünde itirazını bildirmiştir. Türkiye’nin Ermenilere yaptığı bu yardım Azerbaycan’da Rus ve İran yanlısı odakları da harekete geçirmiştir. Ruslar her seferinde Azerileri, kardeş gördükleri Türkiye’nin kendilerine kurşun sıkanlara ekmek verdiği temasını işliyordu. Bu da Türkiye’ye karşı protestoları körüklüyordu. Türkiye’nin Ermenistan’a tahıl ve elektrik yardımı yapmasını protesto eden Nahçıvanlılar, Azadlık Meydanı’nda Türkiye aleyhinde gösteriler yaparken iki ülkeyi birbirine bağlayan Hasret Köprüsünü de, tek taraflı olarak kapatmışlardı (Zaman, 22 Şubat 1993, s. 9). 5.2.2.1.3. Demirel ve Özal Özal cumhurbaşkanlığı görevini yürütürken muhalefette olan DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel, Kasım 1991 hükümeti kurmakla görevlendirilmiş ve Özal’ın ölümüne kadar başbakanlık görevini yürütmüştür. Türk siyasetinin iki lideri aynı tabandan beslendikleri halde hep birbirlerine muhalif kalmışlardır. Bu durum daha sonraki politikacılara da örnek olmuş ülkenin zirvesinde siyasi çekişmelerin ardı arkası kesilmemiştir. Siyaseten rakip olan liderlerin bunu yönetime taşımaları, ülkede istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir. Turgut Özal 18 Ocak 1990’da Azerbaycan ile ilgili, “Onlar Şii’dir, biz Sünni’yiz” sözlerinin ardından Ermeni- Azeri sorununun, tarihi Türk- Ermeni sorunu ile hiçbir 77 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ ilgisinin olmadığını ve Türkiye’nin Sovyetlerin içişlerine karışmak istemediğine de dikkat çekmişti (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13). DYP genel başkanı Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı Özal’a bu sözlerinden dolayı tepkisi çok sert olmuştu. Özal’ın ABD’ye meşrutiyet aramaya gittiğini öne sürerek “Türkiye de çalınan plak bir defada Amerika da çalacak” şeklinde değerlendirmede bulunmuştu. Daha önce Özal’ın Sovyetler birliği ziyaretini “Çankaya Sovyetleri kurtarmaya gitti” sözleriyle değerlendiren Demirel: “Özal’ın Amerika ziyaretiyle ilgili olarak da: “Azerbaycan’daki soydaşlarımızın Türkiye’ deki Türklerle inanç bakımından hiçbir sorunları yoktur (Hürriyet, 15 Mayıs 1992, s. 11). Önemli olan aynı kültüre sahip olmaktır. Azeri soydaşlarımız ve vatandaşlarımız kusura bakmasınlar, kırılmasınlar. Özal’ın dediği laflar Türkiye’yi bağlamaz Bu sözler, Türkiye’yi temsil eden birinin söylediği sözler değildir” diyerek tepki koymuştu (Milliyet, 19 Ocak 1990, s. 13). Ayrıca Başbakan Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı Özal’ın “Ermenileri korkutmak lazım” şeklindeki sözlerini de “tamamıyla sorumsuz” olarak nitelendirmiştir (Cumhuriyet, 6 Mart 1992, s. 9). Süleyman Demirel adı çoğu zaman Özal’la beraber anılır. Politikada birbiri ile hiç uzlaşamayan bu iki Türk devlet adamı en acil konularda dahi birbirine muhalefet etmekten geri durmamışlardır. Dağlık Karabağ savaşının en kritik dönemlerinde dahi Cumhurbaşkanı Özal ile Başbakan Demirel müşterek politika belirleyememişlerdir. Bu durum sadece iki lidere has bir özellikmiş gibi gözükse de diğer liderlerde de aynı davranışları görmek mümkündür. Özal-Yılmaz, Özal-Demirel, Demirel-Çiller, Yılmaz-Çiller gibi. Devletin en üst kademesindeki liderler dış politikada, Dağlık Karabağ sorunu gibi en hassas konularda dahi ortak hareket etmeyi, eylem planı oluşturmayı gerekli görmemişlerdir. Aslında hemen hepsi benzer şeyleri dillendirmişlerdir. Örneğin hiçbiri ABD’ye ya da SSCB’ye rağmen politika üretmeyi, Ermenistan’a müdahale etmeyi ya da Azerilere silah yardımı yapmayı hiç uygun bulmamıştır. Hepsi meselelerin barışçı yollardan çözülmesini ya da uluslararası diplomatik yolların sonuna kadar kullanılmasını istemiştir. Öyle ki yanı başlarındaki savaşın milli çıkarlarına zarar vermesine rağmen barış çağrısı yapmaktan geri durmamışlardır. Doksanlı yıllardaki Türkiye’nin politik hayatındaki bu kopukluk dış politikada da sağlıklı adımlar atılmasına engel teşkil etmiştir. Demirel ülkesinin ekonomik gücünün farkındaydı, bunu dillendirmekten geri durmuyordu Fakat Türkiye’nin Kafkasya’da hakim güç olarak bölge politikalarını yönlendiremeyeceğini de biliyordu. Elbette Uğur Mumcu’nun tabiri ile “Demirel’in Özal’dan tek farkı başının kel olması” değildi. Ama şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki Süleyman Demirel Özal’a kıyasla Azerbaycan’ın geleceğinde daha etkili olmuştur. 5.2.2.1.4. Demirel ve Aliyev Demirel Azerbaycan iç siyasetini çok yakından takip edip kişisel etkinliğini kullanmaktaydı. Demirel, Elçibey ile çalışılıp sorunların aşılacağına inanmıyordu. Türkiye’nin gücü nispetinde büyük devletleri küstürmeden, Azerbaycan’ın bağımsızlığına geçiş aşamasındaki çalkantıları durdurabilecek, Elçibey’e göre daha realist ve ılımlı gözüken Aliyev, Demirel tarafından desteklenmiştir. Özal ise, yüzünün batıya dönük olması, Yeltsin yönetimindeki Rusya’ya karşı tavrı nedeniyle Elçibey’i desteklemiştir. Özal “Elçibeyci”, Demirel “Aliyevci” olarak biliniyordu. Özal’ın yapacağı bir şey yoktu; ipler ve dış politika Başbakan Süleyman Demirel’in elindeydi. 78 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Aliyev, Azerbaycan’ın bağımsızlığından sonra Süleyman Demirel’i ziyaret eder ve yapılan görüşmeler sırasında konu cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelince Demirel birden Aliyev'in sözünü keserek, "Haydar Bey Azerbaycan'ın başına sen geç" der. Aliyev ise bu teklife hiç şaşırmamışçasına "Henüz zamanı değil efendim" karşılığını vermiştir. Demirel Haydar Aliyev'in seçimlerde cumhurbaşkanlığına adaylığını koymasını daha doğrusu Türkiye'nin desteğinde "Türkiye'nin adayı" olarak seçilmesini arzuluyordu (Ülkü, 2000: 23). Elçibey’in darbeyle devrilmesinden sonra Aliyev Ağustos 1993’te yapılan referandum ile Azerbaycan Devlet Başkanı seçilmiştir. Aliyev’i ilk olarak Demirel kutlamış ve ikili arasında çok önceden başlayan dostluk artarak devam etmiştir. Aliyev’in politik tecrübesi ve kıvraklığı Demirel’i haklı çıkarmış ve Azerbaycan’a karşı tepkileri ustaca göğüsleyerek yumuşatmıştır. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Demirel’i arayarak Aliyev’i desteklememesini istemiştir. İlk başlarda Aliyev’in başarısı Rusya’nın başarısı olarak görülmüştür fakat öyle olmadığı zamanla anlaşılmıştır. İlk etapta Rusya’ya yakın gözüken Aliyev bir süre sonra yumuşak bir geçişle yüzünü batıya çevirmiştir İlişkilerde asıl dönüşüm ise Şubat 1994’de Aliyev’in Ankara’ya, karşılıklı yabancılaşmayı sona erdiren bir resmi ziyarette bulunması ile başladı. Bu ziyaret aslında Aliyev yönetiminin Rusya’ya yakınlaşma politikasından aşamalı olarak vazgeçtiğinin ve Batı ve bu anlamda Türkiye ile yakınlaşmanın somut belirtisiydi. Aliyev 8–10 Şubat tarihlerinde gerçekleştirdiği iki günlük resmi ziyareti sırasında Türkiye Cumhurbaşkanı Demirel’le 10 yıl süreli bir dostluk ve işbirliği anlaşmasının yanı sıra, ticaret, yatırım ve bilimsel ve kültürel işbirliğini öngören 15 maddelik anlaşmayı da imzaladı (www.turksam.org.tr, 10.11.2007). Antlaşmanın imzalanmasından sonra Devlet Başkanı Aliyev’le Türkiye Cumhurbaşkanı Demirel arasındaki ilişkiler daha da ilerleyerek birbirlerini kardeş gibi görmeye başlamışlardı. Türkiye cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 1995’te Aliyev’e karşı yapılacak olan darbeyi haber vererek önlemesi ikisinin arasındaki kardeşliğin tescili olmuştur (www.turksam.org.tr, 10.11.2007). Aslında bu tür darbeler Aliyev’in gücünü perçinlemek için yapılmış siyasi manevralardır. Bu darbe senaryoları 3. dünya ülkelerinde liderler tarafından sıklıkla denenir. Aliyev Demirel’den de aldığı güçle ülkesini kısa sürede siyasi krizlerden uzak, refah seviyesi yükselen istikrarlı bir ülke konumuna getirmiştir. Demirel, Aliyev ile ilşkilerini gün geçtikçe geliştirmiş, birbirlerini “kardeş” olarak gördüklerini her defasında vurgulamışlardır. Bu ikili sayesinde Türkiye –Azerbaycan münasebetleri daha önce hiç olmadığı şekilde gelişmiştir. Öyle ki iki devlet arasındaki ilişkiyi Demirel ve Aliyev “Tek millet iki devlet” şeklinde değerlendirmişlerdir. Cumhurbaşkanı Demirel Başbakan Çiller ile Aliyev arasındaki soğukluğa rağmen iki devlet arasındaki münasebetleri canlı tutmayı başarabilmiştir. Aliyev’in batı ile münasebetlerini geliştirmesini sağlayan Demirel, zor günlerinde Aliyev’in yanında olmuş ve Aliyev’e karşı yapılması planlanan darbeyi de önceden ona haber vermiştir. Aliyev bu olaydan sonra Demirel’e daha çok güven duymaya başlamıştır. İki cumhurbaşkanının karakteristik yapıları ve politik algılamalarının birbirine paralel olmasının da iki devlet arasındaki münasebetlere müspet etkisini de göz ardı etmemek gerekir. 79 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 5.2.2.2. Hikmet Çetin “Savaş çözüm değil Türkiye savaş isteyen bir ülke değil.” Hikmet Çetin 20 Kasım 1991 de Süleyman Demirel'in başkanlığında kurulan koalisyon hükümetinde dışişleri bakanı olarak atandı. Tansu Çiller tarafından 1993 Haziran ayında kurulan ikinci DYP-SHP koalisyon hükümetinde bu görevini muhafaza etti. 27 Temmuz 1994 tarihinde dışişleri bakanlığı görevinden istifa etti. Hikmet Çetin Dışişleri bakanı olmadan on gün önce Azerbaycan bir önceki hükümet tarafından tanınmıştı. Hikmet Çetin artık olayların Sovyet Rusya’nın iç işi olduğu politikasını yürütme şansı yoktu. Ortada bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti ve onun içine düştüğü Dağlık Karabağ sorunu vardı. Çetin’in dışişleri bakanı olduğunda Dağlık Karabağ’da Ermenilerin Azeri topraklarına saldırıları devam ediyordu. Kanlı çatışmalar gittikçe vahim bir boyut kazanıyordu (Hürriyet, 27 Kasım 1991, s. 13). 28 Kasımda Dağlık Karabağ’ın özerklik statüsü Azerbaycan tarafından feshedildi. Ermeni tarafı bunu kendilerine karşı savaş ilanı olarak değerlendirdi (Hürriyet, 27 Kasım 1991, s. 13). Çetin, ilk olarak ABD ve Rusya’nın Karabağ’daki çatışmalar konusunda tarafsız davranmalarını aksi halde Ermenileri destekliyor izlenimi vermenin daha vahim sonuçlar doğuracağı uyarısında bulunmuştur. Demirel Karabağ Savaşı’nın en hararetli döneminde, tarafsız kalamayacaklarını söylerken Dışişleri Bakanı Çetin “temkinli” olunması üzerinde duruyordu. Muhalefet hükümeti pasif kalmakla suçlarken, hükümet kanadından Hikmet Çetin, Azerbaycan’ın Birleşmiş Milletler ve AGİK’e üyeliğin önünü açanın Türkiye olduğunu ve Azerbaycan’ın uluslar arası ortama alıştırıldığını pasif kalmanın söz konusu olmadığını söylüyordu (Cumhuriyet, 6 Mart 1992, s. 8). Ermenilerin katliamlarını sürdürmeleri Çetin’i yeni arayışlar içine sokmuş, tek başına müdahale etmek zorunda kalmamak için Karabağ’a NATO gücü gönderilmesini istemiştir. Karabağ’ın Mart 1992’deki durumu tamamen Ermeniler lehineydi. Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin Karabağ’ı Azerilerin boşalttığını ve Yukarı Karabağ’ın fiilen Ermenilerin elinde olduğunu biliyordu. Gelişmelerin kaygı verici olduğunu silahların gölgesinde çözüm olamayacağını ve önce silahların susması gerektiğini her defasında dile getiriyordu (Hürriyet, 1 Mart 1992, s. 12). Ermenilerin vahşice katliamlarının yaşandığı Hocalı olaylarından sonra da Türkiye’deki muhalefet liderlerinin müdahale taleplerine sorumluluk makamının verdiği itinayla “Savaş çözüm değil Türkiye savaş isteyen bir ülke değil” türünden yaklaşım göstermişti. Türkiye, Azeri- Ermeni çatışmaları yoğunlaşırken Ermenistan’ı tanıma kararı almış ve tanımıştı. Bu kararın arkasından muhalefet partileri tepki göstermişler; ANAP İstanbul Milletvekili Adnan Kahveci’nin “Ermenistan neden koşulsuz tanınmıştır?” sorusuna “Tek taraflı siyasi irade beyanı” şeklinde cevap veren Çetin, Diplomatik ilişki kurulurken, toprak bütünlüğüne saygı, sınırların değişmezliği ilkelerine bağlı kalınması koşullarının gözetileceğini de belirtmişti. Şubat 1992’de Dağlık Karabağ’da Ermeni saldırıları sonucu masum Azerilerin öldürülmesi üzerine, Cumhurbaşkanı Özal’ın Ermeni tarafına sert çıkışları, parlamento ve kamuoyundan gelen müdahale baskısı Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’i zor durumda bırakmıştı. ABD’nin ateşkes için bastırması, Rusya ve İran’ın bölgede inisiyatif almak istemesi Çetin’i tam bir çıkmazın içine sokmuştu. Hikmet Çetin ise orta yolcu tavrını hiç 80 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ bozmadan sürekli barış çağrısı yaparak ve diplomatik yolları işleterek bu çıkmazdan kurtulmaya çalışıyordu. Ankara’da konu ile ilgili yapılan toplantılar, Çetin’in Brüksel’deki temasları ve Erdal İnönü’nün Fransa temasları’nın amacı Ermenileri diplomatik kıskaca almaktı (Hürriyet, 11 Mart 1992, s.11). Hikmet Çetin bu tür diplomatik yollarda çabalarken Ermenistan’dan karşılık bulmamıştır. Dışişleri Bakanları düzeyinde Brüksel’de Dağlık Karabağ konusunda yapılması planlanan “beşli toplantı”ya Ermenistan katılmamıştır (Cumhuriyet, 12 Mart 1992, s. 8). Azerbaycan’da yaşanan karışıklıklar ve Ermenistan’ın büyük devletlerce desteklenmesi Ermenileri şımartıyordu. Hikmet Çetin “beşli toplantı” için ajandasındaki plan şu idi: 1-Bölgede ateşkesin derhal sağlanması ve BM güvenlik konseyi dönem başkanı’nın bu doğrultuda çağrı yapması. 2-Ateşkesin ilan edilmesi ve bölgeye gözlem heyetlerinin gönderilmesi için tarafların AGİK’e ortak davette bulunması. 3-Ateşkesin yürürlüğe girmesiyle birlikte tarafların karşılıklı olarak ambargoyu kaldırması ve insancıl yardımlara hiçbir engel getirilmemesi. 4-İki ülke hükümet ve parlamentolarının dağlık Karabağ sorunu ve aralarındaki ve diğer anlaşmazlıkları sadece görüşmeler yoluyla barışçı yöntemlerle çözümleyeceklerine dair bir açıklamanın eş zamanlı olarak yapılması 5-AGİK kıdemli memurlar komitesi kararının ve dışişleri bakanlarının Moskova’da 20 Şubat tarihinde verdikleri anlaşmanın tam olarak uygulanması için iki tarafın devamlılık temelinde müzakere başlatması. 6-iki tarafın eğer anlaşırlarsa AGİK kararında belirtilenler de dahil tüm barışçı yollara baş vurmaları (Hürriyet, 12 Mart 1992, s. 9). Bu planın daha görüşülmeden Ermenilerin masadan kaçmaları Ankara’da müdahale konusunu gündeme getirmiştir. Hikmet Çetin müdahale konusunda yumuşak üslubuyla, silaha sarılmanın en son yapılacak iş olduğunu, barışa şans tanımak için aktif politika izlediklerini belirtmiştir. Hikmet Çetin uluslar arası düzeyde temaslarına devam etmiş bu temaslar sonucunda Ermenistan’ın saldırgan taraf olduğunu, NATO Bakanlar Konseyi ve Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi’nin yayımladığı bildirilerde yer almasını sağlamıştı. Hikmet Çetin bölgeyle Avrupa başkentleri arasında diplomasi seferlerinin en önemli sonucu AGİK’in Dağlık Karabağ’ı gündeme alması olmuştur. Öte yandan, Çetin Azerbaycan'ın talebi üzerine Batılı hükümetlerin ve özellikle ABD'nin dikkatini konuya çekmeye çalışmış ve bunda da başarı sağlamıştı (Oran, 2002: 404). Türkiye Karabağ için yeni bir barış planı hazırlamıştı. Azerbaycan ve Ermenistan’ın karşılklı toprak tavizleri öngören planın mimarı Çetin’di. Hazırlanan plan 25 Mart 1992’de Helsinki’de toplanan AGİK’ dışişleri bakanları toplantısına götürülmüştür. Plana göre: 1. 2. bırakılır. Azerbaycan Yukarı Karabağ’ın büyük bir kısmını elinde tutar. Yukarı Karabağ’da Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı yerler Ermenistan’a 81 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ 3. Ermenistan’la Yukarı Karabağ arasında kalan ve Azerbaycan’ın elinde bulunan yaklaşık 45 kilometrelik koridor da Ermenistan’a bırakılır. 4. Ermenistan bunun karşılığında Azerbaycan’la Nahçivan’ı birbirinden ayıran Zangezur’u Azerbaycan’a bırakır. 5. Nahçivan’la Azerbaycan, Dağlık Karabağ’la da Ermenistan birleşmiş olur (Hürriyet, 26 Mart 1992, s. 14). 48 Dışişleri bakanının katıldığı AGİK zirvesinde Türkiye’nin planı benimsenmemiştir. Toprak mübadelesi öngören plan için zamanın erken olduğu da zirvede vurgulanmıştır. Dışişleri bakanını çabaları Ermenilerin amansız saldırıları yüzünden boşa çıkıyordu. Artık Kelbecer de Ermenilerin elindeydi. Özal, Kelbecer’in de düşmesi üzerine askeri önlemlerin şart olduğunu artık aksiyon zamanının geldiğini vurguluyordu. Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin aynı düşünceleri paylaşmadığı gibi her şartta diplomatik yolların denmesi gerektiği konusunda ısrarlıydı. Özal’ın Orta Asya gezisi sırasındaki çıkışları hükümeti ve dışişleri çevrelerini fazlasıyla rahatsız etmiştir. Görevde kaldığı zaman içinde en fazla Dağlık Karabağ sorunu ile uğraşmış olan Çetin, çok istediği barışı bir türlü gerçekleştirememiş, “aktif dış politika” siyaseti bekleneni vermemişti. Görevi bırakırken Dağlık Karabağ Ermenilerin elindeydi ve Dağlık Karabağ hala büyük bir sorundu. Özal’ın ölümünden sonra Demirel cumhurbaşkanlığı, Tansu Çiller ise başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Fakat başbakanın değişmesi ne Çetin’i ne de dış politikayı değiştirmişti. Dağlık Karabağ Savaşı döneminde dışişleri bakanlığı görevini 1994’e kadar yürüten Hikmet Çetin, Türk dış politikasının bir nevi aynası olmuştur. Onda Türk dış politika geleneğinin bütün renklerini görmek mümkündür. İkisinin de uluslar arası tüm antlaşmalara sonuna kadar saygılı, gerçekten barış isteyen fakat gücü nispetinde etkili olamayan karakteri vardı. Nitekim bu özellik Karabağ Savaşı’nda inisiyatifin Rusya’ya geçmesine sebep olmuş, Hikmet Çetin’in yoğun diplomasi trafiği de felç olmuştur. Çetin’in bir başka açmazı da radikal tavırlarıyla dikkat çeken Elçibey ve Taşnaksütyun Partisinin baskısıyla agresifleşen Ter Petrosyan ile çalışmak zorunda olmasıydı. Olağanüstü şartlarda başkan olmuş iki lider ile diplomatik nezaket kurallarının bütününü üzerinde taşıyan Çetin’in ortak noktada birleşmeleri mümkün olmamıştır. 5.2.2.3. Tansu Çiller “Nahçivan’ın bir noktasına dokundurtmam derhal meclise giderim savaş kararı çıkartırım.” 25 Haziran 1993 – 6 Mart 1996 tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti başbakanlığı yapmış olan Tansu Çiller, göreve geldiğinde Ermeni saldırıları Karabağ sınırını aşarak yeni bir boyut kazanmıştı. Azerbaycan’da da Ebulfeyz Elçibey’in darbeyle devrilmesinden sonra yerine Haydar Aliyev göreve gelmişti. Aliyev’in Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le çok iyi dost olması Azerbaycan’la ikili ilişkilerde Çiller’i Demirel’in gölgesinde bırakmıştı. Karabağ’da yerleşim yerlerinin bir bir elden çıkması, Ermeni saldırılarından kurtulmak için on binlerce Azeri’nin topraklarını ve evlerini terk etmek zorunda kalması, kendi vatanlarında mülteci durumuna düşmesi, Kadın çocuk ve yaşlı binlerce Azeri’nin 82 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ perişan durumda yollara dökülmesi Türkiye’yi yeni tedbirlere zorlamıştı (Hürriyet, 6 Eylül 1993, s. 16). Karabağ’daki bu gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında 2 Eylül 1993 tarihinde Çankaya’da bir zirve yapıldı, zirvede “bölgede barış ve istikrarın sağlanabilmesi açısından ilave önlemlerin alınacağı” karara bağlandı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin daha aktif bir pozisyon alması talimatı da verildi Türk hükümetinin saldırıların durdurulması konusundaki girişimi ve bu girişimin sonuçsuz kalmasıyla birlikte Türkiye-Ermenistan ilişkileri tekrar kesildi ve Azerbaycan'ın cephedeki kayıpları arttıkça Türkiye'nin de tutumu sertleşti. Hatta Eylül 1993’te Ermeni güçlerinin Nahçivan topraklarına girme olasılığı belirdiğinde Başbakan Çiller TBMM'den, Eğer Ermenistan Kars Antlaşmasını ihlal eder ve Nahçıvan'ı işgal ederse, savaşa girme konusunda yetki isteyeceğini açıkladı2 (Oran, 2002: 405). Ardından da Çiller, ordunun siyasi karar beklediğini, siyasi karar alındığı an ordunun hazır olduğunu bildirdi (Hürriyet 4 Eylül 1993, s. 27). MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’i de makamına çağırarak Karabağ’daki gelişmeler konusunda görüşme yaptı ve onun da desteğini aldı. Bir destekte Azerbaycan Eski Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey’den geldi. Elçibey Nahçivan’ın Ordubat kasabası ve Keleki köyündeki karargâhından, Ermenilerin Naçıvan’a saldırması halinde Türkiye’nin garantörlüğünü kullanmasını isteyerek başbakan Tansu Çiller’in “Nahçıvan’ın bir noktasına dokundurtmam derhal meclise giderim savaş kararı çıkartırım” sözlerini yerinde bulduğunu söylemişti (Hürriyet 6 Eylül 1993, s.16). 8 Eylülde Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştiren Tansu Çiller, Rusya yönetimiyle Azerbaycan’daki Ermeni eylemlerinin bir saldırganlık olduğu konusunda birleştiklerini ifade ederek nasıl ortak adımlar atacağımızı bölgedeki gelişmelerin belirleyeceğini eğer bu gelişmeler barış yönünde olursa sorunun olmayacağını ancak tersi olursa bölgeye bir barış gücünün gerekli olacağını gerekirse bunu da iki ülkenin kendi aralarında ele alabileceklerini beyan etti (Hürriyet 10 Eylül 1993, s. 24). Çiller’e “siz kadın Atatürksünüz” diyen Yeltsin: “Önce Ermenistan’ı Azerbaycan topraklarından çıkarmak gerek. Ardından barış gücü oluşturulmasına bakarız” (Hürriyet 10 Eylül 1993, s. 24). ifadelerini kullanırken, Başbakan Viktor Çernomirdin Türkiye’nin tarafsız ve dengeli politikalar izlemesi gerektiği mesajlarını veriyordu (Hürriyet 9 Eylül 1993, s. 28). Ayrıca Başbakan Çiller Moskova’da yaptığı açıklamada isim vermeksizin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne tezini eleştirdi. Çiller gazetecilerin “Son dönemde Türk dış politikasına hâkim olan Adriyatik’ten Çin Seddi’ne siz sadık mısınız? Sorusuna yanıt verirken bu görüşe katılmadığını gizleme gereği duymadan, “Eğer bu tür sözler Rusya ile ilişkilerimizi olumsuz etkiliyor ve aramızdaki 2 Sovyetlerle 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşmasının 3. maddesinde Nahçivan’ın “koruyuculuk hakkını üçüncü bir devlete hiçbir zaman bırakmamak koşulu ile, Azerbaycan koruyuculuğunda özerk bir bölge” olacağı belirtilmekteydi. Bu maddeye dayanarak Türkiye’nin Nahçivan’ın statüsünün garantörü olduğu ve bu statüdeki herhangi bir değişiklik için Türkiye’nin de onayının gerektiği yorumları yapılmışsa da 1921 Antlaşması bu yoruma olanak vermemektedir. Ancak Moskova Antlaşması “koruyuculuk hakkının üçüncü bir devlete hiçbir zaman” bırakılmaması koşulunu getirdiğinden, bunun değişmesi halinde, örneğin Nahçivan’ın Ermenistan gibi üçüncü ülkeye bağlanması olasılığında, Türkiye’ye “söz hakkı” vermektedir. (Aydın, 2005: 403) Türkiye ile Ermenistan, Azerbayan ve Gürcistan arasında imzalanan 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşmasının 5. maddesinde de “ (taraflar) Nahçivan bölgesinin Azerbaycan’ın koruyuculuğunda özerk bir bölge oluşturulması konusunda anlaşmışlardır” ifadesi yer almıştır. 83 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ güveni sarsıyorsa, bunları telaffuz etmek yanlıştır” ifadelerine yer verdi (Hürriyet 9 Eylül 1993, s. 28). Çiller Moskova ziyareti sırasında Aliyev’le bir görüşme yapmıştır. Çiller, Aliyev’in görüşmede Rus askeri birliğini Azerbaycan’a davet etmesi halinde Türkiye’nin askeri varlığını görmek istediklerini belirtmiştir. Moskova’dan Bakü’ye Türkiye’yi yanınızdan uzaklaştırmış bir görüntüde dönerseniz o zaman yeniden komünizme teslim olduğunuz eleştirileri alırsınız uyarısında bulunan Çiller’e, Aliyev Türkiye’yi hiçbir zaman dışlayan bir politikanın içinde olmalarını düşünülemeyeceğini ve artık Elçibey döneminin kapandığını bildirmiştir (Hürriyet, 9 Eylül 1993, s. 28). Çiller her defasında Türkiye dışında bir çözüm aranmaması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyor fakat iki ülke arasında siyasi anlamda zaman-zaman gerginlikler de yaşanıyordu (Hürriyet, 9 Eylül 1993, s. 28). Örneğin, Mart 1995’de Devlet Başkanı Aliyev Türk istihbaratını kendisine karşı darbe girişiminde itham etmesinin ardından ilişkilere bir dönem karşılıklı itimatsızlık egemen oldu. Aslında bu itimatsızlık Aliyev yönetimi ile dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in başkanlık ettiği Türk hükümeti arasında yaşanmaktaydı. Devlet Başkanı Aliyev’le Türkiye Cumhurbaşkanı Demirel arasındaki ilişkiler gayet iyiydi. Zaten kendisine karşı yapılacak darbeyi Aliyev’e haber vererek önlenmesini sağlayan da Türkiye Cumhurbaşkanıydı (www.turksam.org.tr, 20.10.2007). Tansu Çiller’in Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le münasebetleri, Çiller’in iktidarının sonuna kadar yumuşama göstermedi. 5.2.2.4. Alparslan Türkeş “Bu işi (Dağlık Karabağ) çözmemiz gerek. Türkiye ve Ermenistan dost olmalı.” “Sınır açılırsa rüzgâr döner.” Milliyetçi Lider Alparslan Türkeş’in Türk siyasetinde olduğu gibi Türk cumhuriyetlerinde de hatırı sayılır bir yeri vardı. Milliyetçi olması ve sert mizacı onun Ermenistan’a karşı şiddet yanlısı, acımasız politika sergileyeceğini düşünmüştür. Fakat hiçte düşündükleri gibi olmamıştır. Sanılanın aksine Türkeş, barıştan, diyalogdan ve itidalden yana tavır koymuştur. Alparslan Türkeş Ermenistan ile diyaloğa geçen ilk Türk siyasetçilerdendir. Zamanın Moskova büyükelçisi Özden Sanberk 1992-93’te Türkeş’in kendilerini aradığını ve ‘Bu işi çözmemiz gerek. Türkiye ve Ermenistan dost olmalı’ dediğini söylemişti. Ayrıca Sanberk, Türkeş’in sınır açılırsa rüzgârın döneceğini de söylediğini aktarmıştı. Özden Sanberk şöyle bir iddiada da bulunmuştu: Türkeş yaşasaydı bu sorun çoktan bitmişti (Star, 28 Ocak 2007, s.10). Başbakan Demirel, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ve Erdal İnönü'nün Azerbaycan'a verdikleri destek "sınırlı" bir destekten öteye gidemiyordu. Henüz Rusya korkusunu üzerinden atamamış, Azerbaycan ile bağımsızlığa kavuşan diğer Türk cumhuriyetleriyle ilgili bir strateji oluşturamamıştı. Bu arada Başbakan Demirel ve hükümet, Ermenistan'ı, onunla iyi ilişkiler kurarak, işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmeye ikna etme biçiminde özetlenecek bir yarı gizli yarı açık politika uygulamaya koyulmuşlardı (Ülkü, 2000: 123). MHP Genel Başkanı Türkeş Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan'la Paris'te Türk Büyükelçiliği'nde gizlice buluştu. Görüşmeden önce Demirel’den "Ter 84 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Petrosyan'ı ikna ederim, siz izin verirseniz onunla görüşeyim" diyerek iznini almıştı. Bazı iddialara göre, başbakan, Türkeş aracılığıyla Petrosyan'a hediyeler bile göndermişti. Türkeş, bütün bu gelişmelerden habersiz olan Elçibey'i Paris'e giderken telefonla arayarak durumu anlatmıştı. Azerbaycan cumhurbaşkanı bu pazarlık girişimine çaresiz "Evet" demişti. Türkeş-Petrosyan görüşmesi gerçekleşti, ama somut bir gelişme olmadı. Türkeş Paris dönüşü Dışişleri yetkilileriyle, Demirel ve Çetin'le görüştü. Türkiye'de ilk kez Ermenistan'la diplomatik ilişki kurmak ve Ermenistan sınırını, Azeri toprakları işgal altındayken açmak düşüncesi devlet içinde taraftar buldu. Bu arada ABD'deki, Avrupa'daki Ermeni lobilerinin önde gelen isimleri sık sık Ankara'yı ziyarete gelmeye başladılar. Ankara'nın bu girişimleri hız kazandıkça, Azerbaycan topraklarındaki Ermeni saldırıları da hız kazanıyordu. Çünkü Ter Petrosyan'ın stratejisi Türkiye'yi Azerbaycan safında taraf olmaktan çıkarıp tarafsızlaştırmak, böylece Ankara’nın Bakü'ye desteğini tartışılır konuma getirmekti (Ülkü, 2000: 121). Türkeş’in Karabağ savaşı’nın en kritik zamanında Ermenistan’la sınırın açılması isteği kamuoyu açısından inanılır gibi değildi. Fakat hükümet sınırı açmaktan ziyade Ermenistan’a vagonlar dolusu buğday sevkıyatı yapıyordu. Artık ABD inisiyatifini ortaya koymuştu. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, hükümetin Ermeni politikasının doğru olduğunu söylemişti. Türkeş: “Bulanık suda balık avlamak isteyenler var. Küçük bir kıvılcım, bölgeyi kana boğabilir. Türk hükümetinin dikkatli olması gerekmektedir.” dedi. Türkeş Dağlık Karabağ’ın Şuşa kentinin, Ermenilerin eline geçmesini vahim olarak niteleyip şöyle demişti: “Ermeni harekâtı altında, Türk topluluklarının bağımsızlıklarını istemeyenler de var. Bölgede savaş çıkmasını sağlayarak bulanık suda balık avlamak isteyenler var. Hükümetimiz, bu oyunu bozmak için meseleyi BM kanalıyla çözmeye çalışıyor. İsabetli bir harekettir.” şeklindeki açıklamalarıyla savaşın Türklerin lehine olmayacağına işaret ediyordu. Türkeş Dağlık Karabağ sorunu sürecinde hiç iktidar olamamıştır fakat mevcut iktidarların Türk dünyasıyla ilgili politikalarında etkili olabilmiştir. 5.2.2.5. Haydar Aliyev "Türkiye bir anlamda bizim dünyaya açılan penceremiz." Haydar Aliyev Azerbaycan’ın en popüler politik lideri idi. Aliyev, 1967’de Azerbaycan KGB’sinin başına, 1969 senesinde Azerbaycan Komünist Partisi birinci sekreterliğine getirilerek, ülkeyi 18 yıllığına yönetmiştir. Aliyev’in yönetimi süresince Azerbaycan’da gerçekleştirilen endüstriyel ve ekonomik gelişmeler sebebiyle Aliyev, Moskova tarafından ödüllendirilmiştir. Aliyev, Azerbaycan’da ekonomiyi geliştirirken, geniş çaplı rüşvet ve yolsuzluklara göz yummuştur. Ancak, Brejnev’in yakın arkadaşı olduğu için, Aliyev 1971’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezi Komite üyeliğine ve 1983’te ise Politbüro’nun tam üyeliğini getirildi. Aliyev ayrıca Sovyetler Birliği başbakan vekili görevini aldı. Aliyev, Sovyetler Birliğinde bu kadar üst derece görevleri alan ilk Türk idi. Aliyev’in yıldızı Gorbaçov yönetimi ile sönmeye başladı. Gorbaçov, 1987’de Azerbaycan Komünist Partisi birinci sekreterliği görevini yürütürken hakkındaki yolsuzluk suçlamaları üzerine Aliyev’i Moskova’da sahip olduğu prestijli görevlerden aldı. Üç yıl daha Moskova’da yaşadıktan sonra Aliyev memleketi olan Nahçivan’a dönerek 85 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ otonom Nahçivan’ın başkanlığını yürüttü. Seçimlerde 65 yaş kuralı olduğu için 69 yaşındaki Aliyev 1992 Azerbaycan başkanlık seçimlerine adaylığını koyamadı (Gürbüz, 2003: 82–108). Muttalibov’un istifasının ardından Mart 1992’de Türkiye’yi ziyaret eden Nahçivan Parlamentosu Başkanı Haydar Aliyev, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakan Süleyman Demirel ile görüştü. Aliyev’in Azerbaycan Devlet Başkanlığı için adının geçtiği bir dönemde Ankara’ya gelmesi dikkat çekmişti. Muttalibov’dan sonra Başbakan Hasan Hasanov ile Halk Cephesi arasındaki görüşmelerin uzaması Türkiye’nin Azerbaycan’da muhatap bulmakta güçlük çekmesine sebep oluyordu. Türkiye Azerbaycan’da belirsizliğin ortadan kalkmasının Karabağ sorununa çözüm bulunması için gerekli görüyordu. Karabağ cephesine de olumsuz olarak yansıyan bu belirsizlik ortamında Aliyev’in adı devlet başkanlığına alternatif olarak geçiyordu. SSCB döneminde politbüroya kadar yükselen ilk Azeri olması özellikle Karabağ konusundaki çıkışları Azerilerin Nahçivan liderine umut bağlamasına sebep olmuştu (Cumhuriyet, 24 Mart 1992, s. 9). Mayıs ayında Ermeniler’in Nahçivan’a gözlerini diktiği bir dönemde Nahçivan Parlamento Başkanı Haydar Aliyev, Nahçivan’ın Türkiye’ye bağlı devlet olduğunu, Kars Antlaşması’na göre Türkiye’nin Nahçivan’da hakkı olduğunu söylüyordu. Türkiye de Nahçivan’a karşı hassasiyetini göstermişti. Başbakan Süleyman Demirel Aliyev’den desteğini esirgemiyordu. 28 Mayısta Türkiye ile Nahçivan arasındaki “Hasret” adı verilen “Ümit Köprüsü” ile Dilucu Sınır Kapısı açıldı. Nahçivan’a giden Demirel Aliyev’i de sahipleniyordu (Cumhuriyet, 29 Mayıs 1992, s. 12). Haydar Aliyev, Azerbaycan'daki yeniden yükselişini Azerbaycan'ın iç dinamiklerine olduğu kadar Türkiye'ye ve özellikle dönemin Başbakanı Demirel' e borçluydu.3 Nahçivan Parlamentosu Başkanı olduğu dönemde Bakü'deki Elçibey hükümeti devre dışı bırakılarak sanki Aliyev ayrı bir devletin cumhurbaşkanıymışçasına ilişkiler kurulmuş, kredi açılmış ve daha da önemlisi, Devlet Başkanı protokolü uygulanmıştı. Azerbaycan'daki iç politika dengelerini çok iyi yönlendiren Aliyev, Suret Hüseyinov'u, İtibar Mehmedov'u ve son olarak da bizzat Ebulfeyz Elçibey'i kullanarak önlenemez yükselişini sürdürmüştü. Aliyev'in ikinci adamlıkla asla yetinmeyeceğini ve kısa bir süre içerisinde kendisini de tasfiye edeceğini fark edemeyen Elçibey, Aliyev'i Parlamento Başkanlığı'na davet ettiği 15 Haziran 1993 günü bir anlamda kendi iktidarının da sonunu getirdi (Andican, 1996: 273– 274). Kelbecer'in Ermenilerce işgaliyle başlayan süreç sonunda 4 Haziran 1993'de başlayan bir darbeyle Elçibey hükümetinin devrilmesi ve yerine Haydar Aliyev'in gelmesi Türkiye'de ve dışarıda çeşitli çevrelerde Türkiye'nin Azerbaycan'da dost bir yönetimi iktidarda tutma konusunda başarısız olduğu şeklinde değerlendirildi. Hatta Türkiye'de Elçibey'in devrilmesini Türk(iye) modelinin sonu olarak değerlendiren analizler de yapıldı (Aydın, 2002: 410). İlk başlarda Türkiye darbeden rahatsız olduğu, darbeden 20 gün sonra bile Dışişleri Bakanı Çetin'in BM Genel Sekreterine yazdığı mektupta darbeyi "yasal 3 Aliyev’in Ankara ziyareti sırasında söz Azerbaycan'da ağustos ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine sıra gelince Demirel birden Aliyev'in sözünü keserek, "Haydar Bey Azerbaycan'ın başına sen geç!" dedi. Aliyev'se bu teklife hiç şaşırmamışçasına -Henüz zamanı değil efendim" karşılığını verdi Demirel, Haydar Aliyev'in seçimlerde cumhurbaşkanlığına adaylığını koymasını daha doğrusu Türkiye'nin desteğinde "Türkiye'nin adayı" olarak seçilmesini arzuluyordu. (Ülkü, 2000: 18) 86 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ hükümeti devirmeyi amaçlayan askeri isyan" olarak adlandırmasından anlaşılmaktadır (Aydın, 2002: 405). Her şeye rağmen Elçibey’in karargâh kurduğu Nahçivan’ın Keleki köyünden Türkiye’ye mesajlar göndermesi, Türkiye’nin desteği ile tekrar görevine dönebileceği ümidi çok geçmeden kırılmıştı. Aliyev’in kalıcı olduğunu anlayan Türkiye tavrını değiştirdi. Türkiye hükümete, Dışişleri Bakanı aracılığıyla "referandum" önerisini gündeme getirdi. Hüseyinov darbesinin oluşturduğu siyası ortamda krizi ustaca yöneten Aliyev, yalnızca "Aliyev'in devlet başkanı olması uygun mudur?" sorusuna cevap verenlerin oylarıyla iktidar koltuğuna oturdu (Andican, 1996: 18). Olağanüstü şartlarda olağandışı seçimle (refarandum) başa gelen Aliyev, keskin zekâsı ve politik kıvraklığıyla siyasi istikrarı sağlama yönünde doğru adımlar atarak işe koyuldu. Bakü tarafından Rus ajanı olduğu açıklanan Hüseyinov’u başbakanlığa getirdi. (Gürbüz, 2003: 82-108) Ona zor dönemde sorumluluk vererek Gence’de başlattığı isyanı durdurdu ve bu suretle gücünü kırma yoluna gitti. Yönetime gelmesinin ardından ilk olarak Elçibey’e karşı darbeyi açıkça destekleyen Rusya’ya gitti. BDT'ye katılmak gibi Rusya'yı yatıştırıcı hamleler yaptı. Aralık 1993’te Aliyev’in kaybedilen toprakları geri almak için gerçekleştirdiği saldırı sırasında Rusya açıkça Ermenistan’ı destekledi (azerbaycan.ihh.org.tr, 20.11.2007) Aliyev, Rusya’nın bu yanlı tutumu üzerine Rus askerlerinin tekrar Azerbaycan topraklarına konuşlandırılmalarına müsaade etmedi. Aliyev'in Rusların arzuladığı şekilde politikalar izlemediği, Rusların bir yıl sonra Aliyev'i iktidardan uzaklaştırmak için Ekim 1994'deki darbe girişimine destek vermelerinden anlaşılabilir (Aydın, 2002: 405). Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de Aliyev’i istemeyenler vardı. Üstelik devletin zirvesinde de aynı sorun söz konusu olup, Özal ve Demirel’in Aliyev’le ilgili değerlendirmeleri tamamen birbirinin zıddı yönündeydi. Özal Aliyev’e karşıydı fakat Demirel’in gerekçesi hazırdı: Azerbaycan gibi, ileride Türk-Rus ilişkilerinde fırtınalar koparabilecek bir ülkenin başında Sovyet sistemini bilen, onun en üst düzey yöneticisi olmuş birinin bulunması Demirel için bir güvenlik sigortası olabilirdi. Özal, Azerbaycan'daki siyasi gelişmeler, Rusya'daki dönüşüm ve bağımsız Türk cumhuriyetleri konusunda çelişik görüşlere sahipti. Ona göre Sovyet sistemine karşıt bir isim, o sistemin hışmına uğramış demokrat, Batı'ya yakın Ebulfez Elçibey desteklenmeliydi. Özal, Yeltsin'in de komünist sistemin yöneticisi olduğu için, sıcak bakı1acak bir insan olmadığını söylüyor, "Aliyev'in cumhurbaşkanlığına gelmesi, Azerbaycan'ın Rusya'ya bağlanması anlamına gelir" diyordu (Ülkü, 2000: 20). Türkiye Azerbaycan’daki gelişmeleri takip ederken siyasilerin yanı sıra toplumun diğer kesimlerinde de Aliyev ya da Elçibey konusunda karışık bir durum söz konusuydu. Elçibeyciler ve Aliyevciler türemişti. Aliyev’in iktidara gelmesinin ardından Azerbaycan dış politikasında iki farklı dönemin var olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, Rusya’yı yatıştırma politikası dönemi olarak görülebilecek Haziran 1993-Şubat 1994 dönemi; ikincisi ise, Rusya’nın Azerbaycan’daki “makul çıkarlarını” karşılayarak Rusya’yı kızdırmama, fakat önceki iktidarın Batı ile bu bağlamda Türkiye ile yakınlaşma politikasını sürdürme dönemi olarak nitelendirebileceğimiz Şubat 1994 döneminden sonraki dönemdir. Batı ile yakınlaşmanın ilk işareti de Devlet Başkanı Aliyev’in 8–10 Şubat 1994 tarihlerindeki Türkiye ziyareti olmuştur (Cafersoy, 2001: 47-63). 87 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Aliyev’in Şubat 1994'teki Ankara'yı ziyareti ve Cumhurbaşkanı Demirel'le kurduğu yakın ilişkiden sonra Türkiye ve Azerbaycan'ın "tek millet iki devlet" olduğunu ilan etmesi iki ülke arasındaki buzların eridiğini gösteriyordu. Fakat yine de en azından Türkiye'deki bazı kesimlerin hala Aliyev'e güvenmedikleri ve her halükarda Elçibey'in Türk milliyetçiliğini tercih ettikleri Mart 1995'de Aliyev iktidarına karşı başlatılan darbe girişiminde bazı Türk vatandaşlarının da rol almış olmasında açıkça görülüyordu. Fakat Türkiye'nin, Azerbaycan'ın yeniden kaosa sürüklenmesinin Türkiye'nin genel Kafkasya politikasını olumsuz etkileyeceği düşüncesi çerçevesinde artık Elçibey'i tamamen gözden çıkardığı ve Aliyev iktidarını Azerbaycan'ın meşru temsilcisi olarak kabul ettiği, darbe girişimini haber alan hükümetin durumu Cumhurbaşkanı Demirel aracılığıyla Aliyev'e iletmesinde görüldü. Türkiye tarafından uyarılan Aliyev, darbe girişimini atlatmayı başardı, fakat darbeye Türk vatandaşlarının da adının karışmış olmasından duyduğu kırgınlığı çeşitli kereler ve bir defasında da TBMM kürsüsünden ifade etmekten kaçınmadı (Aydın, 2002: 405). Türkiye ve Azerbaycan arasında üst düzey ziyaretler artarak sürdü. Bu görüşmelerin genel konusunu Türkiye’nin öteden beri savunduğu Azerbaycan’ın bağımsızlığının korunması, Dağlık Karabağ sorunu, Kafkaslardaki gelişmeler ve ülkelerarası karşılıklı işbirliğini geliştirme hususları oluşturmaktaydı. Özellikle, Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev’le Türkiye Cumhurbaşkanı Demirel arasındaki sıkı dostluk, ikili ilişkileri gelişmesine yardım etmekteydi. Her iki lider çeşitli vesilelerle sık-sık bir araya gelmekteydiler. Zaman zaman bu görüşmeler Gürcistan Devlet Başkanı Şevardnadze de katılıyordu (Cafersoy, 2001: 47-63). Haydar Aliyev iktidarı döneminde Azerbaycan-Türkiye ilişkileri büyük bir aşama kaydetmiştir. Muttalibov döneminde her iki ülke arasındaki ilişkiler Muttalibov’un Rusya eksenli dış politikası nedeniyle biraz mesafeli bir çizgi içinde seyretmiş, Elçibey iktidarı döneminde iki ülke arasında stratejik ortaklık anlaşmasının imzalanmasının önerilmesine kadar uzanmıştır. Fakat Elçibey döneminde Rusya’nın bölgesel iddialarının halen güncel olması Türkiye’nin bu öneriye soğuk bakmasına neden olmuş ve Kafkaslarda Rusya ile çatışma halinde olunmaktan kaçınılmıştır (Cafersoy, 2001: 47–63). Aliyev'in, bir yıllık iktidarı döneminde yaptığı en önemli iş Muttalibov'un sosyal temelini çürütmek olmuştur (Aslan, 1994: 1). Rusya ile çatışma istemeyen Aliyev, Azerbaycan’ın BDT’ye girmesini sağlamış ve 1994 Eylülünde imzalanan Yüzyılın Antlaşması’nda Rusya ya yüzde 10 pay vermiş olmasına rağmen Rusya’dan Dağlık Karabağ sorununun çözümünde destek alamamış, verdiği tavizlerle Rusya’nın bölgedeki etkinliğini arttırmasına neden olmuştur. Dağlık Karabağ Sorunu’nda Rusya’nın Ermenistan’a destek vermesi Azerbaycan’ın yüzünü Batıya ve Türkiye’ye döndürmüştür. Aliyev’in kendi eliyle Azerbaycan’da güçlendirdiği Rusya’nın etkisini azaltma yönündeki çabalarına karşılık Rusya, Aliyev’i devirmek için Aralık 1994 ve Mart 1995 tarihlerinde iki darbe girişiminde bulunmuş, aynı zamanda Azerbaycan’a karşı Hazar’ın hukuki statüsü konusunu baskı aracı olarak kullanmıştır. Rusya ile Azerbaycan arasında Yeltsin döneminde yaşanan soğukluk Putin döneminde giderilebilmiştir (Demirağ, 2003: 77). Dağlık Karabağ sorununda Ermenistan’ın yanında yer alan Rusya’ya ilk büyük tepki Hazar petrollerinin taşınmasında Bakü-Ceyhan hattının tercih edilmesiyle gösterilmiştir. 88 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Aliyev iktidarı yönünü artık Türkiye ve batıya dönmüştü. Aliyev’in 1997’deki Amerika ziyareti hem Rusya’ya hem de Ermenistan’a verdiği mesajda buydu. 5.2.2.6. Levon Ter Petrosyan “Bugün beğenmediğimiz çözüm için yarın yalvarmak zorunda kalabiliriz.” Ter-Petrosyan, Dağlık Karabağ meselesini alevlendiren ve 1987 yılından itibaren Ermenistan'da yoğunluk kazanan nümayişlerin baş organizatörüdür. Onun Dağlık Karabağ'ın Azerbaycan'dan ayrılarak Ermenistan'a bağlanmasını sağlamak amacı ile Şubat 1988'de kurduğu "Karabağ Komitesi", 1989 Kasım'ında ad değiştirerek "Ermeni Millî Hareketi" adını almıştır. Partileşme sürecinde, Mayıs 1990 seçimlerinde en fazla oyu toplayan ve 4 Ağustos 1990 tarihinde Ermenistan Yüksek Sovyet Başkanı seçilen TerPetrosyan, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra, 1991 yazında Ermenistan'ın bağımsızlığını ilân etmiştir (www.biyografi.net, 20.11.2007). Batıdan büyük destek bulan Ermenistan Cumhuriyetindeki bu gelişme Türkiye’nin İsrail benzeri bir bela ile karşılaşmasını gündeme getirdi. Ermenistan’ın sadece komşusu Azerbaycan’a değil Türkiye’nin bir bölümüne de göz diktiği biliniyordu. Bağımsızlığını ilan eden Ermenistan devlet Başkanı Petrosyan, değişik görüşteki milliyetçilerin oluşturduğu 15’ten fazla silahlı çeteyi denetim altına alamadı. Erivan eli silahlı çetelere teslim olmuş; polis artık ortalarda gözükmüyordu. Geceleri Erivan sokakları silahlı grupların eline geçiyor ve makineli tüfeklerle sürekli çatışmalar yaşanıyordu. Türkiye’ye düşmanlıkla dolu olan terör gruplarının düzene meydan okumaları Ermenistan’ı Lübnan benzeri oluşuma götürüyordu. Moskova’ya kafa tutan ve bu yüzden bir süre cezaevinde kalan Ermeni Ulusal Hareket’in Lideri Levon Ter Petrosyan devlet başkanlığına seçilmesinin hemen ardından Ermenistan parlamentosu bağımsızlık kararı alarak Moskova ile bağlarını kopardı. Bundan sonra dış politikasını kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yürütmeye başladı. İran ve Türkiye ile yakın ilişkiler kurmaktan yana olduğunu defalarca vurguladı (Hürriyet, 3 Eylül 1990, s. 17). Petrosyan’ın bu ılımlı politikası aşırı milliyetçi grupların planlarına aykırıydı. Türkiye, Petrosyan’ın bu olumlu çıkışlarına kayıtsız kalmadı. Sovyet Büyükelçisi Volkan Vural’ı Erivan’a gönderdi. Vural Petrosyan’la görüşerek Türkiye ile düşman değil, dost olmak istediklerini vurgulayarak: “ İlişkilerimiz derinleştikçe ve halklarımız dostluk meyvesinin tadının düşmanlıktan daha lezzetli olduğunu öğrendikçe, eski kavgalara dönmek o denli zor olur” dedi. Petrosyan ayrıca yeni düzende, yeni anlayışın geliştirilmesi gerektiğini, anlaşmazlıkların geçmişte kaldığını ve her türlü işbirliğine hazır olduğunu da söyledi (Hürriyet, 10 Nisan 1991, s. 13). Görüşmede Yukarı Karabağ sorununun çözümünde Türkiye’nin arabuluculuğu gündeme geldi ve iyi komşuluk ve sınır ticareti anlaşması taslağı hazırlandı (Hürriyet, 12 Nisan 1991, s. 13). Petrosyan’ın Türkiye’ye karşı ılımlı tutumu, Taşnaklar ve onların diaspora örgütleri tarafından sürekli eleştirildi. Rusya’nın etkisinden kurtulmak için böyle ülkeler ve özellikle komşularıyla uyumlu ilişkiler kurması gerektiğini ve ekonomik kalkınmanın da buna bağlı olduğunu gören Ter-Petrosyan, Türkiye ile ilişkiler geliştirmek başta olmak üzere dış politikada hamleler yaptı. Ter-Petrosyan yönetiminin soykırım iddialarını dile getirmekten kaçınması ve KEİ’ye Ermenistan’ın üyeliği, bölgesel işbirliği için Ermenistan’ın attığı adımlar Taşnakların başını çektiği bazı diaspora örgütleri tarafından eleştirildi. 89 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Ermenistan’ın bölgesel konumu dikkate alındığında, izlenen dış politika gerçekçi kabul edilebilir. Ermenistan, Kafkasya’daki diğer iki yeni bağımsızlığını kazanmış ülkeler olan Azerbaycan ve Gürcistan gibi, bölgesel güçler Rusya, Türkiye ve İran’ın politikalarını hesaba katmak ve bu ülkeler ile ilişkilerini ayrıca düzenlemek durumundaydı. Rusya’nın ilk başlarda Ermenistan’ı ihmal etmesi Ermenistan’ı bölgesel güç olan Türkiye ve İran ilişkilerine önem vermeye itti. Türkiye Ermenistan’ın Avrupa ile olan ticaretinde kilit ülke durumundaydı. Ancak Dağlık Karabağ çatışması ve Ermenilerin Azerbaycan topraklarını işgali, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin gelişmesine imkân vermiyordu (Kasım, 2003: 42). Dağlık Karbağ’daki çatışmalar Şubat 1992’de İran’ın girişimleri sonucu alınan ateşkes kararına rağmen hızını kesmedi. Petrosyan, Türkiye’den bölgede barış ve istikrarın sağlanması için Azerbaycan üzerindeki etkisini kullanmasını istedi. Petrosyan, Türkiye’ye Amerika Ermeni Cemaati Lideri Hovannisian’ı da Türkiye’ye ekonomik bağlantı kurması için göndermişti. Ankara, Erivan’ın Türkiye’den toprak talebinde bulunmayacağı ve soykırım iddialarını koz olarak kullanmayacağı yönünde garanti vermesini istedi (Cumhuriyet, 26 Şubat 1992, s. 9). Dağlık Karabağ çatışmalarının vahim boyutlara ulaştığı bir dönemde Ermenistan doğrudan taraf olmadığını öne sürüyordu. Ter Petrosyan’ın baş danışmanı Şahen Karamanukyan ile uluslar arası ilişkiler danışmanı Vahan Papazyan Dağlık Karabağ için öne sürdüğü koşullar şunlardı: 1- Karabağ Meselesinin Azerbaycan’ın bir iç meselesi olduğu ve tarafların Azerbaycan ile Karabağ’da yaşayan Ermeniler olduğunu dolayısıyla barış görüşmelerinde Karabağ Ermenilerinin temsilci bulundurması gerektiği. 2- Karabağ’da yaşayan Ermenilere “self determinasyon” hakkı verilmesi. 3- Azerbaycan’ın uyguladığı ambargonun kaldırılması. 4- Ermenistan’dan Karabağ’a koridor açılması. 16 Mart 1992 Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Volkan Vural Ermenistan Devlet Başkanı Petrasyon ile yaptığı görüşmede “Ateşkesin sağlanarak barış görüşmelerinin başlaması konusunda Türk hükümetinin çağrısını iletti ve Karabağ konusunda Türkiye’nin tarafsızlığını yitirmediğini özellikle vurguladı. Volkan Vural ikinci defa gittiği Erivan’dan hayal kırıklığıyla döndü. Türkiye’nin daha önce ilettiği taleplerinin yerine getirilmesinin olanaksızlığı ortaya çıktı. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulması yönündeki görüş ayrılıkların daha da derinleştiği görüldü. Bir önceki ziyarette yeşeren umutların, meyve vermek için daha uzun zamana gereksinim olduğunu ortaya çıkardı (Cumhuriyet ve Hürriyet, 17 Mart 1992). Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan 4 Haziran 1992’de Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda dış politikasının genel çerçevesini çizmişti. Petrosyan’a Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi yolundaki görüşleri sorulduğunda Petrosyan şu cevabı vermişti: “Ermeni halkının 70 yıllık psikolojisini ve mantalitesini dikkate almalısınız. Hem diaspora hem de Ermenistan’daki kuşaklar Türk karşıtı duygularla büyümüştür. Bu durum eski Sovyet yönetimince de körüklenmiştir. Çünkü eski rejim Ermenistan’ın komşusu olan Türkiye’den izole edilmesini, uzaklaştırılmasını böylece de Ermenistan’ın Sovyet sistemine daha sıkı bağlanmasını hedeflemiştir. Sovyet rejimi Ermeniler arasında Türk düşmanlığını körüklemiş ve 90 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ derinleştirmiştir. Ermenistan’da demokratik güçler iktidara gelişlerinin daha ilk günlerinde bu psikolojik engelin üstesinden gelebilmişlerdir. Bu büyük risktir ve göze alınmıştır. Şunu mutlulukla belirtmek isterim ki hem diasparo hem de Ermenistan’daki halkımız politikamızı anlayışla karşılamıştır. Bizim politikamız hareket noktamız Ermenistan’ın güvenliğini sağlamanın yolunun komşularıyla iyi ilişkilerden geçtiğidir. Ermenistan Türkiye’yi bir arkadaş dost, ortak olarak görmeyi arzulamaktadır. Çünkü biz koşuyuz ve işbirliğimiz hem ekonomik hem de siyasi açıdan her iki ülke için verimli olacaktır. Şunu da söyleyebiliriz ki Türkiye ve Ermenistan arasında diplomatik bağ kurulmuş ve ilişkiler normalleştirilmiş olsa idi Karabağ sorunu başka aşamada olacak ve bölgede barış sağlanmış olacaktı. Ama sanırım şimdi bile geç değildir. İnanıyorum ki özelde Karabağ sorununa barışçı bir çözüm bulma ve genelde de bölgede barışı kurmanın tek yolu TürkiyeErmenistan ilişkilerinin normalleştirilmesinden geçmektedir” (Cumhuriyet, 4 Haziran 1992, s. 17). ABD ve Fransa diasporasının soykırım konusuna olan dikkati ve ilgiyi azaltacağı gerekçesiyle Türkiye- Ermenistan yakınlaşmasına karşı olduğu iddiasına dair Petrosyan: “Ermenistan’ın politikası yasal yöntemlerle seçilmiş yöneticiler ve Ermeni halkı tarafından burada Erivan da saptanır ve yürütülür. İlk olarak bunu belirmek istiyorum. Ancak söylediklerinizde doğruluk payı vardır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki politik farlılıklar ve çeşitlilikler vardır. Bu farklılıklar temelde 1915’teki olayların değerlendirilmesine ilişkindir. Ancak bu durumun Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olmamızı engelleyeceğini sanmıyorum. Ekonomik, ticari ve kültürel ilişkiler kurabiliriz. Bu iş birliğinin politik farklılıkların da üstesinden geleceğine inanıyorum. İlişkilerin verimliliği görüldükçe Türkiye ile ilişki kurulmasına karşı çıkan görüşlerin azalacağına inanıyorum” diyordu (Cumhuriyet, 4 Haziran 1992, s. 17). Bir yıl sonra Petrosyan’ın bu sözlerinden eser kalmadı. Artık Türkiye, ilişki kurulması gereken önemli bir komşu değil hedefteki ülkedir. Levon Ter Petrosyan Ermeni saldırıları hat safhadayken barış görüşmelerinden bahsediyor ve barışı Ankara’nın baltaladığını iddia ediyordu. Petrosyan daha da ileri giderek. “Bu güne kadar sorunun barışçı yollardan çözümlenmesi için uluslararası camianın harcadığı çabalar, Bakü ve Ankara yüzünden sonuçsuz kaldı” diyor ve Türkiye’nin Karabağ sorununu güç kullanarak çözmek istediğini vurguluyordu (Milliyet, 7 Nisan 1993, s. 12). Öte yandan Özal’ın 17 Nisan 1993’teki vefatı dolayısıyla Ankara’ya gelen Petrosyan ile Elçibey bir görüşme yaparak AGİK sürecinin devamı konusunda karara vardılar fakat bu görüşmeden sonra mesafe alınmadığı gibi Ermeni saldırıları da devam etti. Özal gibi büyük destekçisini kaybeden Elçibey’in artık koltuğu sallanıyordu. Ermenistan ve Azerbaycan’ın bağımsız olmalarından sonra Ermenistan tek bir başkan (Levon Ter Petrosyan) tarafından idare edilirken Azerbaycan’da üç lider değişmiştir. Ayrıca Mutalibov ve Elçibey’in iktidardan ayrılmaları anormal koşullar altında cereyan etmiş, ülkede büyük iç çekişmeler yaşanmış ve bu iktidar mücadelesi Karabağ sorununu zaman zaman arka plana itmiştir. Diğer yandan Azerbaycan’ın bu dönemdeki başkanları Karabağ konusunda ayrı politikalar izlemişlerdir. Petrosyan’ın karşısında Elçibey’den sonra Haydar Aliev vardır. Haydar Aliyev BDT’ye üye olmasına rağmen Rusya’dan ciddi bir yardım alamamış ve Akdam, Fuzuli, Cebrail, Kubatlı, Horodiz ve Zengilân gibi bazı Azerbaycan şehirleri Ermenilerce işgal edilmiştir. Haydar Aliyev’in Dağlık Karabağ 91 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ savaşının gittikçe ağırlaşan koşulları karşısında ateşkes kararı almıştır. 12 Mayıs 1994’te yapılan ateşkesini ardından Petrosyan ve Aliyev çözüm konusunda yapıcı adımlar atmaya başladılar ve AGİT sürecine destek verdiler. Petrosyan’ın barış için çözüm arayışları Taşnak ve diaspora örgütleri şiddetli tepki göstermişlerdir. Taşnaklar AGİT’in barış önerilerinin Ermenistan tarafından kabul edilmemesini savunuyorlardı. Bu noktada Ter-Petrosyan yönetimi üzerinde Diaspora destekli baskı oluşmuştu. Ter Petrosyan’ın istifaya zorlanmasındaki temel nedenlerden birini, 1997 yılında AGİT grubunun yaptığı barış önerisini sıcak karşıladığını açıklaması oluşturuyordu. 1994’te Ter-Petrosyan’ın Ermeni Devrimi Federasyonu (Taşnak)’ın Ermenistan’da faaliyetlerini yasaklaması, 1995’te parlamento seçimlerine girmelerini engellemesi, bazı üst düzey Taşnak liderler tutuklatması üzerine Taşnaklar Amerika’da Ter Petrosyan’a karşı kampanya başlattılar bu da Petrosyan’ın dışarıdaki itibarını zayıflattı. Taşnakların Kars Antlaşmasının tek taraflı feshini, soykırım iddialarının tanınmasını ve Türkiye’den toprak istemeleri Ter-Petrosyan’ı iyice zora soktu. Baskılara dayanacak gücü kalmayan TerPetrasyon 1998’de istifa etmek zorunda kaldı. Levon Ter Petrosyan'ın devlet başkanlığından istifa etmesi, Türkiye ve bölge için başlı başına bir kayıp olarak değerlendirildi. Petrosyan’dan sonra iktidara milliyetçilerin geçmesi ise bu kaybı daha da vahimleştirdi. Çünkü Petrosyan, Türkiye'ye yönelik ılımlı politikalar izlemeye, ikili ilişkileri normalleştirmeye çalıştı. Dağlık Karabağ sorunu karşısında Erivan'ın geleneksel çizgisini terk edip barışçı çözüm çabalarının başını çekti. Kafkasya'da işbirliğine dayalı bir ortamın hakim kılınması için çabaladı. Ermenistan'ın gerek siyasi gerekse ekonomik açıdan düze çıkabilmesi için böyle bir politika izlemesinden başka çaresi bulunmadığını da biliyordu. Bundan dolayı da havlu atmak zorunda kaldı. Petrosyan barış sayesinde Azerbaycan'la ilişkilerini düzeltip Türkiye'ye açılabilmesini sağlamak Ermenistan'ın da çıkarınaydı. Çünkü bilindiği üzere her iki ülkenin de öncelikli koşulu, Ermeni işgalinin sona ermesi ve Karabağ sorununun çözülmesi. Dahası Ermenistan ambargo altına inlerken Azerbaycan `petrol kartı'nı kullanıp uluslararası alanda giderek daha fazla sözü dinlenen bir ülke haline geliyordu. Bölge gerçekleri Ter Petrosyan'a Azerbaycan'la uzlaşmamaktan başka seçenek bırakmıyordu. Zaten kendisi de yılların verdiği deneyimle bu gerçeği 1 Kasım 1997’de şöyle dile getirmişti. "Uzlaşma iyi ile kötü arasında bir seçim değildir. Kötü ile daha Kötü arasında bir seçimdir. Uzlaşmanın alternatifi savaştır. Bugün beğenmediğimiz çözüm için yarın yalvarmak zorunda kalabiliriz” (Radikal, 6 Şubat 1998, s. 9). 5.2.2.7. Robert Koçaryan “Dağlık Karabağ bağımsız bir ülkedir. Hiçbir zaman bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bir parçası olmamıştır.” Dağlık Karabağ’ın başkenti Stepanakert’te doğan Robert Koçaryan, 1972–1974 yılları arasında Sovyet ordusunda görev aldı. Siyasi hareketlere katıldı. Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a katılması yolunda yürütülen eylemlerde rol aldı. 1992’de Dağlık Karabağ başbakanı olarak atandı. Ermeni milliyetçilerinin gözünde adeta bir ‘Savaş Kahramanı’ olan Robert Koçaryan, Ermenistan’da 30 Mart 1998 pazartesi günü yapılan ikinci tur seçimlerde, oyların yüzde 60’ını alarak Levon Ter Petrosyan’ın ardından Ermenistan cumhurbaşkanı seçildi. 92 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ Koçaryan’ın Devlet Başkanı olmasıyla diasporanın Ermenistan’ın dış politikasındaki etkinliği arttı. Koçaryan, Taşnakların desteğini alarak seçilmiş ve ABD'deki en büyük Taşnak örgütü olan Amerika Ermeni Ulusal Komitesi'yle iyi ilişkileri olan bir politikacıydı. Dağlık Karabağ sorunu ve Türkiye ile ilişkiler konularında Taşnaklara yakın bir çizgideydi. Koçaryan, iktidarının ilk yıllarında Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev ile görüşmeyi reddederek Aliyev'in muhatabının Karabağ yönetimi olduğunu ifade etmişti. Türkiye'ye karşı da soykırım iddialarını yeniden gündeme taşıyan, Ter-Petrosyan yönetimince Ermenistan'da faaliyette bulunması yasaklanan Taşnakların partisi Ermeni Devrimci Federasyonu, Koçaryan'ın seçilmesiyle yeniden faaliyetine başladı. Koçaryan dönemiyle birlikte diaspora örgütleriyle Ermenistan yönetimi arasındaki ilişkiler de gelişti (Kasım, 2002: 45). Diasporanın Ermenistan üzerinde artan nüfuzunun Karabağ politikaları üzerinde büyük etkisi oldu. Koçaryan’ın dış politikadaki hareket alanı diasporanın çizdiği sınırlar kadar oldu. Koçaryan’ın, Petrosyan tecrübesi önündeyken diasporaya rağmen barış çabalarına destek vermesi düşünülemezdi. Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan ve kilit noktadaki birçok kişinin Karabağ kökenli olması hatırlanacak olursa diasporanın, Ermenistan dış politikasını nasıl radikalleştirdiği daha kolay anlaşılacaktır (Laçiner, 2002: 198). Koçaryan Türkiye ve Azerbaycan’a karşı uzlaşmadan uzak ve sert bir politika takip etmiştir. Dağlık Karabağ Sorunu’nun çözümü konusunda Türkiye’nin önerilerinin tamamen karşısında yer almıştır. Koçaryan’ın bu tutumu tam da Rusya’nın istediği bir tutumdu. Dağlık Karabağ sorunların devamı aynı zamanda Rusya’nın siyasi ve askeri olarak bölgede var olması demektir. Dağlık Karabağ Savaşı’nda Rusya’nın Ermenistan’a destek vermesi ve Rusya’nın Karabağ Ermenilerinin fiili bağımsızlığının tek garantörü olduğunu bilen Ermenistan yöneticileri Rusya ile ilişkilerini kopararak elde ettikleri siyasi ve askeri başarılarını tehlikeye düşürmek istememektedir. Rusya ile yaklaşık 300 yıllık bir işbirliği tarihine sahip Ermenistan’ın kısa sürede Rusya’nın siyasi, ekonomik ve askeri etkisinden kurtulması mümkün değildir. Ermenistan’ın bağımsızlık sonrası şekillenen dış politikasına dikkat edildiğinde Petrosyan iktidarının son yıllarında Rusya’nın etkisinden kurtulma çabalarının olmasına rağmen, Koçaryan ikili ilişkilerin geliştirilmesine çalışmış, Ermenistan’ın ekonomik, siyasi ve askeri politikasında Rusya’ya özel bir yer vermiştir. Ermenistan’ın bağımsızlık sonrası dış politikasını analiz ederken Rusya’nın bu özelliğini uzun zaman kaybetmeyeceği görülmektedir (Laçiner, 2002: 201). Koçaryan’la birlikte Rusya’nın kanatları altına giren Ermenistan, Türkiye’ye Rusya üzerinden baskı kurmak istemiştir. Koçaryan döneminde Rusya’nın askeri üsleri Ermenistan’ı tam anlamıyla Rusya’nın uydusu haline getirmiştir. Robert Koçaryan uluslararası kuruluşların barış çabalarını, çözüm paketlerini bir bir geri iterken, Türkiye’ye karşı soykırım iddialarından da geri adım atmamıştır. Türkiye’nin, soykırım iddiasını tarihçilere bırakalım talebine Koçaryan’ın cevabı hazırdı: “İkili ilişkilerin normalleşmesi, tarihçileri değil, hükümetleri ilgilendiriyor. Bunun için bizler, Türkiye ile ön koşulsuz diplomatik ilişkileri ve tüm sorunları görüşecek hükümetler arası bir komisyon kurmaya ve en hassas sorunlar dâhil, tüm sorunları görüşmeye hazırız” (www.haber7.com, 19.02.2007 ) Robert Koçaryan, Yukarı Karabağ sorununa ilişkin olarak da “Tüm halkların bağımsızlığı hakkı olduğu”nu savunarak “Yukarı Karabağ, Sovyetler Birliği çöktüğünde 93 TÜRKİYE’NİN DAĞLIK KARABAĞ POLİTİKASI YAKUP HURÇ bağımsızlığa kavuştuğu için Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünden söz etmek saçmadır. Hiçbir zaman bağımsız Azerbaycan’ın bir parçası olmadı” iddiasında bulundu. Ayrıca Dağlık Karabağ’ın yasal olan, bağımsız bir ülke olduğunu da vurgulayan Koçaryan Türkiye ile önkoşul olmadan diplomatik ilişki kurmak istediklerini de belirterek, ilişki kurmak için Türkiye’nin “soykırımı” tanımasını beklemeyeceklerini de belirtmiştir. Koçaryan, Türkiye’nin Kıbrıs sorunu olmasına rağmen Yunanistan’la nasıl ekonomik ilişki kuruluyorsa benzer ilişkinin Ermenistan ile Türkiye arasında kurulabileceğini vurgulamıştı. Ayrıca Koçaryan, sınırların açılması için Türkiye’nin, Ermeni güçlerinin Karabağ’dan çekilmesini bir önkoşul olarak ileri sürmesinin Ermenistan için kabul edilebilir olmadığını söylemektedir. Koçaryan’ın Başkanlığı’nın ilk yıllarındaki uzlaşmaz politikasından dönme sinyalleri vermeye başladığı görülmektedir. Dağlık Karabağ sorununun çözümü için Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev ile 2001 yılı Nisan ayında, Florida Key West’te bir araya gelen Koçaryan, sorunun çözümü için önerilere açık olduğu izlenimi verdi. Fakat Emeni basınına yansıyan Koçaryan’ın Dağlık Karabağ sorunun çözümü için Aliyev ile toprak pazarlığına girdiğini söylentileri uzlaşmaya yanaşmayan grupların tepkisini çekti (Kasım, 2002: 46). 94 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ 6. DAĞLIK KARBAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE GENEL DEĞERLENDİRMESİ 6.1. Dış Türkler (Pantürkizm, Panislamizm) Türkiye’de “Dış Türkler” konusunun gündeme gelmesi çok eskiye dayanmaz. 1950’den önce İsmet İnönü döneminde Misak-ı Milli dışındaki Türklerden bahsetmek, vatan hainliği olarak görüldü. Adnan Menderes’in aktif dış politikasında “Dış Türkler” konusu yeterince yer almadı. Sonradan bu politika değişmeye başlamış Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan Türkleriyle ilgilenmeye başlamıştır. Ama “Sovyet Türkleri” ile hiç ilgilenilmemiştir. “Dış Türkler” tartışması Sovyetler Birliğinin zayıflamaya başlamasıyla Türkiye’de değişik çevrelerde artan bir yoğunlukla tartışılmaya başlandı. Daha Sovyetler Birliği dağılmadan Azerbaycan ve Ermenistan’da 1988’de başlayan gösteriler, Türk kamuoyunun gündemine yeniden “Dış Türkler” konusunu getirdi. Türkiye’de “Dış Türkler” deyince yıllar yılı Bulgaristan, Yunanistan ve Kıbrıs’taki Türkler ve buna sonradan eklenen Kerkük Türkleri akla gelmekteydi. Sovyet Rusya’nın zayıflaması, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ anlaşmazlığından neşet eden husumet, Türkiye’de “Sovyet Türkleri” konusunu gündeme getirdi. “Sovyet Türkleri” konusu, Dağlık Karabağ Sorunu konusundaki artan gerilim ve sıcak gelişmelere paralel olarak kamuoyunda yerini aldı (Milliyet, 25 Mart 1988, s. 13). Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin 1990’lara kadar Sovyet Türkleri konusunda izlediği politika aktif olmayan “nötr politika”ydı. 1988’de Milliyet Gazetesi’nin yaptığı bir araştırmada, Türkiye’nin izlediği bu “nötr politika” farklı eğilimlerdeki politikacı, emekli asker, diplomat ve bazı bilim adamları tarafından doğru bulunduğu gibi bu politikada bir değişiklikte beklemediklerini ifade etmekteydiler. Aynı kesim, Türkiye’nin konuya ancak uluslar arası hukuk kuralları çerçevesinde, başka bir devletin içişlerine karışıyor duruma düşmeden, insan hakları motifleriyle yaklaşabileceğini savundu (Milliyet, 25 Mart 1988, s. 13). “Dış Türkler” konusunda Türkiye’nin tarafsız politikasını yeterli bulmayan, Türkiye’nin dış politikasında yeni açılımlar bekleyen çevreler mevcuttu. Aydınlar Ocağı Başkanı Süleyman Yalçın “Türk- İslam Sentezi” ile Türkiye’nin fikir hayatında yeni tartışmalar yarattı. Yeni Forum dergisi sahibi Aydın Yalçın ise “Dış Türkler” ve Kerkük konusunda Türkiye’nin sıcak ilgi göstermesi gerektiğini söylüyordu. Her iki bilim adamı da Türkiye’nin politikalarını yetersiz buluyordu (Milliyet, 25 Mart 1988, s. 13). Pantürkizm söylemlerinin ana etkeni Sovyet Rusya sınırları içindeki Türk nüfusunun önemli bir yer işgal etmesiydi. Daha 1989 sayımına göre genel nüfus toplamı 285.658.985 olan SSCB’de Müslüman nüfus 54.826.000, Türklerin toplam sayısı 46.413.151’di. Bu durma göre, Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu Türklerden oluşmaktaydı. Ancak, Türk nüfusun 5.101.979’u Müslüman değil, Hıristiyan, Musevi, Budist, Şamanist vb.dir. Müslüman Türkler, genelde Sünni fakat başta Azeriler olmak üzere bir bölümü de Şii’ydi. Türklerdeki nüfus artışı Ruslarınkinden 5 kat daha fazlaydı. Sovyetlerin stratejik ve ham madde kaynakları Türklerin elindeydi. Türk nüfusun artışı % 27.0 olurken, geri kalan bölümde bu yeri % 5.5’u aşamamıştı. Azerilerin nüfusu ise 1970’te 4.379.937, 1979’da 95 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ 6,556,442, 1989’da 6,791,106’dır. Nüfus artışı 1970-79 arası yüzde 25,1, 1979-89 arası yüzde 24,0 olmuştu. Bu verilerin aynı kalması durumunda kısa bir süre sonra SSCB’de nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturmasından korkuluyordu. Bunun doğuracağı sonuçlar herkesi endişeye sevk etmişti (Milliyet, 5 Eylül 1990, s. 11). Sovyetler Birliği Türkiye’de doksanlı yıllara kadar kuzeyden gelen tehlike etkisi altında ele alınmıştır. Türkiye’de Sovyetler Birliği içinde olup bitenlere ve olası değişikliklere karşı bir politika üretilmemiştir. NATO’ya üye olmak ve Sovyetleri sürekli bir tehdit olarak görmek Türk dış politikası bunun üzerine kurulmuştur. Bu nedenle de son olaylar Türkiye’yi birden bire gafil avlamış oldu. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin içini tanımadığı için bu olayların ortaya çıkışı ile Türk dış politikasında şaşkınlık yaratması kaçınılmazdı. Bunun en belirgin örneğini Azerbaycan olaylarında görüyoruz. Dağlık Karabağ’dan gelen Ermenilerle çatışma nedeniyle orada sıkıyönetim ilan edilip Sovyet kıtaları merkezden gönderilince birden bire Azerbaycan’ın Türkiye’den ilgi istemesi gibi bir durum ortaya çıktı. Bu durum karşısında Türkiye yetkilileri bir tutum takınamadılar. Sorunu Sovyetlerin iç işi olarak değerlendirdiler. Zamanın cumhurbaşkanı Turgut Özal, Washington’da Azeriler Şii’dir, biz ise Sünni’yiz, yani bizi fazla ilgilendirmez gibi basit bir açıklamada bulundu, başka da üzerine varılmadı (Milliyet, 6 Eylül 1990, s. 11). Türkiye ye Sovyetlerden sonra bölgedeki boşluğu dolduracak güç olarak bakılmaya başlandı. Bu konu Türkiye ve dünyada tartışıldı. Türkiye yeni yüzyılın parlayan yıldızı olarak görülmeye başlandı. Yeni bir Osmanlıdan dahi söz edilir oldu. Sovyet Rusya’dan hemen sonra Türkiye ile ilgili haber ve yorumlarda sıklıkla Pantürkizm’den bahsedilmeye başlandı. Oysa gerçekler başkaydı. Prof. Süleyman Yalçın gibi Süleyman Demirel de bu gerçeğin farkındaydı: “Hiçbir Türk Türklerin bir araya gelmesini reddetmez. İyi ama hayal içinde yaşayamazsınız. Fikri reddedemezsiniz bir gün olursa olur ama Türkiye bugün bütün Türkleri bir araya getirecek güce sahip değildir ki. Türkiye zenginlik bakımından Avrupa’dan 10 defa geridir” diyen Demirel, Pantürkizm söylemlerinden de rahatsızdı. Bunun için de: “Ben bugünkü Türkiye’nin birliği için sıkıntılar içindeyken, bir Pantürkizm olayı beni dağıtır, hatta elimdeki bir takım kozları da alır” şeklinde uyarılarda bulunuyordu (Milliyet, 24 Eylül 1990, s. 13). Türkiye’nin siyasi ve iktisadi altyapısı Sovyetlerden sonra ortaya çıkan boşluğu dolduracak güçte değildi. Hoş Türkiye’nin hazır olması da tek başına yeterli sebep değildi. Bölge ülkelerinin Sovyet hâkimiyetinden sonra ikinci bir “ağabey”e tahammülleri yoktu. O halde Türkiye’de Türk Birliği, Adriyatikken Çin Seddi’ne söylemlerinin revaçta olmasının nedeni, ancak bu konuyu sıkça vurgu yapan insanların ya Türkiye’nin gerçeklerinden habersiz ya da art niyetli olmalarıyla açıklanabilirdi. Üç tarafı Türklerle çevrili olan Ermenilerde oluşan Türk fobisi çoğu zaman kendini gösteriyor ve Türkiye’yi sürekli Turancı siyaset izlemekle suçluyorlardı. Sovyet Halk Temsilcileri Kongresi üyesi Ermeni Yazar Zorri Balayan, Nahçıvan’ın Türkiye tarafında kalan bölümü Turancı planların uygulanması için bir merkez haline getirildiğini ileri sürerek bu durumu Gorbaçov’a şikayet etti. Ermeni yazar, bu planların sonucu Nahcıvan’ın Sovyetler Birliği için bir “Truva atı” haline geldiğini de ileri sürdü (Milliyet, 18 Ocak 1990, s. 11). Zori Balayan “Dağlık Karabağ’ın Turan devletine giden yola engel teşkil ettiğini ve bu sebepten de onun Ermenistan’a verilmesi gerektiğini iddia ediyordu. (Aslan, 1990: 24) Ermenilerin bu tür şikâyetleri ve istekleri Dağlık Karabağ Sorunu sürecinde arkası kesilmedi sürekli gündemde tutuldu. Dağlık Karabağ’daki mücadelelerini MüslümanHıristiyan savaşı şeklinde göstermeye çalışan Ermeniler için Turancılık tehlikesinden 96 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ bahsetmek Batıdan destek bulmak adına yeni bir koz olabilirdi. Muttalibov’un yerine Türkçü söylemleriyle öne çıkan Elçibey’in devlet başkanı olması Ermenilerin bu arzularını büyük ölçüde yerine getirdi. Rusya Dağlık Karabağ Savaşı’nda Pantürkist olarak tanımladığı Elçibey’e karşı açıkça Ermenilerin yanında yer aldı. Rusya için yeni hedef Dağlık Karabağ sorununu da kullanarak Elçibey’i devlet başkanlığından uzaklaştırmaktı. Elçibey bu baskılara ancak bir yıl dayanabilmiştir. Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra şöyle bir gerçekte Türkiye’nin karşısında dimdik duruyordu; “Türkiye, istemese de bölgesel güç olduğunu kabul etmek” zorundaydı. Bu durum Türkiye’nin daha önce uyguladığı politikadan vazgeçmesine sebep olmuştur. Ekim 1992’de büyük bir ümitle ilk Türk zirvesi toplanmış ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerde dönüm noktası kabul edilmiştir. Ankara’nın zirveden beklentileri çok fazla idi. Türk dünyası ile ekonomik entegrasyonun sağlanması Türk ortak pazarı, Türk yatırımı bankasının kurulması dahi düşünülmüştür. Nevarki katılımcı Türk Cumhuriyetlerinin Rusya kaynaklı ciddi endişeleri gün yüzüne çıktı, Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov Türk ulusunu birleştirecek mekanizmaya karşı olduğunu, Kazakistan Pantürkist bir hava yaratmaktan çekinerek, dini ve etnik temelli bütünleşmeye karşı olduklarını belirtmiştir. Türkiye her ne kadar Pan-Türkist bir yaklaşım izleyememiş de olsa, bazı Türk yetkililerin ortak alfabe, ortak dil hatta para birimi ve bayrak gibi teklifleri 1992’de Orta Asya yöneticilerini ürkütmeye yetmiştir. (Oran, 2002: 390) Zirvede Dağlık Karabağ Sorununa herhangi bir gönderme yapılamaması Türk cumhuriyetlerinin Rusya fobisinden kaynaklanıyordu. Ekonomik açıdan ayakta duracak gücü olmayan bölge devletleri yeniden Rusya’nın hamiliğini tercih etmişlerdir. Rusya’da Kozirev’in yerine Evgeni Primakov’un Dışişleri Bakanlığına atanması BDT’nin bütünleştirilmesi sorununun daha fazla önem kazanacağının işaretini vermiştir. Rusya Orta Asya’ya “Yakın Çevre” ile bölgeye adeta yeniden giriş yapmak isterken ilk Türk zirvesinde görüldüğü gibi kimse Rusya’yı PanTürkist diye nitelendirilebilecek adımlarla ürkütmek istemiyordu ( Sever, 1997: 36). Türk dünyasında yakınlaşmayı sağlamak maksadıyla yapılan zirve beklenileni vermediği gibi Türk devletleri aralarındaki mesafeyi de korudular. Azerbaycan’da Aliyev’in yönetime gelmesiyle durum değişti. Rusya’ya yakınlık gösterdi. BDT’ye üye oldu ve asla Pantürkist söylemlere asla yer vermedi. 1993 yılından itibaren pantürkist söylentiler cazibesini kaybetti. Rusya, Türkiye’nin bölgeye ilgisinden hep rahatsız olduğu gibi Sovyetlerin dağılmasıyla Kafkasya ve Orta Asya’daki hâkimiyetinin bittiği ve bölgede siyasi boşluk meydana geldiği yönündeki yorumlara şiddetle karşı koydu. BDT’nin kurulması ve “Yakın çevre” politikası bu düşüncelere adeta bir cevaptı. Türkiye’nin Rus Büyükelçisi Albert Çernişev de Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerine ilgisinden rahatsız olup tepkisini şu sözlerle dile getiriyordu: “Bu ülkelerle ilişkinizi geliştirmenizi normal karşılıyoruz. Ama ilişkilerin gelişmesi Pantürkizm çatısı altına girmemelidir. Çünkü bu başlarsa Panislavizm gibi akımlar da başlar ki, bu iyi bir istikamete gidiş olmaz. Olayların bu yöne kayışı, çevre ülkelerini de endişeye sevk edebilir. Türkiye ile bu ülkeler arasındaki ilişkiler uluslar arası norm ve standartlar çerçevesinde gelişirse, hiçbir kuşku uyandırmaz. Burada bazı şahıslar o cumhuriyetleri Türkiye’nin vasallık bölgesi olduğunu zannediyorlar. Türkiye’nin oradaki boşluğu doldurması gerektiğini düşünüyorlar. Bütün bunlar istenilmeyen hususlardır. Oralarda boşluk yok. Rusya’nın da oralarda çok geniş tarihi, iktisadi ve siyasi çıkarları vardır” (Milliyet 14 Nisan 1993, s. 15). 97 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bölge için tehdit olarak algılanan diğer bir unsur Panislamizm’di. Yetmiş yıllık komünizm altında dini eğitim ve bilgiden yoksun insanların dine olan açlıklarını gidermek istemeleri farklı değerlendirmeleri de beraberinde getirmiştir. Daha önce örneğine rastlanmamış bir konu için gündemi işgal edebilmiştir. 1991 yılına gelindiğinde iki yıl öncesinde 160 olan cami sayısı 5 bine, bir tane olan medrese sayısı da 9’a ulaşmıştı. Aynı yıl The Economist dergisi Orta Asya Cumhuriyetlerinde milliyetçiliğin radikal İslama karşı denge unsuru rolünü oynadığını, şimdilik milliyetçiliğin daha ağır bastığını belirtiyordu. Ayrıca dergide İslam’ın Milliyetçi hareketlere sızarak etkili olabileceğini belirtiyordu. Bir zamanlar Sovyetler Birliği olan bölgede İslam’ın en fazla yayılan din olduğu ve Sovyetlerin en yoksul bölgesini oluşturan ve otoriter siyasal sistemlere sahip bulunan Orta Asya Cumhuriyetleri için verimli bir ortam oluşturabileceği savunulmuştu (Milliyet, 24 Eylül 1991, s. 10). Türkiye’nin politikalarını Panislamizm’le de açıklanamaz zira Türkiye konunun çözümü konusunda tamamen uluslar arası kuruluşlar vasıtasıyla hareket etmiştir. Herhangi bir İslam ülkesiyle Dağlık Karabağ sorununu Müslüman- Hıristiyan çatışması şeklinde gösterebilecek yaklaşımlardan uzak durmuştur. Üstelik Dağlık Karabağ Sorunu’nda İran’ın tavrı ortadayken Panislamizm’den söz etmek konuyu saptırmaktan başka bir şey değildi. 6.2. Dağlık Karabağ Sorunu ve Mülteciler 19. yüzyıllın başlarından itibaren başlayan Ermenistan’ın Azeri Türklerinden temizlenmesi politikası 1960’lı yıllardan itibaren hızlanarak yeni bir boyut kazanmıştır. 1988- 1989 yıllarında ise sonuçlanmıştır. 8 Ağustos 1991 tarihinde Ermenistan’da Azeri Türklerinin yaşadığı son köy olan Nüvedi köyünden de Azerilerin kovulmasıyla Ermenistan %100 Ermenilerin yaşadığı bir ülke olmuştur (Beşiroğlu, 2001: 466). Yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Azeri ve Ermeni toplulukları, 20. yüzyılın sonunda yeni bir mülteci sorununa neden olmuştur. 1988’den başlayarak Ermenistan’dan kovulan yaklaşık 230 bin Azeri Türkü'nün Dağlık Karabağ Bölgesi'nde yerleşmelerine izin verilmemişti. Dağlık Karabağ’a yerleşen bazı Azeriler bölgenin işgaliyle bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Böylece Azerbaycan için geri dönülmesi çok zor görünen tarihi bir çözüm fırsatı kaçırılmıştır. Dağlık Karabağ'a sokulmayan göçmenler başta başkent Bakü olmak üzere Sumgayıt ve diğer şehirlere yerleştiler. Bu arada Bakü, ve Sumgayıt gibi şehirlerde yaşayan Ermeniler de Ermenistan'dan kovulan Azerilerin baskılarına maruz kalarak Azerbaycan'ı terk etmek zorunda kaldılar. Ermenilerin Azerbaycan’ı terk etmesinde, 1988’deki Sumgayıt olaylarından sonra özellikle Sumgayıt ve Bakü’de Ermenilere uygulanan boykotunda etkisi büyüktür. Bu gelişmelerden sonra her iki toplumda göçmenlerle başlayan karşılıklı gerginlik yerini silahlı çatışmalara bırakmıştır (Oğan, 2001: 434). 1988 yılından başlayarak silahlı çatışmaya dönen Azeri-Ermeni sorunu kısa bir sürede Azerbaycan ve Ermenistan'ın bir bölgesel savaşına dönüşmüştür. Ermenistan silahlı kuvvetleri bu çatışmalar neticesinde 1988 yılından, ateşkesin yapıldığı 12 Mayıs 1994 tarihine kadar Dağlık Karabağ'ın tamamı da dâhil olmak üzere toplam 890 rayon (ilçe), köy, kasaba ve yerleşim biriminden ibaret Azerbaycan topraklarının %20'sini işgal etmiştir. 98 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ İşgal edilen bölgelerden 4.392 km²'lik toprak sahasına sahip Yukarı Karabağ'dan 192.300 kişi, Laçin'den (1.835 km²) 59.500 kişi, Şuşa'dan (970 km²) 29.500 kişi, Kelbecer'den (1.936 km²) 50.500 kişi, Agdam'dan (1.093 km²) 158.000 kişi, Fuzuli'den (1.386 km²) 100.000, Cebrayil'den (1.059 km²) 51.600 kişi, Gubatlı'dan (802 km²) 30.300 kişi ve Zengilan'dan (707 km²) 33.900 kişi olmak üzere bu yerleşim birimlerinde yaşayan toplam 676.100 kişi yıllarca yaşadıkları ata yurtlarından kovulmuşlardır (Oğan, 2001: 436). Azerbaycan toprakları’nın % 20’si Ermenistan işgali altına girmiş ve ülke nüfusunun % 13’ü de mülteci durumuna düşmüştür (Oğan, 2001: 436). Her sekiz kişiden birinin mülteci olduğu Azerbaycan’da nüfusun 1/3'ü Dağlık Karabağ Savaşı’ndan doğrudan veya dolaylı olarak zarar görmüştür. Dağlık Karabağ Sorunu ile ilgili olarak da sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlardan bütün ülke vatandaşları etkilenmektedir. On binlerce mülteci çadırlarda, gecekondularda, baraka, vagon ve mağaralarda yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Yurtlarını terk eden insanlar yüzyılın en büyük dramlarından biriyle karşı karşıya kalmışlardır. Dağlık Karabağ Savaşıyla felç olan ekonomi, en çok mültecileri etkilemiştir. Açlık, soğuk hava ve salgın hastalıktan etkilenen birçok yaşlı, kadın ve çocuk hayatını kaybetmiştir. Mülteciler arasında işsizliğin %100 olması savaş sonrasındaki şartları daha da ağırlaştırmıştır. İnsanların iş imkânlarının olmaması Azerbaycan’ın sosyal dengesini altüst ettiği gibi toplumda suç işleme oranı da oldukça yükselmiştir. Boş buldukları evlere yerleşen kaçkın Azeriler yerleştikleri bu evleri sonradan boşaltmamışlardır. Sonunda Azerbaycan yönetimi bu duruma kanuni düzenleme getirmiştir. 1988 yılından itibaren göçmen durumuna düşürülen yaklaşık 1 milyon Azerbaycan Türkü çok ağır şartlar altında yaşamalarına rağmen bu sorun için bölgesel ve uluslar arası güçler tarafından somut adımlar atılamamıştır. 1997 Aralık ayında Minsk Grubu, taraflara, aşamalı olarak nitelendirilen, ikinci planda mültecilerin evlerine geri dönmeleri yer almıştı fakat Taşnaklar plana sıcak baktığını açıklayan Levon Ter-Petrosyan’ın da ipini çekmişlerdi. Çok zor şartlar altında yaşamak zorunda kalan Azerilerin tek ümidi Türkiye’ydi. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik şartlar Azeri mültecilerle ilgilenmesini engelledi. Ancak mevcut şartların içerisinde de yapılabileceklerin en iyisinin yapıldığını söylemek de pek mümkün değildir. Türk halkının çoğu Azerbaycan’ın böyle büyük bir sorunla kaşı karşıya olduğunu da bilmemektedir. Oysaki Dağlık Karabağ Savaşı’nın en ağır bakiyesi mülteciler sorunu olmuştur. Dağlık Karabağ Sorunu sürecinde etkili olan mülteciler, Azerbaycan ve Ermenistan münasebetlerinin bundan sonraki seyrini de tayin edecek en önemli konudur. Aradan geçen bunca zamana rağmen mültecilerin durumlarında çok fazla bir iyileşme olmamıştır. Azerbaycan’ın 68 rayonunda bin 650 kamp bulunduğu ve buralarda 50 bini Ahıska Türkü olmak üzere 950 bin kaçkın ve göçkün1 yaşadığı bilinmektedir. 1995’te 1 Azerbaycan Türkçesi'nde göçmen kelimesi yerine kaçkın kelimesi kullanılmaktadır. Kaçkınlar ise mevcut statülerine göre iki şekilde anılmaktadırlar. Bunlar Kaçkın ve Mecburi göçkün olarak ayrılmaktadırlar. Kaçkınlar 1988 yılından itibaren Ermenistan'dan zorunlu göçe tabi tutulan, Azeri etnik kimliğine ve diğer etnik kökene mensup olan ve Azerbaycan vatandaşı olmayanlardır. Bu tanıma göre Ahıska Türkleri de kaçkın statüsündedir. Ayrıca 1948–1953 tarihleri arasında Ermenistan'dan zorunlu göçe tabi tutulanlar da genel Kaçkın tanımlaması içerisinde girmektedir. Mecburi göçkün tabiri ise Dağlık Karabağ sorununun silahlı çatışmaya dönüşmesi ile Azerbaycan sınırlan içerisinde bulunan Dağlık Karabağ ve çevre bölgelerinde meskûnlaşan ve güç tatbik edilerek göç ettirilen etnik kökenine bakılmaksızın Azerbaycan vatandaşlarını 99 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ uluslar arası kuruluşlardan 75 milyon dolar yardım alan Azerbaycan Devleti bunun sadece bir milyon dolarını mültecilere ayırabilmişti. Son dönemlerde ise uluslar arası kuruluşlardan 25 milyon dolar yardım alınmış, mültecilere Azerbaycan hükümeti 220 milyon dolar aktarabilmiştir. Ülkenin artan petrol gelirleri mültecilere yeterli olmasa da yansıtılmıştır. Buna rağmen Azerbaycan’da mültecilerin bir kısmı hala çadır ve vagonlarda yaşamaktadır. Azerbaycan Dağlık Karabağ savaşında 60 milyar dolar kayba uğramıştı. İşgal altındaki topraklarda ise kamuya ve mültecilere ait emlak 60 milyar dolarlık emlak bulunmaktadır (Zaman, 27 Nisan 2007, s. 18). Azerbaycan’dan Ermenistan’a yerleşen Ermeni mülteciler Azeri mültecilere göre çok daha iyi koşullara sahiptiler. Azerbaycan’dan göç eden Ermeniler genelde Sumgayıt ve Bakü’de yaşıyorlardı ve maddi açıdan Azerilere göre daha rahattılar. Ermenistan’ı terk eden bir milyondan fazla Ermeni’nin boşalttığı yerlere yerleşmişlerdi. Uluslar arası kuruluşlardan özellikle diaspora Ermenilerinden büyük para yardımı aldılar. Ermenistan’ın mülteci sorununun bu şekilde kolayca üstesinden gelinmiştir. Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan 1 milyon Azeri mültecinin bulunmadığını gerçekte sayıların tamamen farklı olduğunu, mültecilerin sayısının aslında iki tarafın halklarını, hem Ermenileri hem de Azerileri kapsadığını iddia etmiştir. Koçaryan ayrıca Sovyet yönetiminde, Sovyet Azerbaycan’da, Karabağ’dakiler hariç yarım milyon Ermeni yaşadığını ve o Ermenilerin bir bölümünün Ermenistan’da, diğer bir bölümü Rusya’da, üçüncü bir bölümü ise dünyanın çeşitli yerlerine dağıldığını söylemişti. Şunu belirtmek gerekir ki; Dağlık Karabağ sorununun hâlihazırdaki acil ve öncelikli konusu mülteciler sorunudur. Sorunun kanayan yarasıdır. Sorunu sebeplerinden olduğu gibi süreci de etkilemiş ve sonucu da belirleyebilecek en önemli sorundur. Yurtlarından ayrı kalmanın acısıyla yaşayan mültecilerin ne pahasına olursa olsun yurtlarına dönmek istiyor olması, Dağlık Karabağ sorununu yeni olaylara gebe bırakabilir. 6.3. Dağlık Karabağ Sorunu ve Uluslararası Toplum Türkiye, Dağlık Karabağ sorunu ile başından beri yakından ilgilenerek sorunun uluslar arası çözülmesi için aktif arabuluculuk rolünü üstlendi. Sorunun başında Ermenilerle ilişki kurmaya gayret etti. Ekonomik anlamda destek sağlamasına rağmen Ermenistan, Türkiye’nin arabuluculuk girişimlerini kabul etmedi ve saldırılarına devam etti. 1992 yılına gelindiğinde iki toplum arasındaki ölenlerin sayısı bini geçmişti. 30 Ocakta Prag’da yapılan AGİK toplantısında Azerbaycan ve Ermenistan’ın bu kurumun üye olmasıyla birlikte, konu uluslar arası bir boyut kazandı. (Aslanlı, 2001: 393) Konunun AGİK’e taşınmasıyla ilerleme sağlanamaması üzerine Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, AGİK’in yaptırım gücü olmadığını ve bölgede ateşkesin sağlanması halinde NATO gücü yerleştirilmesini istedi (Cumhuriyet, 12 Mart 1992, s. 10). NATO’nun AGİK çerçevesinde roller üslenmesini, yaptırım mekanizmaları olmayan AGİK’i güçlendirecek bir gelişme olarak değerlendirilmişti (Cumhuriyet, 23 Mayıs 1992, s. 8). 1993 yılı ABD Başkanı George Bush ve Rusya Federasyonu Başkanı Boris Yeltsin’in bir barış girişimiyle başladı. İki Başkan 3 Ocak’ta yayınladıkları bir bildiriyle çarpışmaların derhal durmasını ve AGİK aracılığıyla barış müzakerelerine yeniden başlanmasını istediler (Lütem, 1997: 23). kapsamaktadır. Ayrıca 1948–1953 tarihleri arasında Ermenistan'dan zorunlu göçe tabi tutulanlar da gene Kaçkın tanımlaması içerisinde girmektedir. (Oğan, 2001: 431) 100 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ Turgut Özal, hiç beklenmedik bir şekilde, 17 Nisan 1993 tarihinde vefat etti. Elçibey ve Ter-Petrosyan, Özal’ın cenaze töreni vesilesiyle geldikleri Ankara’da görüştüler. Müzakerelerin AGİK çerçevesinde yeniden başlaması kararlaştırıldı. 1993 yılında Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki problemleri çözmek amacıyla AGİK çerçevesinde 11 üyeli bir “Minsk Grubu” oluşturuldu. Bu grup Roma’da İtalyan diplomat Mario Rafaelli başkanlığında bir barış planı hazırladı. İstenenler şunlardı: “...sürekli bir ateşkes sağlanacak, Ermeni kuvvetleri Dağlık Karabağ’dan çekilecek, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’a uyguladığı ambargo kaldırılacak, AGİK gözlemcileri bölgeye gelecek...” Ancak bu girişim de bir sonuç vermedi ve Nisan ayı başından itibaren Ermeniler ani bir saldırıyla bir defa daha Azerbaycan topraklarına girerek Kelbecer şehrini ele geçirdiler. Böylece daha önce Ermenistan-Karabağ arasında açtıkları Laçin koridorundan sonra ikinci bir koridoru da açmış oldular. Haziran ayında ise Ermeniler Azerbaycan’ın güneyindeki İran sınırında bulunan Akdam ve Akdere şehirlerine saldırdı. Bu saldırılarda çok sayıda Azeri hayatını kaybetti. Bu başarısızlıklar üzerine Azerbaycan’da Elçibey’e karşı Rusya’nın da teşvik ettiği bir iç isyan başladı ve Elçibey Bakü’den çıkarak Nahçivan’a çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Haydar Aliyev Cumhurbaşkanı oldu. Ağustos ayı sonunda Aliyev’in başa geçmesiyle Azerbaycan Ermenistan ilişkilerinde de yeni bir dönem başladı. Zira yeni yönetim askeri bakımdan kötü sonuçlanan harekâtları devam ettirmek istemedi (Aktaş, 2000: 18). Azerbaycan Ermeni saldırılarıyla topraklarını bir bir kaybederken, AGİK’in işleyişinden rahatsızlığını gizlemiyordu. Karabağ meselesinin AGİK’te acil olarak halledilemeyeceğini gören Azerbaycan Dışişleri Bakanı Kasımov, “Siyasette bir prensip var. İki zararlıdan en küçüğünü seçmek lazım, Ben AGİK’in karar mekanizmasından çok şikâyetçiyim. Bu mekanizma kaldıkça mahalli münakaşaların kolay kolay çözümlenebileceğini sanmıyorum” sözlerine ilaveten sorunun BM çerçevesinde halledilmesinin müşkülatlı olduğun iki gerekçeyle açıklıyordu: “Birincisi, Dağlık Karabağ problemi BM’ye geçirilirse, orada on yedinci mesele gibi gündeme alınacak. Hâlbuki Bosna Hersek meselesi ortaya çıkıncaya dek Karabağ meselesi birinci sırada idi. Öte yandan AGİK, dikkatini daha çok Karabağ meselesine çevirdiğinden bana öyle geliyordu ki, meselenin AGİK çerçevesinde kalması daha münasiptir. İkincisi de sorunun BM çerçevesine geçirilmesi Güvenlik Konseyi’nin bu meseleye karışması ve buraya barış gücü göndermesi bizim menfaatimize aykırıdır. Bu durum “Filistin problemi” gibi tam bir çıkmaz haline gelip, uzun müddetli münakaşaya çevrilebilir. Arazi bütünlüğümüz ve emniyetimiz tehlikeye girebilir.” AGİK’in birlik gönderme gibi tasarrufunun olmaması bizim menfaatimizedir” (Zaman, 9 Şubat 1993, s. 7). Ermenilerin Kelbecer şehrini ele geçirmesi ve buradaki yaptığı katliam üzerine sonra BM Güvenlik Konseyi bir açıklama yaparak, Kelbecer’deki katliamın Karabağlı Ermeniler tarafından yapıldığını vurgulamıştı. Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya’nın olayla bağlantısının göz ardı edilmesini BM’nin Ermenilere yeni bir hizmeti olarak değerlendirdi. Azerbaycan Milli Meclis’i bu açıklamadan sonra Ermeni saldırılarının arkasında sadece Rusya’nın değil Birleşmiş Milletlerinde bulunduğu görüşü benimsendi (Milliyet, 8 Nisan 1993, s. 12). BM Güvenlik Konseyi 20 Nisan 1993 tarihinde kabul ettiği 822 sayılı kararla, kalıcı bir ateşkes sağlanabilmesi için tüm çatışmaların ve düşmanca hareketlerin derhal 101 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ durdurulmasını, Kelbecer bölgesinden ve Azerbaycan’ın yakın zamanda işgal edilmiş diğer bölgelerinden tüm işgalci güçlerin çekilmesini istedi. Fakat işgalci güçlerin geri çekilmesi gibi hususlar yerine getirilmediği takdirde Güvenlik Konseyi’nin ne yapacağı belirtilmemişti. Dolayısıyla bu karar saldırganları caydıracak bir nitelik taşımıyordu. Bu kararın kabulünden üç gün sonra Türkiye, Rusya ve ABD bir barış planı açıkladıklar. Fakat Ermenistan’ın muhalefetiyle karşılaştılar. Azerbaycan’ın bu karışık durumu Ermenilerin yeniden saldırıya geçmesine neden oldu. Karabağ bölgesinde Azerilerin elindeki tek yer olan Mardakert (Akdere) 27 Haziran’da alındı ve Rusya’nın aracılığıyla ateşkes ilân edildi. Üç hafta kadar sonra Ermeni kuvvetleri yeniden saldırıya geçerek 24 Temmuzda, Karabağ’ın doğusundaki Akdam kentini ve civarını ele geçirdi. Türkiye tarafından ivedi olarak toplantıya çağrılan Güvenlik Konseyi 29 Temmuz 1993 tarihinde toplanarak 853 sayılı kararı kabul etti. Bu karar yukarıda değindiğimiz 822 sayılı kararın öğelerini tekrarlamaktaydı. Kararın Azebaycan için tek olumlu yönü, dolaylı da olsa Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğunu teyit etmesidir (Lütem, 1997: 23). 26 Nisan–2 Mayıs arasında AGİK/AGİT heyeti bölgeyi ziyaret etti. 4–5 Mayıs1994 tarihlerinde, Bişkek'te BDT Parlamentolar Arası Kurulu çerçevesinde Kırgızistan Parlamentosu ve Rusya Dışişleri Bakanlığı temsilcileri, Ermenistan ve Azerbaycan parlamentoları başkanlarını ve Karabağ'ın Türk ve Ermeni nüfusunun temsilcilerini bir araya getirdiler. Bu görüşme sırasında barışa yönelik bir adım olarak 'Bişkek Protokolü' (5 Mayıs 1994) imzalandı. Daha sonra imzalanacak ateşkes anlaşmasına temel oluşturan bu protokolü, Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ'ın sadece Ermeni temsilcilerinin (ayrılıkçıların) imzalaması, Azerbaycan açısından ciddi bir tavizdi. 9 Mayıs 1994’te Azerbaycan ve Ermenistan savunma bakanları ve Karabağ’daki ayrılıkçı Ermenilerin temsilcisi ateşkesle ilgili antlaşma imzaladı. 12 Mayıs 1994’ten itibaren ateşkes uygulamaya koyuldu (Aslanlı, 2001: 414). Ateşkesten sonra Rus-Çeçen Savaşını da fırsat bilen Aliyev, Ateşkesten sonra Batı ve Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerini ilerletme yönünde ciddi adımlar attı. Azerbaycan kendisine bağlaşık statüsü tanıyan NATO’nun Barış İçin Ortaklık anlaşmasını imzaladı (Gürbüz, 2003: 106). 1996 AGİT Lizbon Zirvesi’nde, Azerbaycan yönetimi, toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik bir karar çıkartmayı başarmışsa da Ermenistan bu kararı kabul etmemiştir. Minsk Grubu AGİT’in üyesi olan ülkelerin devlet başkanları ve başbakanlarının Aralık 1996’da Lizbon'da yapılan zirvede bir teklif ileri sürmüştür. Bunun sonucunda Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının barış yoluyla çözümlenmesinin ilkeleri kabul edilmiştir. Bu ilkeler şunlardan ibarettir: Azerbaycan ve Ermenistan cumhuriyetlerinin toprak bütünlüğünün tanınması, Dağlık Karabağ'ın Azerbaycan'ın içinde özerk bir bölge olması, Dağlık Karabağ halkının hem Ermeni hem de Azeri vatandaşlarının güvenliğinin sağlanması. Azerbaycan Lizbon’da alınan kararları kabul etmiştir fakat Ermenistan reddetmiştir. Ermenistan’ın bu tavrı üzerine Azerbaycan Devlet başkanı Haydar Aliyev şu açıklamayı yapmıştı: “Biz bu ilkeleri kabul ettik. Lizbon zirvesinde AGİT’in üyesi olan 54 devletten 53'ü bu ilkeleri desteklemektedir. Fakat ne yazık ki, Ermenistan bu ilkelere itiraz etmektedir. Ermenistan'ın isteği nedir? Onların isteği Dağlık Karabağ'a bağımsızlık tanınmasıdır. Ancak bu hiçbir şekilde mümkün değildir. Buna izin vereyiz. Dünya kamuoyu da buna izin vermez. Bu iddia Birleşmiş Milletler Teşkilatının nizamnamesine, AGİT’in ilkelerine, 102 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ uluslar arası hukuka terstir. Biz ikinci bir Ermeni devletinin Azerbaycan topraklarında kurulmasına izin veremeyiz. Ermeni halkı kendi geleceğini belirleme hakkına sahiptir, Ermeni halkının bağımsız bir cumhuriyeti vardır. İkinci bir Ermenistan devletinin yaratılması ise mümkün değildir, Bu yüzden Ermenistan sürekli uzlaşma yoluna girmelidir. Biz bu konuda çok uzlaşmacı adımlar attık. Lizbon zirvesinde ileri sürülen ilkeleri kabul ettik, bunlar bizim attığımız olumlu adımlardır” (Aliyev, 1998: 96). Ağustos 1997’de Haydar Aliyev ile ABD Başkanı Bill Clinton’ın Washington’da yaptığı görüşmede iki lider AGİT Minsk Grubu çerçevesinde Dağlık Karabağ sorununun çözümlenmesini desteklediklerini açıklamışlardı (Aliyev, 1998: 150). AGİT Minsk Grubu, sorunun çözümü için taraflara üç öneri sunmuştu: 1. Paket Çözüm (Haziran 1997) 2. Aşamalı Çözüm (Ekim 1997) 3. Ortak Devlet (Kasım 1998) Paket çözüm modelinde Dağlık Karabağ'ın, Laçin, Şuşa ve işgal edilmiş diğer bölgelerin statüsünün aynı anda çözüme kavuşturulması öngörülmüştür. Aşamalı çözüm modelinde Dağlık Karabağ ve işgal altında bulunan diğer bölgelerin statüsünün ayrı ayrı görüşülmesi istenmiştir. Ermenistan, kendisinin ve Dağlık Karabağ'ın çıkarlarını korumadığı gerekçesiyle ilk iki öneriyi reddetmiştir. Üçüncü öneri ise Rusya’nın, Azerbaycan ve Karabağ arasında ortak devlet kurulması önerisi 1996 Lizbon kararlarının hiçe sayılması anlamını taşıması yüzünden Azerbaycan yönetimi tarafından reddedilmiştir (Cabbarlı, 2003: 11). Yine, 1999’da Bill Clinton’un ABD Başkanlığı sırasında, Clinton yönetimi, Azerbaycan ve Ermenistan arasında arabuluculuk görevi yürütmeye çalışmış, ancak sonuç çıkmamıştır (Cabbarlı, 2003: 11). Mayıs’1995’te, Gürcistan’dan Ermenistan’a giden doğal gaz boruları, 1992 yılından itibaren 16 kez havaya uçurulunca, Ermenistan yönetimi bombalama olayından Azerbaycan’ı sorumlu tuttu ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu’nun çalışmalarına katılmayacağını açıkladı. 1996 yılı sonlarında Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan muhalefet adayı Vazgan Manukyan’ı geride bırakarak yeniden devlet başkanlığına seçildi. O günden itibaren Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan sınırları içinde kabul eden AGİT’in barış planını kabul ettiği için muhaliflerin baskısı altında kalan TerPetrosyan, başta dışişleri bakanı olmak üzere istifa eden birçok bakanı tarafından yalnız bırakılınca, 3 Şubat 1998 tarihinde istifa etmek zorunda kaldı (Çiloğlu, 1998: 173). Yerine Dağlık Karabağ Savaşı’nın bir numaralı aktörü Koçaryan, Ermenistan Cumhurbaşkanı oldu. Dağlık Karabağ sorununda barış artık daha uzaktı. Uluslar arası kuruluşlarca bugüne kadar yapılan çalışmalarda somut bir netice alınamamıştır. AGİT Minsk Grubu her ne kadar tarafsız olduğunu iddia etse de, sorunun çözümüne yönelik hazırladığı projelerde Azerbaycan'ın ulusal çıkarları bir önceki projelere göre daha çok göz ardı edilmektedir. Azerbaycan kendisine karşı yapılan haksızlık ve adaletsizliği gidermek yönündeki çalışmalarında yetersiz kalmıştır. Her şeye rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin 853 sayılı kararla Dağlık Karabağ’ın dolaylı da olsa Azerbaycan’a ait olduğunu teyit etmesi, bundan sonraki görüşmelerde Azerbaycan için önemli bir koz olarak durmaktadır. Dağlık Karabağ sorununun çözümü uluslar arası kuruluşların 103 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ çabalarından çok Azeri ve Ermeni halklarının demokratik taleplerinin karşılanması ve barışa olan inançlarının artmasına bağlıdır. 6.4. Türkiye’nin Dağlık Karabağ Politikasının Genel Değerlendirmesi Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasında kendine özel bir yer edinen Türkiye, iki süper güç arasında dengelenen dünyada uzun süre rehavete varan rahatlıkla dış politikasını yürütmüştür. Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişen dengeler Türkiye’yi de derinden etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin çatırdayarak çökmesi Türkiye’nin burada bulunan Türklerle ilgili sorumluluklarının olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Türkiye bu durum karşısında ilk başlarda tutuk bir politika ortaya koymuş ve dağınık bir görüntü sergilemiştir. Bu da Türkiye’nin uzun vadeli genel bir dış politika stratejisinin olmamasından kaynaklanmıştır. Türkiye daha Sovyetler Birliği çökmeden Ermeni saldırılarıyla başlayan Dağlık Karabağ sorununu Sovyetlerin iç işi olarak değerlendirmesi, konuya mesafeli yaklaşması itibar kaybetmesine sebep olmuştur. Oysa Ermeniler planlı ve karalı adımlar atarak Dağlık Karabağ sorununu lehlerine çevirmeyi başarmışlardır. Glasnostla beraber yıllardır beklediği fırsatı yakalayıp bir taraftan Azerilere karşı silahlı saldırıya geçen Ermeniler bir taraftan da muhatabını sürekli suçlayarak zan altında bırakma politikasını izlemiştir. Etrafı Türk devletleriyle çevrili olan Ermenistan, kuşatılmışlık psikolojisiyle “Mazlum Ermeni” rolünü en iyi şekilde oynayarak başta Rusya ve ABD olmak üzere büyük devletlerden yardım almıştır. Türkiye’nin büyük devletlere rağmen Dağlık Karabağ’da adım atmak istememesi Ermenileri daha da şımartmıştır. Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorunu karşısında izlediği politikanın etkili olmamasının bir nedeni de Türkiye’nin güçlü ve hazır olmamasının yanında Azerbaycan’a destek konusunda yalnız kalmış olmasıdır. Türk devlet adamlarının yersiz ve zamansız konuşmaları da Türkiye’nin dış politikadaki ağırlığını azaltmıştır. Dağlık Karabağ sorunu Türkiye ve Azerbaycan açısından olumlu sonuçlar da doğurmuştur. Dağlık Karabağ sorunu İran’ın Azerbaycan’a yönelik tutumunun anlaşılması açısından da önemli olmuştur. Azerbaycan, İran ve Türkiye arasında tercih yapma durumuna düşmeden İran’a arkasını dönmüş ve Türkiye ile yakın ilişki kurmaya başlamıştır. Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan kapısının Azerbaycan, Azerbaycan’ın da batıya açılan kapısının Türkiye olması iki ülkeyi birbirine daha da yaklaştırmıştır. Bu da Dağlık Karabağ sorununun Azerbaycan kadar Türkiye’nin de sorunu olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorununu uluslar arası alana çekip daha sonra da uluslar arası kuruluşlarca Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğunun kabul edilmesi Azerbaycan’a çözüm sürecinde önemli bir avantaj sağlamıştır. Dağlık Karabağ sorunu, “Büyük Ermenistan” iddiasından vazgeçmeyen, soykırım iddiaları ve toprak taleplerini sürekli gündemde tutan Ermenistan’a karşı Türkiye’nin uluslar arası alanda kullanacağı önemli bir koz vermiştir. Türkiye-Ermenistan ilişkileri Dağlık Karabağ sorunu gölgesinde şekillenmeye başlamıştır. Türkiye, Ermenistan bağımsızlığını kazandıktan sonra onu tanımış hatta ticari münasebetler dahi kurmuştu. 104 DAĞLIK KARABAĞ SORUNUNUN UZANTILARI VE… YAKUP HURÇ Ancak ilişkileri koparan Dağlık Karabağ sorunu olmuştur. Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorununa rağmen Ermenistan’la ilişkileri geliştirme ihtimali de kalmamıştır. Türkiye ve Azerbaycan’ın içyapısındaki istikrarsız tablo da Dağlık Karabağ sorununda sağlıklı adım atmasını engelleyen önemli bir unsur olmuştur. Türkiye Dağlık Karabağ sorununda kendisinden beklenen hamleyi yapmasına en büyük engel, Türkiye’yi üçüncü dünya savaşı ile tehdit eden Rusya olmuştur. 105 SONUÇ VE ÖNERİLER YAKUP HURÇ 7. SONUÇ VE ÖNERİLER Ermenilerin, Dağlık Karabağ’ın hiçbir dönemde Türklerin kontrolüne geçmediği iddiaları, tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Dağlık Karabağ bölgesi tarihinin ilk dönemlerinden itibaren bir Türk yurdudur. Orta Asya’dan göç ederek gelen Türk boyları bölgeye de yerleşmişlerdir. Hz. Osman zamanından itibaren Müslüman Türklerin hâkimiyetine geçen bölgede, Selçuklu, Timur, Osmanlı ve Safevi hâkimiyetini görmezden gelmek ancak hamasetle açıklanabilir. 18. yüzyılda kurulan Karabağ Hanlığı 19. yüzyılın hemen başında Rus hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ruslar Dağlık Karabağ’ı Ermenilerden değil Türklerden almışlardır. Bölgede Rus hâkimiyeti tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Rus hâkimiyetinden sonra bölge hep istikrara hasret bırakılmıştır ve Ermeni nüfusu bölgeye getirilerek Türkler arasına yama yapılmıştır. Bölgeye sonradan gelen Ermeniler öylece bırakılmamış Türklere karşı bir ön karakol olarak Ruslarca sürekli desteklemiştir. 1905 İhtilalinden sonra da devam eden Ermeni saldırılarından bunalan Azerbaycan Türkleri 1917 İhtilalini heyecanla karşılaşmışlar ve Bolşevikleri bağımsızlık yolunda bir şans olarak görmeye başlamışlardır. Ancak 1918–20 yılları arasındaki bağımsızlık döneminin ardından Karabağ’ın Nahçivan ile bağlantısını sağlayan Zengezur’u da Ermenilere kaptıran Azerilerin bütün umutları suya düşmüştür. Ermenistan’a verilen Zengezur’un haritada yerine bakıldığında Rusların bölgede neyi amaçladıkları açıkça anlaşılabilir. 70 yıllık maddi manevi Sovyet sömürüsünün ardından tekrar bağımsızlık için umut beslerken Azerbaycan kendini yeni bir kanlı çatışmanın içinde bulmuştur. 1987 ‘de yaşadığı büyük depreme rağmen başta Rusya ve ABD olmak üzere batılı devletlerinde desteğini ile kısa sürede toparlanan Ermenistan 1988–1994 yılları arasında yine aynı devletlerin desteği ile Azerbaycan topraklarının beşte birini işgaliyle neticelenmiştir. İşgalin günümüze kadar sürmesi barışı da engellemiştir. Ermenistan Rusya’nın yanında batılı büyük devletlerden sürekli yardım alırken Azerbaycan’ın ise tek yardım ümidi Türkiye’ydi. Dağlık Karabağ sorunu başladığında Türkiye, Azerbaycan’a yakın ilgi göstermemiştir. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki mücadele Sovyetler henüz dağılmadan başladığı için Türkiye her defasında bölge devletlerinden çok Sovyet Rusya ile ilişkileri önemsediğini, sorunun Sovyetlerin iç işi olduğunu vurgulamıştır. Türkiye bu yolla kendisini sorunun dışında tutarak risk almak istememiş ve daha kolay yolu seçmiştir. Bu politikanın bir sonucu olarak Türkiye Sovyetlerin dağılmasıyla beraber dağınık bir görüntü sergilemiş gelişmeleri algılamada güçlük çekmiştir. Bölgedeki gelişmelere karşı genel bir stratejisi olmayan Türkiye, Sovyetlerin dağılmasından sonra birden bölgede ortaya çıkan boşluğu doldurabilecek, Türk dünyasının hamiliğini yapacak bir güç olarak yansıtılmıştır. Ancak kısa süre sonra Türkiye’nin politik ve ekonomik olarak buna hazır olmadığı da ortaya çıkmıştır. Dağlık Karabağ sorunu Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecinde Türkiye’nin politikalarını test etmesi açısından önemli deneyim olmuştur. Türkiye’nin Dağlık Karabağ sürecinde gerçekçi ve istikrarlı politika izleyemediğini söylemek abartı olmaz. Türkiye’nin, sorunun başlarında ilgisiz, devamında ise tarafsız politikası elindeki kozları almıştır. Türkiye Dağlık Karabağ’da katliama dönüşen olaylardan sonra taraf olması yani şartların zorlamasıyla tavır değiştirmesi gidişatı değiştirmemiştir. 106 SONUÇ VE ÖNERİLER YAKUP HURÇ İktidar ile muhalefet arasındaki çekişmeler, devletin zirvesindeki gelenekselleşen anlaşmazlıklar, yılarca süren koalisyon hükümetleri Türkiye’de zaman ve enerji kaybına sebep olmuştur. Dağlık Karabağ sorunu Türkiye’nin dış politikası içinde dönüm noktası olmuştur. Artık sorunları kendi sınırında karşılama ve suya sabuna dokunmadan bekle gör politikasının iflas ettiğini görmüştür. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Ermenilerin olanca saldırıları bile Türkiye’nin cılız ve çekingen politikasını değiştirmemiştir. Kamuran İnan’ın tabiriyle kendi ayak seslerinden korkan bir tavır sergilemiştir. Eline geçen fırsatları değerlendiremeyen Türkiye Dağlık Karabağ politikasında sonunda Rusya’nın gerisine düşmüştür. Bölgede risk almayarak en büyük riske giren Türkiye, Sovyetlerden sonra daha güçlü bir şekilde bölgeye yerleşen Rusya ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’nin her defasında diplomasiden bahsetmesi, başka seçeneklere kapı bırakmaması dış politikasında mili menfaatlerin hep geriye çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Türkiye’nin Türk dünyasına ilişkin söylemleri hasret köprüsünün kapatılmasıyla Nahçivan sınırından öteye de gidememiştir. Türkiye’nin kendinden beklenen desteği verememesine rağmen Azerbaycan sancılı bir dönemin ardından hür ve bağımsız bir devlet olarak ayakta kalmayı başarabilmiştir. Dağlık Karabağ sorunu Azerbaycan’da milli birlik ve beraberliğin sağlanmasının yanında dünyaya açılabilen, geleceğe umutla bakabilen, tarihiyle kimliğiyle bütünleşmiş bir toplum ve yeni bir cumhuriyetin doğmasına da katkı sağlamıştır. Bununla beraber Azebaycan’ın kanayan en büyük yarası Dağlık Karabağ sorunudur. Ermenistan açısından bakıldığında ise hak yerini bulmuş ve sorun yıllar önce bitmiştir. Bundan dolayıdır ki yıllarca Türkiye ve uluslar arası kuruluşların bütün barış hamleleri Ermenistan tarafından geri çevrilmiştir. Bu noktada Azerbaycan-Ermenistan münasebetleri düğümlendiği gibi TürkiyeErmenistan münasebetleri de sıfır noktasına gerilemiştir. Türkiye Dağlık Karabağ sorununu, Ermeni olaylarının bir başka coğrafyada devamı, soykırım iddiaları ve toprak taleplerinin bir yansıması olarak görmüştür. Türkiye, Ermenistan’ın bağımsızlığı kazandıktan sonra soykırım iddialarından vazgeçeceğini hiç değilse önceki gibi dünya gündemine taşımayacağını düşünmüş ancak beklenenin aksine soykırım iddiaları ve Türkiye’den toprak talepleri daha yüksek sesle dillendirilerek Türkiye’yi daha çok rahatsız edici boyuta gelmiştir. Türkiye Ermenilerin soykırım iddiaları ve bundan mütevellit toprak taleplerinden çok Karabağ’ın işgalinden dolayı Ermenistan sınırını kapatarak onlara ekonomik ambargo uygulamaya başlamıştır. Türkiye Ermenilerin soykırım iddiaları ve işgallerinden vazgeçinceye kadar ilişkileri askıya aldığını açıklamıştır. Ermenistan’ın önkoşulsuz ekonomik ilişkilerin başlatılması yönündeki talepleri her defasında geri çevrilmiştir. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki; Türkiye başında yapacağını sonunda yapmış ve Dağlık Karabağ sorununun Azerbaycan’dan çok kendisinin sorunu olduğunu bunca zaman geçtikten sonra anlamıştır. Dağlık Karabağ sorunu, Ermenistan’ın özünden kaynaklanmayan politikaları sonucunda Rusya’nın güdümüne girmesine yol açmış ve bölgede Türkiye ile Rusya karşı karşıya gelmiştir. Rusya bölgede yaklaşık iki yüzyıl önce vardır ve açıkça bölgede, Ermenistan da dâhil güçlü bir organizasyon istememektedir. Rusya’nın bölgede var olması sorunun devamından başka bir anlam ifade etmemektedir. Ermenistan’ın ise Rusya’yı kurtarıcı gibi görüp Türkiye’ye sırtını dönmesi tüm sorunları kördüğüm haline getirmektedir. Mevcut statüko kısa vadede Dağlık Karabağ sorununun barışçıl yollardan çözümünü zorlaştırmaktadır. 107 KAYNAKLAR YAKUP HURÇ KAYNAKLAR ALİYEV, H., 1998, Dünya Siyasetinde Azerbaycan Petrolü, Çev., A. Çiftçi ve E. Kocabıyık, Sabah Kitapları, İstanbul, 182s. ANDİCAN, A., 1996, Değişim Sürecinde Türk Dünyası, Emre Yayınları, İstanbul, 539 s. ARMAOĞLU, F., 2005, 20.Yüzyıl siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, 1006s. ARMAOĞLU, F., 1993. “Netice İyi”, Tercüman, Mayıs, s. 8. ASLAN, Y., 1990, Can Azerbaycan, Kök Yayınları, Ankara, 65s. _______, Y., 1995. “Azerbaycan Bilmecesi”, Avrasya Dosyası, 1(4). ss. 211–219 _______, Y., 1990, Bugün Azerbaycan’da Pantürkizm ve Panislamizm, Baysam Basın ve Yayın, İstanbul, 69s. ASLANLI, A., 2001. “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 393–431 ATTAR, A., 2005, Karabağ Sorunu Kapsamında Ermeniler ve Ermeni Siyaseti, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 224s. AYDIN, M., 2002, “Kafkasya ve Orta Asya İle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Ed: Baskın Oran, Cilt II, İletişim Yay., İstanbul, ss. 366-440 BALA, M., 1997, “Karabağ” İslam Ansiklopedisi, 10, ss. 212–217 BEŞİROĞLU, İ., 2001. “19.20 Yüzyıllarda Ermenistan’daki Azeri Türklerinin Göç Ettirilmesi ve Soykırım Gerçekliği”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 454–469 BİLA, F., 1992. “Ben Halatın Ucunu Koyverdim”, Milliyet, Şubat, s.10. BİRAND, M.A., 1988. “Azeri Çatışmasına Türkiye Karıştırılıyor”, Milliyet, Mart, s. 10. BİRAND, M.A., 1988. “Erivan Barut Fıçısı”, Milliyet, Mart, s. 9. BİRAND, M.A., 1988. “Türkiye SSCB’deki Rahatsızlığı Tahrik Etmeli Midir?”, Milliyet, Mart, s. 7. Birgün Gazetesi CAFERSOY, N., 2001. “Bağımsızlığın On Yılında Azerbaycan-Rusya İlişkileri”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 286-319 Cumhuriyet Gazetesi ÇEKİRGE, F., 1990. “İşte Böyle Azerbaycan”, Hürriyet, Ekim, s. 14. ÇİLOĞLU, F., 1998, Rusya Federasyonu’nda ve Transkafkasya’da Etnik Çatışmalar, Sinatle yayınları, İstanbul, 174s. 108 KAYNAKLAR YAKUP HURÇ DEMİRAĞ. Y., 2003, “Kafkasya’da Türk ve Rus Politikası”, Stratejik Analiz, (2). ss. 75–80 ERGİN, S., 1990. “Washington’da Soğuk Savaş,Geri mi Geliyor? Sorusu”, Hürriyet, Eylül, s. 9. FREEDMAN, R., 2001.”1990’larda Rusya-İran İlişkileri”, Avrasya Dosyası, 6(4). ss. 356– 375 GÖKÇİN, M., 1993. “Ermenileri Batı Kışkırtıyor”, Zaman, Şubat, s. 5. GÖNLÜBOL, M. vd., 1977, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1919–1973), Ankara, 562s. GÜL, N., 2001. “Azerbaycan ve Türkiye ile Bitmeyen Kan Davası Ekseninde Ermenistan’ın Dış Politikası”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 367–393 GÜRBÜZ, V., 2003, “Dağlık Karabağ Sorunu ve Azerbaycan Politikaları”, Ermeni Araştırmaları, (3). ss. 82–109 HACIOĞLU, N., 1993. “Türkiye Yanlış Yapıyor”, Hürriyet, Eylül, s. 27. Hürriyet Gazetesi İBRAHİMLİ, H., 2001. ”Azerbaycan Diasporası : Mevcut Durumu ve Geleceği Konusunda Bazı Notlar”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 469-483 KASIM, K., 2002, “Diaspora’nın Ermenistan Dış Politikasına Etkisi”, 2023, ss. 42–46 KIRCA, C., 1992. “Caydırma Örneklerimiz”, Cumhuriyet, Mart, s. 18. KOHEN, S., 1988. “Gorbaçov Ne Yapacak”, Milliyet, Mart, s. 7. _______, S., 1990. “Neden Susuyorlar”, Milliyet, Ocak, s. 8. _______, S., 1990. “Yatışırsa İyi Olur”, Milliyet, Ocak, s. 10. _______, S., 1991. “Azerbaycan Cepheleşiyor”, Milliyet, Eylül, s. 4. _______, S., 1993. “Özal-Hükümet Uçurumu…”, Milliyet, Nisan, s. 13. KÖNİ, H., 1988. “Kafkaslarda Ermeniler”, Milliyet, Mart, s. 7. KTÜ (Karadeniz Teknik Üniversitesi Kafkasya ve Orta Asya Ülkeleri Uygulama ve Araştırma Merkezi), 2000. Geçmişten Günümüze Dağlık Karabağ Meselesi, Trabzon, 124s. LAÇİNER, S., 2002, “Ermeni dış Politikası ve Belirleyici Temel Faktörler 1991-2002”, Ermeni Araştırmaları, ss. 168-201 _______, “Uluslar Arası İlişkiler Boyutuyla Ermeni Sorunu”, http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/makaleler/makale37.html (20.06.2007) 109 KAYNAKLAR YAKUP HURÇ _______, 2003, Özal Dönemi Türk Dış Politikası Türkiye'nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, ss. 25-48 MESİMOV, A., 2001. ”Bağımsızlık Yıllarında Azerbaycan –Türkiye ilişkileri”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 274–286 Milliyet Gazetesi MUMCU, U., 1992.”Gözlem”, Cumhuriyet, Mayıs, s. 11. OĞAN, S., 2001. “Azerbaycan’ın Tamamlanamayan Ekonomisi ve Türkiye İle Ekonomik İlişkiler”, Avrasya Dosyası 7(1). ss. 56–86 _______, S., 2001. “Yüzyılın Dramı Azerbaycan’da Göçmen(Kaçkın) Sorunu”, Avrasya Dosyası, 7(1). ss. 431–454 ORAN, B. (Ed.), 2005. Türk Dış Politikası, İletişim Yayınları, İstanbul, 637s. ORTAYLI, İ., 2005 “Tehcir Meselesi”, Anadolu Dergisi, 32-45, http://www.anadolu.be/2005-07/1.html, (20.11.2007). ÖZKÖK, E., 1992.”Karabağ Düşerse Demirel Ne Olur? “, Hürriyet, Mart, s. 13. Radikal Gazetesi RECEBOV, Z., 2001, “Karabağ Sorunu”, Azerbaycan, ss. 38–48 RESULZADE, M.E., 1990, Azerbaycan Cumhuriyeti, Azerbaycan Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Yayınları, İstanbul, 205s. RUŞENDİL, C., ve KELİPUR, R., 1994, Ermenistan Devleti ve Siyaseti, Dışişleri Bakanlığı Basın yayın Müessesesi, Ankara, 169s. Sabah Gazetesi SARAY, M., 2005, Ermenistan ve Türk-Ermeni İlişkileri, AKDTYK Atatürk araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 259s. _______, M., 1999, Türk-İran İlişkileri, Atatürk araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 344 s. SAZAK, D., 1992.”Karadeniz’den Hazar’a Türk-İran İlişkileri”, Milliyet, Şubat, s. 10. SEFEROV, R., Sovyet Dönemi ve Bağımsızlık Sonrası Azerbaycan, Nüfusunun Etnik Yapısındaki Değişimler, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, s.396 SELVER, A., 1997, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu 1945-1958, Boyut Yayıncılık, İstanbul, 281s. SİRMEN, A., 1993. “Karabağ, Ermenistan ve Gerçekler”, Milliyet, Nisan, s. 13. 110 KAYNAKLAR YAKUP HURÇ SÜLEYMANLI, E., 2006, Milletleşme sürecinde Azerbaycan Türkleri, Özener Matbaası, İstanbul, 373s. SÜRMELİ, S., 2001, Türk-Gürcü İlişkileri (1918-1921), Divan Yayıncılık, Ankara, 736s. ŞIHALİYEV, E., 2002, Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu, Türk Kültür ve Eğitim Norm Geliştirme Vakfı Yayını, Ankara, 181s. TAŞKIRAN, C., 1995, Geçmişten Günümüze Karabağ Meselesi, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 156s. TDV (Türk Diyanet Vakfı) 2001, İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 588s. TELLAL, E., 2002, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Ed: Baskın Oran, Cilt II, İletişim Yay., İstanbul, ss. 158-166 Tercüman Gazetesi TINÇ, F., 1990. “Bir de Ermenistan Derdi”, Hürriyet, Eylül, s. 16. Türkiye Gazetesi ÜLKÜ, İ., 2000, Bağımsızlıktan Sonra Azerbaycan, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 388s. VAHAPZADE, B., 1990, Tavşana Kaç Tazıya Tut, Yeni Düşünce Yayınları, Ankara, 120s. Zaman Gazetesi ZEYNELABİDİNOĞLU, H.A., 1999. “Dağlık Karabağ Savaşı’nın Açık ve Gizli Yönlerine Dair”, XII Türk Tarih Kongresi, TTK Yayınları, Ankara, ss. 341-347 111 ÖZGEÇMİŞ 1975 Yılında Kahramanmaraş Göksun’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Göksun’da tamamladı. 1994 yılında İnönü Üniversitesi Tarih Öğretmenliği bölümüne başladı. 1998’de mezun oldu. 2 Ekim 1998 tarihinde Kahramanmaraş Ticaret Meslek Lisesinde tarih öğretmeni olarak göreve başladı. 2005 yılı Ağustos ayında Göksun Lisesi’ne müdür yardımcısı olarak atandı. Aynı görevine devam etmektedir. EK- 1 DAĞLIK KARABAĞ EK- 2 DEVLET BAŞBAKANLARI VE BAŞBAKANLAR TÜRKİYE a. Başbakanlar Turgut ÖZAL (13 Aralık 1983- 31 Ekim 1989) Yıldırım AKBULUT (09 Kasım 1989- 23 Haziran 1991) Mesut YILMAZ (23 Haziran 1991- 20 Kasım 1991) Süleyman DEMİREL (20 Kasım 1991- 16 Mayıs 1993) Tansu ÇİLLER (25 Haziran 1993- 06 Mart 1996) Mesut YILMAZ (06 Mart 1996- 28 Haziran 1996) Necmettin ERBAKAN (28 Haziran 1996- 30 Haziran 1997) Mesut YILMAZ (30 Haziran 1997- 25 Kasım 1999) Bülent ECEVİT (17 Ocak 1999- 16 Kasım 2002) b. Cumhurbaşkanları Turgut Özal (1989–1993) Süleyman Demirel (1993–2000) ERMENİSTAN Levon Ter Petrosyan (1991–1998) Robert Koçaryan (1998- … ) AZERBAYCAN Abdurrahman Vezirov (1989–1990) Ayaz Niyaz Muttalibov (1990–1992) Ebulfey Elçibey (1992-1993) Haydar Aliyev (1993- 2003)
Similar documents
Cilt VI / Volume VI - Turkish Coalition of America
bahsettiğine göre başka bir kimsedir. Evet, Arşavir benim. Rozan da, Kirkor Mercanof adında Rus uyruklu bir Ermeni’ydi. Bulgar pasaportu ile buradan Şubat ayında gitmiştir. Ardvazet’e gelince, bu d...
More informationTR - Orsam
de Paris) Siyaset Bilimi Yüksek Lisans derecesi ve Uluslararası Ekonomi dalında Doktora derecesine sahiptir. Gültekin Mayıs 2003-Nisan 2009 arasında Güney Kafkasya bölgesinde ekonomiyle ilgili barı...
More informationKOMŞUDA PİŞER BİZE DE DÜŞER!
GENÇTUR, 20 – 62 yaş aralığında toplam 54 üyeye sahiptir. Üyelerin tümünün uluslararası gönüllü çalışma deneyimi vardır. Kurulduğundan bu yana 700 gönüllü çalışma kampı yapılmış ve bu kamplara Türk...
More information