Tarih Enstitüsü Dergisi Sayı 10-11 - Edebiyat Fakültesi
Transcription
Tarih Enstitüsü Dergisi Sayı 10-11 - Edebiyat Fakültesi
ENSTİTÜ MÜDÜRÜ Prof. Dr. M. Münir Aktepe TARİH ENSTİTÜSÜ DERGİSİ (Kuruluş Tarihi: 1970) Yayın Kurulu Prof. Dr. M. Münir Aktepe — Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Prof. Dr. Nejat Göyünç — Prof. Dr. Hakkı D. Yıldız Doç. Dr. Mücteba İlgürel A dres: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Enstitüsü Târih Enstitüsü Dergisinin J)u sayısı, doğumunun yüzüncü yılı münâsebetile, aziz Atatürk’ün hâtırasına ithaf edilmiştir. TARİH ENSTİTÜSÜ X -XI DERGİSİ İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARlH ENSTİTÜSÜ DERGİSİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ MATBAASI İSTANBUL — 1981 İÇİNDEKİLER İbrahim Kafesoğlu Abdülkadir Donuk Ramazan Şeşen Anadolu Selçuklu D evleti hangi târihde kuruldu .................................. 1 Türk Devletinde hâkimiyet anla yışı ......................................................... 29 Klâsik Islâm kaynaklarına göre eski Türklerin dini ve Şaman kelimesinin menşei (Başlangıçtan Moğol istilâ sına kadar) ........................................ 57 Erdoğan Merçil Simcûriler : II. İbrahim b. Sîmcûr ... 91 Hakkı Dursun Yıldız Abbasiler’de Emirülümerâlığm orta ya çıkışı .......................................... 97 Şehabettin Tekindağ Şehinşâh’m oğlu Şeref eddin îshak ■ hakkında bir kitabe ......................... 109 İsmail Aka XV. yüzyılın ilk yarısında Timurlular’da ziraî ve ticarî faaliyetler ... İli Vak’a-nüvîs Ahmed Dütfî Efendi ve Târihi hakkında, bâzı bilgiler ... 121 M. Münir Aktepe Kâzım Yaşar Kopraman al-Malik al-Mu’ ayyad Şayh al-Mahmûdî devrinde (11^12-1^21) Mısır’ın mâlî ve İktisadî durumuna umumî bir bakış ............................................. 153 X Hasan Kaleshi Türkler’in BaTkanlar’ a girişi ve is- > lâmlaştvnlma (Arnavud halkının et nik ve millî varlığının korunmasının sebebleri) .......................................... 177 Semavi Eyice İstanbul’un ortadan kalkan bazı ta rihî eserleri I I I : Papasoğlu mescidi, Ömer Efendi namazgahı, Nevşehirli İbrahim Paşa m ektebi ve sebili ....... 195 Haşan Kâfî El-Akhisarî ve D evlet düzenine ait eseri : Usûlü’ l-hikem fi Nizâmi’ l-âlem ....................... 239 Mehmet îpşirli Mehmet Saray Rusya’nın Asya’da yayılması ....... 279 Ismail Erünsal Türk Edebiyatı Tarihi’nin Arşiv Kaynakları 1 : II. Bâyezid devrine ait bir In’âmât D efteri ............... 303 Küçük Kaynarca Antlaşmasının ye niden tenkidi ................... 343 1865 tarihinde Güney-Doğu Anado lu’nun ıslâhı ...................................... 369 Yemen valisi Osman Nuri Paşa’nm yolsuzluklarına dâir imzâsız bir lâ yiha ............................... 395 Roderic H. Davison Paul Dumont İhsan Süreyya Sırma KÎTÂBIYÂT Kemal Beydilli Kemal Beydilli Barbara von Palombini, Bündnis werben Ausländischer Machte um Persien, 1453-1600 (Avrupa Devlet lerinin İran’la ittifak teşebbüsleri) Franz Steiner Verlag, Wiesbaden 1968, V-138 s. (Büyük boy basım) Jehuda L. Wallach, Anatomis einer Militärhilfe. Dis preussisch-deutschen Militärmissionen in der Türkei 1835-1919 (Bir Askerî Yardımın 413 XI İlhan Şahin Hüseyin Salman âli İhsan Gençer Mücteba İlgürel Tuncer Baykara Orhan Şaik Gökyay Anatomisi, Türkiye’de Prusya-Alman Askerî Heyetleri 1835-1919). Schriftenreihe des Institus für Deutsche Geschichte. Universität Tel Aviv. Droste Verlag Düsseldorf. 1976, 284 s........................... .............. 418 Muzaffer Gökman, Tarihi Sevdiren Adam, Ahmed R efik Altm ay, Haya tı ve Eserleri, İstanbul 1978, 436 sayfa, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genel No: 186, Ünlü Ki şiler Dizisi : 8 .................................. 421 Nizami Aruzi, Les Quatre Discours (Çahar Makala), Fransızcaya çevi ren İsabelle de Gastines, Bibliothè que des Oeuvres ClassiquesPersa nes, No: I, Paris 1968, 162s. ...... 424 Dr. Rifat Uçarol, 1878 Kıbrıs Soru nu ve Osmanlı-lngiliz Anlaşması ( Ada’nın İngiltere’ye D evri); İstan bul Üniversitesi Edebiyat Fakülte si yayınları, No : 2434, İstanbul 1978, 152 .................. 426 Atilla Çetin, Başbakanlık A rşivi K ı lavuzu, Enderun Kitabevi, İstanbul 1979, XVI-171 .................................. 428 Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Ta rihi (1071-1920), nâşirleri : Osman Okyar-Halil İnalcık, Ankara 1980, XVI-396 s........................................... 431 Prof. Dr. N eşet Çağatay, Mustafa Nuri Paşa, NATAYİC ÜL-VUKU AT, e. I-II, Türk Tarih Kurumu Ya yınları, X X II, dizi, Sa. 1, Ankara 1979........................................................ 433 xn Sencer Tonguç Nejat Göyünç M. Münir Aktepe Mücteba ilgürel Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire : The Sublime Porte 1789-1922. Carter V. Findley, Prineeton University Press, Princeton, New Jersey, 1980, s. 455 ................... 433 Klaus Schwarz, Der Vorders Orient in den Hochschülschriften Deutsch lands, Österreichs und der Schweiz. Eine Bibliographie von Disserta tionen und H abititationsschriften (1885-1978). (Almanya, Avusturya ve İsviçre üniversite ve yüksek okul larında Yakm-Doğu ile ilgili tezler. Doktora ve doçentlik tezleri bibli yografyası, 1885-1978), Freiburg im Breisgau 1980, XX111-721 sahife 446 Andreas Tietze, Mustafa ‘A l?s Gounsel for Sultans o f 1581. Edition, Translation, Österreichische Aka demie der Wissenschaften Philosophische-Historische Klasse. Denk schriften, 137 Band.......................... 448 Karl K. Barbir, Ottoman Rule in Da mascus, 1708-1758, 1980, Princeton University Press, X I X -1- 216 ........... 450 ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ HANGİ TARİHTE KURULDU İbrahim Kafesoğlu Malazgirt savaşının (26 Ağustos 1071) en büyük tarihî netice si, bilindiği gibi, Anadolunun Türk vatanı haline gelmesidir. Bu so nuç, esir Bizans imparatoru R. Diogenes ile Türk sultanı arasında yapılan andlaşmanın yürürlüğe konamaması üzerine, Alp Arslan ta rafından Anadolu’nun fethine dair verilen emrin oğlu ve halefi Sul tan Melikşah (1072-1092) zamanında sistemli şekilde uygulanması sayesinde elde edilmişti. Fetihte Türkmen kuvvetlerinin büyük pa yı vardı ve bu kuvvetlerin başmda Selçuklu hükümdar âilesinden Kutalmış oğlu Süleymanşah (ölm. 1086) bulunuyordu. Şimdi bazı araştırıcılar tarafından Süleymanşah Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu ve ilk sultanı olarak gösterilmekte ve devletin kuruluş ta rihi olarak çeşitli yıllar (1073-1081 arasmda 5 ayrı tarih) verilmek tedir. Mesele hayli karışıktır; dolayısiyle ilk başkent İznik mi yok sa Konya mı idi? hususu da çözülmüş değildir. Anadolu’da ilk Türk devletinin teşekkülü gibi fevkalâde mü him bir tarihî hâdiseyi açıklığa kavuşturabilmek için önce şimdiye kadar ileri sürülen iddiaları ve gerekçelerini sırası ile gözden geçi relim : 1 — Devletin 1073’de kurulduğu iddiası; Bu görüşün sahibi M.A. Köymen, belirtelim ki, aynı devletin 1077 ve 1092 tarihlerinde iki defa daha kurulduğu düşüncesindedir. O, I. kuruluş’un delillerini şöyle açıklamaktadır: Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 1 2 İB R A H İM K A F E S O Ö L U «Büyük Selçuklu imparatorluğu tarihinde birinci kategoriden vassal dev let olarak ‘Anadolu Selçuklu Devleti’ imparatorluğa ancak Melikşah zamanın da katılmıştır. Bu devletin başına getirilen prenslerin babalarının, Selçuklu âilesinin imparatorluk başında bulunan kolu ile mücadeleleri gözönünde bulun durulacak olursa, bu gecikmeyi tabiî karşılamak gerekir... Nihayet halifeliğin aracılığı, hattâ ısrarı ile 1073 yılında imparator Melikşah tarafından, Anadolu’ da feth edilecek ülkeler Kutalmış’ın çocuklarına tevcih edümiştir. Bir ferman üe kurulmasma müsaade edüen Anadolu Selçuklu devletinin bir hususiyetimi daima gözönünde bulundurmak lâzımdır: Ferman Kutalmış-oğullarından her hangi birine değil, hepsine birden verilmiştir. Dört (veya Bizans kaynaklarına göre 5) kardeşten birisini, vassal Anadolu Selçukluları Devletinin başına ge çirmek veya hep birden kollektif hüküm sürmek selâhiyetleri bizzat kardeşle re bırakılmıştır. ‘Kollektif hâkimiyet sistemi’ adını verdiğimiz, kardeşlerin müş terek hâkimiyet sürmelerini hedef tutan bu tevcih fermanı üe müşterek hü küm sürmelerinin veya içlerinden birini reis seçmelerinin kendüerine bırakümasmm hususî bir maksada dayanmakta olduğu Ueri sürülebilir. Zira Melik şah bu mahiyette bir ferman verirken, Selçuklu soyunun. iki kolu arasmdaki rekabeti ve Selçuklu hanedanının başında olmak hususunda babası Kutalmış’ın takip ettiği siyaseti hatırda tuttuğu muhakkaktır. Reislik için kardeşler ara sında bir iç mücadele çıkmasa büe bir şahsın hâkim olacağı bir devlete nisbetle 4 veya 5 kardeşin ortaklaşa hâkim olacakları bir devletin daha zayıf bu lunacağı meydandadır. Yalnız ister kendi inisiyatifi üe olsun, ister kardeşleri nin rıza ve muvafakati üe olsun büyük kardeşleri Mansur’un, derecesini tâyin etmek mümkün olmamakla beraber, kardeşleri Süleymanşah, Alp-Yülük (ve ya îlek), Devlet (veya Dolat) üzerinde az çok üstünlük kurduğu söylenebilir. «Anadolu’nun fethinde Kutalmış oğıülarımn emrinde de olsa, Artuk, Tu tak, Afşin, DUmaçoğlu, Tarank-oğlu, Davdav-oğlu gibi bey’lerin tâyin edilme leri, Büyük Selçuklu imparatorluğu üe vassal Anadolu Selçuklu Devleti ara sında kuzey-doğu Anadolu’dan batı’ya doğru Saltuk-oğuüarı, Mengücek-oğuüan ve nihayet Dânişmend-oğuüarı gibi 2. kategoriden vassal devletlerin kurulma sma müsâde edilmesi, Büyük Selçuklu imparatorluğunun Kutalmış-oğullarından gelecek tehlikelere karşı aldığı diğer ihtiyat tedbirleri olarak kabûl edüebüir. Bu suretle Anadolu Selçuklu devletinin ük kuruluşu tamamlanmış oldu. Ver diğimiz izahattan anlaşüıyor ki, bu devletin tâbüik statüsü hakkında açık bügimiz yoktur. Daha doğrusu Büyük Selçuklu imparatorluğu adına hutbe okun ması, para bastırılması gibi en klasik tâbüik şartları dışmda bu devlete ne gi bi mükeüefiyetler yükletüdiğini bilmiyoruz. Eğer bu bügisizliğimiz kaynakla rın yetersizliğinden üeri gelmiyorsa, Anadolu Selçuklu' devletinin herşeye rağ men «asgarî tâbüik statüsü»ne tâbi tutulduğu söylenebüir»ı. Bu açıklamalarda derhal dikkati çeken bazı çelişkiler ve man tık zorlamaları vardır. Şöyle ki, a — Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu imparatorluğu 1 M.A. Köymen, Selçuklu devri Türk Tarihi, Ankara, 1963, s. 102-104. ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 3 na Sultan Melikşah (tahta çıkışı, 25 Kasım 1072) zamanında ka tılmış ise, demek ki, kurulduğu iddia edilen 1073 yılından önce mev cut idi. Anadolu’da «Feth edilecek ülkeler» Melikşah tarafından Kutalmış-oğullarma 1073’de tevcih edildiği ileri sürüldüğüne göre, he nüz ülkesi bulunmayan bu garip «devlet» ne zaman kurulmuştu? b — Böyle bir tevcihin yapılmasında halifenin İsrar sebebi ne idi ? Ayrıca, tâ Sultan Tuğrul Bey zamanından beri dünya meselele rinden el çektirilmiş olan halifeliğin, Melikşah devrinde saltanat iş lerine müdahalesi mümkün mü idi? (aş. bk.). c — Arazi tevcihi fermanı, devlet kurma müsaadesi sayılabilir mi? Üstelik müsaade ile bir devletin kurulması keyfiyeti devlet kavramına aykırı değil midir? d — Türklerde (bu arada Selçuklularda) «Kollektif hâkimiyet sistemi» diye bir uygulama gerçekten var mı idi? Yoksa tek hü kümdarlık ve hepsi ona bağlı olmak üzere, kanat kırallıklan (elig’ler, yabgu’lar, gad’lar, İslâmî devirde melik’ler) usulü mü yürürlük te idi?2. , ' ’ e — Doğu Anadolu’da fetih harekâtma katılmış olan Türkmen beyleri, ülkesi ve ordusu ile müstakil birer «devlet başkanı» mı idi ler, yoksa büyük fetih plânı uyarınca kendilerine ayrılan yönlerde, faaliyette bulunan başbuğlar mı idiler? (Bunlar, 1092’de merkezî İktidarın inhilâlinden itibaren kendi adlarım taşıyan Beylik’lerin kurucuları sayılmışlardır. Anadolu Türk Beylikleri, siyasî karakte re sahip olan eski boy teşkilâtının devamı niteliğindedir). Kısaca, ortada bir «Anadolu Selçuklu Devleti» görülmemektedir. Hâdise, çok eski Türk fütûhat geleneği icabı3, «Bölgenin ele geçiril mesi ve idaresi» için Kutalmış-oğullarına Sultan Alp Arslan tarafın dan verilmiş olduğu anlaşılan bir ikta beratının, Sultan Melikşah za manında yenilenmesi veya ilk defa bu sultan tarafından verilmesi meselesidir. Öteki Türkmen bey’leri de (Artuk, Tutak, Afşin vb...) imparatorluk başkenti İsfahan’daki «Büyük Dîvan»dan, Sultan Melikşah’m imzası ile aldıkları izin ve tâlimat gereğince hareket eden 2 Bu hususlar için tafsilen bk. I. Kafesoğlu, Türk Midi Kültürü, Ankara, 1977, s. 233-237, 307 vd. 3 Bk. I. Kafesoğlu, «Türk fütuhat felsefesi ve Malazgirt muharebesi», Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 2, 1971, s. 1-16. 4 İBRAHİM KAFESOÖLU kişilerdi. Nitekim M.A. Köymen de, Kutalmış oğlu Süleyman’ın Sul tan Melikşah’a bağlılığım gösteren üç hâdise tesbit etmiştir4. Bun lardan biri, Süleymanşah’a karşı başkaldıran kardeşi Mansur’u te’dip maksadı ile, Sultan’m, hasse kumandanlarından Porsuk’u ka labalık bir kuvvet başında Anadolu’ya göndermesidir. Neticede, Mansur’un ortadan kaldırılıp, diğer kardeşlerin -yine Melikşah’m emri ile- merkeze nakledilmesi sebebi ile, Süleymanşah tek başma Anadolu işlerini yürütme imkânım elde etmiştir. Bu durumda, iktidar iddiacılarından arındırılmış «devlet»in iyi ce güç kazanmış olması gerekirdi. M.A. Köymen’e göre ise, «kollektif hükümdarlık sistemi» zedelenmiş ve dolayısiyle «devlet» inhilâl etmiş olduğundan, Sultan Melikşah yeni bir menşur ile Süleymanşah’ı Anadolu Selçuklu Devletinin başına geçirmiştir (1077) ki, bu 2. kuruluştur5. Gerçekte Anadolu’da bir devletin mevcut olmadığı, buna göre de bir «kollektif hâkimiyet sistemi»inden söz edilemiyeceği, devlet reisi olduğu söylenen Süleymanşah, «ülkesinde» ordusunun ve teş kilâtının başmda iken «devlet»in inhilâli bahis konusu olmıyaeağı için, elbette 2. bir kuruluş düşünülemez. M.A. Köymen, 1086’da Süleymanşah’ın ölümü üzerine Suriye’ye gelen ve onun oğullarını ya nma alarak İran’a dönen Sultan Melikşah tarafından, İznik'te meş ru halef bırakılmadığı gerekçesi ile, 2. kuruluşun da sona erdirildi ği mütaleasmdadır ki, buna karşı da: Önce Süleymanşah’ın meşrû haleflerinin hayatta olan oğullan (aş. bk.) olduğunu, sonra, Süleymanşah’ın vekili Ebu’l-Kaasım’m, Büyük Dîvan’ca, İznik’te aynı gö reve devam eden kişi durumunda kaldıkça galiba zararsız-sayıldığı nı, fakat o, haddini aşınca, cezalandırıldığını hatırlatmakta fayda vardır. Nihayet M.A. Köymen, Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1092’de artık «son defa ve katî olarak» kurulduğunu ifade etmektedir6. 2 — Devletin 1075’de kurulduğu iddiası (aş. b k .): 4 M.A. Köymen, Ayn. esr-, s. 104 vd. 5 M.A. Köymen, Ayn. esr., s. 106 (2. kuruluş tarihi, 1077 değil, 1078, bel ki de 1079 gösterilmeli idi, zira ilgili hadise daha sonra, vukubulmuştur, bk. aş.). 6 M.A. Köymen, Ayn. esr., s. 109-110- ANAD OLU SELÇUKLU DEVLETÎ , 5 3 — Devletin 1077’de kurulduğu iddiası : Bu görüşte olan M. Halil Yınanç, kuruluşu Kutalmış-oğlu Mânsur vak’asına bağlamakta ve tarihî kaynaklar tarafından desteklen diği kanaati ile durumu şöyle ortaya koymaktdır : «... Rumeli’de isyan ederek kendini Bizans imparatoru ilân eden N. Bryennos ile mücadele etmek için [İmparator Botaniates] Anadolu’daki Türk prens lerinden yardım istemek mecburiyetinde kaldı. O sırada karargâhlarını Kü tahya şehri civarmda tesis etmiş olan Mansur ile Süleyman kardeşler impara tora yardımda bulunmak üzere İstanbul şehrinin karşısına kadar geldiler... Bunlar Anadolu kıt’asma artık kendi ülkeleri nazarı ile bakmağa başlamışlar dı. Arap müverrihleri Mansur ile Süleyman kardeşlerin biraz sonra aralarının bozulduğundan bahsederler. Hakikaten Anadolu hâkimiyetini paylaşamayan bu iki kardeşin arası şiddetle açılmıştı. Süleyman, kardeşinin isyana hazırlanmış olduğunu metbuu olan Büyük Sultan Melikşah’a bildirmiş ve o da o esnada İs tanbul sarayında misafir olarak kalmakta olan Mansur’un öldürülmesi için imparatora bir elçi göndermişti... Mansur tekrar İstanbul’dan Anadolu’ya dö nerek kardeşi ile mücadele ve muharebeye başlamıştı. Süleyman'ın yeniden müracaatı üzerine Büyük Sultan Melikşah güzide generallerinden biri olan Emîr Porsuk’un kumandasında Anadolu’ya bir ordu göndermişti. Bu ordu Sü leyman'ın kuvvetleri ile birleşti; muharebeye tutuştu. Malatya’lı Ebü’l-Ferec’in Süryani vakayi-nâmesine nazaran Porsuk, Mansur ile muharebeye son vermek için [teklif ettiği] mübareze esnasında, Porsuk’un hilesi sayesinde Mansur te lef oldu. Bunu müteakip bütün Anadolu’nun hâkimiyeti büyük hükümdar Me likşah’a sadık kalan ve onun tarafından sevilen Süleyman’a kalmış ve bu kıt’amn hükümdarlık menşuru ona gönderilmişti... Selçuklu prensleri ile diğer Türk beylerine -güya hâkimiyetlerini meşrû kılabilmek için- hü’at göndermekte ve unvan vermekte olan Bağdat Abbasî halifesi de kutalmış-oğlu Süleyman’a sal tanat menşuru göndermiş, sancak ve hil’atler yollamış ve ona Sultan unvanı üe hitap etmişti. Sultan-ı a’zam (en büyük Sultan) unvanı, ile hitap edilen Melikşah’m zamanında, böylece, sultan unvanının Anadolu vâli-i umûmîsi olan Süleyman’a tevcih edümiş olması dikkate şâyandır. Yalnız, Büyük Sultan Melikşah’m Büyük Divan’ı, Süleyman'ın unvanını ancak «Melik» yâni kıral olarak tanıyordu (1077)... Anadolu’nun ve Türkiye’nin ilk sultanı olan bu padişah’ın... evvelâ Konya şehrini payitaht yaptığı anlaşılmaktadır»?. Memleketimizde en eski ve en yaygın olan bu görüş8, bir yandan 7 Bk. Mükrimin H. Yınanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular devri, Anadolu’nun fethi, İstanbul, 1944, s. 105-107. 8 Meselâ, Halil Edhem, Düvel-i Isldmiyye, İstanbul, 1927, s. 210 : «Ana dolu Selçukileri, ki bunlara Rum Selçukîleri ve Konya Selçukileri dahi derler, Kutalmış b, Israü Arslan b. Selçuk’tan inerler. Bu hânedanın müessisi olan Süleyman-ı evvel 470 h. (1077) de câlis olmuştur». o İBRAHİM KAFESOĞLU fetih ve başkent oluş tarihleri iyi bilinmiyen Konya ile ilgili bulun duğu gibi9; diğer taraftan, Mansur’un ortadan kaldırılarak Süley man’a «sultan»lık veriliş tarihi diye ileri sürülen 1077 yıh da hâdise lere uygun düşmemektedir. Zira, Balkan’larda N. Bryennios isyanı üzerine Anadolu’daki Selçuklu şehzadelerine müracaat eden impara tor N. Botaniates Bizans tahtına, 1078 baharında (3 Nisan) çık mıştır, ki buna göre, Mansur hâdisesinin daha sonra cereyan etmiş (1078 ortaları) olması10, 1077 senesi iddiasının kuvvetli gerekçesini cerh edecek mahiyettedir. Ayrıca Mansur-Süleymanşah mücadelesi nin Anadolu’da müstakil bir devlet ortaya çıkaracak ölçüde önem ta şıdığı hususu da izah edilememiştir. Fakat şu anda bizi ilgilendiren nokta, Süleymanşah’m «Sultan» unvanını alıp almadığı veya her hangi bir yol ile kendisini Sultan ilân edip etmediğidir. Süryanî Mihael’deki tutarsız bir habere (aş. bk.) dayanarak Süleymanşah’m sultan olduğunu bildiren M.H. Ymanç, diğer taraftan, onun Büyük Divan’ca ancak «Melik» sayıldığını söylerken de haklı görünüyor. Ancak aynı kişinin, hem «melik» hem «sultan» olarak tanınması, -bu iki unvan arasında mevcut büyük fark mâlum iken- nasıl mümkün olurdu? Nihayet, Melikşah devrinde saltanat makamının rıza ve mu9 M.H. Yınanç’a göre (Anadolunun fethi, s. 109) Konya 1077’de Süleymanşah tarafından alınmış ve başkent yapılmıştır. O. Turan’a göre (Selçuklular tarihi ve Türk-lslâm medeniyeti, Ankara, 1965, s. 117), ilk defa 1069’da (aynı müellifin diğer kitabı : Selçuklular zamanında Türkiye, 1971, s. 54 vd. ise 1068’de) Türklerin eline geçmiş olan Konya «diğer şehirler gibi, BizanslIlar tara fından istirdat edilmiştir. Türkiye Selçuklular Devleti, 1075 yılında fethedilen İznik’te kurulmuştur.» (O. Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, s. 55)./Ana dolu Selçuklu Devletinin ilk kuruluşunu 1073’e koyan M.A. Köymen devletin başkentinden bahsetmemekte, ancak «2. kuruluş» da, 1084’lere doğru, başken tin İznik olduğunu söylemektedir. (Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 109). İlk baş kentin neresi olduğu hususu yabancı araştırıcılarca da kesinlikle öne sürülemiyor. Meselâ, A.A. Vasiliev (Bizans imparatorluğu tarihi, /Türk, tere/ X, 1943,' s. 452 vd.), Rum yahut Anadolu sultanlığının Süleyman tarafından Konya’da kurulduğu kanaatini belirtirken, J. Laurant (aş. bk.), Bizans kaynaklarına da yanarak, ük başkentin İznik olduğunu söyler. Cl. Cahen’e göre (Pre-Ottoman Turkey, 1968, s. 71, 76) Konya, 1068’de Afşin tarafından sadece yağmalanmıştır; 1080’lerden itibaren Süleyman'ın başkenti olarak İznik görünmektedir. 10 Bk. N. Bryennios, /F r. tere./ Byzantion, XXV-XXVH, 1957, s. 902; Barhebraeus, /türk. tere./ Ebul-Farac Tarihi J, 1946, s. 328 vd.; M H . Ymanç, oı/ıı. esr. s. 106; 1. Kafesoğlu, Sultan Melikşah devrinde Büyük Selçuklu im paratorluğu, 1953, s. 72; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London, 1968, s. 75. ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 7 vafakatı dışında halife kendiliğinden herhangi bir unvan tevcih edebilir mi idi? (bk. aş.). < 4 — Devletin 1080’de kurulduğunu ileri süren Z.V. Togan, hiç bir tarihî delil göstermeksizin : « Türkmencilik bayrağı altında ölen Kutlamış’m oğullan... 1080’de İznik’i alarak bu şehri kendisine payitaht eden Kutlamış oğlu Süleyman» dedikten sonra, devamla, «Süleyman tekm il Anadolu’yu Türkmen beyleri arasında taksim ederek, idare etti» iddiasında da bulunmuştur11. Fakat, onun asıl ortaya attığı ve kendisinden sonra gelen araştırıcı neslin (O. Turan, M.A. Köymen) zihnini alt-üst eden ağır mesele, Büyük Selçuklu ta rihinde «Türkmencilik» cereyanı f araziyesidir. Z.V. Togan’a göre «Tuğrul B ey Türkmenlerce, şüphe yok, ancak Kuş B eği idi. Haya tının sonuna kadar o, bu lakabı taşıdığı hâlde, tslâm memleketinin usulüne istinaden kendisini müslüman teb’aya tanıttı ve o nisbette Türkmenlerce bir mütegaUibe kesildi... Alp Arslan ise Yabgu la kabını lağv ve [Büyük Yabgu unvanını taşıyan] Musa Yabgu’yu azl ettiğini ilân etti... Alp Arslan’m kalabalık ordusu yabancılardan toplanmış bir derme müslüman ordusu idi. Türkmenler hep meşru yabgu, inal’ların, onların oğulları etrafında toplanıyorlardı... Sel çukluların en büyük sultanı Melikşah, Türk devlet ananelerinin en mühim cihetlerine veda etm işti... [Onların] bu gibi hareketleri yü zünden Türkmenler Büyük İran Selçükîlerini hiç beğenmemişlerdi... Rey3de Türkmencilik bayrağı altında ölen Kutlamışım oğullan Bi zans hududundaki oymaklann çök sevdikleri reisleri olmuşlar dır»12. Bu beyanlar karşısında uzun tartışmalara ihtiyaç duymadan sadece, şu soruların ikna edici cevaplarım aramak yeterlidir sanir rız : â — Yalnız Selçuklu çağında değil, bütün Türk tarihinde siyasî vasıfta bir «Kuş Beyliği» müessesesi mevcut olmuş mudur? Tuğrul kelimesi, hele Türk-bozkır kültürü çerçevesinde, özel ad olarak kul lanılamaz mı? b — Dandânakan savaşından sonraki ilk toy’da (kurultay’da) 11 Z.V. Togan, Umumî Türk tarihine giriş, İstanbul, 1946, s. 186. 12 Z.V. Togan, ayn. esr., s. 185 vd. 8 İBRAH İM KAFESOĞLU Selçuklu devletinin başına ittifakla seçildiği bilinen ve siyasî zekâsı yanında âdil, dindar ve saygılı şahsiyeti tarihen sabit bir sultan olan Tuğrul Bey’in iktidarı zorla ele geçirmiş ve kendi soydaşlarına karşı bir mütegallibe (zorba) kişi olarak tanıtılması ne derecede gerçeğe uygun ve insaflı bir davranıştır? c — Büyük Selçuklu imparatorluğu hükümdar âilesini «gayri meşru» gibi gösterirken gerekli tarihî belgeleri ortaya koymak lâzım gelmez mi idi? ç — Alp Arslan’ın ordusu bir «müslüman ordusu» idi, fakat sadece «derme» yabancılardan ibaret değildi. Gulâman-ı Saray (aş. yk. 4000 kişi) dahil, mevcudu 50 000’i bulan Selçuklu hasse ordusu büyük çoğunlukla Türklerden gelmemiş mi idi? (Nitekim bu saray kumandanlarından en büyüklerinin hemen hepsi Türk idi : Sav-tegin, Ak-sungur, Kül-sarıg, AJtuntak, Sungurca, Porsuk, Bo zan vb ...). d — «1080’de Iznik’i alarak başkent yapan, müstakil» Süley man’ın Anadoluyu Türkmen bey’leri arasmda paylaştırdığı hangi vesikaya dayanıyordu? O devrin, adlan herkesçe bilinen Türkmen beyleri, çok önceden beri, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görev yapmakta değiller mi idi ? Z.V. Togan’ın bilhassa Selçuklu hükümdar âilesi ile Türkmenler arasında ve Çağn Bey kolu ile Arslan Yabgu evlâtları arasında varlığını ile sürdüğü «düşmanlık» görüşü13, memleketimizde Sel çuklu sahasında geniş araştırmalan ile t an ın m ış iki tarihçimizin, Anadolu Selçuklu devleti’nin kuruluşu ve Süleymanşah’ın «sul tanlığı» konusundaki açıklama ve yorumlarına yön verecek ölçüde bir ehemmiyet kazanmıştır. Nitekim : «.Devlet, kuruluşundan sonra göçebelikten çıkarak yerleşik m edeniyeti tem sil eden bir siyam te in Daha eyvel W. Barthold, İran’da iktidara gelen Selçuklu sultanlarının, geniş imparatorlukta yer alan türlü soy ve düden müslüman kütleler karşı sında kendüerini artık Türkmen beyi değü, birer «İslâm Sultanı» olarak his setmeğe başladıkları ve hizmetlerini o yönde değerlendirdikleri üzerinde dur muş (bk. Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler, İst. 1927, s. 95-100), bu sebeple de «Türkmen» zümresinin bir dereceye kadar ihmale uğradığını (bk. İs. A. mad. Selçuklular, III, 8) hatırlatmış ise de, soydaşlar ve aynı âüe men supları arasmda uzlaşmaz bir ihtüâfm mevcudiyetinden bahsetmemişti. r ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ Ö şekkül hâline gelm ese idi, şüphesiz, «Türkmenler meselesi» diye bir m esele ortaya çıkmayacaktı» tarzında söze başlayan M.A. Köymen «Şu hâlde Türkmenleri devletin kuruluşunda rol alanlar ve almayanlar şeklinde bir tasnife tâbi tutmak zaruridir» diyerek «ayrılığı» izah için uzun yorumlara girmiş14, O. Turan ise, aynı te mel üzerine kurduğu «Yabgu’lu Türkmenler» ve «âilevî husumet» faraziyelerini, Anadolu Selçuklu devletinin «istiklâl»ine dayanarak yapmıştır (aş. bk.)15. 5 — Devletin 1081’de kurulduğu iddiası : Anadolu Selçuklu tarihinin ilk devresi ile ilgili ciddî araştır masını 1913’de yayınlayan Fransız orientalisti J. Laurent, hâdise-, lere çağdaş, çok yakın veya yakın, Doğulu ve Bizans’lı müelliflerin (M. Attaleiates, A. Komnena, N. Bryennios, î. Zonaras, I. Skylitzes, Barhebraeus/Abul-Farac vb.), Anadolu Selçuklu devletinin başlangıcına dair verdikleri haberlerin çelişkili taraflarını göster dikten sonra, Süleyman'ın, sultan unvanını taşıması bakımmdan 1080 senesinin «erkence» bir tarih sayılması gerektiğini, o sırada «belki de Anadoluya yayılmış bütün Türk kuvvetlerine fiilen ku manda etmek hakkını kesinlikle» almış olabileceğini, fakat 1081’de artık «metbûu olan İran Sultanı’nın otoritesini tanımaz bir istiklâl iddiacısı» durumunda bulunduğunu yazmakta idi16. Aynı araştırıcı daha sonraki bir makalesinde ise, yukarıdaki tereddütleri tekrar lamakla birlikte, Bizans imparatoru ile Drakon-çayı andlaşması (1081) nı yapan Süleyman'ın Anadolu’da işgali altındaki toprak ların hükümdarı olarak artık Sultan Melikşah’ı da dinlemediğini ve Bağdad’m muvafakati olmaksızın «Sultan» unvanmı almasının mümkün olduğunu ileri sürerek, yine de pek açık olmayan şu hük me varmıştır : «O, sultan unvanını taşısm veya taşımasın, 1081’de başkenti İznik şehri olan Rum (Selçuklu) Sultanlığı mevcuttu ve ilk hükümdar Selçuklu Süleyman’dı»17. 6 — Şimdi devletin 1075 tarihinde kurulduğu hakkmdaki iddi14 M.A. Köymen, ayrıl esr. s. 158-162. 15 Cl. Cahen (bk. Pre-Ottoman Turkey, s. 74) bile aynı İz üzerindedir. .16 J. Laurent, Byzance et les Turcs seldjoucides dans l’Asie occidentale jusqu’en 1081, Paris, 1913, s. 8 (ve n. 1), 11 (ve n. 4), 96 n. 1, 100 (ve n. 2), 101. 17 J. Laurent, Byzance et les origines du Sultanat de Boum, Mélange Ch. Diehl, I, Paris, 1930, s. 177-182. 10 İBRAHİM KAFESO&LU aya gelebiliriz. İlk defa O. Turan tarafından beyan ve müdafaa edilen bu görüş, konu bakımından son söz niteliğini taşıdığı için üze rinde ayrıntılı şekilde durmak mecburiyeti hasıl olmtıştur. Önce onun delillerini ve gerekçelerini nakledelim.: «Süleymanşah (1075-1086) Selçuk’un oğlu Arslan Yabgu’nun torunu ve Kutalmış’ın oğlu olup, Türkiye Selçuklu devletinin kurucusu ve ilk sultanıdır.. ^ Bazı kaynaklar Süleyman’ın Alp Arslan tarafından Anadolu’nun fethine me mur edüdiğmi ve hattâ ona ikta olarak ayrüan bu ülkede hükümdarlık hak kının da bahşedilmiş olduğunu yazarlarsa da, bunun tarihi gerçekle hiçbir münasebeti yoktur. Bu müellifler arasinda Süryani Mihael daha ileri giderek, Süleyman'ın oğulları ile birlikte Malazgirt muharebesinde büyük hizmet yap tığını ve zaferden sonra Alp Arslan’m Kapadokya ve Pont ülkelerini fetheden Süleyman’a Anadolu’da saltanat sürmek selâhiyetini tanıdığını söyler. [Hal buki] Alp Arslan’m karşısma iddialı ve kuvvetli bir şekilde çıkan Kutalmış oğullarını Anadolu’nun fethine ve hükümdarlığına tâyin etmesi imkânsız idi. Alp Arslan zamanmda Anadolu’da gaza yapan bir çok Türkmen beyi ve ku mandanı hakkında çağdaş kaynaklar bilgi verdikleri hâlde, daha mühim şahsi yet olan Selçukun torunlarına dair bir kayda rastlanmaması sebebi de budur. «Süleyman ve kardeşlerinin Alp Arslan zamanmda Anadolu’da ve Suriye’de bulunmadıkları hususunda en sağlam delü de Kutalmış, Kavurt ve El-basan’ın isyanlarından sonra, onlara mensup bulunan Yabgu’lu (Yâvgiyya) adlı Türk men kütlelerinin Anadolu ve Suriye’ye kaçtıkları ve bunlardan bir kısmının 1070 (462) de Atsız ve diğer Oğuz beyleri idaresinde fetihlere girişip Filistin’de bir Türkmen beyliği kurarken başa geçecek Selçuklu şehzadesi bulamamış olmasıdır. Filhakika bu Türkmen beylerinden biri olan Şökli ancak 1074 (467) de Sultan Melikşah’a itaatini büdiren Atsız’a karşı harekete geçerken Kutalmış oğullarmdan birini davet edebilmiş ve kendisine Selçuklu hanedanına mensu biyeti dolayısiyle, itaatte bulunacağını bildirmişti... «Zaten mühim kaynakların, Kutalmış oğullarının Melikşah zamanında Anadolu’ya geldiklerine dair ifadeleri de bunu teyit eder. Bununla beraber Melikşah’ın Süleyman ve kardeşlerini Anadolu’yu idareye ve bu ülkede baş sız kalan Türkmenleri disipline almağa memur ettiğine dair ifadeleri de haki kate aykırıdır... Alp Arslan’m ölümü üzerine çıkan saltanat mücadelesinde Süleyman ve kardeşlerinin fırsat bulup Anadolu’ya geldikleri veya Melikşah’m onları serbest bıraktığı anlaşılıyor. Îbn’ül-Ezrak : «Melik Süleyman, Melikşah nezdinden gelip Malatya, Kayseri, Aksaray, Konya, Sivas’ı ve bütün Rum’u fethedip oralara hâkim oldu» ifadesini kullanırken bu gelişin bir tâyin şek linde olduğuna dair bir işarette bulunmaz... Buna mukabil çağdaş Bizans tarihçüeri ve Ebu’l-Ferec Barhebraeus, Süleyman ve kardeşlerinin isyân halinde kaçarak Anadolu’ya sığındıklarına dair kayıt vermekle durumu daha sarih bir şekilde aksettirmişlerdir. «Kutalmış oğullarının tarih sahnesine çıkışları hakkında en mevsuk mâ- ANAD OLU SELÇUKLU DEVLETİ 11 lûmatın (hâdiselere çağdaş tarihçi Gars’ün-Nime’den naklen) Sıbt Îbn’ül-Cevzi’de verildiği şüphesizdir. Sıbt’a göre, Suriye’ye kaçan Yabgulu’lar (Yâvgiyya), Fi listin’de Atsız idaresinde bir Türkmen beyliği kurduktan sonra, 1073 hazira nında hutbeyi Melikşah ve Abbasiler namma okutup bu havaliyi şiî Fâtimîlerden kurtarmışlar ve Selçuklu Sultanı’na bağlanmışlardı. Fakat aynı Yabgulu’ların diğer bir beyi olan Şökli 1074 sonlarında (Rebi I, 467) Akkâ’yı Mısır lılardan alınca Atsız ile bozuşmuş ve ona mağlup olmuştur. Bunun üzerinedir ki, Şökli, «babasının ölümünden sonra Rum’da Yabgulu’larla birlikte gaza yapan Kutalmış oğluna mektup yazmış ve onu Suriye’ye dâvet edip kendisine iltihak edeceğini büdirmiştir: «Sen Selçuklulardan ve hükümdar hânedanındansın, sana itaat edip... Atsız hükümdar soyundan olmadığı için ona tâbi ol mağa razı değiliz...» demekte ve Mısır’dan mal ve yardım vaadi aldığını anlatmaktadır. Bu dâvet üzerine Kutalmış oğlu ile Şökli birleşerek Taberiye’ye gittiler ve orada Mısır halifesine itaatlerini ilân ettiler. Fakat Kudüs’den ha reket eden ve Melikşah’tan 3,000 kişilik yardım kuvveti alan Atsız onları mağ lup etti. Şökli ile oğlunu öldürdü, Kutalmış oğlunu, küçük kardeşini ve am cası (Resûl Tegin) mn oğlunu esir aldı... «Kutalmış-oğullarından biri, Atsız’a ve dolayısiyle Melikşah’a karşı Fi listin’de Mısır şiîleri ile anlaşarak bu teşebbüse girişirken, diğer kardeş (Sü leyman) da Kasım 1074 (Rebi ' I, 467) de Mirdasi emîri Mahmud’un ölümü üzerine Haleb’i muhasara ediyordu. Haleb’de Nasr (Mahmud’un oğlu), Kutalmış oğluna haber gönderdi : «Ben Sultan’ın nâibiyim, sen de ona itaat edi yorsun. Buradan uzaklaş!» Bunun üzerine Haleb’den Selemiye’ye çekilen Kutalmış oğlu, Atsız’dan kardeşinin serbest bırakümasını istedi. Fakat Atsız bu hususta Sultana yazdığını, gelecek cevaba göre hareket edeceğini büdirdi ve bir az sonra da Süleyman'ın kardeşlerini Melikşah’a gönderdi. «Sibt, ayrı bir yerde «Sultan’m amcazadesi olan Kutalmış oğlu Süleyman, Suriye’ye inen Yabgulu Türkmenlerinden olup, Anadolu hükümdarlarının ced didir... son olarak Antakya’yı fethetti» demektedir.... Durum, Süleyman ve kardeşlerinin Alp Arslan veya Melikşah tarafından Anadolu’nun fethi ve ida resine gönderildiğine ve kendüerine ikta edüen bu ülkede hüküm sürme hak kının bahşolunduğuna dair muahhar kaynakların yanüdığmı, ifadelerinin mübhem ve mütenakız bulunduğunu göstermektedir...»ıs. Ö. Turan devam ediyor : «Alp Arslan zamanında Suriye’ye kaçmış bulunan Yabgulu Oğuzların A t 18 B k O. Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, îst. 1971, s. 45-50. O. Tu ran, daha önce yayınladığı «Selçuklular Tarihi ve Türk-îslâm Medeniyeti, An kara, 1965, adlı eserinde (s. 198-202) biraz kısa olarak aynı şeyleri müdafaa et mişti. (Bu eserin tenkidi: Tarih Dergisi, sayı 20, 1965, s. 171-188). O. Turan’ın İslâm Ansiklopedisinde çıkan maddesi (Süleymanşah I, I.A. cüz 112, 1967), son kitabındaki Süleymanşah üe ilgili bölümlerin tamamen aynıdır. 12 İBRAHİM KAFESOĞLU sız idaresine ve Melikşah’a itaat etmeleri ve onlara kargı Şokli'nin kutalmıg oğullarını dâveti üzerine girişilen mücadelede sonuncuların mağlup olması Süleymanşah üe kardeşi Mansur'un kendüeri için daha müsait bir hâle gelen Ana dolu’ya geçmelerine sebep oldu. Gerçekten Artuk Bey’in İran’a dönmesi onların şansını artırıyordu.. Bundan başka Anadolu’ya gelen bu Türkmenlerin mühim bir kısmı da Alp Arslan’a ve Melikşah’a. karşı isyan eden Kutalmış, El-basan ve Kavurt’a mensup «Yabgulu’lar» olup, bunlar devamlı bir şeküde Rum’a (Anadolu’ya) göçüyorlardı. Alp Arslan tarafından El-basan’ı takibe gönderi len ve onu, sığındığı Bizans imparatorundan teslim almak istiyen Afşin de im paratora «Aramızda dostluk olduğundan memleketinize dokunmam. Hâlbuki bu Yabgulu’lar (Yâvgiyya) sultanın düşmanıdır. Sizin ülkelerinizi de yağma ve tahrip ettiler, bu sebeple onu teslim etmeniz gerekir» diye ihtarda bulunmuştur ki, bu durum, Anadolu’ya göçen Türkmenlerin Kutalmış-oğfullarını nasü bek lediklerini göstermektedir. îşte Süleyman ve Mansur’u Anadolu’ya çeken se bepler bunlardı.» «Suriye müellifleri ‘Kutalmış oğlu Süleyman 467 (1075) senesinde İznik ve havalisini fethetti» ifadesi üe bu fetih ve tarihini tesbit edip «Anonim Selçukname»yi teyit eylemişlerdir... Bu suretle, Arap kaynağının (El-Azîmî) açık ifadesine göre, îznik’in fethi ve Türkiye Selçukluları devletinin kuruluşu 1075 yılında vukubulmuştur. Süleyman'ın İznik’ten önce Konya’yı payitaht yaptığma dair görüşler yanlış tahminlere dayanıyordu. «Melikşah 1078’de kardeşi Tutuş’u Suriye’ye gönderir, Atsız idaresinde teşküâtlanan Yabgulu’ları itaate alırken, büyük kumandanlardan Porsuk’u da Anadolu’ya memur ederek Süleyman ve diğer Kutalmış-oğullarını da ber taraf etmek istiyordu... Neticede Porsuk İstanbul’a sığınmış olan -Mansur’u imparator Botaniates’ten istedi. [Mansur Anadolu’ya geçti]... Nihayet arala rında çıkan savaşta Porsuk, Mansur’u bir lüle üe öldürüp keyfiyeti Sultana büdirdi. Türkmenler de Kutalmış’ın diğer oğlu Süleyman’a Utihak etti. Kay naklarımızdaki vuzuhsuzluğa rağmen Pörsuk’un Kutalmış-oğuüarına karşı gönderüdiği, bu esnada onlar Bizans imparatoru üe müttefik oldukları cihetle seferin Rumlara karşı olan akisleri de yerinde olduğu şüphesizdir... Durumu ters mânada anlayan bazı modern tarihçüer Süleyman ile kardeşi Mansur arasmdâ bir savaş olduğunu, Süleyman'ın yardım istemesi üzerine Melikşah’ın Porsuk’u Anadolu’ya gönderdiğini, Mansur’un öldürülmesinden sonra Anadolu hâkimiyetinin Süleyman’a verüdiğini sanmaktadırlar. Melikşah’ın, Süleyman'ın ölümünden sonra oğullarını İran’a götürerek «İznik tahtını» boş bırakması ailevî husumetin devamını gösterir... Mansur’un öldürülmesine rağmen Süley man'ın bu tarihten sonra daha da kuvvetlenmesi, Porsuk’un bu tenkü işinde fazla birşey elde edemediğini ifade eder. Sadr’üd-din el-Hüseynî’nin Porsuk’un Rumları mağlup etmesinden sonra Melikşah’ın «Konya, Aksaray, Kayseri ve bütün Rum beldelerini Kutalmış oğlu Melik Rükneddin Süleyman’a bıraktı» ifadesi de Sultanın Anadolu’da bir fiilî durumu bir müddet için kabul ettiği mânasına gelmektedir. Süleyman ile Mansur’un hiç olmazsa bu sırada yeni Bizans imparatoru ile müttefik bulunduklarında asla bir şüphe yoktur. Sü leyman, Porsuk’a (Melikşah’a) karşı Bizanshlarla ittifak hâlinde bulunarak AN AD OLU SELÇUKLU DEVLETÎ 13 onu muvaffakiyetsizliğe uğratıp çekilmeğe mecbur etti ve bu sayede Melikşah’a kargı istiklâlini korudu... Buraya kadar ileri sürülen iddia ve yorumlan 3 ana noktada toplamak mümkündür sanınz : a — Büyük Selçuklu imparatorluğunda iktidan elinde tutan hanedan üyeleri ile Arslan Yabgu’nun oğlu ve torunları (Kutalmışoğullan) arasında «ailevî husumet» vardır ki, bu, 1075’de devlet kuran Süleymanşah’m siyasî faaliyetlerine yön ve mâna vermiştir. b — imparatorluğun batı bölgelerinde yeralan Türkmen küt leleri, sultanlardan kaçarak tercihen Kutalmış oğullarının hizme tine girmişlerdir ki, bu durum Kutalmış-oğullarımn meşru hüküm darlar kabûl edildiğini göstermekte ve Süleymanşah’m istiklâl eği limi bakımından bir itici kuvvet vasfını taşımaktadır. e — Selçuklu tarihinin bu devresinde «Yabgulu Türkmenleri» kütlelerinin görülmesi bu açıklamaların kesin delilini teşkil etmek tedir. Şimdi meseleyi daha geniş bir çerçeve içinde ele alarak, hâdise leri gerçeğe en yakın şekilde değerlendirmeğe çalışalım : a — Önce belirtelim ki, hükümdar âilesi mensupları arasında iktidar mücadeleleri, Selçuklu çağmda ortaya çıkmış hâdiselerden olmayıp, tâ Asya Hıralarından beri, Türk tarihinin her devresinde ve hemen her Türk siyasî kuruluşunda görülmüştür ve başta gelen sebep de Türk devletinde veraset usulüdür. Bilindiği üzere, Türklerde şehzadelerden en büyüğü veya en küçüğü gelecekte tahtın sa hibidir vb. gibi bir kaide yürürlükte olmamıştır. Fakat, «Karizmatik» 'hükümranlık anlayışı icabı, veliahdliğin de karizmatik bir muhteva kazandığı eski Türk devletinde hükümdar âilesinden her prensin devletin başma geçme hakkına sahip bulunduğu düşüncesi daima geçerliliğini korumuştur. Ancak bu hak, hükümdar olmağa kalkan her şehzadeye veya aynı mücadeleye girişen şehzadelere müşterek olarak değil, dâvacılar arasında en liyakatlisine tanı nıyordu (Idoneitas prensibi). Saltanata hak iddia edenler kendi güç19 O. Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, s. 53-61. 14 İBRAHİM KAFESOĞLU Wini ortaya koyarak, milleti, devleti idare etmeğe lâyık ve mukte dir olduklarını isbat etmeli idiler. Kavgaların sonucunda duruma hâkim olan şehzade, iktidar dizginlerini sağlam ve dengeli şekilde elinde tutabileceğini belirlemiş bir kişi sıfatı ile, hükmetme yetkisi nin asıl sahibi kabûl edilir ve millet onun buyruğuna girerdi20. Bu prensip, İslâm çevresinde kurulmuş olmasına rağmen -diğer bir çok Türk gelenekleri gibi- Selçuklu imparatorluğunda da devam ediyordu. Burada gözden kaçırılmaması gereken cihet, Selçuklu taht mücadelesinin, yalnız Arslan Yabgu kolu mensupları tarafından verilmediği, fakat kendisinde hükümdarlık gücü gören hütün şeh zadelerin (İbrahim Yınal, Er-sığun/Erisığı = Er-basgan = El-başan/, Alp Arslan, Musa Yabgu, Kavurt, Tekiş, Kutalmış) aynı teşebbüse giriştikleridir. Bunlardan yalnız Kutalmış (Süleymanşah’m babası), Arslan Yabgu’nun oğlu idi. Ötekilerin hepsi âilenin di ğer kollarından olup21, kendi özkardeşleri olan sultanlara başkaldıranlardı. Demek ki, hânedanm iktidardaki üyeleri ile Arslan Yab gu nesli (Kutalmış-oğullan) arasında taht kavgası’nm geliştirdiği hususî bir «âilevî husumet» söz konusu değildi. Saltanat mücadelesine giren Selçuklu prenslerinin elbette ken dilerini destekleyen askerî kuvvetleri vardı ve onların yardımı ile iktidara ulaşmak istiyorlardı. Ancak sultanların emrindeki, kısmen yabancılardan kurulu hasse ordusuna karşılık, şehzadelerin kontrol lerindeki birliklerin hemen tamamını Türkmenler meydana geti riyordu. Çağrı Bey’in yanında Belh bölgesinde çarpışanlar, Musa Yabgu’ya bağlı olarak Sîstan ve havalisini ele geçirmeğe çalışanlar, İbrahim Yınal, Kutalmış, Resûl-Tegin, Yakutî kumandasında batı da Bizans sınırlarında, Elcezirede, Azerbaycan’da savaş verenler hep aynı soyun insanları, yâni Türkmenlerdi. Bunlar sultan’dan (gerçekte Büyük Dîvan = merkeâ hükûmet’ten) aldıkları emre gö re, kendi başbuğlarının idarecinde ve ıımıımî fütûhat plânı gerek lerine uygun bir faaliyet bütünlüğü içinde, zaman zaman yer değiş tiren, bölgeden bölgeye sevkedilen kuvvetlerdi. Merkezin tâlimatı 20 Türk devletinde hükümranlık, veraset meselesi ile, çifte kırailık gibi 2’li veya daha fazla hükümdarlı «kollektif sistem»lerin mevcut olmadığı hak. bk. î. Kafesoğlu, Türk Mîllî Kültürü, Ankara, 1977, s. 220-228, 233-237. 21 Tafsilen bk. t. Kafesoğlu, Selçuk’un oğullan ve torunları, TM, XHT, 1958, s. 117-130. ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 15 her yerde kendilerine yetişirdi. Daha önce de, üç Selçuklu liderinin (Çağrı, Tuğrul, Musa) emirlerinde, birbirinden müstakil gruplar gi bi görünen aynı Türkmen kütleleri Dandânakan savaşının .arefesin de tam bir ahenk kurarak tek bir güç hâlinde birleşmişler; zaferden sonra, Tuğrul Bey’in Selçuklu sultanı ilân edilmesi münasebeti ile Merv’de toplanan büyük Toy (kurultay) kararlan uyannca, zapt edilecek memleketlere hükümdar âilesi mensupları tayin edilirken (doğu bölgelerine Çağrı Bey, güney bölgelerine Musa Yabgu, batı bölgelerine Tuğrul Bey) 22 aynı Türkmenler, emirlerine verildikleri prenslerin bölgelerine doğru bir kere daha yayılmağa başlamışlardı. Bu arada batı memleketleri kendine ayrılan Sultan Tuğrul Bey’e bağlanmış gruplar da, onun yüksek komutası altındaki İbrahim Yınal, Kutalmış, Yâkutî’nin sevk ve idaresinde Cibâl, Irak-ı Arab, Azerbaycan havalisinde faaliyete geçmişlerdi. Yeni devletin vurucu gücü niteliğindeki Türkmen kütlelerinin ne sultanlara, ne de bir birlerine karşı düşmanlık beslemelerine sebep yoktu23. Bazı kaynak lardan geçen «Sultandan kaçanlar»24dan kasıt, daha ziyade, bazı Türkmen gruplarını maiyetlerine alan isyancı şehzadelerdi. Zira taht iddiacıları, sultanlar tarafından inatla takip edilirlerdi. Yalnız onlar değil, doğrudan doğruya kendi boylarının başında fetihlere katılan Türkmen bey’leri de merkezî hükümetin kontrolü altında idiler. Su riye ve Filistin taraflarında savaşlar veren Türkmen beyi Atsız, sultanın tâbii olduğu gibi (Mısır Fâtimî’leri ile anlaşarak Selçuk lu devlet politikasma karşı bir yola giren diğer Türkmen beyi Şökli ile Kutalmışoğlunu /M ansur?/ cezalandırmıştı), Anadolu’da, Bah reyn’de ve imparatorluğun doğusunda büyük hizmetler görmüş olan, fakat Süleymanşah ile geçinemediği sezilen ünlü Türkmen beyi Artuk Bey de Melikşah’ın fermanı ile âdeta bir sınırdan ötekine taşm22 Bk. Tarih-i Beyhakî, neşr. Gani-Fayyâz, Tahran, 1324 hş. s. 628; Zubda’t un-Nusra (Türk, tere-, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi), İst. 1943, s. 6; Alibâr’üd-Devlet’is-Selçukiyye /Türk, tere,/ 1943, s. 12; Râvendî, RâJıafus sudur, GMNS, Leyden, 1921, s. 104 (Türk, tere, 1957-1960, s. 102 vd.); I.A. mad. Selçuklular, s. SSS b. Bilindiği üzere bir toy tertiplenerek, zapt edilecek' memle ketlerin önceden tesbiti ve o yönlerde sefere çıkacak başbuğların seçilmesi, eski Türk geleneklerindendir. Bk. Türk fütûhat felsefesi, s. 1-16. 23 Açıklamalar için bk. Tarih Dergisi, sayı 20, s. 180 vd. 24 Sıbt Îbn’ül-Cevzî, Mir’ât’üz-zeman, neşr. A. Sevim, Ankara, 1968, s. 146; Barhebraeus, I, s. 328. 16 İBRAHİM KAFESOĞLU makta idi. Onun Diyar-ı Bekr havalisinin zaptı sırasında çıkan an laşmazlık yüzünden Sultana karşı bir direnme niteliğindeki davra nışında dahi, -Sultanla ilgili sözlerinden ve nihayet yine Büyük Dîvan’ın talimatına bağlı Melik Tutuş’un hizmetine girişinden anlaşıl dığı üzere-, merkezî otoritenin gücü belirmekte idi. Büyük Selçuklu İmparatorluğu çağında merkezî hükümet, ülkenin herhangi bir ye rinde başgösterecek ihtilâflar hususunda o derecede hassas idi ki, huzur kaçırıcı hareketler karşısında hemen akmcı müfrezelerini yo la çıkarır veya, daha tehlikeli kımıldanışların anında bastırılması için, başkent İsfahan’da hasse ordusu kumandanlarını hazır bulun dururdu. İbrahim YınaFın isyanında Sultan Tuğrul Bey, hemen bü tün askerî güçleri sür’atle seferber etmiş; asî Er-sıgun’un Anado lu’ya doğru çekilmesi üzerine Sultan Alp Arslan, onu yakalatmak için, Türkmen Afşin Bey’i yola çıkarmış, Bizans ile işbirliği yap mağı tasarladığı anlaşılan Kutalmış-oğlu Mansur’a karşı Sultan Melikşah, merkezden, büyük kumandan Pörsuk’u Anadolu’ya sevketmişti. Aynı sultan daha sonra, İznik’teki Ebü’l-Kaasım’ı Selçuklu siyasetine aykırı tutumundan dolayı ağır şekilde cezalandırmıştı25. Görülüyor ki, sultanların sert tepkileri yalnız Kutalmış-oğulları ile onlara bağlı Türkmen kütlelerine karşı değil, Selçuklu imparator luğunun fetih harekâtı plânma ters düşen her şehzadeye, kumanda na, başbuğa, her çeşit direnişe karşı idi. Kaynaklarda «Sultan’dan kaçtığı» bildirilen Nâvekî veya Yâvegi Türkmenler de (aş. bk.) bir prensin idaresinde uygunsuz direnme gücü ortaya koyan kütleler olup, te’dip edilmeleri devletin vazifesi gereği idi. b — Bu gibi hareketlere karışan bir kısım Türkmenlerin Kutalmış-oğullarma iltihakları, o ailenin «meşrû hükümdar ailesi» kabûl edildiğini isbatlayacak ciddî bir delil sayılmaz. Çünkü geniş im paratorluk topraklarına yayılmış olan bütün Türkmenler, her ta raftan, «bu meşrû hükümdar âilesi»nin hizmetine koşmuyorlar; fa kat gruplar hâlinde, emirlerine verildikleri şehzade ve başbuğların bölgelerinde (Horasan’da, Sîstan’da, Kirman’da, Bahreyn’de, Kafkaslar’da, Suriye’de vs.) vazifelerini yapmağa devam ediyorlardı. Kutalmış-oğullarının yanındaki Türkmenler de vaktiyle Tuğrul 25 Bütün bu hâdiseler için tafsüen, I. Kafesoğlu, Sultan Melikşah devrin de Büyüh Selçuklu imparatorluğu, 1st.' 1953, (Index) ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 17 Bey’in yüksek kumandası altında olarak Kutalmıg ve kardeşinin enirinde savaşmak üzere ayrılmış bulunanlardı ve herhalde «Irak Türkmenleri» (Yağmur, Gök-taş, Kızıl, Boğa adlı beylerin idaresin de batıya gelen ve beylerinin öldürülmeleri üzerine dağılan Türk menlerinin bir kısmı da Kutalmış-oğullarma iltihak etmişti. Fakat ne yıllardan beri onlarla birlik olanların, ne de sonradan kâtılanlarm zihninde, devletin başındaki sultanların meşru olup olmadığına dair bir takım endişelerin yer aldığı düşünülemezdi. Zira, meşrûiyet bakımından, hükümdar âilesi üyelerinden birinin devlet başında bu lunmasının yeterli sayıldığı o devir Türk hükümranlık anlayışına göre, «sultan»ların fiilen iktidarı yürütmeleri, en kesin «meşruiyet» belgesi durumunda idi. Yukarıda işaret etmiştik ki, karizmatik ve raset usulünce, hanedana mensup herkes hükümdar olma hakkım haiz, fakat liyakatini isbatla yükümlü bulunuyordu. Şehzadeler ara sı mücadele bu açıdan âdeta bir yarışma telâkki edildiği için, çok kere halk, taraf tutmaksızın, sonucu beklerdi. Böylece «kudret ve liyakat»lerini ortaya koyarak tahta sahip olan sultanlar karşısında, başarısızlığa uğrayanların, «meşrû hükümdar» kabûl edilmeleri mümkün olmazdı. Esasen, Süleymanşah’ın, kendi lehine mevcut ol mayan bir «meşrûiyet» düşüncesine dayanarak sultanlık iddiasına kalktığına dair güvenilir bir delil de gösterilememektedir (aş. b k .). c — Fakat, O. Turan, Selçuklu sultanları ile Kutalmış-oğulları arasında bir «âilevî husumet»in sürüp gittiği ve Türkmen kütlele rince yalnız Kutalmış-oğullarmm meşrû hükümdarlar sayıldığı id diasını delillendirmek üzere Selçuklu tarihine bir «Yabgulu Türk menleri» meselesi getirmişti. Ona göre, tâ Arslan Yabgu zamanın dan beri bir kısım Türkmenler (Yabgulular!) bu âile tarafını tu t muşlar, bu âilenin haklı saltanat davasını gerçekleştirmeğe çalış mışlar, bilhassa Sultan Melikşah’ın bu âileyi ortadan kaldırmağa veya tesirsiz hâle getirmeğe yönelik her türlü sert tedbir, takibat ve baskısına rağmen emellerine ulaşmışlardır. Ancak söylenen vasıfta ve «Yabgulu» diye anılan bir Türkmen zümresi gerçekten mevcut olmuş mu idi? Selçuklu tarihinin açıkla mağa çalıştığımız siyasî, askerî ve hukukî akışı içinde böyle bir «zümre»nin türeyebilmesi, bu Türk devletinin tabiî oluşum ve ge26 Bk. Î.A. mad. Selçuklular, s. 359b, vd. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 2 18 İBRAH İM KAFESOĞLU . lişme sınırlarını aşan, izahı müşkül bir gariplik teşkil ederdi. Ni tekim «Yabgulu Türkmenleri» faraziyesinin esası kısa zamanda or taya çıkarıldı; bazı kaynaklarda geçen «Yâvegıya, Nâvegîya, Yâvegîyân, et-Türkmân’ün-Nâvegîya» tabirlerinin27 yanlış okunma ve h a talı yorumlanmasına dayandığı anlaşıldı. O. Turan, Farsça kay naklarda Yindlîyan (İbrahim Yınal’a bağlı Türkmenler), Yağmurîyan (Yağmur Bey’e bağlı olanlar) gibi deyimlerin yer aldığını ha tırlayarak, o zamana kadar mâhiyeti meçhul kalan «Yâvegiya, Nâ vegîya» kelimesinin de aslmda «Yavgiya (Y a v g u + y a = Y a b g u + y a = Yabgulu) »dan başka bir şey olmadığı kanaatine varmış ve Süleymanşah ile birlikte hareket edenlere « Yabgu’lu Türkmenleri» denil diğini söylemek suretiyle Arslan Yabgu’dan Süleymanşah’ın sonu na kadar en aşağı üç nesil devam eden «Türkmencilik» cereyanının Kutalmış-oğullarmı desteklediği hususunda ısrar etmişti. Halbuki filolojik incelemeler, yâvegî ( = yavgi) sözü ile Türkçe bir tâbir olan «yabgu» deyimi arasında bağlantı kurmanın imkân sızlığım; Farsça yâvagî (yâvagîyân) kelimesinin gerek lügat kitap larında, gerek tarihî kayıtlarda daima «Devlet otoritesine tâbi.ol madan-veya herhangi bir sebeple bu otoriteden ayrılarak başı boş hareket eden zümre veya kütleler» mânasını taşıdığını ortaya koy du28 ki, bu tesbit va’kıalara uygun düşüyordu. «Yâvegî» Türkmen ler vardı29, fakat «Yabgulu Türkmenleri» olarak adlandırılan ve do- 27 Bk. Sıbt İbn’ül-Cevzî, s. 147, 169, 243; Daha bk. O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-lslâm medeniyeti, s. 120-123 («El-basan ve Yavgulular mese lesi»), 28 Tafsilen bk. A. Ateş, Yabgulular meselesi, Belleten, sayı 115,. 1965, s. 517-525. 29 Bunlar bilhassa batı bölgesine, kendi bey ve başbuğları idaresinde gelen bir kısım Türkmen grupları olup (meselâ «Irak Türkmenleri» örneği), herhangi bir sebepten reislerini kaybetmeleri neticesi, geçimlerini sağlamak için şuraya buraya dağılıyorlar veya etraftaki şehzadelerin veya beylerip. hizmetine girmeğe çalışıyorlardı. Büyük Selçuklu imparatorluğunun geliştiği sıralarda tâ Maverâ-ünnehirden Umman’a, Kafkaslara, Filistin’e kadar geniş coğrafyanın hemen her noktasmda askerî faaliyetlerin devam ettiği, bilhassa Anadolu fetih harekâtının en hareketli devresinin yaşandığı yıllarda bu «Yâvgî»Ier kapılandıkları bazı maceracı reisler veya âsi şehzadelerle birlikte sürük leniyorlardı. Bu sebeple Orta Anadolu’da, Elcezire’de, Suriye’de «Yâvegî»ler görülüyordu (Meselâ, Kutalmış âüesi ile ügisi olmayan Türkmen Atsız, Fi- ANAD OLU SELÇUKLU DEVLETİ layısiyle Kutalmış-oğulları taraftarlığı ile ya kütle mevcut olmamıştı. tanınm ış 19 ayn bir grup ve Şimdi de Süleymanşah’m «sultanlığı» meselesini gözden geçi relim. Bir Ortaçağ Islâm veya Türk-İslâm devletinde siyasî istik lâlin ilk ve en önemli alâmeti olan «Sultan» unvanı Süleymanşah tarafından kullanılmış mı idi? Veya o 1075’den yahut 1077’den iti baren, gerçek bir devlet başkam vasfında mı idi? O. Turan şunları söylüyordu : «Süleyman 1075’de kurduğu devleti 1078’de Porsuk’un muvaffakiyetsizliğe uğrayarak çekilmesi ile kurtarmış, Melikşah’â karşı istiklâlini korumüştu. O, 1081 muahedenamesi [Bizans’lmparatoru üe yaptığı Drakon-çayı andlaşması] ile, fiilen olduğu gibi, hukuken de Anadolu’da hâkim bir duruma giriyordu. Fühakika A. Komnena’ya göre «îznik»i payitaht yapan ve bizim saray dedi ğimiz sultanlığı orada kurup bütün şarka hükmeden' Süleyman» bu muahede nin akdi sırasmda «sultan» unvanım da taşıyordu. Bununla beraber İslâm kay naklarında «melik» ve bizzat bu Bizans müellifine göre de «emir» unvanı ile anılan Süleyman, kendisini sultan ilân ettikten sonra bu hâkimiyetin tasdiki gerekiyordu. Nitekim Süryani Mihael «Süleyman İznik ve İzmit şehirlerini ala rak oralarda hüküm sürdü, bütün memleket Türklerle doldu; bunu öğrenen Bağdat halifesi ona sancak ve diğer şeyler [hâkimiyet alâmetleri] gönderip, onu taçlandırdı, sultan ilân etti. .Böylece Türklerin Türkistan (Margiana) dı şında biri Horasan’da, öteki Roma (Anadolu) ülkesinde olmak üzere iki hü kümdarı oldu» demek suretiyle Süleyman’a sultân unvanının halife tarafından tevcih edildiğini veya zaten üân edüen sultanlığın onun tarafından zarurî ola rak tasdik olunduğunu belirtir. A. Komnena .da başka bir yerde,; Antakya se ferine çıkmadan önce «Emîr Süleyman bu sırada Sultan rütbesini almış bulunu yordu» kaydını vermekle onu teyit eder. Bir başka Bizans müellifi de (Zonaras), Kutalmış (oğlu Süleyman) tahta çıkmak için sultana karşı geldiğinde, halifenin dahüî bir muharebeyi önlemek maksadı ile, Sultanın, bütün memle ketlere hâkim olması ve Rum eyaletlerini itaate alması için, amcası oğluna yar dım etmesi şartiyle bir anlaşma sağladığını belirtir. «Artık Süleymanşah’m 1075’de tznik’i fethedip(payitaht yapıp..; 1081 mua hedenamesi ile hukuken de Bizansa tasdik ettirdiği...»ao. «Süleymanşah BizanslIlar aleyhine devletini kurar, hududlarmı genişletir listinde Yâvegî /N âvegî/’lerin kumandanı idi. Er-sıgun da o âüeden değildi, fakat Anadolu’da Yâvegî /N âvegî/’lerle beraberdi. Bk. Sıbt ayn. esr. s, 144, 169). Bunlar söylendiği üzere, yalnız Kutalmış-oğullarmı takip eden, yalnız onlar için çarpışan mütecanis bir kütle olmaktan uzaktı ve nerede zararlı du ruma girerlerse orada devlet karşılarına çıkıyordu. 30 O. Turan, Selçuklular samanında Türkiye, s. 66, 80. İBRAHİM KAFESOĞLU 20 ve onlaf kargısında mutlak hâkimiyetini kabûl ettirirken, Sultan Melikgah’a kargı da bu devletin istiklâlini korudu... Hattâ Melikgah, Süleyman'ın oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan (Davud)ı İran’a götürdükten ve Anadolu’yu hükümdarsız bıraktıktan sonra da onun Anadoluda bıraktığı Türk beylerine ve devletine kargı da tenkil siyaseti devam etti. Sultan Süleyman'ın Antakya se feri esnasında Melikgah’m Bizans imparatoruna elçi göndererek onunla muahe de akdi tegebbüsüne girigmesi de kayda şayandır»3i. Demek ki, kısaca : a — 1075 tarihinde Süleymanşah istiklâl ilân etmiş, «sultan» ■unvanını almıştır. Buna dair kayıtlar, Süryanî Mihael, imparator Alexios Komnenos’un kızı A. Komnena ve Zonaras’m eserlerinde yer almaktadır. b — Bizans ile yapılan andlaşma, istiklâlin hukukî belgesini teşkil etmektedir. c — Süleymanşah 1078’de, Porsuk’un gelişi dolayısiyle, devle tin istiklâlini korumuş, sağlamlaşmasını temin etmiştir. Delilleri yakından inceleyelim : a — A. Komnena, babasının Bizans tahtına çıktığı sene (1081) de «Bütün doğunun hâkimi olan Süleyman, bizim imparatorluk sa rayımıza tekabül eden ‘sultanicium’nun bulunduğu İznik dolaymda ikamet etmekte idi» diyor32. Antakya'nın zaptı arefesindeki hazırliklar dolayısiyle de (1081’e doğru), «Emîr Süleyman»m sultanlık ile ilgisini belirten bir ifade kullanıyor33. Fakat her iki beyanında da onun sultan olduğunu söylemiyor. Birinci cümlesinde îznik’deki Türk «hükümet konağı»nm söz konusu edildiği meydandadır; bun dan 3 yıl sonra bile Süleyman’dan «Emîr» diye bahsedilmesi (2. cüm le), Süleyman tarafından sultan unvanının kullanılmadığını göste rir. Bazı araştırıcılara Süleyman’ın «sultan» olduğuna dair sağlam bir kayıt gibi görünen A. Komnena’nın bu 2. cümlesinde gerçekten / 31 O. Turan, ayn esr., s. 77. 32 A. Comnena, The Alexiad /în g. tere./ London, 1928 (19672), s. 93; «Solman, the ruler of the whole of the East, was encamped around Nicaea where he had his «sultanicium» corresponding to our «palaces. 33 A. Comnena, s. 153. A n a d o l u Se l ç u k l u d e v l e t î 2i vuzuh yoksa da34, yine sultanlık’ın bahis konusu olmadığı, kendisi nin hâla «Emîr» olarak anılmasından bellidir35. Ayrıca «sultan»lığm başkasına tevcih edilecek veya bir başka kişinin tasvibi ile tâyin ya pılacak bir makam veya rütbe olmadığı da âşikârdır. Siyasî, İdarî, hukukî bakımlardan tamamen müstakil bir devletin temsilcisi olan şahıs, Sultan unvanını kendisi alır, ilân eder ve civar hükümetlere kabul ettirir. Esasen Zonaras’da ve diğer bazı çağdaş Bizans tarih çilerinin (Skylitzes) eserlerinde sadece «Selçuklu reislerine Rum’ lardan almacak toprakların tevcihi» söz konusu olduğu gibi36, A. Komnena’nm kaydı da «Sultan» gibi hareket etmeğe elverişli hak ve yetki bahşeden bir makam veya rütbeye delâlet etmektedir ki, bu da ancak «melik»lik olabilir. b — Selçuklu çağında hânedan üyeleri, idareden sorumlu kişiler sıfatı ile ülkenin münasip bir yerine tâyin edildikleri zaman «Melik» unvanını alırlardı. Melikler, tıpkı eski Türk-bozkır teşkilâtındaki kaiıad kralları (élig’ler, yabgu’lar, şad’lar) gibi hükümdarın (sulta nın) en yakın yardımcıları olarak, ülkenin hassas bölgelerinde ve ya çoğunlukla fetihlere açık sınır boylarında görevlendirilirler ve vazifelerini, devletin ana siyaset çerçevesini aşmamak şartiyle, en geniş hareket serbestliği içinde yaparlardı. Yine eski Türk devlet lerinde yalnız hükümdar âilesi mensuplarından seçilen kanad kral ları gibi Selçuklu «melik»leri de idarelerindeki yerlerde iç işlerini 34 A. Komnena’daki bu cümle farklı mânalarda çevrilmektedir : J. Laurent (Byzance et les Turcs seljoucid.es, s. 8, n. 1) : «C'est à Nicée que le fils de Phïlarète, prêt à livrer Antioche aux Turcs, doit venir trouver Soliman qui était alors sultan» = Antakya’yı Türklere teslim etmeye hazır olan Filaret’in oğlu, o zaman sultan olan Süleyman’m bulunduğu İznik’e geldi...» EA.S. Dawiés, (The Alexiad... s. 153) : «... to reach Nicaea and there gained access to the Ameer Soliman (who had just attained the rank of sultan) ... = Ö sırada sultan rütbesine (derecesine) eri§mi§ olan Emîr Süleyman ...). B. Leib, (Frans. tere., Anne Comnène, Alexiade, II, Paris 1943, s. 64) «A Nicée, va l’Emir Soliman qui était à ce moment investi de la dignité de sultan...» == O vakit kendisine sultan rütbesi (mansıbı) tevcih edilmiş olan Emîr Süleyman...». 35 Alexiad’da üç yerde geçen «Sultan Süleyman» dan maksat Sultan Kir, lıç Arslan’dır (bk. The Alexiad, s. 162 ve sonraları). O devir Lâtin kaynakla rında da bu baba, oğul kanştırümaktadır (Meselâ, Histoire Anonyme de la Première Croisade, neşr ve Frans. tere. L. Bréhier, Paris, 1924, s. 53, n. 2.) 36 Bk. J. Laurent, Byzance et les Turcs..., s. 96, n. 1. 22 İBRAH İM KAFESOĞLU olduğu fra^ar dış ilişkilerini de tam selâhiyetle yürütürler, komşu ları ile anlaşmalara girişirler, savaşırlar veya barış imzalarlardı. Kendi bölge «merkez»leri ve hattâ «Büyük Dîvan»ı andıran, onun küçük bir benzeri «hükûmet»leri vardı. Ancak, İdarî, a,skerî ve si yasî alanlarda «melik»lerin icraatı,; merkezî hükümetin plânlan için de ve devletin ıımnmî stratejisine uygun biçimde cereyan ederdi. Selçuklu devresinde melikler, -yine eski Türk yabgu ve şad’lan gi bi- sultanlara bağlı birer «kanad kralı» durumunda olduklarından, hutbeyi sultan adına okuturlar ve -izin verilmiş ise- parayı da onun adına bastırırlardı. Bütün hareketleri «Büyük Dîvan»ın kontrolü al tında tutulan meük’lerin aykm davranışları da takibata uğrardı. Misallerini yukarıda verdiğimiz bu türden bir örnek de Tuğrul Bey zamanında, Musa Yabgu’ya ait Sîstan bölgesinde, Yâkutî (Çağrı Bey’in oğlu) nin, babası lehine bir teşebbüsüne karşı Sultanın gös terdiği tepkidir. Zira, Sultan’ın büyük kardeşi ve Dandânakan sa vaşının muzaffer başkumandanı olmasına rağmen Çağrı Bey, Sel çuklu devlet statüsünde, ülkenin doğu bölgelerinin idaresi kendine emanet edilmiş bir «melik» idi (bazan, saygı işareti olarak «Melik’ül-miilûk» deniyor)37. Çağrı Bey’in öteki oğlu Kavurt, Kirman ha valisinde, Sultan Melikşah’ın kardeşi Tutuş da Şam (Suriye) da bi rer melik idiler ve bölgelerinde şer’î, örfî hukuku yürütüyor, asayişi sağlıyor; civar hükümetlerle askerî, siyasî temaslarını sürdürüyor lardı, fakat «sultan» değillerdi (Alp Arslan ve Sencer önce melik idiler, sonra sultan olmuşlardı). Süleymanşah da Selçuklu impa ratorluğunun batı ucünda, Anadolu’da faaliyet gösteren bir «kanad kralı», bir «melik» olarak aynı durumda idi. Bu şartlar altında ise, onun 1081’de Bizans ile yaptığı sınır andlaşmasmı «Anadolu Sel çuklu devletinin istiklâlini belgeleyen bir hukukî vesika» olarak değerlendirmek doğru olmamak gerekir. Esasen Süleymanşah’m, Anadolu’da istiklâl ilânına yönelik fiilî bir girişimi de görülmemek tir. Bizans tarihçisi Attaleiates onun 1079’larda «Sultanlık için iddiada bulunduğu»nu rivayet ediyorsa, da38, böyle bir «niyet» hiç bir zaman gerçekleşmemiştir. Diğer taraftan, M.H. Ymanç’m tesbit ettiği üzere, Büyük Dîvan’m Süleymanşah’ı «melik» olarak tanı ması, yâni hiçbir Doğu ve îslâm kaynağında ondan «sultan» diye 37 Bk. î. Kafesoğlu, Selçuk’un oğullan ve torunlan, s. 120. 38 Bk. J. Laurent, ayn. esr s. 100, n. 1. _ ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 23 bahsedilmemesi39, adı unvanı ile birlikte geldiği zaman daima «me lik» veya «emîr» tâbirlerinin kullanılması40 ve paralarda «Sultan» unvanının görünmemesi41 Süleymanşah’ın hakiki durumunu açıklığa kavuşturan hususlardır. C — O hâlde, Sultan Melikşah’m hasse ordusu kumandanlarından Porsuk’un Anadolu’ya gelişini (1078) Kutalmış-oğulları âilesinekar şı ve onların «müstakil devlet»ini yıkmağı tasarlayan ve sonunda da başarıya ulaşamamış bir Büyük Selçuklu seferi saymakta herhâlde isabet yoktur. Bilindiği gibi bu harekât Kutalmış-oğlu kardeşlerin hepsini birden hedef almamış12 sadece, kardeşi Süleyman ile ihtilâf 39 M.H. Yınanç, Anadolunun Fethi, s. 106, 116, n. 2. Süleymanşah’ın 467 (1074-1075) de İznik’i zaptettiğini zikr eden (ve üzerine Anadolu’da Selçuklu devletinin kurulduğu düşüncesi bina edüen) tek kaynak durumundaki Suriyé’li Arap müellifi'El-Azîmî (ölm. 571=1175)nin, her türlü delilden mahrum bu haberine (zira ne diğer İslâm kaynaklarında, ne dé çağdaş Bizans /Attaleiatés, Skylitzes, A. Comnena/ ve Doğu tarihçilerinde /U rfalı Mateos/ böyle birşey yoktur ve esasen İznik’in zaptı bakmundan bu tarih erkendir) güvenüemiyeceği hak. bk. M.H. Ymanç, Asîmî, U, TT Kong. Zabıtları, 1943, s. 685. 40 Melih Süleyman (Ahbâr’üd-Devlet is-Selçukiyye, s. 49; İbn'ül-Ezrak, bk. O. Turan, Selçuklular samanında Türkiye, s. 47; îbn Bibi, El-Evâmi'rürlÂlâiyye, Tıpkı basım, 1956, s. 18); Emîr -Süleyman (çağdaşı Urfalı Mateos /Türk, tere./ Vekayi-nâme, 1962, s. 161, 164, 168 vd.; ve Bizans tarihçileri vb.). 41 Bk. M.A. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 114. Burada ancak Mes’ud I (1116-1156)m paralarmda «sultan» unvanının yeraldığı belirtilmiştir. 42 Sultan Melikşah Kutalmış-oğulları âüesi mensuplarının daha çok ko runmasına dikkat etmiş görünüyor. 1074’de Suriye’de Şökli ile-ve Mısır Fâtimî hükümeti ile-işbirliğine girmesi yüzünden Mansur (zira Süleyman orada değildi ve öteki iki kardeş ihtimal küçük idiler) mağlûp edildiği zaman kar deşlerinin, Sultanın emri üe İsfahan’a gönderilmesi, Süleymanşah’ın ölümün den sonra oğullarının, yine Melikşah’m isteği üzerine merkeze alınarak, mu hafaza edilmesi (bk. A. Comnena, The Alexiad, s. 161) ve sonunda, 1092’de Kılıç Arslan ile kardeşinin selâmetle îznik’e ulaşmalarının sağlanması bunu gösteriyor (bk. A. Comnena, göst yr.) . Sultan, iddia edildiği gibi, bu âüeye karşı menfî bir tutum içinde bulunsaydı, herhâlde bu, hoş olmayan bazı belir tilerle ortaya çıkardı. Süleymanşah’ın vefatı üzerine oğullarının İran’a götü rülmesini de Sultan Melikşah tarafından, «İznik tahtanın kasden boş bırakıl ması olarak yorumlamanın hiçbir mesnedi yoktur. Mesele, sadece, Siileymanşah'ın Antakya zaptma giderken İznik’te Ebu’l-Kasım adlı Türk başbuğunu vekil bırakmasında sakınca görülmediğini ve ondan da hizmetler beklendiğini ortaya koyar. Fakat Ebu’l-Kasim, beklenen hizmet yerine Bizans ile işbirliği gibi Türk devletinin menfaatlerine aykırı bir yola girince, önce imparator Alexios Komnenos’a bir elçi gönderilmiş (The Alexiad, s. 160; ayrıca bk. I. Ka- İBRAH İM KAFESO ğ LTJ hâlinde olduğu, bu sebepten Bizansa yüz çevirdiği o sırada impara torun y anında. İstanbul’da bulunmasından anlaşılan Mansur’a karşı yapılmış idi43. Huzursuzluk çıkaran Mansur’un harekât sonunda or tadan kaldırılması ile Anadolu işlerinin bir bütün hâlinde, ötedenberi Büyük Dîvan’a bağh kalmış ve sadakatini her fırsatta belirle miş olan Süleyman’a44 verilmesi ile Selçuklu imparatorluğunun batı kanadı iyice sağlamlık kazanmıştır. Bunun hukûkî belgesi de,,.mer kezden Sultan Melikşah’m imzası ile Süleyman’a gönderilen Ana dolu kıt’ası «melikliği» menşurudur45. Daha sonra da, tâ 1085 yılınfesoğlu, Sultan Melikşah..., s. 105, n. 10), sonuç alınamayınca, merkezden, Porsuk ve arkasından Bozan kumandasında Anadolu’ya sevk edilen kuvvet lerle ağır şekilde cezalandırılmış ve ülkenin, Süleyman'ın oğlu Kılıç Arslan’a devri şartları hazırlanmıştır. Hâdiseler böyle cereyan ettiğine göre, ne «âile husumetlerinden ne «müstakil Anadolu devletimi yıkmak niyetleri ve başa rısız teşebbüslerden bahsedilmemek gerekir. Diğer bir ihtimal olarak, Süleymanşah’ın da başkaldırabileceği endişesi üe evlâtlarının sarayda rehin tutul duğu düşünülse büe, bu dahi devletin bütünlüğünü korumaya yönelik bir ted bir sayılır. 43 N. Bryennios, göst. yer.; Barhebraeus, I, s. 329. 44 Süleyman’ın Sultan Melikşah’a, dolayısiyle Büyük Dîvan’a itaatini ortaya koyan hâdiseler : 1 - Suriye’de Atsız’m eline düşen kardeşlerinin iadesi hususunda Melikşah’m emirlerine uyması (1074). 2-H alebi ük muhasarasında Mirdâsî Nasr’ın «Ben Melikşah’m nâibiyim, sen de ona tâbisin, buradan çekil» diye haber gön dermesi üzerine Süleyman'ın kuşatmayı kaldırması (1074). 3 -Kardeşi Mansur’ un uygunsuz davranışlarım ve Bizans’a gidişini Sultan Melikşah’a şikâyet yollu büdirmesi (1077). 4 - Antakya'nın zaptını Sultan Melikşah’a bir mektup ile müjdelemesi ve Antakya ahalisinden alınan cizye münasebetiyle «Sultan Melikşah sayesinde orayı fethettiğini, hutbeyi onun adına okutmakta olduğunu» (1085) söylemesi (Îbn’ül-Esîr, El-Kâmil, VIII, s. 136; Yü 477; Ayn. müel., El-Bâhir, nşr., A.A. Tulaymat, 1963, s. 6; Aksarayî, Müsâmeret’ül-Ahbâr, neşr., O. Turan, 1943, s. 20; M.A. Köymen, ayn.esr., s. 104-106; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 78). 5 - N. Botaniates’in isyan hareketini (1077) destekleyen Siileymanşah’ı kararından döndürmek için imparator Mikhael VH.’nin onunla aynı zamanda Sultan Melikşah ile temas kurması (N. Bryennios ve Skylitzes’den, bk. S. Vryonis, Jr., The Decline of Medieval HeTlenism..., London, 1971, s. 105, n. 124). 45 Ahbâr’üd-Devlet’is-Selçukiyye, s. 49; «Porsuk’u Rum taraflarına gön deren Sultan Melikşah Konya, Aksaray, Kayseri ve bütün oradaki memleket lere Rükn’üd-din Süleyman b. Kutalmışı melik yaptı». Îbn’ül-Ezrak: «Melik Süleyman...» (bk. O. Turan, ayn. esr., s. 47); Kadı A. Negîdî, El-Veled’üş-ijefîk, s. 485: «Melikşah’m Anadolu’ya sancak göndermesi» (bk. O. Turan, ayn. esr., ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 25 da bile, Sultan Melikşah’a itaatini tekrarlamış olmasına rağmen, onun, etrafa kendi başına buyruk gibi y an k ılanan tutum ve davra nışları veya o zaman aldığı bildirilen «şah» Unvanı10 komşuları üze rinde, bir «sultan» etkisini uyandırmış görünmektedir ki, yukarıda vuzuhsuzluklarma dikkati çektiğimiz haberler bu yanlış intibaın mahsulü olmalıdır. Fakat araştırıcıları yanılttığım sandığımız asıl kaynak haber, hâdiseleri ve şahısları karıştıran Süryanî Mihael’in eserinde bulunu yor. Orada «Süleyman»m halife tarafından, sultan ilân edildiği, da ha doğrusu, kendini sultan ilân etmiş ,olan Süleyman'ın saltanatının hilâfet makamınca tasdik olunduğu bildirilmektedir. Ancak bu kayıt yorumlanırken biraz acele edilmiş gibidir.‘Adı geçen Süleyman'ın, Süleymanşah değil, oğlu olması gerekirdi. Yâni İznik ve civarında hüküm sürdüğü halife tarafından öğrenilerek sultanlığı tasdik edi len zat Kılıç Arslan I idi, zira, haberde belirtilen : «Margiane’dekilerden başka, biri Anadolu’da, diğeri Horasan’da Türklerin iki hükümdara sahip olmaları ve Konya’da hüküm süren Süleyman (Antakya’da Greklerin zayıfladığını görerek...) ...vb.» hususlar 1092’de Melikşah’ın vefatından sonraki siyasî çatışmalarda görü len gelişmelerdir ki, neticede Horasan’da Büyük Selçuklu kolu de vam ederken, Anadolu’da Kılıç Arslan tahta çıkmıştır47. Dünyevî s. 80, n. 113); ve yk. n. 40. Böylece ünlü Artuk Bey başta olmak üzere, Anadolu harekâtma katüan bütün bey’ler Süleymanşah’a bağlanmış olu yorlardı. (Bk. A. Sevim, Artuklu’larm soyu ve Artuk Bey’in siyasî faaliyetleri, Belleten, sayı 101, 1962, s. 128). 46 Tarihçi Hayton’dan, bk. O. Turan, ayn. esr., s. 63. 47 Süryanî Mihael’de bu kısım aynen şöyledir : «... Quand il [Süleyman] vint, les Romains prirent la fuite devant lui. Il s’empara des villes de Nicée et de Nicomédie et régna et toute la contrée fut remplie de Turcs. Quand le khalife de Bagdad apprit cela, ü envoya un étandart et d’autres objects et lui-même couronna Soleiman et le proclama Sultan, c’est à dire roi, et l’autorité lui fut confirmée. Les Turcs eurent donc lés deux rois : un dans le Khorasan, et l’autre dans le Beit Roumayê, en dehors de ceux de la Margiane. Soleiman, le sultan qui régnait à Iconium [Konyal s’étant aperçu que les Grecs qui étaient d Antioche...» Chronique de Michel le Syrien /Frans. terc. J.B. Chabot/ HT, Paris, 1905, s. 172 vd. Margian denilen yer, Türkistan değil, Melikşah’m oğlu Sultan Berkyaruk zamanında (1092-1104) yeni «sultan»larm ortaya çıktığı (bk. Î.A. mad. Selçuklular, II, 1) kuzey-doğu İran’da Murgab bölgesidir (A. Berthelot, L’Asie Ancienne..., Paris, 1930, s. 174; W - Barthold /Fars, tere./, Coğrafyâ-yi târih-i İrân, Tahran, hş. 1308, s. 85). Ayrıca bk. yk. n. 35. 26 İBRAHİM KAFESOĞLU otoritenin iyice sarsıldığı o çalkantı döneminde artık halife kendi liğinden hem Kılıç Arslan’m sultanlığını tasdik edebilir, hem de sancak ve sair hâkimiyet belgeleri verebilirdi. Sultan Melikşah zamanında ise, halife tarafından, imparatorlu ğun herhangi bir yerinde -bu arada Anadolu’da- vazifeli bir şehza deye sultan unvanı veya herhangi bir unvan tevcih edilmesi müm kün değildi, zira Büyük Selçuklu devletinin daha başlarında, âmme hukukunda büyük bir değişiklik olmuş, halife’nin yetkileri kısıt lanmıştı. Sultan Tuğrul Bey’in, 20 Ocak 1058 tarihinde Bağdat hi-. lâfet sarayındaki törende «Doğunun ve rBatinın hükümdarı» ilân edilmesi ile resmen tescil edilmiş olan yeni Türk-îslâm hükümran lık anlayışına göre, hilâfet ile ilgili din-ahiret işlerinden ayrıları dünya, yâni saltanat meseleleri yalnız sultanların (dünyevî iktida rın) idaresine bırakılmakta idi48. Eski Türk devlet geleneklerinden olan bu hâkimiyet telâkkisinden hiç bir tavizde bulunmayan-Türk sultanları en kudretli çağm yaşandığı Büyük Selçuklu imparatorlu ğunda, kendileri dışında bir siyasî hâkimiyet otoritesi tanımayacak ları için, halifenin saltanat işlerine el atması hemen imkânsızdı. Dolayısiyle halifelik, Süleymanşah’a Büyük Dîvanca yapılan herhangi bir tevcihi tasdik edebilir, belki buna bir iki lakab da eyleyebilir (Nâsir’üd-devle, Ebü’l-fevâris), fakat, başkaca unvan veya hâkimi yet belgesi sancak vb... veremezdi. Ne kadar dikkate değer ki, Süleymanşah’ı Anadolu’da müstakil bir devletin kurucusu görmeye yatkm olanlar da bu nöktada takılmışlardır. Mesela, Cl. Cahen, halifenin Sultan unvanı tevcih edemiyeceğini, Sultan Melikşah’m da kendine bağlı bir şahsa «sultanlık» bağışlayamıyaçağmı dikkate alarak : «Birçok hallerde görüldüğü gibi, Süleyman kendisi istemeden de, müttefiki Bizans’tan böyle bir unvan beklemeden de, adamları ona «Sultan» diye hitap etmeğe başlamış olmalıdır...»; «Bazı Bizans eserlerindeki -eğer Kıhç Arslan ile karıştırılmıyorsa- Sultan Süley man kaydının kaynağı bu olabilir»49 demektedir. Süleymanşah’ın sultanlığını isbata çalışan O. Turan bile, aynı tereddüdler içinde kal mış ve : 48 Tafsilen bk. î. Kafesoğlu, Î.A. mad. Selçuklular, III, 4-5; Ayn. mttel., Türk Mülî Kültürü, S. 302-305. 49 Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 75 vd. ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 27 «...Fakat, hâkimiyet unvan ve alâmetlerinin tevcihinde mânevi otorite olan halife yanında siyasî iktidarın mümessili bulunan Büyük Selçuklu sul tanı (Melikşah)’in iştiraki de gerekiyordu... Süleyman'ın şiî Fâtimî otoritesini tanımasına fırsat vermemek, hâttâ ortaya iki rakip sultan çıkararak kendi kudretini artırmak maksadı ile [halife’nin] Süleyman’a «Sultanlık» tevcihinde bulunması tabiî idi. Porsuk’un çekilişinden sonra Melikşah’ıh da Süleyman’a «melik» unvanını vermiş olması da vârid idi. Lâkin İslâm dünyasının tek sultam ve hâttâ cihan hâkimiyeti davacısı Melikşah’ın Süleyman’a bizzat bu unvanı tev cih ederek, onu kendisine şerik kılan bir rütbeye eriştirmesi müşkü idi... Buna rağmen halife, Süleyman’a «melik» değil de, bizzat «sultan» unvanı tevcih ederek Melikşah Ue kendi arasını açmış olmalıdır... Süleyman'ın şiî Fâtimîleri tanıma teşebbüsü bu tevcihi zaruret hâline getirmiş olup Süleymanşah ile Melikşah arasındaki âüevî rekabet ve saltanat mücadelesinin devam ettiğini de ortaya koyar... Uc gazisi Süleyman’ı şiî halifesine bağlanmaktan vaz ge çirmek maksadı ile bu esnada ona sultanlık tevcih edildiğini kabûl etmek yerin de olur... vb.»=° diyerek işi tahminlere bağlamak yoluna girmiştir. Biz, «sultan» unvanının tevcih edilemiyeceğini, ancak tasdik edilebileceğini, esasen, «Anadolu Fâtihi» lakabına hak kazanmış bu ünlü Selçuklu şehzadesinin, ömrü boyunca millete, devlete hizmetle yetinip, dünyevî iktidarım artırma cihetine gitmediğini, onun Sel çuklu ana siyasetine ters düşecek olan Fâtimî devletinin tâbiyetine gireceğinin düşiinülemiyeceğini, Tarsus ve civarını zaptettikten sonra Trablusşam’m şiî hâkiminden imam ve hatip istemesinin, ye ni şiî teb’ası için dinî ihtiyaçları karşılamak gayretinden ileri gel diğini, o devir Selçuklu imparatorluğu dahilinde yalnız çeşitli mez hepten müslümanlara değil, gayri müslimlere de geniş bir dinî toleransın tamnmış bulunduğunu ve hele Sultan Melikşah devrinde halife El-Muktedî Billah’m ileri sürülen ölçüde şumullü teşebbüs lere girişebilecek bir nüfuz ve imkâna sahip olmadığını51 tekraren hatırlattıktan sonra, neticeye gelebiliriz : Anadolu Selçuklu Devleti, fiilen de, hukuken de, Süleymanşah’dan sonra ve ancak, Büyük Selçuklu imparatorluğundaki melik’lerin, bey’lerin, başbuğların metbûu olan Sultan Melikşah’m vefatı (1092) ile vukua gelen iktidar boşluğu (merkezî otoritenin inhilâli) üzerine imparatorluk parçalandığı zaman İznik şehrinde, Süley50 O. Turan, ayn. esr., s. 63-64. 51 Bk. Cl- Cahen, göst. yer. 28 İBRAHİM KAFESOÖLÜ manşah’m oğlu Kılıç Arslan tarafından kurulmuştur. Yâni Anadolu Selçuklu melikliği 1092 yılmda ve Kılıç Arslan’m idaresinde müsta kil devlet hüviyetini kazanmıştır. Bu hâdise üzerine çağdaş Bizanslı tarihçi A. Komnena, artık hiçbir şüpheye yer vermiyecek açıklıkta olan şu kaydı düşmüştür : Büyük Süleyman’ın iki oğlu Horasan’dan sür’atle îznik’e geldiler, sevinçle karşılandılar, Ebül-Gazi şehri onla ra teslim etti. İki kardeşten büyüğü, Kılıç Arslan Sultan seçildi»52. O zamana kadar gerçekte, meliklik merkezi ve batıya yönelik bir as kerî üs durumunda olan İznik de, bu yeni devletin başkent’i oldu. Böyleee ilk başkent’in yeri münakaşası da sona ermiş bulunuyor. 52 The Alexiad..., s. 162. «Batı Sultanı Kılıç Arslan» : Urfalı Mateos, s. 164, 187, 218. TÜRK DEVLETİNDE HÂKİMİYET ANLAYIŞI Abdülkadir Donuk Bir devlet birbirlerini tamamlayan şu dört ana unsurun bulun ması ile kurulur : Ülke, İnsan topluluğu, İstiklâl (yâni hâkimiyet ve ya hükümranlık) ve Hükümet (yâni İktidar, icra gücü)1. İstiklâl unsuru, ülke içinde ve dış ilişkilerde devlet hâkimiyetinin hüküm ve nüfuzunu belgeler. İstiklâl belirli bir ülke dahiünde ve devletler ara sı münasebetlerde geçerli olan en yüksek iktidar ve salâhiyettir2. Hâkimiyet (istiklâl), dış hâkim iyet ve iç hâkimiyet olmak üzere iki şekilde görünür3. Dış hâkimiyet; Devletin diğer devletlerle olan münasebetlerini, herhangi bir başka devletin baskısı, müdahalesi ve aracılığı olmadan, dilediği gibi tâyin, tesbit etmesi4 ve karar verme serbestliğidir5. Yâni, devletler arasında hukuken bir dengenin bu lunması, birinin diğerine emirler verememesi, onun iç hâkimiyet haklarına kanşamaması demektir6. İç hâkimiyet ise; Devletin, ül kede oturan bütün insanlar üzerinde haiz olduğu üstün iktidar ve salâhiyetidir7. Devlet bu unsura dayanarak, u m u m î menfaatleri ko ruma gayesiyle kanun koymak, vergi tarh etmek, millî müdafaa ted birleri almak, adaleti temin etmek, iç nizam ve asayişi sağlamak ve 1 2 3 s. 386. 4 5 6 7 Bk. S.L. Meray, Devletler hukukuna giriş, I, Ankara, 1960, s. 115. Bk. H.N. Kubalı, Devlet ana hukuku, I, İstanbul, 1950, s. 195. Bk. D.G. Vecchıo, /Türk, tere./, Hukuk felsefesi dersleri, İstanbul, 1952, Bk. Bk. Bk. Bk. S.L. Meray, Ayn. esr. s. 246. A.F. Başgil, Esas teşkilât hukuku, I, İstanbul, 1960, s. 179. H.N. Kubalı, Ayn. esr., s. 195. D.G. Vecchio, Ayn. esr. s. 386; A.F. Başgü, Ayn. esr., s. 178. 30 A BD Ü LKADİR DONUK diğer her türlü âmme hizmetlerini görmek gibi hukukî muamelele ri icra eder8. Hükümet, hâkimiyet ve otoritesini başka bir devletten alıyor sa o takdirde istiklâl ya yoktur veyahut da tam değildir9. 1 — Çeşitli hâkim iyet anlayışları Hâkimiyet kısaca «emir verme ve emri icra etme meselesidir». Nerede bir emir veren ve emri yerine getiren bir kütle var ise ora da devlet var demektir. Ancak «devlet»te emretme, hakkının itaat edenler tarafından «meşru» kabûl edilmesi lâzımdır10. Her sosyal çevrenin kendine mahsus bir hukuk anlayışı ve ayrı bir kuruluş şek li olduğundan, milletler de birbirinden farklı meşrûiyet anlayışına sahip olmuşlardır. Tanınmış sosyolog Max Weber (1864:-1920), topluluklara göre çok çeşitli olan hükümranlık şekilleri arasında ortak vasıfta üç tip tesbit etmiştir: Gelenekçi hâkim iyet; Karizmatik hâkim iyet; Ka nunî hâkimiyet. Ancak bu sistemler tamamen teorik olup, onları yüzdeyüz uygulayan bir topluluk mevcu,t değildir. Ama bu hususi yetleri taşıyan topluluklar görülmüştür. a — Gelenekçi hâkim iyet: Bu, «mevcut bir sosyal düzeni de vam ettirme» prensibine dayanır. Buna göre, sosyal düzeni yürü tenlerle o düzene bağlı olanlar arasındaki farklılaşmanın çok eski den ve devamlı olduğu kabûl edilir. Böyle bir hâkimiyet yapısında yer alan hükümdarlar yazılı hukuk kaidelerine göre değil, daha zi yade örf, âdet ve geleneklere uygun olarak hâkimiyetlerini yürüt mektedirler. İdareci durumunda olan zümreler halkm geleneklerine âit bir şey değiştirmezler. Aksi hâlde halkın şüphesi ve tepkisi ile karşılaşırlar. Bu direnmeler sisteme karşı değil, sistemi bozanlara karşı olur. b — Karizmatik hâkim iyet: Bu hâkimiyette esas, « Charisma» 8 Bk. H.N. Kübalı, Ayn. esr., s .196. 9 Bk. Z.M. Alsan, Yeni devletler hukuku, I, Ankara, 1967, s. 157. İstiklâl unsuru hakkında tafsilât için bk. Y. Abadan, Âmme hukuku ve devlet nasariyeleri, Ankara, 1952, s. 255-328; H.N. Kubalı, Ayn. esr., s. 195-221; A.P. Baggil, Ayn. esr., s. 175-184. 10 Bk. 1. Kafesoğlu, Türk mülî kültürü, Ankara, 1977, s. 220- TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI 31 yâni, bir nevi insan üstü «lütuf ve inayet»le donatılmış olma gücü dür. Karizmatik hâkimiyette idare edilenler, hükümdarı bu nitelik te bir varlık olarak kabûl eder. Buna göre idare eden üstün bir kuv vet ve kabiliyete sahiptir. Tanrı onu öyle yaratmıştır. Daha ziyade dinî topluluklarda görünen Karizmatik meşruiyet telâkkisinde hü kümdarın davranışları rol oynamaz. «Tanrı bâğışı»nın belirtileri her zaman idare edilenlerin lehine olmayabilir. Bir yerde örnek bir in san, peygamber veya dinî bir lider yüksekliğinde kabûl edilen hü kümdar bazan da korkunç davranışlar içine de girebilir. Mühim olan şey idare olünahlarm hükümdarın bu olağanüstü vasıflarına inanmaları ve itaat etmeleridir. Böylece, ister kan dökücü, ister mer hametli olsun, o hükümdar diğer insanların yapamıyacağı bir ta kım icraatı yaptığı fikri toplulukta yaygınlaşır ve iktidar meşrû’luk kazanır. c — Kanunî h âkim iyet: Bu hâkimiyet telâkkisinde hükümda rın şahsî davranışları yerine bir takım hukuk kaideleri yürürlükte dir. Bu kaidelere aynı, zamanda her fert uymak zorundadır. Kanu nî hâkimiyet anlayışında hükümdarlar iktidarı ellerinde tutmaları na rağmen, sonsuz hâkimiyete sahip değillerdir. Yâni kendileri de kanunlara uymak mecburiyetindedirler. Bütün icracılar hükümda rın şahsî adamları değil, kanunları yürütmekle vazifeli insanlardır11. Hemen belirtelim ki, bu üç şematik târifin biri diğerinin geliş miş şekli değildir. Bir sıra tâkip etmez. H. Freyer’e göre12, «gelenekçilik’in izlerine en modem topluluklarda dahi rastlanır. Kariz matik telâkki de zaman zaman eski ve yeni çağlarda görülür». Bir toplulukta karizmatik yanında gelenekçilik’e de rastlanıyor; kanu nî meşrûiyet yanında karizmatik de olabiliyor. Yukarıda söylediği miz gibi böyle bir sınıflama ana hatları ile yapılmıştır. 2 — «Dominium» ve «İmperium» anlayışları Belirttiğimiz hükümranlık şekillerinin yanında bir başka hâ kimiyet telâkkisi daha mevcuttur. Bu da Lâtince «Dominium» ve «İmperium» deyimleri ile anılan hükümranlık telâkkileridir. Konu\ - 11 Bu üç hâkimiyet telâkkisi hakkında tafsilât için bk. H. Freyer, Sos yolojiye giriş, /Türk, tere./, Ankara, 1963, s. 117 vdd.; Ayn. müell., /Türk, tere./, İçtimaî nazariyeler tarihi, Ankara, 1968, s. 183-190. 12 Sosyolojiye giriş, s. 199 vdd. 32 ABD Ü LKADÎR DONUK anlayabilmemiz için evvelâ Dominium ve Imperium ne demek tir? Bunu kısaca târif etmeye çalışalım. Dominium, Dominus (mülk sahibi)’dan gelir (masdar hali «Domare») . Dominium «insanın sahip olduğu herşeyi, serveti hak kında söz sahibi olması»dır13. Yâni insanın «kendi mal ve mülkü ne ve bunlarla ilgili herşeye mutlak olarak hâkim olması»dır14. Di ğer târiflere göre, Dominium «Devlette sahipliliktir»15; «Arazi üze rinde tasarruf hakkı»16 dır. Dominium deyimi en eski Roma kanun larında, bir şahsın diğer şahıslar üzerindeki otoritesi ve kuvveti ile ilgili idi. Meselâ, baba hukukuna dayalı âilede babanın hanım, ço cuklar ve esirler üzerindeki haklan ki, bu haklar hayvan sürüleri üzerindeki haklar ile aynı idi17. Dominus, kendi toprakları üzerindeki insan ve hayvan bütün canlıların, evin, çiftliğin vb., mutlak sahibi olan kişidir. Bu anlam da kelime devlet ve o devletin başkanı için de kullanılmaktadır18. Bizim üzerinde durduğumuz asıl konu da budur. Bir devletin top rakları ve halkı, hükümdar ve âilesinin mülkü sayılırsa bu «Domi nium» olarak kabûl edilmektedir. Bu hukuk anlayışında bütün ül kedeki insanlar, hükümdar ve âilesine hizmet ile yükümlüdürler. Hükümdar, toprakla beraber üzerinde yaşayan insanları miras yo luyla devredebilir, hattâ başkasına verebilirdi. Böyle bir durumda hiç kimse hükümdara karşı çıkamadığı gibi, hükümdar da hiç kim seye hesap vermezdi. Hükümdardan hesap soracak bir kuruluş da yoktu19. Imperium’a gelince : Bu tâbirin nereden çıktığı açık değildir. Baştaki «.im» ön ektir, «perium », «yaratmak» mânasındaki «paray u 13 Bk. M. Kaser, Forshungen zum Römischen Recht, Eigentum und Besitz im Alteren Römischen Recht, Böhlau-Verlag Köln Graz, 1956, s. 307 vd. 14 Bk. E. Meyer, Römischer Staat und Staats-Gedanke, Zürich, 1948, s. 242. 15 Bk. W.W. Buckland, The main Institutions of Roman Private law, Cambridge, 1931, s. 93. 16 Bk. Y. Abadan, ayn. esr., s. 127. 17 Bk. N.G.L. Hammondand - H.H. Scullard, Dominium, The Oxford Classical Dictionary, Oxford, 1972, s. 359 vd. 18 Bk. M. Kaser, ayn. esr., s. 308. 19 Dominium hakkında daha bk. M. Kaser, Ayn. esr., s. 306-312; W.W. Buckland, Ayn. esr., s. 93 vdd.; Ayn. müell., A Text-Book of Roman law from Augustus to Justinian, Cambridge, 1932, s. 186-189. TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI 33 re»den gelmektedir. Fakat bu kökten türemiş olduğu hakkında te reddütler vardır20. împerium kelimesinin dinî ve majik (büyü, sihir) durumlarla ilgili olabileceği de ileri sürülmektedir. Buna göre: baş langıçta bilhassa hükümdarın şahsında mevcut bulunan majik güç ler daha sonra halkı idare etmek ve orduyu zafere götürmek mâna sına alınmış olmalıdır. Böylece Roma krallarının güçlerinin tanım lanması için kullanılmıştır21. Bugün dilimize «Emr etme kudreti» diye çevirebileceğimiz bu tâbir, sonradan «imparatorluk» mânasını ifade etmek üzere, bütün dillere geçmiştir. Fakat, başlangıçta herhangi bir büyük devleti de ğil, sadece «imperium Romanımı» şeklinde Roma devletini anlatan bir mefhum olarak kullanılmıştır. Dikkat edilirse, imperium tâbiri ile hâkimiyet devletin hâkim faktörü açısmdan şahsî unsura değil, mânevî bir kavram olan «emr etme kudreti»ne bağlanmaktadır22. Bu itibarla imperium şu şekillerde yorumlanmıştır : «împerium devlet başkanınm bütün salâhiyetlerini ve kendisine tanınan fevka lâde imtiyazları kapsayan bir mefhum»23. «Halktan alman yetki»24. «İmparatorluk yetkisi»25. Kralın «hukukî hâkimiyet hakkı»26. «Kira lın kanun yolu ile dinî, askerî, kazaî, icraî vb. salâhiyetlere sahip olması»27. «Ülke ve halk üzerindeki hükümranlık hakkı»28. «Buyur ma kudreti»29. «împerium’u kullanana imparator denir; imperium salâhiyetinin en görünür tarafı ordu kumandanlığı olduğundan, bu da, «kumandan» gibi bir mânaya gelir. împerium, kumandanlık sa lâhiyeti dolayısiyle ordu toplamak, terhis etmek, askeri mükâfatlan dırmak ve aynı zamanda eyâletleri üzerinde hükm ve kontrol etmek imkânlarını verirdi»30. Son bir târife göre, imperium «Tanrıdan alı20 Bk. Th. Mommsen, Roemisches Staatsrecht, I, Başel, 1952, s. 22, n. 3. 21 Bk. E. Meyer, Ayn. esr., s. 109. 22 Bk. Y. Abadan, Ayn- esr., s. 127 vd. 23 Bk. E. Meyer, Ayn. esr., s. 109. 24 Bk. H.F. Jolowicz, Historical Introduction to the Study of Roman lava, Cambridge, 1932, s. 371. 25 Bk. Ş. Berki, Roma hukuku, Ankara, 1949, s. 24. 26 Bk. S.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, İstanbul, 1944, s. 186. 27 Bk. Ch. Crozat, Amme hukuku dersleri, İstanbul, 1938, s. 136; R.G. Okandan, Roma âmme hukuku, İstanbul, 1944, s. 28. 28 Bk. D.G. Vecchio, Ayn. esr., s. 386. 29 Bk. M. Akbay, Umumî âmme hukuku dersleri, I, Ankara, 1958, s. 271. 30 Bk. Z. Umur, Roma hukuku, tarihî giriş ve kaynaklar, İstanbul, 1967, Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 3 ABD ÜLKADİR DONUK 34 nan kudret ile, imparatorun yerine getirdiği hâkimiyet»31dir. 3 __ Eski devletlerde hâkim iyet şek illeri: a Çin hâkimiyet anlayışı Çin’de Chou’lar devrinde (m.ö. 1050-246) durum şöyle idi: Baş larında kabile reisleri bulunan, sayısı bini aşkm küçüklü büyüklü derebeylik32. İmparator Wu-wang’m bütün çabalarına rağmen dev let bu feodal karakterini muhafaza etmiştir33. Çin devleti, hüküm dara tâbi olmak üzere «Çu-Heu» adında vassal derebeylerin bulun duğu küçük bölgelere, bu bölgeler de başlarında «Fu-Yong» ismin deki vassalların yer aldığı daha küçük bölgelere ayrılmış durumda idi34. Ancak Chou’ların zamanında Bozkır menşeli «Gök dini» ve « Gö ğün emri» teorisinin Çin’de hâkim olmağa başlaması ile tek hüküm darlığa doğru bir gelişme (geçiş) görülmüştür. Bu yeni fikre göre, hükümdar, Gök tarafından tâyin edilir, o, dünyayı idare eder ve halkın faydası için çalışırdı. Bunu yapamadığı takdirde gögün seç tiği başka bir hükümdar iş başına gelirdi. Burada hükümdarın gök tarafından tâyin edilmesi ve halkın faydası için çalışması, onun devlet mekanizmasının bir âletinden başka bir şey olmadığmı gös terir. Böylece bir kült niteliği kazanan «Göğü takdis» düşüncesi Çin devletinin otorite kaynağı olmuştur. Bundan başka. Gök kültü ile âile sistemi bir sayılmıştır ki, Çin hükümdarlarına «Gögün Oğlu» denmesi de bunun bir neticesidir35. s. 83, 87. En yüksek makam sahibine verilen bu unvan (imperium), mânasında hiçbir şey kaybetmeden askerî alanda kumanda etmek anlamında da kullanılır. Böylece imperium ile kumandan birbirinden ayrüamaz (bk. Th. Mommsen, Ayn. esr., s. 116). 31 Bk. O. Akşit, Roma imparatorluk tarihi (m.s■ 193-S95), İstanbul, 1970, s. 335; Ayn. müell., Roma imparatorluk tarihi (m.ö. 87-m .s. 198), İstanbul, 1976, s. 39, 51. 32 Bk. W. Eberhard, Çin tarihi, Ankara, 1947, s. 34. 33 Bk. H- Maspero, La Chine Antique, Paris, 1927, s. 105; M.Ş. Günaltay, Uzak şark kadîm Çin ve Hind, İstanbul, 1937, s. 44 vd., 144; M.N. özerdim, Choular ve Türk'lerden gelen Gök dini, Belleten, sayı 105, 1963, s. 8. 34 Bk. H. Maspero, Ayn. esr., s. 142 vd.; Daha bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku «ük zamanlar», İstanbul, 1946, s. 2635 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr., s. 36; M.N. özerdim, Ayn. esr., s. 19. Bu na rağmen, yine bu devirde m.ö. 704 yılında bugünkü Nankin civarında ortaya TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI 35 Gök dini inancının bu şekilde ortaya çıkması, filozof Konfuçyüs (ölm. m.ö. 480) tarafından işlenmiştir. Filozofa göre, devlet yalnız âilelerin genişlemiş bir şeklinden ibarettir. Âileyi meydana getiren fertlerin nasıl karşılıklı sorumlulukları bulunuyorsa, devlette de yö neticilerle yönetilenler arasmda belirli görev ilişkileri vardır. Hü kümdarla Gök arasındaki bağ, baba ile oğul arasındaki gibidir36. Konfuçyüs felsefesinin ana kavramı «Tao»37dur. Tao, fertlerin ve devletin takip etmesi gereken ideal yoldur. Dünya ve fertler bu «Tao» sayesinde en iyi şekilde idare edileceklerdir. En iyi hüküm dar «Tao»ya göre hareket eden kimsedir38. Gök yüzü de «Tao»ya uyar. Güneş, ay ve yıldızlar nasıl belirli bir kanuna göre hareket ediyorlarsa, insanlar da dünyada benzer bir kanunun çerçevesi için de hareket etmelidir39. Konfuçyus’a göre, devleti yönetenlerin başın da gelen hükümdar, hükümranlık yetkisini Gök (Tanrı)’ten alır ve Gök tanrının oğlu olarak kutsal bir kişidir. Bu hükümranlık yetki sinin devam ettirilmesi, ancak iyi ve adaletli hareket etmekle müm kündü40. Çin devleti Ch’in sülâlesi (m.ö. 256-207)’nin temsilcisi impa rator Shih-huang-ti (m.ö. 247-210) zamanında, feodalizm’den ko layca kurtulabilen bir devlet olmuştu. Derebeylik sistemi yerine, devlet «Konfuçyus’çuluk» prensiplerine oturtulmuştur. Böylece im paratorluk, merkezî bir hükümet, siyâsî birliği kuvvetli ve askerî bir devlet hâline gelmiştir41. Bu devirde memleket «îl»lere ve İller çıkan Wu derebeyinin kendisini «Wang» (hükümdar) Uân etmesi, Çinlilerin dünyada yalnız bir tek hükümdarın mevcut olabüeeeği fikrinden ayrıldıklarını göstermesi bakımından önem taşımaktadır (bk. W. Eberhard, Ayn. esr-, s. 42). 36 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr., s. 46 vd.; I. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve kültür tarihimizdeki yeri, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 1, İstanbul, 1970, s. 35 vd. 37 Tao’nun mânası «yol», «idare et», «hareket et» ve «anlatmak»dır (bk. M.N. Özerdim, Konfüçyanizm ve Batı Demokrasisi, DTCFD, XI, 2-4, 1953, s. 411). «Dünya kanunu» (bk. De Groot, Die Hunnen der VorchristlichenZeit, Berlin-Leipzig, 1921, s. 2; W. Eberhard, Ayn. esr., s. 46). 38 Bk. M.N. özerdim, Ayn. esr., s. 411. / 39 Bk. W. Eberhard, Eski Çin felsefesinin esasları, DTCFD, II, sayı 2, 1944, s. 267 vd40 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr., s. 270; M.N. Özerdim, Ayn. esr., s. 396, 418. Konfuçyus’luk için geniş açıklamalar bk. O. Franke, Geschichte des Chinesischen Reiches, Berlin-Leipzig, I, 1930, s. 119-126, 206-222. 41 Bk. M-Ş. Günaltay, Ayn. esr., s. 144. 36 A BD Ü LKADİR DONUK de «bucaklara» ayrılıyordu, tilerin başında bir mülkî ve bir askerî vâli bulunmakta ve her ikisi de doğrudan doğruya hükümdarın adamları tarafından kontrol edilmekte idi42. Bu nizam bütün Çin idare sisteminin özü olmuştur43. Han’lar zamanmda (m.ö. 206 - m.s. 220) Konfuçyus devlet an layışı iyice gelişti ise de Han iktidarının yıkılışından sonra yine si yâsî parçalanma görüldü ve bu durum aşağı yukarı 350 yıl kadar devam etti44. Merkeziyetçiliğe doğru bir geçiş devri kabul edilen Sui sülâle si (580-618)’nden sonraki T ’ang’lar devrinde (618-906) eski Çin devlet anlayışı olan Konfuçyus’çu dünya iktidarı tekrar teşekkül et ti45. Çin’de 906-960 yılları arasındaki «Beş sülâle devri»nde devlet daha çok askerî vâlilerin hâkimiyetinde idi. Kuzey Sung sülâlesi (960-1126) devrinde ise en mühim yenilik, ordunun doğrudan doğ ruya merkezî idarenin emrine verilmesi oldu. Ayrıca bu devirde ilk defa olarak Konfüçyanizm ile, bazı bakımlardan aykırılıklar gös teren Budhizm’in birleştirilmesine çalışılmıştır40. Özetle, Çin hâkimiyet anlayışında şü sonuçlara varabiliriz : Çin’de hükümdar yukarıda Gök dini gereği göğün yeryüzünde tem silcisi idi. Tahtını, otoritesini, yükselme ve çökmesini «G ök»e borç lu idi47. Hükümdar hem devletin şefi, hem halkın efendisi olup, Gök’ün oğlu sıfatı ile de mukaddes bir şahıs olarak tanınmakta idi48. Gök tek olduğu için yeryüzünde birkaç tane hükümdara da ihtiyaç 42 Bu üç memur arasında devamlı surette iktidar kavgaları olduğundan, içlerinden birinin duruma hâkim olup, derebeyi olmasma mâni oluyordu (bk. W. Eberhard, Çin tarihi, s. 77 vdd.). 43 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr. s. 80. 44 Tafsüen bk. O. Franke, Ayn. esr. s. 268-320; W. Eberhard, Ayn. esr. s. 123-189. 45 Bk. W- Eberhard, Ayn. esr. s. 197-218. / 46 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr. s. 225-241. 47 Bk. M.N. özerdim, Çin dininin menşei ve inançlar, Belleten, sayı 101, 1962, s. 84 vd. Bunun yanında Çin’de gök ile yer arasmda bir ayrılık yoktu, ikisi bir arada olmazsa, bir bütün meydana gelmezdi, imparator gücünü ve hükmetme meşruiyetini gökten, büyük memurlar ise erdemlerini yerden alır lardı. Bu ikisi birleşir ve devlet işlerinde birbirlerini tamamlardı (bk. B. Ögel, Türk, mitolojisi, Ankara, 1971, s. 284). 48 Bk. M.Ş. Günaltay, Ayn. esr. s. 53 vd. TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI 37 yoktu19. Dünyanın bütün ülkeleri, «Göğün oğlu» olan Çin imparato runa tâbi idiler50. Demek ki, başlangıçta Dominium anlayışına uygun şekilde gö rülen hükümranlık, karizma’ya dayanmakla birlikte, Konfuçyanizm’in etkisi ile «împerium»a doğru bir gelişme göstermiştir. b — Hind hâkimiyet anlayışı . : Hind hâkimiyet anlayişında değişik bir düşünce tarzı ile karşı laşıyoruz. Şöyle ki : Hind’de hâkim olan «Kast sistemi»nin din adamları Brahmanlara tanıdığı geniş imtiyazlar devlet hukuku ba kımından da önemli hususları kapsamakta idi. En üst dinî mevki leri işgal eden Brahmanların bu imtiyazları, teokratik bir devlet görüşünün gelişmesini ve hükümdarı İlâhî bir şahsiyet kabûl eden, din adamlarının nüfuzuna dayalı aristokratik bir hükümetin gerçek leşmesini sağlamıştır51. Ancak, kralın kendi başına hareket etine serbestliği mevcut değildi. Zira, krallık sıfatının daha önce Brahmanlâr tarafından kabûl edilmesi gerekiyordu. Buna göre de Brahmanlar zümresinin bir üyesi durumunda olan hükümdar, her husus ta onların isteklerine göre hareket etmekle mükellefti. Brahmanlarıh tasarrufları1altında bulunan her şey mukaddes sayıldığından, hükümdar bunlara dokunamazdı, işte bu sebeblerden dolayı, Hind’ de Brahmanların oluşturduğu Kast sistemi, devlet hukuku bakımın dan, aristokratik bir rejim doğmasına yol açmıştır52. Brahmanlara tanınan imtiyazlara göz atacak olursak, meseleyi anlamamız daha da kolaylaşacaktır. Brahmanlar diğer kast’lann hepsinin başında gelmekte idiler. Telâkkiye göre, Brahmanlar ilk olarak yaratıldığından «en asîl ol mak» imtiyazına sahip bulunuyorlar ve Manu kanunlarına' göre de, Tanrının temsilcisi ve adaletin timsali olarak karşılanıyorlardı53. 49 Bu hükümdarın verdiği kurban, memleket içinde herşeyin yolunda gitmesini, gök üe yer arasındaki lüzumlu olan dengenin devam etmesini temin ederdi (bk. W. Eberhard, Ayn. esr. s. 40). 50 Bk. F. Grenard, Asyanm üstünlüğü ve düşkünlüğü, İstanbul, 1941, s. 185. 51 Bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, İstanbul, 1968, s. 133. 52 Tafsilen bk. R.G. Okandan, Umumî hukuk tarihi dersleri, İstanbul, 1951, s. 49 vd. 53 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 48. Manu kanunlarına göre, kast sis- 38 ABDÜDKADİR DONUK Siyâsî ve İdarî işler bakımından kralların seçimlerine katılırlar54, bazan mahkemelerde de yargıçlık yaparlardı55. Aşağı kast’lara mensup olanlar, kendilerini ilâhîleşmiş kabûl eden Brahmanlara yaklaşmaktan, hattâ gölgelerine dahi basmaktan çekinirler, her sabah bir Brahmamn içine ayağını soktuğu sudan içmedikçe yemek yemezler ve Brahmamn dâvetine gittikleri zaman ancak onun ar tığını yiyebilirlerdi56. Brahmanlar dünyayı idare edebilmek ikti darını kendilerinde gördükleri gibi57, peygamber olduğunu iddia eden Brahmanlara da tesadüf edilmekte idi58. Görülüyor ki, eski Hind’de devlet, teokratik ve gelenekçi hâ kimiyet esasma dayanmakta idi. c — İran hakimiyet anlayışı Devletin başmda bulunan hükümdar, «büyük kral», «kralların kralı» unvanım taşımaktadır59. Kral mutlak bir hâkimiyete sahip ti ve temsil ettiği halk tarafından bir Tanrı gibi düşünülmekte idi60. Akamenid (m.ö. 550-330) hükümdarları bıi hudutsuz hâkimiyet leri ile, kendilerine kudret ve kuvvet veren Ahuramazda (Zerdüşt dininde en büyük ilâh) ’nın iradesi sayesinde hüküm sürdüklerine inanırlardı. Bu itibarla, hükümdarın salâhiyetleri hiç bir kanun temi içinde yer alan muhtelif sınıflardan Brahmanlar, Tanrı olan Brahmamn ağzından, Kşatriya’lar kollarından,' Vaysiya’lar budundan, Sudra’larda ayak larından yaratılmışlardır (bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 46 n. 13). 54 Bk. S.M. Arsal, Teokratik devlet ve Lâik devlet, (Tanzimat I, içinde), İstanbul, 1940, s. 62. 55 Bk. S.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, s. 43. 56 Bk. M.Ş. Günaltay, Ayn. esr. s. 188. Aşağı kast’lar Brahmanlann dinî otoritesi altmda idi. (Senart’dan bk. R. Coulborn, The State and Religión : Repley to the Crities, Comparative Studies in Society and History, I, sayı 4, The Hague, 1959, s. 390 vd.). Bu tabaka mensuplarının birisinin gölgesi, Brahmanlarm üzerine düşse, sonuncusunun yıkanması gerekir; onun gölgesi yiye cek bir şey üzerine düşse o şey pis olur ve ona el sürülmez (bk. M. Hamîdullah, /Türk, tere./, îslâmda devletler hukuku, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, m , Ankara, 1977, s. 286). 57 Bk. W. Ruben, Eski Hind tarihi, Ankara, 1944, s. 39. 58 Bk. Y.H. Bayur, Hindistan tarihi, I, Ankara, 1946, s. 31. Brahmanlarm tanrüarının mevcudu hakkında bk. M. Hamîdullah, Ayn. esr., s. 286. 59 Bk. A. Christensen, L’Iran sous les Sassanides, Copenhague, 1936, s. 95. 60 Bk. C. Huart, Ancient Persia and Iranian Civilization, London, 1927, s. 73: TÜ RK DEVLETİNDE H  K İM İYE T A N L A Y IŞI 39 ve bir devlet müessesesinin müdahale veya itiraz hakkıyla sınırlandırılmamıştır. Devlete ve hükmü altmdaki kavimlerin mukad deratına ait bütün kararlar, bütün emirler ve -krallar kralı olduğu için- küçük krallara hükümdarlık tevcihi, istediği şahıslara imtiyaz lar bahşetmek onun hakkı idi. Devlet idaresinde hâkim olan esas hak ve hukuk mefhumu değil, hükümdarın istek ve arzularını ifade eden emir ve fermanları idi61. Part’lar devrinde (m.ö. 250-m.s. 226) durum biraz değişik görünmektedir : Ülkenin feodal sistemde idare edildiği anlaşılıyor. Kral aslında bir klan reisi idi. Her evin, köyün, kabilenin de ayrı senyörleri vardı. Bunlar büyük arazi sahibi kimselerdi. Krallık ba badan oğlula geçmezdi. Elimin kral olacağına senyörler karar verir di. Senyörler arasmda seçim için bir anlaşma olmazsa birbirleriyle çarpışırlardı62. Sâsânî devletinde (226-659) ise durum yine . değişmiş ve Akamenid devletindeki gibi, mutlak bir monarşi hâkim olmuştur. Hükümdarın iradesi kanundur. O, hiç bir hareketinden sorumlu de ğildir. Bütün halk hükümdarın kölesi durumundadır63. Uzak eyâ letlerdeki tâbi ve küçük krallar ile, hizmet karşılığında «krallık» verilen kimseler, eskiden olduğu gibi «krallar kralı» ıınvanını taşıyan Şehinşah’a bağlı bulunurlar64. ,Bu devirde kuvvetli merke ziyetçiliğin devlet dini tarafından desteklendiği görülmektedir65. Anlaşılıyor ki, İran’da Part’lar dönemindeki farklılık bir yana bırakılırsa, teokratik dominium anlayışı yürürlükte bulunmuştur. d — Eski Yunan hâkim iyet anlayışı Yunan’lılar en eski devirlerde küçük ve dağınık topluluklar hâ linde yaşamışlar zamanla aralarında mevcut ırk, dil ve din gibi çeşitli bağlarla birbirlerine yaklaşarak ufak birlikler meydana ge tirmişler60, sonra «tribu» (kabile) ’larm birleşmeleriyle «polis» ya hut «site» adı altında daha geniş ve siyâsî bir teşekkül mahiyeti 61 62 63 64 65 66 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 73Tafsilen bk. A. Christensen, Ayn. esr. s. 15-24; Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 78 vd. Bk. A. Christensen, Ayn. esr. s. 95-97. ■ Bk. A. Christensen, Ayn. esr. s. 92 vd. Bk. R.G. Okandan, TJmumî âmme huJcuku «İlk zamanlar», s. 103. 4ö ÁBD Ü LK A D ÍR d o n u k taşıyan sosyal birlikler meydana getirmişlerdi67. Yunan eski çağı nın ortaya koyduğu sosyal ve siyâsî yenilik, «polis»68 adındaki şe hir devletlerinin kurulmuş olmasıdır. Her site kendi ihtiyacına uy gun bir siyâsî rejimi kabûl ederek onun tatbika çalışmıştır69. Ni tekim her site, kendi kanunlarım kendisi yapmakta ve uygulamak ta idi70. Siteler, umumiyetle «Krallık», «Oligarşi», «Mutlakiyet» (Tiranlık) ve «Demokrasi» gibi birbirinden ayrı dört muhtelif si yâsî sistem ve dört ayrı hükümet şekli tatbik etmişlerdir71. Bu devirde kurulan şehir devletlerinin (site’lerinin) başmda Atina ve îsparta gelmekte idi. Atina sitesinde evvelâ kraliyet sistemi mevcut idi. Kralın ken disi Akrapol’da oturur ve siteye bağlı olan âile reisleri ile müşte reken faaliyette bulunurdu. Âile reisléri sité işlerinin görülmesi hususunda krala yardım ederlerdi. Daha sonraları kralların tâkip ettikleri hareket tarzı (kendisinin ve mensup olduğu âilenin nü fuzunu arttırmak temayülleri) bu rejimi sarsmağa başlamıştır. Si tede kralın mutlak hâkimiyetine mâni olmak maksadıyla âile reis leri birleşerek, krala karşı bir ortak tavır takınmışlardır. Bu mü cadele, kralın nüfuzunun azalmasına sebeb oldu. Neticede sitenin siyâsî teşkilâtında bir yenilik meydana gelerek, reisler tarafından idare edilen aristokratik bir. hükümet şekli ortaya çıktı. Böylece, «Oligarşi» sistemi doğdu. Atina kralın yanında onun saláhiyétlerini sınırlayan dokuz kişilik bir heyet (Arkhont’lar) tarafından idare edilmeye başlandı. Zengin ve soylu kimseler arasında seçilen Ark hont’lar sitede en geniş salâhiyete sahip bulunmakta idiler. Arkhont’lardan birincisi sadece «Arkhont» unvanım taşımakta ve en yüksek mülkî otoriteyi temsil etmekte idi. Kral ise ikinci arkhont olarak «basileus» unvanını taşıyor ve dinî işlere bakıyordu. «Pole67 Bk. R.G. Okan dan, Umumî hukuk tarihi dersleri, s. 231. 68 Yunan devletleri bir büyük şehirle onun etrafındaki köylerden ibaret olurdu. Yunanlılar bu siyasî sahalara «polis» ( = şehir) ismini veriyorlardı (bk. S.M. Arsal, Ayrı. esr. s. 97 n. 1; A.M. Mansel, Ege ve Yunan tarihi, Ankara, 1971, s. 101; A. Şenel, Eski Yunanda eşitlik ve eşitsizlik üstüne, Ankara, 1970, ■ s. 91 n. 1; V. Ehrenberg, The Greek State, London, 1969, s. 26-88). 69 Bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, s. 108. 70 Bk. M.E. Bosch, /Türk, trc./, Helenizm tarihinin anahafları, n , İstan bul, 1943, s. 2. 71 Bk. R.G. Okandan, göst. yer. TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A T IŞ I 41 markhos» unvanını taşıyan üçüncü arkhont askerlik işleriyle meş gul oluyor ve sitenin silâhlı kuvvetlerine kumanda ediyordu. Di ğer altı arkhont «tesmotet» diye anılmakta ve yargıç olarak görev yapmakta idiler. Bu Oligarşik hükümet şekli Yunan sitelerinde smıf mücadele sine sebebiyet vermiştir. Aristokratik smıfla bu sınıfa mensup ol mayanlar arasında vukubulan mücadelelerin sonunda da bir hakem tâyin ederek ihtilafın hallini ona terk etmek cihetine gidilmiştir. Asiller ile asil olmaylanların hak ve salâhiyetleri arasında bir den ge tesisine çahşan bu hakemler, muhtelif kânunlar meydana ge tirmişlerdir. Fakat, bütün bu teşebbüslere rağmen, sınıflar arasında tam. bir eşitlik sağlanamamış ve anlaşmazlıklara son verilememiş tir. Sitedeki kargaşalıklar arasında halkı vaidlerle kendilerine çekmeye muvaffak olan bazı şahısların, bazan bir hükümet darbesi veya bir ihtilâl neticesi iktidarı ele geçirerek siyâsî mukadderata da hâkim oldukları görülmüştür. Bu gibi teşebbüslerle, gayrimeşrû bir tarzda iktidar mevkiini ele geçirenler, «Tiranlık» adı verilen di ğer bir rejimi tahakkuk ettirmişlerdir. Keyfî ve tamamen şahsî olan bu idarede, başta bulunanların salâhiyetlerini sınırlayacak hiçbir prensip ve müessese yoktur. Ortaya çıkış sebebi aristokrasiyi, oli garşiyi yıkmak olan bu rejimde, bazı Tiranların iyi idare ettikleri görülmekte ise de, birçokları da şiddetli davranışlarla halkı ezmiş lerdir. «Demokrasi»ye gelince, herkesin hükümet işlerine iştirakini ifade eden bu rejim m.ö. V. asrın ortalarına doğru Atina sitesinde uygulanmış görünmektedir. Demokrasi sisteminin hâkim olduğu devirlerde, site hükümetini idare edenler, «vatandaş» niteliğindeki muayyen fertlerdi. Umumî meydanlarda toplanan «vatandaş»lar, kanunları kabûl ve uyguluyanları kontrol edebilmekte idiler. Daha sonraları bu «halk idaresi» mevcut siyâsî müesseselerin (Halk meclisi, Beş yüzler meclisi, Arkhont’lar, Areopag meclisi ve bu arada savaşlarm da tesiriyle) birbirleriyle mücadeleleri neticesinde, bilhassa Perikles (m.ö. 499-429)’in ölümünden sonra, yerini demogoji’ye terk etmiştir. Makedonya kralı Filip (m.ö. 359-336) tara fından istilâ edilene kadar Atina sitesi bir daha toparlanamamıştır72. 72 Tafsilât için bk. Aristotoles, Atmalıların devleti, (Yunan klasikleri nu: 42 a b d ü l k a d îr donuk ¡'Hâkimiyet anlayışında Atina sitesindeki gelişme burada görül mediğinden İsparta sitesinde krallık değişmemiştir73. Bu sitenin siyâsî teşkilâtının başmda ayrı ayrı hânedana mensup iki kral bu lunmaktadır74. Bununla beraber İsparta’da krallık, oligarşi ve de mokrasi karışık bir şekilde idarede kendilerini göstermiş görün mektedir (Kral, Gerusia denilen asiller meclisi, halkı temsil ettiği söylenen efor’larm baskısı)75. Hellenizm devri (m.s. 30-395) ’nde devlet şekli mutlak hüküm darlıktı. Bu noktada eski Atina sitesinden farklılık vardı, ikinci bir nokta ise, Hellenistik devletler geniş araziler üzerine kurulmuş lar ve esas karakterlerini kralın Tanrı sayıldığı Mısır firavunları nın, Mezopotamya hükümdarlarının en büyük Pers şehinşahlarının mutlak hükümdarlık anlayışlarından almışlardır76. Devleti yalnız kral temsil ediyordu, onun mülkî, adlî, askerî ve dinî idarede arzu ve sözü kanundu77. Netice olarak eski Yunan tarihinin çeşitli dönemlerinde mutlakiyetten «kanunî hâkimiyet»e kadar türlü idare şekillerine rastlanmaktadır. Tabiatiyle eski Yunan’da demokrasi bugünkü mânası ile değil, sadece aristokratlar arasında eşitük şeklinde anlaşılmalıdır. e — Moğol hâkim iyet anlayışı Moğol devletinin başında «Han» bulunurdu. Han’lık yalnız Cen62), Ankara, 1943, s. 4; S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 97 vd-; R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 103-140; A.M. Mansel, Ayn. esr. s. 100-103; Ch. Crozat, Ayn. esr. s. 50-5873 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 160; A.M. Mansel, Ayn. esr. s. 106. 74 Bk. A. Şenel, Ayn. esr. s. 174. 75 Tafsilen bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 166. 76 Bk. M.E. Bosch, Ayn. esr. H, s. 138. Bu hususta Ptolemayos’lar ve İs kender’in tanrılığı hakkında bk. M.E. Bosch, Ayn. esr. s. 141 vd.; A. Şenel, Ayn. esr. s. 511. 77 Bk. M.E. Bosch, Ayn. esr. s. 140-144; A.M! Mansel, Ayn. esr. s. 492 vdd. Hellenizm döneminde ortaya çıkan üç büyük devletin (Selevkos’ların ön Asya krallığı; Ptolemayos’larm Mısır krallığı; Antigonos’ların Makedonya krallığı) taşkilâtı hakkında bk. W.W. Tarn, Hellenistic Civüisation, London, 1930, s. 155-180, 209 vdd.; A.B. Ranowitsch, /Alm . terç./, Der Hellenismus und seine Geschichtliche Rolle, Berlin, 1958, s. 98-148, 149-208; A.J. Toynbee, Hellenism, The History of a Civilization, London, 1959, s. 1-234; A. Heuss, Staat und Herrscher des Hellenismus, Wiesbaden, 1963, s. 17-254; A.M. Mansel, Ayn. esr., s. 493-496. TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI 43 giz sülâlesinin bir imtiyazı idi. Han’ın salâhiyeti hiç bir şekilde tahdit edilmemiştir78. Hükümdar âilesinin reisi olarak devletin efendisi kabûl edilen Han, ülkenin ve halkın her şeyi ile sahibi idi79. Moğol hükümdarları, hâkimiyetlerinin menşeini «Gök»den yâni «Gök Tanrı»dan aldıklarına80 ve «ebedî Tanrının gücü ile» hüküm darlık ettiklerine inanırlardı81. Cengiz devleti hukuk bakımından imtiyazlı sınıflar hâkimiyeti esasına dayanmakta idi. Han’dan sonra gelen aristokratlar, devlet içinde en yüksek sınıfı teşkil etmekte idiler82. «Devlet» Han sülâlesi mensuplarının özel malı telâkki edilirdi83. Böylece Moğol devleti, bunlar ve yardımcıları için yaşatılan bir teşekkül durumundadır81. B.Y. Vladimirtsov’un belirttiğine göre85, «Cengiz Han kendini yalnız Moğol aristokratlarının lideri saydığı içindir ki, Onun emirlerinde, kararlarmda halka değil, sadece şehzadelere, noyanlara hitap edil mektedir». Moğol devleti karizmatik temele dayalı tipik bir dominium hâkimiyet’i temsil eder. 78 Bk. S.M. Arsal, Türk Tarihi ve hukuk, İstanbul, 1947, s. 370; B. Spuler, Die Goldene Horde, Wiesbaden, 1965, s. 250. 79 Bk. B-Y. Vladimirtsov, /Türk, tere./, Moğolların içtimai teşkilâtı, An kara, 1944, s. 173. 80 Bk. F. Köprülü, Proto-Bülgar hukukuna dair notlar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, H, İstanbul, 1939, s. 3. 81Bk. Moğolların Gizli Tarihi, /Türk, tere./, Ankara, 1948, s. 51, 60, 96, 135 vd., 139, 149; B.Y. Vladimirtsov, /Türk, tere./,Cengiz Han, İstanbul, 1950, s. 54, 114; B. Spuler, /Türk, tere./, İran Moğol'ları, Ankara, 1957, s. 188; O. Tu ran, Çingiz adı hakkında, Belleten, sayı 19, 1941, s. 268 n. 4. B. ögel, Türk' mi tolojisi, s. .282 vd.; H. İnalcık, OsmanlIlarda saltanat veraseti usulü ve Türk hâkimiyet telâkkisiyle ilgisi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIV, 1959, s. 74 vd. Cengiz Han'ın «Tanrısal Cengiz Han» ilân edilmesi hakkında bk. C- Alinge, /Türk, tere./, Moğol kanunları, Ankara, 1967, s. 5. 82 Bk. W. Barthold, Turkestan Down to the Mongol Invasion, London, 1958, s. 385; W. Eberhard, Çin tarihi, s. 259 vd. 83 Bk. B.Y. Vladimirtsov, Moğolların içtimai teşkilâtı, s. 150, 169; A.Y. Yakubovskiy, /Türk, tere./, Altın Ordu ve İnhitatı, İstanbul, 1955, s. 31. 84 Bk. B.Y. Vladimirtsov, Ayn. esr., s. 123. Daha bk. F. Köprülü, Altın Ordu’ya âit yeni araştırmalar, Belleten, sayı 19, 1941, s. 426. 85 Cengiz Han, s. 55. \ ABD Ü LKADİR DONUK 44 f Roma hâkimiyet anlayışı ' Dominium anlayışına giren milletlerin hâkimiyet telâkkilerini ana, hatlarıyla ifade etmeğe çalıştık. Şimdi imperium hâkimiyet telâkkisine uygun olan anlayışa geçebiliriz. Bu tarzdaki hükümdar lık belirtisine Roma imparatorluğu örnek olarak gösterilmektedir. İmperium anlayışının, Roma imparatorluğunda gerçek mânasıyla tatbik edilip edilmediğine bakacak olursak şu sonuçlar ortaya çıka caktır. i. -. Roma tarihi Krallık devri (m.ö. 753-509), Cumhuriyet devri (m.ö. 509-27) ve İmparatorluk devri (m.ö. 27 - m.s. 476) olmak üzere üç kışıma ayrılmaktadır. Krallık devrinde devletin başında «R ex» unvanını taşıyan bir kral bulunmuştur. Ayrıca Comitia Çuriata, Genturia ve Senatus (Senato) adları ile anılan meclisler vardı. Kral seçme veya kaydı hayatla kral tâyin etme ile görevli bu meclisler tarafından verilen salâhiyetleri kral «mutlak» bir biçimde uygulardı. Ordu kumandan lığı en yüksek yargıçlık ve başrahiplik görevlerini şâhsında birleş tirmiş olan kral salâhiyetlerini (imperium’u) icrada tam serbestliğe sahipti. Meselâ, herhangi bir vatandaşı köle yapabilmekte ve hattâ ölüme mahkûm edebilmekte idi86. Cumhuriyet devrinde krallığın yerini 2 kişi tarafından temsil edilen «ifowsMZ»lük almıştır87. Krallıkta olduğu gibi Konsül’ler hu kukî, cezaî, askerî ve dinî sahalarda yetki sahibi idiler88. Ancak bu iki konsül birlikte tasarrufta bulunabilirlerdi. Yalnız başlarına verecekleri emirler hüküm ifade etmezdi. Aralarında çıkacak ihti lafları halletmek üzere Senatus, hakem vazifesini görürdü. Bunun yanında, fevkalâde haller karşısında -dış tehlikeler-, tek elden ida86'’ Tafsilen bk. Ş.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, s. 186 vd.; R.G. Okan dan, Umumî hukuk tarihi dersleri, s. 327 vd.; Th. Mommsen, Roemisches staatsrecht, II 1, s- 11; J. Vogt, Römische Gesclıichte, Freiburg, 1951, s. 27; Hense-Leonard, Hellen-Lâtin eski çağ bilgisi, n , İstanbul, 1948, s. 309; Ş. Berki, Roma hukuku, Ankara, 1949, s. 20; ö . Karadeniz, Roma huknıku, Ankara, 1974, s. 58; S. Atlan, Roma tarihinin ana. hatları^ İstanbul, 1970, s. 17. 87 Bk. H. Demircioğlu, Roma tarihi, I, Ankara, 1953, s. 72; H.F. Jolowicz, Ayn. esr., s. 33, 44. Bu devirde devletin bünyesi, yüksek devlet memurlarının bir sene müddetle çift olarak tâyin olmaları esasma dayanıyordu (bk. M.E. Bosch, Ayn. esr., s. 16). 88 Bk. H.C. Oğuzoğlu, Roma hukuku, Ankara,. 1959, s. 22. . TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI 45 renin, zarureti hissedilmiş ve bu durumlara mahsus olmak iizere «diktatörlük-» müessesesi vücuda getirilmiştir. Bu idare şekli altı aylık bir müddetle sınırlandırılmakta ve uzatılmamaktadır. Cumhu riyet devrinde iki konsül’ün iş başında b u lu n m asına, rağmen, kral lık müessesesi de tamamen ortadan kalkmış değildi. Ancak bu kral, icra kuvvetinden tamamen mahrumdu. Yetkisi yalnız dinî işlere dayanıyordu89. Konsül’ler, «patrici» sınıfına mensup asiller arasmdan se çilmektedirler. Roma devleti .genişledikçe, asil olmayan «pleb» ler çoğalmış ve bunların arasından değerli kumandanlar yetişmeğe başlamıştır. Pleb’ler konsüllüklerden .birini elde etmek istem iş lerse de, patrici sınıfının şiddetti muhalefeti ile karşılaşmış lardır. Nihayet, uzlaştırıcı bir hal çaresi olmak üzere konsüllük bir müddet için lağvedilmiş ve onun yerine konsül yetkisi de haiz bir nevi kumandanlık olan «fribwîi»lük ihdas olunmuştur. Bu suretle önce üç, sonra dört olan tribun’larm sayısı altıya yükseltilmiş tir. M.ö. 367 yılında çıkarılan bir kanunla pleb’ler evvelâ konsül’lerden birini ve daha sonra her ikisini de elde etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bu suretle, konsüllüğü ellerinden kaçıran patrici’ler, iktidarın tamamen pleb’lere geçmesine mâni olmak isteği ile bir takım konsül yetkilerini yalnız kendilerinin geçebilecekleri mevki lere tahsis etmişlerdir. Bunun için de : vergilerin tahakkuk işleriy le ve nüfus tahriri ile meşgul olan «sensor»luk; para işleriyle uğraşan «fces£or»luk; kaza vazifesini gören «prefor»luk; belediye işleriyle vazifelendirilmiş bulunan «Aediles curüles» gibi makamlar ihdas olunmuştur90. Pleb ve patrici’lerin mücadeleleri, nihayet, her iki sınıfın zenginlerinden meydana gelen bir aristokrasinin ortaya çıkmasına yol açtı. Zamanla Roma’nm nüfuz ve kudretinin artması, bu zengin tabakanın da servetini ve kudretini arttırmış ve devletin idaresi fiilen bunların eüne geçerek Roma’da «Oligarşik» bir hükümet şekü belirmeğe başlamıştır. Neticede önce Senato’nun ehemmiyeti son derece artmış ve başlangıçta sadece istişarî olan Senato idari, askerî ve kazaî yetkileri bünyesinde toplayan bağımsız bir müessese 89 Bk. M. Akbay, Ayn. esr., s. 109. 90 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr., s. 215-226; R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, s. 378 vd. ABD ÜLKADÎR DONUK halini almıştır. Bu oligarşik sistem, gittikçe hudutları genişleyen Româ' devletine ilhak olunan eyâletlerdeki valilerin bağımsız hare ket etmek temayülleri karşısında uzun müddet mevcudiyetini mu hafaza edememiş ve m.ö. n . yüzyılın sonuna doğru yerini anarşiye, siyâsî istikrarsızlığa bırakmıştır91. Bu arada Roma siyâsetine hâkim olan fütuhat arzusu, devamlı muvaffakiyetler, ordusu itibar ve nüfuzunu artırdığı için konsüllük Tfgk-arm yerine devletin idaresi, orduya dayanan, tek bir şahıs eline geçmiştir. Bu suretle meydana gelen diktatörlük rejimi m.ö. 44 yiîına. kadar devam etmiştir. Marius, Sylla, Pompeius, Caesar gibi diktatör hükümdarlar bu devirde yetişmişlerdir92. Caesar’m ölümünden sonra yerine geçen Octavianus (m.ö. 4314), Marcus Antonius ve ¡Lepidus adlı iki kumandan ile anlaşarak « Üçler İttifakı» adı verilen idare şeklini kurdular. Sonra da bu üç kişi Roma devleti sahasını aralarında taksim ettiler. Octavianus İtalya ile garbî Avrupa’daki eyâletleri; Antonius şarktaki eyâlet leri (küçük Asya ve Suriye); Lepidus da A f likadaki eyâletleri aldı. Daha sonraları Octavianus, Antonius ve onun müttefiki Mısır kraliçesi Kleopatra’yı mağlup ederek ülkenin şark eyâletlerini de kendi idaresi altına almayı başardı. Bu andan itibaren bütün impa ratorlukta hâkimiyet Octavianus’a geçti ve Röma’da Cumhuriyet rejimi yerini bir tek şahsın hâkimi olduğu « monarşi» usulüne bı raktı93. Böyle başlayan imparatorluk devri, Principatus (284-305) ve Dominatus (284-476) adı altında iki bölümde İncelenmektedir. Octavianus tarafından kendi şahsî otoritesini hâkim kılmak ve bu nu muhafaza etmek maksadıyla ihdas edilen principatus sistemi94, esas itibariyle, cumhuriyet devri müesseseleriyle monarşik prensip 91 Bk. M. Akbay, Ayrı. esr. s. 109 vd. 92 Bk. M. Akbay, Ayn. esr. s. 109-112. Aslında diktatörlük müessesesi m.ö. 202 de ortadan kalkmıştı. Yukarıda adı geçen diktatörlerin hareketleri hukukî diktatörlük olmayıp, fülî diktatörlükte^ ibaretti (bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 229). 93 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 348-350; S. Altan, Ayn. esr. s. 179-196. 94 Principatus kelimesinin menşei princeps’dir. Devletin en yüksek orga nına princeps dendiğinden, daha sonraki nesiller, Octavianus’un meydana ge tirdiği rejimi «principatus» kelimesi Ue ifade etmişlerdir (bk. R.G. Okandan, Ayn. esr., s. 467 n. 13). TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI 47 lerin birleştirilmeleri, bunların birbirleriyle uzlaştırılmaları neticesi meydana gelmiştir95. Octavianus’un Senato’ya girmesi ve ona Sena to tarafından konsüllük payesinin tevcihi, m.ö. 38’den itibaren im parator unvanı ve ayrıca Princeps, Caesar, Augustus, Pontifex maximus (en yüksek ruhanî şef), Pater patriae (vatanın atası) gibi muhtelif unvanlar alması96, meclislerin ve Senato’nun salâhi yetlerinin kendisine intikali Octavianus’un devlet içinde tek ve mutlak hâkim olmasına sebeb olmuştur97. Bu arada şeklen iki kon sül de bulunmakta idi98. İki asır devam eden principat'us devrini, güdülen siyasete göre üç kısma ayırma mümkündür : a — Octavianus’un siyasî telâkkilerini ve İdarî icraatını tâkip eden princeps’ler, b — Principatus sisteminden mutlakiyet rejimine geçiş dö nemindeki princeps’ler, c — Roma devletinin eski müessese ve organlarını bertaraf ederek, kendi şahsî iradelerini hâkim kılmaya çalışan, Senato’nun siyâsî ve İdarî salâhiyetlerine karşı mücadele eden, otoriter ve açık tan açığa mutlakiyet tarafları imparatorlar99. Dominatus devrinde imparatorlar kendilerini Roma devletinin sahibi, mutlak âmiri, Dominus’u telâkki etmişlerdir100. Artık tam mânasıyla bir mutlakiyet idaresi hâkimdir. İmparatorun iradesi devlet içinde tek iradedir ve değişmez kanun mahiyetindedir. Onun hâkimiyetini sınırlayan birşey yoktur. Askerî kuvvetler ona tâbidir, bütün memurları tâyin ve azleder, en yüksek yargıçtır, en yüksek kumandandır. Bu devirde imparatora efendimiz mânasına gelen «do minus noster» ve hattâ Allahımız «Deus noster» denilmektedir. İmparatorun şahsî, âilesi ve her türlü tasarrufları kutsî bir mahiyet almıştır. Bazı imparatorlar (msl. Domitius Aurelianus : 270-275) bastırdıkları paraların üzerinde bile bu «Dominus» ve «Deus» un95 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 467 vd. 96 Bk. M. Akbay, Ayn. esr., s. 112; O. Akgit, Roma imparatorluk tarihi, (m.ö. 27 - m-s. 192), s. 41. 97 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 462-481. 98 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr., s. 371. 99 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr., s. 488. 100 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr.,. s. 456. 48 A BD Ü LKADÎR DONUK yanlarım kullanmışlardır, imparatorların her türlü fiil ve hareket lerine İlâhî bir mahiyet atf olunmuş; onların şahıslan ve hattâ ata ları kutsallaştırılmıştır. Onlann arzularına uymamak dinî akidelere aykırı harekette bulunmak demekti. Bu durum yalnız bir suç değil, aynı zamanda günah telâkki edilmeğe başlanmıştır. Bu telâkki hristiyanlığin resmî din olarak kabulünden sonra dahi değişmemiş, bilâkis, hristiyanlık devlet dini olduktan sonra imparator yeryü zünde Allah’ın temsilcisi addolunmuştur. Gittikçe heybetleşen im paratorların temas ettiği her şey mukaddes addedilmiş, ikâmet etti ği saray «mukaddes saray» (Sacrum palatium), oturduğu oda «mu kaddes oda» (Sacrum cubuculum) isimlerini almış, imparator her tarafta bir ilâh olarak karşılanmış, onun için âyinler tertip edil miştir101. Bu devirde imparatorların idareyi çeşitli unvanlar taşıyan oğul larıyla veya muzaffer kumandanlarla paylaştıklarını görüyoruz. Bu suretle, devlet zaman zaman iki (iki Augustus), dört (iki Augustus, iki Caesar), sonra beş (üç Augustus, iki Caesar, bir princeps) tekrar dört (dört Augustus) Augustus hattâ 308’de 7 kişi vb. ta raflarından idare edilmeğe çalışılmıştır. Bu şekildeki rejime «Diyarşi» (iki hükümdar arasında yapılan taksim) ve «Tetrarşi» (iki den fazla yapılan taksim) denilmiştir. Bir emimâmenin bütün im paratorluk için hüküm ifade edebilmesi, ancak iki, üç, dört, beş, altı veya yedi imparatorun imzalarını taşımasıyla mümkün olabil mektedir102. Özetle, Roma devletinde hâkimiyet, krallık devrinde «imperium» anlayışında kalmış, Cumhuriyet devrinde «dominium»a doğru ted rici bir gelişme göstermiştir. M.ö. 1. asır sonlarından itibaren, hü kümdarların kendilerine kazandırdıkları karizmatik güç yolu ile ve çeşitli İdarî tedbirlerle kesinleşen dominium şekli -meclislere, ikili-üçlü idarelere ve teorik mahiyetteki kanunlara rağmen- impa ratorluğun sonuna kadar devam etmiştir. 101 Tafsilen bk. R.G- Okan dan, Roma âmme hukuku, s. 223-298; S.M. Arsal, Ayrı, esr., s. 456-468. 102 Tafsilen bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, s. 551-623. TÜRK DEVLETİNDE HÂKİM İY E T A N L A Y IŞI 49 Eski Türklerde hâkimiyet Buraya kadar hükümranlığın kaynakları ile, eski milletlerin dominium ve imperium hâkimiyet telâkkileri açısından durumla rını kısaca belirtmeğe çalıştık. Şimdi eski Türk devletinde hüküm ranlık anlayışı nasıl dı ve yukarıda bahsettiğimiz topluluklarda gö rülen hâkimiyet telâkkilerimle arasmda farklılıklar var mı idi? so rularını ele alacağız. Vesikalar Türk hükümdarına idare etme h akkının Tanrı tara fından verildiğini (bağışlandığını) göstermektedir. Asya Hun im paratoru Mo-tun (m.ö. 209-174)’un unvanı : :«Gök-Tann’ntn tahta çıkardığı Tanrı k u fu Tanhu» idi103. Hsia Hun tanhu’su He-lien Po Po (5. yüzyıl) ’nun ifadesi şu şekilde idi : «Benim imparator olmam Tanrı tarafından kararlaştırıldı...»103a. Avrupa Hun imparatoru ile ilgili kayıtlarda İlâhî menşe telâkkisini ortaya koyar104. Gök-Türk hâkânları da hâkimiyetini gökten almakta idiler: «Tann’ya ben zer, Tanrı’da olmuş Türk Biİge Kağan»105, «Babam kağan ile anam hatunu ... Tanrı tahta oturttu»100, «Tanrı irade ettiği, kufum oldu ğu için kağan öldüm»107, «Tanrı buyurduğu için dişlilere diz çöktür müş, başlılara baş eğdirm iş...»108, «Tanrı buyurduğu ve kufum ol duğu için ölecek olan bodunu doğrulttum ...»100, « Tanrı buyurduğu için ben {Bilge) de tahta oturdum»110, «Tanrı buyurduğu için gö zünün görmediği, kulağının işitm ediği yerlere bodunumu ileri gün doğusuna, beri gün ortasına, geri {gün) batısına, yukarı gece or103 Bk. De Groot, Die Hunnen..., s. 53, 76. M.ö. 176 da Çin imparato runa yazdığı mektupta Mo-tun sözlerine bu unvan ile başlamaktadır (bk. S.M. Arsal, Türk tarihi ve hukuk, s. 214). 103a A. Onat, Hsia Devleti, Ankara, 1977, s. 91, 94 (basılmamış doçent lik tezi). 104 Bk. P. Vaczy, Hutilar Avrupada (bk. Atilla ve Hunları /Türk, tere./), İstanbul, 1962, s. .111 vd.; S. Eckhardt, Efsanede Attila (bk. Attila ve Hunları), İstanbul, 1962, s. 149; O. Turan, Türk cihân hâkimiyeti mefkuresi tarihi, Z-U, İstanbul, 1979, s. 157, 169. I. Kafesoğlu, Türk millî kültürü, s. 60, 221. 105 Bk. Kitabeler, I, güney, 1; H, doğu, 1. 106 Bk- Kitabeler, I, doğu, 11, 25-26; H, doğu, 21. 107 Bk. Kitabeler, I, güney, 9-10; II, kuzey, 7-8. 108 Bk. Kitabeler, I, doğu, 15-16. 109 Bk. Kitabeler, I, doğu, 29. 110 Bk. Kitabeler', n , kuzey, 9. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 4 ABD Ü LK A D ÎR DONUK 50 tasma g ö t ü r d ü m « T a n r ı güç verdiği için;..» 112, «Tanrı bilgi verdiği için kendim bizzat kağan kıldım» (Tanrı bana bilgi verdiği için kağanımı güçlendirdim)113, «Tanrı irade etti. Onları perişan ettik»11*. Aynı durum Uygur hâkanlarmın unvanlarında da görülür : «Kutlug (795-805. A y Tanrıda ülüş bulmuş Alp Kutlug Bilge Ka ğan) », «A y Tanrıda kut bulmış Külüğ Bilge (805-808) », «A y Tan rıda kut bulmış Alp Bilge (808-821) », «A y Tanrıda ülüğ bulmış Küçlüğ Bilge (821-833)», «A y Tanrıda kut bulmış Alp Külüğ Bilge Ka ğan (833-839)»,115 Uygur kağanları 744-789 arası Gök-Türk kağan ları gibi «Tanrıda kut bulmış» unvanlarını taşırken, beşinci kağan’dan sonra güneş ve ay’dan kut alan unvanlar kullanmaya başlamışlardı^Bu değişiklikte Mani dininin tesiri ile olabileceği ifade edil miştir116. Tuna Bulgar'larında da hükümdar hâkimiyeti Tanrı’dan alırdı : Krum kitabesinde Tervel adlı Bulgar Hanının, «Bulgar'lar üzerine Tanrı tarafından getirildiği»; Melemir kitabesinde ise, « Tanrıya benzer Tanrı tarafından tahta çıkarılmış M elemir...»; Omurtag Han’a âit Çâtalar yazıtında da « Yer yüzünde, Tanrı tara fından tahta çıkarılmış Han Omurtag...»111. İtil Bulgarlanndâ da aynı telâkki devam etmişti : «Aziz ve çelil olan Allah, bana islâmiyeti ve Müminlerin Emirinin devletini ihsan etti. Ben onun kuluyum, o beni ümmete kral yaptı...»111*. Hazar kağanlarında da aynı te in Bk. Kitabeler, n, kuzey, 10-11. 112 Bk. Kitabeler, U, doğu, 32-35. 113 Bk. Tonyukuk, batı, 6. 114 Bk. Tonyukuk, güney, 16. 115 Bk. J.R. Hamilton, Les Ouıghours a Vepoque des Cinq Dynasties d’apres les documents Chinois, Paris, 1955, s. 139-143 ; A. Caferoğlu, Tukyu ve Uygurlarda Kan unvanları, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I, 1931, s. 110-113; A. Bombaci, QutVuk Bolsun, H, UAJhb, 38, 1966, s. 13; 1. Kafesoglu, Ayn. esr., s. 114 vd. 116 Bk. E. Esin, «Kün-ay» (Ay-yıldız motofinin proto-Türk devirden Hakanlıklara kadar ikonografisi), VTL T.T. Kongresi, I, Ankara, 1972, s. 337; A.v. Gabain, Die staatliche Verfassung des TJigurischenKönigreichs von Koço, 9. -13. Jh. n. Chr., XVI. Milletlerarası Altaistik Kongresi Bildirileri,Ankara, 1979, s. 154. 117 Bk. F. Köprülü, Proto-Bulgar..., s. 3; B. ögel, Türk kültür tarihi, Ankara, 1962, s. 264, 274 vd. 117a Bk- İbn Fodlan Seyahatndmesi, /Türk, tere./, ilahiyat Fakültesi Dergisi, I-n , 1954,^ s. 74; R. Şeşen, İbn Fazlan Seyahatndmesi, İstanbul, 1975, s. 60. TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI 51 lâkki devam etmiştills. İbn Padlan’a göre Hazar hâkanı, halktan ayrılmış, «tanrısal» bir hayat yaşıyordu110. Bu duruma göre Türklerde hükümranlık karizmatik bir nitelik taşıyordu119*. Ayrıca anla şılıyor ki, eski Türklerde iktidar, «kut» sözü ile ifade edilmekte idi120. Türklerde kut’un yâni siyasî iktidarın mahiyeti Kutadgu Bilig’de şöyle tanıtılmaktadır : «K ufun, tabiatı hizmet, şiarı adalet tir ...fa z il e t ve kısm et ku fta n doğar... E y hükümdar sana Tanrı kut verdi... Beyliğe (hükümdarlığa) yol ondan geçer... H erşey k u f un eli altındadır, bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir... Tan rı kimi iktidar sahibi yayarsa o her iki dünyada m es’ud olur.... Bey, bu makama sen kendi gücün ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi... 118 Bk. A.N. Kurat, Hazar’ lara âit bir kitabın tanıtılması, Tarih Araştır maları Dergisi, m , sayı 4-5, Ankara, 1965, s. 229 vd. ^ 119 Bk. D.M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, Princeton, 1967, s. 97 vd., 111. 119a Bu sıfat hükümdar âilesiné de geçer ve sülâlenin kanunî meşrûiyeti inancı kökleşir (bk. P. Vaczy, ayn. esr., s. 96, 107; L. Râsonyi, Tarihte Türklük, Ankara, 1971, s. 59 vd.). :î 120 Şimdiye kadar «kut» kelimesine çeşitli, mânalar verilmiştir : W. Radloff, A. Vambéry, V. Thomsen «kut» sözünü «saadet» (bk. V. Thomsen, Mo■ğdlistanda Türkçe kitabeler, TM, HE, 1935, s. 88) ; Z. Gökaİp, kut’u ibtidai ce miyetlerdeki'mana’ya benzetir ve «mukaddes» (bk. Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1341 (1924), s. 33, 66; F. Köprülü «saadet» (bk. Türk edebiyatı tarihi, İstanbul, 1926, s. 194) diye almışlardır. W. Barthold «saadet» ve «baht» ifade ettiğini söylediği «kut» tâbirinin KB’de «Majeste» (Haşmetmeâb) mefhumunu karşıladığını kabûl etmiştir (bk. Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler, İs tanbul, 1927, s. 121 vd.). R.R. Arat «kutlu ve mesud olma» (bk. Kutadgu Bilig, I, İstanbul, 1947, s. XXV),; K.H. Menges «saadet, baht» (bk. Altaic Elements in the Proto-Bulgarian Inscriptions, Byzantion, XXI, 1951, s. 112); R. Giraud «ta lih, mutluluk» (bk. L’Empire des Turcs célestes, Paris, 1960, s. 105); L. Rasonyi «saadete ulaşma» (bk. Tarihte Türklük, s. I l l ) ; A. Bombaci «şans, ka der, talih» (bk. Kutadgu Bilig hakkında bazı mülahazalar, /F . Köprülü A r mağanı/, Istanbul, 1953, s. 73; . Ayn. müell., Qutluk Bolsun, I, UAJhb, 36, 3-4, 1965, s'. 286); A. Caferoğlu «saadet, devlet, ikbal» (bk. Türk düi .tarihi, H, İstanbul, 1974, s. 54) mânalarını vermişlerdir. Kâşgarlı Mahmud’a göre «kut» kelimesi «devlet»dir (bk. Divân-ü Lûgat’it Türk, Küisli neşri I, s. 269; B. Atalay, Divân-ü Lûgat’ it Türk tercümesi, I, Ankara, 1939, s. 320). KB üzerinde araştırma yapanlar bu eseri Doğu ülkelerinde çok rastlanan cinsten bir na sihat ve ahlâk kitabı saydıklarından «kut» kelimesini kolaylıkla «saadet, ta lih, baht» mânalarına bağlamışlardır. Hâlbuki S.M. Arsal tarafından ileri sü rüldüğü (bk. Türk tarihi vehukuk, s. 120 vd.) ve I. Kafesoğlu tarafından da desteklendiği (bk. Kutadgu Büig..., s. 1-38.) üzere «kut» sözünün aslında «si yasî hâkimiyet» mefhumunu ifade etmiş olması daha çok muhtemeldir. (A.F. 52 A BD Ü LK A D İR DONUK Hükümdarlar ihtidan Tann’dan alırlar...-»121. Demek ki, Türklerde hükümdarlık İlâhî bir kuvvete dayanmaktadır. Böyle olunca Türk lerde «karizmatik» hâkimiyetin yürürlükte olduğu meydana çıkar. Bütün bunlara rağmen eski Türk hükümranlık anlayışı tam mânasıyla karizmatik sayılabilir mi? Yukarıda gördüğümüz gibi, karizmatik hâkimiyete bağh top luluklar daha çok dinî karakter taşımakta idi. Yâni Tanrının bazı fertlere, diğer fertlerde olmayan, kabiliyet vermesi ve onu toplum dan sorumlu tutması bir nevi peygamberler anlayışım aksettirmek tedir. Türklerde ise sosyal düzen dinî değil, siyâsîdir. Peygamber ler ve velîler tarafından idare edilen herhangi bir Türk topluluğu görülmemektedir. Bu durum eski Türk topluluğunda iktidarın tam karizmatik olduğunda şüphe uyandırmaktadır. Türklerde bir hü kümdarın kut sahibi olması, her şey demek değildir. Kut hâkimiye te imkân hazırlayan büyük bir kudret kasmağı olmakla beraber, Türk hükümdarının idare salâhiyeti törece tesbit edilen bazı şart larla sınırlandırılmıştır. O belirli vazifeleri yerine getirmekle yü kümlü idi. Bu vazifelerden başlıcaları şunlardır : Halkı doyurmak, giydirmek, dağınık boy’ ları toplayıp nüfusu çoğaltmak122. Kutadgu Bilig de bu nokta daha da açıklık kazanmış durumdadır : «Halka, aç mısın, tok musun, d iye.sor... Elini açık tu t... Bir hükümdar kulKaramanlıoğlu da t. Kafesoğlu’nun bu görüşüne iştirak etmektedir, bk. Kutadgu-Bilig’in diline ve adına dâir, Türk Kültürü, sayı 98; 1970, s. 130 vd.). Saadet, talih ve baht mânalarının ancak daha sonraları ortaya çıktığı ve Batı Türk lehçelerinde görülen bu mâna değişikliğinde İslâmî çevrenin tesiri olduğu an laşılmaktadır (bk. t. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig.-., s. 26). B. ögel’e göre, Tan rının bazı insanlara bahşettiği kutsal kudret olan kut, Budizm ve İslâmiyet çağında Türkler arasmda talih ve devlet anlamına gelmiştir (bk. Türk mitolo jisi, s. 303, 482). Son olarak G. Doerfer de «kut» tâbirini, bilhassa hükümdar için Gök ve Ver tarafmdan desteklenmesi zarurî «insanın bir nevi otonom ruhî kudreti» şeklinde açıklamaktadır (bk. Türkische und Mongolische Ele mente im Neupersischen, Wiesbaden, EU, 1967, s. 551). 121 Bk. Kutadgu Bilig, Beyitler /R.R. Arat, Kutadgu Bilig, II, Ankara, 1959/ : 109, 590, 674-676, 1244, 1251, 1258, 1267, 1430, 1561, 1761, 1933, 1934, 1980, 5469, 5901, 5947, 6192, 6193. 122 «... A ç fakir mületi hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. A s mîlleti çok kıldım...», «... çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye...» (bk. Kitabeler, I, güney, 10, doğu, 16, 28; n , doğu, 23, kuzey, 8). KB’e göre hükümdar halkını «... çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır» (bk. KB, Be yitler : 2958, 2982, 3031, 3113, 3923, 5242-5246, 5358, 5359, 5355, 5513, 5553). Bu TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI 53 dan fakir admı kaldırmazsa nasıl hükümdar olur?»123. Yine Kutadgu Bilig de belirtildiği üzere «Hizmet etm ekle kul, B ey olur»™. KB halkın hükümdardan istediklerini : a.-İktisadî istikrar, b - âdil ka nun, e - asayiş, olarak sıralar125 ve «E y hükümdar sen önce bunları yerine getir, sonra kendi hakkını isteyebilirsin»™ der. Yukarıda amlan görevlerini yerine getiremediği takdirde hükümdar, kut’unun Tanrı tarafından geri alındığı düşüncesi ile iktidardan düşerdi. Kut’u alman hükümdarın yerine «kutlanmış» birisi getirilirdi. Me-, selâ, Gök-Türklerde 716 yılında Inel Kagan’a karşı yapılan ihtilâlin sebebi böyle açıklanmaktadır127. Töre’nin diğer hükümleri dé kagan’lık yetkilerini kısıtlayıcı nitelikte idi. Kağan olacak kimsede bazı şartlar aranıyordu128. Bü tün bu karşılıklı hak ve vazifelerin töre ile tesbit edilmiş olması, siyâsî iktidar yönünden Türk devletinde şahsî ve keyfî idarenin olmadığını ortaya koyar. Bu sebebten de icracılar hükümdarın her istediğini yerine getiren yardımcılar değil, ancak kanunî vazife lerini yapmakla görevli kişilerdi. Anlaşılmaktadır ki, Türk hüküm ranlık anlayışı gelenekçi değil, menşe yönünden karizmatik, fakat töreye bağlılık yönünden « kanunî hükümranlık»! temsil ediyordu. Nitekim Kutadgu Bilig’de şöyle ibareler yer almaktadır: « Gerçek hususta Dede Korkud Destanında Dirse Han’ın sözleri aynı telâkkiyi ortaya koyar : «Attan aygır, deveden buğra koyundan koç kırdırdı, aç görse doyurdu, yalın görse donattı, borçluyu borcundan kurtardı, tepe gibi et yığdı, göl gibi kımız sağdırdı...>? (bk. M. Ergin, Dede Korkut Kitabı, I, Ankara, 1958, s. 80 vd.). 123 Bk. KB,bâb, 38 (2957,2958, 2965,2983), bâb, 54-55. 124 Bk. KB,Beyit : 612. 125 Bk. I. Kafesoğlu, Türkmillî kültürü,s.225126 Bk. KB,B eyit: 5578. 127 v«Kağan kut’ı toplamadı» (bk. Kitabeler, n , doğu, 8). «... dirayetsiz yeni kağan hatalar işledi. Yukarıda Gök, aşağıda kutsal yer-su’lar ona kut vermediler...» (bk. Kitabeler, H, doğu, 35. Daha bk. R. Giraud, L’Empire des Turcs célestes, Paris, 1960, s. 52). Ayrıca bk. KB, Beyitler : 724, 725, 1712, 1780, 2012, 2104, 5076. Krş. W. Eberhard, Çin tarihi, s. 143. : 128 Meselâ, Gök-Türk hâkanı T’a-po 581 yılında ölürken yerine Mu-kan’m oğlu Ta-lo-pien’i vasiyet etmişti. Durumu töreye uymadığı için (annesi asil değüdi) reddedilmişti, (bk. Liu Mau-Tsai, Die Chinesischen Nachrichten sur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden, I, 1958, s. 48 vdd.; M. Mori, Eski Türk tarihi araştırmaları, Tokyo, 1967, s. 258; A.N. Kurat, Gök-Türk Kağanlığı, DTCFD, X, 1-2, 1952, s. 15; î. Kafesoğlu, Ayn, esr., s. 85). 54 A BD Ü LKADİR DONUK kudret kanundadır. (törededir)»129, «B ey iyi kamun (töre) yap... Kanuna (tö rey e) kendin riayet et ki, halk da sana itaat etsin»130. KB e göre, kanun hükümdarlıktan da üstündür : «Hükümdarlık, uludur çök iyidir, fakat daha iyi töredir». Fakat bundan da mühim olan «Törenin tüz (eşit) tatbik edilmesi» Bir131. KB e göre, devletin temeli iki şeye dayanıyordu : Ihtiyatlilik ve; kanun (töre) . «.Hangi bey devletine kanun koydu ise, o ilini tanzim etm iş olurdu»132, «Hal ka hep iyi kanunlar tatbik edilmelidir»133, Türk devletinde töre de zamanın ve çevrenin şartlarına, göre değişmektedir. Hükümdar mevcut töreyi yenilemek ve geçerli hükümler^getirmek salâhiyetinde idi. Bilge Kağan «ecdadının (Bumm, İstem i) hükümdar olduğu zaman Türk milletinin töresini dü zenledi»13* derken bunu ifade etmiştir. Hteriş’ten başka, eski Hun hükümdarı Mo-tun ve daha sonra Bulgar hükümdarı Krum Han’ın da töreyi yeniden tanzim ettiklerine dair tarihî kayıtlar vardır135. Türklerde törenin uygulanışı yâni iktidarı kontrol eden mec lisler bulunmakta idi. Yapılan toplantılarda : ordunun teftişi ve hayvan sayımından başka, memleket meseleleri hakkında umumî görüşmeler açılır kararlar verilirdi. Ayrıca bıi meclisler hüküm darlıkları tasdik eder, gerektiğinde yeni hükümdar seçer ve hükü metin icraatı meclis üyeleri tarafından gözden geçirilirdi136. Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı gibi, eski Türk devlet lerinde hükümdarın milletçe tasvib edilmiyen hususlarda bir ka rar yetkisi bulunmuyordu. Ancak milleti temsil eden meclislerin onayını aldıktan sonra uygulamaya geçebiliyordu. 129 Bk. KB, B eyit: 639. 130 Bk. KB, Beyit : 1458, 2111. 131 Bk. KB, Beyit : 453-455. 132 Bk. KB, Beyit : 2015, 2017. 133 Bk. KB, Beyit : 545. 134 Bk. Kitabeler, I, doğu, 1. 135 Bk. î. Kafesoğlu, Ayn. esr., s. 220. Bu durum da Türk hükümranlık anlayışının gelenekçi olmadığını bir kere daha ortaya koyar. Kutadgu Bilig tö renin icracısı durumunda olan kut’u (siyâsî iktidar) şu şekilde tanımlamakta dır : «Kut düz yerde dahi yuvarlanan bir toy gibidir... «yeni ve taze» olanın ar kasında koşar... Yeni varken eskiye, güzel varken kötüye ne lüzum var?» (bk. Beyit : 662, 666-668). 136 Türk devlet meclisleri ve bu meclislerin çalışması hakkında tafsilât için bk. î. Kafesoğlu, Ayn. esr., s. 226 vdd. TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI 55 0 hâlde Türk hükümranlık anlayışı, karizmatik menşe daya nan «kanunî hâkimiyet» tarzında idi ve dominium değil imperium niteliğini taşıyordu. Diğer topluluklarla Türklerdeki hâkimiyet telâkkisinin karşı laştırılmasına gelince; . . -j 1 — Eski Çin devletindeki hükümranlık anlayışı ile eski Türk hükümranlık anlayışı arasında büyük bir benzerlik dikkati çekmektedir. Orada da hükümdar Tanrı’dan güc almakta, yeryü zünün tek hükümdarı sayılmakta, hattâ «Tanrının oğlu» diye ad landırılmaktadır. Şimdiye kadar bu yakınlık eski Türklerin hâki miyet anlayışım Çin’den aldıkları şeklinde1değerlendirilmekteydi. Hâlbuki Çin anlayışındaki «Gök Tanrı» kavramı tamamen Bozkır menşeli olup, aslında yer tanrılarına inanılan eski Çin düşüncesi ileilgili değildir. Konfuçyus bile «Gök’ün oğlu» mevzuunu incelerken aslı Türkçe olan «Tann» (T’ien) kelimesini kullanmıştır. «Gökte bir Tanrı, yeryüzünde bir hükümdanşeklinde ortaya atılan düşünce gördüğümüz üzere Çin’de ancak Türk kültürünün belirli olarak gö rüldüğü Chou sülâlesi zamanında ortaya çıkmıştır137. 2 — Hükümdara idare etme hakkının Tanrı tarafından veril diği düşüncesine diğer topluluklarda rastlanmıyor. Bü anlayış daha sonraları Türk kültürü tesiriyle Çin’e olduğu gibi Moğol’lara da intikal etmiştir. Ancak Çin’de söylediğimiz belirli gelişmeleri gös terdiği hâlde, Moğollarda «dominium» şekli bâki kalmıştır. 3 — Eski Yunan’da ve Roma’da138, hükümdarın Tanrı kabûl edilmesine karşılık, Türklerde hükümdar Tanrı değil, ancak onun «kut» ile donatarak insanları idareye memup ettiği bir kişidir139. 4 — Hind’de ve İran’da görülen, hükümdarın temsil ettiği 137 Tafsilât için bk. I. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig.-., s. 35-37; Ayn. miiell., Türle mitti kültürü, s. 222 vd. Ayrıca bk. W. Koppers, İlk Türklük ve ilk İndo Germenlik, Belleten, sayı 20, 1941, s. 447-449. 138 Roma imparatoru Augustus (m.ö. 27 - m.s. 14) m.ö. 14 de «Tanrı» ilân edilmiştir (bk. S.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, s. 364-375; J.R. Strayer, The State and Religion: An exploratory comparison in different cultures, Com parative Studies in Society and History, I, 1, The Hague, 1958, s. 41. 139 Türklerde hükümdara «Tanrının oğlu» denilmediği hakkında bk. 1. Kafesoğlu, Türk mitti kültürü, s. 222 vd. S6 ABD Ü LK A D İR DONUK hnllr tarafından Tanrı gibi düşünülme fikrine de Türk devletlerinde rastlanmaz. 5 Eski Yunan’da, Roma’da, İran’da Moğol’larda vb., mev cut olup devlet icraatını kontrol eden meclisler çeşitli sınıfları tem sil ettikleri ve meselâ köleler bu meclislere kâbûl edilmediği hâlde, Türk meclislerinde, her zümreden halkın temsilcileri yer almış gö rünmektedir. Zira eski Türk topluluğunda, kısmî savaş esirleri dı şında, haklarından mahrum bırakılmış zümreler yoktu. 6 — Tarihî vesikalara göre Türk hükümdarı Tanrı tarafın dan dünyayı idare etmekle görevlendirilmiştir. O, yeryüzündeki bütün insanların başıdır140. Bu telâkki Türklerde « Cihan hâkim iyeti» mefkuresini doğurmuştur. Böyle bir mefkûre, yalnız Türk kültürü etkisindeki Çin’de ve yine Türk geleneklerini tevarüs eden Moğol devlet anlayışında görülmektedir. Roma hâkimiyetine bağlanan «Pax Romana» düşüncesi hukuk birliği, sosyal sınıfların durumu, hristiyan menşe vb., bakımından14-1 Türk anlayışından tamamen farklı bulunmaktadır. 140 Türk hükümdarının yeryüzünü idare ile görevli kılındığı tarihî kayıt lara, Türk destanlarına, edebî ve siyâsî eserlere dayanüarak belirtilmiştir (taf silât için bk. t. Kafesoğlu, Türk fütuhat felsefesi ve Malazgirt muharebesi, Ta rih Enstitüsü Dergisi, sayı 2, 1971, s. 1-16). 141 Bk. I. Kafesoğlu, Türk fütuhat felsefesi..., s. 10-12. KLÂSİK İSLÂM KAYNAKLARINA GÖRE ESKİ TÜRKLERÎN DİNİ VE ŞAMAN KELİMESİNİN MENŞEÎ (Başlangıçtan Moğol istilâsına kadar) Ramazan Şeşe» Bu çalışmada, klâsik İslâm kaynaklarında eski Türklerin dini ve şaman kelimesinin menşei h a k k ın da, bulabildiğimiz bilgileri tas nif edip okuyucuların hizmetine sunmaya çalıştık. Kaynaklarımızın en eskisini İbn Uurdâdbih (ölm. 230 h./844 m .)’in Kitâb el-mesâlik’i, en yenisini ise Reşîdüddîn (ölm. 718 h./1318 m .)’in Camic el-tavârîb’i teşkil etmektedir. Büyük yekûnu ise hicrî IV. (m. X .) asra âittir. Konumuzla ilgili olarak kaynaklarda bulabildiğimiz bilgilerin tercümesini vererek araştırıcıların hizmetine sunmaya çalıştık. Her bahsin sonunda metinlerden çıkan neticeler hakkindâki mütâlâamı zı kısaca kaydettik. Bu mütâlâalarda ihtimali uzak olan tefsirleri vermekten kaçındık. Ayrıca notlarda, her konuyla ilgili olarak Çin kaynaklarında verilen bilgileri sunmaya çalıştık. Fakat, Çin kay naklarının Doğu Türkistan dışındaki Türklerin dinleri hakkında he men hemen hiçbir bilgi vermediğini gördük. Çin kaynakları en faz la bilgiyi Göktürklerin (Tu-cüelerin) ve Kırgızların din leri hakkın da vermekte, bunlar daM birer sahifeyi bulamamaktadır. Bazı, Çin kültürüyle uğraşanların mübâlâğalı iddialarını destekler hiçbir de lile rastlamadık. Eski Türklerin dini hakkında bize en tafsilâtlı bil gi veren İbn Fazlân ile Gerdîzî’dir. İbn Fazlân’m Türkler arasında ki seyâhati daha geniş sahayı kapsamış olsaydı, daha geniş ve açık layıcı bilgiler verebilirdi. Bununla beraber, onun verdiği bilgiler di ğer İslâm kaynaklarının ve Çin kaynaklarının ihmal ettikleri en önemli boşlukları doldurmaktadır. İslâm ve Çin kaynaklarının ver- gg RAMAZAN ŞEŞEN dikleri bilgiler birbirini tamamlamakta, zaman ve mekân farklılık larının tabiî bir neticesi olarak, bazı küçük farklılıklar dışında, birbiriyle tıpatıp uyuşmaktadırlar. Netice olarak, Türklerin eâhüiyyet devrine ait bu fazla geliş memiş putperestliğine Şemeniyye (Şamanizm) demek mümkündür. AvrupalIlar bu dine şaman (kam) denen din adamına nisbetle Şa manizm demişlerdir. Aslında bu din, bütün ilkel dinler gibi, animizm, fetişizm ve natürizm unsurlarının önemli yer tuttuğu, gök ve yer kültlerinin, sihrin hâkim olduğu bir veseniyye (putperestlik) ’dir. Bunlar dünyanın çeşitli yerlerindeki ilkel dinlerde de görülmekte dir. ileride görüleceği üzere, bu putperestliğin gelişmiş şekli yine Şemeniyye (Şapaanizm) adı altmda, Zerdüşt ve Buda’dan önce, As ya’nın yerleşik ve medenî bölgelerinde mevcuttu. Zerdüşt ve Buda ile bu yerlerde sistem haline gelmiş dinler (şeriatlar) ortaya çık mışlardır. Fakat, bu sistem halindeki dinler yanında gelişmiş ve il kel putperestlik (yani Şamanizm) XX. asra, hattâ, zamanımıza ka dar dünyanın geri kalmış bölgelerinde varlıklarım sürdürmüşlerdir. Klâsik İslâm kaynakları eski Türklerden müslüman, hıristiyan, yahudi (mûsevî), ı^ıaniheist, mazdeist, budist olmayan ve büyük ço ğunluğunu bozkırlardaki göçebelerin teşkil ettikleri Türkler için put perest, mecûsî, şemenî, sâbiî, sihirbaz gibi çeşitli ifâdeler kullanır lar. Bunlara Câhiliyet dinlerine mensup, müşrik veya kâfir türkler de derler. Bazan da «Onların gerçek dinle ilgileri yoktur» dedikten sonra, çeşitli konulardaki inançları hakkında kısa ve genel bilgiler verirler. Kaynaklarda Türkler arasında yukarıda sayılan kitâbî din lere mensup olanların zikredilmesine rağmen, onların büyük çoğun luğunun henüz yerleşik ve sağlam bir sistem haline gelmemiş olan Câhiliyet dinlerine mensup (putperest, müşrik) oldukları görülmek tedir. Bu konuda klâsik İslâm kaynaklarında bulabildiğimiz mâlûmatı şu şekilde tasnif edebiliriz : G e n e l B i l g i l e r : tik İslâm kaynaklan Türklerin dinle ri hakkında açıklayıcı bir şey söylemezler. Kâfir, müşrik gibi genel ifâdeler kullanırlar. Hişâm b. Abdülmelik tarafından, İslâmiyet’e dâvet maksadıyla, Türk hükümdarına gönderilen elçi bu konuda açıklayıcı bir şey dememektedir1. Y a‘kûbî, Mâverâünnehr, Horasan 1 Yâkût, Mu1cem el-buldan, Türkistan maddesi. ESKİ TÜRKLERİN DİNİ V E ŞAM AN KELİM ESİ 59 ve Sicistan’ı kuşatan türk ülkelerine «şirk diyarı» der2. Ebû Zeyd el-Belhı’ye dayanan el-Mafcdişî Türklerin dinlerinden bahsederken «Onlardan bir kısmının kendilerine has kitapları olduğunu, bir kıs mının Tibetlilere komşu olmaları dolayısıyla onların kitabına inan dıklarını, bir kısmının Suğdluların kitabına inandıklarım söylerler. Dediler ki : Tuğuzğuzlar (Uygurlar) arasında hıristiyanlar (Nastûriler) ve şemenîler vardır... Kırgızlar ölülerini yakarlar. Ateşin ölünün cesedini günahlardan temizlediğine inanırlar, putlara tapar lar. Bazıları ölü ile kölelerini ye hizmetçilerini diri diri mezara gö merler. Ayrıca, mezarın başında kurban keserler. Onların dilinde mezara tepe (tümülüs) denir. Onlar arasında kar, dolu yağdıran, rüzgâr estiren kişiler olduğu söylenir. Kararlarının çoğunu koyunun kürek kemiği falına (yani kehânete) göre alırlar» der3. Başka bir yerde «Türklerin kimi senevi (düalist), kimi hıristiyan, kimi put peresttir. Kimi güneşe tapar» der4. Mes’ûdî’ye isnat edilen bir eserde «Türklerden bozkırlarda ya şayan göçebelerin dinleri (şeriatları) yoktur. Bir kısmı mecûsî di nindedirler... Türkler sihir ve şiddet sahibidirler. Hükümdarlarının senede muayyen bir günü vardır. Bu gün hükümdar adına büyük bir ateş yakılır. Hükümdar yüksek bir yerden ateşe doğru eğilmiş ba karken kâhinler ateşe karşı bir şeyler söylerler. Bunun üzerine, ateşten yukarı doğru bir çehre yükselir. Eğer bu çehre yeşil ise yağ mura ve bolluğa, beyaz ise kuraklığa, kırmızı ise kan dökülmesine, sarı ise hastalıklara ve vebaya, siyah ise hükümdarın ölümüne ve ya uzak yolculuğa delâlet eder. Son halde hükümdar yola ve gazâya çıkmaya acele eder,» denir5. Gerdîzî Türgişlerden bahsederken «... Buradaki Uluğdağ başka bir dağa bitişiktir. Türkler bu sonun cu dağa taparlar. Bu dağın adına yemin ederler. Buranın Tanrı’nın ikâmetgâhı olduğunu söylerler,» der6. Kaşgarlı Mahmud «Rumların yakınından doğuya doğru Türk lerden müslüman olanları ve Cahiliyet dinlerine mensup olanları zikredeceğiz,»7 dedikten sonra, başka bir yerde «Allah kahretsin, kâ 2 3 4 5 6 7 YaTçûbî, Kitâb el-buldân, nşr. De Goeje, Leyden 1892, s. 295El-Malçdisî, Kitâb el-bed’ ve’l-tânb, nşr. Huart, IV, Paris 1907, s. 21-22. Aynı eser, IV, 65. ‘Acâ’ib el-dunyâ, Hüseyin Çelebi Kütüphanesi, hr. 746, yap. 63b-64b. Gerdîzî, Zeyn el-atjbâr, nşr. ‘Abdulhayy Habîbî, Tahran 1347, s. 279. Mahmûd Kâşgarî, Dîvânu lugât el-Türk, metnin birinci neşri, I, 27-28. 60 ram azan şeşen firler göğe Tengri derler. Yine, büyük bir kaya ve büyük bir ağaç gibi gözlerine büyük görünen her şeye tengri derler. Bunun için böyle şeylere secde ederler. Yine aynı sebepten âlim bir kişiye tengri-kân derler,» demektedir8. Köprülü Kütüphanesindeki bir mec muada Türk ülkelerinden bahsedilirken «Bunlar putperest olup ölü lerini yakarlar. Günde iki kere namaz kılarlar. Senede bir gün oruç tutarlar. Burada, büyük bir dağda secde eden bir adamın el ve ayak izlerinin bulunduğu bir ağaç vardır. Bu ağacın yanma gelen herkes ona secde eder... Buranın halkı putperesttir. Bunların senede bir gün bayramları vardır. Bu gün her köy putlarıyla bir su gözünün ve ağaçların bulunduğu bir yere çıkar. Sonra, aralarından bir adam putların yanma varır. Bu kişi kâhin (kâm )’dir. Bir müddet putla rın etrafında döndükten sonra halkın huzuruna çıkar. Bu sene iyi likten ve kötülükten ne olacaksa haber verir. Bu kâhin t anınm ış bir sülâledendir,» denir9. Burada bahsedilen dağ altın madenlerinin bu lunduğu Ferğana ile Kırgızlar arasındaki dağlardır. Aynı yerde bu dağların halkının putperest olduğu tekrarlanır. Aynı yerde Tuğuzğuzlardan bahsedilirken «Onların ülkesinde yeryüziindeki dağlarm en yükseği bulunur. Onlar, bu dağda duâ ederler, adaklar adarlar, kurban keserler,» denir. Gerdîzî’nin bahsettiği dağ da bu sonuncusu olmalıdır. Burası Göktürklerin Atalar Mağarası’mn bulunduğu Altay dağlarındaki Ötüken olmalıdır. Mücmel el-tevârîh’te Yâfes’in oğullarından bahsedilirken «... Zamanımızda dahi kâhin, falcı, zecrci (müteşe’im ), koyun kü reği falmı bilenlerin çoğu Çin’in huzurunda toplanırlar. Çin, Ğuz ile Türk (Gerdîzî’de iîalluh) arasındaki savaşları duyunca falcıların dan ve bilginlerinden 10 kişiyi Türk’ün yanma gönderdi... Türk bundan memnun kaldı. Bu sırada Türklerden bazı kişiler bilgi sahi bi olan Çinlilerden koyun küreği falını öğrendiler. Fal ve zecr (teşe’üm) elde ettiler... Türkler arasında bu çeşit falcı ve bilgili kişi ler çoğaldı. Bunlara «kâm» dediler,» dendikten sonra, «Hâm»ın oğullarından şemenî Hindu gelip Türklere putperestliği öğretti. Türk (Halluh) hâriç bütün kardeşler putperestliği kabul ettiler. Türk putperestliği kabul etmedi,» ifâdesi ilâve edilir10. Nitekim, kü 8 Aynı eser, HE, 279. 9 Köprülü Kütüphanesi, nr. 1623, yap. 209b-210*. 10 Mücmel el-tavârîf}, nşr. M. Ramazânî, Tahran 1318, s. 103. E SKİ TÜRKLERİN DİN İ VE ŞAM AN KELİM ESİ 61 rek kemiği, ok, söğüt dalı ve ateşle fal bakmak eski Câhiliyet kavimlerinde çok yaygın olarak görülmektedir. Kazvînî «Türklerin gerçek dinle ilişkileri yoktur,» dedikten sonra «Onlardan kimi yıl dızlara, kimi ateşe taparlar. Kimi hıristiyan, kimi Mânî dini üzere, kimi seneviyye (düalist), kimi sihirbazdır,» demektedir11. Bu metinler Türklerin dinleri hakkında genel bilgiler vermek te, fakat hangi kabilelerin bu inançlara sahip olduklarım belirtmemektedir. Bununla beraber, kaynaklar Türk kabile guruplarından bazılarının dinleri hakkmda, az da olsa, bize bilgi vermektedirler. Bunları doğudan batıya doğru şu şekilde sıralayabiliriz : D o ğ u T ü r k 1e r i ( T u ğ u z ğ u z lar ve k o m ş u l a r ı ) : Abbâsilerin başlarında adı belirtilmeyen Türk Hâkânı tara fından Tuğuzğuz (Uygur) Hâkânı’na elçi gönderilen Temîm b. Bahr el-Mutawi‘î geçtiği yerlerdeki halkın dini için «Çoğu meeûsî olup ateşe taparlar. Aralarında Mânî dininde olan zındıklar da vardır,» ifâdesini kullanır12. Câhız Tuğuzğuzların (Tokuz Oğuzların) Mânî dinine girdiklerini söyler, fakat eski dinlerinin ne olduğunu belirt mez13. îbn Uurdâdbih ise «Tuğuzğuz Hâkânı’nm şehrinin halkı Türktür. Bunların arasında ateşe tapan mecûsîler, zındıklar vardır... Şeh rin halkı zındıktır,» der14. Kudâma de Ferğana ve Şâş ile Tuğuzğuzlarm merkezi arasında kalan yerlerin halkı için «... Mecûsîdirler. Aralarında zındıklar da vardır,» der15. Hudûd el-âdem’ de Tuğuzğuzlara âit Beğ-tigîn köyünden bahsedilirken «Burada hıristiyanlar, mecûsîler ve putperestler yaşarlar,» denmektedir15. Minorsky, her hangi bir delil göstermeden bu putperestlerin budistler olabileceğini söyler. Gerdîzî «Tuğuzğuz Hâkânı Dînârûy (Mânî) mezhebindedir. 11 Kazvînî, Âşâr el-bilâd, Beyrut 1380/1960, s. 515. 12 Yâkût, Türkistan maddesi. 13 Marquart, Streifzüg, s. 91; R. Şeşen, Eski Araplara göre Türkler, TM, XV, 34. Uygurlar Mânî dinini kabul etmeden önce yer ve gök tanrılarına tapı yorlardı. 762 yılında Mânî dinini kabul ettikleri sırada yer (aşağı) tanrılarının heykellerini yakmışlardır (İnscription, s. XXX-XXXV; Emel Esin, Türk kosmoîojisi, İstanbul 1979, s. 3, 93 ve not 14; aynı müellif, Islâmiyetten önceki Türk kültür tarihi..., İstanbul 1978). 14 İbn Hurdâdbih, el-Mesâlik veT-memâlik, nşr. De Goeje, Leyden s. 31. 15 ICudâma, Kitâb el-Jjarâc, nşr. De Goeje, Leyden 1889, s. 262. 16 Hudûd el-‘âlem, Minorsky tarafından İngilizceye yapılan tercüme, London 1937, s. 95. 62 R A M A ZA N ŞEŞEN Fakat, ülkesinin şehrinde putperestler, seneviler ve şemenîler bulu nur,» demektedir17. Köprülü Kütüphanesindeki bahsedilen mecmua da «... Tuğuzğuzlarda halk hükümdarı görünce secdeye kapanırlar. Dinleri Mâni dinidir... Tuğuzğuz ülkesinde yeryüzündeki dağların en yükseği bulunur. Onlar bu dağda duâ ederler, adaklar adarlar, kurbanlar keserler,» denmektedir18. El-îdrîsî ve Yâkût da Tuğuzğuz halkının mecûsî ve maniheist olduklarını ifâde ederler1!9. Kazvînî ise Tuğuzğuzların bir kısmını teşkil eden Tatarların hiçbir dine men sup olmadıklarını, helâl ve haram tanımadıklarını..., güneşe secde edip ona tanrı dediklerini kaydeder20. Ebû Dülef onların belli başlı mabedleri olmadığını, batıya dönerek ibâdet ettiklerini söyler21. Gö rülüyor ki, Tuğuzğuzlar mecûsî (şamanist= şemenı), putperest (şa manı mânâsma) ve Mâni dinine mensuptular. Aralarında seneviler ve şemenîler de vardı. Bunlar arasındaki şemenîleri hem şamanistler hem budistler mânâsına almak mümkündür. Bu devirde Uygurların ülkesinde şamanistlerin olduğu kesindir. Mes'ûdî ise Uygurları sâ dece Mâni dinine mensup olarak gösterir. Başka ifâdelerinin tersi ne, Türkler arasında onlardan başka Mâni dininde bulunanlar olma dığını söyler22. Bunun için, eski eserlerde yanlış genellemelere rast lamak mümkündür. Nitekim, îbn el-Fakîh de Hazarların hepsinin yahudi olduğunu söyler. Bu gibi genellemeleri diğer kaynaklardaki mâlûmatla açıklamak gerekir. Uygurlar ve Hazarlarda çeşitli dinle rin olduğu başka kaynaklarla, hattâ bizzat bu müelliflerin başka ifâdeleriyle reddedilemez bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çin kay nakları da bu çeşit müphem genellemeleri sık sık tekrarlarlar23. Bi 17 Zeyn el-afrbâr, s. 267. 18 Köprülü, nr. 1623, yap. 210*-1. 19 El-Îdrîsî, Nuzhat el-muştâk, Leyden tabı, s. 510; Yâkût, Nûşcân mad. 20 Âş&r el-bilâd, s. 581. 21 Ebû Dülef, Risâle, (îbn Fazlân Seyâhatnâmesi tercümesinin sonunda), tere, eden R. Şeşen, İstanbul 1975, s. 88. 22 Murûc el-seheb, nşr. Barbier de Meynard, I, 288. 23 Çin kaynaklarında Orta ve Garbi Asya halklarındaki budizmle ilgili kayıtlar için aşağıya not 129’a bak. Aslında Uygurlar Göktürklerin vârisleridir. Aralarında eski dinleri üzere kalanlarm dinleri Göktürklerin dinlerine benzemelidir. Çin kaynakları Göktürklerin (Tu-cüelerin) dinleri hakkında şu bilgiyi verirler: «Altay eteklerinde dişi bir kurttan türemişlerdir. Ecdâd Mağarası’ndan çıkmışlardır (Eberhard, Çin’in şimal Komşuları, tere, eden N. Uluğtuğ, Ankara 1942, s. 86). ötüken ESKİ TÜRKLERİN DİN İ VE ŞAM AN KELİM ESİ 63 zim kanâatimize göre, bu sıralarda Tuğuzğuzİann (Uygurların) bü yük çoğunluğu ve bilhassa köylerin, kasabaların halkı ile göçebele ri tamamiyle meeûsî, putperest yâni şamanist idiler. Tuğuzğuzların batılarındaki Çiğiller güneşe ve yıldızlara tap maktaydılar24. Karahanlıların bir kısmını Çiğiller teşkil ediyordu. Satuk Buğra-han’m müslüman oluşuyla ilgili olarak Ebu’l-Futûh elFazlî’nin Târîjj. Kâşğar3mdan yapılan nakilde, onun müslüman olup olmadığını denemek için, amcası kâfir Oğulcak tarafından putlar evinin tamirinde çalıştırıldığı kaydedilmektedir25. Çiğillerle karışık yaşayan Karluklann dinleri için Tuğuzğuzlar ve Çiğiller hakkında söylenenler geçerli olmalıdır. Ebû Dülef «Karluklarm, duvarlarında (Yü-du-cen) dağı Türklerin kutsal dağıdır (aynı, s. 88). ölüler merasimle ça dıra konur. Koyun ve at kurban edilir, ölü çadırı etrafında at yarışları yapar lar. Cesed bütün servet ve atıyla birlikte yakılır. Külü sonradan mezara kona rak tekrar kurban edilir ve yine at yarışları yapılır. Matem sembolü olarak yüz ler çizilir. Ölünün bir resmi hazırlanır, ölünün öldürdüğü adam sayısı kadar mezarının üstüne taş yığılır. Kurban edilen hayvanların kafatasları bir sırığa geçirilerek dikilir. Cenaze merasiminde evlenmekten kaçındır. Çocuksuz kalan üvey analarla-evlenme ve' ölen kardeşin karısıyla evlenme vardır... Yalnız Hâkân’ın doğan güneş kültünün bulunduğu yerde sağlam evleri vardır. Her jul Ecdâd Mağarası’na kurban kesüir. Büyük bayram beşinci ajun ikinci yarısın da Gök Tanrı ve Yer Tanrı’ya kurban kesilmesiyle başlar... Ruhlara inanırlar, büjuieiileri sayarlar... Âdetleri her bakımdan H’jnınğ-nulannkine benzer.:.'Kurt bajrrakları üzerinde... Ecdâd,mâbedleri yoktur. Tamuların tasvirlerini keçeden yontarlar ve deri torba içinde muhafaza ederler.-Bu tasvirler içyağı ile yağla nır. Sırık üzerine de dikilir. Onlara yüın - dört mevsiminde kurban kesilir.» (Eberhard, s. 86-87). Bunların (H’jumğ-nularm) dinleri hakkında ise «Beşinci ayda Lunğ-cınğ’da göğe ve yere kurban kesmek suretiyle büyük bir bajram yaparlar... Güneşe ve aya taparlar.» (Eberhard, s. 76). «Büjuicüler kötü büyülere karşı gelmesi için kojuın ve sığır kemiklerini yol üzerine gömerler. Büjni yaparak düşmanların elbiselerine koyarlar... Hün büjdicülerinin.Çinlilerin hizmetinde kullanıldığı söy lenir.»' (Eberhard, s. 77). Netice olarak şöyle denir.: «Galip olarak gök kültü, güneş kültü. Aya hürmet. Bu arada yer kültü üe de ilgi vardır... Ecdâd mâbudlar... Kurt efsanesi, mağara efsânesi.» - (Eberhard, s. 94). Aynı konuda E. Esin, Türk kosmolojisi, s. 44, 52, 75, 85, 86' da Ost-Türken ve Biçurin’in ese rinden naklen bügiler verflir. Her iki nakil arasmda fark yoktur. Her yıl Hâkân’m kurban yapmak için gittiği Atalar Mağarası’nın yeri belli değildir, ih timal Türklerin mukaddes dağı Altaylardaki ötüken’deydi. 24 Ebû Dülef, s. 84; Hudûd el-'alem, s. 99 «Bazıları güneşe ve yıldızlara taparlar.». 25 Camâl-i Karşı, Mülhakat el-şurâh, Barthold’un seçmeleri, s. 132-133. 64 R A M A ZA N ŞEŞEN ileri gelen hükümdarlarının resimlerinin bulunduğu bir mâbedleri vardır. Onların ülkesinde mukaddes tanıdıkları, dibinde anlaşmaz lıkları hallettikleri ve kurban kestikleri bir taş vardır. Bu taş ye şildir. îpekli elbiseler giydikleri bir bayramları bulunur.» demekte dir26. Bir şamanist âdeti olan ya da taşı (yağmur çeken ta ş)’yla yağmur, kar, dolu yağdırma ve fırtına çıkarmadan bahsedilirken Karluklarm ve Oğuzların, Tokuzoğuzlarm, Peçeneklerin ve Kimaklarm adları geçmektedir. Ebû Bekr el-Râzî ve el-Bîrûnî bu taşm Kartuklarla Peçenekler arasındaki bir yamaçta bulunduğunu (elBîrûnî bu taşla yağmur yağdırmanın asılsız bir şayia olduğunu söy ler,) söylerler27. Gerdîzî ve Mücmel el-tevâı%, müellifine göre Oğuz larda gerçek, Kartuklarda sahte ya da taşı bulunmaktadır28. îbn elFakîh’e göre, bu taş sâdece Tuğuzğuzlarda bulunmaktadır29. Ebû Dülef’e göre Kimaklar arasında bulunur30. İbn el-Fakîh’in, zikredi len yerdeki Ebu’l-'Abbâs el-Mervezî’den naklinde bu taşın Oğuzlar arasında bulunduğundan bahsedildikten sonra, İsmâîl b. Ahmed elSâmânî (ölm. 295) ’nin kâfir (müşrik) Türklere karşı yaptığı büyük bir seferde bu taşla yağmur ve dolu yağdırmak isteyen bir şahıstan bahsedilmekte ve bu kimsenin Türklerin kâhini durumunda olduğu kaydedilmektedir31. îbn el-Fakîh ve Mes'ûdî’nin ka.yit.la.rma. göre, bu sefer Tuğuzğuz ve Karilik türklerine karşı yapılmıştır. Bahsedi len şahıs da kâm (şaman) olmalıdır. El-îdrîsî’ye göre, bunların kom şuları olan Ezgişler ateşe ve aydınlıklara taparlardı32. Tuğuzğuzlarm güney komşularından Tibet’in Mez halkı Mes'ûdî’ye göre Câhiliyet dinindeyken Mânî dini dâîlerinden biri tarafından maniheist yapılmışlardır33. Ebû Dülef «Tibet’in merkezinde öküz derileriyle kaplı bir mâbed vardır. Bu âbedde kergedan ve öküz boy26 Ebû Dülef, s. 90. 27 İbn el-Fakîh, s. 329-330; el-Bed’ ve’l-târîff, IV, 94-95; Gerdîzî, Zeyn elabbâr, s. 256; el-Bîrûnî, eV-Cemâhir, Haydarabad 1355, s. 218-20; Mücmel eltavârîfr, s. 98, 1 0 2 ; Ebû Dülef, s. 86-87; Yâkût, Türkistan mad. 28 Gerdîzî ve Mücmel el-tevârîf}, aynı yerler. Bu taş hakkında tafsüâtlı bilgi için bk. H. Taayu, Türklerde taşla ilgili inançlar, Ankara 1968, s. 41-70. 29 Ebû Dülef, aynı yer. ■ 30 Ebû Dülef, aynı yer. 31 İbn el-Fakîh, Kitâb el-buldân, nşr. De Goeje, Leyden 1885, s. 329; Yâ kût, aynı yer. Bu sefer hakkında bk. Murüc, VTTT, 144 . 32 Nuzhat el-müştak, Köprülü, nr. 955, yap. 2781>. 33 Murüc, I, 299. > ESK İ TÜRKLERÎN D İN İ V E ŞAM AN KELİM ESİ 65 nuzlanndan yapılmış putlar bulunur. Burada müslümanlar, yahudiler, hıristiyanlar, hindûlar, mecûsîler ve maniheistler oturur,» der34. Hudûd el-âlerrı’de önce «Tibet halkmm çoğu Mânı dinindedir. Ama kıralları şemenîdir.», sonra «Tibet’teki bütün halk putperest tir,» denilmektedir33. Minorsky, buradaki şenienî kelimesini budist olarak kabul eder. «Şamanist olması imkânsızdır,» der. Tuğuzğuzlarla Çin ve Tibet arasındaki Kucâ (Ebû Dülef’te Necâ) halkı da putperesttiler. Ebû Dülef «Necâ ülkesinde ateşte yan mayan bir çeşit ağaç vardır. Bu ağaçtan putlar yapmışlardır... Ökü zü mukaddes tanırlar,» der36. Gerdîzî ise «Kucâ’da 16 bihâr (put ta pmağı, vihara) vardır. Bunların dini Şemeniyye’dir,» demektedir37. Ebû Dülef Tuğuzğuzlann doğu komşuları olan Kitâylann idârede tatbik ettikleri ahkâmın aklî hükümler olduğunu söyledikten sonra «Aralarındaki anlaşmazlıklarda akıl ve fikir sahibi bir ihtiyara baş vururlar... Senede bir ay itikâfa çekildikleri mâbedleri vardır,» der38. Buradaki hakemlik yapan şahıs şaman olabilin. K ı r g ı z l a r , K i m a k l a r v e b a z ı k o m ş u 1 a r ı : Tuğuzğuzların kiızey komşuları Kırgızların ölülerini yaktıklarını ve putlara taptıklarını yukarıda kaydetmiştik (bk. s. 59’daki el-Makdisî’nin eserinden nakil). Hudûd el-âlem ’ûe. de onların ateşe taptıkları ve ölülerini yaktıkları söylenir39. Gerdîzî ise Kırgızların dinleri hak kında daha geniş bilgi vererek şöyle der: «Kırgızlar Hindûlar gibi ölülerini yakarlar. «Ateş eşyanın en temizidir. Ona düşen her şey temizlenir. Ateş ölüyü pisliklerden ve günahlardan temizler,» derler. Kırgızlar arasında bazıları öküze taparlar. Bazıları: rüzgâra, bazı ları saksağana, bazıları kirpiye, bazıları güzel görünüşlü ağaca ta parlar. Kırgızlar arasında bir adam vardır ki, her sene belli bir gün de gelir. Onun yanında bütün şarkıcıları ve çeşitli çalgı âletlerini 34 Ebû Dülef, s. 86. 35 ' Hudûd, s. 84, 92. Çin kaynaklarına göre, «Tibet balkının çoğu Yuan-Ti ilâhına tazim edip: büyücü ve. sihirbazlara inanırlardı... Yıkanmazlar di... Kıral (Tubbet Hâkân) ölünce, adamları, elbiseleri, atı, ok ve yayı kılıcı ile birlikte gömülürdü. Sonra mezarının üstünde büyük bir bina yaparak ibâdet ederlerdi.» (Huang Chi-Huel, T’ang devrinde Tibetlilerin Çinliler ve Orta Asya Tcavimleriyle münâsebetleri, Ed. Fakültesi doktora tezi, İstanbul 1971, s. 14-15). 36 Ebû Dülef, s. 83, 84; Âşâr el-büâd, s. 580. 37 Zeyn el-abbâr, s. 270. 38 Ebû Dülef, s. 91-92. 39 Hudûd, s. 96. Tarih Enstitüsü'Dergisi - E. 5 66 R A M A ZA N ŞEŞEN hazır ederler. Bu adama Fağîtûn (Mervezî’de Fağînûn) derler. Çal gıcılar saz çalıp şarkı söyleyince' bu adam kendinden geçer. Sonra, ondan o sene kıtlık mı bolluk mu olacak, emniyetli mi olacak, düş man galip mi gelecek mağlûp mu olacak? Hülâsa neler olabilecekse sorarlar: O da hepsini cevaplandırır. Pek çok şey de onun dediği gi bi olur,»40. Mervezî de onların ölülerini yaktıklarım, ateşin ölüleri temizlediğine ve günahlardan arıttığına inandıklarını kaydettikten sonra «Bu yakma âdeti onlarda eskiden vardı. Fakat* müslümanlarla komşu olduktan sonra ölülerini gömmeye başladılar. Kırgızlar arasında halktan Fağînûn denen bir adam vardır. Her sene belli bir günde bu adam getirilip başına şarkıcılar, çalgıcılar ve bunlara ben zer insanlar toplanır. Bunlar içip eğlenmeye başlarlar. Meclis hoş bir hâl alınca bahsedilen adam bayılır. Sonra, sarâ tutmuş bir kim se gibi yere düşer. Bu halde iken yeni senede olacak şeyler ona so rulur. Oda senenin bolluk mu, yoksa kıtlık mi, yağmurlu mu yoksa kuraklık mı olacağını ? hülâsa yeni senede neler olacaksa haber ve rir. Onlar bu kimsenin söylediklerinin doğru olduğuna inanırlar,» der41. ‘Avfî de aynı şeyi tekrarlar. Fakat, şaman olduğu anlaşılan bu kâhinin adım Ma'sûn şeklinde kaydeder?2. El-îdrîsî «Kırgızlar ölülerini yakıp küllerini Manhâr nehrine atarlar. Bu nehirden uzak olanları yaktıktan sonra, nehre ulaşsın diye, küllerini yer üzerinde rüzgârda savururlar,» der43. Ebû Dülef ise onların mâbedleri ve yazı yazmak için kullandıkları özel alfabe leri olduğunu ifâde ettikten sonra «İbâdet esnâsmda okudukları manzum duâları ve İlâhileri vardır. Senede üç defa bayram yapar lar. Güneye dönerek ibâdet ederler,» der44. Görüldüğü üzere, Ebû 40 Gerdîzî, s. 263. 41 Mervezî (tbn Fazlan Seyâhatnâmesi’nin sonundaki tercümemiz), s. 99. 42 ‘Avfı, Cavâmi‘ el-hikâyât tercümesi, Ayasofya Kütüphânesi, nr. 3167, yap. 488b. 43 Nuzhat el-muştdk, s. 521. 44 Ebû Dülef, s- 88. Çin kaynaklarına göre, Kırgızların atası menşe ma ğarasında bir inekle birlikte yaşardı. Erkekleri ellerine, kadınları başlarına döv me yaparlardı (Eberhard, s. 67). Mûsikî âleti olarak dü flâvtaları, dümbelek leri, şinğ flâvtaları, bi-li gongları vardı... Tanrılar arasında yalnız sulara ve ağaçlara kurban verirlerdi. Kurban için belirli zamanları yoktu. Sihirbazlarına «gân» adını koyarlardı. Biri ölünce etrafında ü ç : defa dolaşır, ağlar ve ölüyü yakarlardı. Sonra, kemiklerini toplar, bir yıl sonra bunları gömerlerdi (Eber hard, s. 69). Öyle anlaşılıyor ki, Kırgızlarla Göktürklerin dinleri arasmda pek fark yoktu. ESKİ TÜRKLERİN DÎN İ VE ŞAM AN KELİMESİ 67 Dülef dışındaki müslüman müellifler Kırgızların dinleri hakkında birbirine yakın ifâdeler kullanırlar. Ebû Dülef’in. verdiği bilgiler ise başkalarının verdiği bilgileri tamamlar. Bu ifâdelerden onlarm di ninin ateş kültünün ağır bastığı bir çeşit şemeniyye (şamanizm) ol duğu anlaşılıyor. Şüphesiz bu şamanizmde tabiat kuvvetlerine ve putlara ibâdet önemli yer tutmaktaydı. İlk devirdeki İslâm müelliflerinin kayıtlarına göre, Kimaklar (Kıpçaklar) ağaçlar arasında, su kenarlarında, -otlaklarda yaşayan avcı ve çoban bir kavimdiler. Bunun tabiî bir neticesi olarak Ebû Dülef onlarm bir mâbede sahip olmadıklarım söyler45. Gerdîzî «Ki maklar îrtiş nehrini ulularlar, bu suya tapar ve secde ederler. On lar bu suyun Kimaklarm tanrısı olduğunu söylerler,» der46. Eserini daha sonraları yazan ve verdiği bilgilerin ihtiyatla karşılanması ge reken el-İdrîsî Kimaklarm şehirlerinden bahseder. Onlara âit Lâlan şehri yanındaki bir dağdan söz ederken «Bu dağın başında mermer den yapılmış büyük bir put vardır. Bu havalinin halkı bu puta ta parlar. Ona adak adarlar, her taraftan ona ziyarete gelirler,» der47. Genel olarak Kimaklardan bahsederken «Kimaklar kalabalık olup ateşe tapan meeûsîlerdir. Aralarında zındıklar da vardır,» demek tedir48. Başka bir yerde ise «Kimaklarm başşehrinin halkı Sâbiîlerin dinini benimserler, güneşe ve meleklere taparlar,» demektedir49. Kimaklar Oğuzlarla içiçe yaşamaktaydılar. Onlarm dininde Oğuz ların dinine çok benzerlik olmalıdır! Öyle anlaşılıyor ki, Kimaklarm dini yer ve gökteki tabiat kuvvetlerine pereştişi yine birinci plânda yer vermekteydi. Sosyal yapılarının tabiî neticesi olarak Kırgızla rın dinine nisbetle daha ilkeldi. Kimaklarm doğusunda ve Kırgızların kuzeyinde yaşayan yarı vahşi kabilelerin dinleri hakkında el-Makdisî «Kırgızların ötesinde bazı yarı vahşi kabileler aralarından biri ölünce onu ağacın üzerine asarlar, çürüyüp düşünceye kadar orada kalır,» demektedir50. Mervezî ise «Kimaklarm sağında ateşe ve sulara tapan üç kabile var dır. (Bunlar sessiz değişim tarzmda alış-veriş yaparlar.)... Senede 45 46 47 48 49 50 Ebû Dülef, s. 87. Gerdîzî, s. 258. Nuzhat el-muştâk, s. 716. Aynı eser, s. 718. Aynı eser, s. 720 El-Bed’ ve’l-târif}, IV, 96. 68 R A M A ZA N ŞEŞEN bir gün oruç tutarlar. Ölülerini yakarlar. Ölülerin arkasından ağla mazlar. «Allah’ın takdirine razıyız,» derler.» der51. Bunlar yakın za mana kadar şamanist kalan ve Şamanizm araştırmalarının ilk saha sını teşkil eden Orta Sibirya’daki şamanist türk kavimleri olmalıdır. Buraya kadar verilen bilgilerden çıkan umumî neticeye göre, doğu Türklerinden Câhiliyet dinlerine mensup olanların (putperest lerin) başta ateş ve su olmak üzere çeşitli tabiat kuvvetlerine, gü neşe, aya ve yıldızlara taptıkları anlaşılmaktadır. Bazı yerlerde bu, bir dereceye kadar gelişmiş putperestlik görünümü arzetmektedir. Şaman ve şaman âyinleriyle ilgili bazı bilgiler verilmektedir. Tuğuzğuz ve Tibet putperestleri için bazan şemenî (şamanist) kelime si kullanılmaktadır. İleride etraflıca temas edeceğimiz gibi, bu keli meyi hem şamanist hem budist mânâlarında anlamak mümkündür. O ğ u z l a r v e b a t ı d a k i d i ğ e r T ü r k l e r : Batıda ki Türklere gelince, bunların dinleri hakkında Çin kaynakları hemen hemen hiçbir sarih bilgi vermemektedirler. Bunlardan Câhiliyet din lerine mensup olanlar hakkında en önemli bilgileri îbn Fazlân ver mektedir. Diğer kaynaklar tarafından verilen mâlûmat onun verdi ği bilgileri tamamlar mahiyettedir. îbn Fazlân Oğuzlardan bahse derken «Bunlar yolunu şaşırmış eşekler gibidirler. Bir dine inanmaz lar. İşlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibâdet etmezler. Aksine büyüklerine «rabb» derler» der52. Arkasından aralarından biri zulme uğrarsa veya sevmediği bir şey görürse, başım semâya kaldırır «Bir Tengri» der» demektedir. Daha sonra Oğuzlardaki su kültüne ve sihrin ehemmiyetine işâretle «Tüccarlar ve diğer yaban cılar onların yanında cünüplükten yıkanamazlar... Zira, onlar böy le bir harekette bulunan birini görürlerse kızarlar ve «Bu adam bi ze sihir yapmak istiyor» derler» demektedir53. El-Bîrûnî’ye göre, Oğuzlar yeniden dirilmek için ölünün ruhunun göğe çıkması mak sadıyla ateş yerine sudan faydalanırlardı: «Öyle anlaşılıyor ki, Oğuz Türkleri suya batmada ateşte yanmaya benzer bir özellik görüyor lardı. Onlar ölünün cesedini nehrin kıyısında bir somya üzerine ko 51 Mervezî, s. 101. Ayrıca bk. ‘Avfî, aynı eser, yap. 489*. 52 İbn Fazlân, eî-Risâle (Seyâhatnâme), tere, eden R. Şeşen, İstanbul 1975, s. 30. : Ruslar hakkında aynı ifâde s. 66 da kullanılmaktadır. 53 Aynı eser, s. 32. Moğollarda suyu kirletmek yasaktı Juan-juanlar da elbiselerini ellerini yıkamazlardı (Eberhard, s. 100). ESK İ TÜRKLERÎN D İN İ V E ŞAM AN KELİM ESİ 60 yarlar, bacağından bir ip bağlarlar ve ipin bir ucunu, yeniden diril mek için ruhunun göğe çıkması düşüncesiyle,, suya atarlardı.»53* îbn Fazlan bundan sonra, onların hastalık ve ölüm karşısında ki tutumlarından bahsederken «Oğuzlardan biri hastalanınca, o kim senin câriyeleri ve köleleri kendisine hizmet ederler. Ev halkından, başka hiçbir kimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta onun için bir çadır kurarlar. Ölünceye veya iyi oluncaya kadar onu çadır da bırakırlar. Eğer bu kimse fakir veya köle olursa onu sahraya atıp giderler» der54. Daha sonra «Aralarından biri ölürse onun için ev gibi büyük bir çukur kazarlar. Bundan sonra cesedini alıp elbi selerini giydirir, kuşağım ve yayını kuşandırırlar. Eline içinde nebîz (şarap) bulunan ağaçtan bir kadeh verip önüne içinde nebîz olan ağaçtan bir kap koyarlar. Daha sonra ölüyü çukurda oturtup üze rini tavanla örterler. Mezarın üzerinde çamurdan kubbe gibi bir tümsek yaparlar. Bundan sonra ölünün hayvanlarının yanma varıp miktarına göre, birden yüze veya ikiyüze kadarını kurban olarak öldürürler. Bunların etlerini yerler. Başlarını, ayaklarını, derilerini ve kuyruklarını bir tarafa ayırıp bunları kesilmiş ağaçlar üzerinde kabrinin başına asarlar. «Bunlar onun Cennet’e giderken bineceği hayvanlardır» derler. Eğer, ölen kimse sağlığında düşman öldür müş kahraman biriyse, öldürdüğü insanların sayıları kadar ağaçtan sûret yontup bunları kabrinin üzerine dikerler. Bunlar onun hiz metçileridir. Cennet’te ona hizmet edecekler» derler. Bazan hayvanları kurban etmeyi bir-iki gün geciktirirler. Bu nun üzerine, aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar (şeyh şeklindeki bu kelimenin şaman mânâsına gelmesi kuvvetle muhtemeldir.) on ları, kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. «Ölüyü rüyamda gör düm. Bana : Görüyorsun, arkadaşlarım beni geçtiler. Onları takibetmekten ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. îşte, tek başıma kaldım,» dedi,» der. Bunun üzerine ölünün hayvanları na varıp bir miktarını kurban olarak öldürürler ve kabrinin yanma asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonra ihtiyar (şeyh= şaman) tek rar onlara gelir. «Falam (ölüyü) rüyamda gördüm. Bana «Aileme ve. arkadaşlarıma haber ver. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluğum 53a Kitab mâ li’l-Hind, Haydarabad 1377/1958, s. 479. 54 Aynı eser, s. 36. Ruslarda aynı şey için bak. s. 44. Hastaya yaklaşma mak âdeti eski Hindlilerde ve Moğollarda da vardı. 70 R A M A ZA N ŞEŞEN geçti dedi,» der55. Bundan sonra, Oğuzlar arasında ölülere yiye cek ve eşya takdiminden bahisle «Etrak (Ertuğrul olabilir) ’in ka rısını gördüm. Daha önce babasının karısıymış. Bu kadın bir mik tar et ve süt ile Etrak’e verdiğimiz hediyelerden bir kısmım alarak çadır evlerinin bulunduğu yerden çıkarak kıra gitti. Bir çukur ka zıp getirdiği şeyleri bu çukura gömdü. Bir şeyler söyledi. Tercü mana «Ne diyor?» diye sordum. Tercüman «Bu, Arapların Etrak’in babası el-Katağan (Alptoğan olabilir)’a verdikleri hediyedir» di yor, dedi» ifâdesini ilâve etmektedir56. Görülüyor ki, îbn Fazlân önce Oğuzların hiçbir şeye inanmadık larını söylemesine rağmen, sonra onların, belki de komşuları olan müslümanların etkisiyle «Bir Tengri» dediklerini, arkasından yeni müslüman olmuş bir Oğuzun Tanrı’nın karısı olup olmadığını sor duğunu kaydediyor. Daha sonra, ölü için kurban ettiklerinden, onun Cennet’e giderken bu kurbanlara bineceğine inandıklarından bahse diyor. Bunlar, Oğuzların kendilerine has bir inanca sahip oldukları nı gösteriyor. «Bir Tengri» ifâdesinden ve Tanrı’ya yalvarırken baş larını semâya kaldırmalarından, diğer. Türkler gibi, onların bütün tanrısal güçler üzerinde gökte yüksek bir tanrı kabul ettikleri çıka rılabilir. Buradaki kurbanla ilgili metinlerden onların kurban me rasimlerini idâre eden bir din adamına da sahip oldukları anlaşıl maktadır. Nitekim, Hudûd el-âlemi'de «Oğuzlar kendilerinde ve ya bancılarda gördükleri iyi ve güzel şeylere secde ederler. Onlar tabibleri (şamanları) ulularlar. Ve ne zaman onları görürlerse secde ederler. Bu tabibler onların hayatları ve mallan üzerinde hakimdir ler» denmektedir57. îbn Fazlân da verdikleri hediyelere karşılık Kü çük Ymal’ın kendilerine secde ettiğini söyledikten sonra, «Bu Türklerin âdetidir. Bir adam diğerine iyilikte bulunursa, iyilik gören adam iyilik edene secde eder» demektedir58. Biraz sonra, Hazarlar ve Bulgarlarda göreceğimiz gibi, secde şeklinde tazim ve hürmet gösterme şekli Türklerde çok yaygın bir âdettir. İhtimal Oğuzların «rabb-senyör» dedikleri kişiler bahsedilen tabiblerdi. El-Bîrûnî de 55 Aynı eser, s. 36-37. îskitlerin cenaze ve defin törenleri Moğollarmkine çok benzemekteydi (Herodot, IV, 72; T. Tarhan, îskitlerin dinî inançları, Ta rih Dergisi, XXIII, 165-166). 56 Aynı eser, s. 38. 57 jHudûd, s. 101. 58 tbn Fazlân, s. 35. ESK İ T Ü R K L E ŞİN DİNİ VE ŞAM AN KELİMESİ 71 Oğuzların kutsal şeylere secde ettiklerine imâ ile şöyle der: «... Kimak ülkesinde. Menkûr denen dağda bu göl gibi akmayan bir tatlı su gözü vardır. Bu gözün miktarı geniş bir kalkan genişliğindedir. Suyu ağzına kadar doludur. Çoğu defa bu sudan bir ordu içer, fa kat bir parmak dahi eksilmez. Bu gözün yanında b ir .taş üzerinde, secde eden bir adamın ayaklanmn, parmaklarıyla beraber avuçları- ' nın ve dizlerinin izi, ayrıca bir çocuk ayağının ve hayvan tırnakları nın izi vardır. Oğuz Türkleri bunlara secde ederler.»59: Göçebe bir hayat sürmenin tabiî bir neticesi olarak Oğuzların mabedlerinden bahsedilmez. Sâdece, Ebû .Dülef yerini belirtmeden «Onların içinde putlar bulunmayan bir mabedleri...» olduğunu söy lemektedir60. Bununla beraber, Oğuzların dini Hazarların dinlerine benzediğine ve Hazarların dinine putperestlik dendiğine göre, bu din henüz heykel ve mâbed müesseselerinin gelişmediği iptidâi bir putperestlik olmalıdır. Nitekim, Reşîdüddîn Oğuz boylarının dam gaları için «ongon» tâbirini kullanır8,1. Anlaşılan bu damgalar ve Oğuzlar arasında isimleri insan adı olarak verilen kuşlar müslüman olmadan önce onların totemleriydi. İbn Fazlân doğuda Oğuzlarla Bulgarlar arasındaki sahada ka lan Başgırtların' dinleri hakkında da epeyce bilgi verir. Onlardan İıer birinin erkeğin cinsî uzvunun heykelciliğini üzerinde fetiş ola rak taşıdığını söyledikten sonra, «... Bir yolculuğa çıkacak veya bir düşmanla karşılaşacak olursa onu öper ve önünde secde eder. «Ey rabbim, benim için şöyle şöyle yap,» der. Tercümana «İçlerinden bi rine sor. Bu konudaki delilleri nedir? Niçin onu yaratan tanıyor lar?» dedim. Sorulan kimse cevaben, «Zira, ben bunun benzerinden çıktım. Ondan başka beni yaratan bir şey tanımıyorum,» dedi. Aralarında bazıları oniki tâne ilâhları olduğunu, kışın, yazm, yağmurun, rüzgârın, ağaçların, insanların, hayvanların, suyun, ge cenin, „ gündüzün, ölümün, hayatın, yerin ayrı ayrı tanrıları oldu ğunu söylerler. Gökte olan tanrı ise hepsinin en büyüğüdür. Fakat o, diğerleriyle anlaşarak hareket eder. Bunlardan her biri diğerinin yaptığına razı olur... İçlerinde yılanlara tapanları, balıklara tapan59 El-Bîrûnî, el-Âsâr el-bâkiye, nşr. C. Eduard Sachau, s. 264. Ayrıca bk. Âşâr el-bîlâd, s. 587-588 : yanlış olarak bu Oğuzların1hıristiyan oldukları söy lenir. 60 Ebû Dülef, s. 87. 61 Câmi‘ el-tavârîfr, Bakû baskısı, I, 114-124: 72 R A M A ZA N ŞEŞEN ları gördük. Bir kısmı turna, kuşuna tapıyorlar» der. Turna kuşu na tapanların bu kuşların bir muharebe esnasında kendilerine yar dım ettiğini söylediklerini kaydeder62. Burada görüldüğü üzere, bir reis tanrı kabul edilmekle beraber diğer tanrıların varlıkları ve et kileri de kabul edilmektedir. İlkel kavimlere göre, yerdeki tanrılar insanlarla daha çok haşır-neşir oldukları ve onların hayatı üzerin de daha etkili Oldukları için daha önemlidirler. Kurbanların çoğu bu tanrılara yapılır. Tanrı onlardan ne' kadar uzakta olursa o dere ce pasifleşir. Erkeklik uzvuna tapmada ise bir bereket tanrısının iz leri görülmektedir. Türklerin bir sınıfı olan bu Başgırtlann batıya gidenlerini teşkil eden Macarların mecûsî oldukları coğrafyacılar ta rafından ifâde edilir63. Yukarıda belirtildiği gibi, buradaki mecûsî kelimesini ateş kültünün ağır bastığı bir çeşit putperestlik olarak anlamak gerekir. Hıristiyan ve müslüman olmadan önce bu Başgırtlarm (Macarların) dinleri doğuda kalan soydaşlarının dinleriy le yakın benzerlik arzetmelidir. H a z a r l a r : Kasmaklar Hazarların dinlerinden bahsederken onlar arasında Hâkân ve etrafındaki idareci sınıfın yahudi olduğu nu, Hazar Hâkânı’nm Hârûn el-Reşîd devrinde yahudiliği kabul et tiğini söylerler. İbn Rusteh «Halkın geri kalan kısmı Türklerin di nine benzer bir dindedirler,» der64. Gerdîzî bu ifâdeyi biraz daha açıklığa kavuşturarak «Geri kalanları Türk Oğuzların dinine ben zer bir dindedirler,» demektedir. İbn Fazlân ve îbn el-Falah bu putperestlerden bahsetmezler. Burada bulunan bir miktar müslü man dışındaki Hazarları yahudiymiş gibi gösterirler65. Mes'ûdî ve ondan sonraki müellifler ise Hazarların başşehri Etil’de müslümanların, yahudilerin, hıristiyanların ve putperestlerin (Câhiliyyet din lerine mensup insanların) yaşadığını kaydederler. Bunlar için «veşeniyyûn», « ‘ubbâdu evşân» tabirlerini sık sık kullanırlar. Zikredi len dinlerin mensuplarından en kalabalık topluluğu müslümanlarm, en küçük topluluğu ise yahudilerin teşkil ettiğini söylerler. Bundan sonra, Etil’deki müslümanlarm, yahudilerin, hıristiyanların ikişer, 62 İbn Fazlân, s. 42-43. 63 İbn Rusteh, s. 144; Gerdîzî, s. 275. 64 İbn Rusteh, s. 139. 65 Zeyn el-abbâr, s. 272. ESK İ TÜRKLERİN D İN İ V E ŞAM AN KELİM ESİ 73 putperestlerin ise bir kadısı bulunduğunu ve bu cemâatlerin iç iş lerine bu kadıların baktığını ifâde ederler. «Câhiliyet ahkâmı aklî hükümlerdir,» derler66. Bununla beraber, kaynaklar onların üç kitâbî dine aykırı olarak Câhiliyet ahlâk ve âdetlerine göre hareket ettiklerini belirtmektedirler. Bu konuda İstabrî «Hazarların ahlâ kı daha çok putperest ahlâkına benzer. Birbirlerine hürmeten sec de ederler. Aralarındaki müslümanların ve yahudilerin kendi din lerine uymayan eski törelerine göre hükümleri vardır» der87. îbn Havkal de «Onların ahlâk ve âdetlerinin çoğu putperest ahlâk ve âdetleridir. Birbirleriyle karşılaşınca secdeleşirler. İslâmiyet, hıristiyanlık ve yahudiliğe aykırı olan eski örflerine göre hüküm verir ler, bunlara göre icrâatta bulunurlar» dedikten sonra Semender şehrinde de putperestler olduğunu söyler88. Kaynaklar bu putperest lerin çocuklarını ve birbirlerini köle olarak satmayı câiz gördükle rini, satılan Hazar kölelerinin bu putperestlerden olduğunu, hıristiyanlarm ve yahudilerin müslümanlar gibi birbirlerini ve çocuk larını köle olarak satmayı câiz görmediklerini yazarlar69. Nitekim, Kafkasya ve diğer yerlerdeki putperestlerin de aynı şeyi yaptıkları anlaşılmaktadır70. Tuğuzğuzlarda olduğu gibi, Hazar Hâkânı yahudi olmasına rağ men, halkın huzuruna nâdir çıkardı. Câhiliyet âdetlerine uygun ola rak Hâkân kutsal bir hüviyete sahipti. Onun ülkeye uğur veya uğur suzluk getirdiğine inanılırdı71. Halkın huzuruna çıkınca halk ona secde eder, o uzaklaşıncaya kadar başlarını secdeden kaldırmazlar dı. Kabrini görünce de aynı hürmeti gösterirlerdi. Hazarlara kom66 Murûc, n , 8, 9, XI «Câhiliyet ahkâmı akıl ile konulmuş hükümlerdir.», 12; İstabrî, Mesâlik el-memâlik, nşr. De Goeje, Leyden 1927, s. 220, 221; İbn Havkal, Şûret el-arz, Beyrut, Dâr Mektebet el-Hayât neşri, s. 330-331; el-Makdisî, Alışan el-telfâsim, fî ma'rifat el-ekâlîm, nşr. De Goeje, Leyden 1877, s. ; za manında yahudiliği bırakarak müslüman olduklarını söyler; Hudûd el~câlem : sâdece müslümanlar ve putperestler; el-îdrîsî, yap. 271“, 309a : müslümanlar, hıristiyanlar, putperestler, ibn el-Fakîh ise hatalı olarak «Hazarlarm hepsi yahudidir.» der (Kitâb el-buldân, s. 329). 67 istabrî, s. 220. 68 ibn Havkal, s. 331, 333. Ayrıca bk. Yâkût, Hazar mad. 69 istabrî, s. 223; ibn Havkal, s. 334; Yâkût, Hazar mad. 70 Yâkût, el-Lân mad. : demek ki, Alanlar hıristiyan olduktan sonra da çocuklarını satmışlardır. 71 Murûc, H, 11-12. 74 İlAMAZAN ŞEŞEN şu putperestler, Hâkân ordusunun başında bulununca ona hürmeten onunla çarpışmaklardı72. Hâkanlan ve ileri gelenleri Mânî dininde olan Tuğuzğuzlar arasında da buna benzer bir âdet vardı. Orada da Hâkân halkın karşısma nâdir hallerde (bazı eserlerde senede bir kere) çıkar, halk onu görünce secde ederlerdi73. Kucâ halkı da hü kümdarlarına secde ederlerdi74. El-Bîrûnî’ye göre, Tibet halkı ilk hakanlarının güneşin oğlu olduğuna ve gökten zırhlı olarak indiği ne inanırlardı. Kâbul halkı Câhiliyet günlerinde Türklerden ilk hü kümdarları Bîre-tigîn (Berhem-tigîn) ’in burada Buğra adlı bir ma ğarada yaratıldığına, bu mağaradan silâhlı ve kalensüveli olarak çıktığına inanıyorlardı75.; Göktürklerin Ata Mağarası da aynı şekil de olmalıdır. Gerçekten Câhiliyet devirlerindeki ilk büyük hüküm darların menşelerinin olağanüstü olaylara dayandığı sık sık rastlanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Hazarlarda bozkırlar halkının tam am ın a ya kınım putperestler teşkil ediyordu. Fakat, coğrafyacılar ve diğer müellifler merkez ve birkaç şehir dışındaki halktan hiç bahsetmemektedirler. Onların putperestliği h akkınd a da başka açıklayıcı bil gi verilmez. Yâkût’un bir kaydına göre, Hazarlar Selmân b. Rabî'at el-Bâhilî’yi şehit edince, nâşmı bir taputa koyarak mâbedlerine gö türmüşlerdir76. Onların cenaze merasimleri hakkında îbn Fazlân’m Hâkân’m gömülmesiyle ilgili olarak verdiği birkaç satırdan başka bir bilgiye sahip değiliz.' Onunkaydına göre, yahudi olmasına rağ men Hâkân E til. nehrinin yatağındayapılan gizli ve çok odalı bir binada gömülür, cenazeyi defnedenler öldürülür, onun mezarına «cennet» denirdi77. Mücmel el-tavârib’teki bir kayıtta Hazarlarda ölüleri yakma âdetinin varlığına imâ edilmektedir78. El-Idrîsî’ye gö re Hazar Peçenekleri ölülerini yakarlardı79. Mes'ûdî «Hazar ülkesin deki Câhiliyet dinlerine mensup olanlara gelince, bunlar çeşitli ırk lara mensupturlar. Bunlar arasında Ruslar ve Slâvlar da bulunur. 72 îstabrî, s. 224; îbn Havkal, s. 335. Ayrıca bk. Âşâr el-büâd, s. 584-585. 73 Gerdîzî’ s. 267; Mervezî, s. 96; Köprülü, nr. 1623, yap. 210*-b. 74 Ebû Dülef, s. 88; Âşâr el-bilâd, s. 58075 76 77 78 79 El-Cemâhir, s. 25; Kitâbu mâ li’l-Hitıd, s. 348 (mağaranın adı Yâkût, Bâb el-Ebvâb mad. îbn Fazlan, s. 77. Mücmel el-tavârif}, s. 101. Nuzhat el-mii-ştâk, yap. 340». Jû ). ESKİ TÜRKLERÎN DİNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ 75 Bu putperestler şehrin bir yakasında otururlar. Ruslar ve Slâvlar ölülerini, ölenin hayvanını, âlet ve mücevherlerini yakarlar. Bir adam ölünce, karısı sağ ise, kocasının cesediyle beraber yakılır. Aralarından bekâr biri ölürse, ölümünden sonra evlendirilir. Ka dınlar Cennet’e gireceklerine inandıkları için kocalarının cesediyle beraber yakılmalarını isterler» der80. Etil vâdisinde yaşayan ve bir Türk kavmi olan Burdaslarm di ni «Oğuzların dinine benzer»disı. îbn Rusteh ve Gerdîzî «Burdaslarda, aralarındaki anlaşmazlıklarda ve başlarına gelen hâdiselerde hakemlik yapan, her mahallede, bir-iki ihtiyar (şaman olmalı, şeyh kelimesiyle ifâde edilir) bulunur. Bunların dini Oğuzların dinine benzer» derler62. Bunlardan bir kısmı ölülerini yakar, bir kısmı gö merdi83. Hazarların ve Burdaslarm dini Oğuzların dinine benzediği ne göre, bunların da tabibleri (şamanları) olması gerekir. Bulgarlara gelince, bunlardan doğuda kalanların erken devirde müslüman olduklarının mâlûm olmasına rağmen, aralarında bir müddet daha putperestlerin varlıklarını devam ettirdikleri anlaşıl maktadır. îbn Rusteh ve Gerdîzî bunların çoğunun müslüman oldu ğunu söyledikten sonra, «Bulgarlar arasında bir kâfir bir müslümanı tanıdık bilirse ona secde eder» derler84. Bulgarların cenaze me rasimleri hakkında îbn Fazlân tarafından anlatılanlar, ölenin çadı rının kapısı üzerine bayrak dikilmesi, ölünün silâhlarının kabri üze rine konulması, mâtemin iki sene sürmesi, dul kalan kadının bun dan sonra evlenebilmesi Câhiüyet (şamanist) âdetlerinden olmalı dır85. Yıldırım düşen evi ve bu evdeki eşyayı uğursuz sayarak terketmeleri, hatâ ile birini öldüren şahsı bir sandığın içine koyarak ağaca asılı olarak bırakmaları, zeki ve bilgili kişileri «Bunun rabbımıza hizmet etmesi gerekir» deyip ağaca, asmaları ve parça parça olup yere düşünceye kadar bu şekilde kalması hep eski dinlerinin ka lıntılarıdır86. Son misalde insan kurbanının izleri görülmektedir. Bü 80 81 82 fî, yap. 83 84 85 86 Murûc, II, 9. îbn Rusteh, s. 140; Hudûd, s .162. îbn Rusteh, aynı yer; Gerdîzî, s. 272. Ayrıca bk. Mervezî, s. 103; ‘Av489b. îbn Rusteh, s. 141; Mervezî,s. 103. îbn Rusteh, s. 141; Gerdîzî,s. 274. îbn Fazlân, s. 63. Aynı eser, s. 55, 56. 76 R A M A ZA N ŞEŞEN yük bir ihtimalle bu putperest Bulgarların ve batıya giden Bulgar ların hıristiyan olmadan önceki dinlerinin Oğuzlarınkine benzer ol ması gerekir. Kafkas Türklerine gelince, el-Bîrûnî bunlardan el-Lân (Alan) ve Âs kavimlerinin, daha önceleri, Ceyhun Hazar denizine dökülür ken onun mecrası üzerinde Peçeneklerle Oğuzlara komşu olarak ya şadıklarım söyler87. Kaynaklar el-Lân ve Serîr (Avar) hükümda rının hıristiyan, memleketleri halkının ise putperest olduğunu kay dederler88. Mes'ûdî ise «el-Lân hükümdarı İslâmiyet’in çıkışından sonra, Abbâsî Devleti zamanında, hıristiyan oldu. Onlar daha ön celeri Câhiliyet devrindeydiler. Hicrî 320 yılından sonra hıristiyanlıktan döndüler. Bizans hükümdarının gönderdiği papasları ve ra hipleri kovdular» der89. Büyük bir ihtimalle hükümdarı hıristiyanlıktan dönmeye zorlayan putperestler, bu putperestlerin dini de Oğuzlara komşulukları dolayısıyla onların dinine benzer olmalıdır. R u s l a r : îbn Rusteh ve îbn Fazlân’m verdikleri'bilgilere gö re, Rusların diniyle Oğuzların dini arasında büyük benzerlik vardı, îbn Rusteh «Rusların hükümdarlarına dahi hükmeden tabibleri var dır. Bu tabibler birer ilâh gibidir. Ruslara kadm, erkek, mal gibi şeylerden dilediklerini yaratanlarına kurban etmeyi emrederler. On lar tabiblerin emirlerini mutlaka yerine getirirler. Tabib onlardan bir insanın veya hayvanın boynuna ip geçirir, cam çıkıncaya kadar onu ağaca asılı olarak bırakır. «Bu Allah’a kurbandır,» der,» de mektedir90. Gerdîzî buna ilâve olarak «Tabiblerin rızası olmadıkça bir tabibe kimse dokunamaz» demektedir91. Bu tabibler şüphesiz, Oğuzlarınki gibi şamanlardı. Hudûd el-âlem?de ise «Ruslar tabiblerini ulularlar» denmektedir92. Bu bir kudsiyeti ifâde etmektedir. îbn Fazlân, Ruslar için Oğuzlar için kullandığı ifâdeye benzer «Onlar âdetâ yolunu şaşırmış eşekler gibidir» ifâdesini kullanmak tadır. Daha sonra, onların vücutlarını totemlerinin dövmeleriyle 87 Taljdîdu nihâyât el-etnâkin, nşr. M. Tâvît el-Tancî, Ankara 1962, s. 23. 88 îbn Rusteh, s. 147, 148; Hudûd, s- 161: Alanlar arasında hem hıristiyan hem putperest vardır; Gerdîzî, s. 278. 89 Murûc, H, s. 43. Ayrıca bk. Yâkût, el-Lân mad. 90 İbn Rusteh, s. 146-147. 91 Gerdîzî, s. 277. 92 Hudûd, s. 159. ESKÎ TÜ R ELER İN DÎN Î V E ŞAM AN KELİM ESİ 77 doldurduklarını söyler93. Etil kıyısında onlara ait açık mâbed gibi bir yerden bahisle «Gemileri Bulgar şehri iskelesine gelince, her biri elinde bir miktar ekmek, et, soğan, süt ve nebîz (şarap) ile ge miden karaya çıkar. Sonra, insan yüzüne benzeyen kocaman yüzü olan ve etrafında suretler, bu suretlerin arkasında uzun kütükler bu lunan yere dikili uzun bir kütüğün önüne gelir. Bu büyük suretin önünde secde eder... «Sana hediye getirdim» diyerek yanındaki yi yecekleri bu suretin önüne koyar... Malım bu sefer de satamazsa küçük suretlerden her birine bir hediye takdim eder, onlardan şefâat dilenir. «Bunlar rabbımm karıları, kızları ve oğullandır,» der. Her suretin önüne gelip ondan şefaat dilenir ve ona yalvarır. Bazan bu halde malını satmak imkânı çıkar ve satar. «Rabbım isteği mi yerine getirdi. Onu mükâfatlandırmam lâzım» der. Bir miktar koyun ve öküz kurban eder. Etlerinin bir kısmmı sadaka olarak da ğıtır. Geri kalanını götürüp büyük kütükle etrafındaki kütüklerin önlerine atar. Öküzlerin ve koyunlarm başlarım yere dikilmiş olan bu kütükler üzerine asar.../ İçlerinden biri hastalanınca, onun için oturdukları yerden uzak ta bir çadır kurarlar. Hastayı bu çadırın içine atarlar. Yanma bi raz ekmek ile su bırakırlar. Ona yaklaşmazlar ve onunla konuşmaz lar. Hattâ, hasta olduğu bütün günlerde onunla ilgilenmezler. Bil hassa, kimsesiz ve köle biri olursa onu tamamıyla kendi haline terkederler. Hasta kendi kendine iyileşip dönerse ne âlâ. İyileşmeyip ölürse cesedini yakarlar. Ölen kimse köleyse cesedini kendi haline bırakırlar. Köpekler ve yırtıcı kuşlar gelip leşini yerler,» der94. Burada Rusların tanrılarına yiyecek takdiminde bulunmala rından, onlar için kurban kesmelerinden, onların tanrı telâkkisin den, Oğuzlar gibi hastayı tecrit ettiklerinden bahsedilmektedir. Bir şamanist âdeti olan hastayı tecrit eski Hindlilerde ve Moğollarda da vardı. Ölünün yakılmasına gelince bu ona karşı dini bir görev olarak görülüyordu. Köleler yakılmıyor. Ancak sosyal sınıfı yük sek olanlar yakılıyordu. Bütün ölülerini yakan kavimlerde daha çok içtimâi seviyesi yüksek olan kişilerin yakılması daha yaygın olarak görülmektedir. Eğer ölen kimse çok önemli bir kişi olursa bu yakma merasimleri daha şaşaalı olarak icrâ edilmekteydi. Öyle 93 îbn Fazlan, s. 65, 66. 94 Aynı eser, s. 67-69. / 78 R A M A ZA N ŞEŞEN anlaşılıyor ki, yakma âdeti gömmeye göre daha sonra ihdas edil miştir. Burada ölüyü günahlardan ve pisliklerden temizleme gibi bir kaygu da yer almaktadır. Ruslara da ölüyü yakma âdeti, göm meye nisbetle, daha sonra girmiştir. Zira, İbn Rusteh’e göre Ruslar ölülerini Oğuzlar gibi gömerlerdi. îbn Rusteh bu konuda şöyle der : «Rusların aralarından büyük biri ölünce ona geniş bir ev gibi bir mezar kazarlar ve cesedini içine koyarlar (Gerdîzî’de «oturtur lar») cesediyle beraber mezarına üzerindeki elbiseleri, altın bile ziğini, çok miktarda yemek, içki ibrikleri ve paralar koyarlar, Onun la beraber kabrine onu seven karısını diri diri koyarlar. Sonra, me zarın kapısını kapatırlar. Kadın orada ölür»95. Halbuki, daha yu karıda Hazar ülkesindeki Ruslarm ve Slâvların ölülerini yaktıkla rını Mes ûdî’ye dayanarak kaydetmiştik. Nitekim, îbn Fazlân da, biraz önce kaydedildiği üzere, Ruslarm ölülerini yaktıklarını söyle mektedir. İbn Fazlân ölen bir Rus büyüğü için Bulgar şehrinin Etil (Volga) nehri kıyısında yapılan cenâze merasimini trajedik bir ro man gibi uzun uzadıya anlatmaktadır. Bu hikâyede ölünün cese diyle birlikte câriyelerinden birinin de yakıldığı anlatılmaktadır96. İbn Rusteh’in kaydı ya îbn Fazlân’m anlattığı cenâze merasiminin birinci safhasını, yahut da daha eski bir ananeyi anlatm alıdır. Ve yahut da Ruslar arasında her iki ananane beraber yaşamış olmalı dır. S l â v l a r ( S a k â l i b e ) : Kaynakların ittifakına göre, Slâvlar putperesttiler, ateşe taparlar, ölülerini yakarlardı97. Bununla be raber, İbn Rusteh onlarm gökte yüksek bir tanrıya inandıklarına imâ eder ve «Onlar... hasad zamanında darı tanelerini bir kepçenin içine koyup semâya kaldırırlar. «E y rabbimiz, bize sen rızık verdin. Onu bizim için tamamla» derler» der98. Gerdîzî onların öküze de taptıklarını söyler99. Hazar ülkesindeki Slâvların ölülerini karıla rıyla beraber yaktıklarını yukarıda kaydetmiştik. îbn Rusteh bu konuda şöyle der : «Slâvlar aralarından biriölünce cesedini ya 95 İbn Rusteh, s. 146-147; Gerdîzî, s. 278. Ayrıca bk. İbn IJavJçal, s. 336. 96 îbn Fazlân, s. 69-75. . - ' 97 İbn Rusteh, s. 144; Murûc, ü , 9, Gerdîzî, s. 275 ; putperest; Mervezî, s. 104; ‘Avfî, yap. 489b. 98 İbn Rusteh, aynı yer; Gerdîzî, s. 276. 99 Aynı yer. ESKİ TÜRK'LERİN DİNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ 79 karlar... Ölünün cesedi yakıldıktan sonra, ertesi günü yakıldığı yere varıp küllerini alırlar. Bu külleri toprak bir küpece koyarak bir tepeye (tümülüse) gömerler. Aradan bir sene geçtikten sonra, 20 küp civarmda bal alıp bahsedilen tepeye götürürler. Ölünün ya kınları toplanıp bu balı ve getirdikleri yiyecekleri ve içecekleri yer ler ve içerler... Ölünün üç karısı varsa ve bunlardan biri kocasını çok sevdiğini hissediyorsa, ölünün yanında yere iki ağaç diker. Üçüncü bir «ğacı bunların üstüne koyar. Bu son ağacın ortasına bir ip bağlar. Bir sandalyenin üzerine çıktıktan sonra ipin sallanan ucunu boynuna ilmikle geçirir. Sonra, sandalye altından alınır. Boğuluneaya kadar bu şekilde kalır. Daha sonra ateşe atılıp yakı lır»100. Gerdîzî buna «Ölülerini yakarken saz çalarlar. «Biz neşeli olalım ki anun üzerine rahmet insin» derler» ifâdesini ilâve eder101. Ibn Rusteh ve Gerdîzî tarafından îslâvların cenâze merasimleri hak kında burada anlatılanlar, bazı teferruat dışında, îb n Fazlân tara fından anlatılan bir rus büyüğünün cenâze merasimine çök benzer. Orada da ölü câriyesiyle birlikte yakıldıktan sonra küllerinin bir mezara gömüldüğü söylenmektedir. Sonuç: Buraya kadar verilen izahtan, çıkan neticeye göre, müslüman müellifler eski Türklerden müşlüman, hıristiyan, yahudi, mazdeist, mâniheist olmayanlar için, «Câhiliyyet dinlerine mensup», «put perest (veşenî)», «mecûsî», «şâbiî», bazan da hem putperest hem budist mânâlarına gelebilen «şemenî» tabirlerini kullanıyorlardı. Bunlar, Budizm dışında şeriat, haline gelmemiş dinlerdi. Dayandık ları yazılı bir kitap yoktu. Sâdece, el-Makdisî, Türklerin bir kısmı nın kendilerine has kitabı olduğunu söylerse de onu destekleyici başka bir kayda rastlanmaz. O, belki de yerleşik hâle gelmiş put perest Türkler arasında: mevcut olan bir âyinler nizâmnâmesinden bahsetmektedir. Bu Câhiliyet dinlerine mensup Türklerin gök, gü neş, ay, yıldızlar, yeryüzü (yer-süb) kuvvetlerinden başta ateş, su, olmak üzere çeşitli tabiat kuvvetlerine, hayvanlara, ağaçlara, 100 101 İbn Rusteh, s. 143-144. Gerdîzî, s. 276. ram azan 80 şeşen ruhlara (esprilere) taptıkları, bütün ilkel dinlerde olduğu gibi, bu dinde de büyünün önemli yer tuttuğu anlaşılmaktadır. Bu, ilkel dü şünen insanların varlıkların sebeplerini ayrı ayrı mistik güçlere dayamalarının bir neticesiydi. Gökteki gezegenlere ve yıldızlara tapmada da mistik güce inanma büyük rol oynuyordu. Onlar sev dikleri veya azameti karşısında dehşete düştükleri canlı veya can sız şeylere secde ediyorlardı102. Bunların üstünde, gökte bir reis tanrıya da inanıyorlardı. Bu Türklerin dinleri için kullanılan tâbirlerden en yaygın olan ları «putperest», «mecûsî» tâbirleridir. Macaristan’dan Çin’e kadarki sahadaki Türklerin dini için en çok bu iki tabirin geçerli olduğu görülmektedir. Bu tâbirlerden birincisiyle henüz heykel ve mâbed müesseselerinin gelişmediği ilkel putperestlik kastedilmelidir. Me cûsî tâbiriyle îran mecûsîliği değil, ateşi mukaddes tanıyanların yani yine ilkel putperestlerin kastedilmiş olması gerekir. Zira, İslâm kaynakları sâdece Türkler için değil, eski Normanlar ve Cermenler için de mecûsî tabirini kullanmaktadırlar. Bunlar da ilkel put perest yani şamanisttiler. Bu günkü şamanizmde de ateşin Önemli yeri vardır. Eski îskitlerde de ateşin kutsal bir yeri vardı. Yakın zamanda, hicri 1254 (m. 1838) yılında Hokand elçilerinin İstan bul’u ziyareti münâsebetiyle tertip edilen bir vesikada, Hokand halkının Çin ve. Mâçîn mecûsileriyle gaza ve cihad halinde oldukları söylenmektedir103. Bu vesikada sözü edilen mecûsîler büyük bir ihtimalle Altaylar ve etraflarındaki şamanistlerdir. Ateşin mukaddesliği sâdece şamanizmde değil, eski Şamanizm putperestliğinin kuvvetli etkisi altında olan Hind dinlerinde, Zerdüştîlikte ve Budizmde de kuvvetli şekilde görülmektedir. Ayrıca, Türklerin bir kısmının dinle ilişkileri olmadığını söy 102 Türklerde gök, güneş, ay, yıldızlar, yer, tabiat kuvvetleri, ateş, su, rüzgâr, ruhlara perestiş ile ügili olarak yukarıda zikredilen yerlerden ayrı ola rak bk. Eberhard, s. 17, 19, 22, 23, 48, 56, 80, 100; E. Esin, Kosmoloji, s. 4, 44, 75 Sadettin Buluç, Şaman ve Şamanizm mad., Islâm Ansiklopedisi, XI, 325: gü neş, ay ve yıldızlar, 326 : yer tanrı, ve ataların ruhları, 327 : gök gürlemesi, rüzgâr ve yağmur,. 328 : ateş, orman, su, 329 : yer altı, doğum ruhları. Güneş, ay, gök, ateş, rüzgâr, su, iyi ve kötü tanrılara Eski İran’da, îskitlerde, Hindlüerde, Çinlilerde de tapüdığı büinmektedir. 103 Başbakanlık Arşivi, hicri 1254 yılı vesikaları, Hâtt-ı Hümâyûn tas nifi : j X J i -lJ *> o jj jl X ijâ- y ESK İ TÜ RELERİN DÎNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ 81 leyen müelliflerin, din kelimesiyle şeriat mânâsına gelen kitâbî din leri kastettikleri de bir gerçektir. Böyle diyenler onların bir dinî inanca sahip olduklarını, ölümden sonra başka bir hayata inandık larını, ölüler için kurban kestiklerini söyleyerek görünüşte ilk ifâ deleriyle çelişkiye düşmektedirler. Şu noktaya da dikkat etmek ge rekir; bütün ilkel dinlerde olduğu gibi, eski Türklerin dinlerinde de tam bir birlik göze çarpmamakta, çok tanrı yanında gökte bir reis tanrı kabul olunmaktadır. Fakat, bu tanrı bize benzer bir hayat sü rer, yer, içer, karısı ve çocukları vardır. Bu tanrıyı tevhid dinlerin deki kâdir, mutlak hâkim, noksan sıfatlardan münezzeh tanrıyla" karıştırmamak lâzımdır. Bu tanrı bizim gibi bir hayat sürdüğü gi bi, hâkimiyetini de başka ortak tanrılarla anlaşarak kullanır. Hat tâ insanların hayatına hâkim olan, bu gökteki tanrıdan ziyade, on ların günlük hayatta haşır-neşir oldukları yakındaki (yerdeki), ölümden sonra karşılaşacakları yeraltındaki tanrılardır. Kurbanla rın çoğu bu aşağı tanrılara sunulur. Bu Türklerin dinleriyle Câhiliyet devri Araplarınm dinleri arasmda büyük benzerlik vardır. Câhiliyet devri Araplarınm dinleri de sistemli bir hâle gelmemişti. Kabileler arasında inanç bakımından farklılıklar vardı. Fakat, put ların üzerinde, yeri, gökleri kendilerini yaratanın Allah olduğunu, yağmuru onun yağdırdığını, otları onun bitirdiğini kabul ediyorlar dı104. Hattâ, daha da ileri giderek, putlara kendilerini Allah’a yak laştırsınlar diye ibâdet ettiklerini söylüyorlardı105. Bunun yanında Lât, Menât, Uzzâ’nm ve meleklerin Allah'ın kızları olduğuna da inanıyorlardı106. Fakat, onların hayatına da hakim olan putlardı. Ve müşriktiler. Müşrik kelimesinin altmda Allah’ın varlığına itiraf yatmaktadır. Müşrik Allah’ı inkâr eden değil, ona ortak koşan de mektir. Öyle görünüyor ki, eski Türklerin ve Arapların sosyal ha104 Kur’ân, Lukmân suresi, âyet 25, Zümer suresi, âyet 38, Zübruf süresi, âyet 9, 87, ‘Ankebût suresi, âyet 61, 63. Tiheophylactus, VE, 8 de «Türkler ate şi, havayı, suyu, son derece sayarlar, dünyaya İlâhiler okurlar. Fakat, sâdece gökyüzünü ye yeryüzünü yaratana tanrı derler. Onların din adamları istikbali söyleme kabiliyeti olanlardı.» demektedir (T. Tarhan, Tarih Dergisi, XXIII, 155). Bundan Türklerin Tanrı kelimesini Araplardaki Allah kelimesinin yerine kullandıkları anlaşümaktadır. 105 Kur’ân, Zümer suresi, âyet 3. 106 Kur’ân, Necm suresi, âyet 19-22, En‘âm suresi, âyet 100, Nafcl suresi, âyet 57, Şâffât suresi, âyet 16, Tür suresi, âyet 16. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 6 82 R A M A ZA N ŞEŞEN yatlarındaki dağınıklık, kabile ve klân hayatı sürmeleri âdeta inanç* larma da yansıyordu. Tarih boyunca tanrı inancının sosyal hayat la parelel olarak geliştiğini söylemekle hata etmiş olmayız. Eski putperestlerin ve yakın zamanda dünyanın çeşitli yerlerinde görü len ilkel kabilelerin gök tanrısıyla tevhid dinlerinin kabul ettikleri Tanrı arasında büyük fark vardır. Bu, insan zekâsının gelişmesinin tabiî bir neticesidir. Allah inancına şeklini veren insan zekâsmm seviyesidir. Yukarıda, şaman âyinlerinde çok miktarda saz ve şarkıcı bu lunduğu söylenmekte, fakat bu çalgıların mâhiyetleri hakkında bil gi verilmemektedir. Rusların ve Slâvların cenaze törenlerinde çal gı çaldıkları da açıkça ifâde edilmektedir107. Oğuzların din adam larına tabib denmesinde (Ruslar için de durum aynı), hastalık kar şısındaki tutumlarında, su ile ilgili inançlarmda, ya da taşıyla yağ mur ve dolu yağdırmada kuvvetli sihir izleri görülmektedir108. Türkler sihirle de ilgilenen kâhinlerine «kam» yani şaman diyorlardı. Yukarıda bahsedildiği üzere, bu taşla kâhinler yağmur ve dolu yağ dırıyordu109. Ölüyü gömme şekilleriyle ilgili olarak üç yaygın âdet görülmektedir: gömme, yakma ve ağaçlar üzerinde teşhir. Her üç halde sonunda kalıntıların toprağa gömüldüğü anlaşılıyor. Ş a m a n k e l i m e s i n i n m e n ş e i : Animizm natürizm, totemizm ve sihir gibi unsurları ihtiva eden eski Türklerin bu put perestliğine acaba Şamanizm demek mümkün mü? îlk defa, X V I I . asrın sonlarında rus elçisi olarak Çin’e giden E. îsbrand’ın yol ar kadaşı A. Brand’m intihalarını anlatan Seyâhatnâmesi’nde geçen ve daha sonra, X I X . asırda Sibirya kavimi erin in dinleri ve etnolojileri üzerinde araştırma yapan âlimler tarafından Tunguzlarda görülen sihirbaz din adamına verilen unvan olan «şaman» kelimesinden ge len bu kelime acaba aslmda ne anlama geliyordu? Bu kelimenin kar şılığı olarak Sibirya kavimlerinde çeşitü kelimeler kullanılmakta dır110. Bu kelimenin türkçe karşılığı «kâm» olup zamanımıza kadar 107 Türklerdeki cenaze ve defin törenleriyle ilgili olarak bk. Jean-Paul Roux, La mort chez les peuples altaiques anciens et Médiévaux, Paris 1963; Buluç, aynı madde, s. 330-331. 108 îbn Fazlân Seyâhatnâmesi sonundaki notlar. 109 Bk. not 28, 29, 30, 31. Ayrıca bk. not 23, 44. 110 Buluç, zikredilen mad., s. 310-311; P. Hajdu (Szeged), (Samoyyed gamanlarmm klâsifikasyonu), Glaubensvoelt und folklore der Sibirischen Völker, ESKI TÜRKLERIN DİNÎ VE ŞAM AN KELİM ESİ 83 Altaylarda kullanılagelmiştir. Çin kaynaklarına göre Kırgızlarda, Bizans kaynaklarına göre Batı Hunlarında din adamlarına unvan olarak verilen bu kelime Turfan kazılarında da görülmektedir111, îslâm kaynaklarında önce Kaşgarlı Mahmud’un eserinde, sonra Kudadgû-bilig ve Mücmel el-tavânb-’te «kâhin, sihirbaz» mânâlarına geçen bu kelimeye Moğollarda da rastlanmaktadır112. Şaman kelimesinin aslı önceleri bizzat bu kelimenin ilk görül düğü Tanguzlarm dilinde, Mançuca’daki «saman» kelimelerinde aranmıştır. Bunun yanında, bu kelimenin Çin’ceye Cha-men şeklin de geçen Pâli dilindeki samana ve Sanskritçe’deki şramana veya çramana (her ikisi de budist rahibi mânâsına) kelimelerinden geldiği ne dâir ikinci bir nazariye ortaya atılmıştır. Daha sonra, bunlara, Suğdçadaki şmn-(şaman), ve Toharca’daki şamana (budist rahibi) keümeleri ilâve edilmiştir113. Bunların yanında, en az Sanskritçe ka dar eski olan Iran dilinden gelip gelmediği hususunda dâima kaça maklı bir tutum takınılmış, müslüman müelliflerin eserlerinde ke limenin kullanılışı hakkıyla incelenmemiştir. Budapest 1963, s. 161-190. Bu makalenin tenkidi : K.H. Menges, Oriens, XXIX Xn, 1971, s. 549-560. 111 Batı Hunları için bk. Gy. Németh, Attila és ffunjai, s. 224; İ. Kafesoğlu, Türk milli kültürü, s. 263. Turfan kazıları için bk. Buluç, zikredilen mad de, s. 311. Çin kaynaklarına göre, «Kırgızların sihirbazlarına «gân» denir (Eberhard, s. 69 : VU. asır). Göktürkİer kadın ve erkek «kaımlara inanırlar (Ost-Türken, s. 42 den naklen Kosmoloji, s. 44 de). İskitlerde rahip yerine sö ğüt dallarından fal bakan büyücüler vardı. Herodot, IV, 67-69 da bu büyücüler den bahseder (T. Tarhan, İskitlerin dinî inanç ve âdetleri, Tarih Dergisi, X X m , 156-158). «Şamanizm kuzey kavimlerinin hiç birinde açıkça zikrecülmemiştir (hatalıdır). Yalnız, Tu-cüe ve H ’yunğ-nularda sihirbazlıktan bahsedilir. Fakat, bundan hakiki şaman kastedilip edilmediği emniyetle söylenemez. Eski çinliler kendilerinde bulunup alışılmış olan âdetlere başka kavimlerde rastlanırsa hu susî surette belirtmezler.» (Eberhard, s. 42-43). 112 Dîvânu lüğât el-Türk, m , 117 : Kâm-kâhin; Mücmel el-tevârîf) için yukarıya, s. 2 ye bak. Kam kelimesi IX. asırda Kırgızlarda, Rubruk’un eserin de, Codex cumanicus’te, Kudâdgu-büig’te, el-İdrâk li lisân el-Etrâk'tz kâhin ve sihirbaz din adamları mânâsma geçmektedir (Buluç, zikredüen madde, s. 311). Kelime Altay şamanları için de kullanılmaktadır. Şamanlar kadın veya erkek olabilirlerdi. Ayrıca, aşağıdaki ruhlarla uğraşanlara Kara Kam, yukarıdaki ruhlarla uğraşanlara Ak Kam denirdi. Şamanlarm çoğu her iki vazifeyi görür lerdi. 113 Buluç, zikredüen madde, s. 310-311; M. Eliade, Le Chamanisme, Pa ris 1968, s. 22, 385; Hajdu ve Menges, zikredüen yerler. R A M A ZA N ŞEgEN 84 İslâm kaynaklarında bir din mensubu olarak ¿«a (şaman), cemi ,M-,- veya j j ■■ şekillerinde, bir din adı olarak (elşemeniyye=şamanizm) veya -çuJI şekillerinde geçen bu kelime oldukça sık görülmektedir (yukarıda birkaç defa şemenî şeklinde geçti). El-Makdisî yukarıda, Tuğuzğuzlar asarmda Semeniyye (Şamanîler) olduğunu söylemişti (bk. s. 59). Bundan başka «Çin halkı nın yekûnunun şeneviyye (düalist) ve semeniyye oldukları söyle nir. Onların putlarının bulunduğu ferhârlan (viharaları) vardır.», «... Çin’de fiatlar yükseldi. Çin hükümdarı, bunım üzerine, semeniyye’yi ve putların hizmetkârlarını topladı. Yağmur yağdırmazlarsa onları öldürmekle tehdit etti.»114, «Kitâb el-m esâlitfte okudum Se meniyye iki sınıftır : bir kısmı Buda’nm rasûl olduğunu, bir kısmı yaratan olduğunu ve insanlara insan şeklinde göründüğünü söy ler»115 demektedir. Bu kayıtlardan sonuncusunda Semeniyye keli mesiyle'açık olarak Budistler kastedilmektedir. îbn el-Nedîm ise «Çin halkının çoğu şeneviyye ve Semeniyye’dir.», «Çinlilerin âdeti hükümdarlarına tazim ve ibâdet etmektir. Halkın çoğu bu inanç üzeredir. Hükümdarın ve ileri gelenlerin dini ise şeneviyye ve Semeniyye’dir.» der116. Başka bir yerde «Eski de virlerdeki Horasan tarihiyle ilgili haberleri te’lif etmiş olan hora sanlı bir adamın yazısıyla şunu okudum...: Semeniyye’nin peygam beri Bûdâsif’tir. Islâmdan önce ve eskiden Mâverâünnehr h alkının çoğu bu din üzereydi. Semeniyye’nin mânâsı Sümnî’ye mensup de mektir,» der117. Bu son kayıttan İbn el-Nedîm’in bu kelime ile budistleri kastettiği anlaşılıyor. Bunlara mukabil, el-Bîrûnî bu kelimeyi Şemeniyye şeklinde de falarca kullanmaktadır. Onun bu kelimeyi kullanışlarım şu şekilde sıralayabiliriz : «Ebu’l-'Abbâs el-îrânşehrî... geçmiş ümmetlerden Mâneviyye (Maniheistler)’nin ve kitaplarının bahsinde aşırılığa kaçtı. Hind dinlerine ve Şemeniyye’ye gelince oku hedeften sap tı.»118, «Şemeniyye denen din mensupları Brahmanlara onlardan da ha çok kızarlar. Onlar Hindlilere diğer dinlerin mensuplarından da ha yakmdır. Zerdüşt çıkıncaya kadar Horasan, Fârs, Irak ve Mu114 115 116 117 118 El-Bed’ ve’l-târîb, IV, 19, 21. Aynı eser, IV, 19. El-Fihrist, Mısır tabı, s. 491, 493. El-Fihrist, nşr. G. Flugel, s. 345. Kitâbu mâ li’l-Hind, s. 5. ESKİ TÜ RKLERİN DİNÎ VE ŞAM AN KELİMESİ 86 sul halkı, Şam hudutlarına kadar onların dinleri üzereydi...»119, «Sonra Fars ve Irak hükümdarları kendi milletlerine döndüler. Bu nun üzerine, Şemeniyye oralardan Belh’in doğusuna çekildi.»120, «Onun kavmi Şemeniyye’nin Bud-hûdan karşılığında Bud-dehrumseng’i vardır. Sanki o, akıl, din ve cehldir. Bunlardan birincisi kâi natın ve semânm var olduğu koku ve ıtrdır. İkincisi yorgunluk ve meşakkattir.»121, «Zerdüşt’ün, kendilerine göre en şerefli sınıfla şey tanları isimlendirdikleri için Şemeniyye’ye kızdığı söylenir.»122, «Heşt-mâtürîn’in brahmanları, Budd’un Şemeniyye’si vardır...»123, «Gûrâmen kitabını (yani ğayb ilmi kitabmı) kırmızı giyen Şeme niyye’nin kurucusu Budd yazmıştır.»121, «Zira, ne Şemeniyye ne de onlardan biri için onların itikadlarını iyice inceleyen bir kitap gör medim.»123, «îrânşehrî, Şemeniyye hakkında buna benzer hurafeler nakleder.»126, «Dediler ki : Budd ölülerin cesedlerinin suya atılma sını emretti. Bu sebeple onun mensuplan ölülerini nehirlere atar lar,»127 der. Bu cümleler Kitâbu mâ Wl-Hind/ten alınmıştır. ElBîrûnî, el-Âşâr el-bâkiye, s. 206’da ise eski putperest dinlerden bah sederken şöyle der : «Şeriatlar zuhur etmeden ve Bûdâsif Ortaya çıkmadan önce yeryüzünün doğüsundaki insanlar Şemeniyyûn .♦.) idiler. Bunlar putlara tapıyorlardı ( jiyl So.c.1 y ^ )• Bun ların kalıntıları bu gün Hindistan, Çin ve Tuğuzğuz ülkelerinde bu lunmaktadır. Horasan halkı bunlara şemenân ( j Ua ) derler. Bunların izleri, putlarının bihârları ve ferharları Horasan'ın Hin distan hudutlarında görülmektedir. Bunlar zamanın ebediliğine, ruhların tenâsühüne, feleğin sonsuz bir boşlukta dönmekte olduğu na inanırlar. Bunun için, «Felek dönerek hareket etmektedir. Zira, yuvarlak bir şey yerinden hareket ettirilirse dönerek iner,» derler. Bunlardan bazıları âlemin yaratıldığına ve ömrünün 1000 000 sene olduğuna, bu müddetin dört kısma ayrıldığına, bunlardan birinci 119 120 121 122 123 124 125 126 127 Aynı Aynı Aynı Aynı Aynı Aynı Aynı Aynı Aynı eser, s. 15. eser, s. 120. eser, s. 30. eser, s, 68, eser, s. 93. eser, s, 122, eser, s. 206eser, s. 276. eser, s. 479. 86 R A M A ZA N ŞEŞEN devreyi teşkil eden 4 00 000 senenin iyilik ve hayır devri olduğuna inanırlar». El-Bîrûnî’nin bu kayıtlarından, Şemeniyye (Şamanizm) dininin daha Zerdüşt ve Buda çıkmadan önce mevcut olduğu, bu iki din kurucusunun Şemeniyye dinine karşı reformatör olarak ortaya çıktıkları anlaşılıyor. Bu sebeple, Zerdüştîlik ve Budizm’de kuvvetli şamanizm tesirleri görülmektedir. Bazılarının zannettikleri gibi Şamanizm Budizm ve Zerdüştîliğin tesiri altmda kalmamış, aksine bu dinler Şamanizm’in büyük etkisi altmda kalmışlardır. Bu din lerin menşei Şamanizmdir. Konov, Ruben, Nyberg, Ohlmarks, Nehring ve Eliade gibi dinler tarihçileri çeşitli çalışmalarında eski Iran dinlerinde, Budizmde, Hind-Avrupalılarm dinlerinde, dünyanın di ğer yerlerindeki dinlerde Şamanizm’in kuvvetli etkilerini göster mişlerdir. Aslmda dinlerin menşei Şamanizmdir. Bu sebeple her dinde Şamanizm ile ilgili taraflar bulunmaktadır128. El-Bîrûnî, Kitâbu mâ li’l-Hind’te bazan Şemeniyye kelimesini Budda dini olarak zikretmektedir. Acaba bu Budda diniyle Budizm mânâsını mı kaste diyordu ? Bu taktirde kendi kendine çelişkiye düşmektedir. Öyle an laşılıyor ki, o, Budd kelimesiyle yaratıcı hikmet mânâsım kastedi yordu. Zerdüşt Budda’dan daha eskidir. O, Şamanizm’in reformisti olarak ortaya çıkmıştır. Şamanizm eski Çin dinleri üzerinde de müessir olmuştur. Bu bakımdan İbn el-Nedîm ve el-Makdisî’nin izahlarını ihtiyatla karşılamak gerekir. Bu karışıklık eski gelişmiş Şamanizm’de ve Budizm’de bir çok dini terimlerin müşterek olma sından da ileri gelmiş olabilir. Zira, lüğat kitaplarında bihâr ve ferhâr kelimelerinin vihara mânâsına geldiği gibi, puthane, ateşgede mânâsına da geldiği kaydedilmektedir. El-Bîrûnî de son kay dında bihâr ve ferhâr kelimelerini putperest mâbedi mânâsında kullanmaktadır. Şemen kelimesinin ise bu putperestlik dini men suplarına verilen bir isim olduğunu söylemektedir. Nitekim, biraz sonra bahsedileceği üzere, şemen kelimesi İran edebiyatında put 128 Buluç, zikredilen madde, s. 322-323. M. Eliade eserinin 27. sahifesinde şu mütâlâayı ileri sürer : «Tarihte hiç- bir din tamamiyle yeni değüdir. Hiç bir dini dâvet tamamiyle geçmişi ortadan kaldırmaz. Daha çok yeniden ele alış, yenileme, yeniden değerlendirme, esas elemanları bir bütün haline getirmek, çok eski bir dinî gelenek bahis-konusudur,». Nitekim, Peygamberimiz de İb rahim peygamberin, dinini yeniden canlandırdığını söylemiştir (Kur’ân, Bakara suresi, âyet 130, 135, ‘îmrân suresi, âyet 95, Nisâ, âyet 125, Hacc, âyet 78 ...}. ESKÎ TÜ RKLERÎN DÎN İ VE ŞAM AN KELİM ESİ 87 perest, bihar ve ferhar kelimeleri de putperest mâbedi mânâsına kullanılmışlardır. Anlaşılan gerek Budizme gerekse Tunguzlara bu kelime bahsedilen eski putperestlikten (Şamanizm’den) geçmişler dir. Bu kelime Hind menşeli değil, Horasan ve İran menşelidir. Hin distan’a bu kelimeyi Âriler götürmüşlerdir. Bize göre, Orta ve Ku zey Asya üzerinde kapalı havza olan Hind etkisinden daha çok îranHorasan ve Çin etkileri aranmalıdır. İbn el-Nedîm’in dışındaki İslâm müellifleri Horasan ve Mâverâünnehr'de Budizm’in varlığından bahsetmezler. Eğer buralarda Budizm mevcut olaydı, İran dinlerinden sık sık söz edildiği gibi, on dan da söz edilmesi gerekirdi. İran’ı, Arabistan’ı, hattâ Roma’yı bi le budist göstermeye çalışan Çin kaynakları, Hoten dışındaki hiçbir yerde Budizm’in kuvvetli varlığını gösterememektedirler. Hattâ, Hoten’de bile durum karışıktır. Eski Şamanizm putperestliği görül mektedir129. Gök, yer ve tabiat kuvvetlerine perestişe dayanan bu putperestlik hiç şüphesiz ilkel ve göçebe kabilelerdeki Şamanizm’e göre çok gelişmişti. El-Bîrûnî’nin dediği gibi muazzam mâbedlere 129 Bazı müelliflerin, Doğu İran ve Orta Asya kavimlerinin bir çoğunun İslâmiyet’ten önce budist oldukları hakkında ileri sürdükleri iddia çok za yıftır. Barthold ve Minorsky bu görüşü benimserler. Onları bu kanâate sevkeden Çin kaynaklarındaki bazı kayıtlardır. Eberhard tarafından yazılan Orta ve Garbi Asya halklarının medeniyeti adlı makalede Batı ve Orta Asya halklarının bir çoğu arasında budizmin bulunduğuna dâir yuvarlak ifâdeler bulunmakta dır (bk. TM, VH, 132, 138, 142, 143, 147, 148, 150, 155).-Hattâ, tuhaf olanı İran, Roma, Arabistan büe (bk. İran ve Arabistan için s. 140, 143, Roma için s. 153) budist olarak gösterilmektedir. Bunun yanında Mazdeizm’den de sık sık bah sedilir (bk. İran için s. 143, Hoten için s. 136, 166, Keşmir için. s. 137-138 maniheist, Suğdiyana için s. 148-149, Kaşgar için s. 138 mazdeizm). Bunun ya nında İranlIların göğe, yere, güneşe, aya, ateşe ye suya kurban kestiklerinden (bk. s. 143), Suğdluların ve Semerkand halkının Ced mâbedleri olduğundan (bk. s.1142, 147-148) bahsedilir. Suğd halkı için neticede «Dinleri çok defa mazdeizm ve budizm olmakla beraber eski âyinler çok kuvvetle duyulur. Me selâ, insan kurban edilen yer deliği âyini.., kendisine sayısız koyun kurban edi len bir tanrı âyini, diğer av âyinleri, ced âyini...» denmekte ve karışık bir dini ortam kabul edilmektedir (bk. s. 174-175). Bundan sonra, «ö n Asya halkları nın dini çok defa ateş perestliktir.» denmekte (bk. s. 178). Mazdeizm’in de bulunduğu Hoten tamamiyle budist olarak gösterilmekte (bk. s. 166-167). Bizim kanâatimize göre yazarları budist olan veya gördüğü budizme benzer dinleri budizm imiş gibi gösteren Çin kaynaklarının Orta Asya'nın batısındaki halk ların dinleri hakkında verdikleri bügüere itimad etmemek gerekir. R A M A ZA N ŞEŞEN 88 sâhipti. Büyük bir ihtimalle Nevbahâr, Sumnât, Multan mâbedleri bu dinin mensuplarına aitti130. Eski Iran edebiyatında da kelimesine sık sık rastlanmakta ve kelime putperest mânâsına gelmektedir. Şüphesiz bu kelime, bir putperestlik olan Şemeniyye dini mensuplarmı ifâde etmek için kullanılmıştır. Ve daha Zerdüşt’ten önce bu dilde mevcut olmuş ol malıdır. Rûdekî bir beytinde «Hepimiz putperestiz. Bu cihan put biz de şaman gibiyiz» der131. Firdevsî de «Eğer Iran tacı bana geçerse, şamamn putlara taptığı gibi ona taparım» der132. Minûçehrî «Hem gülüyor hem ağlıyorsun. Bu pek nadirdir. Hem âşık hem maşuk, hem put hem şamansın» demektedir133. Bu kelime aynı mânâya Emir Mu'izzî134, Enverî135, Şenâ’î136, Şems-i Faîjrî ve Katrân-ı Tebrîzî’nin137 şiirlerinde geçer. Enverî Divân'ı s. 522 de ¿«.a kelimesiyle bera130 içinde putlar bulunduğu söylenen Sumnât mabedi A y adına, Muttan mâbedi Güneş adınaydı (Kitâbu mâ li’l-Hind, nşr. E- Sachau, s. 56, 252, 253). Belh’teki büyük mâbed A y adınaydı (el-Bekrî, el-Mesâlik ve’l-memâlik, Nuruosmaniye, nr. 3034, yap. 81). E. Esin, Islâmiyetten önceki Türk kültür tarihi..., İstanbul 1978, s. 125 de Şamanizm için «Şamanân» dini veya «Hermetizm» tabirlerini kullanır. Bunun Mezopotamya dinleriyle budizmin karışımı oldu ğunu Ueri sürer. Halbuki, yukarıda defalarca gördüğümüz üzere, ay, güneş ve yıldızlara ibadet yalnız Mezopotamya’da değil, dünyanın her tarafında yaygın olan bir ibâdet şeklidir. Şamanizm’in en önemli kısımlarından birini teşkil eder. Fabruddîn el-Râzî’ye göre putperestliğin menşei seyyârelere ve yüdızlara ibâ dettir. insanlar önceleri bunlara taparlardı. Gece veya gündüzleyin bu geze genlerin ve yüdızların kaybolması üzerine, onların heykellerini yapmışlar (su retlerini yapmışlar), bu suretlere ibâdet etmeye başlamışlar, putperestlik böylece ortaya çıkmıştır (1‘tilfâdâtu firalf el-muslimîn vel-muşrikîn, Murad Buhari, nr. 171, yap. 319b). Bu itibarla bahsedüen din, daha Budizmden önce mevcut olan gelişmiş Şamanizm’dir. 131 Sa’îd Nefisi, s. 752; Ferheng-i Şu'ûrî ve Wullers maddesi. 132 Şahnâme, XXV, 96; ‘Abdulifâdir el-Bağdâdî, Luğatu Şahnâme, nşr. Salman, s. 143; Wullers, madde; F. Wolff, Glossar su Firdosis Schahnâme, Berlin 1935, s. 575. 133 Dîvân, nşr. M.-Debîr Siyâkî, s. 14; Kazimirski neşri, n, 2 ve 320 : budist rahibi mânâsı verir; Ferheng-i Ziyâ madde. 134 Ferheng-i ¡¡¡u'ûrî ve Ferheng-i Ziyâ, madde. 135 Dîvân, nşr. M. Takî, Tahran 1341, I, 8; Ferheng-i Nâşırî, madde. 136 Dîvân, nşr. Müderris-i Razavî, Tahran 1341, s. 487, 522, 526, 543; Ferheng-i §u‘ûrî, madde. 137 Ferheng-i Nâşirî ve Ferheng-i Şu‘ûrî, madde. Ayrıca bk. Esedî, Lü gat el-Fürs, nşr. Hors, s. 104 ve Burhân-ı kâtı madde. ESKİ TÜ RKLERÎN DİNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ 89 ber jU,. kelimesi de geçmektedir. Ferheng-i Nâşirî’ de bu kelime nin Arapça’daki ^ (put) mânâsına da geldiği, Ferheng-i Şucurî’ de hem put hem putperest mânâsına geldiği ifâde edilmektedir. Müsteşrikler bu kelimenin Farsça’ya Suğdça yoluyla Sanskritçe’deki çramana kelimesinden geçmiş olabileceğini, aslının Farsça ol madığını iddia etmişlerdir. Bu iddian ın yamnda bir mahallî İran lehçesinden de gelmiş olabileceği ihtimaline yer vermişlerdir. Ke limenin put mânâsına ise yanlış olarak kullanıldığını, hem put hem de putperest mânâlarına gelemiyeceğini ileri sürmüşlerdir138. Fa kat, klâsik İslâm müelliflerinin ^ kelimesinin kelime sinin arapçalaşmışı olduğu hakkmdaki kayıtları son iddianın da haksızlığını göstermektedir. Arapça’da put mânâsına iki kelime bulunmaktadır: şanem (^ ) ve vesen Jj Bunlardan İkincisi öz arapça bir kelime olup çok işlektir. Putperest mânâsına da veşenî, cemi veşeniyyûn kullanılır. Şanem kelimesinin ism-i mensubu olmadığı gibi fazla iş lek değildir. Ve metinlerde az geçer. Bu sebeple, daha bu çalışmamı zın başmda bu kelimenin aslının arapça olup olmadığında şüpheye düştük. Bunun üzerine, arapça klâsik lügatlara başvurduk. Daha önce lügatçıların ^ kelimesiyle ¿ » i kelimesi arasındaki iliş kinin farkına vardıklarını gördük. Cevheri, el-Şihâh’ta ^ kelime sinden bahsederken «Şanem: aşnâm kelimesinin vâhidi (tekili) dir. Bu kelimenin kelimesinin mu'arrabı olduğu söylenir. Veşen (put) mânâsınadır = ^ der. Lisân ve Kâmûs müellifleri de aynı şeyi tekrarlarlar. Tâc el-carûs müellifi de aynı ifâdeyi tekrarladıktan sonra, «Bu kelime nin hangi dilden geldiğini bilmiyorum. Zira, farsçası cj dür,» der. Asım 'Efendi Kâmûs tercüm esinde bu kelimenin Farsça’daki kelimesinin arapçalaştırılmışı olduğunu söyler. Cevâd Ali, Târih el-A rap kabl el-lslâm, VI, 72 de «Lüğat âlimleri ^ kelimesinin öz arapça olmadığını ^ veya kelimesinden arapçalaştırılmış olduğunu söylediler. Fakat, hangi dilden arapçalaştırıldığım belirtmediler,» der. Ve Lisân ile Tâe el-arûs’u kaynak olarak gös138 Encyclopédie de Vlslâm, birinci tabı, IV, 312-313; Buluç, aynı madde, s. 311. 90 R A M A ZA N ŞEŞEN terir. Müsteşrikler ve Sâml dilleriyle uğraşanlar ise bu kelimenin Ibrânice’deki JL» (Selem), Hımyerî kitâbelerindeki ,-..U ve kuzey Arap lehçelerinden Benû İrem lehçesindeki kelimesinden gelmiş olabileceğini söylemişlerdir. îbrânîce’de kelimesi put mânâsmadır. ¿JL- da put ve heykel mânâlarına, ise suret mânâsmadır. Bununla beraber ^ kelimesi en yakın olarak sa man (başka bir şekli şaman) kelimesine benzemektedir. Sâdece, j ile (. harfleri yer değiştirmişlerdir. Bilindiği üzere, şanem kelimesi Arapça’da Câhiliyyet devrinde vardı. Kur’ân’da bu kelime 5 yerde geçmekte, îbrâhim peygamberin kavminin ve Benû İsrâîl’in putları için kullanılmaktadır (bk. En'âm suresi, âyet 74, A'râf suresi, âyet 138, İbrâhîm suresi, âyet 35, Enbiyâ suresi, âyet 57, Şu'arâ suresi, âyet 71). Arapların putları için ı^JÎ ¿ z j kelimeleri kul lanılmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelime arapçaya daha Zer düşt’ten önceki devirde geçmiştir. Arapça’da bu kelimenin put mâ nâsında kullanılması eski mânâlarından biri olmalıdır. İbrânîce’deki *JL> ■Himyerîce’deki ve Benû İrem lehçesindeki kelimeleri de aynı devirlerden kalma olmalıdır. Yukarıdaki, elBîrûnî’nin kayıtlarından Şemeniyye dininin eskiden Şam’a kadarki sahada yayılı olduğunu görmüştük. Eski Arapların dinleri ile Türklerin dinleri arasındaki benzerlikler de bu hususu desteklemektedir. SÎMCÜRÎLER n İbrâhîm b. Sîmcûr Erdoğan M erçil Kirmân olayları : Sîmcûrî âilesinin ikinci reisi İbrâhîm b. Sîmcûr idi. Onu tarih sahnesinde ilk olarak Kirmân olayları nedeniyle görüyoruz. Sâmânî kumandanlarından Muhammed b. îlyâs adı geçen hanedanın taht mücadelelerine karışmış ve neticede Kirmân’a giderek orada Benû îlyâs ismiyle anılan sülâleyi kurmuştu (932) \ Sâmânî emîri es-Sa’îd II. Nasr b. Ahmed (914-943) idaresi al tındaki toprakları genişletmeğe çalıştı ve bu maksadla da Deylemli liderlerden Mâkân b. Kâkî’yi Kirmân’a gönderdi (322/934)2. Mu hammed b. îlyâs Sâmânî kuvvetlerine karşı koyamayacağmı anlaya rak yardım istemek için Istahr’a gitti. Fakat yardım elde edemeden geri döndü. Muhammed b. îlyâs dönüşünde Mâkân b. Kâkî tarafın dan mağlub edildi ve Dinever’e kaçmak zorunda kaldı. Olaylarm akışından Mâkân b. Kâkî idaresinde Kirmân’a gönderilen Sâmânî 1 Bk. C.E. Bosworth, «The Banü îlyâs of Kirmân (320-57/932-68)», Iran and İslam, in memory of the late Vladimir Minorsky (ed. C.E. Bosworth), Edinburg 1971, s. 110.; J. Kramers, Kirmân mad., İA. Ancak bu ikinci makalede Muhammed b. îlyâs’ın Kirmân’a hâkim oluş tarihi 928 olarak verilmiştir. 2 Ahmed Ali Hân Veziri (Tarih-i Kirmân, Tahran hş. 13522, s. 252) ise, İbrâhîm b. Sîmcûr’un Sâmânî emîri tarafından bu tarihden daha önce 320/932 yılında Kirmân’ı zabt etmekle görevlendirildiğini, onun Râver’e kadar ilerledi ğini, fakat Büveyhîler’den Mu’izz ed-Devle (Ahmed)’in Fars’dan Kirmân’a ha reket ettiğini öğrendiği zaman Horasan’a geri döndüğünü zikrediyor. Bosworth (aynı esr., 112), bu bilgiye müphemliği ve 320/932 yılının Mu’izz ed-Devle’nin seferi için erken bir tarih olması nedeniyle güvenilemeyeceğini ortaya koy muştur. ERDOĞAN M ERÇÎL 92 kuvvetlerinin içinde Ebû Ali İbrâhîm b. Sîmcûr’un da görev aldığı nı anlıyoruz. Kirmân’a hâkim olan Mâkân’ın daha sonra başka bir göreve çağrılarak bölgeden ayrılması, Muhammed b. îlyâs’a dönüş için bir imkân yaratmıştı (323 sonu-324 başları/935-36). Nitekim o bıi fırsatı kaçırmadı, Kirmân’daki Sâmânî garnizonları ile uzun sü ren bir savaştan sonra orada hâkimiyetini yeniledi. Ancak Muham med b. İlyâs nihaî zaferi kazanmadan önce Kirmân’da yeni bir teh like başgösterdi. Yeni kurulan Büveyhî Devleti’nden İmâd ed-Devle Ali b. Buye, Fars bölgesini ele geçirdikten sonra kardeşi Ahmed’i Kirmân’a gönderdi (324/936). işte bu sırada Mâkân’m Kirmân’dan ayrılırken Sâmânî kuvvetleri kumandanı olarak bıraktığı Ebû Ali ibrâhîm b. Sîmcûr H. nâk (? Jlu ) kalesinde Muhammed b. İlyâs’ı muhasara etmişti, ibrâhîm b. Sîmcûr Kirmân hâkimiyeti için üçüncü bir kuv vetin ortaya çıktığını gördüğü zaman, Muhammed b. îlyâs’ı muha saradan vazgeçmiş ve Horasan’a dönmüştü3. ibrâhîm edilmesi: b. S î m c û r ’ un Cürcân’ a vâli tayin Bir süre sonra Sâmânî emîri n . Nasr’ın Cürcân (Gürgân)’a sahib olmak istediğini görüyoruz. Cürcân bu sırada Mâkân b. Kâkî’nin idaresinde idi. Emîr n . Nasr, Çağâniyân hükümdar sülâlesinden Ebû Ali b. Muhtâc4 kumandasında bir orduyu Nîşâbûr’dan Cürcân’a gönderdi (328 Muharrem/Ekim-Kasım 939). Mâkân b. Kâkî bu Sâ mânî ordusuna karşı koyamıyacağını anlayarak Ziyârîler’den Vuşmgîr’den yardım istedi. Vuşmgîr’in gönderdiği yardımcı kuvvete rağ men, Ebû Ali b. Muhtâc yedi ay gibi uzun süren bir kuşatmadan son ra bölgenin başkenti Cürcân şehrini ele geçirmeğe muvaffak oldu (328 yılı sonları/Ağustos-Eylül 940). Mâkân b. Kâkî ise Taberis3 Bk. îbn el-Esîr, El-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1966, VIII, 278, 304, 324; îbn Haldûn, Kitâb el-lb er ve Dîvân el-Mübtedâ, Beyrut 1968, IV, 919. Krş, Bosworth, Ayn. esr., 111. 4 Hayat hikâyesi için bk. W. Barthold, Ahmed (Aba Ali) mad-, t A. Ayrı ca Muhtâcîler hakkında. C.E. Bosworth’un «The rulers of Chaghâniyân in early Islamie Times» adlı yakında İRAN’ da neşrolunacak makalesine bk. Ayrıca bk. Azizallah Bayat, Âl-i Muhtâc (Ümerây-ı Çagânî), Berresihây-t Tarihî, yıl : 10 sayı : 1 s. 273-290. Tahran hş. 1354/1975. SÎMCÜRİLER 93 tan’a kaçtı. Ebû Ali Cürcân’da işleri düzene koyduktan sonra îbrâhîm b. Sîmcûr’u oraya vâli tayin etti. îbrâhîm’in bu sırada Cürcân’a tayîn edilmesi, muhtemelen Ebû. Ali idaresindeki Sâmânî ordusu ile buraya geldiğini göstermektedir. Ebû Ali 329 yılı Muharrem ayı/ Ekim-Easım 940’da Vuşmgîr üzerine Rey şehrine yürüdü5. İbrahim b. Sîmcûr 331/942-43 yılına kadar Cürcân valiliğinde bulundu. Aynı yıl içinde Mâkân’m yeğeni ve Sari vâlisi el-Hasan b. el-Fîrûzân Vuşmgîr’e isyan etmiş, fakat mağlup olarak Irak’da bu lunan Ebû Ali b. Muhtâc’ın yanına kaçmışti. Birbirini izleyen olay lardan sonra Ebû Ali b. Muhtâc beraberinde Haşan b. Fîrûzân oldu ğu halde Sâmânî başkenti Buhara’ya dönmek üzere Taberistan’dan yola çıktı. Bu yolculuk sırasında Sâmânî emîri n . Nasr’m ölüm ha beri alındı. Haşan b. Fîrûzan bu haberi öğrendiği zaman, yanma sı ğınmış olduğu Ebû Ali’ye ihanet ederek ona ve askerlerine karşı saldırıya geçti. Ebû Ali bu hâince davranıştan kurtuldu ise de as kerlerinin mallarının yağmalanmasını önleyemedi. Haşan b. Fîrû zân bir mikdar ganimet ele geçirmeğe muvaffak oldu ve daha son ra Cürcân’a dönerek burayı işgâl etti. Bu sırada Cürcân’da bulunan îhrâhîm b. Sîmcûr’un belki de Sâmânî emîri H. Nasr’m ölümü ile meydana gelen taht değişikliği nedeniyle gerekli yardımı alamaya cağı için onunla anlaşmaktan başka yapacak bir şeyi yoktu ve ne ticede Cürcân’ı terk etti6. İbrâhîm b. Sîmcûr Cürcân’dan ayrıldıktan sonra süratle hare ket etmiş ve Ebû Ali’ye âit Nîşâbûr şehrini ele geçirmişti. Ebû Ali, Nîşâbûr’a döndüğü zaman ibrâhîm b. Sîmcûr’un kendisine isyan et tiğini gördü. Ancak elçilerin gidip-gelmeleri sonunda iki taraf ara sında barış yapıldı7. Muhtemelen bu anlaşmadan sonra Ebû Ali her hangi bir mukavemetle karşılaşmadan Nîşâbûr’a girmiş olmalıdır. . 5 Bk. îbn el-Esîr, VIII, 359 ve 369.; Muhammad b. al-Hasan b. Isfandıyâr, An Abridged Translation of the Bistory of Tabaristân (îng. trc. E.G. Browne), London 1905, s. 218. Ibn Haldûn, IV, 738-9. Krş. ‘Abbâs ikbâl, Tarih-i Mufassal-t İran, Ez Sadr-ı İslâm tâ İnkırâz-ı Kacariyye (yeniden gözden geçirerek nşr. Muhammed Debîr Sîyâkî), s. 136. 6 Bk. îbn el-Esîr, VHI, 390.; îbn îsfendiyâr, Ayn. esr., 220.; Krş. ‘Abbâs îkbâl, Ayh. esr., 136-7.; W. Madelung, «The Minor Dynasties of Northern Iran», Cambridge History of Iran, IV, Cambridge 1975, s. 213. 7 îbn el-Esir, VUE, 390.; Krş. Nizâmî ‘Aruzî Semerkandî, Çahâr Makale (nşr. Dr. M. Mu’în), Tahran hş. 1333, s. 39, 181-2; îbn Haldûn, IV, 1057. 94 ERDOĞAN M ERÇÎL î b r â h î m b. S î m c û r ’ u n N î ş â b û r v a l i l i ğ i n e t a yini : Şâmânî emîri el-Hamîd I. Nûb (943-954), tahta geçtikten iki yıl kadar sonra Merv’den Nîşâbûr’a geldi (Receb 333/Şubat-Mart 945). Emir I. Nuh bu şehirde elli gün kaldı. Onun buradaki ikameti sıra sında halktan bir topluluk huzuruna gelerek Nîşâbûr vâlisi Ebû Ali b. Muhtâc’m kötü huyundan, onun vekillerinin (halifetân-ı o / nevvâb-t o) hırsızlık ve tecâvüzlerinden şikâyette bulundular. Emîr I. Nûh bu şikâyetleri kulak arkası etmedi, Sâmâni Devleti kadrosunda güçlü bir yeri olmasına rağmen Ebû Ali’yi görevinden azl ve yeri ne îbrâhîm b. Sîmcûr’u tayin ederek aynı yılın Ramazan ayı/NisanMayıs’da Buhara’ya döndü8. Ebû Ali ise bu sırada Nîşâbûr’da bulunmuyordu. O Emîr Nûh’un emri ile Cumâdâ I. 333/Oeak-Şubat 945’de Rey şehri üzerine bir sefere gitmiş ve Ramazan ayı/Nisan-Mayıs’da adı geçen şlatİ vé civarını zabt etmişti9. Burada dikkati çeken bir mesele İbrâhîm b. Sîmcûr’un Nîşâbûr mu yoksa Horasan vâliliğine mi tayin edildiği hususudur. Gerdîzî, Narşahî ve îbn el-Esîr gibi müelliflere göre10, o Nîşâbûr valiliği veya emirliğine tayin edilmişti. Sem’ânî11 de onun Nîşâbûr valiliği yaptı ğını belirtiyor. Ancak çok daha sonraki bir devrede yaşamış olan Mirhond ve modern müellifler onun Horasan vâliliğine tayin edildi ğini zikrediyorlar12. Bizim tayin olayının olduğu devreye yakın ta rihte yazılmış kasmakları tercih ederek-îbrâhîm b. Sîmcûr’u Nîşâ bûr vâlisi olarak kabul etmemiz muhakkak ki daha doğrudur. E b û A l i b. M u h t â c ’ ı n i s y a n ı : Ebû Ali b. Muhtâc Rey seferine çıkmadan önce Emîr I. Nûh ile 8 Bk. Ebû Bekr Muhammed b. Ca’fer el-Narşahî, Tarih-i Buhara (farsça tercüme, Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed; telhis Muhammed b. Zafer b. Ömer; tashih Müderris Razavî), Tahran hş. 1317/1939, s. 114.; Gerdizî 155-; îbn el-Esîr, V iil, 444. Zambaur (Manuel de Généalogie et de Cronologie Pour L’histoire de L’islam, Berlin 1955.), îbrâhîm b. Sîmeûr’u ilk kez 310/922-3, sonra 334-945-6 yılında Nîşâbûr vâlisi olarak gösteriyor. 9 Bk. îbn el-Esîr, VHL, 444. Krş. K.V. Zetterstéen, Nûh mad., İA., s, 346. 10 Bk. not 8’deki eserler aynı yerler. Ayrıca bk. îbn Haldûn, IV, 743. 11 Bk. Kitâb el-Ensâb (tıpkı basım) nşr. D.S. Margoliouth, G.M.S. London 1912, s. 323. 12 Bk. Ravzat üs-Safâ, IV, 46. îbn el-Esîr de eserinin başka bir yerinde (el-Kd/mil fi’t-Târih, V iil, 458), Ebû Ali b. Muhtâc’m Horasan’dan azledildiğini SÎMCÜRİLER 95 arasında sürtüşmeler başlamıştı. Emîr I. Nûh seferden önce bir ‘Ârız göndererek bu orduyu teftiş ettirdi. ‘Ârız kötü bir yönetim tar zı gösterdi, ayrıca Ebû Ali ile münakaşa ettiği gibi ona bağlı olan bazı kişileri de ordudan çıkardı. ‘ n z’m bu davranışı Ebû Ali’nin gönlünün kırılmasına sebeb oldu. Rey şehri ve çevresinin zabtından sonra Emîr I. Nûh, Ebû Ali’nin kırgınlığını arttıracak bir harekette daha bulunarak dîvân işlerini yürütecek ve o vilâyetin malını zabt edecek kimseler gönderdi. Ayrıca Ebû Ali’ye vilâyetin malına ka rışmamasını bildirdi. Önceki Emîr n . Nasr zamanında bütün bu iş ler Ebû Ali’nin uhdesinde idi. Bundan sonra Emîr I. Nüh’un Nîşâbûr vâliliğini îbrâhîm b. Sîmcûr’a vermesi ile Ebû Ali’nin nefreti daha da artmış ve açıkça isyanına neden olmuştu. Ebû Ali 334/946 yılında Hemedan şehrinde iken I. Nûh’un am cası ve bu sırada Musul’da bulunan îbrâhîm b. Ahmed’e mektub yazdı ve emîr olarak kendisine biat ede'ceğini bildirdi. îbrâhîm b. Ahmed 334 yılı Ramazan ayı/Nisan-Mayıs 946’da beraberinde dok san atlı ile Hemedana gelerek Ebû Ali ile birleşti. Daha sonra iki müttefik I. Nûh’a karşı harekete geçtiler. Emîr I. Nûh isyan habe rini öğrendiği zaman, bir ordu hazırlayıp Buhara’dan Merv’e doğru yürüdü. Bu sırada aylıkları muntazam ödenmeyen Sâmânî ordusu kumandan ve askerleri Sâmânî veziri Ebu’l-Fadl Muhammed b. Ah med el-Hakim es-Sulemî’den şikâyetçi oldular. Askerler aylıklarının ödenmemesine sebeb olarak Vezîri gösteriyor ve onun Ebû Ali ile anlaşmış olduğunu öne sürüyorlardı. Ayrıca Vezîr kendilerine tes lim edilmediği takdirde amcası îbrâhîm’e ve Ebû A li’ye bağlanacak larını söylediler. Neticede Emîr I. Nûh, Vezîr Muhammed’i asker lere teslim etmek zorunda kaldı. Askerler 335 Cumâdâ I./EkimKasım 946’da Vezîr’i katlettiler13.; Emîr I. Nûh cephesinde bu olaylar olurken, Ebû Ali b. Muhtâc ve îbrâhîm b. Ahmed de Nîşâbûr’a vardılar. Bu sırada îbrâhîm b. Sîmcûr, Mansûr b. Karategin ve kumandanlardan bazıları da Nîşâbûr’da bulunuyordu. Ancak bu noktada ortaya iki rivayet çıkıyor. Gerdîzî’nin rivayetine göre11, îbrâhîm b. Sîmcûr, Jtîansûr b. Karazikrediyor. Çağdaş müellifler için bk. Frye, Bukhara, -86.; Barthold, Turkestan, 246- Abbâs İkbâl (Tarih-i Mufassdl-ı İran, 232) ise, Ebû Ali Çağanî’yi Sipehsâlar-ı ordu ve hülcümrân-ı Horasan olarak gösteriyor. 13 Gerdîzî, 155.; İbn el-Esîr, V E , 458-9.; Ravzat üs-Safâ, IV, 46-7. Krş. Barthold, Turkestan, 246-7.; Zettersteen, Nûh mad., İA., 346. 14 Bk. Zeyn ül-Ahbâr, 155. ERDOĞAN MERÇÎL, 96 tegin ve onun süvarileri oradan ayrılarak Merv’e Emîr Nûh’un ya nına gittiler. îbn el-Esîr’e göre ise15, Ebû Ali her ikisinin de (îbrâhîm b. Sîmcûr ve Mansûr b. Karategin) kendisine bağlanmasını is tedi. Onlar da bunu kabûl ettiler. Ebû Ali Muharrem 335/Ağustos 946’da Nîşâbûr’a girdi. Ancak daha sonra Mansûr b. Karategin’in bazı şüpheli hareketlerini sezince onu yakalattı. Bundan sonra kaynaklarda İbrahim b. Sîmcûr’un Emîr I. Nûh ile mi yoksa Ebû Ali b. Muhtâc ile mi beraber olduğu hakkın da, bir bilgiye raslayamadık. Ayrıca Ibrâhîm b. Sîmcûr’un çok geçmeden ölmesi de bu husûsda herhangi bir yorum yapmamızı engelliyor. An cak Müneccimbaşı’nın bir ifadesi belki de onun Nîşâbûr vâliliğini kaybettikten sonra siyaset sahnesinden çekildiğine işaret ediyor. Müneccimbaşı16 onun için «Bir kaç defa Horasan vâlisi olup, sonra 333’de serasker olup, bütün eyâlet-i Horasan müsellem-i kabza-i ta sarrufu oldu ve Kuhistân kendisinin hâsı idi. Sonra ma’zûl olup fevt olunca Kuhistân’da mukîm oldu.» demektedir. Ayrıca îbrâhîm b. Sîmcûr bundan sonraki olaylarda yer almadığı için, Emîr I. Nûh’ un Buhara ve Semerkand’a kaçışı ve tekrar tahtına sahib olması konumuz dışında kaldığından burada zikrinde bir fayda görmüyoruz. îbrâhîm b. S î m c û r ’ un ölümü ve şahsiyeti: Sem’ânî17, îbrâhîm b. Sîmcûr’un 336 yılı Şevvâli/Nisan-Mayıs 948’de öldüğünü zikrediyor. Müneccimbaşı’nm verdiği bilgi doğru ise Kuhistân’da ölmüş olmalıdır. Yine Sem’ânî18, onun hakkında, şun ları yazmıştır: «îbrâhîm b. Sîmcûr edib, âlim ve âdil bir kimse idi. Onun eserleri Horasan’da ve Rey’den Türk ülkelerine kadar her yer de görülmekteydi. Defalarca Buhâra emirliğinde bulundu, orada da meşhur eserleri vardı. îbrâhîm b. Sîmcûr Merv, Nîşâbûr ve Herât şehirlerinde vâlilik yapmıştı. Kuhistân dâimâ onun iktâ’ı idi.». • -i* Jj-.J J. jt j 15 Bk. el-Kâmil fi’t-Tarih, V E , 459. Krş. Çahâr Makale, s. 39. îbn Haldûn (Kitâb el-’îber, IV ,‘ 744), Îbrâhîm b- Sîmcûr’un h. 336 Muharremi’nde/TemmuzAğustos 947’de şehre girdiğini Zikrediyor. 16 Bk. Sahâifii’l-Ahbâr, trk. trc., İstanbul 1258, n , 273. 17 Bk. Kitâb el-Ensâb, 323. Zambaur (Manuel, 205), Îbrâhîm b. Sîmcûr’u 372/982-3’e kadar hayatta gösteriyor, muhtemelen onu oğlu Muhammed ile ka rıştırarak bu hususda hataya düşmüştür. 18 Bk. Kitâb el-Ensâb, 323. ABBASİLER’DE EMİRÜLÜMERÂLIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI Hakkı Dursun Yıldız Islâm devletinin idari ve askerî teşkilatıyla ilgili müesseseler çoğunlukla fetihler neticesinde yeni ihtiyaçlara cevap verebilmek için kurulmuş ve zamanla bazı değişikliklere uğrayarak devam et miştir. îlk zamanlar Bizans ve Sâsânî imparatorluklarından fethe dilen bölgelerde İdarî teşkilat, memurlar ve hattâ mahallî diller de ğiştirilmeden benimsenmişti. Emevî halifesi Muaviye’nin Suriyeli bir hrıstiyaıi kâtibi olduğu bilinmektedir. Ancak Halife Abdülmelik tarafından resmî dilin arapça olarak kabul edilmesi ve ilk İslâ mî sikkenin bastırılmasıyle devlete yavaş yavaş araplık vasfı ka zandırılmaya başlanmıştı. Buna rağmen müesseseler üzerindeki Bi zans tesirinin devam ettiği görülmektedir. iktidarın Emevîler’den Abbasîler’e geçmesiyle Bizans’ın yerini, Eski Doğu ve özellikle Sâsânî imparatorluğunun tesiri almıştır. Ni tekim İslâm devletinde ilk defa ortaya çıkan vezaret müessesesi ve çeşitli divanlar Sâsânî tesirinin neticeleridir. Böylece Emevîler za manında başlıyan devlet teşkilatındaki gelişme yeni müesseselerin ilavesiyle daha mükemmel hâle gelmişti. Ancak daha sonraki asır larda da bazı ihtiyaç ve mecburiyetler zaman zaman yeni müesse selerin kurulmasına sebeb oluyordu. Bunlardan birisi de makalemi zin konusu olan «Emirülümerâlık» müessesesinin ortaya çıkmasıdır. Bu devrin çağdaşı ve halife al-Râdî’nin yakım olması sebebiyle olayları yakından görme ve bilme imkânına sahip bulunan tarihçi Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 7 98 H A K K I DURSUN YILDIZ ve edîp el-Sûlî, Halife el-Râdî’den naklen aşağıdaki bilgiyi vermekte dir1 : «Halife el-Râdî bir gün bana şöyle söyledi : inanıyorum ki, halk, halife bir Türk gulâniın bütün devlet işlerini yönetmesine, devlet hâzinesini istediği gibi kullanmasına ve iktidarın yegâne sahibi ol masına nasıl oluyor da ses çıkarmıyor sorusunu sormaktadır. On lar bilmezler ki, halifelik otoritesi benim hilâfetimden önce yok ol muştu ve ben bu makama istiyerek gelmedim. El-Sâcîye2 ve el-Hucarîye3 ile mücadele ettim. Onlar hergün başıma belâ oluyorlardı. Günde bir kaç defa gelerek benden çok miktarda para istiyorlardı. Hayatımdan korktuğum için onlara karşı harekete geçmekten çe kiniyordum. Nihayet Allah beni onların şerrinden kurtardı. Sonra İbn Râ’ik iktidara geldi; ancak o da malî hususlarda ötekiler kadar küstah davranıyordu. Düşman ordularının ülkemize saldırdığı ha beri gelince onlarla savaş için benden para alıyor, fakat cepheye gitmiyordu. Bir karar verdiğim zaman kimse ona uymuyordu. Ben den bir şey istendiğinde reddedemiyordum. Beckem geldiği zaman ötekiler gibi beni sık sık rahatsız etmiyordu. Aksine onunla daha kuvvetli oldum. Düşman bir eyâleti istilâya teşebbüs ettiği zaman süratle cepheye gidiyor ve bunun için benden para istemiyordu. Be nim işlerimi öncekilerden daha iyi yapıyordu. Daha önceki halifeler gibi davranarak iktidarı ben de ona verdim.» 1 Mohammed ben Yahya as-Sûlî, Akhbûr ar-Bâdî bülâh warl-Huttaqî biUâh, fransızcaya tere. Marius Canard, Alger, 1946, I, 86 vd. 2 Abbasî ordusu içinde bir birlik olup ismini, Azerbaycan’da 889-929 yılla rı arasmda hüküm sürmüş olan Sâc oğulları hanedanından almıştır. Bu birlik Yusuf b. Ebi’s-Sâc’ın Karmatîler’e karşı yaptığı savaş sırasmda esir ve idam edilmesinden sonra onun maiyetindeki askerlerin halifenin emrine girmesiyle teşekkül etmiştir. Diğer bir görüşe göre de Yusuf’un babası Ebu’s-Sâc Dîvdâd tarafından kurulmuş olan birliğe bu ad veriliyordu. Bu hususta bkz. as-Sûlî, aynı eser, 49, not 3. Ancak bazı valüiklerde bulunan Ebu’s-Sâc Dîvdâd’m böyle bir birlik kurduğu hakkında kaynaklarda her hangi bir habere rastlıyamadık. Bu bakımdan birinci görüşün gerçeğe daha yakın olduğunu ifade etmek lazımdır. 3 El-Hucarîye, Gümân el-Hucar yahut Gılman el-Dâr diye isimlendirilen bu birlik Halife el-Mu’tezid tarafından kurulmuştur. Hassa ordusunun bir kıs mını teşkil ediyorlardı, ikâmet ettiklere yere «Hücre» (çoğulu Hucar) dendiği için büna nisbetle onlara «el-Hucarîye» deniyordu; bkz. as-Sûlî, aynı eser, 49 EMİRÜLÜMERÂLIĞIN O R T A Y A ÇIKIŞI 99 El-Sûlî’nin bizzat halifeden naklettiği bu bilgiler ve bilhassa «ha lifelik otoritesinin daha önceki halifeler zamanında yok olması» ve «hayatımdan korktuğum için onlara karşı harekete geçmekten çe kiniyordum» keyfiyeti çok geniş selâhiyetleri hâiz emirülümeralığın ortaya çıkmasının esas sebepleri olarak düşünülebilir. Bu bakımdan halifelik müessesesinin bu hâle nasıl geldiği hakkında kısaca dur mak faydalı olacaktır. . Abbasî âilesinin hilâfet makamını ele geçirmesinde baş rolü oynayanlardan birisi olan Ebû Müslim’in devlet idaresindeki kud ret ve nüfûzu ile Halife Hârûn’ur-Reşîd devrinin meşhur vezir âilesi Bermekîler’in itibarı halifelik otoritesine gölge düşürmeğe baş ladığı zaman her ikisi de bertaraf edilmişlerdir. Ancak yarım asır sonra Halife el-Mütevekkil’in Türk kumandanları tarafından öldü rülmesi (861) Abbasî tarihinde yeni bir devrin başlamasma sebep olmuştur. Halifeler ile kumandanlar arasındaki amansız mücadele halifelerin siyasî, İdarî ve askerî otoritelerinin zaafa uğraması ne ticesini doğurmuştur. Halifeler, kumandanların elinde bir kukladan farksız değillerdi4. Sâmerrâ devrinin son halifesi olan el-Mu’temid, kardeşi ve hi lâfet nâibi olan el-Muvaffak’ın ölümünden (891) sonra Türk kuman danlarının baskısından kurtulmak gayesiyle Türk askerleri için ku rulmuş olan Sâmerrâ’yı terkederek hilâfet merkezini tekrar Bağdad’a nakletti (892). El-Muvaffak’m kuvvetli şahsiyeti ve devlet idaresindeki dirayeti sâyesinde Halife el-Mu’temid’in son yılların da Türk nüfûzunun zayıfladığını görmekteyiz. Hilâfet merkezinin Bağdad’a nakledilmesi ve bundan kısa bir zaman sonra da el-Mu’temid’in ölümü üzerine yerine el-Muvaffak’m oğlu Ebu’l-Abbas Ahmed’in el-Mu’tezid ünvanı ile halife olması ha lifelik müessesesi lehine önemli gelişmelere imkân vermiştir. Son yarım asır içindeki Abbasî halifelerinin aksine muktedir bir şahsi yete sahip olan el-Mu’tezid içte ve dışta babasının siyasetini takip etmiştir. Onun zamanında Elcezâre’deki Hâricî isyanı bastırılmış, Dulefîler hânedanma son verilmiş, Saffâîler’den Amr b. el-Leys esir 4 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türk'ler, İstanbul 1976, 89-130. 100 H AK K I DURSUN YILDIZ edilerek Bağdad’da idam edilmiş ve yıllardan beri devam eden re kabete son verilerek Tolun-oğullan ile sulh yapılmıştır5. Onun bu başarıları dahilde de halifeye büyük itibar sağlıyarak kumandan ve diğer devlet erkânının baskısını kırmıştır. Halife el-Mu‘tezid’in oğlu ve halefi el-Muktefî zamanında (902-908) Karmatîler’e karşı kazanı lan başarılar geçici bir süre için bu tehlikeyi bertaraf etmiştir. Di ğer taraftan 905 yılında Tolun-oğullan hanedanına son verilerek Mısır tekrar merkezî idareye bağlanmıştır. Bu arada yıllardan beri ilk defa Bizans’a karşı başarılı seferler yapılmıştır. Halifeliğin sa yısız düşmanlarına karşı başarı ile mücadele eden el-Muktefî, par çalanmakta olan devleti toparlamayı başarmış ve halifelik maka mına, eski kuvvet ve kudretini büyük ölçüde kazandırmağa muvaffak olmuştur. Bilhassa merkezde devlet erkânı ve kumandanların hali fe üzerinde bir baskılannın kalmadığı görülmektedir6. El-Muktedir’in halife olmasıyle (14 Ağustos 908) son iki ha lifenin gayretleri sâyesinde düzelmeğe başlamış olan durum yeni den bozuldu ve eski haline döndü. El-Muktedir’in hilâfete geçtiği zaman 13 yaşında' bir çocuk olması sebebiyle devlet işlerinin yürü tülmesinde yeniden vezir ve kumandanlar söz sahibi olmaya başla dılar7. Nitekim hilâfete getirilmesinden kısa bir süre sonra devlet erkânı tarafından hal’edilerek, saray entrikalarına karışma yerine şiir ve edebiyatla uğraşan ve Abbasîler devrinin en büyük şâirlerin den birisi olan îbn el-Mu’tez halife ilân edildi (20 Rebîülevvel 296/ 17 Aralık 908). Ancak Mûnis el-Hâdım’m duruma müdahalesi ve elMuktedir’in tarafını tutması, bir kaç gün sonra îbn el-Mu’tezz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi ile neticelendi. El-Muktedir ye niden haüfe oldu8. Bunun tabiî neticesi olarak Mûnis halife üzerin de büyük bir nüfûz kurdu. 5 K.V. Zetterstéen, «Mûtazıd» mad., İslâm Ansiklopedisi. 6 K.V. Zetterstéen, «Müktefî» mad., İslâm Ansiklopedisi. 7 Halife el-Muktedir’in çocuk olması sebebiyle annesi, amcası Garîb, Mûnis el-Hâdım, Hâcib Savsan ve hadımların reisi Safî’den meydana gelen naip ler meclisi işleri yürütüyordu; bkz. Dominique Sourdel, Le Vis:irat ‘Abbaside, Damas 1959-60, H, 387 vd. 8 Taberî, Târih el-Rusul ve’l-Mülûk, nşr. M.J. de Goeje, Leiden, 1879-98, UT, 2281 vd.; İbn el-Esîr, el-Eâmil fît-Târih, nşr. C.J. Tornberg, Beyrut 1965, VHI, 200 vd. d. EM İRÜLÜM ERÂLIĞIN O R TAY A ÇIKIŞI 101 Halife el-Muktedir devri içte ve dışta Abbasî hilâfetinin büyük sarsıntılar geçirdiği bir devirdir. Çocuk yaşta hilâfete getirilmesi, bir kaç günlüğüne olsa bile bu makamdan hal’ edilmesi halifelik otoritesinin büyük ölçüde zaafa uğramasına sebebiyet vermiştir. Halifenin zayıf bir şahsiyet olması, bu devrin ileri gelenlerinden Mûnis el-Hâdım, bir kaç defa vezirlik yapmış olan Ali b. îsa, Ibn Mukla, îbn el-Furat, hassa ordusu kumandanı Muhammed b. Yakut ve sâhib-i şurta Nâzûk gibi şahsiyetler arasında amansız bir ikti dar mücadelesini başlatmıştır9. İçteki bu rekabet yanında, dışta da başarısızlıklar birbirini takip ediyordu. Fâtımîler Kuzey Afrika’ da siyasî bir güç olarak ortaya çıkıp doğuya doğru ilerlemeğe baş lamışlardı. Karmatîler Irak ve Hicaz’ı tehdit ediyorlardı. Sâc Oğul ları Azerbaycan’da bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bunların yarım da Bizans’ın akmları gittikçe şiddetini arttırıyor ve müslümanlar aleyhine gelişme kaydediyordu. Bütün bu iç ve dış gelişmeler Bağdad’da huzursuzluğun artmasına ve 15 Muharrem 317 (28 Şubat 929) tarihinde bir isyanın çıkmasına sebep oldu. Bu isyan sırasın da el-Muktedir tekrar halifelikten hal’ edilerek yerine kardeşi Mu hammed, el-Kahir ünvanı ile halife seçildi. Onun halifeliği de an cak bir kaç gün devam edebildi ve el-Muktedir tekrar hilâfete ge çirildi10. Bu gelişmelerde de yine Mûnis’ i ön saflarda görmekteyiz. Mûnis’in Halife el-Muktedir üzerinde kurmuş olduğu baskı ve nüfuz, bir taraftan bizzat halifeyi ve diğer taraftan da Mûnis’e kar şı cephe almış olan diğer devlet erkânını iyiden iyiye rahatsız etme ğe başlamıştı. Başta halife olmak üzere merkezde kendisi aleyhinde faaliyetlerin başladığını farkeden Mûnis, bir müddet için Bağdad’dan ayrılmayı uygun bularak Musul’a gitti ve burasını ele geçir di (Muharrem 320/Ocak-Şubat 9 3 2 ) Mûnis’in merkezden ayrılma sını fırsat bilen rakipleri halifeyi iyice onun aleyhine çevirdiler. Mûnis, bir yıla yakm hazırlık devresinden sonra topladığı kuvvet lerle iktidarı elegeçirmek için Bağdad üzerine yürüdü. Halife elMuktedir, Mûnis’in Bağdad’a dönmesinin hayatma mal olacağım düşünerek onunla savaşmaya karar verdi ve toplayabildiği kuv9 Bu hususta daha geniş bilgi için bkz. D. Sourdel, le Vizirat Abbaside, II, 387 vd. d. 10 Ibn el-Esîr, V E , 200 vd. d. 11 îbn el-Esîr, V E , 237 vd. d.; Kitâb el-TJ’yûn, nşr. Ömer el-Sa’îdî, Dunaşk 1972, I, 254 vd. 102 H A K K İ DURSUN YILDIZ vetlerle şehir dışında onu karşıladı. Yapılan savaşta el-Muktedir ha yatını kaybetti (27 Şevval 320/1 Kasım 932)12. Yeni halife için Mûnis, el-Muktedir’in oğlu Ebu’l-Abbas Ahmed’i teklif etti ise de yaşının küçük olması sebebiyle bu teklif ka bul edilmedi. Neticede daha önce iki defa bir kaç günlüğüne halife ilân edilmiş olan el-Kahir’in hilâfete geçirilmesine karar verildi. Mûnis, el-Kahir’in halifeliğini istemiye istemiye kabul etmek mec buriyetinde kalmıştı. Zira, iki seferinde de el-Kahir’in halifelikten uzaklaştırılmasına kendisi sebep olduğu için ondan çekiniyordu. Halife el-Muktedir’in öldürülmesi üzerine oğlu Abdulvâhid ve maktul halifeyi desteklemiş olan Muhammed b. Yakut, Hârûn b. Garîb, Müflih ve Muhammed b. Râ’ik Medâ’in’e ve oradan da Vâsıt’a kaçtılar. Fakat aralarında anlaşmazlık çıktı ve Mûnis’ten âmân istediler. Tekliflerinin kabul edilmesi üzerine Bağdad’a döndüler13. Kendisine karşı daha önce takındığı tavır sebebiyle Mûnis’ten çe kindiği anlaşılan el-Kahir, onun nüfûzunu kırmak düşüncesiyle Mu hammed b. Yakut’a teveccüh etti; ona idârede geniş selâhiyetler ver di. Muhammed b. Yakut’un, kısa zamanda merkezde büyük bir iti bar kazanması Mûnis’i rahatsız ediyordu. Çok geçmeden Mûnis ile vezir İbn Mukla, Muhammed’i her hususta destekliyen Halife elKahir’i hal’e karar verdiler. Çevrilen entrikalardan zamanında ha berdar olan el-Kahir, îbn Mukla’yı vezirlikten azlettiği gibi, Mû nis’i de yakalıyarak önce haps ve sonra da idam ettirdi14. Bu badireyi atlatabilen îbn Mukla halife aleyhine kesif bir pro pagandaya başladı. Nitekim kısa zamanda etrafına oldukça kala balık bir kuvvet toplamayı başaran îbn Mukla el-Sâcîye ve el-Hucarîye’yi de kazanmasını bildi. Böylece kuvvetlerinden iyice emin ol duktan sonra saraya hücum ederek halifeyi yakaladı ve halifelikten çekilmemekte direndiği için gözlerine mil çektirerek hapse attırdı, îbn Mukla ve taraftarları hapiste bulunan Ebu’l-Abbas Ahmed’i ha pisten çıkararak el-Râdî bi’llah ünvanı ile halife ilân ettiler (6 Cemâziyelevvel 322/24 Nisan 934)15. Bu sefer de, tekrar vezirlik ma 12 13 14 15 îbn îbn îbn İbn el-Esîr, vm , 241 vd. d.; Kitâb el-ZJ’yûn, 255. el-Esîr, vm , 248 vd. d. el-Esîr, vm , 250 vd. d. el-Esîr, VJLU, 279 vd.; Kitâb el-TJ’yûn, I,275 vd. d. EMİRÜLÜMERÂLIĞIN O R T A Y A ÇIKIŞI 103 kamına geçen İbn Mukla ile ordu kumandanı Muhammed b. Yakut arasında rekabet başladı. Muhammed’in devletin yegâne bakimi ol ması, İbn Mukla ile halifenin birleşmesine zemin hazırladı. İbn Mukla’nm el-Râdî’ye yaptığı telkinler meyvesini vermekte gecikmedi ve Muhammed b. Yakut sarayda yakalanarak hapsedildi (5 Cemâziyelevvel 323/12 Nisan 935) ve aynı yıl içinde hapishanede öldü. Mu hammed’in kardeşi Muzaffer ise İbn. Mukla’nm araya girmesiyle af fedildi. Ancak bu sefer de Muzaffer’in nüfûz kazandığını ve onun baskıları neticesinde İbn Mukla’nın azl ve hapsedildiğini görmek teyiz16. Verilmeğe çalışılan bu kısa izahatta da görüleceği gibi, Halife el-Mütevekkil’den itibaren bir-ikisi müstesna Abbasî halifelerinin idaredeki otoriteleri iyice zayıflamış, başta kumandanlar olmak üzere devlet erkânının devlet idaresinde tesir ve nüfuzları âdeta ha lifeleri gölgede bırakmıştı. Burada şu hususa dikkati çekmek iste mekteyim: Sâmerrâ devrinde iktidar mücadelesi kumandanlar ile halifeler arasında cereyan ederken Halife el-Muktedir’den itibaren bu mücadele devlet erkânı arasında şiddetlenmiştir. Halifeler bu son mücadelelerin dışında olmalarına rağmen yine de tahtlarından ve hattâ canlarından oluyorlardı. Merkezî idarede açık bir şekilde bir iktidar boşluğu ortaya çıkmıştı. İktidarın kısa fasılalarla el de ğiştirmesi içte ve dışta devletin zayıflamasına sebep oluyordu. De ğil eyaletlerde Bağdad’da bile devlet otoritesinin varlığından söz edilemiyordu. Halife el-Râdî, devlet otoritesinin âdeta hissedilemez bir duru ma geldiği sırada el-Sûlî’nin naklettiği kendi ifâdesine göre hilâfet makamına zorla getirilmiştir. Devlet erkânı arasındaki nüfûz mü cadelesinin halifelerin hayatına mal olduğunu bilen ve gören elRâdî, kendi akibetinin ne olacağmdan elbette emin olamazdı. Çün kü hilâfette ve hayatta kalabilmesi tamamen kendi iradesi dışında başkalarının vereceği kararla mümkün olabilecekti. Halife el-Râdî, hilâfete geçmesinden iki yıl sonra, 324 (936) yılında Basra ve Vâsıt valisi Muhammed b. Râ’ik el-Hazarî’yi Bağdad’a davet ederek onu E m i r ü l ü m e r â tayin etti17. Bu müessesesinin merkezde 16 İbn el-Esîr, v m , 305 vd. 17 İbn Miskeveyh, Tecârib el-Ümem, nşr. H.F. Amedroz ve D.S. Marg'o- İ04 H A K K I DURSUN YILDIZ ki otorite zaafının bertaraf edilmesi için kurulduğu anlaşılmakta dır. Nitekim halife tarafından ona çok geniş selâhiyetler verilmesi bu fikrimizi teyid eder mahiyettedir. Halife el-Râdî emirülümerâ’yı büyük selâhiyetlerle teçhiz etti: Ordunun başkumandanlığı, Divân el-Harâc, Divân el-Ziyâ’ ve Di vân el-Ma’âvin’in reisliği, Berîd teşkilatının idaresi, valiler ve yük sek dereceli memurların ve hattâ vezirin tayininde bile resmen geniş selâhiyetlerle teçhiz edilmişti. Diğer bir ifade ile devletin İdarî, as kerî ve malî işlerinden tam selâhiyetle emirülümerâ mesul idi. Bu saydığımız hususlarda halifeye danışmadan karar alma yetkisini hâizdi. Protokolda halifeden sonra geliyordu. Hutbelerde halifeden sonra onun isminin de zikredilmesi bizzat halife tarafından bütün eyalet valilerine bildirilmişti18. Bunların yanında emirülümerânın Bağdad’da para bastırma hakkına da sahip olduğu anlaşılmakta dır. îbn Râ'ik’ten sonra emirülümerâ tayin edilen Beckem el-Türkî adına 329 (940-941) yılında basılmış dinar mevcuttur19. Diğer taliouth, Bağdad, I, 351; Ebu’l-Hasan Muhammed b. Abdülmelik el-Hemedânî, Tekmüet Târih el-Tâberî, nşr. A. Yusuf Ken’ân, Beyrut 1958, 99; îbn el-Esîr, VIH, 322 vd. Muhammed b. Râ’ik, aslen Hazar Türkleri’nden olan kumandan lardan Râ’ik el-Hazarî’nin oğludur. (Bkz. Taberî IH, 2262) Halife el-Muktedir zamanmda sahib-i şurta ve hâciplik vazifelerinde bulunmuştur. El-Muktedir’in katli üzerine Medâ’in’e kaçtı; ancak bir müddet sonrâ affedilerek Vâsıt ve Basra valüiğine getirilmiştir. Merdaviç’in katlinde baş rolü oynıyan ve daha sonra maiyetindeki Türk birlikleri ile Vâsıt’a gelen Becken el-Türkî’nin maiye tine girmesiyle îbn Râ’ik oldukça kuvvetlenmişti. Merkezdeki entrikalardan bir dereceye kadar uzak ve kuvvet bakımından hepsinden üstün olması îbn Râ’ik’in emirülümerâ tayin edilmesinde esas sebep olmalıdır. Corci Zeydân, bu ünvanın ilk defa Hamdânî ve Büveyhî emirlerine verildiğini, îbn Râ’ik’in de Hamdânîler’den olduğunu ve ona «Bağdad padişahı» yahut «Bağdad sultanı» dendiğini ileri sürmekte ise de bunların gerçekle bir ilgisi yoktur. Kaynaklarda bu fikirleri destekliyecek hiç bir bügiye rastlanmamıştır; bkz. Corci Zeydân, Medeniyet-i Islâmîye Tarihi, türkçe tere. Zeki Magamız, İstanbul 1329, I, 133. 18 îbn Miskeveyh, I, 351; îbn el-Esîr, VIH, 322; U’yûn, TV/l, 290; îbn el-Tiktâka, el-Fahrî, Beyrut 1966, 282; krş. Defrémery, «Mémoire sur les Emirs al-Oméra», Mémoires présentés par divers savants à VAcademie des Inscrip tions et Beïles-Lettres, 1° série, c. H, Paris 1852, 114; Emile Tyan, Institutions du Droit Public Musulman, Paris 1954, I, 531 vd- d.; Marius Canard, Histoire de la Dymastie des H’amdanides de Jezîra et de Syrie, Paris 1953, I, 411 vd. d. 19 İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, Istanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirde ki İslâmî Silikler Katalogu, İstanbul 1971, I, 147. EMÎRÜDÜMERÂLIĞIN O R T A Y A ÇIKIŞI 105 raftan bu devrin çağdaşlarından tarihçi el-Mes’ûdî’nin kaydetmiş olduğu bir rivayet, hem emirülümerânın para bastırma hakkına sa hip olduğunu ve hem de sahip olduğu kudretini göstermesi bakımın dan önem taşımaktadır: Halife el-Râdî’nin lalası Ebu’l-Hasan elArudî, bir gün halifenin yanma gittiği zaman onun yalnız olduğunu ve elinde bir para tuttuğunu, bu parayı Beckem’in bastırdığım, pa ranın üzerinde Beekem’in resminin bulunduğunu ve bu resmin et rafında «biliniz ki, iktidar emîrü’l-muazzam Beckem’e âittir, o in sanların efendisidir» ibaresinin olduğunu el-Mes’ûdî’ye nakletmiştir20. Verilen bu bilgilerin de ortaya koyduğu gibi emirülümerâ ha lifenin bütün icraî selâhiyetlerini devralmıştır. Abbasî tarihinde, Ebû Müslim, Bermekî âilesi, Afşîn, İbn el-Furat, Mûriis el-Hâdım v.s. gibi, devirlerinde çok kudretli şahıslar dahil hiç bir kimseye bu derecede geniş selâhiyet verildiği görülmemektedir. Bilhassa is minin hutbelerde zikredilmesi ve adına para bastırması emirülümerânm durumunu açıkça ortaya koymaktadır. Hutbe ve sikkenin ha lifelik alâmetlerinden olduğu dikkate alınınca bu durum daha iyi anlaşılır. Böyle bir duruma Islâm tarihinde ilk defa rastlamaktayız. Yukarıda belirtmeğe çalıştığımız gibi halifeler üzerinde kumandan, vezir ve diğer devlet erkânmdan bazıları büyük bir nüfûz kurmuşlar dı, fakat bunların hiç birisi sikke bastırma hakkına sahip değiller di. isimlerinin hutbelerde zikredilmesi söz konusu bile olmamıştı. Kaynaklarda, İbn Râ’ik’dan önce mahiyet itibariyle farklı ol makla birlikte emirülümerâ ünvanının kullanıldığını görmekteyiz. Bu cümleden olarak Halife Ömer zamanında Sâsânî imparatorluğu ile yapılan Kadisîye savaşında Müslüman ordusunun kumandanı Sa’d b. Ebî Vakkas’a21 ve Einevî halifesi Yezid’in Abdullah b. elZubeyr üzerine gönderdiği ordunun kumandanı Müslim b. Ukbe elMürrî’ye22 emirülümerâ deniyordu. Diğer taraftan Abbasîler zama20 El-Mes’ûdî, Murûc el-Zeheb, nşr. ve fransızeaya tere. C. Barbier de Meynard ve Pavet de Courteille, Paris 1861-77, VHI, 340 : j j ı h‘ l - i.—s» - Ancak elimizdeki Beckem’e âit parada böyle bir ibareye rastlanmamaktadır. 21 Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâ’ûd el-Dîneverî, Ahbâr el-Tivâ.1, nşr. V. Guirgass, Leiden 1888, 129. 22 El-Dîneverî, aynı eser, 274. 106 H A K K I DURSUN YILDIZ nında. da bu ünvan kullanılmıştır. 316 (928) yılında Sâhib el-şurta Nâzûk ile Halife el-Muktedir’in dayısının oğlu Hârûn b. Garîb ara sındaki mücadelede Hârûn’a halife tarafından emirülümerâ ünyanı verilmişti23. 321 (933)’de Mûnis’in öldürülmesi ile son bulan hâdi selerde Halife el-Kahir, Tarif el-Subkerî’ye daha önce Mûnis’e ve rilmiş olan Riyâsetü’l-ceyş, imaretü’l-ümerâ ve buyûtü’l-emvâl va zifelerini tevdi etmiştir24. Emirülümerâlık müessesesi hak kın da, eski olmakla beraber ilk araştırmayı yapmış olan Defremery, Halife elMu’tasım’m meşhur kumandanlarından Afşin’in, onun ölümünden sonra başkumandanlık mevkiine yükselen ve halife tarafından bir tac verilen Aşnâs’m ve el-Mütevekkil zamanmda ordu kumandanlı ğı, beytülmâlm idaresi, hâciplik ve berîd teşkilatı reisliği vazifele rini uhdesinde toplıyan Inak’ın emirülümerâ olabileceklerini ileri sür mektedir25. Burada şu hususu belirtmek gerekmektedir: Aynı ünvanın îbn Râ’ik’ten önce bazı kumandanlara verildiği açık bir şekilde görülmektedir. Ancak bu hususta kaynakların verdiği kısa bilgiler- ' den, İbn Râ’ik ile diğerlerinin sahip oldukları hak ve selâhiyetler ba kımından aralarmda büyük farklar olduğu neticesine varılabilir. Az rastlanmakla beraber emirülümerâlık başlangıçta ordu kumandanı yerine kullanılıyordu. Yukarıda bahsettiğimiz selâhiyetlerin onlara da verildiğine dair herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Afşin, Aşnâs ve Inak’m emirülümerâ oldukları görüşü ise, bunların sahip ol dukları kudret ve nüfûz sebebiyle bir tahminden ileri gidememektedir. Her ne kadar gerek bunlar ve gerekse Halife el-Mütevekkil’den itibaren bazı kumandanlar halifelere hemen her istediklerini kabul ettiriyor iseler de, bu sadece sahip oldukları kuvvetten ileri gelmek te idi. Halifeler tarafından kumandanlığın ötesinde kendilerine bir selahiyet verilmemişti. İbn Râ’ik ise bunlara karşılık bizzat halife tarafından büyük selahiyetlerle teçhiz edilmişti. Bu, bakımdan emirülümeralığm, vezirlik, hâciplik, valilik v.s. gibi bir müessese ola rak bu şekilde geniş selahiyetlerle ilk defa Halife el-Râdî tarafın dan 324 (936) yılında kurulmuş olduğunu kabul edebiliriz. İbn Râ’ik ile başlıyan emirülümerâlık, kısa süre sonra devlet erkânı arasında rekabet unsuru olmada gecikmedi. Nitekim iki yıl 23 İbn Miskeveyh, I, 188; İbn'el-Esîr, V U , 188. 24 İbn el-Esîr, V E , 255. 25 Defremery, aynı makale, 106 vd. EMİRÜLÜMERÂLlĞlISf O R T A Y A ÇIKIŞI 107 sonra maiyetindeki kumandanlardan Beekem el-Türkî, İbn Râ’ik’i uzaklaştırarak kendisini bu makama tayin ettirdi (938). Diğer ta raftan yine siyasî sebeplerle 942 yıbnda Hamdânîler’den Haşan (Nasır el-Devle)’a emirülümeralık payesi verildi26. Büveyhîler’in 945 yılında Bağdad’ı işgalleri üzerine Halife el-Müstekfî bu hânedândan Ahmed’i Mu’izz el-Devle Unvanı ile emirülümerâ tayin etmek mecburiyetinde kalmıştır27. Siyasî bakımdan halifeye bağlılıklarından pek söz edilemiyen Hamdânîler ile halifeye tamamen tahakküm eden Büveyhîler’e bu Unvanın verilmesi bir mecburiyet tahtında ol muş ve emirülümerâlık müstakil bir hükümdar karşılığında kulla nılmaya başlamıştır. Bu Unvanın Selçuklular’dan itibaren Osmanlı imparatorluğunun son yıllarına kadar değişik mahiyetteki memuriyetleri ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir. Selçuklular’da hanedan üyesi olup bir şehrin veya bölgenin idaresine memur edilenlere emirülümerâ denmekte idi. Meselâ Sultan Melikşah’m amcası Osman, emirülüme râ lâkabını taşıyor ve Toharistan’ın idaresini yürütüyordu28. Diğer taraftan Selçuklu ordusunun üst seviyedeki kumandanları olan sipehsâlâr, emîr-i emîrân, mukaddem ül-ceyş, nakîb ve serhenk ara sında emirülümerâya da rastlamaktayız29. Fatımîler’de, Musul ve Şâm atabeglerinde ve Memlûkler’de kumandan olarak emirülümerâ kullanılmaktadır30. îlhanlılar zamanında ordu kumandanına Bey lerbeyi (Biglâr Bigi) yahut emirülümerâ veya Mir-i mirân deniyor du31. Akkoyunlular’da ise ordu başkumandanı, emirülümerâ veya melikülümera ünvanmı taşıyordu32. Osmanlı devletinde eyalet teş 26 Marius Canard, aynı eser, 425 vd. 27' K.V. Zİettersteen, «Büveyhîler» mad., İslâm Ansiklopedisi. 28 İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devrinde Büyük Selçuklu İmpa ratorluğu, İstanbul 1953, 20; Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslâm Me deniyeti, İstanbul 1969, 153. 29 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, İstan bul 1941, 60; İbrahim Kafesoğlu, aynı eser, 163. 30 Emile Tyan, aynı eser, İ, 533, not 1. 31 Bertold Spuler, İran Moğolları, türkçe tere. Cemal Köprülü, Ankara 1957, 436. 32 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, aynı eser, 309. 108 H A K K I D U R S U N Y IL D IZ kilatı kurulduktan sonra eyalet valileri olan beylerbeyilere aynı za manda emirülümerâ da deniyordu33. Bu uzun müddet devam etmiş ve 1259 (1843-44) yılından itibaren mülkî rütbelerden livalığa kar gılık olmak üzere emirülümerâ rütbesi ihdas edilmiştir. Bu durum Osmanlı devletinin son yıllarına kadar devam etmiştir34. 33 Tursun Bey,Târih-i Ebu’l-Feth, haz. A. Mertol Tulum, İstanbul 1977, 208; ayrıca bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihinde Kapıkulu Ocakları, Ankara 1944, H, 78; aynı müellif, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teş kilatı, Ankara 1948, 186, 219, 325. 34 Mehmet Zeki Pakalm, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 197U, I, 527. ŞEHÎNŞÂH’IN OĞLU ŞEREFEDDÎN İSHAK HAKKINDA BİR KİTÂBE ¡Şebabettin Tekindağ Umûmiyetle Anadolu Selçuklu Sultam I. Rükneddin Mes’ud (öl. 1156) ’un' oğlu olup, babasının ölümünden sonra Ankara, Çan kırı ve Kastamonu vâliliğinde bulunan Şehinşâh ( = Şâhân-Şâh)1 m oğullarına dâir kaynaklarda veya kitâbelerde bir kayıd yoktur. Kaynaklarda daha ziyâde büyük kardeşi II. İzzeddin Kılıç Arslan (1156-1192) ’in oğullan bahis konusudur. Halbuki, Şehinşâh’m yedi oğlu olup, bunlar Kılıç Arslan’m Malatya seferinde esir düşmüşler, Halep ve Şam Atabeyi Nureddin Mahmud ( = el-Âdil) ’un (öl. 1174) da delâletiyle geri istenmelerine rağmen, Kılıç Arslan bunlan iâde etmemiş, hattâ, kararını belirtmek maksadiyle bunlardan birisini öldürüp Şehinşâh’a göndermiştir2. Bu çocuklar, muhtemelen, babaları Nizâmeddin- Yağıbasan (öl. 1164)’m ölümünden sonra Selçukluların hizmetine giren Daniş1 Şehinşâh, önceleri «sevgili bir evlâd gibi» (bk. Urfalı Mateos Vekayinâmesi, 952-1136 ve Papas Gregor’un Zeyli, 1137-1163, trc. H. Andreasyan, Ankara 1962, s. 313) ağabeyisi Kılıç Arslan’a itaat etti ise de, sonradan onun ortanca kardeşini öldürmesi üzerine Ankara ve Çangırı kalelerine kaçmış ve kardeşine bir daha görünmemiştir (bk. Urfalı Mateos, Aynı eser., s. 313). Bununla beraber, Danişmendli Yağıbasan’ın damadı olan Şehinşâh, Danişmendli Zünnun ile birlikde, önce Nureddin Mahmud’a iltica etmiş, sönra da ağabeyisine karşı yürüyen Manuel Comnöne’in tarafmı tutmuş (1159), Kılıç Arslan topraklarını zabt edince de Manuel’in yanına sığınmıştır (1175). 2 Bk. O. Turan, Küıg Arslan, İslâm Ansiklopedisi, VI, 691. 110 Ş E H A B E T T İN T E K lN D A Ğ mendli şehzâdeler gibi3, resmî görevlere atanmışlardır. İşte bunlar dan biri olan Şerefeddin İshak’a âid bir kitabe bugün Konya’da İzzet Koyunoğlu Kütüphânesinin bahçesinde bulunmaktadır. Kon ya surlarının tâmiri sırasında bir burcun onarılmasında rol oyna yan bu emirin ismi yazılı kitâbenin en üstünde «Sultânî» lâkabı ve Selçuklu armasının altında da : «Şerefeddin tshak b. Şehinşâh» adı açıkça okunmaktadır : 3 Nitekim, Selçukluların hizmetine girip Emîrü’l-ümerâ (•= Beylerbeyi)lığa yükselen emirler gibi, bizzat Nizâmeddin Yağıbasan’m Muzafferüddin Mahmud, Zahîrüddin-üi ve Bedreddin Yusuf adlarmdaki oğıilları da, uç-beyleri olarak, I. Gıyâseddin Keyhusrev (öl. 1211) ve I. Izzeddin Keykâvus (öl. 1220) zamanlarında önemli roller oynamışlardır, bk. Ibn Bibi, el-Evâmirü’l-Alâ’iyye, nşr. A.S. Erzi, Tıbkıbasım, Ankara 1956, s. 76 v.d.; ayn. müel., Muhtasar Selçuknâme, nşr. M. Th. Houtsma, Leiden 1902, m , 62, 65, 99, 100, 106, 171; tre : Yazıcı-zâde Ali, nşr, M. Th. Houtsma, IV, 24, 40, 44, 75. Ayr. bk. Kerimüddin Mahmud, Zahîrüddin Keyhusrev (öl. 1211) ve I. Izzeddin Keykâvus (öl. 1220) (Evlâd-ı Yağîbasân). XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA TİMURLULAR’DA ZİRAÎ VE TİCARÎ FAALİYETLER İsmail Aka Timur’un herkesi dehşetler içinde bırakan seferlerinden sonra, ülkenin çeşitli bölgelerinde mirzalar ve ileri gelen beglerin hüküm sürmeleri, geçmişin yaralarının sarılmasını kolaylaştırmıştı. Bun lar bulundukları bölgeleri bayındır ve buralarda refahı temin ede bilmek için, İktisadî hayatın sağlam temellere dayanması ve istik rarın sağlanması gerektiğini idrak ediyorlardı. Bütün tahripkârlığma rağmen Timur kendisi de ticaretin dev let için en büyük gelir kaynağı olduğunun farkında idi. Bu düşünce iledir ki, 1402 yılında Fransa kralına gönderdiği mektubunda karşı lıklı olarak tüccarların gelip-gitmesini, tüccarlara güçlük çıkarıl mamasını, zira dünyanın tüccarlar sayesinde bayındır ve müreffeh bir hal aldığını ifade ediyordu1. Tüccarları koruma siyaseti oğlu Şahruh zamanında da devam etti. Çünkü bu tarz ifadelere biz onun birçok hükümdarlara gönderdiği mektuplarında da rastgeliyoruz2. Abdürrezzak-ı Semerkandî, kendisi ile konuştuğu bir tüccarm de falarca Çin’den aldığı kumaşları Mısır ve Anadolu’ya, oradan aldı ğı malları da Çin’e götürdüğünü söylediğine işaret ile, Şahruh za manında artık Mısır ile Çin arasındaki yolun işlek, aslında çok uzak olan bu mesafenin ise yakınlaştığını kaydeder3. • 1 Muhammed Kazvinî, Nâme-i Emir Timur Gürgân, Bist Makale-i Kazvinî, Tahran 1332 h.ş., 41. 2 Meselâ bk. A. Semerkandî, Matla’-ı Sa’deyn, yay. Muhammed Şefi’, Lahor 1946-1949, 227; Makr'izî, Küabu’s-Sülûk, yay. Sa’id Aşur, Kahire 1972, IV, 1187. Keza, Şahruh 1414 yılında Hemedan ve Luristan’ı Mirza Baykara’ya tefviz ettikten sonra, ona tüccarlara iyi davranmasını buyurmuştur (Hafız-i Abrû, Zubdetü’t-Tevârih-i Baysungurî, Fatih Ktb. nr. 4370/1, 513 b; Matla’-ı Sa’deyn, 283). Ayrıca bk. Çin’e gönderilen arapça ve farsça mektup (Zubdeiü’tTevârih, 486 a-487 a; M atla’-ı Sa’ deyn, 222-227). 3 Matla’-ı Sa’deyn, 831. 112 İS M A İL A K A Mogollar’in hıristiyanlar ve yahudiler’e karşı müsamahalı dav ranışları, Avrupa ile Moğol hâkimiyetindeki ülkelerin ticarî müna sebetlerini daha da geliştirmişti. Ceneviz ve Venedikliler İlhanlIlar ile devamlı temas halinde bulunuyorlardı. İskenderun limanından Sivas-Erzincan-Erzurum yolu ile Tebriz’e ulaşan kervan yoluna Ce nevizliler ayrı bir değer veriyorlardı. Bundan dolayı 1276 yılında Sivas’ta ve 1304 yılında ise Tebriz’de Cenevizliler ticaret konsoloslu ğu açmışlardı. Ayrıca Trabzon ile Tebriz arasında İktisadî anlaşma bulunuyordu ki4, «çek» kelimesinin Avrupa dillerine geçişi de yine bu devirdeki ticarî münasebetler ile ilgilidir5. Doğuda, Merv, Belh ve Nişabur gibi büyük merkezlerin Moğol istilâsı sırasmda tahrip edilerek öylece kalmalarından dolayı Çin, Doğu Türkistan ve Hindistan ile Karadeniz ve Akdeniz’in çıkış nok talarında kolonileri bulunan Ceneviz ve Venedikliler arasındaki ti caret yollan Tebriz ve Sultaniye’nin uzantısı olarak ister-istemez Herat üzerinden geçmeye başlamıştı. Memlûkler’in elinde bulunan Hind deniz ticaretine darbe vur mak için Îlhanlılar, Cenevizlilerden faydalanma yoluna gitmişler ve bu maksatla Argun zamanmda Cenevizli ustalar Bağdad’a gönde rilerek, Aden’den'geçen Hind ticaretine engel olmak için gemi in şasına memur edilmişlerdi. Bütün bunlardan îlhanlılar’m ticaret yollarını güneyden kuzeye, yâni Tebriz ve Sultaniye üzerine çekmek için gayret gösterdikleri anlaşılıyor. Daha sonraları Timurlular dev rinde de Tebriz ve Sultaniye’nin ticarî ehemmiyeti eskisi gibi devam etti. Sultaniye’ye her yıl bilhassa yaz aylarında develerden müteşek kil büyük kervanlar geliyordu. Bunlar arasında Hindistan’dan gelen kervanlar daha çok baharat getirmekte olup, bunlar ticarî rekabet yüzünden Suriye’ye gönderilmiyordu6. Hazar Denizi kıyısındaki Gilân ve Şirvan’dan buraya gelen ipek ler, İranlı tüccarlardan başka, Ceneviz ve Venedikli tüccarlar eli ile Suriye, Anadolu ve Kefe’ye götürülüyorlardı. Şiraz havalisinden ge len pamuklu, ipekli ve krep kumaşlar ile Horasan havalisinden ge4 Ahmet-Zeki Velidi, «Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti», THİT Mecmuası, I, 17. 5 Barthold, Orta Asya Türle Tarihi Hakkında Dersler, Ankara 1975, 176. 6 Clavijo, Embassy to Tamerlane 14OS-14 O6, ing. tere. G.D. Strange, London 1928, 159; türkçe tere. Ömer Rıza Doğrul, Kadis’ten Semerkand’a Seyahat, I, 121. T İM U R L U L A R ’ D A Z İR A Î V E T ÎC  R Î F A A L İY E T L E R 113 len kumaşlar da Sultaniye’de iyi pazar buluyorlardı. Hürmüz’den ise inci ve sedef gibi kıymetli taşlar Sultaniye ile Tebriz’e getirile rek işleniyor, yüzük ve küpe haline getirildikten sonra Kefe ve Trab zon gibi hıristiyan şehirleri ile diğer İslâm ülkelerinden gelen tüc carlara devrediliyorlardı7.. Ancak güneydeki Hürmüz ve civarındaki adaların beynelmilel ticaretin merkezi olduğu anlaşılıyor. Hicrî 845 (1441-42) yılında el çilikle Hindistan’a gönderilen müverrih Abdürrezzak-ı Semerkandî, Hürmüz’e de uğramıştı. O, dünyanın her tarafından Mısır, Suriye, Anadolu, Azerbaycan, Arab ve Acem Irak’ı, Horasan, Maverâünnehr, Türkistan, Deşt-i Kıpçak, Kalmuk ülkesi, Çin ve Deniz ülke leri yâni Güneydoğu Asya memleketleri, Habeşistan, Zengibar, Hind ve Arab yarımadası kıyısındaki şehirlerden ve çeşitli dinlerden tüc carların buraya geldiklerini, mal getirip götürdüklerini, ister para, ister değiş-tokuş yolu ile alış-veriş yapılabildiğini, memurların ge lenlere âdil bir şekilde davranıp, altın ve gümüş dışında herşeyden öşür aldıklarını kaydetmektedir8. Menşei Uygurlar’a kadar uzanan, ancak Mogollar devrinde canlandırılan, devlet sermayesine dayalı ortaklık müessesesi9, bu devirde de varlığını sürdürmekte idi. Dev let hâzinesinden kredi alan ortaklara büyük imkânlar sağlanıyor, hatta tarhanlık verilerek, her türlü vergiden muaf tutulup, hiç kim senin onları rahatsız etmemesi, rüşvet ve hediye istememesi,. hay vanlarına dokunmaması buyuruluyordu10. Hissedarları arasında hükümdar, mirzalar ve ileri-gelenlerin bulunduğu bu ortaklıklarda, faizli kredi usûlü de tatbik olunmuş, bu ise şeriata aykırı sayıldığından zaman zaman hükümdarlar ile ulemâ arasında anlaşmazlıklara ve ulemânm şiddetli itirazlarma yol açmıştı. Hvandmir’in naklettiğine göre, Uluğ Beg, alış-verişte bu lunup, dönüşünde geri yermek üzere tüccardan birine kıymetli bir taş vermiş, fakat aradan bir müddet geçip tüccar aldığını geri ve7 Aynı eser, ing. tere., 159; türkçe tere. I, 122 v. dv. 8 Matla’-ı Sa’deyn, 768. 9 Bu müessese hakkında bk. Z.V- Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İs tanbul 1970, 309 v. dv.; A.Y. Yakubovskiy, Altın Ordu ve İnhitatı, İstanbul 1955, 131. 10 Bu gibi tarhanlık beratlarmm suretleri için bk. Gottfried Herrmann, Der Historische Gehalt des Nama-yi Namî von Handamir, Göttingen 1968, nr. , . 20 21 Tarih Enstitüsü Dergisi - E. 8 114 Is m a i l a k a remeden ölünce, mirza şahitler göstererek tüccarın mirasından his se almak istemişti. Ancak bunu haber alan Semerkand kadısı Şemseddin Muhammed Miskin, saraydan birisini çağırtarak ona, Uluğ Beg’e giderek «bu işi şahitler getirerek dava konusu yapmanın hü kümdara bir fayda sağlamayacağını, çünkü işin iç yüzünün kendin ce bilindiğini, buna rağmen davanın kendi lehine sonuçlanmasını is tiyor ise, o vakit havaların iyice soğuk olduğu şu günlerde kendi sinin yâni kadının el ve ayaklarını bağlayıp, kendinden geçip bayılmcaya kadar suya batırılıp çıkarıldıktan sonra, kendini bilmez bir halde mirzanın kaybolan taşı karşılığında tüccarın malından hisse verilmesine karar verebileceğine» dâir bir haber göndermişti11. 842(1438) yılı başlarında 10 deve yükü mal ile Şiraz’dan çıkıp, Herat ve Merv üzerinden Harezm’e geçip, Ürgenç ve Saray şehirle rine kadar uzanıp, burada alış-verişte bulunduktan sonra Horasan’a geçen ve Yezd-üzerinden 844(1440) yılı başında 725 gün sonra Şiraz’a dönen tüccar Şemseddin Muhammed'in de Şiraz'da Mirza Ab dullah’ın hâzinesinden bir miktar kredi almış olduğu anlaşılıyor. O, temin ettiği 30.000 dinar ile işe girişip, 21.857 dinar harca yarak 2003 aded irili-ufaklı inci, amber, Java ve Kamboçya malı öd ağacı, ak ve kızıl sandal ağacı, karabiber, zencefil, Hindistan ce vizi, karanfil tanesi, abanoz ağacı, çivit boyası satın almıştı. Saray şehrine kadar yolda develer için ödenen kira, bac ve tamga olarak 2395 dinar ödenince, yekûn 25,253 dinarı bulmuştu. Artan para ise kervanda bulunan kimselerin günlük ihtiyaçları için harcanmış ol malıdır. Yolda, Herat ve Ürgenç’te malların bir kısmı elden çıkarıl mış olmakla birlikte, esas alış-veriş Saray’da yapılmıştı. Şemsed din Muhammed, Saray’da Çin mamulâtı olan ibrişim, kemha, atlas, örmek denilen yarı ipekli kumaşlar ile Rus keteni ve yünlü kumaş lar alarak 45,900 dinar ödemişti. Bunların bir kısmmı dönüşünde Herat’ta elden çıkarıp, bazı şeyler alarak Yezd’e gelen tüccar, bu rada da Herat’taki gibi alış-verişte bulunmuş ve nihayet elde artan malları Şiraz’da sattığı zaman, bütün masrafları hariç 158.969 di nar eline geçmişti. Bunun 30.000 dinarım aldığı borç karşıhğı olarak ödediğinde, elinde 128.969 dinar kalıyordu ki, bu ana sermayenin hemen hemen beş misline yakındı. Sermayeye katılan tüccarlara ve - 11 Habibü’s-Siyer, yay. Celâleddin-i Humayî, Tahran 1333 h.ş., IV, 37; Barthold, Uluğ Bey ve Zamanı, İstanbul 1930, 108. T İM U R L U L A R ’D A Z İR A Î V E T İC  R Î F A A L İY E T L E R 115 Mirza Abdullah’ın hâzinesi hissesine düşen kâr kararlaştırıldığı üzere bölündükten sonra, tâcirin kendisine de 38.969 dinar kal mıştı12. Başşehir olması dolayısı ile Herat bütün imparatorluğun gelir lerinin toplandığı yerdi. Herat’ın bugün olduğu gibi, o devirde de derileri meşhurdu13. Şehir ayrıca köle ticaretinin merkezi olarak ta nınıyordu. Türkistan ve Kandahar yolu ile Hindistan’dan buraya her yıl 20.000 köle getirilir ve bunlar ucuzluğu olmadan, gerçek kıyme tini her zaman bulurdu11. Herat’m yakacak odunu ile inşaatlarda kullanılan kereste Badgis’den15, halkın ekserisinin giyeceği ise Kuhistan16 ve Merv’den17 geliyordu. Cam’m yünlü dokumaları o kadar tanınmış idi ki, burada dokunan kepenekler 200-300 dinara alıcı bu luyor ve her tarafa gönderiliyordu18. Semerkand’m ise kırmızı ka difeleri meşhurdu19. Güney İran’daki Yezd şehrinde ise bol miktarda şeker üretil diğinden imalâthaneler bulunuyor20, ülkenin en iyi dokumaları bu radan her tarafa gönderiliyordu. Yezd’in bilhassa seten ve muslin kumaşları aranıyordu21. Şahruh tarafından Kâbe’ye gönderilecek olan örtü bile burada dokunmuştu22. Şehrin dokumacılarının başı ve ibrişim ile ilgili işleri yürütmekle sorumlu olan Mevlâna Ferec’in dokuma tezgâhları için 1445’de bir atölye inşa ettirdiğini biliyoruz23. 12 W. Hinz, Ein Orientalisches Handelsunternehmen im 15. Jahrhundert, Die Welt des Orients (1949), I, metin, 316-324; alm. terc., 327-334. 13 Aynı eser, 332. 14 Muinüddin Muhammed Zemçi-i İsfizarî, Ravzatüt-Cennât fi Evsafı Medineti Herat, yay. Muhammed Kâzım İmam, Tahran 1338-1339 h.ş., I, 23 v. dv. 15 Aynı eser, I, 133 v. dv. 16 >Aynı eser, I, 327. 17 Aynı eser, I, 173. 18 Aynı eser, I, 242; W. Hinz, Handelsunternehmen, 332. 19 Babur, Vekayî, Babur’un Hatıratı, Ankara 1943, 30. 20 Meselâ Emir Çakmak 830 yılında tamamlanan bir şeker imalâthanesi inşa ettirdiği gibi (Ahmed b. Hüseyin b. Ali-i Kâtib, Tarih-i Cedid-i Yezd, yay. İrec-i Afşar, Tahran 1345 h.ş., 99), şehrin üeri gelenlerinden Haee Şehabeddin de büyük bir şeker imalâthanesi inşa ettirmişti (Aynı eser, 113). 21 W. Hinz, Handelsuntemehmungen, 332. 22 Tarih-i Cedid-i Yezd, 149. 23 Aynı eser, 224. Ayrıca Hazar Denizi’nin güney kıyüarmda da bol mik- 116 Is m a il a k a Yabancı ülkelere giden elçiler ile gönderilen armağanların ba şında firuze geliyordu24. Hocend civarındaki firuze madenlerinin iş letildiğini biliyoruz25. Fakat bugün olduğu gibi, o devirlerde de en iyi firuze taşı Nişabur’da çıkarılıyordu26. Hazar Denizi kıyısında Gilân’da ise elmas bulunuyordu27. Herat yakınmdaki Şaklan dağı ete ğindeki Kûruh kasabasında demir ve kurşun madenleri işletilmekte olup, Herat’ta kullanılan demir buradan geliyordu28. En canlı ticaret merkezlerinden biri ise Kabil şehri idi. Çünkü Hind’den gelen kervanlar Kabil ve Belh üzerinden geçiyordu29. Babür’e göre Kabil, Hindistan’ın pazarı olup, Hind’den buraya kumaş, şeker, baharat ve her yıl 15-20.000 kervan geliyordu. Ayrıca Fergana, Türkistan, Semerkand, Buhara, Belh, Hisar ye Bedehşan’dan da kervanlar buraya gelirler ve Horasan, Irak, Rum ve Çin mallarını burada bulabilirlerdi30. Kuzeyde ise aynı rolü Suğnak şehri oynuyordu. XIV. yüzyılda Ak Ordu’nun yükselmesi ile kalkınmaya başlayan şehir, Urus Han ve Toktamış zamanlarında da gelişmesini sürdürdü. 914(1508/9) yılında Şeybanî Muhammed Han ile birlikte sefere katılan Fazlullah b. Ruzbehan, buraya «Bender-i Deşt-i Kıpçak» adını vererek, estarda ibrişim üretiliyor, kara ve deniz yolu üe gelen tüccarlar vasıtası Ue bun lar çeşitli yerlere sevkedüiyordu (Ravzatü’l-Gennat, I, 299, 302). 24 Meselâ 1434 yılında Kahire’ye gelen elçi 1000 tane (Makrizî, IV, 927; îbn Tagrıbirdi, En-Nücumu’z-Zahire, yay. W. Popper, VI, 722); 1440 yılında gelen 100 tane (Makrizî, IV, 1208; İbn Tagrıbirdi, VII, 113); 1444 yüında gelen ler ise birçok hediyeler arasmda firuze taşları da getirmişlerdi (îbn Tagrıbirdi, VH, 137). 1422 yılında Çin’e gönderüen ve aralarmda bize gördüklerini anlatan Gıyaseddin-i Nakkaş’ın da bulunduğu elçilik heyeti Uluğ Beg adına Çin im paratoruna ayaklarının dördü de beyaz kara bir at takdim etmişti. O zamanın saraylarında sungur gibi at da makbul bir hediye olarak kabul edüiyorduÂzerbayean’m atları oldukça meşhurdu ve bu atların şöhreti Çin sarayına ka dar ulaşmış olup, Çin hükümdarı Timurlu elçüerine Kara Yusuf’a elçi gönde rerek at istemek niyetinde olduğunu, fakat yolların emin olup-olmadığını bil mediğini söylemişti (Zubdetü’t-Tevârih, 584 a; M atla’-ı Sa’deyn, 503). 25 Babur, Vekayî, 3. 26 Ravzatül-Cennât, I, 245. 27 Clavijo, ing. tere., 162; türkçe tere., I, 123. 28 Ravzatü’l-Cennât, I, 105; Coğrafya-yi Hafız-i Abrû, kısmet-i Rub’ Horasan : Herat, yay. Mail-i Herevî, Tahran 1349 h.ş., 31. 29 Babur, Vakayı, 139. 30 Gösterilen yerler. İi T ÎM U R L U L A R ’D A Z İR A Î V E T İC A R Î F A A L İY E T L E R 117 kiden şehrin pazarlarına her gün 500 baş deve getirildiğini ve bun ların aynı gün içinde satıldıklarını, ayrıca Deşt-i Kıpçak’ın çeşitli yerlerinden ve Ejderhan’dan Suğnak’a samur ve sincap kürkü ile ipekli kumaşların getirildiğini, Türkistan, Maverâünnehr ve Kaşgar taraflarından gelen tüccarın alış-verişlerini kaydeder31. Ziraat işlerine gelince, Timur zamanında imar faaliyetlerinden olarak bağlar ve binalar inşa edilir, yeni şehirler kurulurken, ziraat da ihmal edilmiş değildi. Şerefeddin Ali-i Yezdî’nin ifadesine göre, Timur’un ülke dahilinde işlenebilecek hiç bir yerin boş kalmasına gönlü razı değildi32. Bu maksatla o, ülkenin birçok yerlerinde kanal lar açtırmıştı. Beylekan şehri yeniden kurulmakla yetinilmemiş33, o bölgede oturanların refahını düşünerek bir kanal açılmasını bu yurmuş ve Aras suyundan 10 gez genişlik ve 6 fersah uzunluğunda bir kanal kazdırmıştı34. 1381 yılında Horasan’ın zaptından sonra Timur, buradaki zi raatı canlandırmak için devlet ileri gelenleri ve büyük beglere Murgab suyundan kanallar açtırmalarım buyurmuştu. Bu kanalların adları açtıranların adlarını taşımış olup, Hafız-i Abrû, bunlardan 20 tanesinin adrnı vermiştir35. Bu işe muhtemelen hanımlar da ka tılmıştır. Zira kanallardan bir tanesi Kutlug Hatun adını taşımak tadır ki, bu Timur’un 1383’de ölen kızkardeşi Kutlug Terken Aga olacaktır. Şehirlerin yeniden ihyası ve kanallar açılmasına Mirza Şahruh zamanmda da devam edildi. Timur’un ölümü ve onun ölümünü ta kip eden ilk yıllarda hâkimiyet sahası Horasan’ı pek aşmayan Herat hâkimi, 1409 yılında Badgis’e yönelerek, bu arada bütün Hora san’ın imarım buyurmuştu. Önce herşey için lâzım olan suyun tek rar akıtılması işine girişilmiş, Murgab ırmağından çıkan Merv su yu üzerindeki şeddin onarılmasını buyurarak, Emir Alike Kükeltaş, Emir Musa ve Ali Şekanî bu işler için görevlendirilmişlerdi. Kısa zamanda bir Ortaçağ İslâm şehrinde bulunması gereken dinî, ikti 31 Mihmannâme-i Bulıara, yay. Menuçehr Sutude, Tahran 1341 h.ş., 199200; Altın Ordu ve İnhitatı, 199. 32 Zafemâme, yay. Muhammed Abbasî, Tahran 1336 h.ş., n , 13. 33 Nizameddin-i Şamî, Zafemâme, yay. Felix Tauer, Praha 1937, 289; Ş. Tezdî, Zafemâme, n , 385. 34 N. Şamî, 291; Ş. Yezdî, II, 387. 35 Ooğrafya-yi Hafız-i Abrû, 34. . 118 İSM AİL, A K A sadî ve İçtimaî bütün binalar inşa edilmiş, 12 fersah kadar uzunlu ğunda bir kanal açtırılmıştı30. Şeddin inşa edilmesi ile 500 evlik bir topluluk yeni sulanan bu arazi üzerinde ziraata başlamış ise de, şed din onarılmış olmasının bölgenin ziraî hayatı üzerinde ne gibi bir değişiklik meydana getirmiş olduğunu bilemiyoruz37. Ancak bu ye ni şehir genişlik bakımından Moğol tahribatı öncesindeki Merv’den şok daha küçük idi38. Semerkand civarında Soğd-ı Kelân bölgesini sulamakta olan Mirza Arığı ise mahallî rivayete göre Uluğ Beg ta rafından açtırılmıştı39. Şahruh, 1435 yılında üçüncü ve son defa olarak Kara-koyunlular üzerine sefere çıkıp, Kazvin’e geldiğinde, Türkmenler’in sebebi yet verdiği tahribata bir çare olmak üzere, Azerbaycan ve. Acem Irak’ının imarını buyurmuş, boş kalan toprakların yeniden işlen mesi için çağrıda bulunarak, tarla ve bahçesini işleyen reayadan beş yıl müddetle vergi alınmayacağını ilân ettirmişti40. Arkların açtırılması ve topraklarm işlenmesine devletin ileri gelenlerinin de katıldıkları daha önce ifade edilmişti. Şahruh dev rinin ileri gelen beglerinden olup, zaman zaman hükümdarın atabe ği olmakla övünen Alâaddin Alike Kükeltaş’m imar faaliyetleri ya nında ziraî faaliyetlere de çok fazla ilgi gösterdiği, 1000 yükten fazla tohum ektirdiği, hatta bu gibi faaliyetlerine Mısır’da bile malmülk satın alarak devam ettiği kaydedilmektedir. Şahruh bir de fasında Mısır’da arazi satın almasının sebebini sorduğunda o «ben den sonra, Şahruh’un bir kölesi olup, Mısır’da mal satın alarak ba yındır hale getirmişti» demeleri için bunu yaptığını ifade etmişti41. Ahmed b. Hüseyin, Yezd ahalisinin mes’ud ve müreffeh bir ha yat sürdürdüklerini ve refahın çok yüksek bir seviyeye erişmiş olup, 36 Zubdetü’t-Tevarih, 451b; Matla’-1 Sa’deyn, 158 v. dv. 37 W. Barthold, Âbyari der Türkistan, farsça tere. Kerim Keşaverz, Tah ran 1350 h.ş., 84. Ancak Îsfizarî, Murgab boyunca ve Merv civarında yapılan ziraattan söz ederken pamuk, pirinç ve tahıl ürünlerinden övgü ile söz ederek, Herat halkının yiyecek ve giyeceğinin buranm ürünlerinden sağlandığını, tarladan T’e 100 mahsul alındığını, kavununun ise pek meşhur olup, bâzı ilerigelen kimselerin oralardan kavun ısmarladıklarını ifade eder (Bavzatü’l-Cennât, I, 172 v. d.v.). 38 W. Barthold, Âbyari, A. Yakubovskiy, ÎA.,Merv mad., 776. 39 W. Barthold, Âbyari, 159. 40 Makrizî, IV, 955. 41 Matla’-ı Sa’deyn, 746 v. dv. T İM U R L U L A R ’D A Z İR A İ V E T İC  R Î F A A L İY E T L E R 119 köylünün memurlar ile hiçbir meselesi olmadığını, at ve develer ile tahıl, pamuk ve meyva gibi, ürettikleri mahsulleri çarşılara getirip sattıklarını, ipekli kumaştan elbiseler giydiklerini, pirinç yiyerek semirmiş kuşlar yediklerini, gençlerin içki içip, çalıp oynadıklarını, Şahne ve Ases’den korkuları olmayıp, onlardan çekinmediklerini kaydeder12. Ziraî mahsul olarak Semerkand’m üzüm ve elması43, Buhara’nm erik ve kavunu41, Kabil’in sıcak iklim meyvası olarak porta kal, turunç ve şeker kamışı45, Gazne’nin boya kökü46, Herat yakınında Siyâvuşân köyünün üzümü47, Badgis’in fıstığı48, Şiburgan’m kavu nu49, Murgab boyunun pirinci50, Merv’in tahıl, pamuk ve kavunu51, Astarâbâd’ın portakal, limon ve turuncu52 ile Ferah havalisinin ta hılı53, Yezd’in ise şeker kamışı54 meşhur idi. Ancak savaşlarda düşmanı mağlûb edebilmek için her türlü çareye başvurulduğundan, ordunun bir yere gitmesi bazan o bölge nin harab olmasına da sebep oluyordu. Şahruh, 1408 yılında Sîstan Şahları üzerine giderek, bâzı şehirleri ele geçirdikten sonra, Zereh şehrine geldiğinde, çok eskidenberi buraları sulamakta olan meşhur üç tane şeddin tahribini buyurmuş, bu ise bölgenin perişan olma sına sebep olmuştu55. İsfizarî, 899 (1493/4) yılında eserini yazarken buraları halâ harab bir halde idi. Halbuki aynı müellif, buraların eskiden bayındır bir halde olup, sulanan arazide o bölgenin ölçü lerine göre 60’a 60 gezlik bir ceriblik arazinin 1000 Kepeki dinarı kıymetinde olduğunu söylemektedir56. 42 TariJı-i Gedid-i Yezd, 198. 43 Babur, Vekayî, 47. 44 Aynı eser, 51. 45 Aynı eser, 140. 46 Aynı eser, 149. 47 Ravzatü’l-cennât, I, 83. 48 Aynı eser, I, 134. Buranın ovası da bereketli olup l ’e 100 mahsul veri yordu (Aynı eser, I, 135). 49 Aynı eser, I, 170-171. Buranm bilhassa kurutulmuş kavunu meşhurdu. 50 Bk. not 37. 51 Aynı eser, I, 173. 52 Aynı eser, I, 302. . 53 Aynı eser, I, 336. 54 Bk. Not 20. ' 55 Matla’-1 Sa’deyn, 127; B. Finster, «Sistan zur Zeit timuridischer Herrschaft», AMINF (1976), IX, 212. 56 Ravzatü’l-cennât, I, 329. 120 İS M A İL A K A Gerek bir din müceddidi ve veli olarak gösterilen Şahruh, ge rekse mirzalar ve ileri gelen beglerden söz edilirken, onların adale ti ve halka karşı iyi davranışlarından sık sık bahsedilir. Halbuki bunların her zaman için geçerli olmadığım ifadeye delil teşkil ede cek kayıtlar da vardır. Hükümdara iyi öğütler vermek gayesi ile kaleme alman Zekeriya b. Muhammed’in eserinde tahsildarların rea yaya tuzlu su veya nişadır içirmek, vücutlarım dağlamak, boğmak üzere suya atmak gibi işkencelerinden söz edilmektedir57. Tahsil-' darların bazan da geçmiş yılların vergisini tekrar topladıkları yine aynı müellif tarafından kaydedilmektedir58. Devrin ileri gelen kimselerinden olduğu halde, Tezkire sahibi Devletşah bile, karşılaştığı olaylar üzerine kendini zaman zaman şikâyet etmekten alakoyamaz ve eserinde halkın durumu ile ilgili bazı şiirleri nakleder. 1449 yılında 80 yaşmı aşkın olarak ölen şair Baba Sevdaî bir şiirinde, Âbıverd şehrini bir değirmene benzeterek «çarkı ve oluğunun gam, keder olup, darugası köpek, kadısı eşek, hâkimi deve, tahsildarı öküzdür. Köylünün bunlardan nasibi ise da yak yemek ve vergi ödemektir» demektedir59. Yine Devletşah’ın naklettiği, Şahruh devri şairlerinden ve Maliye Divam’nda tahsil darlık işleri ile de uğraşan Hâce Mansur’un bir şiirinde devrin ka dılarından biri «yetimlerin başında onların kanını emen bir bit»e benzetiliyor60. .Devletşah, hernekadar Mirza Uluğ Beg’in 4 eşek yükü mahsul çıkaran bir ceriblik yerden 2/3 dirhem bakır veya 1/6 dirhem gü müş vergi alındığını ifade ile61, arazi vergisinin en düşük seviyeye indirildiğini ve bunun köylünün refahını arttırdığını söylüyor ise de, hakkında kaynaklarda nakledilen bazı olaylara bakarak o da şeriatın temsilcilerinin nazarında âdil bir hükümdar değildi62. 57 Celâleddin Zekeriya b. Muhammed el-Kainî, Nasaih-i Şahruhî, Nationalbibliothek zu Wien, nr. A.P. 112 (163), 139 a. 58 Aynı eser, 318 a. 59 Devletşah-ı Semerkandî, Tezkiretü’ş-Şuarâ, yay. E. Browne, LeidenLondon 1901, 422; türkçe tere. Necati Lugal, Ankara 1967, n , 127. 60 Tezkire, 455; türkçe tere. H, 171. ' 61 Tezkire, 362; türkçe tere. H, 42; JJluğ Bey Ve Zamanı, 108. 62 Misaller için bk. Uluğ Bey ve Zamanı, 106 v. dv. VAK’A-NÜVÎS AHMED LÜTFÎ EFENDI VE TÂRİHÎ HAKKINDA BÂZI BİLGİLER M. Münir Aktepe Ahmed Lütfî Efendi, Hicrî 1232 (1816-17) yılında, İstanbul’un Eminönü kazasına bağlı Alaca-Hamam mahâllesinde dünyaya gel di1. Babası meşhûr nalıncı ustalarından -Mehmed Ağa idi. İlk öğre nimini Alaca-Hamam’m mahalle mektebinde yaptı ve Yeni-Câmi Muvakkiti meşâhir-i kurrâdan Hacı Efendi’nin derslerine devam ile2 Kurâp-ı kerîmi hıfz ederek hafız oldu. Bu arada Sultan H. Mahmud’un Başimamı Zeynelâbidin Efendi’nin konağında mûsiki dahi meşk etti. Fakat Ahmed Lütfî Efendi, bir taraftan da babasının meslek ve san’atma özeniyordu. Babası ise, oğlunun okumasını arzu ediyordu. Bir gün babasının dükkânında keser ile ağaçları yontar ken, babası görmüş ve derhâl keseri elinden alarak «Oğlum sen şim di güzel yazı yazmağa çalışıyorsun. Keser ile kalem ayni elde ol maz» diye ona nasihatte bulunmuştu3. Ahmed Lütfî Efendi nihâyet bilim ile tekniği bir arada yürü tebilecek bir okula, yâni Hendese-hâne-i Berriye kayd ettirildi. (Hic rî 1244 = Milâdî 1828/1829); ancak henüz on iki yaşlarında bulunan bu çocuk, askerî tâlim ve terbiyeye tahammül gösteremediği içün 1 Cemâleddin Efendi, Âyine-i Zürefâ, İstanbul 1314, s. 121; îbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şâirleri, s. 896/99; Abdurrahman Şeref, Alımed Lütfî Efendi Târihi mukaddimesi, İstanbul 1328, C. VJLu, sahife 4’de ise, bu doğum tarihi hicri 1231 senesi olarak gösterilmiştir. 2 Cemâleddin Efendi, A yni eser, s. 121. 3 Cemâleddin Efendi, A yni eser, s. 124-125; İbniilemin Mahmud Kemâl İnal, Ayni eser, s. 896. ¿22 m . m ü n ir a k t e p e bir müddet sonra bu okuldan alındı, ve İstanbul’da,. Saraçhânebaşı’nda olan Amuca-zâde Hüseyin Paşa Medresesi’nde öğretime başladı. Ahmed Lütfî Efendi’nin âilesi ise, bu tarihlerde Unkapanı civârmda oturuyordu ve 31 Ağustos 1833 (14 Rebî’ü’l-âhir 1249) ta rihine müsadif bir Cum’a günü meydana gelen Cibâli yangınında ev leri yanmış olduğundan, âilevî bir sıkıntı geçirmişti4. Fakat buna rağmen tahsiline ara vermedi. Onun medrese öğrenimi Arabea, Farssa, Tefsir, Hadîs ve Fıkıh sahasında olmak üzere sekiz sene kadar devam etti. Üstâd-ı ekremim diye bahs ettiği Yerköylü Hoca Ali Efendi gibi daha bir çok hocalardan ders gördü5. Ahmed Lütfî Efendi Hicrî 1247 (Miladî 1831-1832) yılında mülâzemetle tarîk-ı ilmiyye ve Hicrî 1250 (1834-35) yılında da tarîk-ı kazâya dâhil oldu. Bir taraftan da devrin şâirleri arasında yer almağa başladı. Hicrî 1252 senesi başında, (Milâdî 1836, NisanMayıs,) yeni yıl münâsebetiyle bir çok kimseler târih düşürmüş ve Bâb-ı âlı’ye takdim etmişlerdi. Bu arada Ahmed Lütfî Efendi da hi yazdığı : «Lâfzile ma’nâdân didi Lütfî iki târîh-i tâm Bin ikıyüz elli ikidir ahd-i hicretden bü sâl» beyti ile akrânı arasında sekizinci oldu6 ve ayni sene içinde Şeyhü’lislâm Mekkî-zâde Âsim Molla’nm kalemi ile İstanbul müderrisliği ru’usunu kazandı7. Bilâhire Hicrî 1253 (1837-38)’de 750 kuruş ma’aş ile Takvîm-hâne Mukâbeleciliği’ne getirildiği gibi Huzûr-dersleri’ne dahi başladı. Ahmed Lütfî Efendi, Vak’a-nüvîs Es’ad Efendi’nin kendisini Takvîm-hâne’ye almasını şöyle anlatıyor : «Muharrir-i fakır o tarihlerde medrese-nişîn olarak Fâtih Câmi’ şerifinde te’allüm-i ulûm ile meşgul olduğum hâlde, a’yân-ı kirâmdan Kemâl Paşa hazretlerinin Meclis-i ma’ârif-enîslerine müdâvim idim. Takvîm-hâne Nâzırı Vak’a-nüvîs Es’âd Efendi merhfim 4 Annesini ve kardeşlerini nasıl kurtardığı hakkında bak, Ahmed Lütfî Efendi, Târih, İstanbul, C. IV, s. 106 ve C. X, vrk. 58/a. 5 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, (yazma.: Türk Tarih Kurumu Kitablığı, nr. y. 531/2), C. IX, vrk. 73/b. 6 Bak, Târih, İstanbul 1302, C. V, s. 42. 7 Bak, Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. V, s. 46 ve İstanbul 1328, C. V E , s. 124 ve devamı. V A K ’A - N Ü V Î S A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 123 ile müşârün-ileyhin ülfeti olmağla «Müntahabât-ı Şu’arâ» nâmında Es’ad Efendi’nin kaleme almakda olduğu kitâbı hikâye ile Feth Ali Şâh’m intikâline8 bir târih bulunur ise, birlikde Es’ad Efendi’ye gidilüp, irâ’e edilmesini dermiyân eyledikde, taraf-ı hakırânemden bi’l-bedâhe; Gitdi ukbâya Şeh-i îrâniyân 1250 mısra’ı ityân olunarak, lede’l-hisâb tam târih tesâdüf eylediğinden, birlikde akşamdan sonra Es’ad Efendi’nin konağına gidilüp, nakl-i mâeerâ ile târîh-i mezkûr takdim olunmuş idi. İşte bu.kaziyye netîce-i feyz ü rif’atimin mukaddeme-i mes’ûdesi olarak iki seneden sonra müşârün-ileyh Es’ad Efendi fakiri Takvîm-hâne’ye me’mûr eylemişdir ki, otuz seneden ziyâde devâmla oranın nâzırlığma ka dar tereffu’ eylemişimdir»9. Ahmed Lütfî Efendi, Hicrî 1255 (1839-1840) senesinde, 1250 kuruş ma’âş ve ilmiyye rieâline verilen mücevher nişân ile taltif olundu. Hicrî 1257 (1841/42) tarihinde, 2000 kuruş ma’âş ile râbi’a derecesine yükseltilerek, Mukâbelecilik üzerinde olduğu hâlde, muvakkatan Sadâret Mektûbî kalemine ta’yîn edildi. Çok meslek değiştirmenin fâideli bir şey olmadığını kabûl eden Ahmed Lütfî Efendi, gençliğinde bu hususu takdîr edemediğini ve 1257 (1841/ 42) ’de kibâr-ı müderrisinden olup, Huzûr-ı hümâyûn dersleri verme sine rağmen, İmâm Gazâlî’nin Ta’limü’ l-müte’âllim isimli arabca kitâbını, bâzı .bahisler ilâvesiyle türkçeye çevirip Tefhîrnu’l-mu’âllim adı altında10 devrin pâdişâhı Sultan Abdülmecîd’e takdîm edeceği sırada, rütbe-i râbi’a ile Sadâret Mektûbî-odası’na getirilmesine ve bu dâirede dahi akrânma fâik bulunmasına, hattâ ûlâ sınıf-ı evve line kgdar yükseltilmesine karşılık, yine yeni görevinden memnûn kalmadığını, bu def’ada kalben ilmiyye tarîkma dönmeyi, çok arzu ladığını, yine kendi târihinde yazmaktadır11. Ahmed Lütfî Efendi nihâyet Hicrî 1258 (1842/43) yılında Tak8 İran Şahı, Ölümü Cemâziye’l-âhir 1250 - Ekim 1834. 9 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. TV, s. 164. 10 Abdurrahman Şeref, Ahmed Lütfî Efendi Târihi mukaddimesi, C. V ili, s. 6. 11 Bak, Ayni eser, C. VIII, s. 184. 124 M. M Ü N İR A K T E P E vîm-hâne Mukâbeleciliği’nden dahi ayrıldı12 ve iki sene kadar Sadâ ret Mektûbî-kalemi mümeyyizliği ile birlikte fârisî mütercimliği gö revini bir arada yürüttükden sonra13, Nisan 1845 (Rebî’ü’l-âhir 1261) tarihinde, İstanbul’dan uzaklaşarak, İmâr Meclisi Seyyâr kâtibliği vazifesiyle ve Livâ Alyanak Mustafa Paşa’nın ma’iyyetinde, Morali Tevfîk Bey ve Mevâliden Sâlih Bey ile beraber, Vidin ve Niş taraflarına gitti14. 3750 kuruş ma’âş ile bir sene kadar bu görevde kaldı. Fakat İmâr Meclisi’nin lâğv edilmesi üzerine tekrar İstan bul’a döndü. Burada evvelâ Zabtiyye Meclisi Bâş-kâtibliği’ne tâyin edildi15. Bilâhire yine Takvîm-hâne’ye girdi. Ancak bu def’aki va zifesi ise, Takvîm-i Vekâyi’ııin her hafta muntazam şekilde tahrîr ve neşrine hizmet etmekti. 12 Bu görevde bulunduğu sırada, Hicrî 1258 (1842/43) yılında, Şehzâde Abdülhamid’in doğumu münâsebetiyle yazıp, Bâb-ı âlî’den Pâdişâh Sultan Abdülmecîd’e takdim ettiği manzûm târih aynen şöyledir : Kurre-i ayn-i cihân Abdülmecîd Hân'ın Hüdâ Gün be-gün ikbâl ve ömr ü şevketin etsün mezîd Sâye-i şâhânesinde ol şehinşâhm hemân Lûtf-u ihsânmdan olmakda cihân hep müstefîd înbisât-u zevk-u şâdî ve sürûr-u şevkden Gîceler kadre müşâbih rûzlar mânend-i id Ya’ni ol-şâh-ı güzînin sûlb-i pâkinden yine Pür dürr-i şehvâr-veş şehzâdesi oldu bedîd öyle bir şehzâdedir kim, mukaddem ferhundesi Eyledi başdan-başa dünyayı pür-şevk-i cedîd Mihr ü meh doğdukça rûz-u şeb o şâh-ı âlemin Sâye-i şâhânesin etsün Hüdâ dâim jnedîd Pâdişâh-ı âlemi şehzâdegânı üe Hüd Sbit burc-ı meserret ede ber-vefk-ı ümîd Nice şehzâde ve sultanlar ile dünyayı hep Hisse-mend-i sûr-ı ferhat eylesün Rabb-i Mecîd Aftâb-ı matla’-ı târihi doğdu Lütfî’ye Nûrdur küdı tulü’ şehzâdemiz Abdülhamîd. Ahmed Lütfî, Târih, İstanbul 1306, C. VH, s. 54-55. 13 Ahmed Lütfî Efendi, bu görevi esnasmda yeniden düzenlemeye tâbi tutulan Redîf askeri kayd işlerinde dahi çalıştığını yazmaktadır. Bak, Târih, C. VH, s. 73 ve 79. 14 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. VH, s. 12 ve C- v m , s. 16; Cemâleddin Efendi, Ayni eser, s. 121. 15 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. VH3, s. 88 ve C. IX (Yazma), vrk. 67/b’de Zabtiyye Meclisi Baş-kâtibi olduğunu yazar. V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 125 Ahmed Lütfî Efendi, bu husûsla ilgili olarak, tarihinde şunları kayd ediyor : «Kemâfi’s-sâbık Takvim’ in beher hafta neşri hakkında şerefsudûr buyurulan irâde-i seniyye mûcebince Takvîm-hâne’ye ba’zı me’mûrlar alındığı sırada, Zabtiyye Meclisi Baş-kâtibi bulunduğum hâlde, ma’lûmât-ı sâbıka-i fakırânem. şevkiyle kader yine Takvîmhâne’ye i’âde-i me’mûriyyetime karar verdi. Umûr-ı takrîriyye fa kir ile beraber Râmiz Paşa-zâde İzzet Bey... me’mûr oldular»10. Ahmed Lûtfî Efendi, bahis konusu vazifeyi dört sene kadar îfâ etti ve fırsat düştükçe pâdişâhı medh etmekten de geri durmadı. Hicrî 1263 (1846/1847) yılının hulûlü dolayısıyla düzenlediği bir manzûmesinde, devrin pâdişâhı Abdülmecîd içün şöyle diyordu : Geldikçe eyyâm ü zaman Şâh-ı cihân-bâna hemân Târih-i ferah-fâlini Mes’ûd ide nev-sâlini Doğdukça mihr-i âsumân Mes’ûd ola her sâl ü mâh Nazm eyledi Lütfî kulu Abdülmecîd Hân’a Allah17 Nihâyet Hicrî 1265 (1848-1849) yılında bakaya vergilerin tahsîli içün muvakkat olarak Filibe’ye gönderildi18. Ancak bu görevi sıra sında, eski me’mûriyyetini, ayni ma’âş ile uhdesinde muhafaza etti ğinden, dokuz ay sonra İstanbul’a döndüğünde, yine Takvîm-hâne’ ye devama başladı19. Bilâhire Anadolu eyâlâtı Teftîş kâtibliği me’mûriyyetiyle ve 6750 kuruş ma’âşla, iki sene kadar tekrar taşrada hizmet gördü20. Bu görevin lağvı üzerine yine İstanbul’a avdet etti ve Hicrî 1269 (1852-53) ’da Takvîm-hâne musahhihliğine tâyin olun du. Dört sene hitâmında rütbesi sâniye sınıf-ı mütemâyizine yük seltildi. 1278 (1861-1862) yılında Takvîm-hâne’deki görevi devam 16 Bak, Târih, C. Vİİ1, s. 119. 17 Bak. Târih, C. VHI, s. 131. 18 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. V E , s. 187; îbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Ayni eser, s. 897. 19 Cemâleddin Efendi, Ayni eser, s.122. 20 Ahmed Lütfî, Ayni eser, C. IV, s. 167. 126 M. M Ü N İR A K T E P E etmek şartıyla21, Tıbbiyye Mektebi türkçe inşâ öğretmenliğine, ay ni zamanda Tıbbiyye Meclisi üyeliğine getirildi22. Bu esnâda iki gö revden aldığı ma’âşm tutarı ise 5000 kuruş idi. Ahmed Lütfî Efendi, 1280 (1863-64) tarihinde, Takmm-i Vekâyi’ muharrirliği ile birlikte, Matba’a-i Âmire Ser-musahhihliği gö revini dahi ifâ ediyordu23. Nihâyet Hicrî 1281 (1864-65) yılında Matbû’at Nâzırlığı’na nasb olundu; ayni zamanda Takvîm-hâne ve Tıbbiyye Mektebi’ndeki vazifeleri de uhdesinde bulunuyordu. Bu sırada rütbesi ise, ûlâ sınıf-ı sânisi derecesine yükseltilmişti. Ken21 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma : Türk Tarih Kurumu Kitablığı, nr. y. 531/3), C. X, vrk., 30/b. Bu tarihde denize indirilen «Peyk-i Nusret» isimli kalyon içün söylediği manzûm bir târîhde, Ahmed Lütfî Efendi devrin pâdişâ hı Abdülaziz’i şöyle medh etmektedir : Pâdişâh-ı bahr ü berr Abdülazîz Hân'ın hemân Felek mülkün eylesün ma’mûr âbâdan Allah Keştî-yi efkârı ol-şâh-ı güzînin sü be-sü Eylemiş mersâ-yi deryâ-yi inâyâtı penâh Peyk-i Nusret’lerle tezyîn eyleyüp deryâları Himmetin i’lân etti ol-şeh-i encüm-sipâh îş-bu kalyon-ı hümâyûnun nüzûlü sa’d üe Cûşiş-i deryâ-yi lûtf-ı şâha olmuşdur güvâh Sâhü-i tab’ımda buldum dürr gibi târihini Peyk-i Nusret bahre de verdi safâ bî-iştibâh. Bak, Ayni yer. 22 Bilâhire, Matbû’at Nezâreti’ne kadar yükselmiş bir zâtın bu devirde Üniversite hakkındaki düşünceleri dikkate şâyân görülmüştür. Lütfî Efendi tarihinde bu husûsla alâkalı olarak şunları yazmaktadır. «Nakl-i Hazîne-i Mâliyye Ayasofya Câmi’ şerîfi karşusunda, Dârü’l-fünûn nâmiyle inşâ olunup, hâlî bulunmakta olan ebniyye-i cesîme Mâliyye Hazînesi’nin ziyâdesiyle harâb ol ması ve Dârü’l-fünûn dâiresinin mevkı’ce hazîne ittihâzı münâsib olacağı mütâla’alariyle Mâliyye Hazînesi oraya nakl olundu. Bu münâsebetle Sultan Mahmûd türbesi civârmda köşe başmda kâin Mîrî fırını, mahâlli İstanbul’un va satında bulunduğundan, oraya müceddeden muhtasarîce bir Dârü’l-fünûn inşâsiyle ulûm ve fünûn-ı nâfi’anın orada tedrisine karar verildi. Medrese kıtlığı mı var? Ayasofya, Sultan Ahmed, Köprülü-oğlu gibi civârda bulunan medre selerdeki dershâneler ne güne duruyor. Mâliyye Hazînesi’ne- bâr olmamak üze re bu Dârü’l-fünûnun mesârif-i inşâ’iyyesine kule-i zemîn arsalarından husûle gelecek paralar, -hûlyâ bu-yâ- karşılık tutuldu. Yapalım derken, koca İstan bul’un cihât-ı ma’mûresinin ap-açık kalması içün bir büyük yağma kapusu açıldı». Bak, Târih, (yazma), C. X, vrk. 67/b. 23 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 56/b. V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F İ E F E N D İ 127 disi bu yeni me’mûriyyeti hakkında, yine tarihinde şunları yazmak tadır : «Matba’a-i Âmire ile Takvîm-hâne, üdebâdan, ayni zamanda rütbe ve haysiyyet sâhibi kimselerden bir zâtın nezâreti altında idâre olunuyordu. Bu iki dâire evvelce, Serasker-kapusu’nun arka ta rafında iken, bi’l-âhire Yeni-Saray’a (Bugünki Topkapı Sarayı’na) nakli sırasında, bahis konusu Nezâret lağv olunarak, bu vazife Ma’ârif Nezâreti’ne ilhak edilmişdi. Fakat sonradan mezkûr nezâ retin Matbû’at Nezâreti adı ile tekrar kurulmasına lüzûm görülmüş ve abd-i âcize TaJcvîm-i Vehâyi’ muharrirliği uhdemde kalmak üze re, Meclis-i Ma’ârif a’zâlığı ilâvesiyle ve ûlâ sınıf-ı sânisi rütbesiyle, ayda 7500 kuruş ma’âş verilerek, bu hizmet tevcih buyurulmuşidi»24. Ahmed Lütfî Efendi, ayni sene içinde İstanbul'da düzenlenen nüfûs sayımı işine dahi katıldı ve Boğaziçi’nde Yeniköy’den Rume li Feneri ile Kilyos’a kadar olan mahâllerin sayımını yaptı23. Ancak başında bulunduğu Matbû’at Nezâreti’nih on ay sonra ilga edilmesi sonucu, 28 Nisan 1865 (Gurre-i Zilhicce 1281) ’de tekâ’üd oldu. Ma’mafih iki ay hitâmında, yeniden 5000 kuruş ma’âş ile Meclis-i Ma’ârif a’zâlığma getirildiği gibi, ayni hicri yılın sonlarında Vak’anüvîslik hizmeti dahi kendisine verildi (Evâhir-i Zilhicce 1281 = Evâhr-i Mayıs 1865)2,!. Beş sene sonra da Meclis-i Ma’ârif a’zâlığmdan ayrıldığı içün yalnızca devletin Vak’a-nüvîslik’ hizmetiyle işti gâle başladı. Ahmed Lütfî Efendi, hicri 1286 (1869-70) senesi olayları meyânında, Meclis-i Ma’ârif a’zâhğmdan ayrılmasına dâir şunları yaz maktadır : «Meclis-i Kebîr-i Ma'ârif, idare ve ilmiyye nâmlarıyla iki dâire’ye .bi’t-taksîm, îdâre dâiresi’ne Münîf Efendi, îlmiyye meclisi’ne Livâ Tâhir Paşa ta’yîn kılındı. Abd-i fakır ol-vakit Meclis-i Ma’ârif a’zâsmdan idim. Mezkûr taksim esnâsında hâric-i kısmet bulunarak, Vak’a-nüvîslik hizmetiyle hâne-i âcizânemde meşgul olmak üzere, 2i Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 62/a; îbnülemin Mahmud Kemâl înal, Ayni eser, s. 897. 25 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 63/a. 26 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 69/a. Baş. Arşivi, İrâdeDâhiliye, nr. 37910. 128 M. M Ü N İR A K T E P E şehriyye muhasses 5600 kuruş ma’âşım ile bâ-şart-ı kayd-ı hayât tekâ’üd edildim»27. Bu olay üzerine, ancak hicri 1290 (1873/74) tarihinde ûlâ sı nıf-ı evveli rütbesine terfi’ ettirilen28 ve 1292 (1875) ’de tekrar Ma’ârif Meclisi âzâlığı ile birlikde, Vak’a-nüvîslik hizmetini dahi uhde sinde bulunduran29 Ahmed Lütfî Efendi, bilâhire yeniden ilmiyye sımfma geçmeyi arzu ettiği içiin rütbesi, 1293 (1876) senesinde İs tanbul Kadılığı pâyesiyle değiştirildi30. Bir sene sonra da Şûrâ-yi Devlet âzâlığına tâyin olundu. Me’mûriyyet hayâtında bir dönüm noktası teşkil eden bu görev değişikliği hakkında, Ahmed Lütfî Efendi yine tarihinde şunları kayd etmektedir : «Rabbim makamını cennet eylesin, Sultan Abdülazîz Hân haz retlerinin evâhir-i saltanatlarında Vak’a-nüvîs bulunduğum hâlde, rütbe-i fakırânemin mukabili bulunan İstanbul pâyesiyle aslıma ric’at ettim. Bana ser-tâc-ı sa’âdetdir imâmem Lütfî Sarılursam nola dört el ile zeyl-i ilm e...»31. Hicrî Muharrem 1297 (Aralık-Ocak 1879)’de Anadolu Kazas kerliği ve hicri 11 Muharrem 1299 (3 Aralık 1881) tarihinde de Rum eli Kazaskerliği pâyelerini ihrâz eden Ahmed Lütfî Efendi, nihâyet 1 Cemâziye’l-evvel 1305 (15 Ocak 1888)’de bilfi’il Rumeli Kazas kerliği makamını zabt etti32. Ancak bu me’mûriyeti esnasında, bil hassa Kassam dâiresi’nin islâhı husûsunda ihtimam göstermiş ve devrin Şeyhülislâmı Bodrumlu Ömer Efendi’ye bu iş ile alâkalı mahremâne bir lâyiha vermişti. Fakat Ömer Efendi’nin bilâhire bu lâyihayı Kısmet Baş-kâtibi'ne havâle etmesi üzerine, Ahmed Lütfî Efendi çok müşkil durumda kalmıştı. Kendisinin ifâdesine nazaran, sonunda «dâire-i mezkûr yine eski hâlde, belki daha berbad kaldı. 27 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma : Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi, nr. y. 531/5), C. XII, vrk. 45/b. 28 Cemâleddin Efendi, Âyîne-i Zürefâ, s. 122/23. 29 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma: Türk Tarih Kurumu Kitablığı, nr. y. 531/7), C. XV, s. 67-68. 30 Ahmed Lütfî, Târih, (yazma), C. XV, s. 146. 31 Lütfî Târihi, C. V ili, s. 184; Cemâleddin Efendi, Ayni eser, s. 123. 32 îbnülemin Mahmud Kemâl înal, Ayni eser, s. 897/98. V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F l E F E N D I 129 Aralıkta, bizim kısmet mahsûlü azaldı. Kazaskerlikten me’mûl olan semere görülemedi»33. Ahmed Lütfî Efendi bu esnada birinci rütbeden Osmânî ve Mecîdî nişânları ile Gümüş imtiyaz Madalyası’nı dahi almağa hak ka zandığı gibi, gurre-i Şaban 1306 (3 Nisan 1889)’da, Rumeli Kazas kerliğinden infisâlinde tekrar Devlet Şûrâsı’na döndü ve ölünceye kadar Vak’a-nüvîslik ile beraber bu görev dahi uhdesinde kaldı34. Kendisi, son zamanlarına âit geçimi hakkında şunları yazar : «O tarihden zamân-ı tebyîz-i kitâb olan iş-bu 1313 senesine de ğin, o ma’âşdan münakkah 4250 kuruş ahz ile bi-hamdihi te’âlâ ta’ayyüş etmekteyim»35. Ahmed Lütfî Efendi, son zamanlarında Âmedî-i dîvân-ı hümâ yûn Baş-mu’âvini Müfîd Bey ile birlikde Mekke-i mükerreme’ye gi derek, orada Mekke emîri ile Hicâz vâlisi arasındaki anlaşmazlığın sebeblerini tahkîka me’mûr edildiği sırada hacı dahi olmuştu36. Böylece hayâtı boyunca durmadan devlet işlerinde hizmet gören Ah med Lütfî Efendi, nihâyet 17 Mart 1907 (2 Safer 1325) günü, Bo ğaziçi’nde, Boyacı-köyü’ndeki yalısında gözlerinihayata kapattı37. 33 Ahmed Lütfî, Târih, (yazma), C. XV, s. 18-19. 34 Abdurrahman Şeref,Lütfî Târihi, C. V3H mukaddimesi, s. 5. 35 Ahmed Lütfî, Târih, (yazma), C. XH, 45/b. 36 Bu görevin tarihini kendisi hicrî 1304 (1886/87) senesi olarak kayd ediyor. Bak, Târih, (yazma), C. XI, vrk. 50/b, ve C. XV, s. 24. Abdurrahman Şeref Bey' dahi, ayni tarihi kabûl etmiştir. Bak, Lütfî Târihi, C. VHE mukaddi mesi, s. 5; Fakat îbnülemin Mahmud Kemâl Bey, bu tarihi 11 Muharrem 1314 (22 Haziran 1896) olarak göstermiştir. Bak, Son Asır Türk Şâirleri, s. 897. Ah med Lütfî Efendi Mekke’yi ziyâretine dâir şunları yazıyor : «Cenâb-ı halik yine nasîb buyursun. 1304’de me’mûriyyet he Mekke-i mü kerreme’ye azîmet-i fakîrânemde Medîne-i münevvere’ye yüz sürmek müyesser olamayup, fakat bi-lûtfihi ve keremihi te’âlâ iki ay kadar Mekke-i mükerreme’de mukim olmuş-idim. Bü müddet zarfında Mekke-i mükerreme harem-i şe rifine gece gündüz defa’at Ue yüz sürdüm...». 37 Îbnülemin Mahmud Kemâl inal, Ayni eser, s. 898; Ahmed Lütfî Efen di, İstanbul’da oturduğu kışlık evi çok rutûbetli ve dar olduğundan, vefâtı sı rasında, Mart aymda Boğaziçi’ndeki yazlığında bulunuyordu. Vak’a-nüvîs Efen di, târihinin XV. cildini düzenleyip, temize çektikten sonra, 1321 yılında, yâni ölümünden üç-dört sene önce, pâdişâh H. Abdülhamid’e sunarken, berâberinde bir de arz-ı hâl vermiş ve Otlukçu-yokuşu’nda boş bulunan bir evin, 40 bin ku ruş karşüığmda kendisine alınmasını ricâ etmiş-idi. Ahmed Lütfî Efendi, bu borcunun ise «tahsîsât-ı ilmiyye meyânmda mütedâhü ma’âşât-ı fakırânesinTarih Enstitüsü Dergisi - E. 9 M. M Ü N İR A K T E P E 130 Sabah Gazetesi, her ne kadar onun vefatı esnasında 110 yaşında ol duğunu yazmış ise de, İbnülemin Mahmud Kemâl Bey, «vefâtından iki sene evvel tashih için verdiğim terceme-i hâline, kendi kalemi ile doğum tarihini hicri 1232 senesi olarak tesbit etmiştir» diyor38. Diğer taraftan bu devri yaşamış olan Abdurrahman Şeref Bey, îbnülemin Mahmud Kemâl Bey’e nazaran, ölüm tarihini bir gün fark la 3 Safer 1325 (5 Mart 1323) senesi olarak kayd eder39. Ahmed Lütfî Efendi ölümünde 90 yaşının üzerinde idi. Cenâzesi Aksaray civârmda, Sofular Câmi’i hazîresinde evvelce hazırlat tığı kabre defn olundu. Hâlen mevcûd bulunan mezar kitâbesi aynen şöyledir : 1) 2) 3) 4) 5) 6) 7) Bir asırlık ömrünü kesb-i kemâle sarf edüp Her zamanda mazhar olmuş-idi bi-hakkm hürmete Eylese şâyândır âlem ser-fürû târihine El çeküp bezm-i fenâdan gitti Lütfî cennete Sudûr-ı izâmdan Vak’a-nüvîs-i Devlet Ahmed Lütfî Efendi rûhiçün Rizâen lillâhi-te’âlâ el-fâtiha Sene 1325 Kendisi, zayıf, uzun boylu, sarışm, mavi gözlü ve hâfızâsı kuv vetli, zeki bir insan; ayni zamanda arab ve fars edebiyâtma vâkıf, şi’irde ve inşâda muktedir, hoş sohbet, hâtır-nevâz, deryâ-dil, mevlevî tarikatına mensûb40, müstakim, mütevâzi bir ilim adamı idi. den» ödenerek, bahis konusu hanenin sened-i hâkânîsinin kendi adına tanzimini rica ediyordu. Târih, (yazma), C. XV, s. 173. 38 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Ayni yer. 39 Bak, Ahmed Lütfî Târihi, sekizinci cild mukaddimesi, s. 5. Merhûmun Sofular Câmi’i hazîresinde bulunan mezâr kitabesinde ise, yalnızca 1325 tarihi vardır. 40 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1342, c. UT, s. 136-37. ESERLERİ Vekayi’-nâmesi : Ahmed Lütfî Efendi, Sultan Abdülazîz’in irâde-i seniyyesi üze rine, Cevdet Paşa’dan sonra 1281 senesi Zilhicce ayı sonlarmda (Ma yıs 1865 târihinde) vak’a-nüvîs oldu ve Cevdet Paşa Târihî’nin kal dığı hicrî 1241 (1825-1826) senesi olaylarına, başından başlamak suretiyle, kendi vekâyi’-nâmesini yazmağa başladı41. Genel olarak Ahmed Lütfî Efendi Târihi adını verdiğimiz bu eserinin, nihâyet 1241-1243 seneleri olaylarını ihtivâ eden birinci cildini, hicrî 1288 târihinde tamamlayarak, Âyîne-i Târih ismiyle saraya, Pâdişâh Abdülazîz’e sundu. Kendisi, târihinin birinci cildi hâtimesinde aynen şunları yazmaktadır : «Mebde’-i târih-i cedîd-i devlet ittihâzma şâyân olan bin iki yüz kırk bir sene-i hicriyyesi şehr-i Muharremi gurresinden tahrîr-i mevâdd-ı târihiyyeye vaz’-ı besmele-i ibtidâ olunarak, şimdi lik üç senelik vukü’âtı câmi’ «Âyîne-i Târih» nâmiyle tevsîm kılınan mecelle-i nüsha-i nefîse ... velî-ni’met-i bî-minnetimiz es-sultân ibnü’s-sultân es-sultân Abdülazîz Hân ... Efendimiz hazretlerinin huzûr-ı hümâyûn-ı ma’ârif-meşhûn-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz u takdîm ile manzûr-ı pâdişâhî buyurulmuş ve cânib-i Bâb-ı âlî’den Ma’ârif-i umûmiyye nezâret-i celîlesine iş’âr buyurulan tezkire-i mahsûsa mûcibince taraf-ı mîrîden tab’ ve temsîli nâzım-ı menâzım-ı umûr-ı mülk ü millet vezîr-i fazâil-sîret sadr-ı güzîn-i ma’âriftıynet fehâmetlû, devletlû Mehmed Rüşdi Paşa ... hazretlerinin zamân-ı feyz-ünvân-ı sadâret-i uzmâlarında müyesser-gerde-i cenâb-ı Rabb-i izzet olmuşdur»42. Bahis konusu eser, yâni Ahmed Lütfî Efendi târihinin birinci 41 Abdurrahman Şeref, Târih-i Lütfî, İstanbul 1328, c. v m , s. 2. 42 Ahmed Lütfî, Târih, İstanbul 1289, c. I, s. 308. 132 M. M Ü N İR A K T E P E cildi, yazma olarak bugün sâdece İstanbul, Arkeoloji Müzesi Kütübhânesi’nde Nr. y. 1/6,363 numarada bulunmaktadır ve 258 varak hâlinde olup, matbû nüsha gibi, hicri 1241-1243 senesi olaylarmı kapsamaktadır. Yukarıda dahi zikr edildiği üzere, bu cild Abdülazîz devrinde ve Mehmed Rüşdi Paşa’nm üçüncü sadâreti zamanın da, hicri 1289 yılında devlet tarafından bastırılmıştır. Ahmed Lütfî Efendi, hicri 1241 (1825/26) senesinden sonra, Es’ad Efendi’nin Vak’a-i hayriyye’ye dâir yazdığı «Üss-i Zafer»in den başka güvenilir bir eser neşr edilmemiş olmasından dolayı, da ha ziyâde Hazîne-i evrâk ile Dîvân-ı hümâyûn ve Sadâret mektûbî kalemi evrâkma mürâca’at etmek, ayrıca bâzı şahıslardan da bilgi almak sûretiyle bu eserini, yâni vekâyi’nâmesini hazırladığını he men hemen her cildinin başında bize bildirmektedir43. Daha sonra ki senelere âid olaylar içün de geniş ölçüde Takvîm-i Vekâyi’ den ve Havâdis-nâme’lerden istifâde ettiği görülmektedir. Ahmed Lütfî Efendi, diğer taraftan bulduğu evrakın «... icraât-ı âdiyyeyi ve mes’elelerin sathiyyâtmı beyândan ibâret olmasıyla, esbâb-ı mûcibe ve ahkâm-ı ledüniyyeye dâir bir güne işâret ve delâlete zaferyâb olamadığımdan ve eski vakitlerde evrâk-ı vâride üzerine târih vaz’ı âdet olmadığından, taklîb ve der-dest edilen evrâkdan senesi senesine düzgünce bir mes’ele istihrâcı içün epeyce vakitler zâyi’ edilmiştir» diyor ve bu sebeble kitâbmdaki hatâların bir kısmı her ne kadar kendine âid ise de, bir kısmının da bu yüzden ileri geldiği ni beyân ediyor44. Bununla beraber, devrinde onun vücûda getirdiği eseri takdir edenlerden Sâmi Paşa, Lütfî Târihi içün yazdığı bir takrizin sonunu şöyle bitirmektedir; Aferin tab’ma ey Lütfî-yi pâkîze-edâ Fenn-i târihe muvâfık hüner ettin icrâ Gösterüp kâ’ide-i zabt-ı vukü’âtı tamam Bülega ve urefâ mesleğin ettin ihyâ Lûtf-ı tab’ma delîl olsa sezâdır bu eser Aferin tab’ma ey Lütfî-yi pâkize-edâ45. 43 Ahmed Lütfî, Târih, İstanbul 1289, c. I, s. 1. 44 Ahmed Lütfî, Ayni eser, c. I, s. 1 ve c. IX (Yazma, Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi, Nr. y. 531/2) vrk. 76/a. 45 Ahmed Lütfî, Ayni eser, c. I, ük sahîfe. V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 133 Ahmed Lütfî Efendi hicrî 1282 yılı başından, ölüm târihi olan hicri 1325 senesine kadar, takriben kırk dört yıl müddetle Osmanlı' İmparatorluğu’nun vak’a-nüvîsi olarak hizmet gördü ve Boğaziçi’ nde, Boyacı-köy’deki yalısında, yahut İstanbul’da, darlığından şi kâyet ettiği evinde, devletin 1825 senesinden itibâren, Ağustos 1879 (Ramazan 1296) tarihine kadar olan vuku’âtmı kayd etti. Ölümün den sonra bir müddet içün yerine kimse tâyin olunmadı. Ancak Sul tan Mehmed Reşâd (V )’in Pâdişâh olmasını müteâkib (1909), Abdürrahman Şeref Bey kendisine halef oldu. Abdürrahman Şeref Bey ise, selefi vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî Efendi’nin târihi ve onun devri hakkında şunları yazmaktadır; «... 1261 (1845) sene-i hicriyyesinden i’tibâren vekâyi’i tahrîr ve tedvîn eylemek zimmet-i bendegâneme terettüb etmiş-idi. Ancak Lütfî Efendi merhûm, altmış târihinde vazifesine hitâm vermeyüp sinîn-i âhire vukü’âtmı dahi tesvîd ve ol-vaktin sansür usûlünden ihtirazından mı? yoksa aldığı emre imtisâlinden mi? her neden ise, tab’ ve neşr ettirmeyerek, müsveddâtı sırasiyle huzûr-ı hâkân-ı sâbıka takdîm eylediği mesmû’-ı âcizânem olmuş idi. Fi’l-vâki’ bu kerre Yıldız Kütübhânesi’nde bi’t-taharrî, sene-i mezkûreden seksen dört senesi nihâyetine kadar olan vekâyi’-i târihiyyeyi hâvî dört cildine dest-res oldum. îhtimâlki mâ-ba’dı da vardır»46. Abdürrahman Şeref Bey’in tahmin ettiği şekilde bu dört, yâni sekiz, dokuz on ve on birinci cildlerin de mâ-ba’dı vardı. Ahmed Lütfî Efendi’nin kaleme aldığı vekâyi’nâme, yukarıda dahi bahs ettiğimiz üzere, bir kısmı basılmış, bir kısmı yazma, fakat temize çekilerek saraya takdîm edilmiş; diğer bir kısmı da tamâmen müs vedde hâlinde olmak üzere Ramazan 1296 (Ağustos 1879) târihine kadar gelen on altı cild hâlinde bulunuyordu. Bunlardan ilk yedi cildi, Ahmed Lütfî Efendi’nin kendi zamanında basılmış; sekizinci cildini Abdürrahman Şeref Bey yayınlamış, geri kalan sekiz cildi ise, (Dokuzuncu cildi tarafımızdan yayma hazırlanmış durumda) günümüze kadar yazma olarak kalmıştır. Ahmed Lütfî Efendi Târihi’nin ikinci cildi de bugün yine yaz46 Ahmed Lütfî, Ayni eser, c. VXEE, Abdürrahman Şeref Bey’e âit ifâde-i naşir kısmı, s. 1. Abdürrahman Şeref Bey’in burada bahis konusu ettiği dört cüd, Lütfî târihinin, sekiz (1261-65), dokuz (1266-1277), on (1277-1282) ve on birinci (1283-84) cildleridir. İ34 M. M Ü N İR A K T E P E ma olarak, sâdece İstanbul Arkeolojisi Müzesi Kitâblığı Nr. y. 1/6, ' 364’de bulunmaktadır ve «Târih-i Lütfî» adı altında, 16 Muharrem 1291 tarihinde, Matba’a-i âmire’de basılan bu cild, hicrî 1244-1245 (1828-1830) senesi olaylarını sonuna kadar almaktadır. Ancak mat bu’ ikinci cilde nazaran, 165 varakdan müteşekkil bulunan bu yaz ma, kısmen noksandır. Meselâ 195-200’ncü sahıfeler arası mezkûr yazmada olmadığı gibi, cild sonundaki vesikalar kısmı dahi, matbu’ nüsha ile uygunluk göstermemektedir. Eserin üçüncü cildi dahi yal nızca Arkeoloji Müzesi Kitablığı’nda, yazmalar kısmı Nr. y. 1/6, 365’de mevcudtur. Esas metin kısmı 226 sahîfe olan bu cild ise, 12461247 (1830-1832) senesi olaylarına âittir ve yarıdan sonrası olduk ça müsvedde hâlindedir. Tebyiz edilmiş nüshasının saraya, Sultan Abdülazîz’e takdim edilmesi lâzım gelen bahis konusu cildin 1292 yılında İstanbul’da Matba’a-i âmire’de «Târîh-i Ahmed Lütfî» adı altında yayınlanmış olduğu da mâlûmumuzdur. Lütfî târihinin dördüncü cildine gelince, 112 varak hâlinde bulunan ve hicrî 1249 ile 1250 (1832-1835) senelerine âit vuku’âtı ihtivâ eden bu cildin tam bir yazma nüshasını, ancak İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi, Türkçe Yazmalar Kısmı Nr. 5032’de göre biliyoruz. Bahis konusu cild sonradan «Târîh-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye» adı altında tab’ edilmiş ise de, bunun basıldığı yer ve tarih eserin üzerine konulmamıştır. Diğer taraftan İstanbul Arke oloji Müzesi’nde bulunan «Lütfî Târihi yazmalarının evveliyyât kısmı müsveddeleri» arasında da, bu cilde âit bâzı bahisleri ihtivâ eden takriben 35 varaklık bir kısım vardır47. Lütfî Târihi’nin be şinci cildi, yine yalnızca Arkeoloji Müzesi Kitablığı’nda Nr. y. 1/6, 366 dadır ve müsvedde hâlinde olup, hicrî 1251-1254 (1835-1838) seneleri vekâyi’ini kapsamaktadır. 161 sahîfelik bu cild dahi « Târîh-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye» adı altında, îstanbulda, Mahmud Bey matba’asmda 1302 yılında basılmıştır. Hicrî 1255 ve 1256 (18391840) senelerine âit bulunan altıncı cildin tamamı da 120 sahîfelik bir müsvedde hâlinde, İstanbul Arkeoloji Müzesi Kitâblığı’nda Nr. y. 3/3, 1341’dedir. Ancak bahis konusu cilde âit diğer eksik bir nüs ha, yâni sâdece hicrî 1255 (1839) senesi olaylarını hâin kısım, İs tanbul Üniversitesi Kütübhânesi, Türkçe Yazmalar, Nr. 5031’de bulunuyor. Bu cildin tamamı ise, yine .1302 yılında, İstanbul’da 47 Bak, Nr. y. 3/3, 1340. V A K ’A - N Ü V İS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 135 Mahmud Bey matba’asmda «Târih-i Ahmed Lütfî» adı altında ba sılmıştır. Lütfî Efendi târihinin yazma hâlinde yedinci cildi dahi yalnızca İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi’nde mevcûttur ve Nr. Ty. 5034’de bulunan bu nüsha, 1256-1260 (1840-1844) senesi vak’alarmı ihtivâ etmektedir. Hâlbuki hierî 1306 yılında, Mahmud Bey matba’asmda «Târîh-i. Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye» adı altında neşr edilen matbû yedinci eild, hicri 1257-1260 (1841-1844) senesi olaylarını hâin bulunuyor. Öyle anlaşılıyorki, altıncı cilde âit bir senelik vuku’ât, yâni 1256 yılı olayları, Üniversite yazmasında, altmcı cildin sonundan, yedinci cildin başına alınmıştır. Ahmed Lütfî Efendi vekâyi’-nâmesinin değişik bir tarzda ya yınlanan ve hicri 1261-1265 (1845-1849) senesi hâdiselerini içine alan sekizinci cildine gelince, bunun yazma olarak iki nüshası bu lunduğunu görmekteyiz. Biri Ankara’da, Türk Tarih Kurumu Kü tübhânesi’nde Nr. y. 531/1’de olup, 156 sahîfedir. Diğeri de Mehmed Zeki Pakalın'm  tıf Efendi Kütübhânesi’ne vakf ettiği kitablar arasında meveûd bulunup 79 varaktır..Hicrî 1328 senesinde, İstan bul’da Sabah matba’asmda, Abdurrahman Şeref Bey tarafından neşr edilen matbû nüshası ise 582 sahîfedir. Ancak bu matbû nüsha nın başından itibaren 191 sahîfesi, Lütfî Efendi târihinin sekizinci cildine âit olmakla beraber, sahîfe altlarında nâşirin bir hayli notu bulunmaktadır. 192’nci sahîfeden 560’meı sahîfeye kadar olan ikinci kısım ise, tamamen Abdurrahman Şeref Bey’in ilâvelerine mahsûs tur ve nihâyet hicrî yılları milâdî yıllara çeviren bir cedvel bu cil din sonunda yer almaktadır. Ahmed Lütfî Efendi’nin ölümünden sonra, yerine Pâdişâh Meh med Reşâd (V.) tarafından, 1909 yılında Abdurrahman Şeref Bey vak’a-nüvîs tâyin edilmiş olduğundan, Osmanlı împaratorluğu’nun olaylarım hicrî 1261 (1845) tarihinden itibâren tahrîr ve tedvine kendisi me’mûr edilmişti. Bu sebeble, Abdurrahman Şeref Bey’in vak’a-nüvîsliği zamanında topladığı bir kısım bilgiler ve bilhas sa Avrupa olaylarma dâir haberler ile vesikalar, yayınlanan bu sekizinci cildin içinde yer aldı. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu son vak’a-nüvîsi, Ahmed Lütfî E fendi târihinin matbû sekizinci cil dinde ve ifâde-i nâşir kısmında şunları yazmaktadır : «... Gerçi merhûm, selefi Cevdet Paşa’nm tarz-ı üstâdânesine peyrev olamamış ve hattâ 1241 senesinden i’tibâren târihimizin yeniden yazılması hakkında âcizlerine ba’zı ihtârât dahi vukü’ 136 M. M Ü N ÎR A K T E P E bulmuş ise de, meşâgıl-i acizânemin kesretinden nâşi bu emr-i mühimmi ahlâfa terk ile mü’ellifin emekleri hebâ olmamak üzere sâlifü’z-zikr dört cildin aynen tab’ ve neşrine mübâşeret ettim. Gerçi bu cildlerin muhteviyâtı da sevâbıkı misillû tetebbu’ât-ı ciddiyye ve tenkîdât-ı fennîyeye müstenid olmıyarak, mü’ellifin i’tirâfı veçhile Takvîm-i Vekâyi’ nüshaları hulâsasından ve ba’zı evrâk-ı resmiyye mündericâtmdan ibaret gibi ise de, vekâyi’-i dâhiliyyeyi câmi’ olmak i’tibâriyle mütâla’ası büsbütün fâidesiz add-olunam az...»48. • Bu ifâdede dahi görüldüğü üzere, Abdurrahman Şeref Bey, Lütfî Târihi’nin sekizinci cildinden sonra, dokuz ve müteâkib cildlerini yayınlamayı düşünmüş ise de, bu husûs ancak tasavvur hâlinde kalmış ve bu güne kadar, Abdurrahman Şeref Bey’in sekizinci cil de yaptığı ilâvelerden başka, Lütfü Efendi Târihi ile alâkalı, ortaya yeni bir yazısı çıkmamıştır. Ma’mafih Ankara’da, Türk Tarih Ku rumu Kütübhânesi’nde Nr. y. 542’de kayıdlı olup, Türk Tarih En cümeni Kitâblığı’nm Nr. 102’sinden intikal eden ve Sultan Mehmed Reşâd (V) devri olaylarım kısmen içine alan, takriben 210 varaklık bir yazma vardır ki, bü eserin tamamen vak’a-nüvîs Abdurrahman Şeref Bey’e âit olduğu kütübhâne kayıdlarından anlaşılmaktadır. Ahmed Lütfî Efendi Târihinin neşre hazırladığımız ve şimdiye kadar basılmamış bulunan dokuzuncu cildine gelince, bunun tam ve temiz bir nüshası Ankara’da, Türk Tarih Kurumu Kitablığı Nr. y. 531/2 de mevcûttur. Daha önce Yıldız evrâkı arasında olup, bilâhire Harbiyye Nezâreti kanalıyla Türk Tarih Encümeni Kitablığı’na intikal eden bahis konusu nüsha, oradan da diğer bâzı cildler gibi Türk Tarih Kurumu’na geçmiştir. Hicrî 1266-1276 (Kasım 1849Haziran 1860) ve kısmen 1277 (Temmuz 1860) senesi olaylarını içine alan mezkûr dokuzuncu cildin, Türk Tarih Kurumu’ndaki nüshası, ayni zamanda 120 varaktır. Bu cildin 34 varaktan ibâret bulunan noksan bir nüshası ise İstanbul Arkeoloji Müzesi, (Müze-i Hümâyûn) Kitâblığı Nr. y. 3/3, 1342’de görülüyor. 154 varaktan teşekkül eden diğer bir nüshası da, A tıf Efendi Kitâblığı, Mehmed Zeki Pakaİm’ın yazmaları arasında bulunuyor. Ancak bu nüsha tam mânasiyle bir müsvedde hâlinde olup, tertîb itibâriyle de çok 48 Ahmed Lütfî Efendi Târihi, Abdurrahman Şeref Bey neşri, c. VTII, ifâde-i nâşir kısmı, s. 2/3. V A K ’A - N Ü V İS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 137 karışık durumda bulunduğundan, istifâde edilmesi çok güç bir hâl arz ediyor. Ahmed Lütfî Efendi, Türk Tarih Kürumun’da mevcût ve tebyiz edilerek, vaktiyle Saraya takdim ettiği dokuzuncu cildin baş tara fına şunları yazmıştır : «Cild-i tâsi’ ez-Târih-i Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî mine’s-sudûr. ... Ammâ ba’de velî-ni’met-i bî-minnetimiz velî-ni’met-i cihân uluvvü’ş-şân Gazi Sultan Abdülhamid Hân-ı sânî Efendimiz haz retlerinin sâye-i ma’ârif-pîrâye-i hümâyûn-ı mülûkânelerinde tah rîr ve tesvîd ile taklîb-i evrâk-ı mefharet ve tezhîb-i sahâyif-i makderet eylemekte bulunduğum vekâyi’-i resmiyye-i Devlet-i aliyye’lerini şâmil târih-i dâ’îyânemin iş-bu dokuzuncu cildi dahi bu def’a resîde-i hadd-i hitâm olarak, emsâli misillû mübârek ve mes’ûd huzûr-ı şevket-nümûd-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz ve takdim kılındı. Bu cild dahi Takvîm-i Vekâyi’ nüshalarıyla Hazîne-i evrâk’dan ve hârieden tedârik ve iştirak olunabilen ba’zı ma’lûmât-ı mevsûka ve ilâvât ve mütâla’ât-ı mefhûme ve mantûkayı hâvidir». Bu cildin vesikalar kısmı hâriç, sonu dahi şöyle hitâm buluyor : «... Dâmâd Mehmed Ali Paşa Der-sa’âdet’den Kastamonu’ya teb’îd olundu. Kıbrısh Mehmed Paşa sadrıâzam oldu. Yetmiş birde Kıbnslı’nm azliyle Reşîd Paşa sadârete geldi. İntihâ. Temme be-kalem-i câmi’a el-fakîr Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî. fi gurre-i Rebî’ü’l-evvel 1310»49. Ahmed Lütfî Efendi Târihi’nin yazma hâlinde bulunan onuncu cildi ise, Ankara, Türk Tarih Kurumu Kitâbhğı; İstanbul, Arkeo loji Müzesi Kütübhânesi ve yine İstanbul, Atıf Efendi Kütübhânesi, Mehmed Zeki Pakalın Kitabları arasında olmak üzere, üç yerde bulunmaktadır. Bunlardan Türk Tarih Kurumu Kitâblığı’nda olup, Nr. y'. 531/3’de kayıdlı nüsha, hicri 1277 senesi olaylannm ikinci yarısı ile 1278-1282 (Temmuz 1861 - Nisan 1866) senesi nihâyetine kadar gelen vekâyi’i ihtivâ etmektedir ve tamamı 156 sahîfedir. Ar keoloji Müzesi’ndeki diğer nüsha da seksen varak hâlindedir. Ancak, Nr. y. 3/3, 1343 de mevcûd bu nüsha, 1277-1281 (1860-1865) sene leri olaylarını hâvi bir müsveddedir.  tıf Efendi Kütübhânesi’ndeki 49 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, (Yazma, Türk Tarih Kurumu kitablıgı, Nr. y. 531/2), c. IX, vrk. 8/b, ve 89/b. 138 M. M Ü N İR A K T E P E üçüncü nüsha da yine müsvedde hâlinde olup, 115 varaktır. Diğer taraftan, Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfı Efendi, n . Abdülhamid devrin de tamamlayıp, Mart 1894 tarihinde saraya sunduğu vekâyi’-nâmesinin onuncu cildine şu şekilde başlamaktadır : «... Sultân-ı selâtîn-i cihân mü’ellif-i kulûb-ı âlemiyân es-sultân ibnü’s-sultân es-sultân al-gâzî Abdülhamîd Hân edâm-Allahu hilâfetehu ilâ-âhirü’d-devrân pâdişâh-ı ma’ârif-ünvân Efendimiz haz retlerinin merkez-i devâir-i ilm ü irfân olan mübârek ve mu’allâ huzûr-ı kerâmet-zuhûr-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz ve takdimi ile mazhar-ı kemâl-i şeref ve mafharet olduğum iş-bu nüsha sâye-i ihsân-vâye-i hazret-i pâdişâhîlerinde cem’ ve tahrîri ile meşgul ol duğum târihlerin onuncu cildidir. 1282 senesi nihâyetine (15 Mayıs 1866) kadar beş sene ile on üç günlük havâdisi şâmildir. Abd-i kadîm-i hazret-i pâdişâhî, Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî, Ramazan sene 1311». Ahmed Lütfî Efendi’ye âit vekâyi’-nâmenin 1283 ve 1284 (Ma yıs 1866 - Nisan 1868) seneleri vuku’âtım bir araya toplayan yazma on birinci cildi de, yine Ankara, Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi, Nr. y. 531/4’de mukayyed olup, 182 sahîfe hâlindedir. Bunun 186 sahîfelik diğer bir nüshası ise,  tıf Efendi Kütübhânesi Mehmed Zeki Pakalm kitâbları arasında bulunuyor. Müsvedde hâlindeki bu nüshanın üzerinde «Temize çekilmiş nüshası huzûr-ı Osmânîye tes lim edilmiştir» diye bir kayıd vardır. Tahminimize nazaran, dokuz ve onuncu ciltler gibi, Tarih Kurumu’ndaki bahis konusu nüsha dahi, Abdurrahman Şeref Bey’in, Yıldız evrâkı arasında gördüğü nüshalardan biri olup, sonradan bu cild, Türk Tarih Kurumu’na intikal etmiş olmalıdır. Arkeoloji Müzesi’nin kitâblığmda, Nr. y. 3/3, 1344’de bulunan diğer bir nüshaya gelince, bu sâdece 1283 se nesi olaylarına âit 16 varaklık bir kısımdır. 20 Mart 1895 yılında tebyîzi tamamlanarak, Yıldız Sarayı’na takdîm edilen ve hâlen Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi’nde bulu nan on birinci cildin başında ise, Ahmed Lütfî Efendi’ye âit ve pâ dişâh II. Abdülhamîd’i medh eden aşağıdaki şi’ir bulunmaktadır. Hamdilillâh eyledim arz-ı huzur On birinci cildi de bi’l-iftihâr V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 139 Vakt-i pîrîde senin ey şehriyâr Lûtf u ihsanınla oldum bahtiyâr K uwe-i kudsiyye-i lûtfun ile Vasfını tahrîre ettim ibtidâr Hep senin ihsanının âsârıdır Hâme-i aczimdeki bu iktidar îltifâtındır beni gûyân eden Hizmetin aşkıyle oldum çün hezâr Âbyârî-yi inâyâtm ile Vaktim olmuştur benim her dem bahar Ben nasıl arz-ı teşekkür etmeyim Her cihetle kâmkârım kâmkâr Buldu devlet hüsn-i re’yinle hayât Rûh-ı âlemsin sen ey âlî-tebâr Gelmemiş zâtın gibi bir pâdişâh Bir yaratmıştır seni perverdigâr Cûy-bâr-ı eûdının her katresi Gülşen-i dünyâya verdi berk ü bâr Dem-keşân-ı meclis-i âsâyişi Lûtfunun sahbâsı etti neş’e-dâr Nahl-i ümîdi umûm milletin Feyz-i tevfîkınle olmuş meyve-dâr Nûr-ı adlinle münevverdir cihân Kalmadı ahdinde bir muzlim nehâr Cedvel-i vasfında âcizdir kalem Katre-i Osmânî kâbilmi şümâr Sâbit oldukça esâsı âlemin Hakk sana virsün şeririnde karâr Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî dâ’îleri50 50 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, (Yazma, Türk Tarih Kurumu kitablığı, Nr. y. 531/4), c. XI, vrk, l/a . 140 M. M Ü N İR A K T E P E Bu cildin sonu da şu şekilde hitâm buluyor : «Bin iki yüz seksen üç ile seksen dört senelerine müte’allik iki senelik vekâyi’i şâmil iş-bu on birinci cild dahi velî-ni’met-i bî-minnetimiz velî-ni’met-i âlem pâdişâh-ı ma’ârif-i ilm şehinşâh-ı adâletşiyem es-sultân ibnü’s-sultân es-sultân al-Gâzî Abdülhamîd Hân-ı sânî Efendimiz hazretlerinin sâye-i ihsân-vâye-i cenâb-ı hilâfet-penâhîlerinde resîde-i hadd-i hitâm olarak, diğerleri misillû huzûr-ı inâyet-neşûr-ı pâdişâhîye takdîm kılman nüsha-i mübeyyizedir. Çırâğ-ı mahsûs-ı hazret-i pâdişâhî Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî. Fî gurre-i Şevvâl 1312». Ahmed Lütfî Efendi Târihi’nin hicrî 1285-1287 (Mayıs 1868Mart 1871) seneleri olaylarına âit ve 148 sahîfeden müteşekkil bu lunan on ikinci cildi de, yine yazma olarak, Ankara’da, Türk Tarih Kurumu Kitâblığı’nda, Nr. y. 531/5’de bulunmaktadır ve mezkûr nüshanın sonu dahi, bir evvelki cilde benzer şekilde hitâm bulmak tadır. «İş-bu on ikinci cildin dahi diğerleri misillû ... es-sultân Gâzî Abdülhamîd Hân-ı sânî Efendimiz hazretlerinin mübârek ... ve mu’allâ huzûr-ı şevket-neşûr-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz ve takdîm kılındı. Çırâğ-ı mahsûs-ı hazret-i pâdişâhî Vak’a-nüvîs Ah med Lütfî» ifâdesine dikkat edilecek olursa, bu nüshanın da, sara ya takdîm edilen yazmalardan biri olduğu anlaşılır. Ahmed Lütfî Efendi, bir evvelki cildi gurre-i Şevvâl 1312’de hazırlayıp, saraya vermiş, bunu da hicrî 1313 yılında pâdişâha sunmuştur. On ikinci cildin,  tıf Efendi Kütübhânesi’nde, Mehmed Zeki Pakalın kitâbları arasında bir nüshası daha mevcûttur. Ancak bu nüshanın, X II’nci cildin zeyli olarak gösterilen son kısmına., Ah met Lütfî Efendi târihinin on üçüncü cildi olduğu hakkında bir not düşülmüştür. Âtıf Efendi Kütübhânesi’ne yeni gelmiş bulunan ve Mehmed Zeki Bey’in vakf ettiği kitâblar arasında olan Ahmed Lüt fî Efendi vekâyi’nâme’sine âit bahis konusu yazmalar muhtelif par çalar hâlinde, sene sene yazılarak, ayrı ayrı dosyalanmış ve müs vedde vaziyetinde iken, bunlar kütübhâneye geldikten sonra cilde verilmiştir; ancak Ankara’da, Türk Tarih Kurumu’nda bulunan, tebyiz edilmiş nüshalardaki cildlerin ihtivâ ettikleri seneler dikka te alınmadan yeni bir tertibe tâbi tutulmuştur. Bu sebeble cildler V A K ’A - N Ü V Î S A H M E D L Ü T F Î E F E N D I 141 arasında, muhteva bakımından bir takım farklar ve ayrılıklar or taya çıkmıştır51. Ahmed Lütfî Efendi’nin hicrî 1288 (1871/72) senesi vekâyi’ine âit bulunan on üçüncü cildinin tebyiz edilmiş bir nüshası sâdece İs tanbul Üniversitesi Kütübbânesi, Ty. Nr. 4812 de olup, tamamı 123 sahîfedir. Türk Tarih Kurumu’nda.mevcûd ve saraya takdim edil dikleri anlaşılan, temize çekilmiş cildler arasında, hicrî 1288 yılı vekâyi’ini içine alan böyle bir kısım bulunmadığına göre, mezkûr on üçüncü cildin, Yıldız evrâkı arasında, Yıldız Kütübhânesi kana lıyla, İstanbul Üniversitesi kitablığına intikal ettiği anlaşılıyor. Bu cildin baş sahîfesinde ise şunlar yazılıdır; «Târîh-i Lütfî’nin on ikinci cildinin zeylidir. Bin iki yüz sek sen sekiz sene-i hicriyyesi havâdis-i mühimmesini hâvidir. Rabbenâ yüsrü’l-lenâ vefku’l-lenâ hayrü’l-umûr Çok şükür bu nüshayı da eyledim arz-ı huzûr On ikinci cilde iş-bu nüshanın zammı ile Âcizâne efkarâne ittim ikmâl-i kusûr Her ne rütbe pir isem de hizmet-i şâhânede İhtimâli var mıdır gelsün bana asla fütûr Pâdişâhımdır velî-ni’met-i bi-minnetim Etmede hayır du’âsı ile'eyyâmım mürûr.» Ahmed Lütfî Efendi 1288 senesi vekâyi’i içün, on ikinci cildin zeylidir veyâ ilâvesidir demesine rağmen, on dördüncü cildine 1289 senesi vuku’âtı ile başlamaktadır; yâni on ikinci cildi 1287 senesi olaylarıyla hitâm bulup, on dördüncü cildi 1289 senesi vekâyi’i ile başladığına göre, Vak’a-nüvîs Lütfî Efendi, evvelâ, on ikinci cildin zeyli olarak hazırladığı bu 123 sahîfelik ve 1288 yılma âit vuku’âtı, sonradan on üçüncü cild şeklinde kabûl etmiş olmalı ki, on dördün cü cilde 1289 yılından başlamış bulunuyor. Ayrıca bir on üçüncü cild bulunmadığına binâen ve 1288 senesi olaylarını ihtivâ eden 123 sahîfelik nüsha müstakilen Üniversite Kütübhânesi’nde yer aldığı na nazaran, bunu on üçüncü cild kabûl etmek doğru olur. 51 Mehmed Zeki Pakalm, Ahmed Lütfî Efendi vekâyi’-nâmesine âit müs veddeleri, Bâb-ı âlî’deki bir naşirden, te’lîf haklarına karşılık olarak almıştır. 142 M. M Ü N İR A K T E P E Lütfî Efendi târihinin on dördüncü cildine gelince, bunun dahi sâdece, Ankara, Türk Tarih Kurumu Kütüphânesi’nde, Nr. y. 531/6 da mevcûd bulunduğunu görüyoruz. Hicrî 1289 ve 1290 (1872-1873) seneleri olaylarını içine alan bu cildin tamamı ise, 180 sahîfedir ve kapak altında, birinci sahîfesinde şu ifâde mevcûttur. «Vak’a-nüvîs Lütfî târihinin on dördüncü nüshasıdır. Nüsha-i mezkûrenin dahi cem’ ve tahrîri velî-ni’met-i âlem pâdişâh-ı mu’azzam halîfe-i resûl-i ekrem es-sultan ibnü’s-sultan es-sultan al-Gâzî Abdülhamîd Hân-ı sânî efendimiz hazretlerinin sâye-i ma’ârif-vâye-i cenâb-ı zıllu’l-lâhîlerinde şirâze-bend-i ihtitâm olarak, mübârek ve mu’allâ huzûr-ı inâyet-neşûr-ı hazret-i hilâfet-penâhîlerine arz u takdîm ile miskiyyü’l-hitâm olmuştur». Daha sonra on dördüncü cilde âit fihrist gelmektedir ve bunu tâkib eden sahîfelerde, Lütfî târihinin diğer cildlerinde göremedi ğimiz, yedi varaklık bir mukaddime bulunmaktadır. Ahmed Lütfî Efendi bu mukaddimede, Osmanlı împaratorluğu’nun târihi boyun ca cereyan eden bâzı olayları özetlemiş, ayni zamanda II. Abdülha mîd devrinde yapılan bir kısım işleri medh etmek sûretiyle pâdişâ hı öğmüştür. On dördüncü cildin esâs konulara, yâni 1289 senesi olaylarına giriş kısmındaki başlık da şöyledir. «Bi-inâyetihi te’âlâ sâye-i ihsân-vâye-i hazret-i pâdişâhîde cem’ ve tahrîri ile meşgul olduğum târih-i dâ’iyânemin iş-bu on dördün cü cildi dahi sâbıkları misillû huzûr-ı fâizü’n-nûr-ı cenâb-ı hilâfetpenâhîye takdîm kılınmıştır. Bin iki yüz seksen dokuz senesi vekâyi’idir»52. Bu cildin sonunda ise, ilk Osmanlı İmparatorluğu şeyhül islâmı olarak kabul edilen Mollâ Şemseddin Fenârî’den itibâren, hicrî 1312 (1900/İ901) senesindeki Şeyhül-islâm Hâlid Efendi-zâde Cemâleddin Beyefendi’ye kadar gelen ve 116 şeyhülislâmın isim, nasb ve vefât târihlerini, me’mûriyyet sürelerini ihtivâ eden bir lis te mevcûttur. Nihâyet zeyl olarak bulunan hicrî 1290 (1873) târihli «Mısır’ın ta’dîl-i verâset fermânı» ile bu cild ta.ma.m1a.nmaktadır. Bu itibârla bahis konusu on dördüncü cild, diğer ciltlerin tertibine nazaran, biraz farklı bir durum arz etmektedir diyebiliriz. Ahmed Lütfî Efendi’nin saraya, yâni pâdişâh n . Abdülhamîd’e 52 Bak. Ayni eser, adı geçen cild, sahîfe 24. V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ 143 sunduğu vekâyi’nâmesinin son kısmını ise, on beşinci cildi teşkil etmektedir. Bu cildde, hicri 1291 ve 1292 seneleri vuku’âtı ile 1293 senesi olayları, 6 Cemâziyel-evvel târihine yâni Sultan V. Murad’m cülûsu tarihine kadar geliyor (1874 - 30 Mayıs 1876). Bahis konusu on beşinci cild dahi sâdece Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi’nde, Nr. y. 531/7’de mevcûttur ve tamamı 175 sahîfedir. Ancak bu cil din sonuna âit yâni 1293 (1876) senesi olaylarım içine alan 30 varaklık bir parça yine İstanbul, Arkeoloji Müzesi kitablığı (Müze-i Hümâyûn), Nr. y. 3/3, 1345’de bulunuyor. Diğer eildleri gibi Ahmed Lütfî Efendi tarafından tertîb ve tanzim olunarak, tebyiz edi len Târih Kurumu nüshasının üzerinde ise, müellif tarafından ya pılmış düzeltmeler, diğerlerinden biraz daha fazla olarak görülüyor. Lütfî Efendi, vekâyi'-nâmesinin ilk cildlerini daha dikkatli ve mun tazam bir tertîb dâhilinde kaleme almış olmasına rağmen, son cildlerinde, kendisine ve vak’a-nüvîsliğe gereken önem verilmediğinden dolayı, eserindeki insicâmm da kayb olduğunu söylemektedir. Ni tekim bu meselenin yâni yazdığı kısımların dağınıklığının farkına vardığı içiin târihinin son cildine şöyle bir kısım ilâve etmiştir. «Böyle seri-bünü yok sözlerle gayet mühim bir mes’eleyi geçivermiş derler ve haklan da vardır. Çünki vak’a-nüvîslik hizmeti nin vazifesi, Devlet-i aliyye’nin vukü’ât ve ahvâl-i câriyye-i zamâniyyesinin alâ-vukü’hâ zabt ve tescille âhlâfa mir’ât-i ibret bırak maktır. Bu vazifenin icrâsı içün vak’a-nüvîsin devletçe mu’temed olarak kendüsüne ebvâb-ı devâir-i resmiyyenin küşâde bulunması lâzımdır. Sâdece Hazîne-i evrâk ve gazetelere mürâca’at ile iş bit mez. Mesâil-i mühimmenin sûver-i hakıkıyyesi kulûb-ı erbâb-ı devletde mesturdur. Bu sûretlerin me’ânî-i ledüniyyeleri hazîne-i mezkûreye bırakılan evrâkda gayr-i mestûrdur. El-hâsıl söyleyen bil mez; 'bilen söylemez. Kime gidersin kimden ma’lûmât alırsın. Bu lunduğum rütbe sadâret-i ilmiyye ki, vezâret rütbesine mu’âdildir. Zât-ı me’mûriyyetim ise, hüsn-i kabule ve i’timâda şâyân menâsıb-ı resmiyye ve mühimmeden olduğu hâlde, ayda yılda bir-kerecik ol sun isbât-ı vüeûd ile berâber nakdîne-i havâdis der-yüzeliği ile arz-ı keşkül-niyâz ma’rızmda evliyâ-yi umûrun mevâkı’-i resmiyyelerine azimetim vukü’unda doğrudan doğruya hüsn-i kabule mazhar olamıyarak ,gâh Âmedci Efendi, gâh Tercüman var gibi sözlerle sa 144 M. M Ü N İR A K T E P E vuşturulan ve hiç aranup sorulmayan vak’a-nüvîsin işte elinden bu kadar gelebilir»53. Ahmed Lütfî Efendi, nihayet eserini ne şekilde tamamlamış ol duğu hakkında, bu cildin hatimesinde de bize şu bilgiyi vermekte dir: «Devlet-i aliyye-i Osmâniyye’nin bir devr-i mahmûd ve mes’ûda tahavvülü zamanı olan 1241 (1825/26) tarihinden, 1293 senesi Cumâdel-ûlâ’smm altıncı gününe (30 Mayıs 1876) değin, elli üç sene lik vekâyi’i sâye-i muvaffakiyyet-pîrâye-i hazret-i hilâfet-penâhîde bi’l-ikmâl bu on beşinci cildi dahi diğerleri misillü mektûmen ve mahtûmen huzûr-ı inâyet-neşûr-ı cenâb-ı pâdişâhîye arz ve takdim eyledim. Bu cildlerin çoğunun sahâyif-i matbû’ası ... rakam-ı dâ’iyânem vâsıtasıyla safahât-ı beyaza çekilmişdir. Bu cem’ ve tesvîd ve tebyiz ve sahh ve kadh ve ta’rîz ve takriz yolunda sarf olunan nuküd-ı evkâd ve zaman dahi, otuz senelik ömr-i azizin mahsûl-i mudahharıdır. Şimdiye kadar bunların arz ve takdimi vesilesiyle da hi mazbar olduğum envâ’ eltâf ve a’tâf-ı seniyyeden hiç birisinin hakkıyla edâ-yi teşekküründe âcizim...»5d. Ahmed Lütfî Efendi’nin hicri 1321 (1903) senesinde tamamla yıp, n . Abdülhamîd’e takdim ettiği on beşinci cildin sonu ise, şöyle hitâm buluyor. «Eylesün Sultan Hamîd’in Hakk kitâb-ı zâtmı Levh-i mahfûza müşâbih nice eyyâm u duhûr Ol velî-ni’metin pek eski hizmetkârıyım Nazm u nesrimde şükür Mevlâ’ya, yokdur bir kusûr Sâyesinde ol şebinşâb-ı ma’ârif-perverin Hizmet-i şâhânesinde hiç bana gelmez fütûr Dest-i tesvidimde yokdur zerrece ra’ş u halel Safha-i kalbimde mestur olmada metn-i sürür Za’f-ı hâlim bâme-i tebyizimi etti şikest Çâresiz takdime böyle ihtiyâç etti zuhûr 53 Ayni eser, Türk Tarih Kurumu, Nr. y. 531/7, s. 29. 54 Ayni eser, s. 141. V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D I 145 Defter-i a’mâli yazdıkça kirâmen kâtibeyn Eylesün ol şâhın evkâtı sa’âdetle mürûr Lütfiyâ târihin bu on beşinci cildidir Eyledim tevfîk-i hakkla bunu da arz-ı huzur Târih Abdülhamîd Hân ulûvv-i makamı Hakk eylesün sultânların benâmı Bed’-i du’â târihimin tamâmı Bu cild ile hatm eyledim kelâmı 1321»55. Bütün bunlardan sonra, Ahmed Lütfî Efendi vekâyi’-nâmesine âit bir kısım daha vardır ki, o dahi 12 Şa’ban 1293 ( = 19 Ağustos 1292 = 2 Eylül 1876) târihinden başlayıp, Ramazan 1296 ( = Ağus tos 1879) târihine kadar gelen olayları, yâni H. Abdülhamîd’in cülûsundan itibâren, üç senelik vuku’âtı içine alan bir kısım olup, ta mamen müsvedde hâlindedir ve İstanbul, Arkeoloji Müzesi kitablığmda, Nr. y. 3/3, 1346 da bulunmaktadır. Ahmed Lütfî Efendi, böylece 1325 (1907) senesinde vefâtma kadar, devletin vak’a-nüvîsi olarak hizmet görmüş ve hicri 1241 (1825-1826) yılından, 6 Cemâziyel-evvel 1293 (30 Mayıs 1876) ta rihine kadar gelen, takriben elli senelik Osmanlı İmparatorluğu vekâyi’ini kaleme alıp, temize çekdiği ciltleri, on beş kısım hâlinde ve en sonuncusunu hicri 1321 (1903/4) senesinde olmak üzere, sıra sıyla Abdülmecîd, Abdülazîz ve H. Abdülhamîd’e takdim etmek im kânını bulmuştur. Abdülhamîd devri vekâyi’i içün hâzırlamakta ol duğu on altmcı cild ise, kanaatimizce müsvedde hâünde ve yarım olarak kalmıştır. Kendisinden sonra yerine vak’a-nüvîs olan Abdurrahman Şeref Bey de, sâdece Lütfî târihinin sekizinci cildini hâşiyeler ve ilâvelerle neşre muvaffak olmuş, dokuzuncu cild dâhil, geri kalan kısımları bu güne kadar basılmadan, yukarıda açıkladı ğımız şekilde ve hâlen dört kütübhânede, muhtelif parçalar hâlin de, zamanımıza kadar devâm edegelmiştir. Ahmed Lütfî Efendi’nin diğer eserlerine gelince: Bunlardan en 55 Ayni eser, c. XV, s. 175. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 10 146 M. M Ü N İR A K T E P E mühimmi, bir kısım manzûmseserlerini ve bilhassa manzum târih lerini hâvî bulunan «Dîvânçe-i vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî» adlı kita bı olup, küçük boyda ve 100 sahîfe halindedir. 1302 yılında İstan bul’da basılan nüshalarından bir kısmı, İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi ve Belediye Kitablığı’nda görülmektedir56. Ahmed Lütfî Efendi, bunların hâricinde, İmâm Gazâlî’nin, Ta’limü’ l-müte’allirrı isimli arabca kitabını, bâzı bahisler ilâvesiyle, TefMmü’ l-mu’aUim adı altında türkçeye tercüme etti57. Vak’a-nüvîs Âsim Efendi ta rafından türkçeye tercüme olunan arabî «Kâmûs-ı Muhît»deki lügat leri, harf sırasına göre tertîb ederek, 53.000 lügati ihtivâ eden «Lügat-i Kâmûs»u hazırladı. Orijinal yazmaları, İstanbul Arkeoloji Mü zesi (Müze-i hümâyûn) Kütübhânesi’nde bulunan bu eserin, ancak elif ve be harflerine âit ilk iki fasikülü, (I. Fasikül 1282, n . Fasikül 1286) yıllarında olmak üzere basıldı58. Ayrıca «Hikâye-i Robenson» isimli bir tercüme kitabı, Sultan Abdülazîz devrinde, dilini dü zeltmek ve ifâdelerine açıklık getirmek sûretiyle, yeniden kaleme al dı. Bu eser dahi, evâsıt-ı Zîlka’de 1294 (Kasım 1877) tarihinde, kü çük boyda ve 171 sahîfe hâlinde basıldı59. Nihâyet İmâm Şi’rânî « » ’ye âit Ahlâk-ı Mütebevvilî adındaki bir eseri gurre-i Mu harrem 1312 (5 Temmuz 1894) târihinde türkçeye tercüme etti. Se kiz varak hâlinde bulunan bu risâlenin yazma bir nüshası ise, İs tanbul Üniversitesi Kütübhânesi, Ty. nr. 1222 de bulunmaktadır. 56 îbnülemin Malunud Kemâl İnal, Son asır Türk Şâirleri, s. 598/99. 57 Abdurrahman Şeref, Ahmed Lütfî Târihi Mukaddimesi, İstanbul 1328, c. VXH, s. 6; Cemâleddin Efendi, Âyine-i Zürefâ, İstanbul 1314, s. 125 ve Bur salI Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1342, c. HE, s. 137 ile İbrahim Alaeddin Gövsa, Türk Meşhurları, İstanbul, s. 230. İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, bu tercümenin adını Tefhîmü’l-müte’âllim olarak kayd ediyor, bak. ayni yer; Fehmi Edhem Karatay ise, Ta’limü’l-müte’âllim isimli arabca bir kitabın, Burhân ad-Dîn az-Zarnûcî’ye âit olup, 1281 senesinde Mısır’da ve 1292, 1306, 1309 yıllarında da İstanbul’da basıldığını kayd ederek, İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi’nde, muhtelif baskıları bulunduğunu bildiriyor. Bak, İstanbul Üni versitesi Kütübhânesi Arabca yazmalar katalogu, İstanbul 1951, Fask. I, s. 189. 58 Cemâleddin Efendi, Âyine-i Zürefâ, s. 125 ve Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, c. HE, s. 138; ayrıca bak, İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi, 4927-3=94.35, L. 96 ve Belediye Kütübhânesi, Mu’allim Cevdet kitabları, Nr. 0/821. Baş. Arş. İrâde, Meclis-i Vâlâ, nr. 24442. 59 Bak, Belediye Kütübhânesi, Nr. K/2746; İbrahim Alaeddin Gövsa Ayni eser, s. 230. V A K ’A - N Ü V İS A H M E D L Ü T F l E F E N D İ Resim 1 — Ahmed Lûtfi Efendi’nin mezarı. Resim 2 — Ahmed Lûtfi Efendi’nin mezar kitabesi. 147 M . M ÜNİR AKTEPE B M H‘ ' w g » Pİ | ^ ^ ^ * İ 8P i l t ^ ^ ^ ^ ^ ® İ * | B i * i i i İ P İ P i P lI f ^ » ^ ^ h * M l *İMrft Jit* ¿ ^ W * -**¿ <* - r iu' "f . .» : *£mUİ>~*2ç M p B ^ . - r " <*fcW-4r<y*. - 7 ^I--1^¿f1 <• ~* * •**•& *** . '• . k i ^ ‘> * J 'A j¿ 'lt< l< ,<úi r > »Ub , , • ¿ Á * * ¿ ^ r '« ^* C VÄ f c f t * » .C 4 .- İ fa - * f" *¡¿»5¿i’ ^ ÿ y * ^ ( V í ? •, '<ü»’ ' '’ ..í. % “» - ■ . ' 5* * '’**' > * > - * ^ ¿,4 ‘^ íí'u jt f& -a & # a rta cr' ^ npn ~ ~ ~ & £h + 'frzr^ < * ' 7 " ^ ’ ~ * > s 4-**JL,- ' \ • r * ?<-> ■ .„ „ - « i n birinci cildine ‘ ttmfld Lûtfi Efendi'nin kendi kalemi ‘“ '’ *"1 ettiğine 149 1 “ - ‘ S ' S İ M . M Ü N İR A.K TEPB ^ *< « # > j£ * ¿ ¿ ¿ s » '¿ J fy & 'J * * * j\ & > * & & ! * + r t f i ' j J V ’n f i ' j f l ~ û * j^ İ 9 J * ~ l£ !r > v ^ jL fr i' — ' • ^ - -- " ^ g ^ s £ * * % j4fS ** •- * $ f*> . fj r >*{*;* •S’ i f t i j & i b » ! . - * * '* * $ ? % -& 2 S }S Besim -£ > -* * * ğ j ’J 'g 'i / i ( L * g ' p > A * it u -C r ^ / » * * 5 — Ahmed Lûtfi Efendi’nin târihinin on beşinci cildi hâtimesı. V A K ’A - N Ü V Î S A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ İ5İ •4 Resim 6 — Ahmed Lûtfi Efendi tarihinin dokuzuncu cildi bag sâhifesi. 152 M. M Ü N İR A K T E P E Resim 7 — Ahmed Lûtfi Efendi tarihinin on ikinci cildi baş sâhifesi. al-MALİK al-MU’AYYAD ŞAYJJ al-MAHMÜDÎ DEVRİNDE (1412-1421) MISIR’IN MÂLÎ VE ÎKTÎSÂDÎ DURUMUNA UMTJMÎ BÎR BAKIŞ Kâzım Yaşar Kopraman Bir devri, mâlî ve İktisadî bakımdan inceleyerek, kendisinden önceki ve sonraki devirler ile karşılaştırıp bir bükme varabilmek için, bu mâhiyette yapılmış çalışmalara öncelikle ihtiyaç vardır. Bu kabîl çalışmaların henüz yeterli olmaması dolayısiyle, Şayb al-Mahmûdî devrini (1412-1421), İktisâdi açıdan, kendisinden önceki alMalik al-Nâşır Farac (1399-1412) ve sonraki al-Malik al-Zâhir Ta tar (1421) ve al-Malik al-Aşraf Barsbây (1422-1437) devirleriyle karşılaştırmak durumunda olmadığımız gibi; yine aynı sebepten dolayı, Şayh al-Mahmûdî devrinin umûmî olarak Mısır Memlükleri (1250-1517) ve münhasıran Çerkeş Memlükleri devrindeki (13821517) yerini ve ehemmiyetini kesin olarak tayin ve tesbit etmek de şimdilik mümkün değildir1. Buna rağmen biz, Şayh al-Mahmûdî dev 1 20 yıl kadar önce, Sultan Barkûk Devri üzerinde değerli bir araştırma (Tekindağ, Dr. M. C. Şehabeddin, Barkûk Devrinde Memluk Sultanlığı. XIV, yüzyil Mısır tarihine dâir araştırmalar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa kültesi Yayınlarından, no: 887. Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, 1961) neşretmiş olan Şehabeddin Tekindağ’m, bu eserinde Barlfûlf devrinin mâlî ve iktisâdı tarihine dâir yazdığı bahis (s. 163-176) istisnâ edilecek olursa, Memlükler devrinde Mısır'ın İktisâdi durumu hakkında neşredilmiş başka Türkçe yazı yoktur. Bu yegâne araştırma da Şayb al-Mahmudî’nin tahta çıkmasından 15 yü kadar önce sona ermektedir. Türkçe’den başka dillerde neşredilmiş araştırmalara gelince, umûmî ola rak Memlükler devri (1250-1517) Mısır'ın İktisâdi durumu üe alâkalı olarak neşredilmiş pek çok araştırma vardır. Ancak bunlar ya çok genel olup Şayb al-Mahmûdî devrinden birkaç satırla bahsetmekte veya meselelerin sadece bir yönüne temas edip, büyük bir kısmını ihmâl etmektedirler. Bunlar arasmda da özellikle Şayb al-Mabmûdî devrini konu edineni yoktur. Doğrudan doğruya konumuz üe alâkalı olmadıkları için, bütün bu neşriyâtın uzun bir listesini vermedik. 154 K  Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N rini siyâsî bakımdan incelerken, muâsır kaynakların mâlî ve İkti sâdi tarih, ile alâkalı pek çok malûmât verdiğini görüp bunları de ğerlendirmek istedik. Şüphesiz bu sultan devrinin İktisâdi tarihini yazmak iddiâsmda değiliz. Ancak bizim için yeni olduğu kadar zor da olan bu çalışmamızın, daha umûmî çalışmalar yapacak olanların işlerini kolaylaştıracağına da inanıyoruz. Hicrî 15 Şavvâl 801 (M. 20 Haziran, 1399) tarihinde, Mısır’daki Çerkeş Memlükleri’nin ilk sultanı olan al-Malik al-Zâhir Barkuk’un ölümü üzerine, oğlu Farac, babasının vasiyeti gereğince, al-Malik al-Nâşır lâkabiyle sultan ilân edilmişti. Yeni sultanın o anda he nüz bülûğa ermemiş bir çocuk olması dolayısiyle devlet idâresinde tecrübesinin bulunmaması, kendisine dostça öğütlerde bu lunup her zorlukta onu sonuna kadar destekleyecek yardımcıları nın olmaması ve önde gelen emirlerin birbirlerine düşmeleri, işini oldukça güçleştirmişti, içeride emirler arasında rekâbetin devâm ettiği bu esnâda Timur2 bir karabasan gibi devletin Sûriye vilâyet lerinin üzerine çökmüş, önce Haleb ve arkasından Dimaşk, tarihle rinde şahidi olmadıkları büyük bir yağma ve tahribâta mâruz kal mışlardı. Bunun arkasmdan H. 806 (1403/4) yılında başgösteren yokluk ve pahalılık bütün Memlûk ülkesini kasıp kavurmuştu. Bu nun neticesinde altın fiatları yükselmiş, İslâmî Sikke bozularak, Hristiyanlarm bastırdığı yabancı paralar günlük muâmelelerde ge çerlilik kazanmıştı3. Bir zamanlar 20 Dirhem olan 1 Mıskal Altını’mn 240 Dirhem’e1 çıkmasına ilâveten fiatlar ve ücretler Fülûs ile 2 Timur’un bu yıllarda Yakın-Doğu’daki faaliyetleri için bk. Yaşar Yücel, «Timur Tarihi Hakkında Araştırmalar», Belleten XL (1976), s a y ı: 158, s. 249 285; aynı müel., «Timur Tarihine Dâir Araştırmalar», Belleten XLII (1978), s a y ı: 166, s. 239-299. 3 Taki al-Dîn Aljmad b. ‘Ali al-Makrîzî, Kitâb al-Sulûk li-Ma’rifat Duval al-Mulûk, neşr. Sa’îd ‘Abd al-Fattâh ‘Aşûr, C. IV, s. 226. 4 al-Makrîzî, al-Sulûk, gösterilen yer. Gümüş veya gümüş alaşımı para demek olan dirhem’in ihtiva ettiği gümüş nisbeti ve ağırlığı devirlere göre de ğişiklikler gösterirken, altın para (Dinar) umûmiyetle ağırlık ve ayar bakım larından istikrarını korumuştur. Burada 20 tanesi 1 Mişkâl Altını’na (dinar) muâdü olarak zikredüen dirhem, al Malik al-Zâhir Baybars (1260-1277) tara fından kestirilen ve 2/3 nisbetinde gümüş ve 1/3 nisbetinde bakır ihtivâ eden dirhemlerdir (bk. William Popper, Egypt and Syria Under the Circassian Sultans, 1382-1468 A.D., Systematic Nbtes to Ibn Taghrî Birdî’s Chronicles of Egypt, University of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1957, M IS IR ’IN M  L İ V E İK T İS  D İ D U R U M U 155 tayin ve tesbit edilerek, o zamana kadar olageldiğinin aksine, Fülûs revaç gören para olmuştu. Öte yandan sulu ziraat için bakım ve onarımı şart olan sed ve kanallar ihmal edilmiş, halk her sene kendisinden toplanan paralarla onlara bakmağa mecbur bırakıl mıştı5. Bu mâlî ve İktisâdi istikrarsızlığa ek olarak, Mısır ve Suriye’de ardı arkası kesilmeyen isyânlar olmuş, bu yüzden Farac sık sık Sûriye’ye seferler yapmağa mecbûr kalmıştı. Bu seferlerden her birin de silâh, erzak, hayvan vb. dışında, sadece para olarak bir milyon Dinar’a yakın para sarfediliyordu. Sûriye’ye varıldığında, ora hal kından da ayrıca para, erzak, hayvan vb. toplanıyor, köyler ve mah suller harap ediliyor ve fakat elle tutulur bir neticeye varılmaksızm geri dönülüyor, arkasından .bir isyân daha çıkıyordu. Hâsılı Fa rac, bütün saltanat müddetini, Yakm-Doğu için umûmî bir felâket getiren Timur olayları istisnâ edilecek olursa, Mısır ve Suriye’de otoritesini tesis etmek için, âsî emirlerle mücâdele ile geçirmiş ve neticede yenik düşerek sadece tahtını değil, aynı zamanda hayatını da kaybetmişti6. Farac’m ölümü ile, onun bütün saltanatı müddetince taht için mücâdele edenlerin başında gelen Şayh al-Mahmûdî’nin önündeki en büyük engel kalkmış oluyordu. Ancak Şayh’ın da saltanatı ele ge çirmesi için bir müddet daha zaman geçecekti. Daha Farac öldürülmeden önce, H. 25 Muharram 815 (M. 7 Ma yıs, 1412) tarihinde, o zamana kadar cereyân eden mücâdeleler ess. 51-55; A. S. Ehrenkreutz, «Contributions to the Knowledge of the Fiscal Administration of Egypt in the Middle Ages», Bulletin of the School of Oriental and African Studies (BSOAS), X VI/3 (1954), s. 502-514; H. Rabi’, The Finan cial System of E g y p t: A.M . 564- 741/ A .D . 1169-1341, Oxford University Press, London, 1972, s. 187.). Bunun ağırlığı yaklaşık olarak 2-975 gr. olup âdeta standartlaşmıştı. Ancak XIV. yüzyılın sonu ve XV. yüzyılın başından itibaren Mısır’da gümüş dirhemler ortadan kaybolmuş ve bunun yerini bakır para (Fiilûs) almıştı. 1 Miskal Altını’nm 240 dirhem’e ulaştığı ibâresinde kastedüen dirhem, Baybars’m kestirdiği dirhem ölçüsündeki dirhem değü, Dirhem Fülûs da denüen bu bakır paradır (bk. Popper, a.g.e., s. 60-64.). 5 al-Makrîzî, al-Sülûk, s. c. IV, 226. 6 Farac, H. 815 yılı Şafar’ın 16’smda (M. 28 Mayıs, 1412) Cumartesi günü Dimaşk Kalesi burçlarmdan birinde katledilmiştir (Badr al-Dîn Mahmûd al-‘Aynî ‘Ils.d al-Cumân fî Tâ’rîh Ahi al-Zamdn, Topkapı Sarayı Müzesi, m . Ahmet Kütüphanesi, nu : 2911/19, s. 241-242; al-Makrîzî, al-Sülûk, s. 223-224.). 156 K  Z IM Y A Ş A R K Ö P R A M A N nâsında müsbet veya menfî hiçbir rol oynamayan ve hele kendisi nin sultan olması hiç de akla gelmeyen Halife al-Musta’în Billâh, Şayi} al-Mahmûdî ve Navrûz al-Hâfızî’nin yekdiğerini kıskanmaları ve birbirlerinden çekinmeleri neticesinde, sultan ilân edilmişti7. Fa kat, herkes biliyordu ki Halîfe’nin sultanlığı geçici idi. Nitekim sul tan ilân edilmesinden 6 ay sonra, Mısır Memlükleri tarihinde bir emsâline daha rastlamadığımız, Halife al-Musta’în Billâh’m salta natı son bulacak ve hakikî kuvveti elinde bulunduran Şayi), bir müddettenberi fiilî olarak deruhte ettiği sultanlığı resmen de ele geçi recektir8. Ancak, onbeş yıldır devâmlı olarak dış ve iç gâilelerle yıp ranmış olan ülkenin yeni sultanmı bekleyen meseleler vardı. Bun ların başında siyâsî rakîblerin bertaraf edilmesi geliyordu. Rakîbler arasında da en tehlikeli ve mühim olanı şüphesiz Sûriye nâibi olan Navrûz al-Hâfızî idi. Bilindiği gibi Navrûz, Halife (Sultan) al-Musta’în Billâh tara fından, daha Dimaşk’ta iken, fevkalâde geniş salâhiyetlerle9, bütün Sûriye eyâletinin başına getirilmişti. Şayk daha Halife (Sultan) alMusta’în Billâh ile Kahire yolunda iken, Navrûz yıllardır isyânlar ve askerî seferler sebebiyle siyâsî ve İktisâdi istikrarı oldukça bo zulmuş olan Sûriye’de bir taraftan otoritesini tesis etmek için as kerî faaliyetlere girişirken, diğer taraftan mâlî tedbirleri de alma ğa başlamıştı. Bunların başında onun Dimaşk’ta gümüş para bas tırması gelir. H. 813 (M. 1410/11) yılında Dimaşk’ta 1 /4 oranında gümüş ve 3/4 oranında bakır ihtivâ eden dirhemler basılmış, ancak bu paranın gümüş nisbeti gittikçe düşürülerek 1/10 a kadar inmiş ti. Buna muvâzî olarak 1 dinar bunlardan 25 adedine muâdil iken 55 adedine muâdil olmuştu. Navrûz H. 815 (M. 1412) yılı Rabi’ alAvval ayında yarı-yarıya gümüş ve bakır ihtivâ eden yeni Dirhem ler kestirdi10. Halife (Sultan) al-Musta’în Billâh adına basılmış ol 7 Halife al-Musta’în Billâh’m sultan ilân edilmesi ve kısa süren saltanatı için bk. al-’Aynî, ‘Ikd, s. 239 v.d.; al-Makrîzî, al-Sülûle, c. IV, s. 214 v.d. 8 Şayt) al-Mahmûdî H. 815 yılı Şa’bân’ın l ’inde (M. 6 Kasım, 1412) sul tan olmuştur (bk. al-’Aynî, ‘Ikd, s. 247; aynı müel. al-Sayf al-Muhannad fî Sirat al-Malik al-Mu’ayyad Say}} al-Mahmûdî, neşr. Fahım Muhammad Şaltût, Kahire, 1967, s. 305; al-Makrîzî, al-Sülûk, c. IV, s. 242.). 9 al-’Aynî, ‘Ilfd., s. 242; al-Makrîzî, al-Sülûk, c. IV, s. 228-229. 10 al-Makrîzî (al-Sülûk, C. IV, s. 232) Navrûz’un hâlis gümüşten Dirhem ler kestirdiği şeklinde bir bilgi daha veriyorsa da buradaki «fızza foâlişa», % 100 M IS IR ’IN M  L Î V E İK T İS  D İ D U R U M U 157 makla birlikte, Navrûz’a izafeten «al-Navrûzî» denilen bu yeni dir hemlerden herbirisi yarım dirhem ağırlığında gümüş ihtivâ etmek te olup, bunlardan 30 adedi 1 dinar’a muâdil olarak kararlaştırıl mıştı. H. 813 yılında kesildiği zaman 1 /4 oranmda gümüş ihtivâ et mekte iken sonradan gümüş nisbeti 1/10 a kadar düşen eski dirhem ler bu al-Navrûzî dirhemlerinin yanında bir müddet daha kullanıl mağa devam ettiyse de, aynı yıhn Şa’bân’mm 4’ünde (9 Kasım, 1412), ayan düşe düşe artık eritildiği zaman içinde hiç gümüş çık maz olan bu dirhemlerin Dimaşk’ta kullanılması yasaklanarak, sa dece al-Navrûzî’lerin kullanılması emredildi. Bununla berâber, halk arasında eskilerden 5 tanesi al-Navrûzî’lerden bir tanesi gibi muâmele görmekte devam etti11. Navrûz, Halife (Sultan) al-Musta’în Billah’ı bertaraf ederek Şayh’m sultan olmasına kadar, Kahire’ye mutî kalmakta devam et ti. Ancak en büyük rakibinin sultan olması onun kabul edemeyeceği bir şeydi. Diğer taraftan Şayh de Dimaşk nâibliğinden tahta yükse len birisi olarak, her devirde Kahire için birinci derecede kaygı kay nağı olan Sûriye’ye kayıtsız-şartsız hâkim olması gerektiğini her kesten iyi biliyordu. Bu sebeplerle rakîbler nihâî bir hesaplaşma için hazırlandılar. Neticede Şayh galip gelerek Navrûz gailesini de ber taraf etti12. Şayh al-Mahmûdî’nin Sultan olduktan sonra yaptığı ilk mâlî icraat, Mısır’da yaşayan gayri-müslim teb’adan (Hristiyan ve Ya hudi) toptan almagelmekte olan Cizye’nin, devletin gelirini arttır mak için, herkesin durumuna göre zenginlerden 4, orta hallilerden saf gümüşten Dirhem’i ifâde etmekten daha çok, H. 813 yılında darbedümiş olan dirhemlere nazaran daha fazla nisbette gümüş ihtivâ etmesinden dolayı kullanümış olmalıdır (bk. Popper, a.g.e., s. 55-56). Nitekim al-Makrîzî’nin başka bir kaydı da (al-Sülûk, C. IV, s.245) bunu destekler mâhiyettedir. 11 al-Makrîzî, al-SülûTc, C. IV, s. 245. 12 Kaynaklarımız Navrûz al-Hâfızî’nin ölüm tarihini farklı olarak ver mektedirler. al-Makrîzî (al-Sülûk, C. IV, s. 283), ve ondan naklen îbn Tagrı Birdî (al-Nucûm dl-Zâhira fî Mulûk Mışr ve al-Kahira, neşr. al-Duktûr Camâl Muhammad Muharrız-al-Ustâz Fahîm Muhammad Şaltût, C. XTV, Kahire, 1972, s. 21) H. 817 Rabî’ al-Ahır’m 21’i günü (M. 10 Temmuz, 1414); al-’Aynı (‘Ikd., s. 264; al-Sayf., s. 327) aynı ayın 17’nci günü olarak vermekte; îbn Hacar, (Iribâ’ al-Ğumrbi-Abnâ’ al-’ TJmr, neşr. Haşan al-Habaşî, C. HE, s. 36) gün belirtmemektedir. 158 K  Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N 2 ve fakirlerden l ’er dinar13 olmak üzere, şahıslardan ayrı ayrı alın masını emretmesi ve böylece bir önceki yıl ancak 1500 dinar olarak alınmış olan Cizye’nin 10.000 dinar’a ulaşmasıdır14. al-Mu’ayyad, bir taraftan Cizye’yi arttırarak hâzineyi zengin leştirirken diğer taraftan şahsî servetini arttıracak fırsatları da de ğerlendiriyordu. H. 815 (1412) yılında, Mısır’da biber fiatları olduk ça artmıştı. Müslüman tüccarlar mal almak için İskenderiye’ye ge len Avrupa’lı tâcirlerden, her bir yük bibere önce 240 dinar istemiş ler, Avrupa’lılar bu fiattan mal almayınca bunu 220 dinar’a düşür müşler ve fakat onlar bu fiatı da fazla bularak, mal almadan geri dönmüşlerdi15. Asrın başlarında bir yükü 60 dinar civarında iken, yavaş da olsa bir artış göstermesine rağmen yine de düşük kalan biber fiatlarmm birden yükselmesi üzerine16 Sultan’m harekete geç tiğini ve H. 816 (M. 1413/14) yılında, tüccardan Şayh ‘Ali al-Gaylânî’yi 5000 dinarla Mekke’ye kendi adma biber almaya gönderdiği ni görüyoruz. Yemen hâkimi bu yıl Mekke’ye pek bol biber gönder miş ve biberi götüren adamına da Şayh ‘Ali’nin vereceği fiatı kabul etmesini emretmişti. Şayh ‘Ali ise bu biberin herbir yüküne 25 di nar fiat biçerek al-Mu’ayyad adma çoğunu satın almış; 5 bin dinar lık bu biber Kahire’ye getirilince 12.000 dinar’a satılmıştı17. al-Mu’ayyad Şayh, Navrûz al-Hâfızî’yi yenerek Sûriye işlerini düzenledikten sonra Kahire’ye döndüğünde, onunla bu sefere katıl mış olan askerleri yanlarında bol miktarda gümüş para getirmiş lerdi. Bu sebepten H. 817 yılı Ramazân ayında (M. Kasım/Aralık, 1414), 30 yıldan fazla bir zamandır âdeta unutulmuş olan gümüş para Kahire’de tekrar görülmeğe başlandı18. Askerlerin berâberlerinde getirdikleri gümüş paralar iki çeşit olup, bunlardan bir nev’i daha önce Navrûz tarafından bastırıldığım söylediğimiz al-Navrûzî dirhemleri, diğeri ise hâlis gümüşten Venedik dirhemleri idi. Vene- 13 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s .247. 14 al-’Aynî, ‘Ikd., s. 248. 15 Ibn Hacar, Inbâ’ C. n , s. 521. 16 Bk. E. Ashtor, «Spice Prices in the Near East in the 15 th Century», Journal of the Royal Asictic Society of Great Britain and Ireland, 1976, s. 28, tablo : I. 17 Ibn Hacar, Inbâ’ , C- H, s. 521. 18 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 287-288; Ibn Hacar, Inbâ’ , C. m , s. 38. M IS IR ’IN M  L Î V E ÎK T ÎS  D Î D U R U M U 159 dik dirhemlerinden herbirisi yarım dirhem gümüşten olup 12 df.’a muâdil sayılmakta idi19. Şayh, Venedik ve al-Navrûzî dirhemlerinin Kahire’de çok bü yük rağbet görmesi üzerine20 kendi adına gümüş para basılmasını emretti21. Onun bu emri gereğince hemen işe girişildi ve H. 818 yı lı Şafar ayında (M. 1115, Nisan) al-Mu’ayyadî dirhemlerinin kesil mesine başlandı22. Fakat al-Mu’ayyad Şayh’m amacı sadece gümüş para bastırmak değildi. O, al-Nâşır Farac devrinde darbettirilmiş olan al-Nâşırî dinarlarını toplatıp bunlardan yeni dinarlar bastır mak da istiyordu. Bu sıralarda Mısır’da tedavülde üç nev’i altın para vardı : Birincisi an’anevî dinar idi. Ağırlığı ve ayarı düşük diğer di narlardan ayırdetmek için buna Mışrî, Mişkâl, Mahtûm, Maşkûk, Herce vb. adlar da veriliyordu. Bunlar hilesiz İslâm altını olup, bir yüzünde «Kelime-i Şehadet» diğer yüzünde bastıran sultanın adı, basıldığı şehir (Kahire, İskenderiye veya Dimaşk) ve tarih yazılı olup, 7 tanesi 10 dirhem (1 dirhem = 3.186 gr.) ağırlığında idi23. İkinci nev’i altın para al-Ifrantî, al-Iflürî, al-Bundükî veya alDuka denilen ve Frenk ülkelerinden getirilen para idi. Bunların bir yüzünde kendi yazıları ve dâire içerisinde bir insan resmi, diğer yü zünde ise yine bir dâire içinde iki resim bulunuyordu. Bundan do layı al-Muşaü&aş (resimli) da denilen ve eskiden Mısır’da kullanıl mayan bu para H. 793 (M. 1388) yılında ortaya çıkarak revaç gör meğe başlamış ve o zamandanberi çoğalmıştı. Bunlardan her 100 ta nesinin ağırlığı 811 miskal (1 miskal = 4.25 gr.) idi. Fakat insan lar kazıyarak bunları hafiflettikleri için 100 tanesinin ağırlığı 7 8 .1/3 ' miskale inmişti24. Bazıları da bunu takliden paralar bastırıyorlar ve muâmelede kullanıyorlardı. Bu yüzden anlaşmazlıklar da çıkıyordu. Üçüncü çeşit altın para ise al-Nâşır Farac’m bastırdığı altın para idi. Bunun ağırlığı 19/24 kırat olup25, an’anevî (1 miskal ağır lığındaki) dinardan hafif olarak basılan ilk altın paradır26. 19 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 288. 20 İbn Hacar, İribâ’, C. m , s. 38; al-Malsrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 289. 21 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 288, 306; İbn Hacar, înbâ’, C. m , s. 38, 54. 22 » », s. 304; ibn Ilacar, Inbâ’, C. m , s. 54. 23 » », s. 304-305. 24 » » , - » • » 25 » », s. 306. 26 Popper, a.g.e., s. 48-49. 160 K  Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N Fülûs’a gelince : Bakır’dan kesilen bu para al-Zâhir Barkûk’un son zamanlarında tamamen gümüş paranın yerini almış, fiatların ve ücretlerin tesbit edildiği rayiç para olmuştu27. Önceleri bir ta nesi bir dirhem ağırlığında iken, sonradan ağırlık düşmüş ve buna muvâzi olarak sayı ile değil, tartı ile muâmele görmeğe başlamıştı. Tik basıldığı zaman her biri 1 dirhem ağırlığında olduğu için Dir hem Fülûs (df.) da denilen bu para, ağırlık standardını kaybetme sine rağmen aynı adla (Dirhem Fülûs) anılmağa devam etmiştir. Ancak bu tâbir (df.) sonraları artık 1 dirhem ağırlığında bakır pa rayı ifâde etmek yerine, farazi bir para birimini ifâde eder olmuş tur28. Fülûs’un çok bol olması ve taşınmasının güçlüğü yüzünden altın fiyatı yükselmişti29. al-Mu'ayyad Şayb, yapmayı düşündüğü para reformu hakkında görüşlerini almak için kadıları ve emirleri toplayarak onları önce al-Nâşırî dinarını iptal edip, bunlardan an’anevî dinarlar bastırmak istediğini söyledi. Şâfi’î başkadısı Calâl al-Dîn al-Bulkînî’nin kârlı bir iş olmayacağı gerekçesiyle buna karşı çıkması üzerine, Sultan bu meseleyi ona havâle etti30. îşi bir sonuca bağlamak amaciyle, H. 818 yılı Şafar’in 24’ünde (M. 3 Haziran, 1415) Cumartesi günü sar raflar ve ileri gelen tüccarlar Başkadı Calâl al-Dîn ile birlikte top landılar. Bu toplantıda 1 miskal ağırlığındaki altın paranın (dinar) 250 df., al-Ifrantî’nin 230 df. olması; al-Nâşırî dinarlarının bir mis kal ağırlığında olanlarının 250 df. olması ve hafif olanlarının ise tartılarak ağırlığına göre muâmele görmesi kararlaştırıldı. Bu toplantıda ayrıca yeni darbedilen al-Mu’ayyadî dirhemleri nin fiatları da tesbit edildi. Bütünlerinin 18 df. olması, bunun i , i ve 1/8 ağırlığında olanlarının da basılıp, büyüklüklerine göre 9 df., 4,5 df. vb. muâmele görmesi kararlaştırıldı. al-Mu’ayyadî dirhem lerinden en çok basılanı yarımlardı31. 27 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV,s. 306. 28 Popper, a.g.e., s. 60-64. 29 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 306. 30 Sultan, al-Nâşırî Dinarlarını kaldırmayı kafasma koyduğu için Şâfi’î başkadısınm bu cevabını beğenmemiş ve kendisinin sahibolduğu al-Nâsirîlerin eritilerek bunlardan standart dinar basılmasını emretmişti. Ancak Sultan bu işten 7000 dinar zarar ettiğini söylemişti (bk. tbn Hacar, hibâ’, C. HE, s. 54; al-‘Aynî, ‘Ikd-, s. 271). 31 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 307. M IS IR ’IN M  L Î V E İK T İS  D I D U R U M U 161 30 yıldanberi tedâvülden kalkmış olan gümüş paranın yeniden piyasaya sürülerek, eskidenberi olageldiği üzere, paranın tabiî şek li olan altm-gümüş esâsma bağlanması herkes tarafından sevinçle karşılandı32. Ancak, Sultan’ın yeni al-Mu’ayyadî dirhemleri kestir mesi için, hiç kimsenin başkasına gümüş satmaması, elinde külçe gümüş, kap-kacak ne varsa herkesin getirerek dirhemi 15 df. üze rinden Sultan’a satması emredildi33. Keza al-Navrûzî ve Venedik dirhemleri de toplanarak, bunlardan her bir d irh em in e 15 df. öde necek ve toplanan bu dirhemler de eritilerek yeni al-Mu’ayyadî’ler basılacaktı34. Buna rağmen, Venedik D irh em le rinin 5/8 dirhem ağır lığında olanlarının 12 df., daha hafif olanlarının ise bir dirhem ağır lığı 15 df. üzerinden hesap edilerek sarf edilmesinin ilân edildiğini görüyoruz35. Altın ve gümüş fiatları böylece kararlaştırıldıktan sonra, yeni basılan al-Mu’ayyadî dinar ve dirhemleri, Kahire’deki darphaneden Kal’a’ya taşınarak şarkı ve türkülerle karşılandı. Yukarıda karar laştırılan miktarlar üzerinden muâmele göreceği ilân edildi. Ancak bu pek çok insanm da zarar görmesine sebep olmuştu. Çünkü alNâşırî dinarları da toplanarak darphaneye götürülüyor ve orada eri tilerek al-Mu’ayyadî dinarları basılıyordu. al-Nâşırî’lerin sahipleri ne kalitesi iyi olanlara 180 df. üzerinden karşılıkları ödeniyor, ka litesi düşük olanlara ise daha ucuz bir tarife tatbik ediliyordu36. H. 818 yılı Cumâda’l-Ulâ ayında (M. 1415, Temmuz) al-Nâşırî di narı ile muâmele yasaklandı. Ancak bütün yasaklamalara rağmen al-Nâşırîlerin kullanılmasına devam edilmesi üzerine, bu parayı üze rinde bulunduran veya alış-verişte kullananların ellerinde eritileceği ilân edildi37. Sultan kur ayarlamaları ile piyasaya müdâhale edip, paraya bir çeki düzen vermeğe çalışırken, H. 818 (M. 1415) yılında Mısır’ı bü yük bir1pahalılığın kasıp-kavurduğunu görüyoruz. Kasmaklarımız dan çıkardığımız fiat listelerinde de görüleceği üzere, bu yılın ba şında oldukça ucuz olan hububât fiatları, yıl sonuna doğru çok art32 33 34 35 36 37 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 307. » »,. », ■», » », s. 308» », s. 311. » », s. 312. » », s. 318. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 11 162 K  Z IM T A Ş A R K O P R A M A N misti Başta kuraklık olmak üzere, farelerin tahribatı ve Arap aşi retlerinin fitne-fesâdı yüzünden yapılan askerî hareketler netice sinde mahsul zayi olarak verim düşmüş; buna idarecilerin kötü ted bîri ve çıkarcıların daha fiatlı satmak için ellerindeki malı satma maları da eklenince, durum çok vahimleşerek ekmek bulunmaz ol muş, halk fırınların önünde kalabalıklar halinde toplanmağa başla mıştı38. Hubûbat fiatlarınm astronomik rakamlara ulaştığı bu pa halılık ve kıtlık sürerken müverrih al-'Aynî Kahire Muhtesipliği gö revini yüklenmiş ve pek çok zahmet ve meşakkat çekmiş idi39. Bu pahalılık ve kıtlık günlerinde al-Mu’ayyad Şayh Kahire’deki cami, medrese ve zâviyelerdeki görevlilerle buralarda barınanlara pek çok para dağıtmıştı40. Ancak bu, umûmî yokluk ve pahalılık karşısında pek büyük birşey ifâde edemezdi. Tahmin edileceği gibi, bunun ar kasından başka bir felâket, ölümler, gelmiş ve Kahire’de içine hü zün girmeyen hâne kalmamıştı41. Kıtlık, pahalılık ve ölümlerin ülkeyi kasıp-kavurduğu bu H. 818-819 (M. 1415-1416) yılarında Sultan al-Mu’ayyad Şayh yeni TTülûş kestirmeğe karar verdi. Bu yüzden Divân al-Mufrad’den maaşlı olan emirler, memlükîer ve diğerlerinin nafakaları sadece al-Mu’ayyadî dirhemi ile verildi. Fülûs’un toplanacağı, Sa’îd’den ge tirilen buğdayı satın-alan herkesten eski Fülûs’tan başka hiçbir pa ra kabul edilmeyeceği ilân edildi42. Bu yüzden Fülûs darlığı hissedil meğe başlandı. Diğer taraftan sarraf ve tüccarlara altın fiatlarım yükseltmeleri ve resmî fiatlara uymamaları dolayısiyle baskı yapı lıyordu. al-Mu’ayyad Şayh altın ve gümüş fiatlarınm, üstadı alZâhir Barkûk devrindeki seviyeye indirmek için, devamlı olarak dü şürülmesini emrediyordu43. Cedvelimizde de görüleceği üzere, H. 819 (M. 1416) yılında, biri resmî ve diğeri piyasa fiatı olmak üzere, iki 38 al-Malfrîzî, al-Sülûk, s. 330-336; İbn Hacar, Iribâ’, C. m , s. 69-71. 39 al-‘ Aynî’nin muhtesipliği, Mısır’da hüküm sürmekte olan pahalılık, kendisinin faaliyetleri ve muhtesiplikten azli hakkında bk. 'Ikd., s. 284-286. 40 al-Malcrîzî, al-Sülûk, C. TV, s. 342; al-‘Aynî, ‘Ikd., s. 284; İbn IJacar, Iribâ‘, C. m , s. 55. 41 al-Makrîzî, al-Sülûk, s. 348-349; al-‘Aynî, ‘Ikd., s. 287; ibn Hacar, Iribâ1 s. 87. 42 al-Malpnzî, al-Sülûk, C. IV, s. 350. 43 İbn Hacar, Iribâ’, C. m , s. 91; al-Makrîzî, al-Sülük, C. IV, s. 349350, 354-355, 360-363; al-‘Aynî, ‘İkd., s. 290. M IS IR ’IN M  L Î V E İK T İS A D Î D U R U M U 163 türlü altın fiatı ortaya çıkmıştı. Bu yüzden sarraflar toplanarak Kal’a’ya çıkarıldılar ve emredilen fiatlara41 uymaları, aksi halde asılacakları ile tehdit edilerek salıverildiler. Resmî fiatlar, esnaf ve tüccar herkesin zararına olup, büyük bir memnuniyetsizlik yarat mıştı48. Ancak piyasa kendi şartlarım kabul ettirmekte gecikmedi. Bir ay sonra, dinar 270 df., al-Ifrantî 252 df. olarak kararlaştırılıp; al-Nâşırî’lerin muamelede kullanılmaması, 1 dinar’m 30 al-Mu’ayyadî dirhemi ve 1 al-Ifrantînin de 28 al-Muayyadî dirhemi olduğu ilân edildi46. Ne var ki, paraya dışarıdan yapılan müdâhaleler son bulmadı. H. 819 yılı ortalarına doğru47 i al-Mu’ayyadî’nin 8 df., 1 rıtl Fülûs’un da 5,5 df. olduğu, altının ucuzlatılarak dinarın 250 df., al-Ifrantî’nin 230 df. yapılması ve al-Nâşırî dinarlarının kullanılmaması emre dildi48. İbn Hacar’e göre altının ucuzlatılmasının sebebi gümüş’ün çoğalması idi; ancak Fülûs’un ucuzlatılmasının sebebini anlamak mümkün değildi. 1 Rıtlı 6 df. iken bile ucuz olan Fülûs’iın 5,5 df .’a indirilmesi, daha da ucuzlatılmasının yanısıra, hesap bilmeyen biri si için bununla yapılan alış-verişi de iyice zor bir hâle getirmişti49. Nitekim, sadece alış-veriş yaparken hesap edilmesinin zorluğu değil, fiatmın ucuz olması sebebiyle de, halk ve esnafın zarardan doğan şikâyetleri ağır basmış olmalıdır ki, H. 820 Muharram (M. 1417, Şubat) başlarında, Fülûs’un eskiden olduğu gibi 1 rıtlının 6 df. olduğu ilân edilirken, gümüş ve altın fiatları bir önceki yılda yapılan düzenlemede kararlaştırıldığı gibi kaldı. Fülûs’un eski du rumuna döndürülmesi halkı memnun etti ise de, bu karardan pek. çok zarar edenler de oldu50. Yine bu ayda, Sultan her biri 5 ve 10’ar miskal ağırlığında di narlar kestirdi. Daha önce Yelboğa al-Sâlimî de bu büyüklükte di narlar, basmış; ancak sonradan iptal edilmişti. al-Mu’ayyad Şayb, memlüklere nafakalarını dağıtırken bu dinarlardan da vermiş idi. 44 Dinar, 250 df., al-Ifrantî, 230 df. al-Nâşırî ile muamele, yasaklanmıştı (bk. al-Makrîzî, al-Sülûk, s. 356). 45 al-Makrizî, al-Sülûk, C. IV, s. 356. 46 » » s. 360. 47 bk. al-Malfrîzî, al-Sülûk, s. 363; Ibn Hacar, tnbâ’, C. m , s. 101. 48 » », »; Ibn Hacar, İribâ’, C. m , s. 100. 49 İbn Hacar, Inba’, C. HE, s. 100. 50 al-Malfrîzî, al Sülük, C. IV, s .381. 164 K  Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N Fakat bunları bozacak sarraf bulunamıyordu. Bu yüzden aşırı de recede zengin olanların dışında hiç kimsenin istifade edemediği bu para da şikâyetlerin artması üzerine iptal edildi51. Şafar ayında (Mart/Nisan, 1417) Ustadâr Fabr al-Dîn vergi toplamak için al-Vach al-Bahrî tarafına gitmişti. Mısır’da vergiler, Memlükler devrinde, umûmiyetle al-Şa’îd’den aynî ve al-Vach alBahrî’den nakdî olarak toplamyordu. Fahr al-Dîn bu yılki vergiyi sadece altm olarak topladığı için, altın fiatı sun’î olarak yükseldi ve 1 dinar 260 df.’a ulaştı52 Sultan’m Dimaşk nâibi Akbây’m is yanı dolayısiyle Sûriye’de seferde bulunduğu bu yıl içinde, müver rih al-Makrîzî’nin Mısır’daki idarecilerin halka karşı olan tutum ve davranışları hakkında yazdıklarının53, yalnız al-Malik al-Mu’ayyad Şayb devri için değil, bütün Memlükler devri için de doğru ola bileceğini kabul edebiliriz. Sultan’m altm ve gümüş fiatlarını aşağı seviyede tutmak için devamlı olarak sarraf ve tüccarlara baskı yaptığı bu devirde, yük sek dereceli görevlilerin bu fiatları artırıcı hatalı davranışları yü zünden ortaya çıkan zararı yine halk çekiyordu. Bu meyânda H. 820 yılı Cumâda’l-Ulâ (M. 1417, Haziran) ayında yapılan müdâhale yi gösterebiliriz. Bu ayda, 280 df. a yükselmiş olan dinar 250 df. a, 260 df. a yükselmiş olan al-Ifrantî 230 df. a indirilmiş ve al-Nâşırî dinarı üe muâmele yapılmaması emredilmişti. Bu karar toplumun her kesiminde umûmî bir memnûniyetsizlik yaratmış, ahş-veriş âdetâ durmuştu54. Ancak bu karar da 6 ay tatbik edilebilmiş, yılın so nuna doğru para fiatları yeniden ayarlanmıştı. Bu yeni karara göre ise an’anevî dinar 280 df., al-Ifrantî 260 df. üzerinden muâmele gö recek, i al-Mu’ayyadî dirhemi 9 df. olacaktı; bu ise 1,5 rıtl Fülûs de mekti55. Daha önce zikrettiğimiz gibi, al-Mu’ayyad Şayb yeni Fülûs darbettirmek istiyordu. O, bu arzusunu tahakkuk ettirmek için, Üstadâr Fabr al-Dîn’e 100.000 dinar, Vezir Ârğunşâh’a 50.000 dinar ve Nâzır al-Uâş Badr al-Dîn’e de 50.000 dinar vererek, bunların karşı sı al-‘Aynî, ‘îkd., s. 296; îbn Hacar, înbâ’, C. m, s. 125; al-Makrîzî, al-Sülûlf, C. IV, s. 382. 52 al-Makrîzî, al-Sülük, C. IV, s. 385. - 53 al-Makrîzî, al-Sülük, C. IV, s. 388-394. 54 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 396-397. 55 » », s. 427; Ibn Racar, înbâ’ înbâ’, C. m , s. 143. M ISIR’IN M  LÎ VE İK TİSA D Î DURUMÜ 165 lığında, eritilerek yeni al-Mu’ayyadî Fülûs’u bastırmak için, eski Fülûs satın almalarını emretti. Onlar bu dinarları dağıttılar ve ber bir dinar karşılığında 260 df. talep ettiler. Ayrıca Fülûs’u olan her kesin Sultan’m Divân’ma getirip teslim etmesi, onu başka yerlere götürecek olanların cezalandırılacakları ilân edildi56. Bu sebepten H. 821 yılı Şafar (M. 1418, Mart) ayı girdiği zaman mevcut Fülûs’un toplanması sebebiyle insanlar dara düşmüşlerdi57. Hattâ öyle ki, al-Mahalla ahâlisi kendilerinden altın karşılığında Fülûs topla mak için gelen vâliyi taşlamışlardı. Günkü vâli, oradaki halka altm para dağıtarak, her bir al-Ifrantî karşılığında 210 df. üzerinden Fü lûs getirmelerini emretmiş, Fülûs az olduğu için 1 dinar 170 df. a kadar düşmüştü. Ancak, halkın vâliyi taşlaması da kâr etmemiş, başlarına büyük belâlar gelmişti58. Diğer taraftan, aynı ayda Sultan altm ve gümüş fiatlarına ye niden müdâhale ederek, 280 df. a çıkmış olan dinarı önce 250 df. a ve bir hafta sonra da 230 df. a; keza 260 df. a çıkmış olan al-Ifrantî’yi önce 230 df. ve arkasından 210 df. a indirip i al-Mu’ayyadî dir hemini de 7 df. a indirdi. Bu karar yüzünden Mısır’da zarara uğra mayan kimse kalmadı. Herkes üzülüp ileri-geri konuşmağa başladı. Fakat Sultan bunlara hiç iltifat etmeyerek fiatlar kararlaştırıldığı üzere devam etti59. Bu karardan bir gün sonra, sarraf, tüccar ve es naf toplanarak kendilerine altm ve gümüş fiatlarındaki indirim nisbetinde fiatlarda indirim yapmaları emredildi. Bundan çok zarara uğramalarına rağmen, onlar kendilerine emredilen bu şeyi kerhen de olsa kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Mamafih biz, bu ka rara pek uyulmaması yüzünden esnafa baskılar yapıldığını da gö rüyoruz60. Nitekim H. 821 yılı Rabi‘ al-A w al ayının ortasında (M. 22 Nisan, 1418), Davadâr Çakmâk’m emri ile tüccar ve esnaf topla narak Kal’a’ya götürüldüler. Çakmak onlara alışverişte kullanılacak tek paranın al-Mu’ayyadî dirhemi olduğunu, bunun dışında altm ve Fülûs ile muâmele edilmemesini, bütün fiatların ve ücretlerin alMu’ayyadî dirhemi ile tesbit ve ilân edilmesini, satılacak eşyalara %2 den fazla kâr konmamasını emredip, bunlara karşı gelecek olan 56 57 58 59 60 al-Makrîzî, al-Sülük, s. 427-428; îbn Hacar, Inbâ’ C. m , s. 143. » », s. 436. » », s. 438. » >>, s. 437; Ibn Hacar, îribâ’, C. UT, s. 157. » s. 438. K ZIM Y A Ş A R KOPRAM AN 166 ları doğacak kötü sonuçlarla korkuttu. Ertesi günü Kahire’nin çe şitli semtlerinde bu karar mûnâdilerle halka da duyuruldu. O gün den itibaren eşya fiatlannın Fülûs ile yapılan tesbît ve ilânı iptal edildi. Aynı gün i al-Mu’ayyadî dirheminin 7 df. ve 1 dinarın eskisi gibi 210 df. olduğu ilân edildi. Ancak eski borç ve alacaklarda, em lâk ücretlerinde ve hizmetçilerin maaşlarında i al-Mu’ayyadî dir hemi eskisi gibi 9 df. üzerinden hesaplanacaktı. Böylece fiatların alMu’ayyadî ile ilân edildiğinden daha yüksek olduğu da resmen ka bul edilmiş oluyordu61. Bir taraftan Fülûs’un az bulunması, diğer taraftan al-Mu’ayyadî dirheminin değerinden eksik olarak tesbit ve ilânı günlük hayatı etkilemiş, insanlar dara düşmüşlerdi. Aynı yılın Şa’bân ayında (M. 1418, Eylül) ağırlıkta ve değerde eksik olan al-Ifrantî ile alış-veriş yapılmaması ilân edildi. Ellerin de nâkıs al-İfrantî olanlar bunları darphaneye getirecekler ve ek sik olan kadar indirilerek kendilerine karşılığı ödenecek idi. Bunun sebebi, daha önce de zikretmiş olduğumuz gibi, sarraflar ve tüc carlar tarafından çok tutulan bu paranın kazınarak ağırlıklarının eksiltilmesiydi. Bir müddet buna uyuldu ise de az sonra işler yine eski hâline döndü62. Bu yılın sonunda, Nil’in alçalmasına bağlı olarak fiatlar arttı. İnsanlar ekmek için fırınların önünde toplanmağa başladılar. Bir kaç gün içinde ekmek bulunmaz oldu ve hububât fiatları, listemizde de görüleceği üzere, oldukça yükseldi. Kezâ fiatı artmamasına rağ men kuzu eti de bulunmaz olmuştu63. H. 822 yılı Şafar (M. 1419, Mart) aymda Kahire’de taûn (veba) başgösterip, gittikçe şiddetlendi. Sadece Kahire’de bir günde ölen lerin sayısı 300’e yaklaştı. Pek çok köy boşaldı. Bunun üzerine üç gün oruç tutulup, taûnun kalkması için, Kahire dışma çıkılarak top luca namaz kılındı. Sultan da bizzat halkın arasına katılarak duâ etti. Kurbanlar kesip sadakalar dağıttı64. Taûnun başladığı Şafar ayının 20’sinden Rabi‘ al-Aljır’m sonuna kadar, Kahire’de 10.000 ka dar insan ölmüştü65. Şa’bân. aymda (M. 1419, Ağustos/Eylül) Nil’in 61 62 63 64 65 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 440. », s. 455. » » », s. 469-470. ■» », s. 486-489; Ibn Racar, » », s. 492. M ISIR’IN M  LÎ VE İK TİSA D Î DURUMU 167 suyunun birden azalması sebebiyle fiatlar yeniden yükseldi. Ayrı ca mahsulün az alınması, Nil üzerinde eşkiyânm kol gezip hububat vb. yüklü gemileri zaptetmeleri; Hicaz’daki pahalılık sebebiyle hu bubatın oraya götürülmesi; idârecilerin kötü tutumları ve yüksek fiatla satmak için hububatı depo etmeleri gibi sebepler de fiatlar üzerinde müessir olmuştu66. Hicaz’daki fiatlar ise Kahire’dekilerle mukâyese bile edilemezdi. Gerçekten bu yıl Hicaz’da aşırı derecede kıtlık ve pahalılık olmuş, yenecek kedi ve, köpek kalmadığı için, ye nilmekten korkan insanların Mekke dışına çıkamadıkları haberi Kahire’ye ulaşmıştı67. Zü’l-Ka’da (Kasım/Aralık) aymda hububât fiatlan daha da art tı (bk. Cedveller.). Bunun sebebi sonbahar yağmurları yağmadığı için ekili mahsulün tane tutmaması, haşaratın mahsulü tahrip et mesi vb. idi. İhı yüzden çarşılarda alış-verişler durgun olup, gelir az, şikâyet çok ve hâlinden memnun olan hiç kimse yok idi68. H. 823 yılı Rabî’al-Ahır (M. 1420, Nisan/Mayıs) aymda, yıllar dır hastalık çeken ve son zamanlarda ağrıları iyice şiddetlenmiş olan Sultan Kahire’de satılan meyvelerden almagelmekte olan mey ve vergisi’ni iptal etti. Bununla ilgili karar al-Mu’ayyad Şayb’m yap tırdığı câmiin kapısına yazıldı69. . . . H. 824 (M. 421) yılı başında dinar 230 df., al-Ifrantî 210 df. idi. al-Mu’ayyadî dirhemlerine gelince : Her bir i al-Mu’ayyadî dirhemi 7 df. olup bol miktarda bulunuyordu. Fakat bazı bozguncular bu alMu’ayyadî’leri kazıyarak, ağırlığını bozup telef ediyorlar; bu yap tıkları yetmezmiş gibi, çok az miktarda gümüş ihtivâ eden, sahte alMu’ayyadî’ler basıyorlardı. Fülûs’un herbir rıtlı 6 df. üzerinden muâmele görmekte idiyse de o da bozulmuştu. Kırık demir çiviler den, eskimiş nallardan ve benzeri eşyalar ile bakır ve kurşun par çalarından kesilen pek çok Fiilûs iie karıştırılır olmuştu. Öyle ki, bir kantar Fülûs içinde ancak i nisbetinde hakikî Fülûs bulunup, geri kalanı kurşun, demir vb. idi79, ileri gelen emirler ve memlûkler hasta olan Sultan’m her an ölüm haberini bekliyorlardı. Kezâ Ka hire ahalisi de endişe ile bu ölümü bekliyordu. Onların endîşesi ise 66 al-Makrîzî,. al-Sülûk, C. IV, s. 503. 67 » », s. 509. 68 » », s. 510-511. 69 » », s. 527. 70 » », s. 548-559. İ68 K  Z IM ya şa r köpram a N Sultan’m ölümünden sonra çıkabilecek karışıklıkdan kaynaklanıyor du. Öte yandan bozguncuların faaliyeti artmış, yol kesiciler çoğal mıştı. Çarşılarda işler kesat olup, tüccarın elindeki mal satılmıyor du. Alış-veriş durmuş, memnûniyetsizlik yaygınlaşmıştı. îdâreciler ise zulüm ve tahakkümlerinde berdevâm idiler. Derken H. 824 yılı Muharram’m 8’inde (M .-13 Ocak, 1421)71 Pazartesi günü al-Malik al-Mu’ayyad gayb al-Mahmûdî vefat etti. Böylece Mısır’da yeni bir siyâsî bunalım devri başlamış oluyordu. Görüldüğü üzere, al-Mu’ayyad Şayb al-Mahmûdî devrinde Mı sır’da oldukça tutarsız ve istikrarsız bir mâlî poütika takip edilmiş tir. Bizzat Sultan’m emri ile paraya yapılan müdâhaleler piyasa şartlarına uygun olmayıp, bir zarûrete dayanmaktan daha çok, Şayh’in çok takdir ettiği ve âdetâ devrini ideal olarak görüp, sade ce mâlî bakımdan değil askerî, idârî ve siyâsî bakımlardan da ihyâ etmek istediği al-Zâhir Barkûk devrine duyduğu özlemin tesiriyle hissî olmuş ve ümit edilen neticeyi vermemiştir. Buna rağmen zorla da olsa fiatlarm artmasına mâni olunmuştur. Tabiî ve coğrafî şart ların umumiyetle hâkim olduğu ziraî ekonomi, aynı zamanda içti mâi hayata da tesir etmiş, kıtlık yıllarım hastalıklar ve ölümler takip etmiştir. Halkın gelirini yükseltici ve geçim şartlarını kolay laştırıcı tedbirler almaktan daha çok, fevkalâde yüksek olan harca malara kaynak bulmanm çareleri aranmış ve malesef halk ezilmiş tir. Bunu muâsır müelliflerin eserlerinde açıkça görmek mümkün dür. Ancak, burada Şayb’ın câmi, medrese ve hastahane yapımı gibi imar faaliyetleri ile kıtlık ve pahahhk yıllarında ihtiyaç sa hiplerine yaptığı yardımları da onun lehine zikretmemiz gerekmek tedir. Makalemizin bundan sonraki kısmında, al-Malik al-Mu’ayyad Şayb al-Mahmûdî devrinin mâlî ve ekonomik durumu hakkında, bazıları henüz yazma hâlinde bulunan72 muâsır kaynakların verdiği bilgileri cedveller hâlinde düzenleyip, bunları topluca gözler önüne sererek, böylece okuyucuya kaynakları mukâyese etmek imkânını da vermek istedik. Görüleceği üzere bu cedvellerin düzenlenmesinde sadece al-’Aynî 71 al-‘Aynî, ‘llfd., s. 341. 72 Meselâ al-'Aynî’nin «Ilfd, ol-Cumdn fî Td’rîh Ahi al-Zamdn» adındaki dev eseri. M ISIR’IN M  LÎ VE İK TİSA D Î DURUMU 169 ve al-Makrîzî’nin verdiği bilgilerden fa.ydala.nı1mıgtır. Bizim bu iki sini seçmemiz sebepsiz değildir. Memlûk tarihinin bilhassa bu yıllarıyla uğraşanlar çok iyi bi lirler ki, zamanlarında da olduğu gibi, bu devrin iki büyük tarihçisi al-’Aynî ve al-Makrîzî’dir73. Bundan başka, bu müelliflerin her ikisi de başta Muhtesiplik74 olmak üzere, mütedaddid defalar yüksek görevlerde bulunmuşlardır. Bu sebepten çarşı-pazar ahvâlini, ölçü ve tartıları, fiatları, esnaf ve halkın olduğu kadar, görevleri münâ sebetiyle temasta bulundukları başta Sultan olmak üzere bütün yüksek dereceli idârecilerin tutum ve davranışlarım da çok iyi bi liyorlardı. Kendi devrine ait değerli bir tarih yazmış olan îbn Hacar’e ge lince : Bizzat kendisinin de eserinin başmda belirttiği gibi75 o bu eserinde al-’Aynî’nin eserinden çok geniş ölçüde istifâde etmiştir. Bu yüzden fiatlar vb. konusunda al-’Aynî’den fazla birşey verme mektedir. Mamafih İbn Hacar’m farklı olarak verdiği bilgiler de bu makalemizde değerlendirilmiştir. Memlûk tarih yazıcılığının başında gelenlerden İbn Tağri Birdi ise, Şayh al-Mahmûdî devrinde henüz çocuk idi76. Eserinde bu sul tan devri ile alâkalı olarak verdiği bilgiler, çok husûsî olan bazı ları istisnâ edilecek olursa, hemen tamamen al-Makrîzî’den nakildir. Daha muahhar eserler de yukarıda saydıklarımızdan nakiller yapmış oldukları için, bu cedvellerin tanziminde göz önüne alın mamışlardır. 73 îbn Tağri Birdi, al-Nucûm al-Zähira fl Mulûk Mışr ve al-Kâhira, tabifik : al-Duktûr Cemâl Muhammad Muharriz-al-Ustäz Fahim Muhammad Şaltût, Kahire, 1971, C. XIV, s. 150. 74 al-‘Aynî ilk def’a H. 801 Zi al-Hicca aymm l ’inde Pazartesi günü (M. 4 Ağustos, 1398), al-Makrîzî’nin azli ile boşalan Kahire Muhtesipliğine tayin edildi (‘Ikd., s. 52). al-Makrîzî ise ük def’a H. 801 Racab’in l l ’inde (M. 19 Mart, 1398) Sultan Barkûk tarafından bu göreve getirilmişti fal-Sülük, C. IV, s. 930). 75 İnbâ., C. I, s. 1. 76 Bk. îbn Tağri Birdi, al-Nucûm, C. XIV, s. 112. CEDVELLERDE KULLANILAN KISALTMALAR I, n , m , x n : Sırasiyle Hicrî-Kamerî aylara delâlet et mektedir. I : Muharram, II : Şafar, m : Rabi’ al-Avval, ............ X ü : Zî al-Hicca vb. D : Dinar. İslâm ülkelerinde, en eski asırlardanberi kullanılan temel para birimi olup, esâsında bir miskal (4.25 gr.) ağırlığında ve umumiyetle .979 ayarında idi. Zamanla yabancı ve ayarı düşük yerli altm paralar da bunun yanısıra kullanılmağa başlayınca, di ğerlerinden ayırdetmek için Mışrî, Mahtûm, Maşkûk, Mişkâl, Herce gibi adlarla da anılmıştır1. M : Mişkâl Altını (bk. Dinar). b : Batta. Bir hacim ölçüsü olup, 45 İt. dir2. d : Dirhem. Gümüş veya gümüş alaşımı para demek olup esâ sında 2/3 gümüş ve 1/3 oranında bakır ihtivâ etmekte idi. Ağırlığı yaklaşık olarak 2.975. gr. idi. Ancak bunun yarısı ve dörtte biri ağır lığında olanlara da dirhem deniliyordu. Ağırlık ölçüsü birimi olarak dirhem ise 3.186 gr. dır3. df : Dirhem Fülüs. XV. yüzyıl başlarında Mısır’da muamelede kullanılan bakır para ki, hidâyette 24 dirhem ağırlığında olup, yak laşık olarak 76.46 gr. dır4. Ancak sonraları bu ağırlığını muhâfaza edememesine rağmen isim olarak devâm etmiş ve itibâri bir para birimi hâline gelmiştir. f : Feddân. Alan ölçüsü birimi olup, o devirde yaklaşık olarak 5464 m2’ye tekabül etmekteydi5. h : Hıml. Yük demek olup, umumiyetle deve yükü için kullanı lırdı. Mısır’da en hafifi 135 kğ., en ağırı 270 kğ. kadardı6. i : îrdebb. Hacim ölçüsü olup, 180 lt.’ye tekabül etmekteydi7, k : Kadah. Bir irdebb’in 1/96 i olan hacim ölçüsü8, r : Rıtl. Çeşitli ülkelerde değişik miktarda ağırlıklara delâlet eden bir tartı birimidir. Yaklaşık olarak 458.78 gr. idi9. v : Veybe. Bir irdebb’in 1/6 i olup, 30 lt.’ye tekabül eden bir hacim ölçüsü birimidir10. z : Zirâ’. Uzunluk ölçüsü birimi. Ölçülecek nesnenin çeşidine göre, değişik ülkelerde farklı uzunluklardadır. Kumaş ölçmede kul lanılan zirâ’ 28 parmak olup, yaklaşık olarak 54 em. dir11. FIAT CEDVELLERİ Yıl : H. 815 (M. 1412) Maddeler al-‘Aynî Mışrî D. 1,250 df12 al-Ifrantî D. 1,220 df al-Nâşırî D. Gümüş Diğer madeni. Buğday 1,210 df I,v 2 D13 Arpa Pirinç Bakla Un Bal Koyun eti Sığır eti Nebatî yağ . Peynir Kavun-Karpuz Bahârât Keten Kürk Elbise Sabun Mum I,r 16 df Yıl : H. 816 (M. 1413/14) al-Makrîzî al-‘Aynî R240-235 df 14I,240 df15 Vm ,250 df 1,220-215 df 1,230 df Vm ,235 df 1,210-205 df 1,210 df I,d 14-15 df16 VTH,r 25 df17 I,i 150 df I,i 180 df V m ,i 120 df 1.1 130 df v m ,i 100 df I,y 120 df 1.1 150 df V m ,i 120 df I,b 60 cif I,r 14 df I,r 8 df I,r 6 df I,r 8 df I,r 9 df al-Makrîzî 1,250 df 1,230 df 1,210 df I,i 180 df I,10r 5-7 df m ,10r 1 df I,r 120 df I,r 40 df X n ,h 220 M I,r 100 df18 I,r 30 df I,z 25 df 1,2500-3000 df19 1,3500-3700 df20 I,r 10 df I,r 55-60 df21 I,r 30 df I, 20 M22 172 KÂZIM Y A Ş A R KOPRAM AN Yıl: H. 817 Maddeler Mışrî D. (M. 1414/15) al-‘Aynî 23 al-Makrîzî 1,250 df al-Ifrantî D. 1,230 df al-Nâşırî D. 1,210 df27 Gümüş Buğday I,i 140df28 Pirinç Bakla Peynir İpekli Elbise Sabun Kalem Kâğıt Saman ■al-‘Aynî (M. 1415/16) al-Makrîzî vm ,260 df. XI,280 df Vm ,240 df XI,260 df n ,205-215 df Vm ,200 df XI,210 df28 11,250 df XI,270 df 11,230 df XI,250 df 11,210 df XI,200 df n ,i 100 df v m ,i 150 df XI,i 300 df x n ,i 600 df30 n ,i 90 df v m ,i 130 df XI,i 250 df x n ,i 400 df XI,k 13 df n ,i 80 df v m ,i 160 df XI,i 300 df x n sı n ,r 1 df32 XI,b 130 df II,r 100 df33 v m ,r 15 df II,r 13 df V m ,r 12 df VUI,r 12 df VI,i 160 df IX,i 200 df XI,i 1000 df d l 5 df Arpa Mercimek Ekmek Un Şeker Bal Nebâtî yağ Y ıl: H. 818 b 50 df r 15 df n,r 12 df VI,i 130 df XI,i 250 df XH,i 400 df XI,k 13 df XI,i 300 df XI,b 100 df n,z50df21 H,r 15 df n,2000 df34 n,r 17-18 df n, 10 df25 n, ıooo df26 n ,h 100 df I,h 40 df IX,h 300 df MISIR’IN MÂLÎ VE İKTİSÂDİ DURUMU Yıl: H. 819 (M. 1416/17) Y ıl: H. 820 Maddeler al-‘Aynî al-Makrîzî al-‘Aynî Mışrî D. 1,280 df XH,230 df n,270 df35 IV,280 df XI,280 df al-Ifrantı D. 1,250 df XH,210 df XI,260 df al-Nâşırî D. XH,230 df 1,250 df 11,250 df IV,260 df 1,200 df 11,200 df Buğday Arpa Bakla Mercimek Un Ekmek Koyun eti Bersîm (Y. yonca) Maddeler Mışrî D. al-Ifrantî D. Buğday m,i250200 df m ,il55 df m ,il40 df I,b200 df Bal Koyun eti Sığır eti Nebatî yağ Tereyağ Peynir Saman Bersîm (M. 1417/18) al-Makrîzi 1,250 df XI,280 df38 11,260 df 1,230 df XI,260 df . IV,210 df I.İ750 df n,i270 df36 I,i500 df xn,i240 df xn ,i 200 df xn ,i 200 df I,b250 df I,r4 df 87 I,f20Ö df Yıl :H . 821 ,, , xn,i250 df Arpa Bakla 173 xn,i300 df X n ,h lD ... (M. 1418) 11,250 df39 U.230 df XH,İ260 df Yil: H. 822 (M. 1419) I,i300 df XI,i350 df vn,i250 df IX,i300 df XI,i350 df Vn,il80 df XI,i250 df VH,İ170 df XI,i210 df XH,i250 df I,i250 df XH,İ250300 df I.İ250 df I,rl5 df I,r8 df I,r6 df I,r8 df I,rl5 df I,r8 df I,h80 df I,f2000 df 174 K A ZIM Y A Ş A R KO PRAM AN Y ıl:H . 823 (M. 1420) Maddeler Mışrî D. al-Ifrantî D. al-Nâşırî D. Gümüş Buğday Arpa Bakla Un Ekmek Bal Koyun eti Sığır eti Nebatî yağı Tereyağ Peynir Kâğıt al-‘Aynî 1,230 df 1,210 df 1,175 df 1,7 df40 I,i400 df Vm ,i300 df I,i250 df V in ,il80 df I,i250 df I,bl20 df I,r2 df I,rl5 df I,r7,5 df I,r5,5 df I,r9-10 df I,rl5 df I,r8 df Vm ,rlO df 1,30 df41 al-Makrîzî Yıl: H. 824 (M. 1421) al-‘ Aynî al-Makrîzî 1,230 df 1,210 df I,i280 df I.İ170 df I,il60 df XI,r 9-10 df I,r9 df I,r6,5 df 1 William Popper, Egypt and Syria Under th é Circassian Sultans, 1382-lJ/6Jf AJ3. Systematie Notes to Ibn Taghri Birdi’s Chronicles of Egypt, Volume 16. University of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1957, s. 41-45. ' 2 Popper, a.g.e.,s. 38. 3 Popper, a.g.e.,s. 51-52. 4 Popper, a.g.e.,s. 60-62. 5 Popper, a.g.e., s. 37. Mamafih bk. Walther Hinz, Islamische Masse und Gewichte, Leiden, 1955, s. 65. 6 Hinz, a.g.e., s. 13. 7 Popper, a.g.e., s. 38. Diğer çeşitleri için bk. Hinz, a.g.e., s. 39-40. 8 Popper, a.g.e., s. 38. Ayrıca bk. .Hinz, a.g.e., s. 48. 9 Popper, a.g.e.,s. 39-40; Hinz, a.g.e., s. 27-33. 10 Hinz, a.g.e., s. 52-53. 11 Popper, a.g.e., s. 33-36; Hinz, a.g.e., s. 55-62. 12 Bu yılın üçüncü aymda altm fiatları bir miktar düşmüş idi(al-‘Aynî, ‘'/(cd., s. 249). 13 Mekke fiatı. Hubûbât fiatları bu yü Mısır’da ucuz, Hicaz’da oldukça pahalı idi. Mekke’de 1 veybe arpa 2 D, bir veybe kuru hurma 1,5 D, 1 Rıtl peksimet 10 Gü müş Dirheme satılmakta idi (aİ-‘Aynî., ‘/(cd., s. 249). 14 Bu yıl altma, alışverişte ve para bozmada birbirinden farklı fiatlar tatbik edüdiğini görmekteyiz (al-Makrîzi, al-Suluk, C. IV, s. 204). 15 Para mübâdelesi hâriç, alış-verişte altm 10 df. fazladan işlem görmekte idi (al-‘Aynî, ‘/(cd., s. 259). 16 Saf külçe gümüş. 17 işlenmiş bakır. Bakır paranın (Fülûs) rıtlı 6 df üzerinden muâmele görmek teydi. 1 rıtl kurşun 7 df idi (al-‘Aynî., ‘/(cd., s. 259). 18 Biber. Ayrıca bk. Ibn Hacar, Inbâ’, ' C. n , s. 521. al-‘Aynî’nin burada verdiği fiat îbn Hacar ve al-Makrîzî’nin verdiği fiatları tutmamaktadır. 19 Dörtlü sincap kürk. Samur kürk 15000 df idi (al-‘Aynî, gösterilen yer). 20 İpek. Ba’labeki kumaşından mamûl elbise 1000 df. ve fazlasma idi (al-‘Aynî, •Ilcd., s. 259). 21 Beyaz mum. 22 Ba’labek pamuğundan yapılma. 23 Altm fiatları bir önceki yıldaki gibi idi. Ancak M işkâl Altını çok azalmış hat tâ ortadan kalkmış idi. Denildiğine göre bunun iki sebebi vardı. Frenklerin toplayarak bunlardan al-Ifrantî vurmaları; Kahire’de devlet erkânmm yine bunları toplayarak kâr amacı ile al-Nâşırı vurmaları (al-‘Aynî, ‘İkd., s- 267-268). 24 Çok ince Ba’labeki kumaşı. ’ 25 Orta boy. 26 Bir deste Şam (Sûriye) kâğıdın fiatı olup, tamamı 25 yapraktır. Mısır kağı dının destesi 50 df, Manşûrî Kâğıdı’nm destesi ise 70 df idi (al-‘Aynî, ‘/(cd., s. 268). 176 KÂZIM Y A Ş A R KOPRAM AN 27 Bu altın en bol bulunanı idi. Ancak ücretler, fiatlar ve sarraflık muâmeleleri Pülûs ile tâyin edilmekte idi (al-Makrîzî, al-Sulûk, C. IV, s. 280). 28 Kahire fiatı. Köylerde 3 irdebbi 1 al-Nâşırî’ye satılmakta idi (al-Makrîzî alSulûk, C. IV, s. 287). 29 Alış-verişte 220 df.’a kadar ulaşmıştı (al-‘Aynî, îkd., s. 280). 30Kahire dışında ve halk arasında evlerde satılan buğdayın fiatı 1000 df.’a ka dar yükselmişti (al-‘Aynî, ‘İkd., s. 281). 31 Bu ayda hiç bulunmaz oldu. 32 Siyah undan mamûl. 33 Birinci kalite. 34 Birinci kalite «Şemsi Şaş» kumaşından mamûl.înce «Cebel Şaşı»ndan olan lar 700 df idi (al-‘Aynî, ‘İkd., s. 281). 35 Bunlar piyasa fiatıdır. Resmî fiatlar daha düşüktü. 36 Buğday alım-satımmda altın ve gümüş para değil, bakır (Fülüs) kabul edi liyordu. Bunun sebebi Sultan’ın eski Fülûs’ü toplayıp, bunlardan yeni Fülûs kestir mek istemesi idi (al-Makrîzî, al-Sulûk, C. IV, s. 350). 37 Bu yılın Şevvâl’mda Kahire’de koyun ve sığır etibulunmazolmuştu(al-M rîzî, al-Sulûk, TV, 369). 38 Bu yükselişin sebebi, Ustadâr Fabr al-Dîn’in al-Vach al-Bahrî şehirlerinden topladığı vergiyi sadece altm olarak alması idi (al-Makrîzî, al-Sulûk, TV, 385). 39 Bu resmî fiattır. Serbest piyasada 280 df.; al-Ifrantî, 260 df. idi (al-Makrîzî, al-Sülûk, C. TV, s. 436). 40 i al-Mu’ayyadî Dirhem’ininyarısı olup, tamı 14 df. idi. 41 25 yapraklık Şam (Sûriye) kâğıdıdestesi. TÜRKLER’İN BALKANLAR’A GİRİŞİ VE İSLÂMLAŞTIRILMA Amavud halkının etnik ve millî varlığının korunmasının sebebleri Haşan Kaleshi Amavud tarih yazıcılığı yirmi seneden beri, Osmanh İmpara torluğu, Balkanlar’daki Osmanlı hakimiyeti ve Şark (Orient) kül türü ve Şark ile herhangi bir şekilde münasebette olan hemen hemen herşeyi tamamen olumsuz bir şekilde değerlendirmede birleşmekte dir. Bu sebebten, meselâ Tiran Üniversitesince neşrolunan «Arnavudluk Tarihi»mnx birçok yerlerinde «Vahşi Türkler’den», «Türk güruhlarından», «Asyalı Türkler’den», «Barbarlardan» vs. den sözedilmektedir ki, bu tip tâbirlerin İlmî terminoloji ile ilgisi bulunma dığı muhakkaktır. İskender Bey’in 500. ölüm günü münasebeti ile 12-18 Ocak 1968 tarihinde Tiran’da2 toplanan II. Albanoglar kong resinde ve 9-12 Mayıs tarihinde Priştine’deki3 Symposiumda sunu lan tebliğlere bir bakmak dahi, bu millî romantizmin, bu ilim dışı darkafalılığm, bu tarihî gerçekleri ve tarihsel süreci nazar-ı itibara almayışın nerelere kadar vardığını görmek için yeterlidir. Balkan lar’daki Osmanlı hakimiyeti, Osmanlı Imparatorluğu’nun çözülmeye yüz tuttuğu ve Osmanlı Hükümeti’nin aldığı tedbirlerin çoğunlukla Arnavud menfaatlerine ters düştüğü XIX. yüzyıla göre yargılan maktadır. Bu arada Amavudlar’m maddî ve manevî hayatlannm her safhâsında iz bırakmış olan kuvvetli şark tesirleri görmemezlik1 Historia e popullit shqiptar I. İkinci baskı. Prishtine 1969. Eserin çeşitli yerlerinde. 2 Konfererıca e dyte e studimeve dlbanologjîke I. Trane 1969. Aynı şe kilde meselâ, Aleks Buda Türk fethinin gaye ve sebeblerini idrâk edememekte ve bunu Sultan’ın yeni ülkeler, zenginlikler ve köleler edinme ihtirasına irca etmektedir. 3 Simpozijum o Skenderbegu. Prishtine 1969. Burada da birçok yerlerde «Asyalı gurûhlar», «Asyalı Ejderha» gibi tâbirler kullanılmıştır. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 12 178 H A SA N KALESH Î ten gelinmekte4, Lâtince ve İtalyanca yazmış bulunan Arnavud asıl lı yazarlar tebarüz ettirilmekte, çoğunluğu ülke dışında değil, ama kendi memleketinde, kendi halkı arasında yaşamış ve etkinlik gös termiş, gark Dilleri’nde yazmış çok sayıda Arnavud yazarları ise tamamen unutulmaktadır5. Münferit şahsiyetlerin «Millî Yeniden Uyanış» devrine ait bazen çok şüphe götüren «Vatanperver» eser leri övülmekte, büyük bir liyâkat kazanmış olanlar ise unutulmaya terk edilmektedirler. Osmanlılar’m Balkanlar’a harben duhûlünün Sırp, Rum ve Bulgarlar gibi kendi devletlerine, kendi kilise organizasyonlarına, ken di kültürlerine sahib olmuş olan Balkan halkları için vahim sonuç lar verdiğine şüphe yoktur. Türk fethi bu halkların gelişme sürecini sekteye uğratmış, onlarm millî ve kültürel gelişmelerini, bir millet haline gelmelerini, Avrupa kültürüne ve medeniyetine katılmaları nı yavaşlatmıştır. Arnavud halkı için ise buna benzer bir şey iddia edilemez. Arnayudlar, Tıirkler’in gelişinden on dört asır önce ya bancı hakimiyeti altına girmişler, yabancı kültürel etkilere maruz kalmışlar, yalnız kültürel değil, aynı zamanda tam bir etnik temessülleşme (assimilation) ile tehdid edilmişlerdir. Biz bu kısa incelemede, şimdiye kadar geçerli olan fikirlerle ta mamen tenakuz halinde bulunan temel tezimizi kuvvetlendirecek bazı fikirler serdetmek ve bazı hadiselerden söz etmek istemekteyiz. Şüphesiz mes’elenin formüle edilişi, bir taslağm çerçevesi içinde ele alınabilmesi için çok karmaşıktır. Fikrimizee bütün problem şimdi ye kadar yanlış görüldüğünden bu inceleme belki bazılarına, özel likle tüm tarihsel süreci kendilerinin daha önce hazırladıkları ka lıplara basmayı i’tiyad haline getirmiş dogmatiklere mu’tezil gö rünecektir. Biz bununla beraber bu mes’elenin bir def’a ortaya atıl 4 Bunun gibi meselâ, bütün çalışmalarda Arnavud Folklorunda ve Arna vud Halk Edebiyatında etkisi çok büyük olan şark tesirlerinden bahsedilmesi unutulmaktadır. Bu konuda şu çalışmamıza bakınız : «Arnavud Halk Hikâ yelerinde Şark Tesiri??. Xn : Südost-Forschungen 31 (1972). S- 267-301. 5 Bunun gibi meselâ Tiran’da neşrolunan «Arnavud Edebiyatı Tarihinde» (Historia e letersise shqiptar I-H) Lâtince ve İtalyanca yazmış Arnavud hü manistleri mükemmel bir şekilde takdir edilirken, Türkçe yazan birçok Arna vud müellifleri, Türk Edebiyatında önemli bir yer tutmalarına rağmen anılmamaktadır. Meselâ : Koçi Bey, Lütfi Paşa, Dukakinzâde Yahya, Bey, Mesihî, Şemseddin Sami Fraşerî, Mehmet Akif v.s. Aynı durum Arnavudcayı arap harfleri ile yazan müellifler için de varittir. TÜ RKLER’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 179 masının ve yeni bir bakış açısından mülâhaza ve analiz edilmesinin zorunlu olduğu kanaatindeyiz. İlerideki çalışmalarımızın birinde bu tezimize tekrar dönmek ve bunu yeni delillerle takviye etmek niye tindeyiz. Bugünkü Arnavudlâr’ın İlliryalılar’dan geldiklerini -Arnavud tarih yazıcılığında yerleşmiş, fakat birçok yabancı âlimlerce müna kaşa konusu olan bu tezi- kabul etsek bile, böylece Amavudlar’m en kadîm Balkan halklarından birine irca edilmeleri dışında, bir Ar navud devlet an’anesi ve bir Arnavud kültür mirasına ait hiçbir şe ye delâlet edilmemiş olur. Zira bugüne kadar İllirya dilinde tek bir kitâbe veya herhangi bir başka metne tesadüf olunmamıştır. Ayrıca birçok kadîm halklarda (Yunan, Germen, Hind, Babil) olduğu gibi bir halk destanı da ele geçmemiştir. îllirya tarihi ve Arnavudlar’m bu kavimden neş’et ettikleri hakkında bilgi veren efsaneler de mevcud değildir. Milâdî tarihden iki asır evvelinden Türk fethine kadar bugünkü Arnavud mıntıkası Roma, Bizans, Bulgar, Sırp ve Venedik - devletlerine ait olmuştur. Arnavud devlet varlığına, müstakil bir Arnavud kültür ve kilise organizasyonuna dair bu zamandan kalma hiçbir iz yoktur. Slavlar’m göç etmeleriyle Arnavud iskân mıntıkasının iki par çaya bölünmüş olduğu Shufflay tarafından daha önce teyîd edilmiş tir. Bu bölme hattı, kuzeyde Adriyatik boyunca îşkodra (Skutari) üzerinden Medun civarında Vile Polja’ya (Arn. Valipoj) kadar uza nır ve Drim ve Bojana vadilerini ihata eder. Güneyde ise Berat ve Cernik üzerinden Devoli ve Vijosa nehir yatakları boyunca Glavnica köyüne kadar uzanır6. Bu Slav kolonizasyonundan yalnızca güneyde ki ve Orta ve Kuzey Amavudluk’taki dağlık bölgeler ile Karadağ smır boyundaki bazı mmtıkalar ma’sûn kalabilmişlerdir. Vm. Yüz yılda tamamlanan bu Slav kolonizasyonlarınm sonucu birkaç asır devam eden Slav-Arnavud ortak yaşamı (Symbiose) olmuştur7. Bu nunla beraber Vm. yüzyılda resmî dil Grekçe idi. Müesseselerin ta mamı de Grek tesiri altında kalmıştır. Arnavudluk’un Bulgarlar’ca işgal altında tutulduğu kısa süre dahi (IX. Yüzyıl) bu Bizans te sirlerinde hiçbir değişiklik husule getiremedi. Arnavudluk şehirle rinde büyük Arnavud halk grupları ve Arnavud kültürü ve medeni 6 Milan Shufflay, Historia e Shqiptareve te veruit. Prishtine 1968, S. 29. 7 Historia e. popullü shqiptar I, S. 141. 180 H A SAN K ALESH Î yetine ait en küçük bir iz mevcud değildi. Böylece XII. yüzyılda me selâ Durazzo ve Bar (Antivari) ahalisi Venedikliler’den, Yahudi, Rıım ve Slavlar’dan müteşekkildi. îşkodra’da Venedikliler ve Slavlar, Valona’da ise Rumlar ağır basmaktaydılar. Olan yerlerde ise Arnavudlar tam bir azınlık halindeydiler.'-Yalnızca Karaca Hisar (Kruja) Arnavud kalmıştır8. VH .. Yüzyıldan beri Grek-Bizans kül türü yanında kuzey-batıda Katolik kilisesi ile Lâtin kilise - kültürü ve Lâtin yazısı yayılma imkânı bulmaya başlamıştır. Kuzey ve kuzey-doğuda, Sırp Krallığı topraklarından hareketle kısa bir zaman da aşağıda Valona’ya kadarki bütün bölgelerde kullanılmaya başla yan Sırp yazısı yayılmaktaydı. îşkodra, XI. yüzyıldan beri bir Slav divanına sahipti. Çar Duşan bütün Arnavudluk’u hakimiyeti altına soktuğunda (1343-1347) ve Amavudluk’taki 950 senelik Bizans ha kimiyeti sona erdikte, Slavca resmî dil olarak yüceltilmiştir. Bu nunla beraber bu, Grek tesirinin varoluşunun tamamen sona erdiği anlamına gelmemekteydi. Bu gayet iyi bilinen gerçekler, milattan önce I. yüzyıldan XJII. yüzyıla kadar yabancı hakimiyeti altında olan ve yabancı kültürel tesirlere ma’rûz kalan Amavudluk’ta ken dine özgü bir kültür ve devlet an’anesinin ikişâf edemediğini göster mektedir9. Böylece bu kültürel ve politik şartlar altında Arnavudlar’ın tamamen asimile edilme tehlikelerinin büyük olduğu ve bu asimilasyon sürecinin oldukça ilerlemiş bulunduğunun muhakkak olduğu açıktır. Maalesef bu konuda sarîh bilgiler noksandır. Asimilasyon, özellikle kilise -Rum Ortodoks, Sırp Ortodoks ve Katolik kiliseleri- tarafından teşvik edilmiştir. Daha XII. yüzyılda Amavudluk’ta yirmi piskoposluk bulunmaktaydı. Bunlar Kuzey A rnavudluk’ta Bar Katolik Piskoposluğuna ve Orta Arnavudluk’ta Durazzo, güneyde Ohri Piskoposluklarına bağlıydılar. Bu son iki 8 Shufflay, S. 92-94. 9 Eistoria e popuTlit shqiptar I, S. 158-159 da Arnavud kahramanlık şarkı larının, Arnavud Malisörler’i ile Arnavud otlaklarına el koyan Sırp feodal beyleri arasındaki mücadeleyi canlandırdığına dair ileri sürülen tezler kat’iyen müdafaa edilemez. Gerçekte burada mevzubahs olan, tıpkı Boşnak Müslüman larının kahramanlık şarkılarında olduğu gibi Hiristiyan ve Müslüman kahra manlarının mücadeleleridir. Bu gibi şarküar özellikle Girit savaşından sonra, Balkanlar’da Hiristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki zıddiyetin derinleştiği ve Eşkiyalığın (Haydutluğun) çoğaldığı bir devirde meydana gelmiştir. Bu ko nuya başka bir yerde tekrar değineceğiz- TÜ RKLER’ÎN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 18 1 piskoposluk İstanbul patrikliğine, Bar ise Roma’ya bağlıydı10. XHL ve XIV. yüzyıllarda Katolik ve Ortodoks kiliseleri okullarında Lâ tince ve Grekçe öğretirlerdi. Bütün Arnavudluk bu kilise ve manas tır ağı ile örtülüydü. XTV. yüzyılda Arnavudluk’ta yirmi katolik ma nastın mevcuttu. Ortodoks manastırlarının sayıları muhakkak ki daha fazla idi. 1416 senesinden kalma bir İşkodra kadastro defte rinden, İşkodra civarındaki köylerin Ortodoks papazlarıyla dolu ol duğu, ortalama her yirmi eve bir ortodoks papaz düştüğünü anla maktayız11. Ülkün (Ucinij) ve îşkodra’da Ortodoks manastırları bu lunmaktaydı. Türkler’in gelişinden kısa bir müddet önce Ortodoks nufûz sahası Elbasan, Berat ve Valona’ya kadar çoktan ulaşmış bu lunuyordu. Rum-Ortodoks ve Sırp-Ortodoks kiliseleri devlet otori tesine tabiydiler. Âyinler, Lâtince ve Slavca gibi Amavudlar’a ya bancı olan dillerde icra edilmekteydiler. Bu durum, .Arnavudlar’m Katolik ve Ortodoks mezheplerini sathî olarak kabul etmelerinin -ki bu birçok kaynaklarda ifâde edilmektedir- ve bunların islâmlaştırılmalarımn diğer Balkan halklarında olduğundan daha kolay geliş mesinin nedeni olan sebeblerden biri olarak kabul edilebilinir. Öte yandan, bu arada Arnavudlar’m önemli bir kısmının yaygınlaşmış Rum-Arnavud ve Rum-Slav ortak yaşamı yüzünden her iki dile vâ kıf oldukları, bunların kilisenin aracılığı ve daha sonra yabancı ida re ve kültür ile daha Türkler’in varışlarından çok önce tam anlamıy la asimile edildikleri de unutulmamalıdır. Gelişmek üzere bulunan asimilasyon süreci kadar, yabancı te sirler de Stefan Duşan devletinin çözülmesinden sonra güçlenen Arnavud soylularına nüfûz etme imkânım bulmuştur. Grupa, Muz aka, Thopia, Dukagjin ve daha sonraları Kastriotalar’da dahi, bunların Amavud feodal beyleri olduklarına delâlet edebilecek herhangi bir unsur bulamamaktayız12. Bunlarda tipik Amavud isimleri bulmak 10 ' Historia e popullit shqiptar I, S. 74. 11 Shufflay, S. 191. 12 Selami Pulaha bir münazarada tanınmış Türk tarihçisi Halü înalcık’a 1433 lerde Arnavudlar’m çoktan beri bir millet haline geldiklerini ve kendi dev let düzenlerini kurduklarını söylemiştir. (Konferencu u dyte e studimeve albanologjike, S. 605). Bu, hiçbir şekilde ispatı kat’iyen mümkün olmayacak bir iddiadır. İskender Bey’den önce Arnavud feodal beyleri birbirleri ile devamlı bir mücadele halindeydüer. Bu ise onlarda bir devlet şuûru olmadığını göster mektedir. O tarihlerde bir Arnavud politik tarihinden söz edilebileceği ise şüphe götüren bir mes’eledir. 182 H A S A N KA LESH İ mümkün değildir. Yabancı kadınlardan doğmuşlardır. Bunların hep-' si yazışmalarında da bir yabancı lisan kullanmaktadırlar: Muzakalar Grekçe; Thopialar ve Kastriotalar Grekçe, Lâtince ve Slavca; Balshalar Lâtince.ve Slavca kullanıyorlardı13. İskender Bey’in di vanı Grek, Lâtin ve Slav dillerinde yazmakta olup, bu divandan kal ma Arnavudca yazılmış tek bir kelime ele geçmemiştir. Üstelik bu feodal beyler birbirleriyle devamlı mücadele halindeydiler. Bunlar da herhangi bir devlet şuûru mevcud değildi, İskender Bey ancak büyük gayretlerle bunlara kendi iradesini zorla kabul ettirmiş ve bunlar tarafından en büyük lider olarak tanınabilmiştir. Bütün bu gerçekler nazar-ı dikkate alınacak olursa, Ülkün’den İşkodra,. Mati ve Ohri üzerinden Valona’ya kadar uzanan dağlık bölgeye sıkışmış bulunan11 Arnavudlar’m, yerleştikleri yerlere göre Slav, Grek veya Roma tarafından mahreç bulan çok şiddetli bir asi milasyon süreci altma sokulduğu neticesine zorunlu olarak varılır. Türkler’in Balkanlar’a gelişine kadar Amavudlar bu çok gayr-ı mü sait politik, kültürel ve kiliseye taallûk eden şartlar altmda bulunu yorlardı ki, Türkler’in bu gelişi sonradan büyük politik, etnik ve kültürel değişikliklere sebebiyet vermiştir. Eğer Türkler Balkan lar’a harben girmemiş ve Bizans ve Sırp devletleri varolmaya de vam etmiş olsalardı, acaba Arnavudlar bu asimilasyon sürecine mu kavemet edebilirler miydi, sorusunun sorulması lâzımdır. Bizim fik rimize göre buna mukavemet edemezlerdi. XV. yüzyılın ortalarında Türkler’in cebren ilerlemeleri ve Hıristiyan Balkan devletlerinin yı kılmaları bu asimilasyon sürecini yalnız inkıtaya uğratmamış, bu inkıtaya uğratışla beraber, daha çok ahalisi Arnavud-Slav. ve SırpSlav olan bölgelerdeki etnik görünüm tedricen değişmeye başlamış tır. Kuzeye doğru Türk yayılmasının bir Amavud iskân sahası ge nişlemesi ile birlikte gittiği söylenebilinir. Biz bunu örneklerle gös tereceğiz. Kosova ile başlayalım : Bu bölge hakkında Brankoviç’in ara zilerine ait 1455 senesinden kalma bir kadastro defterinde sahih 13 Arnavud tarih yazıcılığında Balshalar bir Amavud hanedanı olarak telâkki edilmektedir. Fakat bu arada meselâ m . Balsha’nın bütün gücü ile Sırp Kilisesi için çalıştığı ve Sırp manastırlarını desteklediği unutulmamakta dır. Bkz. Ivan Bozic, Doha Balsica -Zeta u Despotovini- Vlanavma Cmojevica. Istorija Crna Gore. Knj- II, Cilt 2, S. 130 dan ayrı basım. 14 IUyrisch-albanische Forschungen I. Müchen-Leipzig 1916, S. 126. TÜRKLER’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 183 bilgilere sahibiz15. Bu kadastro kaydı ve aşağıda verilecek olan kayıdlar, Sırp tarih yazıcılığında hâlâ kök salmış bulunan, 1683-1699 Avusturya-Türk savaşma kadar Kosova bölgesinde yaşıyan ahali arasında Arnavud bulunmadığına dâir ileri sürülen iddiâyı çürüt mektedir. Kayıdlardaki aile reisleri isim ve lâkablarma dikkatle ba kacak olursak, kaydedilen 646 yerleşmeden seksen kadarında Arna vud isimlerinin bulunduğunu görürüz. Djonoğlu Kojica, Radica Arbanas, Gerdaş Arbanas, Arbanasoğlu Boğdan, Mazrekuoğlu Ivan, Arbanasoğlu Todor,. Dimitrije Arbanas v.s. gibi daha ilgi çekici olanı, bu Arnavud ahalisini, Kosova içindeki köylerde, Morava na hiyesinde, Sırp-Amavud ihtilât bölgesi olarak kabul edilen yerler den çok uzaklarda bulmamızdır16. Tamamen buna benzeyen bir du ruma 1487 de Batı Makedonya’da Taslamaktayız17. Sırp-Arnavud sınır bölgesinde vaziyet başka türlüydü. 1482 se nesinden-kalma Altun-îli nahiyesine (bugünkü Djakoviea civarında) ait bir nüfus istatisliğinden, dağlık bölgelerde Slav ahalisi ağır ba sarken, ovalık bölgelerde beklenilenin aksine Arnavud unsurunun sayıca üstün olduğunu öğrenmekteyiz18. Bununla beraber yerleşme yoğunluğu ve nüfus sayısı incelenecek olursa, Kosova’da Arnavudlar’m sayısının tüm nüfusun % 4-5 ini geçmediği tesbit edilir. Nü fusun % 90nım Slavlar oluşturmaktaydı. Şimdi, Kosova’da Amavudlar’m bu sayısal azlığının tam bir asimilasyon, dolayısıyla slavlaştırma safhasındaki mevcudiyeti, ko numuz için ilgi çekicidir. Bu Arnavudlar’m çoğunluğu eskiden beri Slav isimleri taşımaktaydılar. Bunlar bir Slav denizinin ortasında yaşadıklarından ve Sırp devletinin İdarî ve kilise organizasyonuna tâbi olduklarından, bunda tabiatıyla şaşılacak bir şey yoktur. He men hemen kaydı yapılmış her köyde bir veya birden fazla Orto doks papaza Taslamaktayız. Bu sebebten, bütün bu Arnavudlar’m da Ortodoks mezhebinden olduklarına inanmaktayım. Bu slavlaşmış 15 Oblast Brankovica, Opsimi katastarski popus is 1455 godine, Sarajevo 1972. 16 Bkz. Adem Handzic, Nekoliko vijesti o Arbanasima na Kosovu i Metohiji sredinom XV vijeka. In : Simposijum o Skenderbegu. Prishtine 1969, S. 201-209. 17 Opsiren popisen defter Nr. 4 (1467-68). Skopje 1972. 18 Selami Pulaha, Nahija e Altun-îlise dhe popullsia e saj ne fund te shekullit XV. In: Gjurmine dlbanologjike (1971) I, S. 193-271. 184 H A ŞA N KALESH İ Arnavudlar’m isimleri için bazı örnekler : Arbanasoğlu Novak, Peter Arbanasoğlu Bojidar, Djinoğlu Radovan, Raşko Arbanas, Radica Arbanas, Boğdan Arbanasoğlu Vukaşm, Djonoğlu Bojidar, Djonoğlu Dejan. 1467 senesinden kalma Kiçevo Amavud Mahallesi (Mahalle-i Arhavudan) nüfus cedvelinin birinde daha karakteristik bir örnek bulunmaktadır19. Bu semt Arnavud mahallesi olarak kaydedilmiş olmakla beraber, aile reislerinin isimleri, bu Arnavudlar’ın çoğunluğunun çoktan slavlaştırılmış olduğunu açıklığa çıkarmakta dır: Burada Proganoğlu Bogdan, Djonoğlu Stojan, Progonoğlu Mijo, Dimitrijeoğlu Pejo gibi isimlere Taslamaktayız. Amavudlar’la mes kûn diğer mıntıkalarda da durum muhakkak aynı idi. Bu durum bu bölgelerin kadastrolarının yayınlanmasıyla teyîd edilecektir. Bu bilgiler göz önünde tutulur ve bunlar daha ileri tarihli bilgilerle mukayese edilecek olunursa, Türk fethinin Arnavudlar’m se- . rî slavlaştırılma sürecini inkıtaya uğratıp uğratamadığı ve eğer bu süreç tamam lanmış olsaydı, durumun nasıl bir görünüm kazanacağı sorusu ile karşılaşılmaktadır. Diğer taraftan aynı tarzda bir slavlaştırma süreci aynı mıntıkalarda yaşayan Ulah ve Rumlar arasın da da cereyan etmekte idi. Bunu da aynı- şekilde özel isimlerden çıkartmak mümkündür: Bogdan VIah, Velomir VIah, Vlahoğlu Djura, Boğdan Vlahoğlu Radivoj, Grkoğlu Branko, Pajo Grk, Progrkoğlu Radislav, Gryoğlu Dimitrije v.s. gibi20. Aynı zamanda, tipik Arnavud isimleri taşıyan ve fakat nüfusu çoğunlukla Ortodoks olan ve çeşitli köylerde dağınık olarak yaşa yan bu Arnavudlar’m Katolik veya Ortodoks olup olmadıkları soru su da ortaya çıkmaktadır. XIV. yüzyılın kaynaklarındaki «Arbanas» tâbirinden yalnızca katolik Amavudlar anlaşılırken21, fikrimize göre XV. yüzyıl kayıtlarının esaslarından da Amavudlar ara sında yalnız bir slavlaştırma sürecinin cereyan etmediği, fakat aynı zamanda bir de Katolik mezhebinden Ortodoks mezhebine geçiş sürecinin mevcud olduğu tesbit edilebilinir. Yüz senelik Türk hakimiyeti akabinde, Sırp devlet mekanizması ve Sırp Kilisesi’nin üstün durumunun kesin olarak varlığının sona ermesinden sonra, Amavud halkının slavlaştırılması yalnızca in- ! . . j | . 1 f i | j ! I f j j t j i 19 Opsiren popisen defter Nr. 4, S. 198-199. 20 Bilgiler Brankovic havalisine ait adı geçen defterden alınmıştır. 21 Jllyrisch-albanische Forschungen I, S. 126. 1 i t i TÜ R K LER ’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 185 kıtaya uğratılmamış, etnik ve mezhepsel durumunda da yavaş ya vaş bir değişiklik meydana gelmeye başlamıştı: Tipik Amavud isimli Amavud ailelerinin sayıları çoğalmakta, münferit yerleşme bölgelerinde Amavud unsuru üstünlük kazanmakta, bazı köyler Sırp ahali tarafından terkedilmekteydi. Bu köyler gayr-ı meskûn kalmışlar ve sonraları Arnavudlar tarafından yeniden iskân edil mişlerdir. Aynı anda Arnavudlar’m İslâmlaştırılma süreci de ağır ağır başlamıştır22. XVII. yüzyıldan beri büyük ölçülere varan bu İs lâmlaştırma, kuzeyde slavlaştırmanın, güneyde grekleştirmenin ve kıyı şehirlerindeki lâtinleştirmenin devamına, en büyük engeli teş kil etmekteydi. Bu sebebten 1582 senesinden kalma îşkodra sanca ğına âid bir kadastro-defterinde de yukarıda adı geçen Altm-îli na hiyesinde İslam’a geçenlerin sayılarındaki azlığa karşılık, tipik Arnavud isimleri taşıyan bir nüfus çoğunluğuna dair bilgilere Tasla maktayız. XV. yüzyılın sonlarma doğru büyük bir ekseriyetle Slav nüfusa sahib olan bir dizi köyler, şimdi çoğunlukla Arnavudlar ta rafından iskân edilmişlerdir. Fakat bu defterde başka bir ilgi çekici olaya da Taslamaktayız : içlerinde XV. yüzyıl sonunda Slav unsu runun (Özel isimler nazar-ı dikkate alındığında) ağır bastığı bazı köyler terk edilmiş olarak gösterilmiştir. Yani Slav ahali bu yer leşim bölgelerini terk etmiş olmalıdırlar. 1485 de Slav ve Arnavudlar’dan müteşekkil karışık nüfusu ile küçük bir ticaret yeri olarak bahsedilen, fakat 1582 de Slavlar’m karşısında Amavudlar’m ço ğunluğu teşkil ettiği Djakovica da bu konuda çok öğretici bir mi saldir. Slav nüfusundaki bu azalışın esas sebebinin göç hareketleri olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir23. Arnavud iskân mıntıka sı Türk müsamahası ile kuzey ve kuzey-doğu istikametinde ağır ağır, fakat sebatla yayılmaktaydı. Misyoner Josip Barisha’nın 22 Mayıs 1782 de «Propaganda Fide»*ye yazdığı mektuba inanmak ca 22 XVII. Yüzyılın sonuna kadar Kosova köylerinde herhangi bir İslâmlaş tırma olayma Taşlanmadığına dair iddialar da geri çevrilmelidir. 1482 tarihli Îşkodra sancağına" ait bir defterden, Rjenice köyünün yetmiş dört hanesinden sekizinin, Djakovica dolaylarındaki Meja köyünün yirmi sekiz hanesinden üçünün ve Nivokas köyünün yirmi sekiz hanesinden üçünün Müslüman olduğu meydana çıkmaktadır. 23 Bu konuda bkz. Selami Pulaha’nın adı geçen eseri. * Congregatio de propaganda fide : 1612 de Roma’da kurulan ve Katolik mezhebini yaymayı hedef alan, Papa’ya bağlı bir demek (çevirenin notu). 186 H A SAN K ALESH İ izse, o zamanlar Djakovica’da Sırpça anlayan hiç kimse kalmamış tı. Herkes Amavudea konuşmaktaydı. (Qui poi in Giacovo non vi sono che sapino la lingua illirica, ma solamente albanese)24. Bu de ğişikliğin ise Türk, hakimiyeti olmaksızın meydana gelmiyeceğini belirtmeye lüzum yoktur. Arnavudluk’un ve Arnavud an’anesinin muhafazasında Kuzey Amavudluk’ta kabile yasası çok önemli bir rol oynamaktaydı. XIV. yüzyılın sonunda ve XV. yüzyılın başmda Bizans ve Sırp devletle rindeki haliyle mevcud olan sosyal yapı Türkler tarafmdan yıkılmış bulunuyordu. Muhtemelen îllirya kabile organizasyonuna irca edil mesi gereken Arnavud kabile organizasyonu Bizans ve Sırp hakimi yeti altında çökmüştü. Geriye ise giderek önem kazanmaya başla yan Arnavud ve Ulah hayvan yetiştiren toplulukları kalmıştı. Sü rüleri için devamlı yeni otlaklar arayan bu hayatiyet dolu ve tecavüzkâr hayvan yetiştiricilerine, ovalarda tarımla iştigal eden köy ler ve onlarla beraber Bizans ve Slav müesseseleri de kurban olmuş lardır. Türkler devrinde bu hayvan yetiştirici topluluklardan, ova lara kadar yayılan, kabile organizasyonu ve kan davası müessesesi ile takviye bulan Arnavud kabileleri gelişip oluşmuşlardır25. XVH. ve XV3H. yüzyılda bu kabileler «Bayrak» müessesesinin üstünde, Türk ordu teşkilâtının bir parçasmı teşkil etmekteydiler. Bu kabileler bayrakdârlannın kumandası altında Türk kıt’alârıyla beraber harbe giderlerdi. Büyük ölçüde Türk-Amavud zıddiyeti ancak XIX. yüzyılda, Türk hükümetinin kabile organizasyonunu ve kabile muhtariyetini merkezî otorite lehine feshetmek istemesi ve reformlara başlaması ile meydana gelmiştir. Bu noktada yeni vergi sistemi ve Avrupa ör neğine göre kurulan yeni Türk ordusuna (Nizâm-ı Cedid) asker te mini için alman tedbirler özel bir direnişle karşılaşmıştır. Kabile lerin muhtariyetlerini müdafaa etmek için Türk sultanlarından al dıkları kadîm imtiyazlara müracaat etmeleri gerçeği ilgi çekicidir26. Bu durumda tesbit edilmesi gereken, Bizans ve Sırp devirle 24 Jovan Radovic, Rimska kurija i juznosloverıske zemlje od XVI do XIX veka. BeogTad 1950, S. 659. 25 Shufflay, S. 60. 26 Bkz. Haşan _Kaleşi, Turski popusaji za revidiranje Zakonika Leke Dukadjinija autonomije albanaskih plemena u XIX veku. (Basılmakta). TÜ RKLER'ÎN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 187 rinde tahribedilen Amavud Kabile-Organizasyonunun Türk haki miyeti altında kendini yenilemiş ve Araavudlar’ın etnik yayılma sında önemli bir rol oynayabilecek hale gelmiş olmasıdır. Arnavud kabileleri ,tıpkı Karadağlı kabileler gibi geniş ölçüde kendi muhta riyetlerini muhafaza etmişlerdir. Bu onlarin yalnız harbe elverişli olmalarına ve meskûn oldukları yerlerin coğrafî durumlarına değil, bilâkis Türk idaresinin Türkmen, Çerkeş, Lâz boyları ve Yürük ve daha sonra Bedevî-Arap aşiretleri ile olan münasebetlerde çoktan dır edindiği tecrübeye dayanabilen hoşgörürlülüğüne de medyundu. Türk idaresi bu boy ve aşiretlerin organizasyon ve zihniyetlerine vakıftı ve bunları bir bütün olarak kendi sistemine katmaktaydı. Hatta mahkemelerde örf ve âdet hukukuna riayet edilir ve aşiretin en yaşlılarının fikirleri sorulurdu. Bunlardan «haraç» vergisi gö türü olarak alınırdı. Bunlar çoğunlukla diğer vergilerden muaftılar. Söylendiği gibi vaziyet, XIX. yüzyıla, vergilerin arttınlmalan yü zünden ve yabancı propagandaların tesiri altında Türk hükümeti ne karşı ayaklanmaların meydana gelişine kadar böylece kalmıştır. Biz daha önce, Türkler’in gelişine kadar kıyı şehirlerdeki -Ül kün, îşkodra, Durazzo, Valona v.s.- nüfus içinde yabancı unsurların ağır bastığını söylemiştik. Bir Arnavud şehir nüfusundan hemen hemen hiç bahsedilemez. Biz bu şehirlerin Türkler tarafından fethedilmeleriyle beraber, buraların nüfus yapısının değiştiğini ileri sü recek kadar yeterli delillere sahibiz. Türkler’in bir şehri fethettikten sonra, bu şehrin ahalisinin bir kısmını sürdükleri veya az çok zorlayıcı tedbirlerle başka bir böl geye yerleştirdikleri genel olarak bilinmektedir. Ahalinin bir kısmı ise fetih esnasında hayatlarını kaybederlerdi. Meselâ Türk kronik lerinden ve Barletius’dan îşkodra ahalisinin başma neler geldiğini bilmekteyiz. «Heşt Bihişt»de îşkodra çevresindeki hisarların mu kadderatından bahsedilmektedir. Orada Alessio ile ilgili olarak Hı ristiyan kıt’alarının kaİeyi müdafaadan vazgeçtikleri, yerli ve ya bancı kumandanların aileleri ve malları ile bir gemiye binip denize açıldıkları ve selâmeti kaçmakta bulduklarından söz edilmektedir. Aynı kronikte, îşkodra muhasarasında şehir garnizonu kumandan larının savaşmadan serbestçe çıkıp gitme şartı ile şehri Türkler’e teslime meyyal oldukları da kaydedilmiştir. «Böylece bu anlaşma ya dayanılarak şehir garnizonunu tahliye etmek için Venedik’ten beş gemi gönderilmişti. Türk makamları bü anlaşmaya, kaleyi gâ 188 H A SA N KALESHÎ vurlardan kurtarmak gayesi ile riayet etmişlerdi»27. Diğer şehir lerde de vaziyet şüphesiz bu minval' üzre cereyan etmiştir. Türkler eskiden beri yerleşmiş bulunan ahali yerine yeni göç edenleri, özel likle zanaatkârları koymaktaydılar. Tabiatıyla bu esnada yalnız Müslümanlar değil, özellikle bir şehrin yaşaması söz konusu ise Hıristiyanlar’ı da iskân etmişlerdir. Şehirde çoğunlukla, N. Todorov’un2S araştırmalarına göre, çevredeki köylerin ahalisi yerleşmektey di. Bunun sonucu olarak şehir nüfusu boğucu bir Arnavud karakte ri kazanmaktaydı. Arnavud sahil şehirlerindeki amavudlaşma böylece başlamıştır. XVTH. yüzyılda bu şehirler şark kültürünün merkezi haline geldiler. Buralarda arap harfleri ile fakat Arnavudca yazılan bir edebiyat oluştu29. Bu arada çok sayıda Arnavud müellifleri eserlerini Şark dillerinde telif ettiler30. Eskiden Arnavud ahaliye sahib olma yan îşkodra gibi şehirler tamamen yeni bir nüfus yapısı kazandı lar. İşkodra’nm nüfus yapısının ne kadar değiştiğini Ahmet Cevdet Paşa’nın verdiği bilgiler göstermektedir31. İşkodra Müslümanları kendilerini Malesya’daki kabilelerine göre tesmiye etmekteydiler. •Arnavudluk’taki ve tüm Balkanlar’daki Türk Tımar Sistemi’nin anlaşılması bakımından Halil İnalcık tarafından nâşrolunan 1431/ 32 yılından kalma Arnavud defteri fevkalâde bir önemi haizdir32. Zira burada Arnavudluk’taki Türk hakimiyetinin ilk devirleri hak kında bilgiler bulunmaktadır. Burada 335 tımar’dan elli altmm yer li Hıristiyan sipahiler’e ait olduğu ve fakat Müslüman feodal bey lerin Hıristiyan beylerden on kat daha fazla gelire nail oldukları 27 Hemen hemen aynı bilgilere Hoca Sa’dettin’de ve diğer Türk kronik lerinde bulmaktayız. 28 N. Todorov, Balkankijot grad XV-XIX vek, socialho-ikonomicesko i demegrafsko razvitie. Sofia 1972, S. 65-71. 29 Bu edebiyat hakkında bkz. Haşan Kaleşi, «Albanska aljamiado knjizevnost». In : Prüozl sa orijentalnu füologiju 16-17 (1970), S. 49-77. 30 Sayıları yaklaşık olarak 100 e varan bu müellifler hakkında bazı bügller Haşan Kaleşi’nin şu çalışmalarında mevcudtur : «Prizren kao kultumi centar za vreme turskog perioda». In : Gjurmime albanologjike I (1962), S. 91-118; Kosovo nekad i sad. Beograd 1972, S. 381-388. Buna rağmen bu her iki çalışmada da yalnız Kosovo’lı müelliflerden bahsolunmaktadır. 31 Cevdet Paşa, Tezâkir. Cilt 2. Ankara 1960, Tezkere Nr. 1832 Hicri 835 tarihli Suret-i Sancak-ı Amavid. Ankara 1954. TÜ RKLER’ÎN B A L K A N L A R ’A GİRlŞÎ 189 anlaşılmaktadır. Bu, yerli beylerin giderek fakirleşmesinin de bir delili olarak telâkki edilmektedir. Durumlarını ve maddî imtiyaz larını korumak isteyenler böylece Müslüman olmaya ve yeni hâkim sınıf saflarına geçmeye zorlanmaktaydılar. Arnavud beyleri bu im kândan istifade etmekte ve müslümanlığı kabul etmekteydiler. Da ha 1432 yılında 335 tımar erbabından 175 ini Müslüman olmuş Arnavudlar teşkil etmekteydi. Diğer bir grup, özellikle küçük sipahi ler, Sancak ve Beylerbeyleri hizmetinde bulunan Gûlam-ı Mir’den addolunmaktaydılar. Bu Gûlam-ı. mirler’e herşeyden önce Arnavud beylerinin İslâm’ı kabul etmiş olan çocukları dahildiler. Bunların ve daha sonraları «îçoğlanlar»m yardımıyla Türkler eski feodal sı- . nıfı yıkmışlar ve aynı anda müslümanlaştırmayı hızlandırmışlardır. Bu' yerli Müslüman beyler, çevresine tazyik etmekte, etraflarına Müslüman olmuş akrabalarını toplamakta ve askerî, dinî ve İdarî hiyerarşinin en üst makamlarına kadar yükselmekteydiler33. İs lam'ın kozmopolitik ruhuna tamamen riâyet eden Türkler için bir Müslümana, sadr-ı âzâmlık makamına kadar varan en yüksek dev let mansıbının açık olması gayet tabiî idi. Bu tip Amavudlar bir def’a iktidar makamına geldikten sonra, bazen Türk kroniklerinde de hoş karşılanmadığına işaret edilmiş olduğu gibi, kendi kabile mensublarmı kayırmaktaydılar. Bu şekilde meselâ, beş def’a Sadr-ı âzâm olan Koca Sinan Paşa, kendi memleketlisi olan Arnavudlar’m yüksek devlet mansıplarına yükselmelerini sağladığı için tenkid edilmiştir34. Bu İslâmlaştırma politikası yalnız Türkler için değil, fakat aynı zamanda Arnavudlar için de faideli olmuştur. Zira Arnavudlar’la meskûn sahaların genişlemesine her türlü desteği gös teren, özellikle bu Arnavud asıllı yüce makam sahihleri olmuşlardır. 1630 lardan itibaren Türk hükümetinin Balkanlar’daki ahali yi organize bir şekilde İslâmlaştırma faaliyetine giriştiğini tesbit edebiliriz. XVII. yüzyılın ortalarındaki Türk-Polonya ve Türk-Venedik savaşlarından sonra, Hiristiyan ruhbanın Türk hakimiyetine karşı ayaklanmalar sahnelemeye gayret gösterdiği bu savaş yılla rında, Türk hükümeti Hiristiyan ahaliye ağır vergiler tahmil et miştir. İktisadî baskı bunları dinlerini değiştirmeye zorlayacaktı. 33 249. Bkz. N. Filipovic, Princ Musa i Sejh Bedreddm. Sarajevo 1971, S. 208^ 34 Bkz. Tarih-i Pecevî, TL, S. 145. 190 H A SAN KALESH I Aynı anda Müslüman bir ferdi olan her hâne vergiden muaf tutul muştur. Bu tedbirler arzu edilen başarıyı vermiştir. Hıristiyanların büyük bir kısmı İslam dinine geçmişlerdir. Bu yeni Müslüman olan lar ise bundan sonraki İslâmlaştırmanın nüvesini teşkil etmişler dir35. Misal olarak otuz beş sene içinde 300 kişilik mevcudu ile son seksen Katolik hanesinin İslam’a geçmiş olduğu Djakovica gösterilebilinir36. Bu arada bir husus bizim konumuz için çok önemlidir. Bu da artık İslam dinine geçmiş olan Slav ahalinin arnavudlaşmaya başla masıdır. Bu konuda bir örnek : Arnavud tarih yazıcılığında Kosova, Makedonya ve Kuzey Sırbistan’ın bütün meskûn yerlerinde Tasla nabilecek Katolikler’in Arnavud veya Raguzalı oldukları hakkında bir görüş yerleşmiş bulunmaktadır. Bununla beraber bu doğru de ğildir. Katolik müfettişlerin raporları yeter miktarda Katolik Sırplar’m bulunduğunu açıkça göstermektedir. Marino Bizzi’nin 16İ0 se nesinden bildirdiğine göre, Kuçi kabilesinin yansı Ortodoks ve di ğer yarısı Katolik mezhebindendi. Paştroviçler’in bir kısmı da Ka tolik mezhebindendi. Peter Masarechi 1621 senesinden kalma «Relation»unda, Priştine’deki Katolikler’in Sırpça ve Arnavudca ko nuştuklarını yazmaktadır. Başpiskopos Giorgio Bianchi 1637 senesi sonundan bildirdiğine göre Prokuplje, Novo Brdo, Trepça, Janja, Skopska Çma Gora ve Üsküp Katolikleri'nin hepsi Sırpça konuş maktaydılar. Bianchi, Kratova da Arnavud göçmenlere raslamıştır. (Dalli monti di Albania). Bunlar Katolik Arnavudlar olup, Sırp ça ve Türkçe konuşmaktaydılar. Bunların rahipleri Arnavud asıllı olmakla beraber Sırpça konuşmaktaydılar. Priştine’de, Skopska Çrna Gora’da, Üsküp’te, Trepça’da Sırpça konuşan bu Katolikler’in kimler olabileceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu soruya, bunların dinlerine sadık kalmış veya İslam dinini kabul etmiş amavudlaşmış Sırplar olabileceğinden başka bir cevab verilemez. Bunlar, etrafları Türk makamları yardımı ile o mıntıkalarda yerleşmiş bulunan Ar navud nüfus ile çevrilmiş olduğundan, amavudlaşmak zorunda kal mışlardır. . Diğer taraftan XVII. yüzyılın ortalarına kadar Arnavudca ko 35 Jovan N. Tomic, O Amautima u Straroj Srbiji i Sandzaku. Beograd 19Î3, S. 23-24. 36 Starine 20 (1888), S- 199. TÜRKLER’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 191 nuşan Katolik Koçiler, Karadağlı kabilelerle birlikte yaşadıkları Brda’daki tecrid edilmiş durumlarından ötürii, Ortodoks mezhebine girmiş ve Sırp dilini kabul etmişlerdir. Arnavudlar’m XII. yüzyılın sonunda ve XTV. yüzyılın başında Teselya’ya göç ettikleri ve bura dan hareketle Attika ve Peloponnes’e gelip yerleştikleri ise ma’lûmdur. 1418 senesinde Peloponnes’te yaşıyan Arnavud ailelerinin sa yıları 18.000 olarak tahmin edilmiştir37. Kendilerinden daha sonraları da bahsedilen bu Arnavudlar’dan bugüne hiçbir iz kalmamıştır. Ortodoks mezhebdaşı olarak bunla rın kısa zamanda asimile olundukları ve grekleştikleri açıktır. Öte yandan 1878 de Arnavudlar ile meskûn bazı mıntıkalar Sırplar’ın eline geçtikte, Sırp hükümeti önce Arnavudlar’m asimile edilmesine teşebbüs etmiştir. Bunun üzerine 30.000 kadar Arnavud Sırbistan’ı térk etmiş ve Türk topraklarına, genel olarak Kosova’ya gelip yer leşmişlerdir38. Bu Arnavudlar’m müslüman olmaları Sırp asimilas yon teşebbüsünün başarısızlığa uğramasının esas sebeblerini teşkil etmiştir. Bunların önce Hiristiyan dinine geçirilmeleri sonra da asi mile edilmeleri gerekmekteydi ki, bu mümkün değildi. En büyük etnik ve mezhebsel değişikliklere XVII. yüzyılın so nunda ve X V m . yüzyılın başında Türk-Avusturya savaşlarından sonra Batı Makedonya, Kosova ve Kuzey Arnavudluk’ta meydana gelmiştir. Bu savaşlar, dolayısıyla Balkanlar’daki Hiristiyanlar’m Türkler’e karşı mücadelede yer almaları, Türk hükümetinin Hiris tiyan tebeaya karşı tutumunun değişmesine amîl olmuş, Türk hü kümeti İslamlaşmayı şuûrlu olarak teşvik etmeye başlamıştır. Zi ra İslâmlaştırma tatbik edildiği bölgeler için tatmin olmak demek ti. Böylece Arnavudlar ve Sırp nüfusunun büyük bir kısmı kitle ha linde Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Türkler bu andan itibaren ovalara gelip yerleşmeği arzu eden Arnavudlar’a, İslam dinini ka bul etmiş olmaları şartını ileri sürdüler. Aynı anda Türk makam ları, Sırp iskân bölgelerine bundan sonraki ilerlemeleri yalnız Müs lümanlığı kabul etmiş Amavudlar’a müsaade ettiler39. Kurşumlija, Prokuplje v.s. gibi yerlere yerleşmiş bulunan Ka 37 Bkz. D.A. Zakythanos, Les Despotat grec de Moreé. C. H, 1953. 38 Bkz. Haşan Kaleşi, «Kosovo pod turskom vlascu». In : Kosovo nekad i sad. S. 170. 39 Tomic, S. 40. 192 H A SA N KALESH İ tolik Arnavudlar hakkında artık hiçbir kayıd düşürülmemektedir. Yeni göçmenlerin hepsi Müslümanlar’dan müteşekkildir. Aynı anda Müslüman Arnavudlar’m Batı Makedonya’ya yerleşmeleri de baş lamıştır40. 1467 senesinden kalma bir deftere göre içlerinde tek bir Müslüman Arnavud’un yaşamadığı Kiçevo, Gostivar, Tetova ve Üsküp civarındaki köylerin büyük bir kısmı şimdi tamamen İslâmlaş tırılmış ve amavudlaştırılmıştır. Bu köylerde yaşıyanlar arasında tek bir Katolik ve Ortodoks’un b u hiTima.ma.si dikkate değerdir. İslam’a geçişle beraber şimdiye kadar Slavlar ve Arnavudlar’ı birbirinden ayıran zıddiyet ortadan kalkmış, evlenmeler ve akraba lıklar tesisi ile Müslümanlığı kabul etmiş olanların tedricen arnavudlaşması meydana gelmiş ve böylece Arnavudlar kısa bir zamanda nüfusun çoğunluğunu teşkil etmişlerdir. Amavudlaştırmadan yal nızca sonradan İslâmlaştırılmış bazı köyler ve içlerinden Arnavud bulunmadığından ötürü Makedonya menşeli Müslüman şehir nüfu sunun bir kısmı mas’ûn kalabilmiştir. Kiçevo bunun en tipik misa lidir. Kiçevo kazasında arnavudlaştırılmanm yüz seneden beri ta mamlandığı köyler mevcud olup, Baçişte gibi nüfusun aynı şekilde Müslüman olduğu diğer köylerde bugün dahi genellikle Makedonyaca konuşulmaktadır. Arnavudlaştırma süreci burada hâlâ sürüp git mektedir. Bu sürecin esas sebebi, Baçişte’li Slavlar’la çevrede yaşıyan Arnavudlar’m karışmalarını sağlayan İslam dinine olan müş terek inançtır. Güney Arnavudluk’taki ve Epir’deki ve eski Janya vilayetin deki demografik ve etnografik değişiklikler özel bir sorun teşkil et mektedirler. Geçen yüzyılın yetmiş senelerinden kalma istatistik bilgileri bu vilayette Amavudca konuşan yaklaşık olarak 470 bin kişilik bir nüfusun varhğmı haber vermektedir. Bunun 155 binini Ortodoks Arnavudlar oluşturmaktaydı41. Buranın Yunanistan’a ilhâk edilmesinden sonra Yunan idaresinin, okul ve kilisesinin tesiri altında tüm Hiristiyan-Amavud ahali grekleştirilmiştir. Öyle ki, bugün orada bir Arnavud azınlığından söz edebilmek çok zordur. B u n u nla, beraber Müslüman Amavudlar’ı grekleştirmek mümkün 40 Bkz. Georglev, In : İsvestija na seminer slavjanskoj filologiji I (1940), S. 125. 41 Bkz. Meselâ İstanbul gazetelerinden Tercümân-ı ¡Şark. Nr. 91 (17 Tem muz 1878). TÜ RKLER’ÎN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ 193 olamamıştır. Bunlar, ya Arnavudluk’a kaçmışlar veya nüfus müba delesi esnasında Türkiye’ye gelmişlerdir. Bunlardan bir k ısm ın a bu gün bile İstanbul’da At Meydam semtinde raslamak mümkündür. Burada yine İslam dinine mensup olmak grekleştirmeye bir sed teş kil etmektedir. Son olarak yakın çağlardaki bazı arnavudlaştırma olaylarına, hem de Balkanlar’m ve Kosova’daki Türkler’in arnavudlaştırılmalarma işaret etmek istemekteyiz. Bosna ve Hersek, Avusturya-Maearistan tarafından 1878 deki ilhakından sonra M ü slüman nüfusun bir kısmı memleketlerini terk etmiş ve Türkiye topraklarında ve kısmen Kosova’da yerleşmiştir. Bu göçmenlerin hepsi amavudlaşmıştır. Yalnız Uroşevaç’ta Yeni Pazar Sancağı’ndan gelen yüz Bosnalı aile kendilerine yeni bir vatan bulmuştur ki, bugün bunların hepsi Arnavudtur. 1877-78 Türk-Rus savaşmdan sonra altı-yedi bin kadar Çerkeş Kosova’ya göç etmişlerdir42. Bunların bir kısmı daha sonra Türki ye’ye gitmiş, diğerleri ise arnavudlaşmışlardır. Bugün dahi isimleri kendilerinin Çerkeş asıllarma delâlet eden Amavudlar mevcudtur. İki Dünya Savaşı arasında Yeni Pazar Sancağı’ndan Kosova’ya ge len aileler de bugün arnavudlaşmış ve son nüfus sayımında da bun lar kendilerini Arnavud olarak göstermişlerdir. Öte yandan istatis tik bilgilerinden de, Kosova’daki Türkler’in sayılarında yıldan yı la bir azalma olduğu görülmektedir. Son yıllarda Türkler’in Tür kiye’ye göçetmeleri en az bir düzeye indirilmiş olduğuna göre, bu durum yalnızca Türk nüfusunun tedricî amavudlaşması ile izâh bulmaktadır. Buna benzer bir arnavudlaşma sürecine, bugüne kadar Slav di nini muhafaza eden Prizren dolaylarındaki Gora ahalisinde Tasla maktayız. Bunlar son senelerde, Kosova bölgesindeki şehirlerde yer leşmişler ve burada sür’atle arnavudlaşmışlardır. Bunlar Müslüman olduklarından (evliliklerde ve akrabalık teessüsünde farklı dinlere mensüp olmak daima bir engeldir) evlilik bağlaşmaları yoluyla arnavudlaşmanın meydana gelmiş olabileceği düşünülemez. Bu taslak karakterindeki mülâhazaların tabiatıyla yeni belge ler ile genişletilmesi gerekmektedir. Bununla beraber biz daha şim diden, Balkanlar’a Türkler’in girişimleri ve bunun direk sonucu ola42 Haşan Kaleşi, In : Kosovo nekad i sad. S. 169-170. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 13 194 H A SAN KALESHİ rak Arnavud nüfusunun büyük bir kısmının îslamlaştırılmasının, yalnız Arnavud halkın etnik ve millî varlığının idamesini temin et mekle kalmadığını, üstelik Türk hakimiyeti altında Arnavud iskân sahalarının genişlemesi sonucu vermiş olduğunu iddia edebileceği mize inanıyoruz. Bu bakımdan, Türk hakimiyeti ve İslamlaştırılmayı mutlak surette olumsuz olarak yargılayan Arnavud tarih ya zıcılığı tashih edilmelidir. Kemal Beydilli İSTANBUL’UN ORTADAN KALKAN BAZI TARİHÎ ESERLERİ ı m Papasoğlu mescidi, Ömer Efendi namazgahı, Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi ve sebili Semavi E yice 1972 ve 1973 yıllarında basılan iki yazımızda, İstanbul’un son yarım yüzyıl içinde ortadan kalkan eski eserlerinden bazılarına dair elimize geçen not ve resimleri derlemek suretiyle bu tarih hatıra larını hiç değilse yazılı olarak yaşatmayı düşünmüştük1. Birinci ma kalemizde beş cami, ikinci makalemizde ise iki cami ve iki hamama dair elde edebildiğimiz bilgileri bir araya getirerek değerlendirmiş tik. Bu yazılarımızda tamamen yok olmuş birer eser olarak tanıtı lan Adilşah Kadın camii ile Kasım Ağa mescidi, talihin garip bir cilvesi olarak sayabileceğimiz bir durum ile, bu arada tamamen ye niden yapılarak tekrar kullanılır duruma girdiler2. Böylece «orta dan kalkan tarihî eser» olmaktan çıktılar. Üçüncü bir cami, Kambur 1 ■Bu iki yazımız için bkz. «Tarih Dergisi», sayı 26 (1972) s. 129-164 ve 38 resini^ « Tarih Dergisi», sayı 27 (1973) s. İ33-178 ve 40 resim. 2 Son yıllarda tamir edilen esası eski Bizans kilisesi olan bazı camilerde yapılan iğler tenkit edilmektedir. Bu tenkitlerin bir kısmı, Lâleli’deki Bodrum (veya Mesih Paşa) camii örneğinde olduğu gibi, haklı olmakla beraber, hemen hemen ortadan yok olma durumundaki Kasım Ağa mescidi hususunda yer sizdir. Görüşümüze göre, bu binanın «... hiçbir vakit sahip olmadığı bir biçim alacak şeküde...» restore edildiğini iddia etmek ve böylece âdeta bir tarihî ese rin ebediyen ortadan kalkmasını arzulamak fazla bir gayretkeşlik olmakta dır, bu hususda bkz. A.A. M. Brayer, A camera in Constantinople (Th. F. Mat hews, The Byzantine Churches of Istanbul, Pennsylvania 1976, hakkında ta nıtma yazısı) «.Times Litterary Supplement» 11 Kasım 1977. 196 SEM AVÎ EYÎCE Mustafa Paşa camiinin de ihyası için girişimlerde bulunulduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Bu araştırma dizimize devam ederken, der lediğimiz notlar ve resimlerin, eserler ibya edilse de tamamen fay dasız olmadığını sanıyoruz. X Papasoğlu mescidi Levha : I-IÎI Resim ,: 1-6 Unkapamnda, Atatürk köprüsü başından Bozdoğan kemeri Saraçhanebaşı’na çıkan bulvarın yapımı sırasında, bir kaç önemli eski eser de ortadan kaldırıldı. Bunlardan biri tam köprünün ba şındaki arazide olan ve köprünün bağlantısı dışında kalmasına rağ men yıkılmasının lüzumu anlaşılamayan Süleyman Subaşı camii3 diğeri ise bulvarın kenarında ve az yukarıda olan Papasoğlu mes cididir. Bu mescid, eski şehir rehberine göre Hoca Yakup sokağı üs tünde olduğuna göre4, köprünün bitimindeki meydanlığın kenarında ve bulvarın başladığı yerlerde bulunuyordu. Yeri hemen hemen Mer kez Bankası şubesi önüne isabet etmektedir. Papasoğlu mescidi, İstanbul camileri hakkındaki ana kayna ğımız olan Hadikatu’l-cevami’ye göre Unkapanı yakınında olup, Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Minberini ise Kazasker Mahmud Efendi koydurmuştur. Mahmud Efendi, Kasım Paşa mezafistanmda medfundur. Camiin kapısı üstünde ise Hadika yaza rına göre manzum bir tarih bulunmaktadır5. 3 Esası Mimar Sinan tarafından yapılan bu carili, XIX. yüzyılın ikinci yarısmda yeni baştan yapılmıştı. Atatürk köprüsü yerine takıldıktan sonra, 194Ö-larda sağlam bir halde, sadece kadro dışı bırakılmış olarak duruyordu. Altında dükkânlar olduğundan fevkani ve üstü kiremit örtülü, taştan işlenmiş duvarlı bir yapı idi. Arsasının bir kısmı meydanlığa katılmak, diğer kısmı yerine dük kânlar yapılmak üzere lüzumsuz olarak yıktırüdı. Bu tarihî eserin kurtarılması için gösterilen gayretlere rağmen yıktırılmasına dair olarak bkz. Türkiye Anıt lar- Demeği, İstanbul Şubesi Broşürü, İstanbul 1951, s. 45-51; Neşet Köseoğlu, İstanbulun ük sübaşısı Karıştıran Süleyman Subaşı, « Türkiye Turing ve Otomobü Kurumu Belleteni» sayı 124 (Mayıs 1952) s. 5-6; Behçet Unsal, İstanbul’ un iman ve eski eser kaybı, « G-.S.A. Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncele meleri» n (1969) s. 27, no. 45. Bu ikinci makalede Papasoğlu mescidinden bah sedilmediği gibi, plânlarda yeri de işaretlenmemiştir. 4 İstanbul Belediyesi, İstanbul şehri rehberi, İstanbul 1934, pafta 5 ve 8. 5 Ayvansaraylı Hafız Hüseyin, Hadikatii’l-cevami, İstanbul 1282, I, s. 60. İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A Z I T A R İH Î E SE RLE Rİ 197 Gerçekten, mescidin kapısı üstünde, alt ve yukarı kenarlarında kabartma süslemeler bulunan bir Içvha üzerinde altı mısradan mey dana gelen şu kitabe 1941’e kadar duruyordu : 1. Barekallah bu mabed-i pâki 2. Kılup itmam bâni-i ekrem 3. Şeyhzade Efendi hazreti kim 4. Yani ol mahz-i cüdü himem 5. Hâtemü’l-enbiyaya bahşidecek 6. Oldu tarihi «mescid-i hatem» 7. 1148 ( = 1735/36) Bu kitabeden açıkça anlaşıldığına göre Papasoğlu mescidi, 1148 ( = 1735/36) tarihinde adı verilmeyen, sadece Şeyhzade Efendi ola rak gösterilen bir şahıs tarafından ihya edilmiş ve bu ihya, yeniden yapılış dolayısiyle de kitabe konulmuştur. Mescidin esas kurucusu Mustafa Paşa’mn tarih içinde yeri hu susunda yine Hadika bir dereceye kadar yardımcı olmakta ve aynı Paşa’nm Bayazıd’da Simkeşhane yakınındaki başka bir hayratı olan medrese ve mescidinden bahsederken, mezarımn damadı Hoca Sadeddin Efendi’nin Ëyüb’deki zâviyesinde olduğunu bildirmekte dir6. Aynı Mustafa Paşa’nın Unkapanı iç tarafındaki diğer mesci dinden başka bir medresesi de Tabakzade medresesi karşısında bu lunmakta idi7. Bü duruma göre, Tahsin Öz’ün Papasoğlu mescidin6 Hüseyin Ef., Hadika, I, s .58; Papasoğlu medresesi mescidi maddesinde. Aynı medrese hakkında ayrıca bkz. Mübahat S. Kütükoğlu, 1869’da faal İstanbul medreseleri, «Tarih Enstitüsü Dergisi», sayı 7-8 (1977) s. 95, no. 136, Papaszâde Mustafa Çelebi medresesi oiarak kayıtlıdır. Bu medrese geçen yüzyılda en çok öğrenci barındıranların en başında geliyordu ve 28 höcreye sahipti. Pa pasoğlu medresesinin H. 949 ( = 1542/43) tarihli bir vakfiyesi olduğu büinmektedir. İstanbul Üniversite Kütüphanesindeki, İstanbul’da mevcud medreselerin esâmisi (înv. no. 8869) başlıklı listede, no. 67’de «Darülhadîs-i Papas-zâde Mus tafa Çelebi» olarak kayıtlıdır. J. de Hammer, Histoire de l’empire ottoman (çev. J.J. Hellert), XVIH, Paris 1841’deki medreseler listesinde, s. 115’de no. 66 ve 67’de Papasoğlu Mustafa Paşa’nm iki medresesi IH. Murad yıllarında yapılan lar arasmda gösterilir ki yanlıştır. Edebiyat Fakültesinin tam karşısına isabet eden yapı adasmda olan Koska’daki medrese üe dershane-mescit yerine Koska İlkokulu yapılmıştır. 7 Mustafa Paşa’nın Tabakzade medresesi karşısında olan ikinci medre sesinin mimarisi hakkında hiçbir bügimiz yoktur. Yalnız bu medresenin nere de olduğunu öğrenmek mümkün olmaktadır. 1870’lere doğru çizüdiği anlaşı lan en etraflı İstanbul şehir plânmda bu medrese Çarşamba caddesinde, Valide 198 SEM AVİ EYİCE den bahsederken, bu eserin Papasoğlu Mustafa Paşa tarafından H. 1148 de yeniden yapıldığını yazması yanlıştır8. Çünki, Mustafa Pa şa Şeyhülislam Höca Sadeddin Efendi’nin kaymbabası olduğuna gö re H. 1148’de bir hayrat vakfetmiş olamaz. Hoca Sadeddin Efendi 1599 yılı sonlarında ölmüştür9. Böylece Mustafa Paşa’nm XVI. yüz yılda yaşamış olması ve Unkapanı’ndaki camiin H. 1148 ( = 1735/ 36) de ancak ihya edilmiş bulunması gerekir ki, zaten kitabesi de bunu belli etmektedir. Papasoğlu denilen Mustafa Paşa hakkında kısa bilgi ise Hadika yazarı Ayvansaraylı Hâfız Hüseyin Efendi’nin diğer eseri V ef ey at’ta. bulunmaktadır. Burada ona dair şu satırlar okunur : Vüzerâdan iken «U zlet-i cennet» sene 960 târihinde vefât edüp, dâmâdı Şeyhülislâm Hoca Sa’deddin Efendinin hayr% olan Yahya Efendi dahilinde defn olunmuşdur. İstahbuVda m escidleri ve m edreseleri vardır.»10 Ne yazık ki Papasoğlu denilen bu Mustafa Paşa hakkında daha etraflı bilgiye sahip bulunmuyoruz. H. 960 ( = 1552/53) da öldüğüne göre Kanunî Sultan Süleyman devri vezir lerinden olması gereken bu şahıs, tarihin karanlıklarında kaybol muştur. Nitekim M. Süreyya Bey’in SiciZZJinde de yer almamıştır. Peçevî’nin her Padişah devri için verdiği ileri gelenler listelerinde de H. 960 da ölmüş bir Vezir Mustafa Paşa ile karşılaşılmaz11. camii ve medresesinin hemen yanında bulunuyordu ve oldukça büyük ölçüde bir bina idi, bkz. Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. asırda İstanbul haritası (İst. Fetih Demeği - İstanbul Enstitüsü Yayınları) İstanbul 1958, pafta D 5. 8 Tahsin Öz, İstanbul camileri (Türk Tarih Kurumu yayınları, VI, 5) An kara 1962, I, s. 114. 9 İlmiye Salnâmesi, İstanbul 1334, s. 416-421; Mehmed Süreyya Bey, Sicill-i Osmanîj İstanbul 1308, m, s. 16; Bursalı Tahir Bey, Osmanlı müellifleri, İstanbul 1333-42, HE, s. 66-67; yeni baskısı, İstanbul 1975, HE, s. 137-138; Ah med Refik, Âlimler ve sanatkârlar, İstanbul 1924, s. 93-128; ay. yazar, Hoca Sadettin (Millî Kütüphane-Tarih serisi, 23) İstanbul 1933; Şerafeddin Turan, Sa’d-ed-Din maddesi,. İslâm Ansiklopedisi, X, s. 27-32; Ismaü Hami Danigmend, Osmanlı tarihi kronolojisi, İstanbul 1950 HE, s. 525-526; Abdülkadir Altunsu, Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara 1972, s. 47-50; F. Babinger, Die Geschichts schreiber der Osmanen und ihre Werke, Leipzig 1927, s. 123 -126 (büyük ta rih eseri Tacü’t-tevârih münasebetiyle), Hoca Sadeddin Efendi hakkında basıl mamış bir de lisans tezi yapılmıştır, Hikmet Durukal (3113), Şeyhülislâm Ho ca Sadettin Efendi ve âilesi, I.Ü. Edebiyat Fak. Tarih bölümü tezi, 1947-1948. 10 Hafız Hüseyin Ayvansarayî, Vefeyat-ı Selâtin ve meşahir-i ricâl (İst. Üniv. Edebiyat Fak. yayınları, 2241) yay. Fahri Ç. Derin, İstanbul 1978, s. 29. 11 Peçevî İbrahim Efendi, Tarih’inde Iran seferinde büyük gayretleri gö- İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A Z I T A R İH Î ESERLERİ 199 Papasoğlu-mescidi H. 1264 ( = 1848)’de Mühendishane öğren cileri tarafından düzenlenen İstanbul camileri Tıaritası’nda. işaret lenmiştir12. 1875’e doğru hazırlanan büyük İstanbul haritasında ise bulunmayışı şaşırtıcıdır13. Halbuki 1941’e kadar duran bu eser, klâ sik devre işaret eder mimarisi ile hiç bir şüpheye yer vermeyecek surette eski bir yapı olduğunu belli ediyordu. İstanbul Şehremaneti tarafından yayınlanan haritalarda ise bu eser Papozzade camii adı ile harap bir yapı olarak noktalı çizgilerle gösterilmiştir14. Pervititch’in sigorta plânlarında da bu meseid 125 sayılı yapı adasındaki yerinde işaretlenerek adı verilmeksizin «Cami ruiné» yani Harap Cami yazısı ile belirtilmiştir15. Böylece Papasoğlu mescidinin, yık tırılmasından çok önceleri de harap bir durumda olduğu anlaşıl maktadır. Sebah ve Joaillier fotoğrafhanesi tarafından geçen yüz yılın sonlarında Galata kulesinden çekilen büyük İstanbul panora masında, Unkapanı köprüsü başında Süleyman Subaşı camii harabe halinde görülür. Onun tam arkasındaki minare ise Papasoğlu mes cidine aittir. Atatürk bulvarının açılması sırasında yıktırılan eski eserlere dair bir yazı dizisi yayınlayan ve bunda bu eserlerin kaldırılmaları nı haklı bulduğu görüşünü de ileri süren İbrahim Hakkı Konyalı, bu yazıların altmcısmda Papasoğlu mescidinden de bahseder : «Elvanoğlu-Azaplar camiinden Unkapanı köprüsüne doğru ilerlerken, rülen ve Rıdvan Paşa’nın babası olan bir Karaşahin Mustafa Paşa (Peçevî, Ta rih, İstanbul, I, s. 38; yeni baskı, Peçevî tarihi, yay. Murat Uraz, İstanbul 1968, I, s. 28) ile, n . Selim devri ileri gelenlerinden, Bitpazarı tellâllığından Trablusgarp Beylerbeyliğine yükselen Mirmiran Mustafa Paga’dan bahseder (kşl. Peçevî, Tarih, I, s. 446; yeni baskı, I, s. 237). 12 İstanbul camileri haritası, H. 1264’de no. 84’de işaretlenen bu meseid Papaszade camii adı altmda yazılmıştır. 13 Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. asırda İstanbul haritası (İst. Fetih Deme ği - İst. Enstitüsü yayınları) İstanbul 1958, pafta C 5. Papasoğlu mescidinin bu haritada Cami sokağı üzerinde olması gerekir. Harita 1875’e doğru çizümigtir. 14 Necip Bey, İstanbul Şehremaneti-İstanbül rehberi, İstanbul 1340, İstanbul-Haliç tarafı paftası. 15 J. Pervititch, İstanbul Sigorta haritası, İstanbul-Unkapanı, 1 :1000, Nisan 1933, pafta 20 a. Meseid 125. adada gösterilmiştir. 200 SEM AVİ EYİCEİ sağda dört muhteşem duvarı ile minaresinin küpünden başka ayak ta birşey kalmayan bina Papasoğlu mescidi idi. Mabet muntazam kesme taş ve tuğla ile yapılmış asil bir bina idi. Kıble tarafında dört, sağında iki ve solunda beş penceresi vardı. Minaresi solda idi. Mabedin solunda yine, taşla yapılmış han ve dükkânlar vardı. Bun lar sonradan başka ellere geçmişti. Mabet saltanat devrinde ihmal edildiği için çatısı çökmüş ve içi bir mezbele haline gelmişti. Ata türk bulvarının güzergâhına rastladığı için ayakta kalan enkaz 15 Ağustos 1941 yıhnda yıkılmıştır». Bu kısa tarif ve açıklamadan son ra î. Hakkı Konyalı, camiin kitabesinin bir kopyasım. verirken Hadika’da tarihin 1158 olarak yanlış kaydedildiğine işaretle, bunun 1148 olması gerektiğini belirtir. Arkasından yazdıkları ise tarihî kronolojiye uymaz. «Papasoğlu mescidinin ikinci bânisi Şeyhzâde şöhretini taşıyan Mustafa Paşadır. Koska’da Abdüsselâm tekkesi nin yanında medresesi ve medresesinin içinde ayrıca bir mescidi daha vardı. Son zamanlarda bu mescid ve medrese enkazcıya satı larak yıkılmıştır. Tabakzade medresesinin karşısında da ikinci bir medresesi daha vardı. Mustafa Paşa Eyüp’de damadı Hoca Sadettin Efendinin zâviyesine gömülmüştür. Kıymetli mezar taşmm .müzeye kaldırılması lâzımdır»16. Bu satırların gerçeğe uymadığına yukarıda işaret edilmiştir. Mustafa Paşa ikinci kurucu değil, ilk kurucudur. Kitabedeki Şeyh-zâde ile ilgisi yoktur. Zaten Hoca Sadeddin Efen dinin kaymbabası olduğuna göre de EL 1148’de bir cami ihya ettir miş olamaz17. 16 İbrahim Hakkı Konvalı, Yeni açılan Unkapanı ve Yenîkapı güzergâhı: VI, «İstanbul Belediye Mecmuası» sayı 198 (Şubat 1942) s. 5, no. 18. 17 Şeyhülislâm Hoca Sadeddin Efendi’nin «harem-i muhteremleri» olan Fatma Hatun -ki bu duruma göre eğer ikinci evliliği yok ise Papasoğlu Mus tafa Paşa’nın kızı olmaktadır-. Çarşıkapısı ile Mahmud Paşa camii arasında bir mescid yaptırmıştı. Sonraları XVIII-, yüzyıl ortalarında bu mescidin yerin de Nuruosmanî camii inşa edilmiştir, kşl. Hüseyin Efendi, Hadika, I, 22-23; Bina Kâtibi Aİımed Efendi, Tarih-i camii şerifi Nur-u Osmanî, TOEM eki, İstanbul İ339, s. 3. Hoca Sadeddin Efendi ile hepsi ülemâdan olan oğulları (Mehmed ve Esad Efendiler sonra Şeyhülislâm, Abdülaziz ve Sâlih Efendiler Kazasker ol muşlardır, beşinci, oğlu Mesut Efendi ise müderris olmuştur ) ’ndan ikisi ve to runu Eyüp’de Yahya Efendi tekkesi yanındaki hazireye gömülmüşlerdir. (J. von Hammer, Constantinopolis und der Bosporos, Pesth 1822, TL, s. 25’de bütün aüenin babalarının vakfettiği Sıbyan mektebi yanında gömülü olduklarını ya zar). Sadeddin Efendi, burada Saçlı Abdülkadir dergâhına komşu bir darülkurra İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T A R İH İ ESE RLE Rİ 20İ Papasoğlu camii yıktırılmasından az önce İstanbul Eski Eser leri Koruma Encümeninde bir dosya hazırlanmakla beraber, bu dos yada sadece üç fotoğraf ile 20 ocak 1940 tarihinde o sıralarda mü zeler mimarı olan Yük. Mim. A. Sami Ülgen tarafından çizilmiş bir "iroki konulmuştur18. Böylece dosya tamamlanmadan kalmış ve Konyaptırtmıştır (bkz. Hüseyin Ef., Hadika, I, s. 269 vd.). Mantık bakımından Hoca Sadeddin Efendi ve ailesinin, kendi hayratı olan darülkurra haziresine gömülü olmaları gerekir. Gerçekte d e' bugün Hoca Sadeddin Efendi ve oğul larının süindir biçimli muhteşem şahideli mezarları, şimdi Saçlı Abdülkadir camii denilen eserin yanında görülmektedir. Eyüb’de Yahya Efendi tekkesi, Hoca Saadeddin Efendi darülkurrası ile Saçlı Abdülkadir türbe ve mescidi (veya camii)’nin biribirlerine girift bir durumları'vardır ve bu konu etraf lıca araştırılıp, aydınlatılmağa muhtaçtır. İstanbul Belediye kütüphanesinde bulunan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine ait olduğu sanılan Derün-ı tslâmbol’da hankâhlar beyânındadır başlıklı yazma, listede, Eyüp’de Cami-i Kebîr mahal lesinde Yahyazâde tekkesinin H. 1082 ( = 1671/72) den itibaren şeyhlerinin adları ve ölüm tarihleri verilmektedir. Böylece bu tekkenin XVH. yüzyüın ikinci yarısı içlerinde ortaya- çıktığı anlaşılmaktadır. Genellikle tekkeler, her devirde, o sıradaki şeyhlerinin adları ile adlandırılmıştır, nitekim Asitâne-i Aliyye ve Bilâd-ı Selâsede kâin el’an mevcut ve muhterik olmuş tekkelerin esamisi’nde Yahya Efendi tekkesi son şeyhinin adı ile Şeyh Hasib Efendi tekkesi ola rak da meşhurdur denümektedir. Bandırmalı-zâde Ahmed Münip, Mecmua-1 Tekâya, İstanbul 1307, s. İO’da Yahyazâde tekkesi olarak kayıtlıdır, o sırada Rüfâî’lere âit olan bu tekkenin şeyhi de Hasip Efendi oldıiğuna göre 1307 ( = 1889/90)’de burası faaldir. Bir bölümü H. Abdülhamid’in meşhur «hoca» sı Ebülhuda tarafından H. 1313 ( = 1895/96)’de kütüphane haline getirilen Ab dülkadir tekkesinin birçok kısımları yıkıldıktan sonra kalan türbe ve üstünde ki mescid kısmı 1961’de tamir ve ihya edümiştir. Bu mescidin etrafmda oldukça geniş bir hazire bulunmaktadır. Biz burada Hoca Sadeddin Efendi’nin kayın pederi Papasoğlu Mustafa Paşa’nm mezarmı bulamadık. Bugün perişan bir halde olan bu geniş hazirenin cadde üzerindeki bir k ıs m ının duvarı ile içindeki mezarların bir kamyonun çarpması sonunda yıkılmış ve parçalanmış olduğunu gördük. Bunların tamiri hususunda 1979’da hiçbir teşebbüs yapılmamıştı. Bu mescid ve mezarlar hakkında kısa bilgi için bkz. Receb Akkuş, Eyyüb Sultan ve Mukaddes Emanetler, İstanbul 1973, s. 221-222; M. Orhan Bayrak, İstan bul’da gömülü meşhur adamlar (1453-1978), İstanbul 1979, s. 67, no. 17, s. 67, no. 19, s. 68, no. 21, s. 68, no. 24. Recep Akkuş, ad.gç. esr. de, Saçlı Abdülkadir mescidi olan binanın esasmda Hoca Sadeddin Efendi darülkurrası olduğu yazümıştır. Bütün bu çelişkili bügiler, Osmanlı devri Türk tarihinin en önemli simalarından biri olan Hoca Sadeddin Efendi’nin hayır eserinin doğru yerinin tesbitinin gerekli olduğunu açıkça belli etmektedir. 18 İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni, Fiş No. 543. Dikkatle göz den geçirdiğimiz bu dosyada Papasoğlu mescidine dair tek satır yazı yoktur. SEM AVİ EYİCE yalı’nın da belirttiği gibi, 15 Ağustos 1941’de' de eser tamamen or tadan kaldırılmıştır. Papasoğlu mescidinin, A. Sami Ülgen’in çizdi ği plândan başka elimizde, binayı henüz sağlam bir halde gösteren çök eski bir fotoğrafı ile Encümen dosyasındaki üç resmi bulunmak tadır19. Bunlara göre bu eski eserin tam bir tarifini yapmak müm kün olacaktır. Papasoğlu mescidi, gerek A.S. Ülgen’in çizdiği plân dan gerek Pervititch’in krokisinden anlaşıldığına göre, bulunduğu yerin yapı adası biçimi ile sokak çizgilerine göre yapümış bir bina olduğundan tam intizamlı bir plâna sahip değildi. Giriş cephesi, önündeki Hoca Yakub sokağının yaya kaldırımı kenarında bulunu yordu. Avlu ve son cemaat yeri olmadığından, binanın içine sokak tan doğrudan doğruya günletiliyordu. Mescid, üstü ahşap çatı ve kiremit örtülü (sakıflı) bir bina olarak yapılmıştı. Mimarî bakımın dan en dikkate değer tarafı, sağ duvarının düz değil, şehrin so kak düzenine uyması için şevli biçimde oluşu ve sağda olan mina resinin, iki duvar araşma, alışılmamış bir biçimde inşa edilmiş ol ması idi. Duvar kalınlığı içinde minarenin kürsü kısmı ile gövde sinin bir bölümünü gizlemek mümkünken, bu yapılmamış ve iki du var bir girinti teşkil edecek surette bağlanarak, gövdenin bir kıs mı dışarıdan görülebilir olarak inşa edilmiştir. Böylece bü küçük ve mütevazi mescidde mimarî bakımdan değişik ve monotonluğu gideren bir sistemin uygulandığı söylenebilir. Papasoğlu mescidinin duvarları iki sıra tuğla ve bir sıra mun tazam yontulmuş kesme taş dizileri halinde örülmüştü. Böylece renk li ve bütün sadeliğine rağmen ahenkli bir düzenlemeye sahip bir cephesi bulunuyordu. Üstünde kitabenin bulunduğu, mermer söveli kapının iki yanında yine mermer çerçeveli ve tuğladan boşaltma Dosyanın içinde sadece üç fotoğraf üe, o yıllarda Müzeler ve Encümen mimarı olan Ali Saim Ülgen tarafından çizilmiş bir plân.bulunmaktadır ki, bir kopyası bu yazımızla birlikte yayınlanmıştır. Encümen 1976’da kendisini lağv etmiştir. 19 Mehmed Ziya (îhtifalci), İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul 1937, s. 83’de bu mescidin Unkapanı Papasoğlu mescidi yazısı ile bir fotoğrafı, yayınlanmış tır ki, bu bizim bu yazımızla basılan Res. 3’ün aynıdır. M. Ziya’nın for ma halinde basüan bu eseri, Uk cüdi 1336’da İkincisi ise 1928’de basılan meş hur kitabının, ikinci cüdinin yeni yazı üe tekrarıdır, ikinci cüdin, s. 127’sine kadar gelebilen bu on forma, 160 sahife tutmaktadır, fakat esas metin korkunç surette bozularak basümış, dipnotlar esas metne karıştırılmış, bazı yerler atlanmış ve metinle ügisi olmayan resimler araya sokuşturulmuştur. Nitekim Papasoğlu mescidi resmi de bunlardan biridir. İSTANBUL’U N ORTAD AN K A L K A N B A ZI T A R İH İ ESERLERİ 203 (tahfif) kemerli iki pencere açılmıştı. Üstte ise, mermer çerçeveli ve kemersiz dikdörtgen biçimde dört pencere bulunuyordu. Bütün bu pencereler demir parmaklıklara sahipdi. Eski fotoğraftan anla şıldığına göre, cephenin yukarı kısmında iki dizili kirpi saçak uzanı yor ve binanın üstü alaturka kiremit ile örtülü bulunuyordu. İçeride de mihrabın iki yanında altlı üstlü dörder pencere vardı. Bunlardan üsttekilerin yuvarlak kemerli oldukları dikkati çeker. Mihrabın için de de kalem işi nakışların varlığı görülür. Mimarisine ve bilhassa duvar örgülerindeki tekniğe göre, bu küçük yapı son şekli ile XVI. yüzyılın değil X V m . yüzyılın eseri tesirini bırakıyordu. Böylece bu mescidin H. 1148 ( = 1735/36)’deki ihyası sırasmda son biçimi ile yapılmış olabileceğini ileri sürebiliriz. . Harap bir halde olmasına rağmen 1940’larda henüz kolayca ih ya edilebilir durumda olan Papasoğlu mescidi artık İstanbul’un ta rihî topografyasından silinip kaybolmuştur. Atatürk bulvarı açılır ken feda edilmesi ne dereceye kadar gerekirdi sorusuna da artık ce vap bulmak lüzumu kalmamıştır. Yalnız şunu belirtmek yerinde ola caktır ki, gösterişsiz, basit bir mahalle mescidi olmasına rağmen, güzel ve itinalı duvar örgüleri, şehrin sokak durumuna uydurulmuş şekli ve bilhassa minaresinin yerleştirilişi bakımlarından değişik bir eser olan bu yapının yıktırılması ile İstanbul değerli, küçük anıtla rından birini kaybetmiştir20. 20 Osmanlı devri Türk tarihinin önemli bir tarihî şahsiyeti olduğu anlaşüan Papasoğlu Mustafa Paşa’nm İstanbul’daki bir mescid ' ve iki büyük medreseden meydana gelen üç hayır binası da imar adı altmda yapılan şehir plânlamasının ve Koska’daki medresesinde olduğu gibi bedavadan arsasından faydalanmak için «kör kazmanın» kurbanı olmuştur. İstanbul’da Eminönünde Mısırçarşısı üe Rüstem Paşa camii arasında, Balkapanı hanının Hasırcüar cad desi tarafında sokak aşırı karşısında bir Papasoğlu hanı vardır ki, Mustafa Paşa’nm bu hayır kuruluşlarına evkaf olarak yaptırttığını sanıyoruz. Bugün han, bütün hanlar gibi oldukça değişikliğe uğramış halde durmaktadır. Yeri hakkında bkz. Ayverdi, 19. asırda İstanbul haritası, pafta B 4; Pervititch, İs tanbul Sigorta haritası - İstanbul Eminönü, Rüstem Paşa Mahallesi, 1 :250, İs tanbul 1942, pafta 76c. Kızılhan da denüen bu yapı hakkında kısa açıklama ola rak ayrıca bkz. Ceyhan Güran, Türk hanlarının gelişimi ve İstanbul hanları mimarisi (Vakıflar Genel Md. yayınları) baskı yeri ve tarihi yok (1979 ?), s. 102-103. SEM AVİ EYtCE 204 XI Kadıköy’ünde Ömer Efendi namazgahı Levha : IV -IX Resim ,: 7-16 İstanbul’un içinde olduğu kadar çevresindeki semtlerde de pek çok eserin ortadan kaldırıldığı bilinmektedir. En üzücü olan husus, çok ciddî lüzum olsa bile, bu eserlerden bazılarını kolayca bulunduk ları yerlerden kaldırmak ve daha uygun bir yerde yeniden kurmak mümkün olmasına rağmen, bu yola gidilmeyişidir. Bu hususda en yakın örnek olarak Kadıköy’ünde Ömer Efendi Namazgâhı göste rilebilir. Bu namazgâh, Kadıköyünde Fenerbahçe stadyumunun ar kasından geçen Taşköprü caddesi üzerinde bulunuyordu. Bu cadde 1975 yılında genişletilmiş ve tam namazgâhm bulunduğu yerde An kara ve Böğazköprüsü yoluna sapan yol ayırımı yapılmıştır. Ömer Efendi namazgahı Üsküdar’dan Anadolu yönünde uzanan Bağdat yolu üstündeki hayrat menzillerden ve en önemlilerinden bi ri idi21. Küçük bir manzume teşkil eden çeşitü elemanlardan mey dana gelen bu namazgâhın ayrı bir özelliği de yanında, içinde yap tıran ve ailesi mensuplarının mezarlarının bulunduğu küçük bir hazirenin de yer almasıydı. Namazgâh mihraplı ve ağaçlı bir namaz gâh sofası ile çeşmeden, buna bitişik bir bekçi evinden, zarif bir bi leziği olan bir kuyudan ve hazireden meydana gelmişti. Çeşmenin kitabesinde yaptıranın adı ve yapılma tarihi okunuyordu22. 1. 2. 3. 4. Sâhib El-hayrât ve’l-hasenât Kalyonlar Başhalifesi Elhâc Ömer Efendi 21 Celâl Esad (Arseven), Kadıköy hakkında tetkikat-ı belediyye, İstan bul 1329, sondaki haritada yalnız çeşme kelimesi ile buradaki çeşmeye işaret edilmiştir. Buradaki namazgâh ile hazire belirtilmemiştir. Bu namazgâh ile hazire bir bakıma Karacaahmet kabristanının son bölümü olan Kuşdili-Söğütlüçeşme mezarlığının son ucu idi. Geçtiğimiz yıllarda tamamen ortadan kalkan, yalnız Mahmud Baba türbesi etrafmda ufak bir parçası kalabüen bu mezarlık için bkz. Pervititch, İstanbul Sigorta haritası, Kadiköy-Mısırlıoğlu, 1:1000, paf ta 11, İstanbul 1939, parsel 253 ve 246. 22 İbrahim HUmi Tanışık, İstanbul çeşmeleri, II, İstanbul 1945, s. 372-374, no. 293 87, res., s. 373’de. Tanışık namazgâh ve çeşmenin kurucusunu Başkalfa olarak tanıtmaktadır ki, yanlıştır. İSTANBUL’UN O RTAD AN K A L K A N B A ZI T AR ÎH Î ESERLERİ 5,. 6. 205 Gufire zunûbuhu sene 1186 ( = 1772/73) Namazgâhın yanındaki hazirede ise bu küçük vakıf eserin ku rucusu Kalyonlar Baş halifesi Hacı Ömer Efendi’nin kabri bulunu yordu. Mezar taşında şu kitabe vardı : 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Hüve’l-baki Merhum ve mağfur El-muhtac ila rahmet-i Rabbihi El-gafur Kalyonlar Baş halifesi el-hac Ömer Efendi ruhiçün El-fatiha Sene 1191 ( = 1777) Hacı Ömer Efendi’nin bu iki kitabeden öğrenildiğine göre Tersane’de, donanma kalemi kâtiplerinin başı olduğu anlaşılmaktadır23. Kendisinin tarihî şahsiyeti hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. An cak tesadüfen gözümüze çarpan, 15 Zilhicce 1154 ( = 1742) tarihli bir vesikada miri kalyonların baş halifesi olan elhâc ömetf Efendi ibn-ül-hâc Ahmed’den bahsedilmekte ise de24, Kasımpaşa’da evkafı olan Kalyonlar Baş halifesi Ömer Efendi ile Kadıköyü’ndeki namaz gahı yaptıran Ömer Efendi’nin aynı olup olmadığını bilemiyoruz. Çünki vesikanın H. 1154 ( = 1742) tarihi ile namazgâhın yapılması tarihi olan H. 1186 ( = 1772/73) ve Ömer Efendi’nin ölümü tarihi olan H. 1191 ( = 1777) arasmda hayli uzun süre vardır25. Fakat başka taraftan, namazgâhın kurucusu Ömer Efendi’nin devrinde tanınmış bir insan olduğu ölümüne yazılmış olan bir tarihten anla şılmaktadır. Topkapı Sarayı kütüphanesi’nde bulunan (Hazine kıs mı, No. 1565), ve Ayvansaraylı Hafız Hüseyin Efendi tarafından yazılan, Mecmua-i Tevârih başlıklı, son derecede değerli ve ne ya 23 Mehmet Zeki Pakalm, OsmanlI Tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü, İstanbul 1946, I, s- 163-164. 24 Mahmut Yazır, Eski yazıları okuma anahtarı (Vakıflar G. Md.lüğü yaymı) İstanbul 1942, foto no. 43, vesikanın okunuşu .s. 272. 25 Mehmed Süreyya Bey, SiciTl-i Osmanî, İstanbul 1311, m , s. 593-594’de Kalyonlar Baş halifesi Elhag Ömer Efendi kısaca anılarak, Sultan I. Abdülhamid (1774-1789) devrinde öldüğü büdirilmektedir. Mezartaşı ise ölüm tari hini kesin olarak vermektedir. 206 SEM AVİ EYÎCE zık ki, bugüne kadar basılamadan kalan elyazma eserde (var. 128a) bu manzum tarih yer almaktadır26 : Târih-i vefât-ı Halîfe-i kalem-i Tersâne Ömer Efendi, güfte-i Müstakim-zâde. Hoca Ömer ki Ser-i defterî-i Tersâne Niçe dem ol idi tiryâk-i derd-i kalb-i halûk Tarîk-i hufyede sıddîka çünki peyrev idi Emîn-perver-i ehl-i derûn sadîk-i sadûk Varmca erzel-i ömre irişdi da‘vet-i Hakk İcabet eyledi çün ber güzîde-i mahlûk İlâhî ola tarîki ricâline makrûn Muhallefân-ı âlîl-i dilân ola mefrûk Yazıldı ana du’â birle sâl-i târihi Ömer Efendi ola yâr ü hemdem-i Fârûk 1191 ( = 1777) Bu manzum tarihi yazan Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin Efendi (1718-1787) devrinin tanınmış ülemasmdan, şairlerinden, ta rihçilerinden ve hattatlarındandır. Başlıca hattatlar hakkında ana kaynak kitap olan Tuhfetü’ l-Hattatin onun eseridir. Böylece namazgâhı yaptıran kalyonlar Başhalifesi Ömer Efendi’nin devrinin okur yazarları ile dostluğu olan bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Bu tarih ile mezar taşmdakinin aynı oluşu hiçbir şüpheye meydan bı rakmamaktadır. Fakat nedense mezartaşma Müstakimzâde’nin manzum ve edebî mahiyetteki tarihi işlenmeyip, çok daha sâde ve kısa ifadeli bir kitabe yazılmıştır. Namazgâhm hemen yanında kurucunun ailesi mensuplarınm mezarları bulunduğuna göre, Ömer Efendi’nin bu çevrede arazisi, büyük ihtimalle bağ ve bahçesi olduğuna ihtimal verilebilir27. Nite 26 Bu çok değerli elyazma eserin metni, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünde, bir lisans tezi olarak işlenmiştir, bkz. Vahit Ça buk (6581), Hâfız Hüseyin Ayvânsarâyî’nin Mecmua-i Tevârih’i, 1971. Bu met nin basüması için yıllar önce teşebbüse geçilmişse de, bugüne kadar olumlu bir netice alınamamıştır. 27 Önce F. Kauffer ve J.B. Lechevalier tarafından 1786’da yayınlanan, sonraları düzeltmelerle pek çok defa yeniden basılan İstanbul haritalarında bu rası tamamen boş, kırlık arazi olarak gösterilmektedir. Comte de ChoiseulGouffier, Voyage pittoresque dans l’Empire Ottoman..., Paris 1782-1822, (bir İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR ÎH İ ESERLERİ 207 kim Söğütlüçeşme yolu üstündeki Taşköprü ile namazgâh arasmda kalan 1970’den beri çevre yolu bağlantıları ile apartmanların yapıl dığı arazide, evvelce etrafı kuru duvarla çevrili geniş bir bahçe uza nıyordu. İçinde büyük bir kuyu ve havuzdan başka altı kagir ve yüksek bir kule biçiminde ancak üstteki ahşap kısmı bir mesken du rumunda olan ilgi çekici bir bağ evi olan bu bahçe «Papazın bağı» olarak adlandırılmıştı. Tanınmış yazar Ahmet Rasim (1864-1932) ’in yazılarında bahsi geçen ve kendisinin d e.bazı mevsimlerde akşam ları oturmaktan hoşlandığı yer burası idi28. Bu bağ ve bahçenin ev velce Ömer Efendiye ait olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak, hazirenin tam arkasında bulunan 1950’lerde yapılmış iki katlı evin sahip leri Ömer Efendinin torunları olduklarını söylediklerine göre, bu radaki arazinin namazgâhm kurucusu ile bir bağlantısı olduğu ih timali kuvvet kazanır. Bu namazgahı 1957 yılında inceleyip ölçüle rini alarak resimlerini çektiğimiz sırada gerek namazgâh gerek hazire iyi sayılabilecek durumda idi29. Ömer Efendi namazgâh ve haziresi bir bakıma Karacaahmet mezarlığının son ucunu teşkil ediyordu. Gerçekten îbrahimağa’da Saraçlar çeşmesinden sonra, Ayrılık çeşmesi mezarlığı ile Kızıltoprağa doğru uzanan bu kabristan, Acıbadem yolu kavşağmda tren yolu üstündeki Üsküdar kumandanı Bedirhanilerden Ali Şamil Pa şa (1855-1908) konağı önünden Söğütlüçeşme’ye iniyor, buradan iti baren Söğütlüçeşme ve Mahmud Baba mezarlıkları olarak devam kaç baskısı vardır), Atlas ' kısmı’ndaki haritadan başka, J. von Hammer’in Constantinopolis und der Bosporos, I. cilt sonunda (Pesth 1822)’de ve yine J. von Hammer’in Hiştoire de l’empire ottoman atlası’nda (1836) bu haritanın Barbie de Boccage tarafmdan çizilmiş, düzeltmeli nüshaları bulunmaktadır. C. Esad, Kadıköy, s. 19’daki resim 1822’de yayınlanan haritanın Kadıköy -Fenerbahçeşi bölümüdür. 28 Mahmut Yesari, İstanbul eski bağçeleri: Kadıköyünde papasın bah çesi, «Tarihten Sesler» I, sayı 5 (1943) s. 20-22. Ne yazık ki, bu yazıda bu ün lü bahçe hakkında aydınlatıcı bir bilgi verilmemektedir. Yine en iyi tasvirler, Ahmed Rasim’in kendi yazılarından derlenebilir. 1930’lardaki durumunu gayet iyi hatırladığımız bu bahçe, 1960’dan sonra parsellenerek yerine büyük apart manlar yapümış, arazisinin bir bölümü üstünden de çevre yolu bağlantısı ge çirilmiştir. 29 Semavi Eyice, İstanbul-Şam Bağdat yolu üzerindeki mimari eserler : I - Üsküdar - Bostancıbaşı güzergâhı, «Tarih Dergisi» sayı 13 (1958) s. 94-96; ayrıca bkz. Muammer özergin, Kitabeler, aynı yerde, s. 123-124, no. XII. 208 SEM AVİ EYİCE ediyor, bir kaç yıl öncesine kadar oto tamirhaneleri olan Söğütlüçeşme tren istasyonu arkasındaki araziyi kaplayarak, Kurbağalıder re’yi geçen taşköprüye ulaşıyor, bunu da'aşdıktan sonra seyrekle şerek köprünün öteki ucundan sonra Fenerbahçe stadyomu arka sında Ömer Efendi haziresinde bitiyordu. Namazgâhdan sonra artık mezar yoktu. Sadece az ileride Kızıltoprak’da Maarif Nazın Zühtü Paşa (1833-1902) nın yaptırdığı camie gelmeden30, aynı paşanın uzun süre ilkokul olarak kullanılan ve 1946’da yıktırılan büyük ahşap konağının bahçesinin cadde üstündeki köşesinde Zühtü Paşa aile sine ait bir kaç mezar yapılmıştır ki, bunlar şimdilik henüz durmak tadır. Böylece Ömer Efendi haziresi, İstanbul’un tarihî topografya sında önemli bir yeri olan Karacaahmet Kabristanının son ucunu belirten bir işaret olarak da, şehrin tarihinde değerli bir yere sa hipti31. Bu küçük manzumede ilk değişiklik bilmediğimiz bir tarihde yapılmış ve namazgah sofasının bitişiğindeki bekçi evinin yalnız bir duyarı bırakılarak yıkılmış, yerine yeni bir bina inşa olunmuştu. Bundan sonra gözümüzün önünde cereyan eden tahrib, yurdumuz daki tarihî eserlerin yok edilmesindeki sistemin hazin ve ibret veri ci bir örneğidir32. Bu bakımdan belirtilmesinde fayda vardır. Bakım lı bir halde duran hatta demir parmaklığında kandil ve mum yakı lan hazire, tam arkasmda verese tarafından yapılan evin önünü aç 30 Bu cami hakkında bkz. Mehmed Râif, Mirat-ı İstanbul, İstanbul 1314, s. 27; Zühtü Paşa camiinin mihrap ve duvarlarındaki kufî yazüann Kirkor Köçeoğlu tarafından yazüdıklarma dair bir nota da burada işaret etmek is teriz, bkz. J.H. Löytved, Konia, Inschriften der seldschukischen Bauten, Berlin 1907, s. 106. 31 İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni, Fiş no. 945. 32 Uğur Derman, OsmanlI devri şehir ve menzil yollarında istirahat ve ibadet yerleri (Namazgahlar), «Atatürk Konferansları», V (1971/72) (Türk Tarihi Kurumu Yayını XVII, 5) Ankara 1975, s. 281-298, s. 288’de ve res. 10’da Ömer Efendi namazgâhı bulunmaktadır. U. Derman buradan bahsederken hak lı olarak bazı şikâyetlerini de ortaya dökmektedir : «... Vakfa tecavüz var. Arkasına çirkin bir bina gelip yanaşmış. Son zamanlarda mihrap taş’mın yer rini değiştirmeğe lüzum görmüşler. Kuyusu da var. Banisi Ömer Ağa ve yakın larının kabirleri de biraz ötede iken, yeni yapılan evlerde oturanların rahatsız oluşu sebebiyle, onlar da yok edildi/» Bu cümlelere şunu da eklememiz yerinde olacaktır : Bahis konusu çirkin evi yaptıranlar ve buradaki mezarlardan ra hatsız olarak onları kırdırarak yok edenler, Ömer Efendi soyundan indiklerini söyleyen torunları idi! İSTAN BU L’UN O RTAD AN K A L K A N B A Z I T A R ÎH l ESE RLE Rİ 209 mak üzere 1960 yılında tamamen ortadan kaldırıldı. Tarihî eserlere meraklı bir belediye zabıta memurunun araştırma ve soruşturmala rı da bir sonuç vermedi. Kırılan mezar taşları evin yanmda kuru du var halinde istiflendi ve hazirenin ne olduğu ev sahiplerinden sorul duğunda, ecdadlarma ait bu mezarları «nakl-i kubur» işlemi ile baş ka yere götürdüklerini söylediler. Mezartaşları kırılıp yığın halinde kaldığına göre sadece kemiklerinin -o da var ise- başka yere götü rüldüğüne ihtimal verilir. Bu arada namazgâhm kuyusu tahrip edi lerek, mermer bileziği bir kenara atılmış, nedendir bilinmez, namaz gâhm mihrap taşı bekçi evine bitişik olan esas yerinden sökülerek, daha beride, iki ağaç arasına yeniden dikilmiştir. 1975 yılı nisan ayı içinde çevre yolu bağlantısı yapılırken, gerekli ilgili makamlarm izni alınmaksızın, namazgâha gölge sağlayan asırlık ağaçların ikisi ke silip odun yapılmış, sofa tamamen sökülmüş ve yeri düzlenmiş, ge rek kitabesinin yazısının hattı, gerek biçimi bakımından çok değer li olan mermer çeşme taşı ise bir kaç parçaya bölünerek parçalan mıştı. 1975 nisanında durumu fotoğrafla tesbit etmiş ve ayrıca bu tahrib hakkında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun aşağıdaki yazı ile dikkatini çekmiştik; « Gayrimenkul Eski E serler ve Anıtlar Y. Kurulu Başkanlığına, Nisan ayının sonuna doğru, Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyomunun arka tarafındaki Kalyonlar Baş H alifesi Ömer Efendi namaz gahı, mihrap taşı, sofa taşlan, İstanbul’ da başka bir benzeri olma yan kitabeli çeşm esi ve yalaklan ile tamamen tahrip edilmiştir. Bu radaki asırlık ağaçlar da kesilmiş yalnız bir ta/nesi bırakılmıştır. Yalaklar ve kitabe taşı ufak parçalara bölünmüştür. Korunması ge rekli eski eser olduğunu sa/ndığım bu namazgahın, hakkında hiç bir işlem yapılmadan ortadan kaldmlması hususunda kurulumuzun ne düşündüğünü öğrenmek istediğim i arz ederim. Saygılarımla, İmza Semavi E yice Bu yazımız üzerine yapılan işleme ilgililerce hiçbir inandırıcı cevap verilemediği gibi, kırılan çeşme parçalarım korumak için de hiç bir tedbir alınmadı ve böylece iki yüz yıllık bir tarih hatırası Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 14 210 •SEMAVİ EYİCE ve bir sanat eseri ilgililerin «ilgisiz»liği, hatta kasitli tahrip isteği yüzünden yok olup gitti. Bugün namazgahın yerine işaret eden sa dece bir ağaç kalmıştır. Namazgah, bir duvarı eski olarak kalmış tek katlı bir bekçi evine bitişik olarak bir sofa halinde yapılmıştı. Etrafı geniş yassı taş levhalar ile sınırlanan bu sofaya, kenarında uzanan yoldan dört basamaklı bir merdivenle çıkılıyordu. Bekçi evinin köşesinden iti baren başlayan moloz taş bir duvara mihrap taşı yapıştırılmıştı. Om. 6 0 x 1 m. 45 ölçüsündeki bu mermer kıble taşı kabartma süs lerle bezenmişti. Gül ve karanfiller ile süslü bir başlığın altında tek satır halinde güzel bir sülüs hatla yazılmış Kuran’dan m . Surenin 37. âyeti okunuyordu. Bunun altında ise aşağıya sarkan uzun bir kordona asılı bir kandil motifi işlenmişti. Böylece bu mihrap taşı, namaz seccadelerini andırır bir süslemeyi tekrarlıyordu. Namaz' gâhm 1975’deki tahribinden evvel, kıble duvarı anlaşılmaz bir sebeble yıktırılmış ve mihrap taşı da daha öne alınarak, iki ağacın arasında toprağa dikilmişti. Üç yaşlı ağacın gölgelediği geniş çi menlik bir düzlük halindeki namazgah sofasının yol tarafındaki duvarının ortasında yükselen kitabeli çeşme, bir mezartaşı gibi ya pılmıştı. Barok üslubunda boğumlu bir başlığı olan çeşme taşının tepeliği kırık olmakla beraber diğer kısımları tamamdı. Dış yüzün de 6 satır halinde yukarıda metni verilen kitabe güzel bir sülüs hatla işlenmişti. Altta 7. satırda bozulmuş bir yazı daha vardı. Bunun : Ketebehu Mehmed Keresteci-zdde olduğunu î. Hilmi Tanışık yazmaktadır33. Böylece çeşme kitabesinin hattatının adı öğrenilmekte ise de, bu hattat hakkında bir bilgi edin mek mümkün olmamıştır. Kitabenin altında su akma deliğinde ise bir musluk değil, mermerden bir oluk vardı. Bundan da, Ömer Efen di namazgâhı çeşmesinin bir kasmaktan beslenen ve devamlı akan bir çeşme olduğu anlaşılıyordu. Çeşmenin önünde ise ortadaki büyük hayvanların sulamasma mahsus yanlardakiler daha ufak, üçü de 33 Tanışık, Çeşmeler, göst. yerde, kitabenin altında yazıyı yazan hattatın adını veren satırı tekrarlamaktadır. Bizim bu incelemeyi yaptığımız sıralarda bu satır artık okunamayacak derecede bozulmuş ve aşınmıştı. İSTAN BU L’U N O RTAD AN K A L K A N B A ZI T A R İH İ ESERLERİ 211 yekpare mermerden yontulmuş üç yalak bulunuyordu34. Namazgâhm mihrap duvarı dışında 0 m. 56 yüksekliğinde ve ağzında çapı 0 m. 65 olan mermerden bir kuyu bileziği vardı. Bunun da etrafına dalgalı bir kurdela kabartması işlenmişti. Namazgâhdan 8 m. 50 ölçüsünde bir aralık (şimdi: Ömer Efendi sokağı) ile ayrılan hazire bulunuyordu. Yol üstündeki cephesi 11 m. 10 kadar olan bu hazirenin derinliği 8 m. 80 kadardı. Yoldan, alçak bir du var üstüne dikilmiş beş baba ve bunların araşma yerleştirilmiş de mir parmaklıklar ile ayrılmıştı. Babaların tepeliklerine birer sarık lı kavuk biçimi verilmiş olduğu dikkati çekiyordu. Bir kısmı yakın tarihlerde dikilmiş olan ağaçların gölgelediği hazire de kitabesi yukarıda verilmiş olan, kurucusu Ömer Efendi’den başka aynı aile den bir kaç kişinin daha mezarları bulunuyordu. Bir tanesinin ki tabesi hayli uzun olan bu mezartaşlarmın ne yazık ki, kopyalarını elde etmek mümkün olmadı. Bugün tamamen ortadan kalkmış olan Ömer Efendi namazga hı, yanında kurucusunun mezarını da içine alan bir hazire olan, kendi türünün başka benzeri az görülen bir örneği idi. Ayrıca Karacaahmet mezarlığının en son ucuna işaret ettikten başka, tarihî sefer ve kervan yolunun küçük menzillerinden biri olarak tarihî bir öneme sahipdi. Nihayet bütün bunların üstünde şehir içinde kalabil miş ve sanat değerine sahip son namazgâh olarak büyük bir değe ri olduktan başka, namazgâh mimarisinde Barok üslûbunun varlı ğını gösteren başlıbaşma bir sanat eseri idi. Fazla bir zahmet ve masrafa lüzum Olmaksızın kurtarılması ve yeniden aynı çevrede uy gun bir yerde kurulması mümkün iken, adeta kasıtlı bir hınçla par çalanarak yok edilmesi, gerçekten şehir güzelliği ve tarihî bakımın dan bir kayıptır. 34 1975 kışında ağaçlar kesilip, namazgâh sofası ortadan kaldırılır ve bir başka benzeri olmayan güzel çeşme taşı ve yalakları ufak parçalara ay rılırken müdahalede bulunmuş ve İstanbul’un Türk devri eserlerini koruyacak hiçbir makam olmadığından kendi imkânlarımızla birşeyler yapmak istemiştik. O gün yanımızda olan Öğ. Yzb. Tugan Saraçoğlu’nun gayreti ile çeşme kita besinin parçaları Karacaahıriet mezarlığına taşınmıştır. 2 12 SEM AVİ E YlCE XII Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi ve sebili Levha : X -X V I Besim : 17-29 Tarihimizde merhum Ahmed -Refik Altmay (1880-1937) ’m gü zel bir buluşu ile Lâle D evri olarak adlandırılan m . Ahmed (17041730) devrinin Sadrâzamı Damad Nevşehirli İbrahim Paşa’nm Ana dolu’nun başta Nevşehir olmak üzere çeşitli yerlerde kurdurduğu hayır eserlerinden başka İstanbul’da da pek çok vakıf bıraktığı bi linir35. Bunların başında gelen Şehzadebaşı’ndaki cami, medrese, çeşme, sebil ve çarşıdan meydana gelmiş manzumenin dışında, şeh rin içinde ve Anadolu yakasında pek çok çeşmesi (yalnız Üsküdar’ da yedi tane) ile şehrin içinde eski Acımusluk şimdiki Cemal Nadir sokağında bir mektebi ile medresesi ve hamamı, nihayet Aşir Efen di caddesi üstünde de bir sıbyan mektebi ile sebili vardı36. Bu yazı mızda işte son yıllarda bütün izleri ortadan kaldırılan bu sonuncu eserden yani sıbyan mektebi ile sebilden bahsetmek istiyoruz. Bu küçük eser, Büyük Postahanenin arkasından geçerek Sultanhamamı’nı Ankara caddesine bağlayan Aşir Efendi sokağı ke narında ve eski Duyunu-umumiye şimdiki İstanbul Lisesi tarafın dan yokuş halinde Postahaneye doğru inen Hoca Kasım köprü so kağı köşesinde bulunuyordu37. Bugün aynı arsa üzerinde modem 35 Osmanzâde Taib, Hadikatü’l-vüzera Zeyli, (Dilâver-zâde Ömer Efendi’nin), İstanbul 1271, s. 29-36; İsmail Hami Danışmend, Osmanlı tarihi kronolo jisi, IV, İstanbul 1955, s. 475; Münir Aktepe, Nevşehirli İbrahim Paşa, maddesi İslâm Ansiklopedisi, IX, s. 234-239; ayrıca bkz. Ahmed Refik, Lâle devri, İs tanbul 1932, 2. baskı; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi (Türk Tarih Kurumu yayını, XTTT, 16) IV, 1 Ankara 1978 (2. baskı), s. 147-171; IV, 2, An kara 1959, s. 310-316. 36 Nevşehirli İbrahim Paşa’nm bazı vakfiyeleri için bkz. Münir Aktepe, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’ya âid iki vakfiye, «Tarih Dergisi» XI, sayı 15 (1960) s. 149-160, s. 150’de vakıf eserlerinin bir listesi vardır; ay. yazar, Damad. İbrahim Paşa evkafına dair vesikalar, « Tarih Dergisi» XHI, sayı 17-18 (1963) s. 17-26, s. 18-19’da vakıf eserlerinin bir listesi vardır. Herhalde bu sıbyan mektebi (muaUimhane) üe sebüin de bir vakfiyesi olmalıdır. Belki Anka ra’da Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde araştırma yapüırsa bu belge bulünabüir37 İstanbul Belediyesi, İstanbul şehri rehberi, İstanbul 1934, yafta 1. İSTAN BU L’UN O RTAD AN K A L K A N B A Zİ T AR İH İ ESE RLE Rİ 2İ3 bir işhanı bulunmakta olup, içinde İller Bankası I. Bölge Müdürlü ğü çalışmakta, evvelce tam sebil ve mektebin olduğu yerde ise alt kattaki Akbank şubesi yer almaktadır. Nevşehirli İbrahim Paşa’nm vakfiyelerinde ve kasmaklardaki bilgiler onun bu sıbyan mektebi ve sebili yaptırmış olduğunu bil dirir. Ayrıca, mektebin, yandaki yokuşlu sokağa açılan kapısı üs tündeki manzum kitabede de bu husus açık olarak ortaya konul muştur38. Hazret-i Hân Ahmed’in dâmâd u sadr-ı a’zamı Âsaf-ı zîşânı İbrâhîm Paşa-yı celîl Mazhar-ı tevfîk destûr-ı mekârim-pîşe kim Eylemiş tedbîrine takdirini Bârî delil Eyleyüp ta’mîr lutfiyle gönüller Kâbesin Kıldı hükm-i ismini icrâ o hem-nâm-ı Halîl ilme rağbet gösterüp bu mekteb-i ferhundeyi Kıldı ihlâsiyle ihyâ bî nazîr ü bî adil Defter-i hayrâtına yazdı kirâmen kâtibin Mekteb-i zîbâ-yı ibrâhîm Paşa-yı celîl 1138 ( = 1725/26) \\ry Bu kitabeden öğrenildiğine göre, mekteb ve dolayısiyle altın daki sebil, H. 1138 ( = 1725/26)’de Sadrâzam İbrahim Paşa tara fından, büyük ihtimal ile aynı yerdeki daha eski bir mektebin ar sası üzerinde, «ihya» gayesiyle yeniden yaptırılmıştır39. Ayrıca Hadika da Hocapaşa semtinde Acımusluk mescidi’nden bahseder ken, yakınında IH. Ahmed’in Sadrâzam İbrahim Paşa’nın bir med 38 Bu kitabenin transkripsiyonu yapan, Prof. Dr. Nihat Çetin’e teşekkür ederim. 39 Haluk İpekten ve Muammer Kemal özergin, Sultan Ahmed III devri hâdiselerine âit tarih manzumeleri, « Tarih Dergisi» IX, sayı 13 (1958) s. 133150 ve 124-146’da derlenmiş tarih manzumeleri arasında bu mektep ve sebil üe ilgili olan yoktur. Bu manzum tarih’in Nedim’in olduğu söylenmiş ise de, manzumede Nedim mahlası bulunmadığı gibi, Nedim’in baskı Dîvan’mda da yoktur, kşl. Nedim Divanı, yay. Abdülbaki Gölpmarlı, İstanbul tz. (2. baskı); eski harflerle yapılan baskıda da yoktur. 214 SEM AVİ EYİCF resesi, hamamı, bir muallimhanesi (sıbyan mektebi) ile sebili oldu ğunu da yazmaktadır40. Eski Eserleri Koruma Encümeni’nin İstan bul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nün 24 Şubat 1944 tarih ve 35204/234 sayılı yazısı ile Vakıflar Genel Müdürlüğünden sorulma sı üzerine Vakıfların 10 Nisan 1944 tarih ve 658 sayı ile verdiği ce vapta, «Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ve karısı Fatma Sultan Va kıflarına ait 38 no.lu Hazine Defterinin 21. sahifesinde kayıtlı Hoca Paşa nezdinde vakfı muallimhane ve sebilhanenin» kadrosu sureti bulunmaktadır11. Bu yazıda 29 Şevval 1182 ( = 1769); 14 Rebiülâhır 1195 ( = 1781), 29 Rebiülâhır 1205 ( = 1790), 21 Şaban 1212 ( = 1797), 17 Cemaziyülahır 1227 ( = 1812), 10 Şaban 1228 ( = 1813) tarihlerinde mektep ve sebil personelinin adları ve ken dilerine verilecek ücretler bildirilmektedir. Bu mektebin hangi ta rihlere kadar kullanıldığını bilmiyoruz. 1875’e doğru yapılan İstan bul plânında mektep ve sebil, yukarı tarafındaki avlusu ile işaret lenmiştir42. Necip Bey’in İstanbul haritasında da bu eser bir arsa nın köşesinde belirtilmiştir43. Pervititch haritasında ne biçimde işa retlendiği ise öğrenilememiştir44. 1933’de yayınlanan İstanbul Belediyesi’nin şehir plânında hiç bir şekilde gösterilm em iştir. Ancak Cumhuriyet devrinde, bütün benzerleri gibi Vakıflar Genel Müdür lüğünün 7 Nisan 1341 ( = 1925) tarih ve 605 sayılı Bütçe Kanunu ile Vakıflardan Özel İdare (İd a re -i Hususiye)’ye devredildiği sa nılır ise de, aşağıda üzerinde durulacak olan, İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni’nin 1945 tarihli raporunda, bu eski eserin Va kıflar idaresinin elinde kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Ali Saim Ülgen (1914-1963), 1933’de yayınladığı küçük kitabında, Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin «kapısı üstünde de kitabesi vardır» de mek suretiyle anlatmakta daha fazla bir açıklama yapmamakta 40 Hafız Hüseyin Efendi, Hadika, I, s. 52. 41 Bu yazışmalar, İstanbul Eski Eserleri KorumaEncümeni’nin Fiş No. 723’de bulunmaktadır. 42 Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. asırda ■İstanbul haritası (İst. Fetih Derne ği - İstanbul Enst. yayınları) İstanbul 1958, pafta B 4. 43 Necip Bey, İstanbul şehri rehberi, İstanbul 1340, Istanbul-Haliç ta rafı paftası, 44 Pervititch, İstanbul Sigorta haritası, 1:1000, pafta 73’de olması gere kirse de, bütün araştırmamıza rağmen hiçbir kütüphanede bu pafta buluna mamıştır. İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ ESE RLE Rİ 215 dır45. Herhalde Büyük Postahane yapıldığı sıralarda arka tarafın daki Aşir Efendi caddesi de düzeltilirken46, bu caddeye taşan, sebil de Belediye tarafından yıktırılarak, yalnız temeli, ve alt kısmı kal mıştı. Nitekim İzzet Kumbaracılar’ın 1938’de basılan kitabmda, se bilin bu yıkık hali ile bir fotoğrafını bulmak kabildir47. Sebilin mer mer parçaları, ileride yeniden monte edilmek üzere başlangıçta ko runmuş, bunlar İstanbul Arkeoloji Müzesine götürülerek, eskiden müdüriyetin bulunduğu bölümün, Topkapı Sarayına bakan duvarı dibindeki hendeğin içine bırakılmış ve burada unutulmuştur. Bu parçaları 1950’lerde burada kısmen toprağa gömülmüş, dağılmış, otlarla kaplı olarak bulmuştuk48. Müze ilgilileri bu parçaların ne reden geldiği ve nereye ait olduğunu bilmediklerinden ve parçala rın müzenin ilgilendiği çağlara ait olmadığını da göz önünde tuta rak, kaybolmalarına önem vermemişlerdi. Bu arada muhtemeldir ki, sütun başlığı gibi işlenmiş parçalar Topkapı Sarayı Müzesine devredilmiştir. Son yıllarda yeniden aradığımızda sebilin parçala rından önemli bir şey bulamadık. Halbuki 1950’lerde sütunlar, ete ğin bazı levhaları ile sebilin tablasının parçaları henüz duruyordu. Bir günlük gazetede, 1938’de İbrahim Hakkı Konyalı tarafın dan yayınlanan bir makalede İbrahim Paşa mektebinin perişan du rumuna işaret olunuyordu : «... şu baykuş yuvası, işte tarihe ad veren bir çok büyüklerin yetiştiği İbrahim Paşa mektebidir. Kub besinin üstü meyvasız ağaçlar fidanlığına dönmüş, sarmaşıklı ah tapot gibi pençelerini narin kubbenin ciğerlerine kadar işletmiş. Altında vahşi hayvan inini andıran şu kahvehanemsi yer, bakım sızlıktan beş on sene evvel üstünde Nedim’in güftesini taşıyan ki tabesi yıkılarak paramparça olan sebil ve çeşmenin su deposudur. Ondan sonra da belediyenin kör kazması -yol açmak bahanesi ile45 Âli Saim Ülgeri, İstanbul ve eski eserleri, İstanbul 1933, s. 81. 46 Burada evvelce Nafia Nezareti bulunuyordu. Sonraları aynı arsada 1908’de mimar Vedat Bey (1873-1942) tarafından şimdiki Büyük Postane bi nası yapılmıştır. 47 İzzet Kumbaracılar, İstanbul sebilleri, İstanbul 1938, s. 31, res. 38, burada sebilin H. 1131 ( = 1718)’de yapıldığı yazılıdır ki, yanlıştır. 48 Bu parçalarm Nevşehirli İbrahim Paşa sebiline ait olduklarını, A r keoloji Müzeleri müdürü Aziz Oğan (1888-1956)’dan öğrenmiş ve o sıralarda aynı müze görevlilerinden olan Nezih Fıratlı ile birlikte bu ücra bahçeye ine rek incelemiştik. 216 SEM AVİ EYİCE bu pırlanta eserleri yok etmiştir. Evkaf idaresi mektebin ittisalin deki arsaları paraya çevirdiği halde, bu tarihî kıymeti çok yüksek dede yadigârını tamir etmek şöyle dursun, kiraya vermek lüzumu nu bile hissetmemiştir. Komşular, mektebin duvarlarını delmişler, içerisini hurda eşya anbarı yapmışlar...». î. Hakkı Konyalı, yazısı nın sonunda yapının mimarî düzenine dâir de biraz bilgi verir : «Mektep sonradan sofa haline konan üç sütunlu bir revak, bir mah zen ve bir de dört dılılı, kubbenin örttüğü salondan müteşekkildir. Salonun kapı tarafında tahtadan bir de şirvan vardır. Altlı üstlü yirmi pencere bu salona bol ışık dökmektedir. Kapısının üstünde Nedim’in divanında, geçen on mısramdan, mektebin 1 1 3 8 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır.»49 Şimdi artık mevcut olmayan İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni 1945 yılında bu eser üzerinde durmuş ve 723 sıra numa rası ile 19 Ağustos 1945’de bir dosya açarak, bu eserin durumu hak kında bir rapor hazırlatmıştır. Buna da lüzum gösteren husus, Be lediyenin bu eseri yıktırıp ortadan kaldırmak istemesi ve bunun için İsrarla Vakıflar idaresine başvurmasıdır. Encümen başlangıçda. bu isteğe karşı çıkmış, fakat yıkılma tehlikesi (mail-i inhidam)’nm varlığı ileri sürülerek Eminönü Kaymakamlığı, Belediye ve Vakıf ların yaptıkları bir müracaat üzerine, Encümen 25 Haziran 1943’deki toplantısında aldığı 131 sayılı kararla, «Vaktiyle tevsii sıra sında önündeki sebilin yıkılması suretiyle temelleri de kısmen açıl mış olduğundan, halen yıkılmağa mahkûm ve tehlikeli bir durum da bulunduğu görülmüş olduğundan (çar ve naçar) yıkılmasına ma ni olunamayacağından, hedmi hususunun Bakanlık yüksek maka mına arzı «uygun görülmüş ise de, alman cevapta muhafazası emr olunduğundan, bu karar ilgili makamlara iletilmiştir. Böylece İbrahim Paşa mektebinin, Eski Eserleri Koruma Eneümeni’nin yıktırılması hususunda olumlu kararma rağmen yıktı rılması Millî Eğitim Bakanlığı’nca önlenmiş oluyordu. Fakat Va kıflar ve Belediyenin bu kesin tavra rağmen mektebin yıktırılma sında direndikleri, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumunun 1945’de idare heyeti (yönetim kurulu) tutanağından anlaşılmaktadır. Aynı yılın bir ay sonraki tutanağında ise, 15 Şubat 1945’de Ankara’da 49 İbrahim Hakkı Konyalı, İbrahim Paşa mektebinin bugünkü acıklı hâ li, «Tan» gazetesi, yıl 4, no. 1105, 28 Mayıs 1938 tarihli, s. 5’de. İSTANBUL’UN ORTAD AN K A LK A N B A ZI T A R İH İ E SE RLE Rİ 217 Millî Eğitim Bakanlığı’nda yapılan on günlük bir toplantıda, İstan bul’da kurtarılması gerekli eserler arasında «Yenipostahane arka sında İbrahim Paşa Mektebi»ne ilk sırada yer verildiği dikkati çek mektedir50. Fakat pek az sonra Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1946’da yayınlanan kurtarılması gereken eski eserlerin adlarını gös teren listelerde bu mektebe yer verilmemiştir51. Daha 1943’lerde yıkılma tehlikesi olduğu gerekçesi ile ortadan kaldırılması istenen bu tarihî eser, en ufak bir tamir görmeksizin daha yıllarca 1968 yılma kadar kısmen ayakta durabilmiştir. Bu ta rihlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu mektebin arkasmda bir işhanı yaptırmak düşüncesiyle bir proje hazırlatmış ve işi ihaleye de çıkararak, mektebin harabesini yıktırmağa girişmiştir. 18 Aralık 1968’de Arkeoloji Müzesi asistanlarından E. Ataçeri’nin Gayrimen kul Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu’na ihbarı üzerine, aynı gün Belediye’ye yazılan bir tezkere (sayı 732/1639) ile yıkımın durdurul ması istenmiş, ve 15 Ocak 1969’da Belediyenin verdiği cevapta (sa yı 10 00 37-9925), Vakıfların burada bir han yapmak istediği ve ça lışmaların durdurulduğu haber verilmiştir. Fakat Vakıflar, Yapı İşleri Şefliği 27 Ocak 1969 tarih ve 36 sayılı yazısı ile,... işhanı ar sasındaki eski tonoz kalıntısının yıktırılacağı ve zaten işin de iha le edildiğini bildirmiştir. Ancak 4 Şubat 1969’da Vakıflar Genel Mü dürlüğü, Âbide ve Yapı İşleri Dairesi (sayı 34 II A o/312),... işhanı arsasında bulunan tonozlu yapı kalıntılarının muhafazası gerekli es ki eserlerden olup olmadıklarını sormuştur. Anıtlar Yüksek Ku rulunda bu dosyaya ilâve ettiğimiz bir notta, bu kalıntının Damat 50 «Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni», sayı 39 (1945) s. 6, (f) maddesi; aynı dergi, sayı 40 (1945) s. 4. 51 M.E. Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler G. Md., Türkiye tarihî anıt ları (Öntasarı), İstanbul 1946. 1945 yılında Ankara’da Millî Eğitim Bakanının başkanlığında toplanan Eski Eserler ve Müzeler Danışma Komisyonu’nün ka rarları arasında, gündeme alman dağınık işler arasında (ki bunlar 14 madde den ibarettir), «İstanbul’da Yeni Postahane arkasındaki Damat İbrahim Paşa Mektebinin kurtarümasma imkân görülmediğinden bu binanın rölövelerinin yaptırılmasına karar verildi» denilmektedir ,bkz. Millî Eğitim Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Birinci Danışma Komisyonu çalışmaları (15. II.-Z8JI.1945) Ankara 1945, s. 22, madde 5. İstanbul Eski Eserler Encümeni’ndeki dosyasın daki bir kayıttan öğrenüdiğine göre, tahsisat yokluğundan bu karar yerine ge tirilememiş ve bu küçük binanın bir kaç saatte kolayca çıkarılabilecek rölövesi yaptırüamamıştır. 218 SEM AVİ EYÍCE İbrahim Paşa mektebi ve sebiline ait olduğu, ve muhakkak korun ması gerektiği, parselde bina yapılabilirse de, sebil kalıntısının ye ni binanın köşesinde restore edilerek muhafazasının, hatta ihyası nın mümkün olduğu yazılmıştır. Kurul, 183. toplantısı (8 Şubat 1969) aldığı karar ile (sayı 4428) sebilin restore edilmesi şartı ile, Belediye İmar nizamlarının kabul ettiği yükseklikte bir bina yapı mına izin vermiştir. Fakat İstanbul Vakıflar Yapı İşleri Şefliği bu karardan hoşnud olmamış ve 24 Şubat 1969’da yazdığı raporda hâlâ İsrarla ...harap tonoz bakiyesi...» dediği kalıntıların restore edil mesine imkân olmadığı ve bunun «... Esasen Venedik kararlarına da aykırı bulunduğunu...» bildirmiştir. Bu rapora karşılık olarak 15 Mart 1969’da Anıtlar Yüksek Kuruluna takdim ettiğimiz ikinci yazımızda önceki düşüncemizde direnmiş ve sebilin yaşatılmasını teklif etmiştik52. Kurul da 185. toplantısında 12 Nisan 1969’da al dığı kararla (sayı 4543) sebilin yapılması şartı ile inşaat iznini ver52 Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’na verdiğimiz ve aslı Kurul arşivindeki dosyasmda bulunan 15 Mart 1969 tarihli raporumu zun bir kopyasmı burayá geçirmeği uygun buluyoruz : 15.111.1969 ANITLAR YÜKSEK KURULU BAŞKANLIĞINA 1— Büyüle Postane arkasında, Aşir éf. caddesi kenarında bulunan Damat Nevşehirli İbrahim Paşa sebili kalıntısı, tarihimizde önemli bir şahsın kendi adına yaptırttığı bir hayır eseri olarak korunması gerekli bir tarihî eserdir. 2— Sebilden bugün bir sebilci odası ile, sebüin büyük kemeri ve sebilin dairevî kısmının temeli kalmıştır. Evvelce Arkeoloji Müzesine nakledilen taş larından bir kısmı halen durmaktadır. 3— Sahibinin tarihî hatırasını yaşatmak için sebilin muhafaza edilerek ih ya edilmesini ve böylece yapılacak işhanınm köşesinde değerlendirilmesini tek lif ederim. Sebüin arka duvarı ile temel kavsi malûm olduğuna göre bir ihya projesi çizmek zor değildir. Bu hususta devir itibariyle yakını olan, Bayazıd’da Üniversite Kütüphanesi yanındaki Kaptan Paşa sebüi örnek alınabüir. Jf— Böyle bir ihya’nm « Venedik Kararları» denilen ve şaşmaz bir kanun gibi riayet edilmek istenilen esaslar ile münasebeti anlaşılamamıştır. Ölçüsü ve elemanları büinen bu eser, ihya edildiği bir kitabe ile de durum belirtildiği tak dirde, tarihî bir hatıra yaşatılmış olacaktır. «Venedik Kararlan», her devresi, her eserine bu derecede sert bir kanun halinde tatbik edümiş olsa, İkinci Dün ya Harbinde yokolan nice İtalyan, Alman, Ingüiz eski eserlerinin arkeolojik buluntu gibi bırakılması gerekirdi. Halbuki durum bunun aksinin tatbik edil diğini gösterir. Saygilanmla. Prof. Semavi Eyice İSTAN BU L’UN ORTAD AN K A LK A N B A ZI T A R İH İ ESERLERİ 219 miştir. Aradan ikibuçuk yıl geçtikten sonra, Vakıflar 8 Ekim. 1971 tarih ve 3261 sayılı yazısı ile, inşaatın bittiğini, çeşme (!) nin yeri nin duvar olarak bırakıldığını, sebilin projesi yapılarak tamamlana cağını ancak «... bu geçen zaman içinde binanın kullanılması ve Va kıfların gelirinden mahrum kalmaması için, iskân ruhsatı verilme si hususunda (çünkü Belediye şart yerine getirilmediği için ruhsat vermemiştir) Belediyeye yazılmasını...» rica etmektedir. Kurul Başkanlığının bu isteği olumlu cevaplaması üzerine de Sadrâzam Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi ve sebilinin herhangi bir hatıra sının yaşatılması artık bir hayal olmuştur. Böylece bir tarih anıtı nın hiç değilse bir parçasının Venedik tüzüğüne aykırı düşeceği ge rekçesi ile yeniden yapılması önlenmiştir53. Bugün Sadrâzam Nev şehirli İbrahim Paşa mekteb ve sebilinin en ufak bir izi kalmamış, kitabesinin de ne olduğu öğrenilememiştir. Nitekim İstanbul Sıbyan mektepleri hakkında İstanbul Teknik Üniversite’de bir doktora tezi yapan Özgönül Aksoy 1968’de yayınlanan bu çalışmasında, bu eseri bulunamayanlar arasında işaret ederek «BabIali’den Sultan Hamamı’na doğru giderken Nafia Dairesi’nin karşısmda» olduğunu ve sadece zemin kata ait bir kaç duvar ve taş parçası kaldığını ki tabesinin de olmadığını yazmıştır54. Aşir Efendi caddesine doğru arazi meyilli olduğundan, bu ta-' rafta yüksek bir cephesi olan sıbyan mektebinin mimarisi hakkın da elimizde bazı bilgiler ile birlikte eski resimleri bulunmakta ve tamamen yıkılmcaya kadar görüp, tanıdığımız için, kendi müşahe53 «Venedik tüzüğü», eski eserlerin nasü tamir ve ihya edileceği husu sunda bazı prensipleri ortaya koymak üzere 1964’de düzenlenmiş bir metindir. Bkz. Cevat. Erder, « Venedik Tüzüğü» Uluslararası tarihî anıtları onanm ku ralları, «Vakıflar Dergisi» VH (1968) s. 111-115; Feridun Akozan, Türkiye’de tarihî anıtları koruma teşkilâtı ve kanunlar, (G.SA.. Mimarlık Bölümü, Rölöve ve Restorasyon kürsüsü yaymı, 4 ) İstanbul 1977, s. 41-44. Son yıllarda yur dumuzda bazı eski eserlerin ihyası bahis konusu olduğunda bu iş herhangi bir sebeble eğer yapılmak istenmiyorsa, aslında çok değerli ve büyük ölçüdeki sa nat eserlerine gelişi güzel müdaheleleri önlemek düşüncesiyle ve iyi niyetle ha zırlanmış olan bu tüzük, kayıtsız, şartsız bir «vahiy» gibi inanılmış gözüküle rek, destek yapılmakta ve böylece ihyası kolayca mümkün tarihî eserlerin yaşatılmasından kaçınılmaktadır. 54 Özgönül Aksoy, Oşmanlı devri İstanbul Sibyân Mektepleri üzerine bir inceleme (Doktora tezi-Istanbul Teknik Üniv.-Mimarlık Fakültesi yaymı) İs tanbul 1968, s. 80. 220 SEM AVİ E YlC Ë delerimiz de bunları tamamlamaktadır. Biraz yukarısında olan hep si de İbrahim Paşa’nm vakıfları olan Acımusluk mescidi, medresesi ve hamamı ile küçük bir manzume (com plexe) teşkil eden bu eski eserin esas girişi yandaki yokuşda idi. Buradaki kemerü bir kapı nın üstünde yukarıda metni verilen kitabe bulunuyordu. Mektebin altında uzun süre perişan bir kahvehane olarak kullanılan bir bod rum katı vardı. Burada Aşir Efendi caddesine açılan küçük bir ka pıdan sebile geçiliyordu. Herhalde bütün benzerlerinde olduğu gibi evvelce içeride bir hizmetli odası ile bir de helâ olan bu tonozlu bod rumun, caddeye bakan tarafında kemerli iki dükkân bulunuyordu. Kapının iç tarafında küçük bir avlu vardı. Mektebin girişinde ikisi yan duvarlara bitişik, dört mermer sütunlu bir revak uzanıyordu. Kemerlerle dışarı açılan bu revak dehlizinin üç bölümü tuğladan çapraz tonozlarla örtülmüştü. Revakm mermer sütunlarının sarkıt mak stalaktitli ve ikişer ikişer eş olan güzel başlıkları vardı. Revaklı dehlizden kenarda olan mermer çerçeveli bir kapıdan esas me kâna geçiliyordu. Bu mekân ayrıca demir parmaklıklı üç pencere den revak tarafmdân da ışık alıyordu. Sıbyan mektebinin esas mekânı ekseriyetle benzerlerinde oldu ğu gibi, tek büyük bir salondan ibaretti : İki tarafında altlı üstlü her cephede açılmış sekizer pencereden ışık alıyordu. Ankara cad desi tarafındaki yan duvarda ise ortada bir ocak yer aldığından burada sadece altlı üstlü dört pencere vardı. Böylece mektebin esas mekânı yirmi üç pencereden aydınlanıyordu. Pencerelerden alt sı rada olanlar taş çerçeveli ve lokma demir parmaklıklı idi; üstte kiler ise sivri kemerliydiler. Mekânın üstünü, tuğladan büyük bir aynalı tonoz örtüyordu. Sebilin bulunduğu köşede toprak seviyesi nin aşın derecede indirilmesi yüzünden bu taraf da temel' zayıfladı ğından, tonozun bu köşesi çatlamış ve delinmişti. Esas mekânm içinde, revaka bitişik olan duvar boyunca ahşap bir de şirvan bu lunuyordu ki, bunun sonradan yapıldığı anlaşılıyordu. Alttaki bod rum katmda olan helâya ve hizmetli odasına, revakdaki bir .mer divenden iniliyordu55. Sıbyan mektebinin köşesinde bulunan sebil, bodrum katının bu rada bir pah biçiminde kesilmesi suretiyle elde edilen kemerli bir 55 Bodrum katmda olması gereken helâya iniği sağlayan merdivenin ne reden başladığını bilmediğimizden, krokimizde onu işaretleyemedik. İSTANBUL’UN ORTAD AN K A LK A N B A ZI TAR İH İ ESERLERİ 221 yüzün dış. tarafına eklenmişti. Sebilin bir yarım daire biçiminde ol duğu ve ölçüleri gerek 1970’e kadar duran arka duvar kemerinden, gerek yaya kaldırımı üstündeki temel izlerinden anlaşılıyordu56. Böylece sıbyan mektebi altında bir sebilin bulunması ile,' Osmanlı devri Türk sanatının bir geleneği, mektebin bir sebil veya çeşme ile birleştirilmesi prensibi burada bir defa daha tekrarlanmış olu yordu57. ' Bu yazımızda tanıtmağa çalıştığımız, kaybolmuş üç tarihî eser den son ikisi, çok yakın yıllarda, âdeta kasıtlı bir biçimde ve lü zumsuz olarak yok edilip gitmiştir58. Temennimiz bu sorumsuzca 56 Sebilin temeli ölçülerde hiçbir şüphe bırakmayacak biçimde durduğu na, etek kısmının mermerleri de Arkeoloji Müzesi bahçesinde bulunduğuna ve aynı Nevşehirli İbrahim Paşa’nm bu sebüden az önce yaptırttığı, Şehzadebaşı’ndaki sebüi de mevcut olduğuna göre, tarihimizde çok önemli bir kişinin ha tırasını yaşatacak bir eserin, üzerine süslemeler yapılmaksızın neutre bir bi çimde ihyası herhalde büyük bir güçlük yaratmaz ve büyük bir hassasiyetle üzerine «titrendiği» anlaşılan «Venedik tüzüğünü» de herhalde rencide etmezdi. 57 İstanbul’un hemen hemen belli başlı bütün sıbyan mekteplerinin alt katlarmda bir sebil veya çeşme hatta bazen her ikisi de bulunmaktadır. Nev şehirli mektebinin altmda bir sebüin varlığını kesinlikle büiyoruz. Ayrıca bir de çeşme olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur. 58 Damad İbrahim Paşa’nm zevcesi Fatma Sultan’ın H. 1140 ( = 1727)’da adma yaptırılan (Bu cami hak. bkz. Hüseyin Efendi, Eadika, I, s. 156), ve İstan bul Vüâyeti karşısmda bulunan sağlam durumdaki cami de hiçbir gerekçe ol maksızın 1956’da yıktırüıp ortadan kaldırılmıştır. Camiin içini ve kitabesini gösteren iki fotoğraf elimizde bulunmaktadır. Bu camiin yapımı Ue ilgili Ne dim’in bir tarihi vardır, bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Nedim divanı, 2. baskı, s. 175- Bu tarihde : Geçerken devlet-ü izzetle bir gün gördü kim olmuş Serâya muttasü mescid mürûr-ı dehr ile viran Karîn-i izdivacı âsaf İbrâhîm Pâşâ’ya Buyurdu kasdim etmektir bunu bir câmi-i-zî-Şân O sâat emredip bu ma’bed-i zibâyı yaptırdı Ki olur tarh-ı matbûun temâşâ eyliyen hayran Bu mısra’la Nedîmâ söyledi târih-i itmamın Ne a’lâ cami’ ihya etti el-Hak Fâtıma Sultan 1140 denilmektedir ki, bu da Fatma Sultan’m Sadrâzam Nevşehirli İbrahim Paşa 222 SEM AVÎ EYÎCE davranışlara artık bir son verilmesi ve bu şehrin tarihi anıtlarına karşı biraz daha saygılı davranılmasmın gerektiğidir. sarayına komşu olan harap bir mescidi ihya' suretiyle bu camii yaptırtmış ol duğunu gösterir. Saraym, şimdi Vilâyet olan Bâb-ı âli yerinde olduğu bilinir. Böylece gerek İbrahim Paşa’nm gerek zevcesi Fatma Sultan’m hayır yapıları nın bu semtte oluşları, İbrahim Paşa sarayının bulunduğu yere de birer işaret teşkil ediyorlardı. Fakat ne yazık ki bu işaretlerin hepsi de ortadan kaldırıl mıştır. İSTAN BU L’UN ORTAD AN K A L K A N ’ B A ZI T AR İH İ ESERLERİ Resim 1 — Papasoğlu mescidinin vaziyet plânı (Pervititch’den). Resim 2 — Papasoğlu mescidinin plânı (çizen A. Saim Ülgen). 223 224 SEM AVÎ EYÎCE Resim 3 — Papasoğlu mescidinin eski bir fotoğrafı. Resim 4 — Papasoğlu mescidinin harap hali. İSTANBUL’UN O RTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ ESERLERİ 225 Resim 6 — Papasoğlu mescidinin kitabesi. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 15 22e V. İSTANBUL’UN ORTADAN K A LK A N B A ZI T AR İH Î ESERLERİ Resim 8 — Ömer Efendi namazgâhının 1957’deki halt Resim 9 — Ömer Efendi namazgahı yanındaki haz ire 1957’de. 227 228 SEM AVİ EYİCE Resim 10 — Ömer Efendi namazgahı çeşme kitabesi 1957’de. İSTAN BU L’UN ORTAD AN K A L K A N B A Z I T A R İH İ ESERLERİ 229 Resim 11 — Ömer Efendi namazgâhı mihrap taşı. S E M A V Î E Y İC E Resim 13 — Ömer Efendi namazgâhmm parçalanan çeşme taşı. Resim 14 — Ömer Efendi namazgâhmm kesilen ağaçlarından biri. İS T A N B U L ’U N O R T A D A N K A L K A N B A Z I T A R İH İ E S E R L E R İ 23İ Resim 17 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin vaziyet plânı (1875’e doğru basılan İstanbul plânından). Resim 18 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin takribi krokisi. 232 SEM AVİ EYİCE p r^ g r W O 10 60cm. Resim 15a, b — Kıble taşı ve kuyu bileziğinin desenleri. Resim 16 — Papazın bahçesindeki bağ evinin krokisi (1957). İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ E SE RLE Rİ 233 Resim 19 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin Büyük Postahane tarafındaki cephesi. 234 SEMAVİ EYİCE Resim 20 — Nevşehirli İbrahim Paşa meletebinin yan cephesi. Resim 21 :— Nevşehirli İbrahim Paşa mek tebi sokaktan girişi. ■ İSTANBUL’UN ORTADAN KALKAN BAZI TARİHİ ESERLERİ Resim 23 — .Nevşehirli İbrahim Paşa mek tebi içi ve ocak yeri. 235 Resim 22 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi revak sütunları. 236 SEM AVİ EYİCE5 Resim 25 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi dıştan. İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ ESERLERİ 237 Resim 26 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi revak cephesi ve esas giriş. Resim 27 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi içi. 238 SEM AVİ EYİCE Resim 28 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi yıkıldıktan sonra bir süre duran sebü kalıntısı. Resim 29 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi altındaki sebilin parçaları. HAŞAN KÂFÎ EL-AKHİSARÎ VE DEVLET DÜZENİNE AİT ESERİ USÛLÜ’L-HİKEM F î NİZÂMİ’L-ÂLEM Mehmet tpşirli . "j ' j- XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı müesseselerinde ve genel durumda bir gerilemenin ve bozulmanm oluşmaya, baş ladığı görülmektedir. Bü olumsuz gelişme daha ilk andan itibaren dikkati gekmiş, bir taraftan devlet çeşitli yollarla bunun önünü al mak için ilgililere fermanlar, adâletnâmeler göndererek veya fev kalâde yetkileri hâiz kimseler görevlendirerek tedbirler alırken bir taraftan da daha erken dönemlerden başlayarak bazı Osmanlı ilim ve devlet adamları eserlerinde meseleleri bütün açıklığıyle ortaya koymağa ve ilgilileri uyarmağa gayret etmişlerdir. Lütfi Paşa, Mustafa Âlî, Haşan Kâfî, Kitâb-ı Müstetâb müellifi ve Koçi Bey’i bunlar arasında sayabiliriz. H a ş a n K â f î 1 : XVI. asrın ikinci yarısı ile XVH. asır baş larında yaşamış olan müellif çeşitli alanlarda eserler yazmış ve bir çok ilmiye hizmetlerinde bulunmuştur. Nizâmtâl-ulemâ ilâ hâtemi’ lenbiyâ adlı eserinin sonunda kendi; hayati hakkında bilgi vermek tedir2. 1 Hazım Sabanovic, Haşan Kâfi’nin hayatı ve eserleri üzerinde etraflı bir araştırma yapmıştır. Burada, gerek hayatı gerek eserleri- hususunda bu araştırmadan faydalanılmıştır. H. Sabanovic, Haşan Kafi Pruscak, Prilozi za orijentalnu filologiji, XIV-XV, 1964-5, Sarajevo 1969, s. 5-31. 2 Bu eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa Ktb. Nr. 753/3 de bulunmaktadır. Müellif burada otobiyografisini vermiştir. Ancak hayatının sonlarına kadar gelmemektedir. 240 MEHMET ÎPŞİRLÎ Haşan Kâfî b. Turhan b. Dâvûd b. Ya'kûb ez-Zîbî el-Akhisarî el-Bosnavî, Ramazan 951 (Kasım-Aralık 1544) de Bosna eyâletine bağlı Akhisar (Prusac, Mittelbosnien) ’da doğmuş, on iki yaşında iken ilim tahsiline başlamıştır. Memleketinde bir süre okudukdan sonra tahsilini ilerletmek için 1566 yılında İstanbul’a gelmiştir. Çatalca’da tedris görevinden emekli Ali Efendi’ye intisâb etmiş ayrı ca Kadıasker Molla Ahmed el-Ensârî, Mevlânâ Bâlî b. Yûsuf ve Mır Gazanfer b. Ca'fer el-Hüseynî’den ders okumuştur. 1580 yılından itibaren Kâfî .mahlasını kullanmağa başlamıştır. ■ İstanbul’da tahsilini tamamladıktan sonra 983/1575’de mem leketi Akhisar’a dönerek burada tedris görevine başlamış ve bu sı rada çeşitli eserler telif etmiştir. Kendi kaydına göre ilk eseri Ri sale fî tahkiki lafzı Çelebi’dir. Daha sonra müderrislikten kadılığa geçerek 1583’de Akhisar kadısı olmuştur. İstanbul’a mülâzemet için tekrar gelmiş bir süre kaldıktan son ra Sirem kadılığı verilmiştir. Bu arada dersler de veren Haşan Kâ fî Kitâbu semtü’l-vusûl ilâ ilmi’ l-usûl adlı eserini yazmıştır. 1000/1591-2 de hacca gitmiş son eserini hacc sırasında Kudüs, Şâm ve Haremeyn ulemâsına ve dönünce Pâyitaht ulemâsına gös termiş, hepsi tarafından beğenilerek buna bir şerh yazması isten miştir. Bundan sonra değişik yerlerde kadılık yapmış fakat Erdel’de karışıklık çıkması üzerine Akhisar’a dönerek memleketinin tale besine çeşitli dersler okutmuştur. , 1004/1596’da Kitâbu semtü’ l-vusûl ilâ ilmi’ l-usul i şerh etmiş ve bu arada meşhur eseri Usûlü’l-hikem fî nizâmi’ l-âlem i yazmıştır. 4. Muharrem 1005/28 Ağustos 1596 da İH. Mehmed’in Eğri se ferine katılmak üzere Akhisar’dan sefere hareket etmiştir. Sefer sırasında bu eserini ulemâdan ve devlet erkânından bir çok kimse ye göstermiş ve çok beğenilerek, kolayca istifâde edilmesi için türkçeye tercüme ve şerh edilmesi istenmiştir. Mükâfat olarak M üellife Akhisar kazası tekaüd tarîkiyle verilmiş ve bölgenin talebelerine ders okutması şart koşulmuştur. 1014/1605’de Vezîriâzam Lala Mehmed Paşa’nm Estergon se ferine katılmıştır. Bundan sonra Müellif tamamen kendisini ilim ve tedrise vermiş, daha önce yazmış olduğu bazı eserleri temize çek miştir. Nev‘î-zâde Atâ’î, Haşan Kâfî’nin Nev-âbâd adiyle bir kasaba vücûda getirdiğini ve burada bir câmi, bir medrese, bir mekteb in- H A SA N K  F Î VE E SE Rİ 241 şâ ettiğini bunları yaşatabilmek için bir çok vakıflar tesis ettiğini ve bina ettiği camiin avlusunda medfûn olduğunu yazmaktadır3. 15 Şa'bân 1025/28 Ağustos 1616 da Akhisar’da vefat etmiştir4. E s e r l e r i : Haşan Kâfî muhtelif konularda eserler yazmış tır, ancak bunların çoğunluğunu fıkhı eşerler teşkil etmektedir. Konularına göre eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz5. Filoloji 1. Risale fî tahkiki lafzı çelebi 2. TemMsu’ t-telM s fî ilrrıi’ l-belâğa 3. Şerhu temhîsu’t-telhîs Fıkh 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. Hadîkatü’s-sdlât fî şerhi muhtasarı’s-salât Risale fî hâşiyeti kitâbu’d-daevâ li Şadrı’ş-şerVa Beyfü’ l-kuzât fi’ t-taezîr Risale fî ba'zı mesâlihi’ l-fıkh Şerhu muhtasarü’ l-Kııdûrî Semtü’ l-vusûl ilâ ilmi’ l-usul Şerhu semtü’l-vusûl ilâ ilmi’ l-usûl Kelâm 11. Ravzâtü’l-cennât fî usüli’ l-i‘ tiködât mm ilrm’l-kelâm 12. Ezhâru’r-tfavzât fî şerhi ravzâtü’ l-cennât 13. Nûrü’ l-yakin fî usûli’ d-dîn Felsefe 14. Muhtasaru’ l-kâfî mine’l-mantik 3 Nev‘î-zâde Atâ’î, Had&’iku’l-hakâ’ik fî tekmüeti’ş-şak&’ik, İstanbul, 1268, s. 283-4. 4 Hayatı ve eserleri için ayrıca bk. Mehmed Süreyya, .Sicül-i Osmanî, n , 130; M. Tahir, OsmanlI Müellifleri, I, 277. 5 H. Sabanovic, eserlerini konularına göre ayırmış, her bir eser hakkında bügi vermiş bulunduğu hütüphaneleri belirtmiştir. Burada onun tasnifi esas alınmıştır. Geniş bügi için bk. agm. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 16 MEHMET ÎP ŞİR L İ 242 15. Şerhu muhtasaru’l-kâfî mine’l-mantik ‘ Târih 16. Nizâmu’ l-ulemâ ilâ hâtemv’l-enbiyâ Siyâset 17. Usûlüfl,-hikem fî nizâmi’ l-âlem Usûlv/l-hikem fî nizâmi’ l-âlern,: Haşan Kâfî’nin yukarıda ve rilen eserleri içinde en tanınmış ve üzerinde durulmuş olan eseridir. İsminden de anlaşılacağı üzere eser siyâsetnâme tarzında arabça olarak yazılmıştır. Takdim edildiği kimselerin tavsiyesi üzerine türkçeye açıklamalı olarak tercüme edilmiş ve 1005 yılında tamam lanmıştır. Müellif esşrini yazmak için pek çok kaynakdan istifâde ettiğini bunlar içinde iki tanesinden bilhassa faydalandığını yazmaktadır. Bunlardan birincisi Kâdî Beyzâvî’n in . Envâru’t-tenzîl ve esrâru’ tte’vîl adlı tefsiri6, İkincisi ise Mahmûd ez-Zemahşerî’nin Rebî‘u’ 1ebrâr adlı nasîhatnâme tarzındaki eseridir7. Usûlü’l-hikem’i aynı asırda yazılmış siyâsetnâme tarzındaki di ğer eserlerden ayıran en önemli özellik muhtevasmın daha çok Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve bazı tanınmış kimselerin sözlerinden yapılan nakillere dayanması, verdiği misallerin de Bosna havalisine ait bir iki örnek dışında Osmanlı öncesi, hatta sık sık îslâm ön cesi eski Yunan ve Sasanî devirlerinden alınmış olmasıdır. Hayat larından veya sözlerinden örnekler verdiği şahıslar arasında İsken der, Ardeşir, Yezd Cerd, Bustî, Sultân Mansûr, Hazreti Lokman, 6 Beyzâvî’nin (öl. 1291) iki ciltlik bu tefsiri îslâm dünyasında çok meş hur olmuş, üzerine pek çok şerh ve haşiyeler yazılmıştır. Dirayet tefsirleri nin en güzellerinden olan bu eser Osmanlı medreselerinde tefsir kitabı olarak devamlı okutulmuştur. ■ -7 Zemahşerî’nin (öl. 1144) Rebî'u’l-ebrâr adlı arabça eserini AmasyalI Hatîb Kasımoğlu Mühyiddin Mehmed (öl. 1533). kısaltarak Ravzatii’l-alibâr acüı eseri meydana getirmiştir. Meşâ’irü’ş-şu’arâ müellifi Aşık Çelebi (öl. 1571) bu eseri arabçâdan türkçeye tercüme ederek H. Selîm’e sunmuştur, (bk. Ta rama Sözlüğü, I, LXÜ). Eser elli «Ravza» dan teşekkül etmektedir. Üniver site Ktb. TY. nr. 1548 de bir nüshası bulunmaktadır. H A SA N K  F Î VE ESERİ 243 Hz. Ali, Hz. Ömer, Afrasiyab, Benî Mühelleb, Sehl oğlu Fazl, Amr b. Leys, Molla Fevrî vesaire bulunmaktadır. Osmanlı dönemi bü yüklerine yer verilmemiştir. Eserin bir çok yerinde ifâde bozuklukları bulunmaktadır. Bun ların büyük kısmı arabça metnin parça parça tercüme edilmesinden gelmektedir. Devrik cümlelere, cümle içinde tekrarlanan kelimelere rastlanmaktadır. Baş kısımlarda ifâde karışıklığı sık görülürken orta ve bilhassa sonlara doğru, düzelmektedir. Bu durum, sonlarına doğru arabçalarm azalıp geniş ölçüde türkçe açıklamaların yer al masına bağlanabilir. Eski kelimelere de yer yer rastlanmaktadır8. M u h t e v â ' s ı : Eser başlıksız bir girişten sonra bir mukad deme, dört asi ve bir hâtime’den teşekkül etmektedir. Başlıksız girişte Müellif eserin telif sebebini anlatmaktadır. 980/1572-3 yılından beri peşpeşe gelen felâketlerin gittikçe huzu ru bozduğunu yerini karışıklıkların aldığını, bunun sebebleri üze rinde düşünürken bazı gerçekleri tesbit ettiğini yazmakta ve gö rüşlerini üç noktada toplamaktadır : Birincisi, âdâletin tevzii ve ül ke yönetiminde yapılan ihmaldir. Bunun sebebi memleketin ve hal kın işlerinin ehil olmayan ve dürüstlükten uzak kimselere verilmiş olmasıdır. İkincisi, devlet idaresinde temel prensiblerden olan müşavere nin ihmal edilmesidir. Bunun sebebi ise devlet adamlarının kendi lerinde büyük bir varlık görerek kibir ve gurura kapılmaları, ule mânın görüş ve kanaatlarına baş vurmadan, hatta böyle bir müşa vereyi zül addederek memleket idare etmeleridir. Üçüncüsü, askerî alandaki düzensizlik, harb aletlerinin kulla nılmasında gösterilen ihmâldir. Bu da askerin kumandanından korkmaması ve ona itaatsızlığından ileri gelmektedir. Bütün bunların temelinde ise rüşvet hastalığı ve kadınların sözlerine uyarak onlara mağlûb olmak bulunmaktadır. Mukaddeme’de eski sınıflamaya uyularak insanlar dört gruba ayrılmıştır. Birincisi sınıf, pâdişâhlar, vezirler, beğler, beğlerbeğiler ve askerler gibi idareci zümredir, ikinci sınıf ulemâdır. Bunların görevi yazdıkları eserler ve konuşmalar ile emr bi’l-ma‘rûf ve nehy 8 Dirilmek : yaşamak, ömür sürmek; Yürümek : gezmek, dolaşmak; Eslemek: dinlemek, itaat etmek; B aşk a: ortaksız, müstakü gibi kelimeler örnek gösterilebilir. 244 MEHMET ÎPŞİRLİ ani’l-münker yapmalarıdır. Üçüncü sınıf, zirâat erbâbıdır. Onlara reâyâ da denilmektedir. Dördüncü sınıf, sanat ve ticaret erbabıdır. Bu sınıfları görevleri ile birlikte saydıktan sonra önemli bir hususa temas etmektedir. Akıllı ve sâhib-i teklif olduğu halde bu dört sınıfın dışında kalan kimsenin durumu ne olacaktır? Ona gö re bu durumdaki kimseleri diğer insanlara yük olmaktan kurtar mak için bu dört sınıftan birine girmeğe zorlamak lazımdır. Bun ları kendi hallerine terketmek asla doğru değildir. Hatta daha ileri giderek işsiz, başkalarına yük olan böyle kimselerin bazı filozoflara göre katledilmeleri gerektiğini söylemektedir. Diğer bir yanlış uygulama ise, belirtilen sınıflardan birinin diğerine geçmesi veya bu konuda zorlama yapılmasının son derece zararlı olduğudur. Müellif kendi zamanını kasdederek, düzensizliğin bir sebebinin reâyâ ve sanat erbabmın muharebeye zorlanması, böylece şehir ve kasaba halkının işini, sanatını terkederek memle ketin harab olduğudur. Bir süre önce birer akçeye alman bazı nes neler şimdi onar akçeye bulunmaz oldu. Bosna’da bin tarihinden beri ne zaman sefer olsa, seraskerler vilâyete adamlar göndererek akin eken reâyayı ve sanat erbabmı zorla sefere sürürler, bu sebeble kasabalar ekinsiz kaldı. Birinci asi : Devletin nizam ve intizamını sağlayan hususlar, devlet başkanmda bulunması gereken vasıflar ve devlet başkanının riâyet etmesi gereken hususları ihtiva etmektedir. Bunların başın da devlet başkanının âdil olması, dürüst kimseleri iş başma getir mesi, ulemâya ve ehl-i duâya değer vermesi, elinin açık ve vakar sa hibi olması, cezâda acele etmemesi gibi hususlar gelmektedir. ikinci asi : Istişâre, re’y ve tedbîr hakkındadır. Kur’ân’daki istişâre ayetini verdikten sonra bir mukayese yaparak Hz. Peygam ber ashabı içinde en bilgili kişi olduğu halde istişare etmesi emredil miştir, burada asıl amaç istişârenin Islâm ümmetine sünnet oldu ğunun gösterilmesidir demektedir. Devlet adamları istişâreyi ule ma ile, akıl ve basiret sahibi kimseler ile yapmalıdır. Üçüncü asi : Harb aletlerinin kullanılmasının vacib olduğu beyamndadır. Silâha ve gelişmiş harb malzemesine sahib olan tara fın üstünlük sağladığını belirttikten sonra yaklaşık olarak elli yıl dan beri düşmanm yeni harb aletleri ile galib geldiklerini Hırvat bölgesinde müşâhade ettiğini söylemektedir. Askerin ihmalkârlı H A SA N K  F İ VE ESERİ 245 ğından, komutanların harbe teşvik etme usulünü bilmediklerinden yakınmaktadır. Dördüncü asi : Zafer hakkındadır. Hezimetin sebebleri hakkın dadır. Zafer Allah’ın yardımıyle gerçekleşir, ancak komutanlarm askeri çok iyi yetiştirip, idare etmeleri gerekir. Ulemânm, şeyhle rin, ulu kişilerin dualarını almak, manevî desteğini kazanmak çok şeyi değiştirebilir. Kendi zamanında ise bu zümrenin çok rencide edildiğini, onlarla alay edildiğini bunu ise genellikle Kapıkulu züm resinin yaptığını anlatmaktadır. Hâtime : Sulh ve ahid hakkındadır. Büyüklerden naklen sava şın zor ve acı, barışın ise emniyet ve rahatlık olduğunu, banş iste yen bir millet ile savaş yapmanın büyük hata olduğunu yazmakta dır. Son olarak ahid üzerinde durmakta, ahdi bozmanın büyük bir hata ve günah olduğunu belirtmektedir. Ü z e r i n d e k i ç a l ı ş m a l a r : Usûlu’l-Mkem’in. Türkiye’ de ve yabancı kütüphanelerde pek çok yazma nüshaları bulunmak tadır. Bu durum, eserin Osmanlı toplumunda tanınan ve çok oku nan bir eser olduğunu göstermektedir. Eser, ilk defa taş baskı olarak tab edilmiş, ancak yer ve tarih belirtilmemiştir9. Daha sonra sadece türkçe metin biraz tâdil edile rek Tevfik imzasiyle Asır gazetesinde 1287/1870 de tefrika edilmiş, sonra bu tefrika yayınlanmıştır. Ayrıca Ahmed Reşîd Paşa tara fından eserin ilaveli bir tercümesi yapılmış ve 1331 de Hicaz vilâ yet matbaasmda 63 sayfa olarak basılmıştır. Çok erken tarihlerden itibaren üzerinde durularak fransızca10, macarca11, almanca12, sırpca13 neşriyat yapılarak inceleme ve kısmî 9 Bu baskı metin hazırlanırken kullanılmıştır. Ancak yer yer imlâ ha talarının ve muhtevada eksikliklerin olduğu görülmektedir. 10 Garcin de Tassy, Principes de sagesse, touchant l’art de gouvemer par Rizwan-benabdoul Ac-hissari, Journal Asiatic, Paris, IV, 1824, 213-226, 283-290. 11 Imre v. Karâczon, A y Eğri Török emlekerat a kormanyzâs mödjârol. Eger vâra elfoglalâsa alkalmâval az 1596, evban irta Molla Haszân elkajâfi. Budapest 1909. 12 L. Tallöczy, Eine Denkschrif des bosnischen Mohammedaners Molla Hasan alkjafi, über die Art und Weise des Regierens. Archiv für slavische Philologie XXXII, 1911, 139-158. 13 Nizam ul-alem (Uredba svijeta) Historijsko-politicka rasprava Napisao Hasan Cafi Pruscak, preveo Dr. Saffet-beg Basagic. Sarajevo 1919, GZM XXXI, 1919, 165-181. MEHMET İPŞÎRLİ tercümeleri yapılmıştır. Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı’ndan14 öğ rendiğimize göre merhum Profesör Haşan Kâfi ve eserleri üzerinde Paris Üniversitesi’nde doktora yapmış ve Nizâmül-ulemâ ilâ Hâtem i’l-enbiyâ adlı eserinin tenkitli metnini ve fransızca tercümesi ni vermiştir15. Ayrıca bir çok araştırmacı tarafından eser kullanılarak ikti baslar yapılmıştır. Bilhassa harb aletlerinin kullanılması ve bunun zarureti üzerindeki görüşleri dikkati çekmiştir. Haşan Kâfî’nin eserinden başka benzer ismi taşıyan iki ayrı eser daha bulunmaktadır10. Birincisi Haşan Bey-zâde’ (öl. 1636) nin usûlü’l-Mkem fî nizâmi’ l-âlem adlı eseri olup, tertib, muhtevâ ve verdiği misaller bakımından Haşan Kâfî’nin eseri ile büyük benzer lik göstermektedir17. Başlangıç kısmından sonra bir mukaddime, dört asıl ve bir hâtime’den teşekkül etmektedir18. İkincisi işe İbrahim Müteferrika (öl. 1745)’nm Usûlü’l-Mkem fî nizâmVl-ümem adlı eseridir19. Eser bir giriş kısmından sonra üç bâbdan oluşmaktadır20. Burada verilen metin hakkmda bir iki hususu zikretmek fay dalı olacaktır. Daha önce belirtildiği üzere eser çeşitli tarzlarda basılmıştır. Ancak bunların zor bulunur olması ve bilhassa tam olan taş baskı metinde yer yer imlâ ve muhtevâ hatalarının bulunması sebebiyle bazı yazma nüshaların yardımıyla yeni bir metin hazırlamanın fay dalı olacağı düşünülmüştür. Burada, muteber bir nüsha olarak tesbit edilen Topkapı Sara 14 Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi yaymı, Ankara 1978. 15 bk. age., s. XXI. 16 bk. Osmanlı Müellifleri, I, s. 277, not 2. 17 Yukarıda dipnot 7 de zikredüen kaynağı Haşan Beğ-zâde de kullan mıştır. 18 Eser hakkmda geniş bilgi için bk. Nezihi Aykut, Haşan Bey-zâde Ta rihi, İstanbul Edebiyat Fakültesi 1980, C. 1, s. 24-29 (Basılmamış doktora tezi). 19 Eser H. 1144 tarihinde Matbaa-yı Amire’de 48 sayfa olarak basılmıştır. 20 Bâb-ı evvel : Askere vucûb-ı nizâm ve hüsn-i intizâmdan tevellüd eden menâfi’ beyânmdadır. Bâb-ı sânî : İcmâlen fenn-i coğrafya menâfü beyânındadır. Bâb-ı sâlis : Mülûk-i Nasârâ ve leşkerlerinün esnâfı ve tarz ve tavr ve tertîbleri ve hazar ve seferde ve kıtâl ve cidâlde i’tiyâd eyledükleri kavânîn ve merâsim-i harbiyeleri beyân olunur. H A S A N K  F İ VE E SE Rİ 247 yı Müzesi Kütüphanesi Revan kısmı 419 nolu yazmanın21 (R) varak numaralan verilmiştir. Matbu metin (M) ve aynı kütüphanedeki Y. 572 nolu yazmadan22 (Y) istifade edilmiş, yer yer (M) ve (Y) nin ifadesi (R) ye tercih edilmiştir. Ancak makale ölçüleri içerisinde kalındığından, bunlar gösterilmemiştir. Burada eserin tertibi değiştirilmiş, arabça ye türkçe kısımlar birbirinden aynlmıştır. Daha önce belirtildiği gibi eser müellifi ta rafından arabçadan türkçeye çevrilirken bir bütünlük arzedecek şe kilde cümle cümle yapılmayıp, ufak parçalar halinde yapılmıştır. Arabça metinde herhangi bir değişiklik gerekmemekte ancak türk çe metinde bütünlük ve anlaşılabilirliği sağlamak için yer yer tak dim ve tehirler yapma zarureti olmuştur. Metinde eski imlâya riayet edilmiş, ancak transkripsiyon harf leri kullanılmamıştır. Sadece £ ve j harfleriyle başlayan uzun hecelerde ( A) işareti yerine kalın okunuşu sağlamak için «kâdî» ve «gayet» kelimelerinde olduğu (-) işareti konulmuştur. USÛLÜ’L-HÎKEM F î NÎZÂMÎ’L-ÂLEM* Hamd ol Nâsvr u Kahhâr’a ki itdi mansûr A sker-i dîn-i zafer-rehber, küfri mdkhûr Hem salât-ile selâm ola Rasülü’Tlâh’ a Kseyledi muccize-i âliyesi anda zuhûr Dahi ashabına ve âl-i kirâmma anun K ’oldı anlar ile bünyân-ı şerVat maemûr Emmâ ba‘d : şol zamân ki Pâdişâh-ı zıllu’llâh ve Şehinşâh-ı âlem-pönâh, sultân-ı selâtîn-i Rûm ve Arab ve Acem ve hâkân-ı havâkuı-i mülûk-i rikâb-ı ümem, kâli‘-i kılâ‘-ı kefere-i Üngürüs, kâtı*-ı 21 Tavsifi için bk. F.E- Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe yazmalar katalogu, X, s. 500. 22 Tavsifi için bk. age., I, s. 622 * Farsça beyitlerin okunuşunda yardımcı olan Prof. Dr. Nazif Hoca’ya ve metni okuyarak bazı düzeltmeler yapan Dr. îsmaü Erünsal’a teşekkürlerimi sunarım. 248 MEHMET İPŞİRLİ nizâ-'-ı fecere-i Erdel ve Rus, hulâsa-i selâtîn-i Âl-i Osmân, di‘âme-i esâtîn-i zemîn ü zaman, ferîd-i devr-i Osmânî, ebü’l-feth-i sânî, Sul tân gâzî Mehmed Hân b. Sultân Murâd Hân b. Sultân Selîm Hân b. Sultân Süleymân Hân, B e y t: Sanmanuz kim anı medh idebilür takririm Belki vasfıyle medh alınıser tahrîrim —Hallede’llâhu ta'âlâ hilâfetehu ve ebbede saltanatehu ilâ inkızâ’i’zzamân ve intiha’Vd-devrân-— hazretleri izzet ve sa'âdet ile ve şev ket ve şecâ'at ile kal‘e-i Eğri seferine azimet buyurdılar. Bu, du‘â-yı hayrlarında mücidd ü sâ‘î olan dâ'îleri dahi mahzâ ibâdet-i [2a] gazâda, belki mahallinde du'âda bulunmak niyetiyle sefer-i mezbûre bile varup, ol feth-i mübîn ve nusret-i dînde ve ol vak‘a-i kiibrâ ve ma'reke-i uzmâda, ol mübârek gazâda, ol ceng ü vegâda hâk âlûde olup ve. du'âda bile bulundum. Bundan akdem Akhisar’da zâviye-i uzletle münzevî ve kûşe-i vahdetde muntavî iken nizâm-ı âleme müte'allık bir risâle-i latife ve mecelle-i şerife te’lîf ve tertîb ve tasnif itmişdim. Bu sefer-i mü bârek ü meymûnda hem-inân ve hem-nkâb-ı hümâyûn olan a‘lâm-ı ulemâ’-i izâm ve erkân-ı devlet ve a'yân ve vüzerâ’-i kirâm-ı dîvân hazarâtma arz u iş'âr olundukda cümlesi kabûl ve pesend idüp, tahsîn-i beliğ ve ihsân-ı bî-dirîğ buyurmağla, lisân-ı Türkî ile ter cüme ve şerh olunup arz olunması evlâ idüğine re’y ü işâret buyur mağın bi-avni’llâhi’l-Meliki’l-mennân lisân-ı Türkî ile şerh u beyân ve îzâh u iyân idüp, gâyetde vâzıh u âsân olan ta'bîr ile takrir ü tahrîr eyledim ki a‘yân-ı aShâb-ı dîvân ve erbâb-ı eyvân-ı sultâna suhûlet ile istifâde mümkin ü müyesser oldukdan sonra mazmûnıyle amel olunup, bi-izni’llâhi ta'âlâ ‘âlemde âsâr u semerâtı ve envâr-ı hayr u berekâtı zuhûr eyleye. înşâa’llâh ta'âlâ. Yâ Ailâh! sana hamd u şükr iderüz. Ey hakîkatde mülkün mâ liki olan Ailâh! mülki istedüğine vitirsin, dahi istedüğinden mülki ayırırsın, ya'nî alursm. Dahi salât ü selâmı senün Rasûl’iin üzerine iderüz, ol ki enbiyâmın seyyidi olan Muhammed’dür. Dahi âli, dahi ashâbı üzerine salât ü selâm iderüz, anlarki basar, dahi re’yler sâhibleridür; mâdâme ki yeıyüzi sâbit ola, dahi gökyüzi ya'nî felekler devr eyleye. Tahkik Hâlık olan Ailâh hazretlerine muhtâc olan kulı, ol ki Akhisarlı Kâfî’dür, Ailâh hazretleri ana yardım eylesin, şol umûr- H A SA N K  F Î VB E SE Rİ 249 daki andan yardım taleb eyler; dahi ana ayb virür nesnelerden anı saklasın. Şol vaktde ki, hicret-i Nebeviyye târîhinün bin dördünci yılın da âlemim nizâmında fesâd ve bozgunluk müşâhede eyledim, dahi Âdem oğlanlarınım halleri intizâmında bozgunluk müşâhede itdim, husûsâ ki dâr-ı İslâm’da, ya'nî memâlik-i Islâmiyye’de. Hak ta'âlâ (3a) vâki' olan halel ve züleli ıslâh eylesiin, dahi dâr-ı İslâm mem leketlerini kıyâmet gününe değin selâmet üzre eylesiin. Pes bir gice sünnet ve farz olan ibâdâtı edâ itdükden sonra yer leri ve gökleri halk eyleyen Rabbü’l-izzet cânibine kalbimi ve nefsi mi döndürdüm. Ya'nî vâki' olan halel ve zülelün hikmeti ve sebebi olan esrâra vâkıf olmak içün teveccüh-i tâm ile teveccüh eyledim. Pes Rabbü’l-izzet hazretleri bana lutfile ilhâm eyledi, ya'nî feyz tarîkiyle hikmetlerden bir mikdâr kalbime inzâl ve ilkâ eyledi. Dahi kendi fazlı ve kereminden bana fehm eylemeği müyesser eyledi, şol nesneyi ki ben anı bilür değil idim. Ol ulu hikmetlerden biri budur ki benim kalbime ilkâ eyledi bu kavl-i şerifini ki buyurmışdur: «Tah kik Allâh ta'âlâ hazretleri, bir kavmde olan ni'met ve âfiyeti tağyir eylemez ve bozmaz, tâ ki ol kavm kendülerinde olan eyü hallerini ve fi'llerini yaramaz fi'llere ve kem hallere döndürmeyeler.» Ya'nî mâdâme ki bir kavm aralarında hak üzre, adâlet ve istikamet ile mu'âşeret ve mu'âmele eyleyeler. Hak (3b) ta’âlâ hazretleri nizâm ve intizâmlarında olan ni'met ve âfiyetini tağyir idüp bozmaz. Dahi benim kalbimi ve zihnimi şerh ve keşf idüp küşâde eyledi, Âdem oğlanlarımın hallerini fikr idüp, vâki' olan teğayyürlerinün sebeblerini fikr eylemek içün. Pes, şol vaktki Allâh ta'âlâ hazretlerimin latîf avni ile te’emmül ve fikr eyledim; on yıldan dahi ziyâde vâki' olan zamândan berüde zuhûr iden umûrda fikr eyledim. Bana bu husûsda münkeşif oldı, ya'nî tokuz yüz seksen târihinden berü vâ ki' olan ihtilâl ve teşevvüş husûsunda ba'zı vechler ve ba'zı sebebler feth ve keşf oldı. Allâh ta'âlâ hazretleri toğrusını yeğ bilür. Bu tagayyiirât ve tebeddülâtun evvelki vechi, adâletde ihmâl ve tekâsüldür, dahi hüsn-i siyâset ile zabt olunmakda ihmâl olunduğıdur. Bu ihmâlün sebebi, umûr-ı nâsı ve mühimmât-ı memleketi ehl olanlara tefviz eylememekdür, ya'nî mesâlih ve menâsıb nâ-ehle virilmekdendür. İkinci vechi, müşâverede ve re’y ü tedbîrde terk vâki' olup, ih mâl (4a) olunduğıdur. Bu müsâmaha ve ihmâlün sebebi, ekâbir ve 250 MEHMET ÎPŞİRLÎ a'yânda kendüsin görmeklik ve mütekebbirlikdür, daM ulemâmın ve ukalâmın musâhabetlerinden arlanduklarıdur. Ya'nî, zamâne ekâbîrinün meclislerine ulemâ ve ukalâdan bir kimse gelse ana haka retle nazar idüp, anunla musâhabet ve mükâleme eylemeden âr iderler, kande kaldı ki ekâbir-i selef gibi ulemâ ve ukalâmın ayaklarına ve meclislerine varup re’y ve tedbîr ve hikmet öğreneler. Üçüncü vech, asker tedârükinde ve tedbîrinde terk ve ihmâldür, dahi düşmen ile mukâtele ve muhârebe zamânında yat ve ya rak kullanmakda ihmâl itdükleridür. Bu ihmâlim sebebi askerün ümerâdan ve ser-askerlerden korkmaduklandur. Andan sonra bu zikr olunan vechlerün ve sebeblerün cümlesine sebeb olan, dahi bu bâbda olanun gayeti ve son ucı, rüşvet alınmak tam'ıdur, dahi nisâ tâ’ifesine rağbet idüp, sözleriyle amel eylemekdür. (4b) Pes, bu vücûh ve esbâb bana münkeşif oldukdan sonra Allâh te'âlâ hazretlerine ağlar iken hayr taleb itdim; dahi zamânun nek betlerinden şikâyet ider iken Allâh ta'âlâ hazretlerinden istihâre it dim. Pes, Hak ta'âlâ, bu bâbda ya'nî bu nizâm-ı âlem bâbmda ifâ de idici bir muhtasar kitâb yazmağı bana hayrlı itdi; eyle muhta sar kitâb ki nice kelimeleri müştemil ve câmi' ola. Şunculaym keli melerden ki lafzları muhtasar ve tahtlarında ma‘ânî-i kesîre münderic ola; nizâm-ı âlemün ka'idelerini tecdîd itmekde ifâde idici bir muhtasar ola. Dahi bir muhkem kitâb yazmağı hayrlu gördi ki akl sâhiplerinün hâlis sözlerini mutazammm bir kitâb ola. Öyle hâlis sözlerki ma'rifetlerden dahi hikmetlerden ola, ahvâl-i benî' Âdem intizâmımın binâlarmı muhkem eylemekde müfîd ve muhtasar ola. Pes, ben bu kitâbı, ya'nî içinde olan hikmetleri ulemâ-i mütekaddimînün kitâblarmdan, dahi ukalâ’ ekâbirinün kitâblarmdan öğretil dim; ale’l-husûs «Tefsîr-i Kâzî»daxı ki «Envâru’t-Tenzîl» dirler ve «Ravzatü’l-ahbâr» (5a) adlu kitâbdan, ki Allâme Zemahşerî hazret lerinim «Rebî‘u’ l-ebrâr» adlu kitâbmdan intihâb olunmışdur, «Ravzatü’ l-‘ulemâ» dahi dirler. Bu makûle kütüb-i şerîfeden istihrâc ve intihâb eyledim. Âlî ve yücerek Allâh ta'âlâ hazretleri bu kitâbı pâ dişâhlara, hidâyet ve yardım eylesün, dahi vezirlere, tarîk-ı müs takime hidâyet eylesün, dahi âkillere muktedâ vü pîşvâ eylesün, da hi fukarâya nusret ve rahmet eylesün. Dahi buna Usûlü’ l-hikem fî nizâmVl-'âlem diyü ad virdim. Dahi bu kitâbı bir mukaddeme ve dört asi ve bir hâtime üzre tertîb idüp yazdım. Yardım taleb oluna cak Allâh te'âlâ hazretleridür, dahi tevekkül anun üzerinedür. H A SA N K  F İ VE E SE Rİ 251 Kitâbun mukaddemesi âlemün nizâmına sebeb olan nesnemin beyânındadur. Ol sebeb-i nizâm-ı âlem budur ki : tahkik Allâh hazretleri çünki âlemün bâkl olmasını nev‘-i insânun bâkı olmasıyle takdir eyledi, ya'nî, mâdâme ki nev‘-i inşân bakî ola, âlem dahi ma'lûm olan vakte değin, ki yevm-i kıyâmetdür, bâkî ola diyü tak dir eyledi. Dahi nev‘-i insânun (5b) bakasım evlâd getürmekle tak dir eyledi. Bu evlâd ve nesi ise mu‘â§eret ve çiftlenmek ile olur, bu ise olmaz, illâ mâl ile olur, mâl ise olmaz, illâ te'âmül ile olur : ya‘nî halk birbiri ile mu'âmele ve alış-viriş itmekle olur. Böyle olıcak, bir üslûp ve ka'ideye ihtiyâç vâki' oldı, ki ol üslûb ve kâ'ide ile ahsen ve âsân vech üzre cemi' zamânlarda nev‘-i insânun masâlihi zabt oluna. Pes,-böyle ihtiyâç vaki' olıcak, Allâh ta'âla haz retlerinden ilhâm ve tevfîk ile âlimlerim eskileri, dahi eskilerim âkilleri Âdem oğullarını dört bölük üzre tertîb itdiler. Dört smıfdan birini kılıç içün ta'yîn itdiler, dahi birini kalem içün, dahi birini eken ve biçen içün, dahi bir bölüğini san'at ve ticâret içün ta'yîn itdiler. Dahi, bu cemî‘ s ın ıflarda tasarruf eylemeği pâdişâhlık ve beğlik itdiler, ya'nî, bu dört bölüği cümle tasarruf idüp, zabt ey lemeği pâdişâhlık diyü ta'yîn itdiler. Emmâ evvelki sınıf ki kılıç içün ta'yîn olunmıgdı, ol sınıfun ehli (6a) pâdişâhlar ve vezîrlerdür; pâdişâlarun nâ’ibleridür ki beğler ve beğlerbeğiler ve bunların emsâli zâbitlerdür, dahi sâ’ir mu'âvin olup, kılıca hidmet iden eskerdür. Yâ bunlara mahsûs olan amel nedür? beyânı lâzım olmağla eyitdi ki : pes, bunlarım üze rine vâcib olan bu dört sınıfun cümlesini zabt itmekdiir; dahi adâlet ile, dahi hüsn-i siyâset ile görüp gözetmekdür, ammâ kendüler bildüği ve istedüği üzre değil, belki âlimlerim ve âkillerim tedbir leri ve re’yleri ile olmak gerekdür ki hatâ’ vâki' olmaya. Dahi bu sınıf-ı evvele lâzım olan, cümlesinden düşmanı def ve ref itmek içün, ceng ü cidâl ve harb ü kıtâl itmekdiir; dahi pâdişâhlara ve beylere sâ’ir lâzım olan nesneler ile amel eylemekdür. Nitekim beyânı ya kında gelir, Allâh ta'âlâ müyesser iderse. Emmâ ikinci sınıf ki kalem içün ta'yîn olunm ıgdı, anlar ulemâ’ ve ukalâdur, dahi sâlihlerden, dahi za'îflerden sâ’ir du'â sâhibleridür ki cenge kadir olmayup ancak ibâdet ve du'âya güçleri yete. Ya bunlarım işi ne olmak gerekdür dirsen eydür ki : (6b) bunlarun üzerine lâzım olan Allâh ta'âlânun emr itdüklerin ve nehy itdüklerin gözetmekdür. Ya'nî, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker gözedüp 252 MEHMET İPŞİRLİ i'lâm eylemekdür : kitâblara yazmağla, dahi dil ile rivâyet itmeğle gözetmekdür, dahi şerî'at hükümlerini cümle esnaf ehline yetişdirüp diyü-virmekdür. Dahi bunlara lâzım olan, re’y' ve tedbîr ve müşâveredür, dahi dîn ilmini öğretmek, dahi dîne lâzım nesneleri ta'lîm itmekdür, dahi halk-ı âlemi ibâdete kandırmakdur, dahi ara larında hoşluk üzre dirilmeğe kandırmakdur. Dahi cümle halkun eyülüğüne hayr ile du‘â itmekdür, dahi pâdişâh olanun eyülüğüne başka niyyet idüp, hayr ile du‘â itmekdür; a râ pâdişâh olanlar sâ’ir halk-ı âleme göre bedendeki kalb gibidür, sâ’ir bedene göre pes her kaçan ki yürek sağ ve sâlih ola, ciimle bedene salâh ve sağ lık hâsıl olur. Emmâ üçünei sınıf ki ekin içün ta'yîn olunmış idi; onlar ekin ve bağ ve yemiş diken tâ’ifedür. Şimdiki zamânda re‘âyâ ve berâyâ dimekle ma'rûf olanlardur. Pes, bunlarım üzerine lâzım olan (7a) dirilmeğe sebeb olan nesnelere, ekin ile ve yemiş ve bâğ dikmek ile, dahi ma'âş içün lâzım olan hayvânâtı beslemeğe sa‘y eyleyüp çalışmakdur; cemi' esnâf ehline kifâyet eylesün diyü sa‘y idün çalışmakdur. Bunlarun ameli cümle amellerim efdalidür, ilimden ve gazâdan sonra. Emmâ dördüncü sınıf ki san'at ve ticâret içün ta'yîn olunmışdı. Pes, onlar dürlü dürlü san'atlar sâhibleridür, dahi envâ‘-ı ticâret bilenlerdür. Pes, bunlarun üzerine lâzım olan san'atlara mensûb olan umûrdan lâzım olan nesnelere çalışmakdur. Dahi ticârete müte'allık olan mallardan, dahi tüccâr ve ehl-i sanâyı'a münâsib olup halk fâidelenür nesnelere çalışmakdur. Emmâ âkil ve sâhib-i teklîf iken dört smıfdan hâriç olan kimesne nice olmak gerekdür dirsen : pes bu makule kimesne ehl-i Islâm hükemâsı katında kendü hâline konmamak gerekdür, belki ibrâm olunup, cebr ile esnâf-ı erba'adan birine ilhâk olunmak gerekdür, tâ ki cümle esnâf ehline muzâyaka olmaya. Emmâ ba‘z-ı felâsife hükemâsı katmda (7b) bu makûle işsüz ve güçsüz kimesne, ki bî-menfa‘at olup yürüye, kati olunmak gerekdür dimişler. Zîrâ cemî' esnâf halkına zahmet olup muzâyaka virir. Selâtîn-ı selef zamânlannda — raMmehümvfUahu ta?âlâ— bu makûle mu'attal kimesneler her yılda bir kere teftîş olunup, men' olunurlar imiş. Hattâ bu maküle Arab tâ'ifesinün men'i müte'azzir olduğı-yçün «Rûmeli’ne geçmesünler» diyü iskelelerde muhkem ya sak olunur imiş. Ol sebebden zamân-ı evâ’ilde diyâr-ı Rûm’da hayr u bereket ziyâde imiş, n’olaydı şimdiki zamânlarda dahi teftîş olu H A SA N K A F Î VB ESERİ 253 nup, halk bî-kesb ii bî-kâr olmakdan men1 olunalar idi. Pes böyle olıcak imdi her bir sınıf ehlinim kendülere mahsûs olan amel üzre sabit ve ka’im olmaları mülk ve saltanatda nizâmı icâb ve iktizâ ider. Ammâ. her sınıfım kendüye mahsûs olan amelde ihmâl idüp tekâsül üzre olması nizâmun hilâfını iktizâ ider, ya'nî mülkde ihti lâl îcâb ider. Pes bundan ma'lûm oldı, ya'nî bu takdîr-i ka'ide ve tefsîr-i zâbıtadan bilindi ki tahkik lâyık ve münâsib değildür ki bir sınıf ehli kendü amelinden alunup gayri sınıf ehlinün ameli üzerine cebr ü teklîf oluna. Zîrâ tahkik bu makule cebr ü teklif (8a) ihtilâli ve teşevvüşi îcâb ider. Nitekim bu bir kaç yılda ihtilâl ve teşevvüş bu sebeb ile vâki' oldı. Re'âyâ ve kurâ halkı ve ehl-i sanâyi1 ve kasabât halkı serhadlere sürülüp, muhârebe üzre cebr olunmağla as ker olan sipâh ve neferât muharebede ihmâl idüp, zâbitler tekâsül itmeğle esbâb-ı ma'âş mükedder olup, vilâyetde kaht u galâ bir mer tebeye vardı ki zamân-ı evvelde birer akçeye alman ba'zı nesne şim di onar akçeye bulunmaz oldı. Bu re'âyâ ve kasabât halkı muhârebeye cebr ile sürülmek kadîmden olmayup, bin bir târihinden bu âna gelince vâki1 oldı. Husûsan serhadd-i Hırvat ve Bosna’da -târîh-i mezbûrdan berü her yıl sefer zamânı olduğı gibi ser-asker olanlar vilâyete âdemler salup, ekin eken refâyâ ve berâyâyı ve kasabâtda olan cemâ'at-ı müslimîn ve ehl-i hirfeti cebr ile sefere sürmekle, derdmend re'âyâ ekinsiz kalup, kasabât câmi'lerinde cemâ'at ile namâzlar kılmmayüp, du'âlar olunmamak ile vilâyetde kaht u galâ ve envâ'-ı belâ zuhûr eylediğinden askerün dahi işleri rast gelmeyüp, firâr ider oldılar. Mâdâme ki pâdişâhım muhâfazası tertîb-i kadîm üzre ola, ya'nî muktezâ-yı şer1-i şerîf ile zabt idüp, her sınıf ehlini (8b) kendü 'amelinde sâbit ve ka’im eyleye, mülk ve saltanatı nizâm cihetinden ziyâde olur, dahi Âdem oğullarımın halleri intizâm cihetinden zi yâde olur, dahi pâdişâhlık kuvvet cihetinden ziyâde olur. Ammâ kaçan ki bu üslûb-ı kadîm ri'âyet olunmakda ihmâl vâki olsa dahi bu tarîk-i mergüb himâyet olunmakda ihmâl vâki1 olsa mülk ve salta nata fesât sirayet ider. Dahi dört cânibden pâdişâhlığa za'f sirâyet ider; gâh olur ki saltanatım âhara intikali îcâb ider. Yâ Allâh! İs lâm memleketlerini ihtilâlden sen sakla. Yâ Râb! vâki1 olan ihtilâ li ref1 idüp, şimden sonra sakla; dahi yâ Rab! devlet-i Osmâniyye’yi âhara intikali îcâb ve iktizâ iden nesnelerden siyânet idüp, 254 M EHMET ÎPŞÎRLİ me’mûn eyle, kabul eyle bu du'âmızı ey celâl ve cemâl sâhibi olan Allâh. Dört asıldan evvelki asıl, pâdişâhlığun nizâm ve intizâmma sebeb olan nesneler beyânındadur, dahi pâdişâhtık bir silsile ve bir nesilde sâbit olup, mümtedd olmağa sebeb olanun (9a) beyânmdadur. Bu hususda baş olan sebeb adâletdür, ya'nî cümleden ziyâde i'timâd olunacak sebeb adâletdür, dahi hüsn-i siyâsetdür. Allâh ta'âlâ Kur’ân-ı azimde buyurdı : Tahkik Allâh ta'âlâ hazretleri adi ile dahi ihsân ile emr ider. Ya'nî adâlet eylemeğe, dahi ihsan eyle meğe buyurdı. Bu âyet-i kerîmemin tefsîr-i şerifinde ra'iyyet ve pâdişâh hakkında hayıriu cemî' umûr münderic olur. Hazret-i Risâlet-penâh — Allâh ta'âlâ hazretlerinim selâmı anım üzerine ola— buyurdılar : Allâh ta'âlâ hazretleri gök yüzin üç nesne ile müzey yen eyledi : güneş ile, dahi ay ile, dahi yıldızlar ile; dahi yer yüzin üç nesne ne müzeyyen eyledi : ehl-i ilm olanlar ile, dahi yağmur ile, dahi âdil pâdişâh ile. Rasûl ‘ aleyhi’s-selâm buyurdı : Adâlet itmek dîndendür, dahi pâdişâhım kuvvetinden olur. Dindi ki bir kimsemin, ya'nî bir pâdişâhım yâ bir zâbitün ki siyâseti ve gözetmesi hoşça ola, riyâseti ve pâdişâhlığı sebât üzre olup, dâ’im olur. Ya'nî beğlik ve pâdişâhlık (9b) tamâm olmaz, ya'nî kemal bulmaz, illâ hüsn-i si yâset ile kemâl bulur. Dinür ki pâdişâhlığun sebâtı adi iledür. Ardeşir Babek adlu bir pâdişâh dimiş: Kaçan ki bir pâdişâh adi eylemeden yüz çevirse, ol pâdişâhım taht-ı hükümetinde olan halk ana muti' olmakdan yüz çevirirler, ya'nî isyâna yüz tutarlar. Ardeşir Babek’den nakl olunur ki dimiş : Pâdişâhlık ve sultânlık olmaz, illâ erler ile olur, ya'nî as ker ile olur, asker ise olmaz, illâ mâl ile olur, mâl ise olmaz, illâ vi lâyet ma'mûr olmak ile olur, vilâyet ise ma'mûr olmaz, illâ adâlet ile dahi hüsn-i siyâset ile ma'mûr olur. Me’âl-i kelâm budur ki pâdişâhlık olmaz, illâ adi ile, dahi hüsn-i siyâset ile olur. Dindi ki : ma'mûrluk olmaz, illâ şol yerdeki pâdişâh adi eyleye. Dindi ki : pâdişahlarun devlet ve izzeti adi içindedir. Dindi ki : pâdişâhlarım hayırlusı fi'linde ve kasd u niyyetinde hoşça olandur, ya'nî ihsân üzre olandur. Dahi asker arasında, dahi sâ’ir ra’iyyet arasında adi eyle yendim. Yezd Cerd nâm (10a) pâdişâh bir hakîm ve dânâya su’âl itdi : Pâdişâhlık ve mülk ne ile ıslâh olur. 01 hakîm cevâb idüp eyitdi : Pâdişâhlığun ıslâhı ra'iyyete rıfk eylemekledür. Dahi re'âyâda H A SAN K  F Î VE ESERİ 255 olan rüsum ve hukuki cebr eylemeksizin almak iledür. Dahi pâdişâh ra'iyyete kendüsin adi ile sevdirmekledür. Dahi vilâyetde olan yol ları emin dutmak iledür. Dahi zâlimlerden mazlûmlarun haklarm alıvirmekledür. Abdullâh b. Tâhir nâm pâdişâh meşâyih-i ulemâdan birine su’âl itdi : «Ne kadar zamân bu devlet ve saltanat bizde kalur, ya'nî bizim silsilemizde eğlenür». Ol şeyh cevâbda eyitdi : «Mâdâme ki siz ve neslimiz adâlet üzre ola, pâdişâhlık devleti ka’im ve sabit olur», ‘înne’Jlahe Tâ yugayyiru mâ-bi-kavmin hattâ yugayyirû mâ-bi-enfüsihim’, ya'nî bu âyet-i kerîmeyi okudı, ki ma'nâsı beyân olundı. Dindi ki her kimse ki gafleti uzana, ya'nî ziyâde ola, ol kim semin devleti zâ’il olur. Dindi ki pâdişâhlardan gafil olan şol pâdişâhdur ki anda iki haslet ve huy cem' ola : Bir haslet lezzetlere, ya'nî zevk ve safâya (10b) düşüp dalmakdur. Dahi ikinci haslet farzları zâyi ve fevt eylemekdür. Ukalâdan ba'z dimiş : Akl gibi hâfız ve gözci olmaz, dahi ger çeklik ve doğrılık gibi yardım olmaz. Dindi ki adi i'timâd olunacak bir hisardur ki bir muhkem tağ başında ola. Anı su yıkamaz, dahi anı mancınık ve top yıkamaz. Muhassıl-ı kelâm budur ki âdil olan pâdişâha düşmen bir hâl ile zafer bulamaz. Âdil olan pâdişâh Allâh hazretlerinim avni ve yardımıyle saklıdur, dahi Aİlâh’m nazariyle hirâset olunmışdur. Dindi ki şol zamânki Nûşirevân öldi, tabutını cümle taht-ı hükümetinde olan vilâyetinde gezdürüp dolandırdılar. Ve bir nidâ idici «Her kimin ki üzerimizde bir hakkı var ise gelsün» diyü nidâ ider iken, pes memleketinden bir kimse bulunmadı ki Pâdişâh’un üzerinde bir akçe hakkı ola. Geliniz göriniz ne acib kıssadur bu. Tahkik bu kıssada ulu gayret vardur, İslâm pâdişâh larına, dahi beğlerine ulu ibret vardır, eğer fikr ider olsalar. Zira, Nûşirevân âteş-perest bir kâfir iken adâletde bu mertebede olıcak İslâm pâdişâhlarına nice ulu gayret ve ibret ölmasun ki adi eyleme de bit kâfirden ziyâde olmağa heves eylemeyeler acebden acebdür. Andan sonra, ya'nî pâdişâh olan tamâm adâlet eylemeğe kasd idüp, mukarrer itdükden sonra evvelâ'nice eylesün dirsen, eydür ki : Pâdişâh olana, lâbüd ve lâzım olan budur ki, her işi ve maslahatı ehline tefvîz idüp ısmarlaya. Nitekim Allâh ta'âlâ hazretlerimin kavl-i şerifleri bu ma'nâya işâret ider ki buyurmışdur : Tahkik Allâh ta'âlâ size emr ider ki emânetleri ehline teslim idesiz. Yoksa şöyle ki pâdişâh olan her işi müstahakkma tefvîz eylemeye, müs tahak olanlarım pâdişâh üzre kalbleri ve hâtırlan bozulup miinkesir 256 MEHMET ÎPŞİRLÎ olur. Pes, umur ve mesâlih-i pâdişâhîde olan halel ve teşevvüş menâsıb ehline virilmedüğinden vâki' oldı. Zira bir pâdişâha nice bin âlim ve nasîh azdur, ammâ bir düşmen çokdur. Fuzâlâ-i selefden İbn-i Rûmî adlu bir fâzıl nazm idüp dimiş. Nazm : (11b) Bir âdeme bin dost ve bin yâr çok değildür, Ammâ bir ydlnuz düşmen çokdur bir âdeme. [Hazret-i Rasûl buyurdı] : Bir hâkim ki bir kimseyi bir işe ve bir mansıba mevlâ eylese, hâlbuki taht-ı hükümetinde ol kimseden evlâ kimse bulunsa, tahkik ol hâkim Allâh ta'âlâ hazretlerine ve Rasûli’ne ve cemâ‘at-ı Müslimîn’e hıyâmet itmiş olur. Dindi ki : kaçan le’îm olanlar seyyid olsalar, ya'nî re’îs ve evlâca nasb olun salar, asi ve merdüm olanlar helâk olur. Kaçan alçak olan mürtefi' olsa, ya'nî yüce mertebeye vâsıl olsa, yüce asıllu olan alçağa düşer. Kaçan, erzel olanlar beğ olsalar, evlâ ve efdal olanlar helâk olurlar. Şerîr olanların devleti, ya'nî devlete vâsıl olması eyülerün mihnetidür, ya'nî eyülere nikbet olur. Ekrem olanlarım devlete vâsıl olması ulu ganîmetlerdendür. Büzr Cumhur nâm hakîme su’âl olundı : «Sencileyin hakîm ve dânâ Âl-i Sâsân arasmda var iken ne keyfiyet ile ve ne sebeb ile umûr-ı saltanatları muztarib olup pâdişâhlık ellerinden çıkdı» diyü su’âl olundı. Büzr Cumhur hakîm eyitdi : «Âl-i Sâsân âmillerinim, ya'nî beğlerinün ve vezirlerinim küçükleri ile yardımlanur (12a) oldılar, emellerim ve maslahatlarım büyükleri üzre; ya'nî saltanatım umûr-ı mu’azzamasmı küçükleri, ya'nî müstahak olmayup kadir olmayan lara ısmarlayup i'timâd ider oldılar. Pes Âl-i Sâsân’un umûrı râci' oldı, bir nesneye ki râci' oldı, ya'nî pâdişâhhkları bozılup elden çıkdı ve olan oldı». Bu zikr olunan cevâbda şimdiki zamânda azîm tenbîh ve işâret vardur. Âl-i Osmân hazretlerine — Allâh hazretleri devlet ve saltanatların mü’ebbed eylesün, zamân dükenince ve dev rân münkariz olmca, ya'nî dünyâ turdukça tursunlar.— Âmîn yâ Rabbe’l-âlemîn. îşâret ve tenbîh budur ki manâsıb-ı âliyyenün ta'yîn ve taklîdi ve tuğrâ-i garranun takrîr ve tesvidi kadîmden âsitâne-i sa’adetlerine meşrut ve zât-ı şeriflerine mahsûs iken zuhûr-ı ihtilâl den [beri] ulu mansıblar virilüp, tuğrâ yazmağa ruhsat virilüp, menâsıb-ı âliye ve umûr-ı mu'azzama kadir olmayanlara virilür oldı; bu bir emr-i hatarnâk ve ma‘nâ-yı vehimnâkdur ki mâ-verâsmda hâvf-ı azîm vardur. Hemân Allâh ta'âlâ hazretleri uslûb-ı kavîm ve kânûn-ı H A ŞAN K A F Î VE ESERÎ 257 kadîm ile amel olunmağa hidâyet ve inayet eyleyüp sonum hayr eyleye. Andan (12b) sonra pâdişâh olana lâbüd ve lâzım olan budur ki : bir âkil ve dânâ ve her işi ıslâha getürici vezir ibtiyâr ve intihâb eyleye. Zîrâ tahkik vezir olan kimse kaçan ki sâüh ve eyü olsa pâ dişâh veya pâdişâhlık eyülük üzre olup, cemîi-i umûr nizâm ve intizâm üzre olur. Ammâ kaçan ki vezir olan fâsid olsa, pâdişâh veya pâdişâhlık fâsid olur, cemî‘-i umûr muhtell olur. Yâ Allâh! sen her bir vezîr-i sâlih ve sâhib-tedbîri salâh üzre sâbit ve kâ’im eyle. [Hazret-i Peygamber buyurdı] : Kaçan ki Allâh ta'âlâ hazret leri bir pâdişâh hakkında hayr murâd eylese ol pâdişâha bir vezîr-i sâdık müyesser ider. Eger pâdişâh emr-i mühimmi unudur ise vezir hâtırma getürüp anar, eğer pâdişâh hâtırına getürüp anar ise, vezir husûlüne sa‘y idüp mu'âvenet ider. Ammâ kaçar ki Allâh ta'âlâ hazretleri bir pâdişâh hakkında şunun gayrini murâd eylese, ya'nî hayr murâd eylemese, ol pâdişâha bir yaramaz vezir virir. Eğer pâdişâh bir mühimmi unudur ise, vezir anı anmaz ve eğer pâdişâh anar ise vezir husûlüne sa'y itmez ve mu‘âvin olmaz. Dindi ki pâdişâhı su’âl idüp sorma ki pâdişâh kimdür, yâ nicedür, belki nazar eyle vezir kimdür ve nicedür. Zira pâdişâh ona gö re olur. (13a) İskender’im bir veziri var idi. Çok müddet ana vezir lik idüp, lâkin anı bir ayb üzre tenbîh itmiş değil idi. Pes bir gün İskender ol vezirine didi : Hidmetine, ya'nî vezirliğine ihtiyâcım yokdur, ya'nî böyle vezirliğin bana gerekmez. Zira tahkik ben insânım, inşân ise hatâ ve nisyândan ve aybdan hâli olmaz. Ya'nî bu ka dar zamânda benden ne kadar ise hatâ sâdır olmışdur. Eğer bu ka dar zamânda benim hatâ ve nisyânıma vâkıf ve muttali' olmadın isen, pes câhil ve ahmak imişsin. Eğer höd vâkıf olup setr itdün isen, pes sen hâ’insin. Zira toğnlık üzre vezirlik itmemişsin. Dinürki vüzerâdan emin olan şol vezîrdür ki-pâdişâhlara nasîhatde sadâ kat üzre mukarenet eyleye. Dahi bunlardan hâ’in olan şol vezîrdür ki pâdişâhlara müdârât ile ve iki yüzlülük ile mukarenet eyleye. Andan sonra pâdişâh olana vâcib ve lâzım olan budur ki ule mâya ve sulehâya ve du'â ehline ta'zîm ve ikrâm eyleye. Dahi bunlarun kalblerini ihsân ve in'âm itmekle kendüye cezb eyleye. (13b) Dahi bunlarun du'âlârı ile, dahi re’y ve tedbîrleri ile yardımlana, bunlarım sözlerine ziyâde i'tikâd ve i'timâd eyleye .gayrinün sözleTarih Enstitüsü Dergisi - F. 17 258 MEHMET ÎPŞİRLÎ rinden. Zîrâ ulemâdan hîle ve hıyânet vâkı‘ olmaz, dahi bu âna ge lince pâdişâhlar hakkında ulemâdan bir türlü hıyânet işidilmedi hergiz. Zîrâ tahkik ulemâ peygamberlerim vârisleridür, dünya ve âhiretün salâhına sebebdür. Nitekim peygamberler sebeb oldıysa, ya'nî herhir asrun ulemâsı ol asrun peygamberleri mesâbesinde olup, umûr-ı dîn ve, dünyâ ve âhireti ıslâh içün gelmişlerdin*. Dinür ki, tahkik bu dünyâ dört nesne ile turur : Biri ulemâmın ilmiyle, ikinci pâdişâhlarım adliyle, üçüncü sâlihlerün ibâdeti ve du'âsıyle, dördüncü cömertlerim ihsâm ile. Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi selâmu’Uâh- buyurdı ki : «Ulemânun yüzlerine nazar idüp bakmak ibâdetdür». Dahi Peygamber -aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm- buyurdu ki : «Âlimlerim mürekkebleri kıyâmet gününde şehîd olan gâzîlerün kanlarıyİe vezn olunur, hiç biri birinden ziyâde gelmez». (14a) Dindi ki pâdişâhlarım hayırlusı şol pâdişâhdur ki âlimlerim meclis lerine hâzır ola. Dahi âlimlerim şerlüsi şol âlimdür ki pâdişâhlarun ve beğlerün meclislerine zarûretsiz hâzır ola. Dinür ki pâdişâhlarım .hayırlusı şol pâdişâhdur ki taht-ı hükümetinde olan halkun gönül lerinde heybeti mukarrer olduğı gibi beş nesne ile muhabbeti kalblerinde mütemekkin ola : Biri şeriflerine ikrâm eylemekdür. İkinci, za'îf lerine merhamet eylemekdür. Dahi üçünci, düşmanlarinun şerve zararların men' ve def' eylemekdür. Dahi dördünci, mazlumları na yardım eyİemekdür. Dahi beşinci, âyende ve revende yollarm emîn eylemekdür. Bu beş nesne ile mukayyed olan pâdişâhım mu habbeti re'âyânun kalbinde mütemekkin olur. Dahi pâdişâh olana eli açık olmak lâzımdur. Ya'nî ihsân ve in'âm üzre olmak lâzımdur. Zîrâ tahkik halk ona mütâba’at itmez ler, illâ dünyevî garaz ile, ya'nî ihsân ve in'âm ricâsiyle kul olup tâ bi' olurlar. Lâkin ihsân ve in'âmı yalnız bir tâ’ifeye mahsûs olma mak gerekdür. (14b) Zîrâ pâdişâhlık yalnız bir tâ’ife ile olmaz, bel ki askere ve ulemâya ve hükemâya ve bülegâya ve fukaraya ve ehl-i san'ate mevknfdur. Ya'nî pâdişâhlık cemî' esnâf ile olur. Nitekim mukaddeme-i kitâbda beyân olundı. Dindi ki Âdem oğlanı ihsânun kullandur; ya'nî inşân ihsân idemin kulıdur. Ukalâdan ba'zı dimiş : aceblerüm ol kimesneye ki maliyle kullar satun alur, niçün âzâd ve hür olanları eyü fi'illeriyle satun almaz, ya'nî niçün ihsân ve lutf eylemekle halkı kendüye kul eylemeğe sa'y eylemez. Nitekim din miş, B eyi : H A SA N K  F Î VE ESERİ 259 Kerem pişe kün ki âdemi zâd sayd Be-ihsân tuvân kerd u vahşî be-kayd İmâm-ı Şâfi'î hazretleri dimiş, nazm : Hür olanlara ihsan eyle, bo yunlara mâlik olursun. Y a‘nî, eğer ihsân idersen sana ihtiyârlarıyle kul olurlar. Kerîm olanlarım hayırlu ticâretleri, hür olanlarım rikâbmı kesb eylemekdür. Ya'nî ıhsân ile ihtiyâr kulların satun almakdur. Hazret-i Ali -Allâh ondan râzı ola- buyurmış : «Hazînelerün ahseni ve a'lâsı gönüllerim muhabbetidiir». Şol kinişe ki mâlını saklaya, kendüye yâr olanları zâyi‘ ider. Ya'nî askerden hazîne ve mâlı saklı olup, memnu' olıcak asker yâr olup cenk eylemez. Nitekim dinmiş, Beyt : (15a) Çü dârend gene ez sipahi derîğ Derîğ âyedeş dest hürden he-tîğ Hazret-i İskender’e dindi : «Niçin mâh ve hazîneyi çoğaltmazsm nitekim pâdişâhlar çoğaldurlardı». Pes İskender cevâbda eyitdi : «Benüm hazînelerüm askerüm yoldaşlarumdur, ben mallarumı as kerlim içinde hazîne idüp saklaram, evler içinde koyup saklamazam». Nitekim dinmiş, Beyt : Hemân bih ki leşker be-câh perverî Ki sultân be-leşker küned serverî Bir kimsemin ki ihsânı olmaya anun ihvânı olmaz, ya'nî ona kimse mu'âvin ve yâr olmaz. Ve hem âdemün şerefi ye izzeti ihsân ve salâh iledür. Nitekim dinmiş, Beyt : Şeref-i merd be-cûdest ve kerâmet be-sucûd Her ki in her du nedâred âdemeş bih zi-vucud Fudalâdan Ebü’t-Tayyib .adlu bir fâzıl dimiş, : Kimün içün mâlı ve dünyâyı taleb idersin, ya'nî mâh niye kazanursın, Çünki ol mâl ile, dostun sürûrı, yâ düşmânun yaramazlığı mu râdını olmaya.. Yâ'nî mâh neylersin, çünki mâl ile dostlarına bir iyilik yâ düşmanlarına bir kahr eylemiyesin. Tahkîk güzel dimiş şol kimse ki dimiş : Sâlsâlden ya'nî âdem oğlanından (15b) murâd ve maksûd olan ef‘âl-i hasenedür. Âdem oğlanı fi'li sebebi ile mezmûm olur ve fi'li sebebi ile mahmûd ve memdûh olur. Tahkîk inşânı 260 MEHMET ÎPŞİRLİ dört nesne refi‘ ider, ya'nî yüce mertebeye yetişdürüp makbul eyler : Biri ilmdür, biri hilmdür, biri f i‘l-i hüsndür, biri cömertlikdür. Büstî nâm fâzıl dimiş : «Kaçan ki bir pâdişâh hîbe sâhibi olmaya, ya'nî bahşiş virici olmaya sen anı terk eyle. Zîrâ anun devleti gider, ya'nî devleti çok zaman olmaz zâ’il olur. Ol Büstî dimiş : Her kimse ki mâl ile cömertlik eyleye, halk ana meyi ider. Mâl ise insânun şeytânıdur. Her kimse ki hayrı men' idici olup, kimseye bir iyilüği olmaya ol kimsemin >hakîkatde kardaşları ve dostları olmaz. Ya'nî kimse ona yâr olmaz. Her kimse ki yüce himmetler pâyelerine çıka, ya'nî yüce himmetin ola, ümmetlerim gözine azîm olur. Ya'nî halk-ı âleme azîm görünür. Nitekim dimişler, B e y t: Himmet-i bülend er pîş-i Hudâ vu halk Bâşed be-kadr-% himmet-i tû i‘tibâr-ı tû Kimin ki himmeti yüce ola kıymeti çok olur, ya'nî makbûl-i âlem olur. Ukalâdan ba'zı dimiş : Sâ’ir halka göre pâdişâh olan, sâ'ir yere göre tağ gibidür. (16a) Pes, lâzımdur ki pâdişâh ehl-i vakar ola, dahi halîm olup, gazabnâk olmaya, dahi sabr idici ola, dahi emîri ola, bir kimsenün ukubetinde acele idici olmaya. Kaçan ki anun hakkında bir nesne işide, ya'nî bir kımesnenün hakkında bir yaramaz nesne işitdüği gibi ukübetine acele itmeyüp sabır eyleye. Yohsa böyle olmaz ise kimse andan emîn olmaz. Ya'nî şöyleki, bir nesne işitdüği gibi fi'l-hâl ukubetine sa'y eyleye, kimse ana i'timâd itmeyüp emîn olmaz, belki herkes nefret ider. Pes ra'iyyetün kalbleri fâsid olur anun hakkında. Ya'nî cümle taht-ı hükümetinde olan halk nefret idüp pâdişâhdan ürkerler. Kaçan ki, pâdişâh babası yerine geçüp pâdişâh olsa vâcib olan budur ki babasınun hayrhâhlarmı ve dostlarım mükerrem ve mu'azzez duta. Zîrâ muhabbet ve adâvet ve buğz tevârüs ider, ya'nî evlâda intikâl idüp, dostun evlâdı dahi dost olur, düşmanım evlâdı dahi düşman olur. Zîrâ tahkîk babası dostlan olanlar pâdişâh ile bir yaramazım arasını hâlî komazlar, ya'nî pâdişâha zarar ve bir mekrûh nesne lâhık olmakdan sıyânet iderler. Dahi (16b) dost lan üzre, hâdis olan kimesneleri takdîm eylemeye, tâki kalbleri anun üzerine bozulmaya. Belki pâdişâha lâzım budur ki mutlaka hâdis olup, tazeleriyle hergiz mücâleset eylemeye, ya'nî ihtilât ey lemeye. Dindiki hâdis ve tâzeler ile mücâleset dîniin fesâdıdur, bel ki kadîmden olan dostlar ile ve pîrler ile ihtilât eyleye. H A ŞA N K  F Î VE E SE Rİ 261 Bu fasl pâdişâhlarun devletlerine zarar ve noksan getürecek nesnelerün beyânındadur. Pâdişâhun devleti geriye dönmesinün nışânı, ya'nî padişahlığa zarar ve noksân getürüp zevaline alâmet tazeleri ve hâdis olanları kendüye verir ve musâhib idinmekdür. Dahi umûrun âkıbetlerine nazar itmeyüp, i'tibâr ve fikr itmeyenleri verir idinmekdür. Dahi zevâl-i devlet ve saltanate bir alâmet budurki: Kendü dostlarını in citmeğe-başlamakdur. Zîrâ mutlaka halka cefâ ve zulm zevâl-i sal tanata sebebdür, kande kaldı ki dostlarına ola. Nitekim dinmiş, Nazın : Ne kuned cevr pişe sultanî K i ne-yayed zi-gurk çûbânî Pâdişâhı ki tarh-ı zulm efkened Pây-ı dîvâr-ı müTk-i hîş be-kened Dahi bir alâmet budur ki vilâyetinim harâc-ı â’idesi pâdişâhluğun me’ûneti, kadrinden eksik gele, (17a) ya‘nî dahli harcına vefâ itmeyüp eksik olmağa başlaya. Dahi bir alâmet budur ki, bir kimesneyi kendüye yakın eylemesi, yahud bir kimesneyi kendiiden ırak eylemesi kendü havası-içün ola, re’y içün olmaya. Ya'nî azl ve nasbi ve red ve kabûli bir re’y ve maslahat içün olmayup mücerred kendü havâsı muktazâsıyle ola. Dahi bir alâmet budur ki kendüye nasihat iden ulemâya ihânet eyleye, ya'nî ulemâyı tahkir eyleme ğe başlaya. Dindi ki pâdişâhlığun tersine dönmesinin nişâm, vilâ yetinde tâ'ûn çoğalmak ve ma'mûrluk az olmakdur. Dinür ki üç nesne pâdişâhlığa helâkliği çeküp getürür: Biri bu dur ki lezzetler ve arzular pâdişâhun aklına havâle ve gâlib ola, ya'nî zevk ve safâ hevâsı aklına gâlib olup, sâ’irin tedârükden kala. İkinci budur ki vezirler birbirine hased eyleyeler, ki bu re’ylerün muhâlif olmasın iktizâ ider. Üçünci budur ki, asker düşman ile tokuşmakdan yüz çevirüp i'râz eyleye ve gazâ umûrmda birbirine itâ'at ve nasihati terk eyleye, ya'nî birbirin eslemeye. Zevâl-i saltanatun ekser zâhir alâmeti şerî‘at-ı şerife ahkâmı ile amel olunmamakdur. (17b) Dahi şerî'at ahkâmını tenfîz ve icrâ itdürmeğe mukayyed olmayup kayırmamakdur. Dahi zevâl-i saltanate en ya kın alâmet budur ki askerden zulm galebe eyleyüp şâyi' ola, ya'nî asker zulm eylemeğe başlayup zabt olunmakdan kala, dahi kimse bu asker itdüği zulmi def' eylemeğe kayırmaya. 262 M E H M E T İPŞİRLıî B.öyİe olıeak.bir pâdişâhım taht-ı hükümetinde bu makule alâ metler peyda olup zuhûr eylemeğe başlayıcak nice eylemek gerekdür dirsen eydür ki : Kaçan ki bu makule alâmetlerden bir nesne pâdişâhdan sâdır olsa, yâhud memleketinde zuhûr eylese, vezirler dahi ehl-i ilmler üzre vâcib olur ki. f i’l-hâl pâdişâha i'lâm idüp arz ideler. Yâ pâdişâha ne lâzım olur dirsen eydür ki : Dahi pâdişâh üzre farz ve vâcib olur, ihmâl itmeyüp def‘ eyleye ve tedârük eyleye. Yohsa el-iyâzü bi’llâh ihmâl eylese, saltanate zevâl ve zarâr te veccüh idüp, nikbet hüçûm itdükden sonra, az vâki' olurki def' olup, bu makûle gussa ve belâ redd olunmak mümkin ola. Ya'nî zevâl-i saltanat nişânları ki zuhûr eylemeğe başlaya, f i’l-hâl def‘ine sa‘y idüp çalışmak gerekdür, yohsa mümtedd've müştedd oldukdan son ra def‘i güç olur. Ashâb-ı Rasûlullâh’dan (18a) îbn-i Abbâs hazretlerinden -Allâh râzî ola- hadîs rivâyet olunıir ki : Bu hadîs-i şerifi isnâd ile rivâyet .idüp buyurmış, hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi’s-selâm- buyurdı : Tahkik, namâzlarun terk olunup, şehevâte tâbi“ olmak, kıyâmet alâmetlerindendür. Y a‘nî ehl-i İslâm arasında beş vakt namaz terk olunup, halk şehevât ve hevâya tâbi* olmak kıyâmet yakm olmamın mşânlanndandur. Dahi pâdişâhlar hıyânet üzre olup, vezirler fısk üzre, olmak kıyâmet nışânlarmdandur. Risâlet-penâh böyle buyurdukda pes hazret-i Selmân -Radıya’ llâhu anlı- yerinden sıçradı, da hi didi : Babam ve anam sana kurbân olsun yâ Rasûlallâh! bu didüğin haller elbette olacak mıdur? Evet yâ Selmân bu haller olsa gerekdür. Ol hâller vâkı‘ oldukda mü’min olanun kalbi suda tuz eridüği gibi erir. Kadir olamaz ki tağyir eyleye; ya’nî bu halleri def* ve menüne kadir olmaduğmdan gam ve gussadan erir. Tekrâr hâzret-i Selmân ta'accüb idüp, bu olsa mı gerek didi. Buyurdu ki Evet yâ Selmân, tahkik ol günlerde halkun hor ve zelîl-reki (18b) mü’mindür, ya‘nî mü’min olup salâh ve diyânet üzre olan kimesne aralarında: zelil olsa gerekdür. Aralarında havf ve sükût ile yürür, eğer söylerse anı yerler, ya‘nî bu hallerinden ötürü halk sözi söy lerse anun helâkliğine sa‘y iderler. Eğer hod tınmayup sükût iderse eleminden ölür. Yâ Allâh! sen devlet-i kâhire-i Osmâniyye’den bu alâmetleri def‘ eyle,.ya'nî' hazret-i Al-i Osmân’un zamân-ı şeriflerin de bu makûle alâmât ve hâlât nasîb eyleme. Senün habîbün Muhammed, ki seyyidler. seyyididür, anun hürmetine def ‘ eyle. Kabûl eyle düâmızı ey hâeetler kabul idici Allâh! H A SA N K  F İ VE ESERİ 263 Dört aslun İkincisi, birbiriyle danışmak ve istihare eylemek ve re’y ve tedbîr eylemek beyânıhdadur. Hak ta'âlâ Kur’an-ı azîminde Rasûlüne hitâb idüp didi : Yâ Muhammedi müşavere eyle, ashâb ile her emirde. Hafî değüldür ki hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi salevâtu’llâh- ashâbmun cemî'inden umûrda a‘lem idi. Tahkik, Allâh haz retleri bunı niçiin buyurdı, ya'nî müşavere eylemeği emr itdi, tâ ki ümmetine müşâvere sünnet ve tarikat olsun. îmdi (19a) pâdişâh olana ve vezirlerine lâyık ve lâzım olan budur ki, hiç biri kendü re’yinde müstakil olmaya, belki her emr-i mu'azzamda ulemâdan ve ukalâdan ve ehl-i tecrübeden ve erkân-ı devletden nice kimse ile meşveret eyleye, hatâ vâki' olmakdan sakmup müşâvere eyleyeler. Nitekim dinmiş, B e y t: Rû me-pîç ez m eşveret zîrâ ki erbâb-ı himer M eşveret râ pîşkâr-ı ehl-i devlet ■gofte end Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi selâmu'llâh- buyurdı ki «Meşveret iden yardım olunmışdur». Hazret-i Ömer -Allah ondan râzî ölsundimiş : «Hiç bir kavm müşâvere eylemez, İllâki işlerün en doğrısma hidâyet olunurlar. Hazret-i Süleymân Peygamber -selâmu’ Tlâhi aleyh- oğlına hitâb idüp dimiş : «Ey benüm.oğulcuğum!.bir masla hatı kat‘ eyleme, tâ ki bir sâhib-i re’y olana danışmayınca. Zîrâ kaçan ki bir işi müşâvere ile işlesen mahzun olmazsın.» Dindi ki, bir kimse evvelâ du‘â idüp, hayr taleb eylese, sâniyen müşâvere eylese, lâyıkdur ol kimsenün re’yi hatâ eylemeye. Hadîs-i şerif ile sâbit olan istihâre budur ki Kitâb-ı Mesâbîh’ de hazret-i Câbir’den -radıya’ llâhu anh- rivâyet (19b) olundı ki dimiş ; Hazret-i Risâlet-penâh-aleyhi salevâtu’llâh- cemi' umûrda bize istihâreyi ta'lîm iderdi. Kur’ân-ı azimden sûreyi talîm ider gibi buyu rur idi ki, kaçan seferden birinize bir mühim iş vâki' olsa iki rik'at namaz .kılsun, andan sonra du‘â idüp eyitsün. Mazmûn-ı du‘â-yı şerîfden fehm olunan budur ki eğer ol emr-i mühim ol kimseye hayırlu ise Allâh hazretleri anı müyesser ider, eğer hod hayrlu değil ise anı men' idüp nasîb itmez. Bir kimse ki re’yi ile ictihâd eyleye, dahi Rabbü’l-âlemîn’den istihâre eyleye, dahi dostundan meşveret taleb eyleye, Allâh ta'âlâ hazretleri ol kimsenün sevdüği işini müyesser eyler. Hazret-i Ha şan dimiş : «Âdem oğlanı üç kısımdur, biri bütün erdür, ikinci nısf erdiir ve üçünci hiç er ola, ya'nî yok mesâbesindedür. Ammâ evvel 264 MEHMET ÎPŞİRLÎ ki kısım ki bütün er ola, sâhib-i re’y olup müşâvere eyleyendür. (20a) Amma ikinci kısm ki msf âdem ola, sâhib-i re’y olup müşâve re itmeyendür. Ammâ üçünci kısm ki hiç âdem mesâbesinde olma ya, re’yi olmayup, müşâvere eylemiyendiir». Meşveret terk olunmağla iş rast gelmez, ya’nî işde meşveret lâzımdur. Nitekim dimiş, Kıt'a : Kârhâ bî-müşâvei'et ne-künî Tâ derân sûd-ı bîkerân bînî H erçi ân bî-müşâveret sâzî Cezm-i meydân k’ezân zebân bînî Dindi ki yalnız kendi re’yi ile olanda re’y olmaz, ya'nî kişinün kendi yalnız re’yi yok gibidür. Dinir ki erlerün en âkili akl sâhibleriyle müşâvereden müstağni olamaz, dahi avratların en zâhidesi ere varmakdan müstağniye olamaz. Ali -radıyd’Tlâhu arih- buyurmış ki «Güzel mu'âvenetdür müşâvere eylemek, dahi başkalık ne çirkin isti'dâddur. Ya'nî müşâveresiz olmak yaramazdur. Nitekim dinmiş, Kıt'a : Der-i m eşveret râ çirâ besten M eğer mezheb-i akl râ câhidî Ne erbâb-ı hikmet ganîn gufteend K i râyân hayr mine’l-vâhidî Errecânî nâm fâzıl dimiş, nazm : Müşâvere eyle kendimden gay riyle, kaçan sana bir gün bir ânza vâki' olsa, (20b) müşâvere eyle eğerçi kim kendün meşveret ehlinden işen de. Zîrâ göz kendüye ya kın olanı ve ırak olanı görebiliir. Ammâ kendü nefsini göremez, il lâ âyine ile görür. Nitekim dinmiş, Beyt : Me-şev magrûr-ı akl u dâniş-i hîş Bene âyîne-i tedbîr derpiş Hazret-i Ömer -radıya’ llâhu anh- kaçan ona bir müşkil iş nâzil ve vâki' olsa tâze yiğitleri da'vet ider idi, dahi anlar ile müşâvere ider idi. Dahi dir idi ki yiğitlerün kalbleri tîzrekdür. Ya'nî tamâm yiğit olanlarun akılları keskin olur. Vârid oldı ki koca kimsenün re’yi ge dik olmış çakmak gibidür. Ammâ tâze yiğidün re’yi bütün ve sağ çakmak gibidür, âsânca çakış ile çakar, ya'nî tîz isâbet ider. Bun dan ma'lûm oldı ki zamâne ekâbîrinün ba'zı «Müşâvereye elbette Ha s a n k â fi ve eserî 265 kocamış kimseler gerekdür» diyüp müşâvereyi gayr-ile terk itdüği galat imiş. Âkiller dimişler ki «Razını yalnız bir kimseye keşf eyle, amma meşveretini bin kimse ile eyle. Hakîm-i Hind dimiş: «Re’y ile yetişilür ana ki kuvvet ve asker ile yetişilür. Y a’nî kuvvet ve asker ile her ne mikdâr iş eylemek mümkin ise ol kadar re’y ile dahi mümkindiir, belki dahi (21a) ziyâde kabildür. Nitekim dinmiş, Nazm : Be-tedMr kâri tevân sahten K i n’ tevân betîg destân sahten Me-kun tekye her gene u mâl u sipâh Zi ferzânegân re’y u tedbir hah Dindi ki muhkem olan re’y güçlü kuvvetlü elden yeg himaye idüp saklar. Sultân Mansûr oğlma dimiş : «Ey oğul benden iki nes ne ahz eyle, ya'nî sana vasiyet olsun. Evvelâ bu ki hergiz fikr itme den söz söyleme; sâniyen, sonum tedbîr itmeden bir iş işleme. Din di ki ma'kül olan fikr saykallanmış yarakdan ziyâde geçer, ya'nî ziyâde te’sîr ider. Sehl oğlı Fazl nâm vezîr dimiş : «Kılıç gedük ittüğini re’y sedd ider, ammâ re’y gedük itdüğini kılıç sedd idemez. Âkiller dimiş: «Bir âkil kimesne cenkde bin atlı cenkçiden yeğdür. Zîrâ bir atlı cenkci nihâyet on kimesneyi, yâ yiğirmi kimesneyi kati ider, ammâ sâhib-i re’y gâh olur ki cemî' askeri kati ider, re’y ve tedbîri ile. Nitekim dinmiş, Beyt : Berâyî leşkeri râ bi-şikenî puşt Be-şimşîri yeki tâ deh tevân kuşt Peygamber -aleyhi salevâtu’ Tlâh- buyurdı ki «Cenk (21b) hîle ve hud'adur». Ya'nî cenkde hîle ve aldaşma câ’izdür. Kaçan ki gâlib olmazsan pes hîle eyle. Âkiller dimiş: Bildüğün hîlene dahi ziyâ de i'timâd eyle, şecâ'atinden ve kuvvetinden. Dahi hazer ve tehârrüzüne ziyâde sevinici ol şiddetinden. Mekr ve âl şiddet ve kuvvetden eblâğdur, ya'nî ziyâde iş ider. Nazm olunup dinmiş: Re’y ve ted bîr bahâdırlarun şecâ'atmdan evveldür, ya'nî re’y mukaddem gerek dür. Re’y evveldür, şecâ'at ikinci mahaldür. Ya'nî re’y mertebe-i ûlâda ve şecâat mertebe-i sâniyededür. Hazret-i Lokmân oğlma di miş : «Ey oğulcuğum umûrı tecrübe idene müşâvere eyle, tahkik ol kimse sana re’yinden şol nesneyi gösterir ki ona ziyâde bahâ ile olmış. Sen isen anı müft alursın, zîrâ tecrübe iden zahmet görmişdür, ol re’yi hâsıl idince. 266 MEHMET İPŞİRLİ Hazret-i İskender dimiş : «Racül-i hakirden sâdır olan ulu re’yi istihkar eyleme. Ya’nî bir hor kimesneden bir azîm re’y ve tedbîr sâdır olsa, mücerred ol hor olmağla sen ol azîm re’yi horlama ve terk eyleme. Zîrâ tahkik eyü inci tahkir olunmaz, om çıkaran talgıç hor olmağla. Bundan ma'lûm oldı ki zamâne a'yânı ba'zı fukarâdan (22a) sâdır olan re’y-i savâbı beğenmeyüp terk itdükleri yan lış imiş, zîra hak söz her kimden sâdır, olursa makbûl olmak gerekdür. Nitekim haberde vârid olmış. Ve Molla Fevrî -rahimehü’Tlâhdimiş. Nazm : Kabul eyle kelâm-ı hakkı kimden sâdır olurca Eğer Haccâc-ı kötüdür, eğ er îbn-i Mukâtîldür. Fasl. Bu fasl tedbîri bozan nesnelerim beyânmdadur. Dindi ki tedbîri üç nesne ifsâd idüp bozar: Biri, tedbîrde ifrâd ile şerîk çokluğıdur, zîrâ tedbîr perîşân olur, ikinci, tedbîrde şerîk olanlarım birbirine hased eylemesidür, garaz-ı fâsid ile hevâ dâhil olduğı içün. Üçünci, tedbîr itdükleri maslahata mübâşeret olundukda tedbîre mâ lik olan bulunmayup, tedbîre mâük olmayan bulunmakdur, zîrâ tedbîre mâlik olan gâyib, hâzır olan mübâşire kin tutar ve hased eyler, pes cümlede tedbîr fâsid olur. Ali -rddıya’Uâhu amh- buyurmış : «Elbetde bahîl olan kimesneyi meşveretine idhâl eyleme, ya'nî bahîl kimse ile müşâvere eyleme, seni fazlından udûl itdüriir ve iyilükden döndürür, dahi seni fakrla tahvîf ider. Dahi korkak ki mesneyi meşveretine idhâl eyleme, ya'nî korkak kimse ile müşâvere eyleme, (22b) seni mesâlihe sa'yde zâ'îf ider, ya'nî kalbine za'f virür. Dahi harîs olan kimseyi meşveretine getirme, sana tam'ı hoşça gösterür, seni ham tam'a sevk ider. Tahkik bu üç nesneyi cem' ey lemez, illâ Allâh ta'âlâ hazretlerine sû’-i zan cem ider. İmdi zikr olunan latîf ve güzel sözler, dahi zikr olunan güzel i'tibârlar delâlet eyledi ki tahkîkan re’y ile meşveret gayet mühim olan nesnelerim en gereklüsüdür, dahi muhtâr ve makbûl olan nesnelerim tamâmrekidür. Halbuki bu günlerde, ya'nî şimdiki zamânda ikisi bile ihmâl olundılar, ya'nî ikisi ile bile amel olunmakda ihmâl olmur oldı. Dahi ihtimâm ve ikdâm mahallinden iskât olundılar. Pes bu ecilden umûr-ı nizâma halel teveccüh itdi. Dahi zülel ve fetret vâki' olur oldı. Allâh hazretleri pâdişâhlarım, dahi vezirlerim, kalb-i şeriflerin, ulemâ ve ukalâ re’ylerinün en eyüsine döndürsün, ya'nî Allâh ta'âlâ kulûb-ı selâtîn ve vüzerâyı, ulemâ ve hükemânun re’y-i sevâblarıyle H A SA N K  F Î VE ESERİ 267 amele teveccüh itdürüp, anlarun re’yleriyle amel eylemeği kalb-i şeriflerine (23a) ilkâ eyleye, dahi Allah ta'âlâ kendü rahmetiyle kalblerin me’lûf eylesün, dahi Allâh ta'âlâ cümlesini umûrda isâbet eyleyici eylesün Âmîn yâ Erhame’r-râhimîn. Dört aslım üçüncisi, cenk ü cidâl ve harb ü kıtâl yarakların kul lanmak vâcib olduğmun beyânindadur, dahi askerün tedbîri beyânmdadur. Allâh ta'âlâ Kur’ân-ı şerif de buyurdı : «E y mü’min olan lar! hızrmuzı alınuz», ya'nî sakmmuz kendinizi, dahi yaraklamnuz. Dahi Kur’ân-ı şerîfde bir gayrı yerde buyurdı ki «Gaziler alsunlar giyimlerini ve yaraklarını., Hızr şol esbâb ve âlâtdur ki gaziler anım la kendülefin cenkde saklarlar, zırh gibi, dahi cebe ve cevşen ve tol- ga gibi. Dahi re’y ve tedbîr ile sakınmağa sâmildür. Silah ise ma’rûfdur ki gaziler her ne ile cenk iderlerse silahdur. İmdi bunlarım herbirini idinmek ve isti'mâl eylemek bir farz-ı mühimdür; ya'nî hem giyimler hem yaraklar kullanmak ikisi de farzdur. Cenk zamânmda ikisinün bile terk olunması câ’iz değildür. Halbuki (23b) şimdiki zamânlarda ikisi bile terk olunduğı şâyi'dür. Bu ecilden, ya'nî giyimler ve yaraklar kullanmak terk olunduğı içün cenk vaktinde kaçmak çok olur oldı. Nitekim Eğri seferin de maheke-i uzmâda zâhir oldı. Husûsâ ki diyâr-ı Rûm ve Bosna’ da târih-i ihtilâlden berü düşmen ile cenk eylemeğe tayanmayup firâr ider oldılar. Bımun sebebi ser-asker olanlarım kendü nefsleriyle askeri yoklamağa mukayyed olmaduklandur, dahi yoklama husûsında ihmâl ve tekâsül itdükleridür. Halbuki emîr-i asker olan kimesne kendü nefsiyle askerin yoklamak vâcibdür. Adedlerine na zar eyleye, ya'nî askerin mıkdârın göre, dahi yaraklarına nazar ey leye, ya'nî cebe ve cevşenlerine ve atlarına ve kılıçlarına ve sâ’ir esbâb-ı kıtâllerine nazar eyleye. Dahi yoklama husûsmda kendüden gayri kimseye i'timâd eylemeye, nitekim kendü nefsleriyle askerin yoklamak ilerü zamân pâdişâhlarınım âdeti idi. Bu hikâyet-i latîfe buna delâlet ider. Hikâyet : Hazret-i İsken der kendü nefsiyle askerin yoklar idi. Bir sipâhî bir aksak at üze rinde önüne geldi. Hazret-i (24a) İskender buyurdı kim âm iskât itsünler, ya'nî asker hesâbmdan çıkarsunlar. Pes ol kimse güldi. Pes, Pâdişâh ol kimsemin ol makamda güldüğini azîm gördi, eyitdi ki «Seni ne güldürdi, halbuki ben seni asker a'dâdmdan çıkardım.». Ol kimse eyitdi «E y Pâdişâh sana ta'accüb idüp güldüm». Pâdişâh MEHMET tPŞİRLİ eyitdi «Neye acebledün», ol şahs eyitdi «Şuna aceblerüm ki, senün altinda kaçmak âleti var, ya'nî kaçacak at vardur; benüm altımda kaçmağa kabil olmayup sabit olacak.at var iken beni ne sebeble iskât itdün». Pes, Pâdişâh sipâhînün sözüne acebleyüp, anı sâbit eyle di. Ya'nî nŞözİ nefs-i emrde gerçek idüğine insâf idüp, anı askerden add eyleyüp sâbit itdi. Hikâyet : Amr b. Leys adlı pâdişâh kendü askerin yoklar idi. Pes, bir sipâhî bir arık atun üzerinde yanmdan geçdi. Pâdişâh eyit di «Allâh ta'âlâ hazretleri bunlara la'net itsün, bunlar hazîneden mâl ahırlar avratlarımın ardların semirdürler, ya'nî ulufelerini (24b) avratlarına sarf idüp, atların beslemezler».. Pes, ol şahs eyit di : «Ey pâdişâh eğer avratımun kefline nazar eylesen benüm atl ımın sağrısından dahi ziyâde arık görürdün». Pes, pâdişâh güldi, dahi «Ona mâl ihsân itsünler» diyü buyurdı; dahi buyurdı ki «Al şu harçlığı, dahi anunla hem atun keflini, hem avratun keflini se mir di-vir».. ■ Bu iki latîfeden ma'lûm oldı ki pâdişâhân-ı selef kimseye i'timâd itmeyüp, kendü nefsleriyle yoklamak kadîmden âdetleri-imiş. Muhassal-ı kelâm tahkik askerin yoklamak, dahi askerin âlât ve esbâb-ı cenklerin tetebbu' eylemek, dahi âlât ve esbâb-ı harb idinmek, andan sonra isti'mâl eylemek; asl-ı cenkde i'timâd olunacak bunlardur. İmdi yoklama husûsında ziyâde ikdâm u ihtimâm lâzımdur, ale’l-husûs ki bu asırda ve bu zamânlarda. Şöyle zann ideriiz ki bu târîhde küffâr ile mukavemetden müşâhede itdüğimüz acz olmadı, illâ bu ulu maslahat ve bu ulu farz (25a) terk olunup ihmâl olunmakdandur. Tahkik biz elli yıldan berü diyârımizda, ki serhadd-i Hırvatdur, tecrübe itdük. Tahkik ehl-i harbden olan düşmenlerimüz, her bâr ki yeniden bir dürlü yarak ihdâs idüp kullanmağa başlasalar, bizüm üzerimüze galebe eylemeğe başlarlar. Andan sonra heman ki biz dahi oncılaym yarak idinüp kullanmağa başlasak heman Allâh ta'âlâ hazretlerimin avniyle mel'ûnlar üzre gâlib oluruz, zîrâ dîn-i İslâm kuvvet üzredür. Ammâ şimdiki zamânda ehl-i harb olan düş men ihdâs olunan ba'zı yarakları kullanmakda mübâlağa ider oldılar. Tüfenkler ve toplar gibi, ya'nî nice dürlü tüfenkler ve toplar ihdâs idüp, ifrât ile kullanur oldılar. Ammâ bizüm askerimüz ol makule yaraklar idinüp isti'mâl eylemede ihmâl ider oldılar, belki H A SAN K  F Î VE .ESERİ 269 kadîmden olan yarakları bile isti'mâl itmede ihmâl ider oldılar. Pes, bu sebeb ile uğradılar, şol nesneye ki uğradılar, ya'nî cenge tayanmayup firâr ider oldılar. Allah ta'âlâ hazretleri anları hayra hidâ yet idüp nusret (25b) müyesser eyleye. Hazret-i Lokmân buyurmış «Yarak şiddet gününden ötüridür», nitekim «Her gün yarak bir gün gerek» dimişler. Dahi hazret-i Lokmân’dan mervîdür ki buyurmış «Şol kimse ki korkulara binmeye, ya'nî korkulu ve zahmetlü nesneleri irtikâb eylemeye, umduklarına yetişmez, ya'nî recâ ve arzu itdüği nesneye vâsıl olmaz.» Andan sonra pâdişâh olana ve ser-asker olana gazileri cenk üz re kandırmak vâcibdür. Hazret-i Bârî ta'âlâ Rasûlüne hitâb idüp buyurmış : «Yâ Muhammedi mü’minleri cenk ve kıtâl üzre kandırıvir.» Nice kim cenge kandırmak vâcib ise, kezâlik cenk olunur iken sabr idüp, sâbit olmak üzere kandırmak vâcibdür. Hak ta'âlâ Kur’ân-ı şerifinde buyurmış «Eğer sizden sabr eyleyici yüz mikdârı er cenkde bulunursa, kâfirlerim ikiyüz mikdânna gâlib olurlar; ve eğer sizden bin mikdârı er cenkde bulunursa kâfirün iki bin mikdârma gâlib olurlar. Allâh hazretlerinim nusret ve fırsatı sabr idenler iledür. Nitekim bu ma‘nâ-yı bâhir, ma‘reke-i kübrâda zâhir oldı ki asker-i küffâr-ı hâkisâr ile tamâm cenk olunur iken İslâm (26a) askerinim ekseri firâr itdüklerinde izzetlü ve sa'âdetlü Hüdâvendigâr-ı alî-vakâr hazret-i Sultân Mehmed Han Gâzî hünkâr şecâ'at ve mehâbet ile turduğı yerde sedd-i îskender-vâr sebât u karâr ve sabr üzre üstüvâr olduğı ecilden inâyet-i Hüdâ-yı kahhâr ile küffâr-ı hâkisâra bir mertebe inhizâm u inkisâr vâki' oldı ki ilâ yevmi’l-kıyâm beyne’l-enâm hikâyet ve rivâyet olunur: Hakk subKânehu ve ta'âlâ izzet ve sa'âdetini ve kuvvet ve şecâ'atmı ziyâde idüp, dâ’imâ mansûr ve muzaffer eyleye. . Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi salevâtu’Zlâh- buyurdı ki düş men ile buluşmağı ricâ ve temennâ eylemeyinüz, belki Allâh ta'âlâ hazretlerinden emn ü âfiyet taleb eyleyinüz; ammâ kaçan ki düşme ne buluşasız, sabr idinüz, dahi bilinüz tahkik cennet cenkde kılıç larım gölgeleri altmdadur. Hazret-i Ali buyurmış «Sabr kurtulma mın atıdur», ya'nî sabr ile fevz ü necât müyesser olur. Dindi ki «Mıknatıs didikleri taş demiiri kendüye çekdüği gibi sabr dahi fevz ü necâtı eyle çeküp getürür». Dindi ki Demür giysiye sabr itmekle, tâze ve yeni giyside tena'um idersin, ya'nî âlâm ve şedâ’id ve huşûnete sabr itmekle fevz u necât bulup, tâze libâslarda zevk ve hu- 270 MEHMET ÎP Ş İR L l zûr idersin. (26b) Benî mühelleb dimekle ma'rûf beğlerden ba'zına sü'âl olundı ki «Ne ile yetigdinüz, gol mertebeye ki yetigmigsiz, ya'nî ne sebeb ile mansûr ve muzaffer oldunuz». Eyitdiler ki «Bir sâ'at sabr ile». Dindi ki sabr nerdübân payeleri gibidür, kendüye çı kanı gam ve gussadan halâsa yetigdirür. Dindi ki sabr gamdan âzâde olmakluğın anahtarıdur. 1 Türk beğleri ve ululan dimigler: «Cenk eylemeğe çıkan kimesnede ba'zı hayvânâtun huyları mevcûd olmak gerekdiir, horozun bahadırlığı gerekdiir, ya'nî horoz gibi cenkden usanmaya; dahi arslanun yüreği gerekdiir, ya'nî arslanun kalbi gibi kuvvet-i kalbi ge rekdür; dahi hınzırım hamlesi ve hucûmı gerekdiir; dahi dilkiniin hilesi ve aldatması gerekdür; dahi yaraya kelb gibi sabr eylemek gerekdiir; dahi turnamın gözciliği gerekdür, ya'nî turna gibi,- gafil olmayup intibah üzre ola; dahi kargamın sakınması gerekdür; da hi kurdun gâreti gerekdiir. Me’âl-i kelâm budur ki cenk iden gaziler de bu makule ahlâk gerekdür» dimigler. Dindi ki selâmet ve halâs cenkde ikdâm içindediir; (27a) dahi ölüm ve helâllik yüz çevirmedediir. Dindi ki gecâ'at ve bahâdırlık didikleri bir sâ'at sabrdur. Pâdigâhân-ı selefden Afrasiyâb dimig : «Bahadır olan kimesne düşmenine bile sevgilidür; korkak muhannes kimesne buğz olunmıgdur, hatta anasına bile sevgilü değildiir.» Bu ma'nâ Rûm serhadlerinde meghûrdur, husûsan serhadd-i Hırvat’da. Tahkîkan ehl-i harb olan kâfirlerden ba'zı, kaçanki bizim gazi lerimizden bir kimsede bahadırlık ve yararlık mügâhede itseler, ö kimseyi severler ve medh iderler, gâh olur ki ona ba'zı armağan gönderürler, bahadır olduğı içün. Ammâ kaçan ki bir muhanneslik his idüp duysalar, ana bugz idüp zemm iderler; gâh olur ki avrat libâsından ba'zı nesne gönderürler, korkak olduğı içün. Dindi ki muhârebe idecek kimsenün iğini az görme, zîrâ eğer za fer bulup galebe idersen mahmûd olmazssın, ya'nî seni kimse medh itmez ve âferîn dimez; ammâ eğer (27b) anunla cenkden âciz olur san ma'zûr olmazsın. Andan sonra ser-asker olanlara lâyık olan budur ki askerün ba'zılannı yine ba'zılarına ısmarlaya. Arab gââlerün ba'zısı dimig : Asker cemâ'atmdan biz bir cemâ'ata rast gelmedük ki hazret-i Ali anlarım içinde ola, İllâki hazret-i Ali ba'zılanmızı yine ba'zılarımıza ısmarladı. Hazret-i Ebû Bekr gol zamânki mürtedd olan tâ’ife üze H A SAN K  F İ VE ESERİ 271 rine hazret-i Hâlid’i gönderdi, Hâlid b. Velîd hazretlerine mektûb yazdı ve içinde didi : «Bil sen ki tahkîk seni gözedür gözeiler vardur. Cenâb-ı Rabbü’l-izzet’den, seni gözedürler ve görürler. Pes kaçan ki düşmene buluşasım mevt üzre haris ol, ya'nî ölmeği ihtiyâr eyle, tâ ki sana hibe olunsun, ya'nî selâmet müyesser olsun.» Pâdişâhân-ı selef den Sultân Reşîd, Abdülmelik b. Sâlih adlı ser askerine vasiyet eyledi eyitdi ki «Sen Allâh hazretlerimin kullarıiçün bâzergânısm. İmdi zeyrek mudârib gibi ol : eğer fâ ’ide bulursa ticâret ider ve illâ şöyle ki fâ ’ide bulmaya, sermâyeyi saklar, ki mala bir zarar gelmesün. Dahi toyumluğa tâlib olma, tâki selâmet kazanasın».' Andan sonra pâdişâh olana bi’z-zarûre muhârebe lâzım olursa, kendü nefsiyle ilerü gelmeye, ya'nî kendüsi cenge girmeye, belki sancağı altında ka’im ve sâbit olup tura, ya'nî yerinden ayrılmaya; kendü etrâfmı mahsûs yaraklar ile ve kullar ile hisâr eyleyüp ve üzerinde olan libâsını gâh gâh tebdîl eyleye. Kaçan ki bir düşmeni mağlûp eyleyûb kahr ile kendüye tâbi' eyleye, ol düşmen beylerini yine beylikleriyle komıya, zîrâ ta'assub ve adâvet ve kin kalblerinden çıkmaz, elbette kalblerinde gizlü adâvet kahır, belki evlâdına bile intikal ider, nitekim geçti. Tahkîk biz bu ma'nâyı sene selâse ve elf târihinde Bogdan ve Eflâk ve Erdel vilâyetinim beylerinden müşâhede itdük. Zîrâ tahkîk, ol mel'ûnlar -Allâh ta'âlâ anları hor ve zelîl eylesün- kalblerinde adâvet ve ta‘assubı izmâr idüp sakladılar, elli yıldan dahi ziyâdeden berü. Andan sonra vakta ki ümerâ-i îslâmda gaflet duydıîar, fırsatı gânîmet bildiler, dahi işledüklerini işlediler; ya'nî âsî olup, vilâyetlerine karîb olan İslâm şehirlerinden ve kasabalarmdan yigirmi yedi pâre şehr ve kasaba gäret idüp virân eylediler. Ömrüm içün, eger şimdiden sonra bunların husûsmda ihmâl ve müsâhele vâki' olursa, ya'nî bunların barışmalarına mağrûr olup yine halleri üzre beğliklerine kahırlar ise elbette yine anlar dönerler mu'tâdlerine; ya'nî fırsat buldukça isyân idüp ehl-i îslâma zarar getürürler. İmdi bir tedârük lâzımdur. Hak budur ki memâlik-i îslâmiyye-i Rûm’da pâdişâhlar tahtı olan İstanbul ve Edime gibi ve ol şehrlere karîb yerlerde kâfir vilâyeti kâfir beğleriyle alıkonmak re’y-i sevâba benzemez. Ey bizim Rabbimüz! kalblerimüze şabr eylemeği i'tâ idüp cenk mahallerinde kademlerimizi sâbit eyle, dahi bize, kavm-i kâfirin üzre galebe ve nusrat müyesser eyle.. 272 MEHMET ÎPŞÎRLİ Dört asldan dördiinci asi, fevz ü necat ile Cenâb-ı Rabbü’lizzet’den yardım sebeblerinün beyânmdadur, dahi hezimet îcâb iden nesnelerim beyânmdadur. Allâh hazretleri bizi hezîmetden saklaya. Bu sebeblerde i'timâd olunacak baş sebeb îslâm eskeri içinde salâh ile perhîzkârlıkdur. Ya'nî ehl-i asker mâsivâdan sakmup salâh üzre olmakdur. Kur’ân-ı şerîfde Hakk ta'âlâ buyurdı ki : «Tahkik Allâh müttakîler iledür». Dahi buyurdı İri : «Tahkik Allâh hazretleri şun lar iledür ki mâsivâdan sakmalar, dahi amellerinde iyilik üzre olalar». Dahi buyurdı ki mâsivâdan sakınmağa sabi* itmeğle yardım taleb eyleyinüz; dahi ümmüi-ibâdât olan namaz ile yardımlanunuz. Şek ve şübhe yokdur ki zafer Allâh ta'âlâ avniyle olur, avnu’llâh ise olmaz, illâ şol kavm ile olur ki Allâh hazretleri anla nın üzerine hâzır ve nâzır ola. İmdi pâdişâh ile vezirler üzerine vâcib olan umûrun gayet mühimmi budur ki asker halkına salâh ve tavkâ üzre olmağı emr eyleyeler, dahi asker halkını fısk ve isyândan men1 eyleyeler, dahi kahve-hâneler gibi ba'zı bidatleri ve beyhûde havâlara meyi etme den (29b) men1 eyleyeler. Bu men1 hüsn-i siyâset ve zabt ile müm-' kindür. Bu men1 hemen vâki1 olur, askerün eyülerine ve sâlihlerine ri'âyet ve iltifât etmekle, dahi yaramazlarına bakmayup yüz çevir mekle olur. Zîrâ heman ki zâbıt ve hâkim olanlar mahkûmlarımın sâlihlerine iltifât idüp, fâsıklarınun ve yaramazlarımın yüzlerine bakmayup i'râz iderler. Hemân cümle yaramaz olanlar eyü ve sâlih olmağa heves iderler. Aiıdan sonra avn ve zafere sebeb olan hayr du’âdur, ya'nî ule mâ ve meşâyih ve zu'afâ ve fukarânun hayr du'âlarıdur, dahi ehl-i du'ânjın himmetleridür. Himmet, bir mühimden ötüri cân u gönül den Cenâb-ı Rabbü’l-izzete teveccüh idüp gussalanmakdur. Tahkik erlerün himmeti tağları yerinden koparur, kelâm-ı mahûfdur. Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi salavâtu’Uâh- buyurdı : Allâh ta1âlânun kazâsım hiç nesne redd idemez illâ du'â redd ider. Ya'nî illâ yine Allâh ta'âlâ hazretlerine tazarru1 ile ve yalvarmak ile redd olunur; dahi ömri ziyâde eylemez illâ sadaka ve ihsân ziyâde ider. Dahi hazret-i Risâlet-penâh -salla’Tlâhu aleyhi ve sellem- buyurdı ki «Siz za'îflerinüz ile mansûr olursız. Fukarâ ve zu'afânun hayr du'âlarıyle (30a) yardım olunursuz. îmdi bu ehl-i du'â olan tâ’ifeye ni'met virmegle dahi ihsân ve ikrâm itmegle murâca'at ve iltifât lâzımdur. Tâ ki gönülleri açılup ihlâs ile dahi gökçek niyetler ile hayr H A SAN K  F Î VE ESERİ 273 du'âlara kalbleri sıdk ile meyi eyleye. Tahkik bu inkişâf-ı kalble ve hüsn-i niyet ile hayr du'âlarda cemî‘ nâsa azîm nef‘ vardur. Dahi bu ehl-i du‘â olan tâ’ifenün incinmelerini îcâb ider nesnelerden ihti raz vâcibdür, tâ ki gönülleri tanlup kalbleri münkesir olmaya; zîrâ tahkik ehl-i du'ânun kalbleri münkesir olmakda cemî‘ halka za rar vardur. Bu asrda ise ekser halkun arasında görünmeyüp ve müşâhede olunmayup illâ ehl-i du'âdan arlanmak ve i'râz olunmak müşâhede olunuyor, dahi ehl-i du'ânun rencide olunması ve istihkar olunması müşâhede olunuyor. Husûsâ ki hünkarh olan tâ’ifeden, ulemâ ve sulehâ ve ehl-i du'âya çok cefâ ve (30b) ezâ ve istihfaf müşâhede olunur. Allâh hazretleri anları ıslâh eyleye, ilm-i şerifin de lâyık olduğı üzre. Şöyle anlanur ki, bu ecilden ekserinim işleri rast gelmiyor. Andan sonra dahi nusrat ve zafere sebeb olan pâdişâhım him met idüp kast eylemesidür: Galebe iderler ise ihsân ve in'âm eyle meğe va'de itmekle, andan sonra ahdine vefâ eylemekle; dahi mu harebeden kaçanları da kahr ile, dahi siyâset ile tehdîd eylemeğe himmet ve azimet itmesidür. Halbuki Rûm serhadlerinde cenkden kaçmak şuyû' bulmışdur, ale’l-husûski serhadd-i Bosna’da. Pes bu, kaçmak ma'nâsını def' içün mukayyed olup bir tedârük eylemeğe ihtimam lâzımdur. İllâ meğer ki ser-asker olanun re’yi olup, bir maslahat içün kaçalar, ol zamânda eümlenün ittifâkıyle olur, kemîngâhlarda itdükleri gibi, fırsat görmedüklerinde cenge mübâşeret itmedin savuldukları gibi. Nitekim dinmişdür: Vaktinde ve zamânında kaçmak, vakti değil iken sa.br itmeden hayrlidür. Hazret-i Amr b. Âs, Mu'âviye -radıye’ llâhu anhumâ- hazretlerinden su’âl eyleyüp didi : «Ba'zı zamânlarda senün ikdâmmı görürüm, dahi şecâ'at ve bahâdır lığına hükm iderüm; ba'zı zamânlarda i'râz itdüğüni görürüm, dahi korkaklığına hükm iderüm, aslı nedür?» didi. Pes hazret-i Mu'âviye cevâbında nazm idüp buyurdı, Nazm : «Bahadırım ben şol zamânda ki bana fırsat el vire Amma korkağım şol zamânda ki fırsat el virm eye» didi. Andan sonra mansûr ve gâlib olmağa dahi sebeb olan askerün mücerred i‘zâz-ı dîn içün ve kelimetu’llâhı i'lâ içün cenk itmeğe kast itdükleridür. Yoksa mâl eline girmek içün yahud bir mertebe ye yetişmek içün olmaya. Bu niyet üzre cenge kast itdükleri biavni’Ilâh mansûr ve gâlib olmağa kavi sebebdür. Hazret-i RisâletTarih Enstitüsü Dergisi - F. 18 2 74 MEHMET ÎPŞÎRLİ penâh -aleyhi salevâtu’llâh- buyurdı ki : Üç kimesne vardur ki Hak ta'âlâ hazretleri kendü üzerine ol kimesnelere yardım eylemeği lâ yık ve lâzım görmüşdür : Biri şol kimsedür ki Allâh yolunda mücâhid ve gâzî ola; dahi ikinci gol kimsedür ki mücerred nefsini mâsivâya düşmekden sakınmak içün tezevvüc eyleye; dahi üçünci gol kuldur ki edâ niyetiyle kendüsin mükâtebeye kese. Dahi mansûr (31b) ve muzaffer olmamın sebebi askerün ülü’lemre kemâl-i inkıyâdları ve mutî‘ olmalarıdur. Aralarında ittifâk ve ülfet olup, birbiriyle kardaglagmak ile itâ'at üzre olmalarıdur; dahi birbirine adâvetden sakmup ve birbirinden ayrı olmakdan sa kınmakla. Bu ma‘nâ ya'nî asker arasmda ülfet ve muhabbet ve it tifâk olmak umûr-ı askerün gayet mühimmidür. Halbuki bu asrda bu ma‘nâ zâyi'dür. Zîrâ asker arasında hilâf ve gıkâk çoğaldı, dahi mâ-beynlerinde inâd ve nifâk guyû' buldı. Pes ittifâk ve ülfet üzre olmalarına bir tedârük lâzımdur. Bu zikr olunan sebebler bir as kerde ri'âyet olundukdan sonra mubâlağa ile hîbe idici olan Allâh hazretlerine hüsn-i i'tikâd ve tevekkül lâzımdür; dahi toğrı yola kılavuzlayan Resûlü’nün mu‘cizât-ı gerîfelerine i'timâd lâzımdur. Ya'nî göyle ki bir askerde zikr olunan sebebler ri'âyet olunup, Allâh haz retlerine tevekkül ve mu‘cizât-ı Nebeviyye’ye i'tikât ve tevessül buluna, bi-avni’llâhi ta'âlâ hergiz ol asker münhezim ve mağlûb olmayup, dâ’imâ gâlib ve mansûr ve muzaffer olurlar. (32a) Ammâ gol sebebler ki inhizâm ve inkisârı ya'nî askerün sınmaklığmı .ve bozulmasını îcâb ve iktizâ ider, dahi gol sebebler ki kâfirlerim musallat ve havâle olmalarını getürür, ol sebeblerün ba ğı gimdiye değin zikr itdüğimiz haberler ile amel olunmakda ihmâl ve müsâheledür. Kâfirlerim musallat olmalarını ve inhizâm ve inkisârı îcâb eyleyen sebeblerde asi olan sebeb zulmdür ve isyândur. Askerde ya'nî hemân ki bir askerün halkı zulm ve te'addîye ve isyâna baglasalar hemân mağlûb ve münhezim olmağa bağlarlar. Zîrâ Allâh ta'âlâ hazretleri ba'zı peygamberlerine vahy ile i'lâm idüp buyurmıg ki : Kaçan ki beni bilen kulum bana âsî olsa, ben anun üzerine beni bilmeyen kullarımı musallat ve havâle eylerüm. Dahi hazret-i Risâlet-penâh buyurdı ki «Zulm ile zafer olmaz, ya'nî zâ lim olan muzaffer ve mansûr olmaz. Bu ma'na üzre akl nazarı delâ let ider. Zîrâ günâh-ı fâhig ve f i‘l-i münker iglemek dinde hâ’inlikdür; hâ’in olan kimse ise korkak ve muhannes olur, korkak ve muhannes ise inhizâmdan hâlî olmaz. (32b) H A SA N K  F Î VE ESERİ 275 Hâl buki diyâr-ı Rûm’da zulm peyda oldı, üç yıldan berü ya'nî sene erba'a ve elf târihinden mukaddem üç yıldan berü İslâm askeri arasında zulm ve te'addî zuhûr eyledi. Tahrîkan asker kullarından çoğı, Müslimânlarun ırzlarmı yıkmakla, dahi malların nehb itmek le dahi Müslimânlarun avratlarına, oğlanlarına ta'arruz itmekle, dahi re'âyânun rızkların gâret ve yağma itmekle, dahi fukarâ ve zu'afâyı rençîde itmekle-bilâd ve kurâda fesâdı çoğaltdılar, Husûsan bu fi'li iden hünkâr kulı nâmına olan tâ’ifedür. Pes bu sebeb ile Allâh ta'âla düşmenleri musallat eyledi Rûm serhadleri üzre. Pes, düşmen hucûm ve ikdâmda mubâlağa itdiler, dahi çok kal'alar aldılar, ulu ibretler izhâr itdiler. Dahi itdüklerin -itdiler, ammâ bi-hamdi’llâhi ve bi-inâyetihi yanlarında kalmayup, Pâdişâh-ı sâhibkırân Sultân Gâzî Mehmed Han hazretlerinim himmet-i aliyye ve nehmet-i kaviyyeleriyle ma‘reke-i ma'hûdede cezâların buldılar. Cenâb-ı Rabbü’l-izzet’den mercüv ve mutezarrı'durki şimdiden sonra dahi ziyâde intikam olunalar. Bu asker-i İslâm arasmda zuhûr iden zulm vâki' olmadı, illâ zâbt (33a) u siyâsetde terk ve ihmâl sebebi ile vâki' oldı. Dahi askerim vazifeleri ve zahireleri vaktinde edâ olunmakda taksir olunduğmdan oldı. Ömrüm içün ih tilâlden ne ki vâki' oldıysa anun ekseri vâki' olmadı, illâ mâla tam‘-ı hâm sebebi ile vâki' oldı. Helâl ve harâm fark olunmayup, tam‘-ı hâm sebebi ile vâki' oldı. Hak subhânehu ve ta'âlâ hazretleri Pâdişâhlarım dahi vezirlerin kalb-i şeriflerin bü makûle hallerden habîr ve âgâh eylesün. Tahkik Allâh ta'âlâ hazretleri ulu ve yüce pâdişâhdur. Cemi' pâdişâhlarım ve vezirlerim ve sâ’ir halkun kalblerinün tasarrufı anun yed-i kudretindedür. Andan sonra dahi inhizâma sebeb olan fırsat gözetmeyüp, bî-vakt cenge mübâşeretdür. Andan sonra dahi inhizâma sebeb olan gurûrdur, dahi düşmanı az ve. hor görmekdür. Heman Allâh hazret lerine tevbe ve rucû' lâzımdur, gaflet ve dalâlete düşmeği îcâb ider nesnelerden, dahi işlerün sonuni tedbîr eylemede ihmâlden sakınmak lâ-büdd ve lâzımdur. Ey cemi' kuvvet ve halleri dönderici ve tasarruf idici Allâh! (33b) sen bizim hâlimizi ahsen hâİe dönder ve hüsn-i hâl üzre olmağı müyesser eyle. Hâtime-i kitâb : sulh ile ahd umûr-ı mühimmeden idüklerinün beyânmdadur. Kur’ân-ı şerîfde Hak ta'âlâ buyurdı ki : Cemi' hu- 276 MEHMET ÎPŞİRLİ sûmâtda sulh hayrlıdur. Dindi ki cenk ü cidal ve harb ü kıtal gücdür ve acıdur, sulh ise emînli'kdür ve şâdîlikdür. Pâdişâhân-ı ukalâdan Keyhüsrev dimiş : «Hatâlarun gâyetde büyüği sulh ve âmân taleb iden kimesne ile muhârebe eylemekdür», ya'nî şöyle ki, bir cânib sulh murâd eyleye ve âmân taleb ey ley e ol cânib ile mu hârebe gayet yankşdur. Pâdişâh-ı âkil Erdeşîr Bâbek dimiş : «Ben isyân iden kimse içün kılıç isti'mâl itmezem, şol yerdeki asâ kifâyet eyleye», ya‘nî asâ ile def’ olunması mümkin olan kimesneye kılıç çekmem, kaçanki anlara husûmeti fasl idici söz te’sîr eylese. Ya'nî şöyle ki düşmene ma'kûl söz te’sîr idüp, def* olmağa kabil Ola, anda yarak ile cenge mübâşeret itmezem» dimiş. Dindi ki sulh ecellerün bakâsıdur, dahi mallarım haremidür, ya‘nî sulh ile mallar hıfz olunur, eceller kalur. (34a) Kur’ân-ı şerîfde Hak ta'âlâ buyurmış ki : Tahklkan kıyâmet gününde ahd su’âl olunur, ya'nî ahdi sımak câ’iz değildür. Sıyan kimesne âhiretde mes’ûl ve mu'âkab olur. Pes ahdi gözedüp ri‘âyet itmek umûr-ı mühimmedendür. Nitekim dinmiş : B eyt Gam-ı ahd horden zi kâr âgehî est Vefâdâr âyîn-i şâhınşâhî est B eyt D est-i vefâ derkem er-i ahd kun Tâ ne-şerâ ahd-şiken cehd kun Ve ahdi sımanun dünyâda dahi zarârı vardur. Nitekim bu hadîs-i şerîfde zikr olunmışdur, ya‘nî hadîs-i Nebevî’de vârid olmış ki buyurmışdur : Beş nesne vardur ki mukabelesinde beş nesne vâki olur. Biri budur ki bir kavm ahdlerini sımaz, illâ ki Allâh ta'âlâ düşmanlarını anlarun üzerine havâle ve musallat ider; ve ikinci budur ki, dahi bir kavm Hak ta'âlâ inzâl itdüği hükmün hilâfınca hükm itmezler, illâ ki ol kavm arasında fakr zâhir olur; dahi üçünci budur ki, bir kavm arasında zinâ ve fuhş zuhûr itmez, illâ anlarun arasında mevt peydâ olur, ya'nî tâ'ûn zuhûr ider; dördünci budur- Ha ş a n k âfî ve eserî 277 ki bir kavm kilelerin eksik vezin ile ve kile ile mu'âmele itmez, illâ ki mukabelede ot bitmek men* olunur, ya'nî ot ve ekin bitmez olup kaht yıllarıyle mu’âhaze olunurlar, (34b) ya'nî kaht u galâ zuhûr ider; dahi beşinci budurki bir kavm zekâtların men' itmezler, illâ ki mukabelede anlardan yağmur bereketi men’ olunur. Bu zikr olunan beş nesne âhir-i kitâb vâki' oldı. Allâh hazret leri cemi' umûrun toğrısmı yeğ bilür. Bu mikdârda, ya'nî bu kitâbda zikr olunan hikmet ve ma'rifet sözleri mikdârmda te’emmül-i tâm ile zikr eyleyene kifâyet vardur. Ya'nî âkil ve dânâ ehl-i basiret olanlara bu kitâbda olan hikmet sözleri yeter. Mufassal ve mutavvel kitâblar tetebbu' eylemeğe ihtiyâç yokdur. Sözün ise nihâyeti ol maz. Ya'nî el-kelâmu yecurru’ l-helâm muktazâsmca söylense söz tükenmez. Bundan sonra du'â idüp diriz ki : «Ey matlûb olan cemî' ahvâle âlim ve habîr olan Allâh! senden fezv ü necat ricâ ve taleb iderüz, hüznlerden ve gussalardan. Pes halâs i'tâ ve ihsân eyle, cemî' güç nesnelerden. Dahi kullarına merhamet idüp, bizi zahmet ve ta'bdan halâs eyle. Ey bizüm Rabbımuz! günahlarımuzı mağfiret ve setr eyle, dahi işimüzde hadden tecâvüzümüzi afv ve mağfiret eyle. Dahi düşman ile muharebe vaktinde cenk mahallerinde kademlerimüzi sabr üzre sâbit eyle, (35a) dahi kavm-i kâfirîn üzre.bize yardım eyle. Yâ Allâh! Müslimânlarun askerine nusret ve fırsat müyesser eyle. Yâ Râb! seni birleyici ve vahdâniyetine îmân getürici olan askere yardım eyle. Dahi Hacc-ı şerîf seferinde olanlara, dahi gazilere, dahi sâ’ir müsâfirlere selâmet ve sıhhat mukadder eyle. Dahi senün Rasûlün Muhammed hazretlerine, dahi cemî' âli ve ashabı üzre salât ve selâm eyle. Hakîkatde hamd ve şükr âlem leri terbiye ve ıslâh eyleyen Allâh hazretlerine mahsûsdur. Cemî' umûrı kemâliyle bilen Allâh hazretlerinim avni ile te’lîf ve tasnîfün evveli ve âhiri vâki' oldı. Hicret-i Nebeviyye’den bin dördünci yılun Zi’l-hicce-i mübârekesinde andan sonra kal‘a-i Eğri seferinden gelinüp, bu tercüme-i latîfenün tefsîr ve tahrîri kal’e-i Akhisar’da bin beşinci senenün Recebü’l-müreccebinde vâki' oldı. 278 MEHMET İPŞİRLİ Hak subhânehu ve ta'âlâ hazretleri cemî‘ hükkâm-ı kiram ve vulât-ı enama mefhûmiyle tekayyüd ve mazmûniyle amel müyesser ve mukadder idüp, âsâr-x berekâtmı memâlik-i îslâma ifâza ve in'âm eyleye. Ümîddür ki manzûr-ı nazar-ı ayn-ı inâyet-i ashâb-x kerem ve melhûz-x ker§eme-i lutf ve himâye-i erbâb-x hikem oldxxkda içinde vâkx‘ olan sehv ve hatâyx zeyl-i (35b) afvleriyle mestur ve kerem-i lutflarxyle ma'zûr buyuralar. înşâ’llâh ta'âlâ. Temme bi-fazli’llâhi’l-Bârî. RUSYA’NIN ASYA’DA YAYILMASI Mehmed Saray Rusya, Asya’yı ve bilhassa Orta Asya’yı istila için XVI. asır, dan XIX. asrın sonlarına kadar devamlı seferler düzenlemiştir. Acaba Rusya’yı Asya’ya çeken sebepler neler idi? Her emperyalist yayılmanın motifleri, çeşitli olmakla beraber, Rusya'nın Asya’da yayılmasının başlıca sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür : 1 — Altın Orda Hanlığı ile olan mücadelelerinde Ruslar, önce leri, kendi sınırlarında ve daima müdafaada kalan taraf durumunda idiler. Fakat, Altın Orda’nın yıkılmasından sonra kurulan hanlıklar (Kırım, Astrahan, Kazan vb .)’m zaafları yüzünden smır boyların daki mücadelelerde müdafaadan çıkarak saldırgan taraf durumuna gelen Ruslar, neticede, hanlıkların aleyhinde genişlemeye ve oralar daki nüfusu zorla kendilerine bağlamaya başladılar. 2 — Devamlı harpler Rus hâzinesine büyük malî külfetler ge tiriyordu. Ruslar, boşalan hâzinelerini yeni işgal ettikleri yerlerin ahalisinden aldıkları vergilerle doldurma yolunu tutmuşlardı. 3 — Deli Petro zamanında Ural dağlarında bir maden endüst risi kurulmuştu. Bu endüstrinin gelişmesi ve iyi bir malî kaynak olabilmesi için, Ruslar, güney-doğu’ya doğru yayılmak gerektiğine inanıyörlardı. 4 — Portekizli, HollandalI ve Ingiliz’lerin yaptıkları gibi Rus lar da Iran, Orta Asya, Çin’in ham maddelerini ve Hind’in bahara tını satan tüccarlardan biri olmak hayâli içinde idiler. Bu hayâl lerini gerçekleştirmek için de güney-Asya’ya doğru yayılmaları ge rekiyordu. Son olarak, bir kısım Rusların hudud bölgelerine göçmeleri yayılma politikasına hizmet ediyordu. Bu göçmenler, askerî hizmet- 580 MEHMED SAR AY lerin ve serflik sisteminin ağır şartlarından kaçan başıbozuk kim selerdi. Fırsat buldukça sınır bölgelerinde komşu milletlerin arazi ve mallarına da tecavüz eden bu kaçaklan, Rus makamları, topla yıp geri götürecekleri yerde, korumak ve desteklemek yolunu seç mişlerdi. Bu durum ise, komşu devletlerle savaş yollarını açmış ve Rus ordularının adım adım Asya’da ilerlemelerini sağlamıştır. 1480’de son AJtm Orda (Tatar) hâkimiyetinin yıkılmasiyle bir likte Rusya’nın Asya’ya doğru yayılması da başlamıştır. Ruslar, îlk büyük başarılarını, 1552’de, Kazan’m . işgalinde gösterdiler1. Kendilerine Asya’nın kapılarını sıçan bu bsışarıdan sonra, Hazar Denizi’ne kadar bütün itil (Volga) havaüsini kontrolleri altma al dılar. İtil vâdisini ele geçirmeleri onlara ticarî ve stratejik büyük avantajlar sağlamıştı. İran, Orta Asya ve hattâ Hindistan ile tica retlerini artırmak için hükümetlerinden destek isteyen Rus tüccar larının faaliyetleri, Rus hükümetinin yayılma politikasına uygun geldiği için, derhal tasvip gördü. Zira o devirde İtil (Volga) vâdisi, İran, Orta Asya ve Hindistan’a açılmak için bir nevi çıkış kapısı olarak kabul ediliyordu2. Ruslar 1556’da Astrahan’ı işgal ettiler3. Arkasından Volga ile Sibirya arasındaki sahayı kontrol etmekte olan Kossak (veya Ko zak)’larm4 1570-1580 arasında Rus hâkimiyetini kabûl etmeleri. Rusların Asya’ya ve bilhassa Orta Asya’ya doğru yayılmalarında en büyük mukavemeti gösteren Tatar, Başkurt ve Kazak Türkleri ile Moğol asıllı Kalmuklar karşısında üstün bir duruma gelmelerine yardım etti5. Rusların bilhassa Astrahan’a kadar inmeleri, Orta Asya müslürrıanlarının Hazar’ın kuzeyinden İstanbul ile irtibatlarını kesmiş ve Mekke’ye hac ziyaretlerini tamamiyle imkânsız hale getirmişti. Diğer taraftan Kossak’larm da desteği ile Rusların Asya’da giriş tikleri yeni istila hareketlerinden büyük endişeye kapılan müslü 1 I. Grey, Ivan the Terrible, London, 1964, s. 107; A. Battal-Taymas, Kazan Türkleri, Ankara, 1966, s. 29-35. 2 A.S. Donnelly, The Russian conquest of Bashkiria 1552-nJfO, London, 1968, s. 13 vd. 3 B. Pares, A History of Russia, London, 1965, s. 133. 4 Bunlar aslen İslav olan ve sınır muhafızlığı yapan birlikler (Kozak veya Kossak) dir ve Kazak Türkleri ile hiç bir ügileri yoktur. 5 Grey, s. 122-123. R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI 281 man ahali, İstanbul’a gönderdikleri mektuplar ve elçiler ile âcil yardım istemeye başlamışlardı6. Orta Asya müslümanlannm fer yatları, Düvel-i Islâmiyye’nin başı olan Osmanlı devletini karşı ted birler almaya şevketti. Osmanlı hükümeti, Kırım’a, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya doğ ru Rus ilerleyişini durdurmak maksadiyle Don ve Volga nehirleri ni bir kanal ile birleştirmeye karar verdi. Bunun için gerekli hazır lıkları yapmak üzere Kırım Han’ı ile Kefe Valisine fermanlar gön derildi7. Fakat bu arada Avusturya cephesinde vuku bulan hızlı gelişmeler yüzünden padişah Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) ’m .dikkatini tekrar batıya çevirmek mecburiyetinde kalışı ve bu se bepten çıktığı batı seferi esnasında vefat edişi, Don-Volga kanalı projesinin geri kalması sonucunu verdi. Kanunî’nin yerine geçen oğlu H. Selim (1566-1574)’e durumu tekrar izah eden ve meseleyi tâkip iznini alan devrin muktedir Vezîr-i A ’zam’ı Sokullu Mehmed Paşa, Don-Volga kanalı için hazır lıkları yeniden hızlandırdı. Fakat Osmanlı İmparatorluğunun iç meseleleri ve bu arada genç Padişah’m gözüne .girerek vezir-i a’zam olmak isteyenlerin çevirdikleri entrikalar, Sokullu'yu İstanbul’da kalmaya ve bu mühim projeyi gerçekleştirecek sefere Kefe Valisi Kasım Paşa’yı göndermeye mecbur bıraktı. Oysa Kefe Valisi, bir Osmanlı müellifinin dediği gibi, böyle bir seferi başariyle sonuç landıracak ehüyet ve yaradılışta değil idi8. Osmanlı Devletinin hazırlıklarım öğrenen Ruslar derhal karşı siyasî faaliyete geçtiler. Kırım Han’ı, Volga havalisinin de Osmanlı hâkimiyetine girmesi halinde, yan-müstakil bir statüde olan ülke sinin tamamen Türk kontrolü altına düşeceğinden endişe eden Kırım Han’ına3, Ruslar, Osmanlı projesine karşı çıkması için, vaadlerle dolu büyük bir dostluk gösterisine giriştiler. Bu arada hazırlıklarını tamamlayan Kasım Paşa kumandasm6 H. İnalcık, «Osmanlı-Rus Rekabetinin menşei ve Don-Volga kanalı teşebbüsü 1569», Belleten, No. 46, Ankara, 1948, s. 351; A.N. Kurat, Türkiye ve îdü Boyu, Ankara, 1966, s. 86; Ayn. müel., Altın Ordu, Kınm ve Türkistan Han larına ait Yarlik ve Bitikler, Ankara, 1940, s. 2-129 arasmda bu hususta ilgüi belgeleri vermektedir. 7 İnalcık, s. 366. 8 Kâtib Çelebi, Tühfetü’l-Kibar, İstanbul, Mayıs 1329, s. 86. 9 İnalcık, s. 367 ve 384. 282 MEHMED S A R A Y daki Türk kuvvetleri ve teknisyenleri, 1569 ilkbaharında Don-Volga havalisine giderek kanal açımı için gerekli çalışmalara başladılar. Fakat Türk teknisyenler,' çalışma sahasında ümid ettiklerinden de fazla güçlüklerle karşılaştılar. İki nehir arasında kanal açılması düşünülen arazi fevkalâde engebeli idi. Ayrıca, İstanbul’un emrine rağmen Rus entrikalarına kanan Kırım JHan’ı da hiç bir yardımda bulunmuyordu. Bunun üzerine Kasyn Paşa durumu İstanbul’a ra por ederek nasıl hareket etmesi -gerektiği hakkında talîmât istedi10. İstanbul, Kasım Paşa’ya kanal çalışmalarını öbür baharda yürütme si için Kırım’da daha iy i hazırlıklar yapmasını emretti. Bu tâlîmâtta onun, Kırım’ a dönmeden önce, mümkün ise, Rusları Astrahan’dan .atması da emredilmişti. Kısa zamanda bir başan kazanmak hırsıyle hareket eden Kasım Paşa, gerekli topları. yanına almadan, emrindeki kuvvetlerle Astrahan üzerine yürüyerek şehri kuşattı. Daha önce Ruslar tarafından da iyi tahkim edildiği için şehrin kı sa zamanda zaptedilmesi mümkün değildi11. Bu güçlüklerden başka kışın yaklaşmakta olduğunu, yiyecek ve mühimmatının sonuna yak laştığını gören Kasım Paşa, kuşatmayı kaldırarak Kırım’a dönme ye karar verdi. Türk kuvvetleri, binbir güçlük içinde Kırım’a dön dü. Kasım Paşa, durumu tekrar İstanbul’a rapor ederek gelecek ba har için gerekli hazırlıklara başladı. Kasım Paşa’nm gönderdiği raporları değerlendiren Osmanlı hü kümet erkânı, iki nehir arasındaki o bölgenin kanal inşası bakımın dan fevkalâde elverişsiz olduğu, kanaatine vardı, imparatorluk da hilinde zuhur eden hâdiseler de, hükümeti bu projenin tatbikini da ha müsait bir yerde ve daha uygun bir zamanda gerçekleştirmek üzere, ertelemeğe mecbur bıraktı. Fakat ne yazık ki, imparatorluk dahilinde ve haricinde gittikçe artan problemlerin zamanında halledilememesi, Türk makamlarınca Don-Volga kanalı projesinin unu tulmasına, Volga müslümanlarımn yardım dileyen mektuplarına karşı sessiz kalınmasına, dolayısiyle Rusya’ya karşı bir daha ciddî tepki gösterilmemesine ve önleyici tedbir alınmamasına sebep ol muştur12. 10 Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s■ 127. 11 Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s. 127. 12 Osmanlı devlet adamlarının bilhassa Padişahların Don-Volga kanalı projesine gerekli ehemmiyeti vermemeleri ve bu hususta yapılan çalışmaların ehliyetsiz ellere teslim edilmesi XVII. asır Osmanlı müelliflerinden Kâtib R U S Y A ’N IN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI 283 Diğer taraftan, kuvvetli komşuları Türklerin kanal projesin den vazgeçtiklerini gören Ruslar, tekrar Asya’da adım adım ilerle meye başladılar. Fevkalâde plânlı ve şuurlu hareket ediyorlardı. Ön ce bozkırlardaki rakipleri Tatar’ların, Başkurt’ların ve Kazak’ların durumlarım öğrenmek maksadiyle oralasa bir serî keşif seferleri yaptılar ve gördüler ki, rakiplerinin en zayıf taraflarından biri, ken dilerini çok iptidaî silâhlarla müdafaa etmeleridir. Hakikaten o de virlerde (XVJLli. asrın sonlarına kadar) bu Türk toplulukları halâ zırh, kalkan, kılıç, ok ve yay ile savaşıyorlardı. XVIİL. asrın başla rında Başkurt’lar bir kaç top imâl etmeği başarmışlar ise de, bun lar, Rus toplarının yanında çok iptidaî kalmıştı13. Rusların ateşli si lâhlarına ve bilhassa modern toplarma karşı koymak ve korunmak, onlar için çok zordu. Üstelik, XVII. asrın ortalarına doğru Moğol asıllı Kalmuk’ların bozkırları tarümar eden istilaları Türk topluluk larından Başkurt’ları ve Kazak’ları zayıflatmıştı14. Kalmuk istilası nın açtığı ağır yaralar sonucu, Kazak’lar arasında birlik bozulmuş, bu ise, Rusların daha kolay hareket etmelerini sağlamıştır. Her bakımdan üstün durumda olan Ruslar için Asya’da ilerle mek ve bilhassa Orta Asya’ya doğru yayılmak, artık kolaylaşmıştı. Nitekim Ruslar, kısa zamanda, Tatar ve Başkurt ülkelerini ard ar da istila ederek, Orta Asya’nın kapısı olan Kazakistan bölgesine girmişlerdir15. Çelebi tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Kâtib Çelebi bu hususta şöyle diyor : «Kıssadan hisse budur ki küçük adamla büyük işe mübaşeret câiz de ğildir. Maslahatın münasib serkâkı gerek. Zikr olunan hususa bir Padişah varub zamaniyle mübaşeret etse ancak uhdesinden gelebilir ve bu makule işler sahib-i himmet Padişah işidir, vüzera ve serdarlar kârı değildir», Tuhfetü’lKibar, s. 86. 13 Materiah po istorii Başkırskoy A. SSR. İH, Moskoyy-Lenmgrad, 193658, s. 486; A. Levşin, Opisanie Ktrgız-Kazak ih ili Kırgız-Kaisatskih ord i stepey, Petersburg, 1832, m , s. 49-50. 14 ' Tafsüat için bak. İslâm Ansiklopedisi Kalmuk maddesi. 15 Rus istilası üzerine Başkurt’lar İstanbul’a elçi ve mektuplar göndere rek memleketlerinin kurtarılması için yardım istemişlerdir. Bir cevap verilme yince Başkurt lideri Murad Han 1708’de İstanbul’a gelmiş ve Osmanlı hüküme tinden ülkesinin kurtarılması için resmî yardım talebinde bulunmuştur. Buna karşı da, «Padişah’ın ve Kırım Han’mm Moskof’larla sulh yapmış olduğu» üeri sürülmüş, fakat Murad Han kendi başına Ruslarla savaşmak isterse gayri resmî olarak yardım yapılabileceği cevabı verilmiştir. Neticede Murad Han eli boş olarak memleketine dönmek mecburiyetinde kalmış ve Ruslarla yaptığı mü cadeleyi de kaybetmiştir. Bk. Materiah po istorii Başkırskoy A. SSR. I, s. 240. 284 MEHMED S A B A Y Başlangıçta düşmana karşı müşterek bir cephe kuramayan Ta tar’lar, Başkurt’lar ve Kazak’lar, Rus istilasının hızlı gelişmesi üze rine birlikte hareket etme yollarını aramaya başlamışlardır. Fakat Rusların takip ettikleri entrikalarla dolu politika, askerî bir güç kullanmadan, onların birliğini bozmaya yetmiştir. Bunun en iyi mi sali XVİLİ. asrın başlarında Petersburg’dan Rus hudud kumandan larına gönderilen şu emirde görülmektedir : «Şayet Kalmuk’lar bi ze karşı düşmanca bir tavır takınırlar ise, Kırgız’ları onlara karşı; şayet Kırgız-Kazak’lar bir şey yaparlar ise, Kalmuk ve Başkurt’ları onlara karşı kışkırtıp kullanın. Rus ördularmı savaştırmadan, bu şekilde hareket ederek onlar üzerinde kontrol ve otoritemizi muha faza etmemiz daima mümkündür»10. Bu Rus politikası kısa zamanda neticesini vermiş ve gruplar arasındaki birlik parçalanarak onların birbirlerine düşmeleri sağ lanmıştır. Gruplardan bazıları yardım için yine Ruslara başvurmak mecburiyetinde kalmışlar ve çok geçmeden Tatar’lar ve Başkurt’lar kendilerini Rus hâkimiyeti altında bulmuşlardır. Rus politikası tam manâsiyle bir «Böl ve idare et» prensibine dayanıyordu17. Rus hâ kimiyetine düşen bölgeler, kısa zamanda, Rus göçmenleri tarafın dan işgal edilmeye başlandı. Bu, bir nevi kolonileştirme idi. Yerli halk buna büyük bir tepki gösterdi, isyan etti. Ayaklanmalar Rus birlikleri tarafından kısa zamanda kanlı bir şekilde bastırılarak göçmen Rusların işgal ettiği topraklarda yerleşmeleri sağlandı. Burada, entrikacı Rus politikasının mâhir uygulayıcıları olan iki kişiden bahsetmek gerekiyor. Bunlar, XVTL asrın sonlarmda De li Petro’nun Ural’larda kurduğu endüstri tesislerinin başında olan devlet konseyi üyesi îvan Kirilloviç Kirillov ile Rus hizmetine gi ren Ufa’lı Başkurt Prensi Aleksey îvanoviç Tevkelev (Kutlu Mehmed Tevkilev) idi18. Stepleri ve step ahalisini çok iyi tanıyan bu iki şahıs, çevirdikleri entrikalar ile bu havalide, güneye doğru Rus yayılmasında çok büyük rol oynamışlardır. Güneye inme politikasında en önemli girişimlerden biri de biz zat Rus çarı Deli Petro (1682-1725) tarafından gerçekleştirilmiştir. 16 A.I. Dobrosmıslov (Ed.), Materialı po istorii Rossi, Orenburg, I960, I, s. 174’den naklen, bk. Donnelly, The Russian conquest of Bashkiria..., s. 52. 17 Donnelly, s. 52. 18 Donnelly, s. 56. R U SY A ’NIN A S Y A ’DA Y A Y ILM ASI 285 Petro önce, Osmanlı ordusunun 1683’de Viyana önlerinde yenilme sinden istifade ile Kırım’ın mühim bir kısmını işgal ederek güneye yayılma işinde önemli bir adım atmış, fakat 1711’de Prut’da Türklere yenilince burada işgal ettiği yerlerden geri çekilmek mecburi yetinde kalmıştı. Bunun üzerine, Petro yayılma faaliyetini Asya’ya yöneltti. Orta Asya’daki durumu öğrenmek için 1715’de Albay îvan Bucholz’u İrtiş’e, 1716’da da Prens Aleksander Bekoviç Çekovski’yi Hive üzerine gönderdi. Fakat orduları mağlup ve perişan bir şekil de geri dönmek mecburiyetinde kaldığından, istediği neticeyi elde edememişti19. Ancak ona, çok geçmeden, emeline kavuşmak için ye ni bir fırsat doğdu. XVİLL. asrın ilk çeyreğinde İran’ın düştüğü keşmekeşden, uğradığı Afgan istilasından ve bu arada Osmanlı devle tinin de pasif durumundan istifade eden Rus çarı, 1722-23 yılların da cür’etkâr bir şekilde, ordusuyla Kaf kaslar dan aşağı inerek. Azer baycan’ın mühim bir kısmını işgal edivermiştir20. Her ne kadar Ruslar Azerbaycan’dan Nadir Şah tarafından kovulmuşlarsa da, Rus nüfuzu Kafkaslarda, bilhassa hırıstiyan Gürcüler ile Ermeniler ara sında, yayılmaya başlamış ve bunun ehemmiyetini anlayan Çarlık idaresi, bölgeye sahip olmak için gerekli plânlan yapma imkânı bul muştu. Bu arada Ruslar, steplerde yayılma politikalarını kesintisiz de vam ettiriyorlardı. Nitekim, steplerin Rus kontrolünde bulunması na büyük ehemmiyet veren Petro, Iran seferinden dönerken Astrahan’da A.İ. Tevkelev’e şöyle diyordu : «Her ne kadar Kazaklar ile Kırgızlara güvenmek mümkün değil ise de, onların memleketini mutlaka himayemiz altma sokmak zorundayız. Zira Kazak ve Kır gız bozkırları, bütün Asya’ya açılan en Önemli kapıdır»21. Kazakistan’da cereyan eden olaylar Kazak’ların hızla Rus nü fuzuna girmelerine sebep olmuştur. Kalmuk istîlasmı Cungar istî19 Ayn. müel., «Peter the Great and Central Asia», Canadian Slavonic Papers, XVU /2 ve 3, 1975, s. 210-212. 20 Bu hususta tafsilat için bk. M. Aktepe, 1720-1724 Osmarih-lran Mü nasebetleri, İstanbul, 1970, s. 1-36; A. Krausse, Russia in A sia : A Record and A Study, 1558-1899, N e^ İnip. London, 1973, s. 109; B.H. Sumner, Peter the Great and the Ottoman Etnpire, Hamden, 1965, s. 79. 21 Vremennik İmperatorskago moskovskago obşestva istorii i drevnostey rossiyskih, Kniga XIII, «Smes» (Bumagi Tevkeleva), s. 15’den naklen ve ren Donnelly, s. 44- 286 MEHMED SA R A Y lasının tâkip etmesi Kazak Orda’larını tam manâsiyle perişan et miş ve iki müstevli ile birden mücadele etmek mecburiyeti Kazak’ ları fevkalâde yıpratmıştı.. Neticede Kazak’lar, 1726 ve 1730 sene lerinde gönderdikleri elçiler ile Ruslardan Kalmuk ve Cungar isti lasına karşı yardım istediler22. Bu, Ruslar için bulunmaz bir fırsat idi. Derhal, Tevkelev’i fevkalâde elçi olarak Kazak’lara gönderen Rus makamları yapılacak yardıma karşılık, Or ile Ural nehirlerinin en çok yaklaştığı noktada bir askerî kale inşasına Kazak'ların karşı çıkmamalarını temine çalışıyorlardı23. Bu konuda Tevkelev’in Ka zak liderleriyle ve bilhassa Ebül-Hayr ile yaptığı görüşmeler başariyle neticelendi. İ.K. Kirillov, alman sonuçları sür’atle Petersburg’a rapor etti : «Kazak lideri Ebül-Hayr Han’a elçi olarak giden Tevkelev’den ilk sevindirici haberler geldi. Kazak Han’ı ile Karakalpak Han’ı. Rus hâkimiyetine girmeyi kabul ediyorlar. Böylece Aral Gölü’ne kadar olan yol bize açılmış oluyor. Kazak’lara güvenmek güç ise de, Ebül-Hayr Han kendi memleketinin yakınında bir Rus kale si yapılmasına müsaade ediyor. Bu bizim için büyük kazançtır. Burayı üs yaparak plânlarımızı gerçekleştirebiliriz. Hattâ, Tanrı’nm yardımı ile, Bedahşan’ın zengin topraklarını İran’a ve Hindis tan’a kadar adım adım işgal ederek oraların zengin altınlarına, lâ civert ve yakut taşlarına vb. sahip olabiliriz. Böylece, Cungar’larm daha da kuvvetlenmesini önleyeceğimiz gibi, hâkimiyetimiz altın daki Başkurt’lar ve Volga Kalmuk’larımn bize karşı birlikte ayak lanma teşebbüslerini de, hiç bir askerî kuvvet kullanmadan, engel leyebiliriz»24. . Kirillov, askerî kalenin Or nehri ağzında yapılmasını teklif et tikten sonra raporunu şöyle tamamlıyordu : «Nasıl Kossak’larm idaremizealmması ile bilinmeyen Sibirya bizim olmuş ve dolayısiyle Çin’e, hattâ Japonya’ya kadar yayılmamız için yol açılmış ise, Ka zak’ları ve Karakalpak’lan kontrolümüze aldıktan sonra, Orta As ya’yı ele geçirmemiz güç olmayacaktır»25. Deli Petro’nun Asya’da yayılma plânlarının sadık takipçileri Kirillov ile Tevkelev’in bu raporu, Petersburg’da Petro’nun haief22 İstoriya 23 24 25 İstoriya Kazakskoy SSR, Alma-Ata, 1957, I, s.. 236; P. I. Riçkov, Oreriburgskaya, Orenburg, 1896; s. 5; Levşin, I, s. 95. Donnelly, s. 54-56. Dobromislov, s. 18, naklen veren Donnelly, s. 60. Donnelly, s. 02. R U SYA ’N IN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI 287 lerinden Çariçe Anna Ivanova (1730-1740) ’a tarafından gayet müs pet karşılandı. Çariçe, tam selâhiyet verdiği Kirillov ile Tevkelev’e, Orta Asya’nın istilasında fevkalâde önemli rol oynayacak müstah kem Orenburg kalesinin Or ile Ural nehirlerinin birleştikleri, Ka zak topraklarına en hâkim olan yerde yapılmasını emretti26. Oren burg kalesinin inşası 1734-1735 arasında ve istenen şekilde tamam landı27. Böylece, güneye yayılma faaliyetlerinin, büyük merkezle rinden biri daha kurulmuş oldu. Bir modem tarihçinin de dediği gibi : «Kazan’m işgali Rusların Asya’ya açılmalarını nasıl sağladı ise, Orenburg’un kuruluşu da Orta Asya’ya Rus yayılmasını temin edecek olan büyük bir olay idi»28. Gerçekten bu askerî üs’den fay dalanarak Ruslar, Aral gölüne doğru adım adım ilerlemeye başla mışlardır. Asya’da Rus yayılması, Avrupa’da X V ILL. asrın ikinci yarısın da meydana gelen olaylar ve neticeleri ile yeni bir hız kazandı. 1768’de Avusturya ile Rusya’nın aralarında Lehistan’ı taksim etmek is temeleri, bir zamanlar Leh kırallığının istiklâlini garanti etmiş olan Osmanlı devletini, kendi gücünü tartmadan, bilhassa İngiltere ve Fransa’nın kışkırtmaları ile, duruma müdahaleye sevk etti. Fa kat çok pahalıya malolan bu müdahale Osmanlı devletini 1774’de Küçük Kaynarca Andlaşması’nı imzalamak mecburiyetinde bırak tı29. Uğradığı pek çok maddî ve manevî kayıplar arasında bilhassa Kırım’ı Rus nüfuzuna terk etmek zorunda kalışı Osmanlı devletini sarsmıştı30. Osmanlı devleti, Kırım’ı kurtarmak için 1787-1794 yıl 26 Donnelly, s. 64. 27 Ayn. müel., s. 65-71. 28 W. Kolarz, Russia and B er Colonies, New York, 1967, s. 255-5629 M.S. Anderson, The Eastern Question, London, 1966, s . . 1-5; Ayn. müel., ,27le Great Powers and the Near East 1714-1923. Documents of Modem History, London, 1970, s. 9-14. 30 Stratejik ehemmiyeti çok büyük olan Kırım’ın Ruslar tarafından iş gali Osmanlı devleti için telâfisi fevkalâde güç bir kayıp olmuştur. Kırım’a yerleşen Ruslar, Osmanlı imparatorluğunu yalnız Avrupa cephesinden değü, Kafkaslar cihetinden de tehdid eder duruma girmişlerdir. Devamlı yayılma politikası takip eden Ruslar için Kafkaslarda ve Balkanlarda harb bahaneleri yaratmak çok güç olmamış ve neticede de devamlı Osmanlı devleti aleyhine genişlemeye devam etmişlerdir. Böyle mühim sonuçlar doğuran Kırım'ın kaybı hakkında henüz bizde ciddî bir araştırma yapılmamıştır. Kırım hakkında, daha fazla bügi için bk. İslâm Ansiklopedisi, Kırım mad.; E.Z- Karal, Osmanlı Ta- 2?8 MEHMED S A R A Y ları arasında Rusya ile tekrar mücadeleye girişmiş, bütün gayret lere rağmen bu mücadele de başarısızlıkla sonuçlanınca Kırım Rus ya tarafından temelli olarak ilhak edilmiştir31. Kırım’a yerleşme leri Rusların kolaylıkla Kafkaslara nüfuz etmelerine zemiü hazır lamıştır. Deli Petro’nun 1720’lerde Kafkaslara inmesinden beri o hava linin Ermeni ve Gürcü’ler gibi hırıstiyan toplulukları ile temasla rı ile temaslarım devam ettiren Ruslar, Osmânlı devletinin Kırım’ı kurtarma hazırlıklarını haber alınca, 1783’de, Osmanlı devleti ile İran’a karşı dâima hasmane bir tutum içinde bulunan, hırıstiyan Gürcü prensleri ile ikili anlaşma imzaladılar32. Buna göre Ruslar, hırıstiyan Gürcü’lere, Türk ve İran devletlerine karşı her türlü yar dımı ve desteği vaadediyorlardı. Fakat, 1787’de başlayan Türk-Rus savaşının uzaması ve 1789’da patlak veren Fransız ihtilâlinin orta ya çıkardığı siyasî meseleler Rusları, Gürcü’lere olan vaadlerini tutamaz duruma düşürdü. Buna rağmen Rus taraftan Gürcü Prens liği Kafkaslarda İran ve Türkiye aleyhtan faaliyetlerine devam etti. Bu faaliyetler, İran’da yeni başa geçen ve Kafkasları İran hâkimiyetinde tutmak isteyen Kaçar hanedanının ilk hükümdarı Aga Muhammed Han tarafından durduruldu. Aga Muhammed Han 1795’de Gürcistan’ı işgal ederek ülkesine ilhak etti33. Bu durum Ruslar ile İran’ın arasını açtı. 1812’de Napolyon tehlikesini atlatan Ruslar, 1813 yılında Kafkaslara girerek İran ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattılar. Mağlûp İranlılar, çok ağır şartları ihtiva eden, Gülistan andlaşmasını Ruslarla imzalamak mecburiyetinde kaldılar34. Yenilgi ile çok büyük toprak kayıpla rına da uğrayan İranlılar, 1826’da, iyi hazırlanmadan Ruslara kar şı yeniden mücadeleye girerek kayıplarını telâfi etmek istediler is de, tekrar mağlûp olarak, 1828’de, Gülistan muahedesi şartları da rihi, C. V, Ankara, 1947, s. 15-22; M. Saray, Rusya’nın Türk İllerinde Yayılma sı, İstanbul, 1975, s. 83-115; S.M. Çorlu, «Kırım’ı Nasıl Kaybettik», Yeni Türk Mec., No. 32 Nisan 1935; A.W. Fisher, The Russian Annexation of Crimea, 11181183, Cambridge, 1970. 31 Anderson, The Great Powers..., s. 14-17; ayn. müel., The Eastern Question..., s. 9-11. 32 D.M. Lang, A History of Georgia, London, 1962, s. 37. 33 Ayn. esr., s. 38. 34 P. Sykes, A History of Persia, London, 1921, C. n , s. 314. R U SY A ’N IN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI 289 geçerli olmak üzere, yeni ve çok ağır şartlı Türkmençay muahede sini imzalamak mecburiyetinde kaldılar35. İraiılılar Aras nehrine kadar Kafkaslardaki bütün topraklarını Ruslara terk etmek, ağır bir savaş tazminatı ödemek ve Hazar denizinde hiç bir hak iddiada bulunmamak mecburiyetinde bırakıldılar. îranlıları yendikten bir kaç ay sonra Ruslar, Osmanlı devletine karşı başlattıkları 1828-29 savaşmı, Türklerin Yunan ve Sırb isyan ları ile uğraşmalarından faydalanarak, Kafkas cephesinde başariyle kapattılar36. Neticede Kafkasların büyük bir kısmında hâkim du ruma geldiler. Kafkaslardaki Rus hâkimiyeti, bundan böyle, Os manlI devleti ile İran’ı devamlı bir baskı ve tehdit altında bırakmış tır. Aynı zamanda Kafkaslar, Rusların güneye ve güney-doğuya yayılma harekâtının bir nevi merkezi üs’sü rolünü oynamıştır. Nitekim Ruslar, Hazar denizini tam kontrollerinde bulundur maktan istifade ederek ve bu arada İranlIlardan alacakları harb tazminatını da İran üzerinde bir baskı aracı olarak kullanarak, güneye inme politikaları için yeni plânlar yapmaya başlamışlar ve bu politikayı şöyle yürütmüşlerdir : Önce, Kafkas ordusu kuman danı General Yermolov’un direktifleriyle, Hazar’ın doğusuna, Türkmeh-eli’ne ve Hive’ye elçilik adı altında keşif heyetleri gönderilerek Türkistan’a bu cihetten nüfuz etme yollan araştırılmıştır37. Her ne kadar Rus elçilik heyetleri diplomatik bir başarı elde edememişler ise de o havali hakkında askerî yönden çok kıymetli bilgilerle dön müşlerdir. Rusların güneye yayılma politikalarında ikinci teşeb büsleri ise, nüfuzları altındaki İran üzerinden yapılmıştır. Tahran’daki Rus elçisi Kont Simoniç, İran hükümet erkânını, İran’ın Hi ve, Merv ve Herat istikametinde genişlemesi gerektiğine ikna et miş, o takdirde Rus hükümetinin İran’dan alacağı harp tazminatm35 Sykes, n , s. 320; E. Hertslet, Treaties, etc.-l, Concluded between G- Britain and Persia, and between Persia and other Foreign powers, wholly or partially in force on the 1st April 1891, London, s. 117-124;. 36 W.E.D. Alien and P. Mur'atoff, Caucasian Battlefields : A History of the wars on the Turco-Caucasian border 1828-1921, Cambridge, 1953, s. 23-44.: 37 Russko-Turkmenskie Otnoşeniya v XVII-XIX w . (Do prisoedineniya Turkmenii k Rossii), Sbomik Arhivnih Dokumentov, Akademiya Nauk Tiirkr menskoy SSR, Aşkabad, 1963, s. 202-205; N.N. Muravyev,' Muretfev’s Journey to khiva through the Turcoman Country, 1819-1820, Ing. terc. Calcutta, 1871, s. 1 ve 111. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 19 290 MEHMED S A R A Y dan vazgeçeceğini bildiren Simoniç, gerektiğinde İran ordusuna da bizzat danışmanlık yapabileceğini söylemişti38. Rusların maksadı, hem üst üste yenilen İranlılara kayıplarını unutturmak, hem de nü fuzları altına aldıkları İran’ın, İngiliz hâkimiyetindeki Hindistan’a doğru yayılmasını sağlamak yolu ile bu yayılmadan ileride fayda lanmak idi. Rus savaşlarında büyük toprak kaybına uğrayan Iranlılar, kayıplarmı telâfi imkânı verecek böyle bir yayılma politikası nı memnuniyetle benimsediler. Iran 1833’de, daha önce almak için bir çok kereler AfganlIlar ile savaştığı güney-doğu istikametlerindeki Herat üzerine yürüdü39. Fakat İran ordusu kumandanı Prens Abbas Mirza’nm Herat’ı ku şatma sırasmda ölmesi bu seferden bir netice elde edilmesini önledi. Ertesi yıl, yâni 1834’de, ölen Şah Feth Ali’nin yerine geçen Muhammed Şah, Simoniç’in teşviki ile yeni Herat seferi için hazırlıklara girişti40. İranlIların Herat için yeni hazırlıkları ve bunun arkasında Rus ların bulunması İngilizleri fevkalâde telâşlandırmış idi. Zira, Hin distan’a inen yolların kapısı durumundaki Herat’m Rus nüfuzun daki Iranlılann eline geçmesi Hindistan’daki İngiliz hâkimiyeti için büyük bir tehlike teşkil edebilirdi41. Bu sebeple İngilizler, derhal bir serî tedbirler almaya başladılar. Önce İran hükümetine verdikleri bir nota ile Herat’tan vazgeçilmesini istediler42. Rus desteğine gü venen Muhammed Şah, İngiliz notasmı reddederek, 1838 baharın da, ordusu başında Herat üzerine yürüdü ve şehri kuşattı43. Tehli 38 H.T. Cheshire, «The expansion, of Imperial Russia to the Indian Bor der», Slavonic Review, XIII, 1934, s. 90-91; Col. Macdonald to the Chairman and members of the Secret Committee, Tebriz, No. 4, March 11, 1830, Secret Letters and Enclosures from, Persia, Political and Secret Memoranda 9/45, India Office. .39 Sykes, n , s. 325. 40 Ellis to Palmerston, April 16, 1836, Parliamentary Papers, 1839, XL, s. 10. 41 Memorandum by Sir Henry Willock, March 6, 1832 ve Memorandum on the proceedings of the Russians in respect to India, October 29, 1833, Secret Letters and Enclosures from Persia, Political and Secret Memoranda 9/48, India Office. 42 Ellis to Palmerston, April 16, 1836, Parliamentary Papers, 1839, XL, s. 10. 43 W.K. Fraser-Tytler, Afganistan, London, 1950, s. 88. R U SY A ’N IN A S Y A ’D A YAY ILM ASI 291 kenin büyüklüğünü gören İngiliz elçisi Mc Neill, hükümetinin izni ile, İranlIlara verdiği bir ültimatomla Herat’ı Rus desteğindeki İran ordusunun işgalinden ancak kurtarabildi44. İranlılann Hindistan’a doğru ilerlemelerini durduran İngiİizler, Herat’tan başka, Türkistan Hanlıklarını da Rus ve İran tehlikesine karşı korumak için aktif politikalarına devam ettiler. Devrin siyasî gelişmelerine vakıf, Fars ve Türk dillerini iyi bilen A. Conolly, A. Burnes, D’Arey Todd, J. Abbott ve Shakespear gibi muktedir su bayları Türkistan Hanlıklarına ve Afganistan’a gönderdiler. İngilizlerin maksadı, Türkistan Hanlıklarının ve Afganistan’ın istiklâl lerini koruyarak, Rusya ile Hindistan arasında bir tampon bölge oluşturmak idi45. İngiliz subayları, Türkistan Hanlıklarının Rus kış kırtmaları neticesinde aralarında çıkan anlaşmazlıkları giderdikleri gibi, o devletlerin Ruslar ile olan ihtilaflı meselelerini de büyük bir maharetle halletmeyi başarmışlardı46. Nitekim, Rusların, Buhara Emirliğini Hive Hanlığı aleyhine kışkırtmaları sonucu bozulan Hive-Rus münasebetleri İngiliz subaylarından Abbott ve Shakespear’in büyük gayretleri ile savaşa gitmeden düzeltilebilmişti47. Ne var ki, îngilizlerin elde ettiği müsbet neticeler Hindistan Genel Valiliği danışmanlarının dengesiz tutumları yüzünden kısa zamanda değerini kaybetti. AfganlIlar ile Hindistan'ın kuzeyini kontrol eden Sih’ler arasında Peşâver vadisi yüzünden büyük bir anlaşmazlık var idi. Uzun yıllar Afgan hâkimiyetinde kalan Peşâver’in ahalisini sünnî Müslüman AfganlIlar teşkil ediyordu48. Fakat, bu vâdi XIX. asrın başlarında Hindli Sih’ler. tarafından işgal edil mişti. Afgan lideri Dost Muhammed Han, haklı olarak, Peşâver’in Afganistan’a geri verilmesini ve bunun için de dost bildiği îngiliz lerin arabulucu olmalarını istiyordu. Dost Muhammed Han'ın hu ar zusu, İngiliz askerî makamları tarafından müsbet karşılanmasına 44 Ayn. esr-, s. 102-104. 45 Macnaghtan to Abbott, Jalalabad, April 15, 1840, ve Bloomfield to Palmerston, No. 101, Oetober .31, 1840, Secret Home Correspondence, Political and Secret Memoranda 3/8, India Office. 46 Sheil to Aberdeen,. No. 24, Tahran, July 15, 1842, Secret Letters and enclosures from Persia, Political and Secret .Memoranda 9/76, I.O. 47 Bloomfield to Palmerston, No. 101, Petersburg, Oetober 31, 1840, Secret Home Correspondence, Political and Secr. Memoranda 3/8, India Of. 48 Fraser-Tytler, s. 74. 292 MEHMED SA R A Y rağmen, Sih taraftan Genel Valinin danışmanlarınca reddedilmiş ve hattâ Afganistan’a karşı Sih’lerle birleşilerek düşmanca bir yol takibine gidilmişti49. Sonunda, Dost Muhammed Han’ı Peşâver üze rindeki iddialarından vaz geçirmek için İngiliz kuvvetleri 1839 ba harında Afganistan’ı işgal etmişlerdi. Fakat îngilizler, bir sene son ra Afganlılar karşısında tutunamıyarak Afganistan’dan ve Orta Asya’dan çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır50. Sonunda yukarı da adları zikredilen subayların büyük maharetle Orta Asya’da yük selttikleri İngiliz itibarı sıfıra inmiştir. Ünlü Macar oriyantalisti ve seyyahı Vambery’nin dediği gibi, «Sütten ağzı yanan çocuğun yo ğurdu üfleyerek yemesi» misâli, îngilizler bu Afgan yenilgisin den sonra uzun zaman Orta.Asya işlerine karışmak cesaretini gös terememişlerdir51. Bu ise, Rusların Orta Asya’yı kontrol etme emel lerini yeniden canlandırmıştır. Nitekim çok geçmeden, Orenburg askerî üssünden hareket eden Rus orduları, daha önce yapılan andlaşmanın hilafına, 1841’de Kazak’ların merkezî yerleşme bölgelerinden Turgay’ı ve 1846’da da Sır-Derya’nm Aral’a döküldüğü yerde kurulan ve stratejik ehemmi yeti büyük olan Kazalinsk kalesini sessizce işgal ediverdiler52. Böylece, XIX. asrın ilk çeyreğinde Kafkasların büyük bir kısmını ele geçiren Ruslar, aynı asrın ortalarına doğru da Aral gölü kıyılarına ulaşmış oluyorlardı53. XIX. asrın ilk yarısı Rusların yalnız Asya’ya doğru değil, do 49 L. Trotter, The Earl of Auckland, London, 1893, s. 46; Cambridge History of India, C.V., s. 483-496. 50 İngilizlerin Afganistan’ı işgalleri ve mağlûbiyetleri hakkında daha ge niş bilgi için bk. W.K. Fraser-Tytler, Afganistan, London, 1950, s. 106-119; L. Trotter, The Earl of Auckland, London, 1893, s. 46 vd.; J.W. Kaye, History of the war in Afghanistan, London, 1851; Lady Sale, The First Afghan war, ed. by P. Macrory, London, 1969; P. M a crory ,Signal Catastrophe. The story of the Disastrous retreat from Kabul, London, 1966. 51 A. Vambery, Sketches of Central Asia, London, 1868, s. 425. 52 C.C. Valikhanov, The Russians in Central Asia : their occupation of the Khirgiz Steppe and the line of Syr-Darya: their political relations with Khiva, Bokhara and Kokan; also description of Chinese Türkistan and Dzhungaria. Ing. terc. London, 1865, s. 320-322; M.A. Terentyev, Istoriya Zavoevaniya Sredney Azli, Petersburg, 1906, I, s. 88. 53 Correspondence, from 1864 to 1881, respecting the movements of Rus sia in Central Asia and her relations with Afghanistan, s. 2, F.O. 65/1150, India Office. R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI 293 ğu-Avrupa ve Orta-Doğu’ya doğru da yayılma devirleridir. Çar I. Nikola (1796-1855) Osmanlı devletinin içine düştüğü buhranlı de virden faydalanarak, Orta-Doğu’nun ve doğu-Avrupa’nm Jandar ması ‘Gehdarme of Europe» rolünü oynama hayalini beslemekte idi54. Ruslar, 1828-29 yıllarındaki Sırp ve Yunan isyanlarında A v rupalI devletlerden daha çok kışkırtıcılık yaparak Osmanlı iktidarı nın yıpranmasına sebep olmuş ve bununla da yetinmiyerek Osman lI devletine karşı harp ilân etmişlerdi. Fakat, bu arada, Osmanlı devletinde yeni bir buhranın başlamasına sebep olan Mehmed Ali Paşa hadisesine Batılılann, bilhassa Fransızlarla Ingilizlerin des tek olduklarını gören Ruslar hemen taktik değiştirerek Osmanlı devletine dostluk elini uzatmışlardır. Rusların maksadı, Mehmed Ali Paşa idaresinde kalan ve hırıstiyanlarca «Kutsal Yerler» ola rak bilinen Kudüs ve çevresinin Fransız ve İngiliz tesirine girme sine mâni olmaktı. Mehmed Ali Paşa krizinden dolayı büyük bir sarsıntı geçiren Osmanlı devleti «suya düşen yılana sarılır» kabilin den ezelî düşmanı Rusya'nın yardım teklifini kabul etmek mecburi yetinde kalmıştır55. Hattâ bu Osmanlı-Rus yakınlaşması, Mehmed Ali Paşa meselesinin hallinden sonra imzalanan ve.Ruslara Boğaz lardan serbest geçiş hakkı tanıyan bir dostluk andlaşması ile daha da ileri götürülmüştü. Bu andlaşma ile Rus nüfuzunun Osmanlı dev leti üzerinde artmasından endişelenen Batılı devletler 1841’de Bo ğazlar için yeni bir statüko tesbit ederek Türkiye’deki Rus nüfuzu nu azaltmak ihtiyacını duydular. Bu müdahaleden hoşlanmayan Ruslar, Osmanlı devleti üzerindeki emellerini tek başlarına gerçek leştirmeye karar verdiler. Ancak daha önce Osmanlı devletini «has ta adam» ilân ederek Batılı büyük devletlere bu hasta adamın mi rasını paylaşmayı teklif ettiler. Teklif kabul edilmeyince de hare kete geçerek, Osmanlı devletine karşı savaş açtılar. Rusların, Avrupa ile Orta-Doğu’daki cür’etkâr politikalarmdan memnun olmayan ve. Osmanlı devletinin Rus nüfuzuna düşmesini kendi menfaatleri için zararlı gören İngiltere ve Fransa, Rusya’ya karşı Türkiye’nin yanında yer aldılar. 1854’den 1856’ya kadar de vam eden ve «Kırım Harbi» olarak tarihe geçen mücadelede Rus54 H. Selton-Watson, The Russian Empire 1801-,917, London, 1967, s. 202. 55 Bu hususta tafsilatlı bilgi için bk. E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1947, V, s. 106-145; M. Saray, Rusya’nın Türk İllerinde Yayılması, İstanbul, 1975, s. 122-131. 294 MEHMED S A R A Y lar büyük bir yenilgiye uğradılar56.. Bu harbin neticesi, bilâhere Ba tılı tarihçiler tarafından «Bürokratik ve otokratik Rusya hükü metinin Avrupa teknolojisi karşısında yenilgisi» olarak tavsif edil miştir57. Bu arada, Kırım Harbi esnasında Türkiye’nin müttefikleri olan Fransa ile İngiltere arasındaki rekabet (Orta-Doğu’ya kimin hâ kim olacağı düşüncesi) yüzünden ihmal edilen ve bilâhere sonuçlariyle Orta Asya Türk devletlerinin kaderlerini değiştirecek olan Rus-Kafkas harekâtı üzerinde de kısaca durmak icabediyor. Ruslar Kırım’da büyük bir darbe yemelerine rağmen, Kafkas cephesinde, Şeyh Şâmil kuvvetleri hariç, fazla bir dirençle karşılaş mamışlardı. Osmanlı kuvvetleri kumandanı Ömer Paşa daha har bin başlangıcında Ruslara karşı Kafkas cephesinden de taarruza ge çilmesi için İngiliz ve Fransız kumandanlarına teklifte bulunmuş idi ise de, bu teklif maalesef kabûl edilmemişti. O devrin büyük asker-diplomatlarmdan İngiliz Generali Rawlinson’un da dediği gibi, şayet müttefikler Ömer Paşa’nm plânmı kabul etmiş olsalardı, hem Kafkasları Rus istilasından kurtarmak, hem de Orta Asya’ya doğ ru Rus ilerlemesini önlemek mümkün olurdu58. Fakat Orta-Doğu üzerindeki an’anevî İngiliz-Fransız rekabeti böyle mâkul bir plânm gerçekleşmesine fırsat vermemiştir. Gerçi Ömer Paşa 1856’da Batum üzerinden Ruslara karşı bir harekâta başlamıştı; fakat bir kaç ay sonra Kırım Harbi’nin sona ermesi ve taraflar arasında sulh ak dine karar verilmesi, Türk kuvvetlerinin Kafkaslardan geri çekil mesini zarurî kılmıştı. Rusların, XVHL asrm sonlarında Kafkaslarda başlattıkları is tila hareketleri, 1820’lerde İranlılann ve Türklerin yenilgileri üze rine daha da gelişerek o havalinin mühim bir kısmını Rusya kont rolüne sokmuş idi. Fakat Kafkaslardaki Rus ordusu kumandam Ge neral Yermolov’un müslüman ahaliyi tamamiyle sindirmek ve Rus idaresini sağlamlaştırmak için yürüttüğü zalimane idare büyük hu56 Seton-Watson, s. 319-329. 57 W.L. Blackwell, The Beginnings of Russian Industrialization 1800-1860. New Jersey, 1968, s. 184-85; A. Skerpan, «The Russian National Economy and Emancipation», A.D. Ferguson and A. Levin (Eds.), Essays in Russian History, Hamden, 1964, s. 166-68. 58 H.C. Rawlinson, England and Russia in the East, London, 1875, s. 263265. R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI 295 zursuzluklar yaratmış ve neticede halk, Ruslara karşı mücadele için «Müridizm» denilen muazzam bir direnişe girişmiştir. Müslü man ahalinin yıllar yılı başariyle sürdürdüğü bu «Müridlik» ha rekâtı Şeyh Şâmil’in ortaya çıkışı ile tam bir istiklâl mücadelesi haline dönüşmüştür59. 1840’lardan Kırım Harbi başlarına kadar Şâ mil önderliğindeki müslüman kuvvetler Rus ordularına büyük ka yıplar verdirmişlerdir. Kırım Harbi Kafkas müslümanlarmın istiklâllerini kazanma ları için en büyük fırsattı. Ne var ki, Rusların endişelerine rağmen, Osmanlı kuvvetleriyle birlikte hareket etmeyi plânlayan Şeyh Şâ mil bu kritik dönemde hareketsiz kalmıştır. Ömer Paşa plânının İngiliz ve Fransız kumandanları tarafından reddedilişinden haber siz olan Şeyh Şâmil, harbin sonunda Türk hükümetini kendisine za manında yardım etmemekle suçlamıştır60. Diğer taraftan, Kırım Harbi’nden mağlûp çıkan, Avrupa ve Orta-Doğu’da yayılması durdurulan ve prestiji büyük bir darbe yiyen Rusya, yeni Çar H. Aleksander (1855-1881)’in önderliğinde ekono mik, eğitim ve askerî sahalarda köklü reformlara girişti61 ve fakat Avrupa devletleri ile rekabet edemiyeceğini anlayınca, artık ken disi için tek yayılma sahası olarak Asya’yı görmeye başladı. As ya’ya kolaylıkla yayılmanın ise her şeyden önce Kafkaslara tamamiyle hâkim olmağa bağlı olduğunu gören Ruslar, işe bu havali den giriştiler. H. Aleksander çok yakın arkadaşı ve Çarlik hane danı ileri gelenlerinden biri olan Prens Aleksander îvanoviç Baryatinskiy’i tam selâhiyetle Kafkas ordusu komutanlığına tayin et ti62. Aynı zamanda askerî ve İdarî alanlarda büyük bir reformcu ve Rus yayılmasının ateşli bir taraftarı olan Prens Baryatinskiy63, 1857 yazında Kafkaslardaki vazifesine Çar’dan istediği kadar tak 59 'Allen and Muratoff, Caucasian Battlefields, s. 46-53; Daha fazla bilgi için bk. J.F. Baddeley, The Russian Conquest of the Caucasus, London, 1908. 60 A.JÎ. Rieber (Ed.), The Politics of Autocracy. Letters of Alexander II to Prince A I . Bariatinskii 1857-1864, The Hague-Paris, 1966, s. 63. 61 Seton-Watson, s. 334-340; The Industries of Russia. Manufactures and Trade, by the Department of Trade and Manufactures Ministry of Finance for the World’s Columbia, Exposition at Chicago. Ed. of the English trans. J.M. Crawford, US Consul General to Russia, Petersburg, 1893, s. 179-181. 62 Rieber, s. 60. 63 Ayn. müel., s. 67-69. 296 MEHMED S A R A Y viye kuvvetleri alabilme, emrindeki birlikleri yeni silahlarla teçhiz ları için en büyük fırsattı. Ne var ki, Rusların endişelerine rağmen, ve onları yeniden teşkilatlandırma iznini alarak başladı. Barya tinskiy, ileride Rusya’ya uzun yıllar Harbiye Bakanı olarak hizmet edecek olan Albay D.A. Milyutin’in yardımları ile Kafkaslardaki Rus ordusunda kısaca şu reformları gerçekleştirdi : a) Yeni değişikliklerle kumanda zincirinin daha iyi çalışır du ruma getirilmesi, b) imparatorlukta yeni kurulan askerî bölgelerin komutanla rına geniş yetkiler tanınması, c) Bütün askerî birliklerde savaş eğitimi yapılması ve eksik siz uygulanmasının sağlanması64. Baryatinskiy’in Kafkas ordusunda yaptığı bu reform Rus or dusunun bütün birliklerinde de kısa zamanda tatbike konulmuş tur65. Baryatinskiy, bir taraftan da, Çar II. Aleksander’e yazdığı mektuplarla Rusya’nm Orta Asya’da yayılmasının fevkalâde zaru rî olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ona göre, Rusya, eninde sonun da; Ingiltere ile hesaplaşmak durumunda kalacaktı66. İngilizlerle de nizlerde başa çikamıyacaklarmı anlayan Rus liderlerinde, bu kuv vetli rakibe karşı başariyle mücadele edebilecekleri tek cephenin Asya olduğu kanaati hâkim olmaya başlamıştı. Bunun için de, Or ta Asya’nın Rus hâkimiyetine alınması gerekiyordu. H. Aleksander, Baryatinskiy’e verdiği cevaplarda ,aynı fikirde olduğunu, fakat «hareket için vaktin henüz gelmediğini» belirtmek te idi67. Fakat altı ay sonra fikrini değiştiren II. Aleksander, Bar yatinskiy’in yetiştirmelerinden Albay N. îgnatiyev’e Orta Asya hak kında bir rapor hazırlattırarak meseleyi etraflıca tetkik etti68. Çar, kendisine sunulan bu son derece tatmin edici bilgiden sonra, hüküînetine hemen Albay îgnatiyev’in Orta Asya Türk devletlerinin du 64 Rieber, s. 66. 65 Rieber, s. 68; F.A. Miller,Dmitrii Miliutin and the Reform era in Russia, Vanderbil University Press, 1968, s. 33-35. 66 Rieber, s. 73. 67 Letters of Alexander n to A.I. Bariatinskii, March 2, May 20, 1857, Naklen, Rieber, s. 103-105. 68 N. Ignatiyev, Missiya v Khivu i Bukhara v 1858 g., Petersburg, 1897, s. 2-3. R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI 297 rumunu yerinde tetkik için kısa zamanda Hive ve Buhara’ya gön derilmesini emretti69, Rus Harbiye ve Hariciye Bakanlıklarinea ve rilen talimatlara göre Ignatiyev, Hive ve Buhara’nın askerî ve eko nomik durumları ile yollarını ve bu arada ticaret hayatına Rus tüc carlarının nasıl hâkim olabileceklerini araştıracaktı70. îgnatiyev, 1858 baharı ve yazında Orta Asya Türk devletleri nin durumlarını iyice tetkik ederek Petersburg’a dönmüş ve hazır ladığı mufassal raporu hükümetine takdim etmiştir. Raporunda Rus hükümetinin Hokand’a karşı derhal askerî harekâta girişmesini tav siye eden Ignatiyev, Hive ve Buhara’nm da, önce birbirlerine düşü rülüp, Rus nüfuzuna sokulmaları ve sonra da fiilen istila edilmele ri gerektiğini bildirmiştir71. îgnatiyev’in raporu, başta Kafkasya Umumî Valisi Prens Baryatinskiy ile Orenburg Genel Valisi Ge neral Katenin ve Batı Sibirya Genel Valisi General Gasford olmak üzere yayılma taraftarı bütün Rus ileri gelenleri tarafından hara retle benimsenip destek görmüş bulunuyordu72. îgnatiyev’in Orta Asya hakkında gösterdiği başarı kısa zaman da kendisini Rus hükümetinin en mutemet adamı durumuna getir mişti. Nitekim,. 1860 baharında fevkalâde yetkilerle Pekin’e gönde rilen Ignatiyev Çinlilere, Orta Asya’daki Rus harekâtından endişe etmemelerini hükümeti namına bildirdikten sonra, Rusya ile Çin arasında Rus tüccarlarına büyük avantajlar sağlayan bir ticaret andlaşmasını imzalamaya muvaffak oldu. Bu andlaşmaya göre Rus tüccarları mallarını gümrük vergisi ödemeden Çin’e sokma ve ora da satma imkânını elde etmiş oluyordu73. Diğer taraftan Kafkaslar’da, Baryatinskiy’in reformları ile da ha müessir hale gelen Rus birlikleri, Şeyh Şâmil önderliğinde is tiklâl için çarpışan müslümanlara karşı yaptığı savaşlarda kesin başarılar elde etmeye başladılar. 1859 ve 1860’larda Şeyh Şâmil 69 A.N. Khalfin, Russia’s Policy in Oentrdl Asia 1857-1868, Ing. tere., London, 1964, s. 30. 70 îgnatiyev, s. 30-31; Rieber, s. 80-81. 71 îgnatiyev, s. 274 ve 278; Rieber, s. 81; Khalfin, s. 39. 72 Rieber, s. 81. 73 R.K.Ï. Quësted, The Expansion of Russia in East Asia 1857-1860, Singapore, 1968, s. 266-73; M.I. Sladkovskii, History of Economie Relations between Russia and China. Jérusalem, îng.' tere. 1966, s. 84; B. Hayıt, Türkis tan, Rusya ile Çin Arasında, İstanbul, 1975, s. 71. 298 MEHMED SAR AY kuvvetlerine ağır darbeler indiren Ruslar, bunu takip eden iki yıl içinde de Kafkaslara tamamiyle hâkim oldular74. Böylece Kafkaslar, Orta Asya’daki Rus yayılmasının enSnüessir bir üssü hâline geldi. Bu arada Petersbûrg’da, Orta Asya’da genişleme fikrinin en hararetli taraftarlarından Milyutin Harbiye Bakanlığına, îgnatiyev de Asya Masası’nm başma getirildiler. Baryatinskiy’in yetiştirme leri olan ve Çar H. Aleksander’in de en mutemed adamları haline gelen Milyutin ile îgnatiyev Rusya’nm, yalnız Orta Asya memle ketlerini istilasında değil, aynı zamanda Osmanlı devleti aleyhinde genişlemesinde de en büyük rolü oynamışlardır73. Milyutin’in ilk işi, Rusya’nın, Orta Asya devletleriyle sınırdaş olan bölgelerine Rus imparatorluğunu genişletme ihtirasiyle yanan generalleri komutan tayin etmek olmuştu. Baryatinskiy’in yaptığı askerî reformlar neticesinde kendilerine geniş yetkiler verilen bu hudut bölgesi komutanları cür’etkâr hareketleriyle kısa zamanda Hive ve Hokand sınırlarında büyük ihtilâflar yarattılar ve kasıtlı olarak çıkardıkları ihtilâfları müzakereler yoluyla halletmeyi red dettikleri gibi, devletler arası hukuk kaidelerini de çiğneyerek Ho kand ve Hive arazi ve kalelerini cebren işgal ettiler70. Mağdur olan ilgili devletler durumu Rusya hükümeti nezdinde protesto ettikleri zaman ise, bu devletlerin elçileri Rus sınırında aynı komutanlar ta rafından tutuklandılar. Yolunu bulup Petersburg’a kadar varabi lenlere de Rus hükümet erkânı sadece üzüntülerini bildirerek, bü tün suçların hudut bölgesi komutanlarında olduğunu söylemekle ye tindiler77 ve bilâhıre de bu komutanları madalyalarla taltif ettiler78. 74 Rieber, s. 81 vd.; Allen and Muratoff, Caucacian Battlefields, s- 106-108. 75 Bu hususta geniş bilgi için bk. A.D. Milyutin, Dnevnik AJD. MOyutina, ed. by P.A. Zayonchkovskii, Moskow, 1947-50, 4 Cilt; Alexander Onou, «The Memoirs of Count N. Ignatyev», Slavonic Review, No. 10, 1931-32, s. 387-407, 627-640, ve No. 11, 1932-33, s. 108-125. 76 1863 yazında Evliya-Ata, Türkistan, Kurtka ve Cumgal gibi önemli Jîokand kaleleri ile Aral kıyüarmdaki Hive toprakları Ruslar tarafından işgal edildi. D. Mac. Kenzie, The Lion of Tashkent. The Career of General M.G. Chemiaev. University of Geogia Press, 1974, s. 29-31; Khalfin, s. 51; A.L. Popov, «tz istorii zavoevaniya Srednei Azii», Istoriçeskiye Zapiski, No. IX, 1940, s. 210211. 77 S.H. Singh, A History of Khokand, Ed. by C.E. Bates, Lahore, 1878, s. 13; Buchanan to Russell, Petersburg, October 25, 1865, F.O. 65/868, London. R U SYA ’NIN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI 299 Rusların Orta Asya devletlerine karşı takip ettikleri bu fevka lâde enteresan ve milletler arası hukuka aykırı yayılma şeklini bütün medenî dünyadan devamlı olarak saklamak mümkün olma mıştır. Nitekim, kendileri gibi emperyalist bir kuvvet olan îngilizlerin baskısı üzerine79, Rus hükümeti, Rusya’nın Asya’da yayılış sebeplerini hariciye vekili Prens Gorçakov vasıtasiyle dünya umumi efkârına 3 Aralık 1864’de şöyle açıklamak ihtiyacını hissetmiştir : «Rusya’nın Orta Asya’da karşılaştığı durum, hiç bir sosyal or ganizasyonu olmayan, yan-vahşi ve göçebe halklar karşısındaki bütün medenî devletlerin problemleriyle aynıdır. Bu tip durumlar da daha medenî olan devletler kendi sınırlarını ve menfaatlerini müdafaa etmek zorunda kalmışlardır. Hudut bölgesinde huzursuz luğu yaratan gruplar cezalandırıldıktan sonra kuvvetlerimizi geri çekmek mümkün olmamıştır. Verilen ceza çabuk unutulmuş ve. geri çekilmemiz bir nevi zayıflık addedilmiştir. Çünkü Asyalı’lar, görü nür ve hissedilir kaba kuvvetin haricinde hiç bir şeye hürmet gös termemişlerdir. Onun içindir ki, biz, şu iki şıkdan birini seçmek durumunda kaldık : Y a verdiğimiz bütün emekler, elde ettiğimiz ticarî menfaatleri ve sınır boylarında kurduğumuz emniyet terti batlarını unutup herşeyden vazgeçecektik, veya bu vahşi Orta Asya memleketlerinin derinliklerine yürüyecektik. Rusya bu ikinci şıkkı tercih mecburiyetinde kaldı, tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey Amerika’da, İngiltere’nin Hindistan’da, Fransa'nın Cazayir’de ve Hollanda’nın kolonilerinde yaptıkları gibi»80. Gorçakov’un bü açıklaması, aslında, yukarıda da izah edildiği gibi, hiç de hakikatleri aksettirmiyordu. Bundan başka Gorçakov’78 Rawlinson, Èngland and Busşia in the East, s. 268. 79 ‘ İngiliz politikası hakkında daha fazla bilgi için bk. Correspondence, from 1864 t° 1881, respecting the movements of Russia in Central Asia and her relations with Afghanistan, F.O. 65/1150; M. Anwar-Khan, England, Rus sia and Central Asia, Pashawar, 1963; H. Rawlinson, England and Russia in the East, London, 1875 ; Cambridge History of British Foreign Policy, TT-TTT, Cambridge, 1923; W. Habberton, Anglo-Russian Relations Conceming Afghanis tan, 1837-1907, University of Illinoi, 1937. 80 Gorçakov’un bu meşhur deklarasyonunun tam metni için bk, Corres pondence, from 1864 t° 1881, respecting the movemets of Russia in Central Asia and her relations with Afghanistan, s. 2-5, F.O. 65/1150. 300 MEHMED SA R A Y un Orta Asya toplumlar! için söylediği hususlar da fevkalâde yanıl tıcı idi. Şöyle ki : 1 — Orta Asya memleketlerinin ahalisini meydana getiren Özbek, Kazak, Türkmen ve Kırgız Türkleri yarı-vahşî, teşkilâtsız (organizasyonsuz) ve tamamiyle göçebe hayatı yaşayan topluluk lar değildi, onlar Hokand, Buhara, Hive Hanhkları ile Türkmenis tan Cumhuriyeti81 gibi kendi millî devletlerine sahip bulunuyorlardı. 2 — Orta Asya halkının yalnız ve yalnız kaba kuvvete boyun eğdiği veya hürmet ettiği iddiası da elbette yerinde değildir. Rus ların, Orta Asya halkına karşı ticarî ve siyasî alanlarda taraflara eşit fırsatlar verecek yapıcı ve barışçı bir teşebbüste bulundukları na dair de kaynaklarda hiç bir delile rastlanmamaktadır82. 3 — Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey Amerika kıtasmda, İngiltere’nin Hindistan’da ve Fransa’nın Cezayir’deki durumları ve oralarda yaptıkları işgaller, Rusların Orta Asya’yı istîlâ edebilme leri için bir kıstas olarak öne sürülemez. Rusların bu misalleri ver mekten maksatlarının kendi istilâlarım o devletlere mazur göster mek olduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki, Gorçakov’un bu deklârasyonu başta İstanbul, Paris, Londra ve Berlin olmak üzere büyük devletlerin başkentlerinde Rus 81 Türkmen Cumhuriyeti hakkında daha fazla bilgi için bk. M. Saray, «1878 Türkmen Cumhuriyeti», Türk Kültürü Araştırmaları, VH-X, 1970-1973, s. 151-154. 82 1842’de Ruslarm Hive’ye bir delegasyon göndererek Hive Han’ı ile bir Dostluk ve Ticaret Andlaşması imzaladıklarını görüyoruz. Fakat bu and1aşmanın yürümediği kısa zamanda anlaşılmıştır. Zira, Ruslarm ticaret ker vanlarında bulunan tüccarların çoğunluğu asker şahıslardan müteşekkil idi. Asker şahısların casusluk yapmak maksadiyle ticaret kervanlarına yerleşmeleri Rus-Hive Dostluk ve Ticaret Andlaşmasını çalışamaz hale getirmişti. Diğer ta raftan 1858’de Hive ve Buhara’ya elçüik görevi ile gönderilen Albay îgnatiyev’in esas vazifesinin askerî casusluk olduğu, daha önce de açıklandığı gibi, herkesçe bilinmekte idi. îgnatiyev, Missiya v Khivu i Bukharu v 1858 g., s. 30-31; Rieber, The Politics of Autocracy, s. 80-81. Bu iki olayın haricinde, Ruslarm, Orta Asya Hanlıklarına karşı ticarî ve siyasî alanlarda taraflara eşit fırsatlar vere cek yapıcı ve barışçı bir teşebbüste bulunduklarına dair kaynaklarda hiç bir de lile rastlanmamaktadır. R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI 301 diplomatları tarafından ustaca açıklanarak Orta Asya Rus istilâ sına karşı hiç bir ciddî tepkinin gösterilmemesi sağlanmıştır. Hülâsa, bir taraftan Rus diplomatları Orta Asya memleketle rinin işgali için siyasî zemini oluştururken, diğer taraftan da Rus orduları gerekli hazırlıkları yapıyorlardı. Nihayet, Rus orduları harekete geçerek 1865-1885 arasında sırasiyle Hokand, Buhara, Hive ve Türkmen memleketlerini işgal etmişlerdi83. Rusların devlet ler arası hukuka aykırı olarak yaptıkları bu istilâ Orta Asya Türk devletleri tarafından şiddetle protesto edilmiş ve müstevlilerin Tür kistan topraklarım terk etmeleri için İngiltere ve Türkiye başta olmak üzere medenî devletlerden yardım talebinde bulunulmuş ise de, bu feryatlar .. .müsbet olarak hiç bir karşılık görmemiştir84. Böylece, Rusların, asırlardır Asya’da uyguladıkları adım adım ilerleme Orta Asya’da sona ermiş ve Rusya yalnız Avrupa’da değil, Asya’da da en büyük kuvvetlerden biri haline gelmiştir. Ruslarm, Asya’da ilk istîlâ ettikleri memleketlerde, bilhassa Kazan, Kırım, Kafkas ülkeleri, Başkurd ili ve Kazakistan’da, yap tıkları ilk iş buralardaki idârî sistemi değiştirmek oldu. Bu ülkele rin çoğunda idâreciler (Han’lar, Sultan’lar, Beğ’ler v.b.) veraset yo luyla başa geçiyorlardı. Ruslar bu sistemi değiştirerek yeni idârecileri kendileri tâyin etmeye başladılar. Fakat yaptıkları bütün tâ yinlerde, idârecilerin kendilerine tam bir sadakatle çalışacak ya radılışta kişiler olmasına dikkat ettiler. 83 Rusların Orta Asya Türk ülkelerini istilaları hakkında ayrı bir kitap hazırladığım için konuyu burada kısaca anlatmak mecburiyetini hissettim. Rus larm Orta Asya’yı işgalleri hakkında daha fazla tafsüat için, D. I, Romanovskiy, Zametki po Sredne-Aziatskomu voprosı, Petersburg, 1868; A.I. Makşeyev, Istoriçeskiy obzor Turkistana i nastupatel’nogo dvijeniya v nego Russkih, Peters burg 1890; A.I. Dobromıslov, Materialı po istorii Rossii, Orenburg, 1900; M.A. Terentyev, Istoriya Zavoevaniya Srednei Azii, Petersburg, 1906; A.J. Rieber, The Politics of Autocracy. The Hague-Paris, 1966; A.N. Khalfin, Russia’s Policy in Central Asia 1857-1868, îng. tere., London, 1964; S. Becker, Russia’s Protectorates in Central A s ia : Bukhara and Khiva, 1865-1924, Cambridge Mass. 1968; B. Hayıt, Türkistan, Rusya ile Çin Arasında, İstanbul, 1975, adlı eserlere baküabilir. 84 Translation of a letter from the Shah of Bokhara to Her Majesty the Queen of England and India. Enclocures to Secret Letters from India, Political and Secret Memoranda 5/60, India Office. 302 MEHMED SA R A Y Biraz farklı da olsa, Rusların, aynı idâri değişikliği son istilâ ettikleri Türkistan devletlerinde de yaptıklarını görmekteyiz. Önce, Taşkent’te kurdukları «Türkistan Genel Vâliliği» vasıtasiyle Hokand, Buhara, Hive ve Türkmenistan’ı umumî bir kontrole tâbi tut muşlardır. Bilâhıre de, bu memleketlerin başına kendi siyasetlerini uygulayacak yaratılışta idâreciler tâyin etmişlerdir. Ruslar, bir ta raftan bu idâreciler ve diğer taraftan da bizzat kendileri, koyduk ları ağır yergileri yoksul halktan zorla toplayarak, onların kendile rine karşı baş kaldıramıyacak derecede. perişan olmalarını sağla mışlardır. Böylece Ruslar, Asya ülkelerine medeniyet götürüyoruz iddialarının aksine, buralarda tam bir dikta rejimi kurmuşlardır. Türk Edebiyatı Tarihi’nin Arşiv Kaynakları I. n . BÂYEZÎD DEVRİNE AİT BİR İN’ÂMÂT DEFTERİ İsmail Erünsdl Belediye Kütüphanesinde, Mualüm Cevdet yazmaları 0.71 nu marada, n . Bâyezid devrine âit çeşitli kayıtları ihtiva eden bir in’âmât defteri bulunmaktadır. Defter-i Müsvedâât-ı İrfâmât ve Taşaddukât. ve Teşrifat ve GayriM adını taşıyan bu defterde, II. Bâ yezid tarafından Muharrem 909 - Zilhicce 917 tarihleri arasında, devlet adamlarına, yabancı devletlerin elçilerine, saray mensup larına, ulemâya ve meşâyihe, san’atkârlara ve şâ’irlere, devlet teş kilâtının çeşitli kademelerinde bulunan vazifelilere muhtelif vesile lerle verilen in’âm ve ihsanlar tesbit edilmiştir1. II. Bâyezid devri’nin kültür hayatı hakkında çok zengin mal zemeyi ihtiva eden bu defterde devrin şâirlerinden de sık sık söz edilmesi dikkati çekmektedir. Şâirler, diğer san’atkârlardan ayrı olarak ya tek tek, ya da toplu olarak zikredilmişlerdir. II. Bâyezid’in saltanatının ilk yıllarında yaşayıp da defterde kendisinden bahse dilmeyen şâ’ir hemen-hemen yok gibidir. Ayrıca «Cemâ‘at-ı şu‘ârâ»dan olmadıkları halde zaman zaman şi’ir yazıp saraya takdim eden çeşitli meslek erbabmdan da söz edildiği görülmektedir. Bu yüzden înfâmât D eften_, bu devirde yaşamış bazı şâirlerin biyogra filerini tesbit hususunda olduğu kadar, devrin edebî hayatını aydın latmakta da önemli bir kaynak olarak ortaya çıkmaktadır. In'âmât Defteri1nden, tesbit edebildiğime göre şimdiye kadar şu araştırıcılar yararlanmışlardır. Muallim Cevdet «Ahiler» hak1 Defterde yer yer farklı kayıtlara da rastlanır. Meselâ 158. sayfada el ma getiren bir şahsa, 187. sayfada ise Firengistanda hapsedilen bir yeniçeri ila çilek getiren zaviye şeyhine verilen ihsanlar bildirilmektedir. 304 İSM AİL ERÜN SAL kındaki eserinde ilk olarak adından bahsetmeksizin bu defteri kul lanmış ve «ehl-i hiref»den bâzı şahısların adlarını tesbit etmiştir2. R. Melul Meriç, önce Türk Nakış Sanatı Tarihi Araştırmaları adlı eserinde lneâmât Defterindeki nakkaşlara ait bâzı kayıtları neşret miş (Ankara, 1953, sh. 49-51) daha sonra da defterdeki Bâyezid Ca mii mimarı ve II. Bayezid devri mimarları ile ilgili kayıtları bir ma kale halinde yayınlamıştır28. M. Tayyib Gökbilgin ise D efter’in ilk 81 sayfasını tarayarak önemli gördüğü bâzı kayıtları yayınlamıştır3. Bu makalenin yazarı da birkaç araştırmasında bu Defter*den yarar lanmıştır4. Bunların dışında Mâînât Defterindeki bâzı kayıtları kul lanan araştırıcılar arasında M. Şahabeddin Tekindağ5, Halil İnal cık6 ve Yücel Ünsal’ı7 anmak gerekir. ln‘âmât Defterindeki kayıtlar, defteri düzenleyen Ruznâmçeci Hızır tarafından beİli bir sisteme göre yapılmıştır8. Her kayıttan ön ce, genellikle günün tarihi tain olarak verilmektedir. Bâzı hâllerde ise sâdece ayın kaçıncı günü olduğu belirtilmekte, ve «minhu» keli2 M. Cevdet, Zeyl ‘ala faşli’l-ahiyyeti’l-fityâni’ t-Türkiyye fi nhleti îbni Ba(Ufa (İstanbul, 1932), 380-381. 2» ‘Bâyezid Camii Mimarı, n. Sultan Bâyezid devri mimarları ile bazı bi naları, Bâyezid Camii ile alâkalı hususlar, sanatkârlar ve eserleri’ Yıllık Araş tırmalar Dergisi n , (Ankara, 1957), 4-77. 3 XV-XVI. Asırlarda Edime ve Başa Livası, Vakıflar-Mülkler-Mukataalar (İstanbul, 1952), 470-485. 4 Tâcı-zâde Ca‘fer Çelebi hakkındaki doktora çalışmamda (The Life and Works of Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi,^ with a critical edition of his Dîvân, 2c., Ba sılmamış doktora tezi, Edinburgh, 1977) ve bu konuda yayınladığım bir maka lede ('Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi, as a Poet and Statesman’ Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Beşerî Bilimler, c. V I (İstanbul, 1978), 123-148) Ca’fer ve Sa’di Çelebi hakkındaki kayıtları kullandığım gibi, I. Millî Türkoloji Kongresinde okunan ‘Türk Edebiyatı Tarihine Kaynak Olarak Arşivlerin Önemi’ adlı tebliğimde de bu defterdeki bâzı kayıtların edebiyat tarihimizin doğru olarak- tesbiti hususun da ne kadar önemli olduğunu örneklerle göstermeye çalışmıştım (Tebliğin ge nişletilmiş olarak neşri için bk. Türkiyat Mecmuası XIX, İstanbul, 1979). 5 İA. İstanbul maddesi. 6 ‘Bursa XV. Asır Sanayi ve Ticaret Tarihine Dâir Vesikalar’, Belleten XXIV, 93 (Ankara, 1960), 64. 7 Kültür Tarihimizde Okçuluk Sanatı ve Müesseseleri, basılmamış dokto ra tezi, (İstanbul) 1971. 8 Defter’de Hızır'ın adı çeşitli yerlerde kendisine in’âm verilmesi dolayısıyle «Hızır, el-fakır, rûznâmçeı» ya da «el-fakîr Hızır» şeklinde geçmektedir (bk. s. 11, 40, 204, 231, 381, 422). n . B ÂYEZİD DEVRİNE A İT B ÎR ÎN ’ M ÂT D EFTERÎ 305 mesiyle daha önce geçen ay ve yıla atıfta bulunulmaktadır9. Tarihden sonra, kendisine in’am ve ihsanda bulunulan şahsın adı zikre dilmekte ve çoğu kere de mesleği veya görevi belirtilmektedir. Şâ’irler için bâzen, sâdece isimlerinden sonra «şâ’ir» kaydı konulmakta, bazen de, eğer saraydan muntazaman aylık alıyorlarsa «der-cemâ‘at-i müşâhere-borân» cümleciği eklenmektedir. Çoğu hâllerde in’âm ve ihsanın veriliş sebebi belirtilmektedir. Ta’ziye, kaside, gazel, mersiye ve bir eser takdimi dolayısıyle ve bir de bayramlarda hediye verildiği görülmektedir. Hiç bir sebep zikret meden «in’âm ve tasadduk» başlığı altında yapılan ihsanlar da var dır10. Hediyenin cinsi akçe ise «nakdîye» elbise ise «câme» kayıtlarıy la belirtilmekte ve sonra da kaç akçe, ne cins elbise ve kumaş veril diği bildirilmektedir11. Bazen verilen akçenin mikdarı «nakdiye» kaydı konulmadan doğrudan yazılmaktadır. Hediyeler eğer verilmeyip de gönderiliyorsa «be-ma‘rifeti» kay dı konulmakta ve bu kayıttan sonra kimin vasıtasıyla gönderildiği belirtilmektedir. Bu makalede, bütün defter taranarak edebiyat tarihimizi ilgi lendiren kayıtlar tarih sırasına göre verilmiştir12. Kayıtlar verilir ken defterin sayfa numaralarına atıfta bulunulduğu gibi, ayrıca her kayıt müstakilen numaralandırılmış ve böylece indeks’den yararla nılarak bazı isimlerin bulunması kolaylaştırılmaya çalışılmıştır. 9 Bu gibi durumlarda tarih, parantez içinde ay ve yıl belirtilerek tarafım dan tamamlanmıştır. 10 Genellikle bayramlarda kumaş ve elbise, diğer zamanlarda ise akçe ve elbise, bazen de kumaş verildiği görülmektedir. 11 Defterde geçen elbise ve kumaş isimlerinin okunuşunda Fahri Dalsar’ın Bursada İpekçilik (İstanbul, 1960), Tahsin Öz’ün Türk Kumaş ve Kadifeleri (2c., İstanbul, 1946-1951) adlı eserlerinden ve Halil İnalcık’ın ‘Bursa XV. Asır Sanayi ve Ticareti Tarihine dâir Vesikalar’ Belleten XXIV, 93, (Ankara, 1960), 45-102, adlı makalesinden faydalanılmıştır. 12 Sadece Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi üe ilgili kayıtlar, daha önce, yukarıda anılan makalede verildiğinden tekrardan kaçınmak için bu makaleye alınma mıştır. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 20 İSM AİL E RÜN SAL 306 s. 5 1. în'âm be-mezkürm, fi ‘âşiri Müharremi’l-haram, sene 909 Mevlânâ Ruhî, Şâ'ir Nakdiye Câme 2 000 munakka§-ı Bursa s. lJf 2. în'âm be-mezkürîn, fi 3 Reb. n . minhü (909) Tâli‘î, merdüm-i hazret-i Mahmüd Beg, tâle bekâbu, ki kasîde âverd. Nakdiye Câme 2000 Benek s. 15 3. Tasadduk be-mezkürîn, fi ‘âşiri Reb. II. sene 909. Nöker-i Hazret-i Mahmüd Beg, tâle bekâlıu, be-nâm-ı Töli‘1, müteferrika-i hod. Nakdiye Câme 1000 Benek-i Bursa, sevb. s. 11 4. în'âm be-mezkürîn, fi sânî minhü (Cem. I., 909) Mevlânâ Safdİ, müderris-i medrese-i ‘Ali Paşa, ki kasîde âverd. Nakdiye Cübbe 3 000 ‘an murabba'ba-çuka, sevb. s. 21 5. în'âm be-Mehmed, şâ'ir, kâsıd-ı Sultân-x Mısr ki kasîde âverd. fi 6 Cem. II. sene 909. 3 000 s. 25 6. Ta‘ziye-i Mevlânâ Rühl, şâ'ir ki veled-eş müteveffa şüd. fi 23 Cem. II. sene 909. Câme Benek-i Bursa, sevb. n . B ÂYEZÎD DEVRİN E A İT B İR ÎN ’ÂM ÂT D E FTE R Î 307 27 7. în'âm be-mezkürîn, fi 5 Receb, sene 909. ‘Altfaddin, şâ‘ir-i bayyât ki kaside âverd. 1500 Sa'ili, §â‘ir ki kitâb âverd. 2 000 8. Ta‘ziye-i Mevlânâ İdrîs, miinşî ki der-vilâyet-i ‘Acem peder-e§ müteveffa şüd. fi 13 Şaban, sene 909. Câme Çatma-i Bursa, sevb. 36 9. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 Şaban, sene 909. Keşfi, şâ'ir ki kasîde dâde. 500 42 10. Tasadduk be-mezkürîn, fi 25 Ramazan 909. Safâyî, şâ'ir Sabâyı, şâ'ir 1000 2 000 11. ‘Idâne-i mezkürîn fi 8 Şevval, sene 909. ‘Azizi, şâ'ir Câme: Benek-i Bursa, sevb Ma*ili, şâ'ir •Ruhî, şâ'ir Câme: Munakkaş-ı Câme: Munakkaş, Bursa, sevb sevb Kâtibi, şâ'ir Sâ’ill, şâ'ir Şehdî, şâ'ir Câme: Mirahorî an Câme: Mirahorî an Câme: mislehu kemlıa-i kırmızı, sevb kemba-i kırmızı, sevb Hamdı, şâ'ir Büri (?) 1 Sa‘yl, şâ'ir Büri 1 Sabayı, şâ'ir Büri Keşfi, şâ'ir Büri LâTı, şâ'ir Büri 1 İSM AİL ERÜN SAL 308 Jf9 12. în'âm be-mezkürîn, fi 22 Şevval 909. ‘Ömer Çelebi, kâtib-i tevkil ki kaside âverd. Nakdiye Câme 3 000 Münakkaş Mâ’ilî, şâ'ir ki kaside âverd. 3 000 Ahmed Çelebi bin Rarışdıran, kitâb-ı te’lîf-i hod averd. Nakdiye 5 000 Câme Çatma s. 55 13. în'âm be-mezkürîn, fi 29 Zi’l-ka‘de 909. Mevlânâ Ruhî, şâ'ir, be-ma‘rifet-i Mevlânâ Anadolu. Nakdiye Câme 3 000 Benek, sevb Kazasker-i 58 14. In'âm be-mezkurîn, fi 3 minhü (Zi’l-hicce 909) Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd. 2 000 s. 60 15. ‘îdâne-i mezkûrîn, fi 12 minhü (Zi’l-hicce 909) eAzizi, şâ'ir Ma’ilî, şâ'ir Câme: Benek Câme: Munakkaş Ruhî, şâ'ir Câme: Munakkaş Kâtibi, şâ'ir Câme: Mirahorî ‘an kemha-i kır mızı, sevb. Şehdi, şa'ir Câme : mislehu Sâ’ilî, şâ'ir Câme : mislehu Hamdı, şâ'ir Büri 1 Sa‘yî, şâ'ir Büri 1 n . B ÂYEZİD DEVRİN E A İT BİR ÎN ’ÂM ÂT DEFTERİ Lalı, şâ'ir Büri Sabayı, şa'ir Büri 1 1 Keşfi, şa'ir Büri 309 Refiki, şâ'ir Kadife-i rişte 1 1 s. 67 16. în'âm be-mezkürîn, fi 9 minlıü (Muharrem 910) Ruhî, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân Nakdiye Câme 2 000 Munakkaş-ı Bursa, sevb Nöker-i Mahmûd Beg, tâbe bekâhu, be-nâm-ı Necati, tevkı‘i-i hod ki be-hizmet-i hod âmed, fi 9 Muharrem, sene 910. Nakdiye 3 000 s. 70 Câme Benek-i Bursa, sevb . 17. în'âm be-mezkürîn, fi 14 Safer 910. Mevlânâ İdrîs, münşi Nakdiye Câme 10 000 Çatma-i Bursa, sevb s. 76 18. Tasadduk be-mezkürîn, fi 28 Reb. I. sene 910. Sabâyî, şâ‘ir 2 000 s. 82 19. Tasaddukât be-mezkürîn, f i 3 minhu (Cem. İL, 910) V 'V' Ni§ânî, §â‘ir 2 000 s. 85 20. İn‘âm he-Mehmed Çelebi Gevheri ki kasîde âverd fi 11 minhu (Cem. İL, 910) Nakdiye Câme 3 000 Benek-i Bursa, sevb İSM AİL ERÜN SAL S. 21. în'âm be-mezkürîn fi 15 minhu (Şaban 910) Şelıdi, şâ'ir ki mersiye-i Rühi Mehmed Beg güft. Nakdiye 1500 2 000 Mâtili, şâ'ir 2 000 Revani; şâ'ir 2 000 şâ'ir Câme Munakkaş-ı Bursa, sevb Mehmed Çelebi Cevheri 3 000 Sâ’iU, şâ'ir Câme: Mirahorî ‘an kemha-i kırmızı, sevb. 22. în'âm be-mezkürîn, fi 19 minhu (Şaban 910) ‘ Ömer Beg, kâtib-i tevkî'i ki mersiye güft. nakdiye Câme 3 000 Munakkaş-ı Bursa, sevb s. n 23. în'âm be-mezkürîn, fi 20 Şaban, sene 910. Mevlânâ Refiki, ‘an kâtibân-ı tevkî'i ki mersiye-i Mehmed Beg güft. 500 Kâtibi, şâ'ir ki mersiye-i Mehmed Çelebi âverd. 2 000 Mihri Hatun, duhter-i Mevlânâ Haşan Amasyaî, be-ma‘rifet-i ağa, der-takrîr-i İsmail, hâzin, fi 20 Şaban 910. 3 000 s. 97 24. în'âm be-mezkürîn, f i 4 minhu (Ramazan 910) Mevlânâ Îdrîs, münşî Câme : Mirahorî an kadife-i kırmızı, firengî sâde, sevb. s. 101 25. Tasadduk be- mezkürîn, fi 24 Ramazan, sene 910. Mevlânâ Sabâyı, şâ'ir 1500 Mevlânâ SafâyJ, şâ'ir 1500 A n . B ÂYEZÎD DEVRİNE A İT BİR İN ’ M  T D E FTE R İ 31İ S. 104 28. ‘îdâne-i mezkûrîn, fi 12 Şevval, sene 910. ‘Azizi, şâ'ir Câme : Benek-i Bursa, sevb M ¿filî, şâ'ir Rühı, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Câme : Munakkaş-ı Bursa Bursa 0 Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorı an kemha-i kırmızı, sevb Safyî, şâ'ir Lalî, şâ'ir Büri Büri İ Sabâyı, şâ'ir Büri 1 Hvânl, şâ'ir Büri 1 Sâ’ill, şâ'ir Câme : mislehu Keşfi, şâ'ir Büri 1 Refiki, şâ'ir Kadife-i Bursa 1 Şehdî, şâ'ir Câme : mislehu s. 108 27. İn'âm be-mezkürîn, fi. 2 Zi’l-ka'de, sene 910. Mâli, şâ'ir ki kaside âverd. 3 000 s. 111 28. İn'âm be-mezkürîn, fi 21 Zi’l-ka'de, sene 910. Kâtibi, şâ'ir Der-cemâ‘it-i müşâhere-horân 2 000 s. 119 29. ‘îdâne-i mezkûrîn, fi 19 Zi’l-hicce, sene 910. ‘Azizi, şâ'ir Câme-: Benek-i Bursa, sevb. Rühl, şâ'ir Mâ’ilî, şâ'ir Câme: Munakkaş-ı Câme: munakkaş-ı Bursa, sevb. Bursa, sevb. İSM AİL ERtİNSAL 312 Kâtibi, şâ'ir Şehdi, §â‘ir Câme : Mirahorî ‘an Câme : mislehu kemha-i kırmızı, sevb Refiki, şâ'ir Kadife-i rişte-i Bursa, tak Hamdı, §â‘ir Büri tak ' Lâll, şâ'ir Büri tak Safyl, şâ'ir Büri tak Sâ’ilî, şâ'ir Câme : mislehu Sabâyl, şâ'ir Büri tak Keşfi, şâ'ir Büri tak Hvânl, şâir Büri tak s. 137 30. în'âm be-Rühl, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân, fi 4 Safer, sene 911. Nakdiye 2 000 Câme Munakkaş-ı Bursa sevb. s. 149 31. Tasaddukât be-mezkürîn fi 23 Reb. I. sene 911. Edibi, şâ‘ir-i ‘Acem ki Mekke-i şerife, şerrefehâllâhu, hTâhed reft. 2 000 s. 152 32. Tasadduk be-mezkürîn, fi 17 minhu (Reb. n . 911) Mevlânâ Hadidl, şâ'ir ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd. 2 000 s. 153 3. Tasadduk be-mezkürîn, fi 24 minhu (Reb. n . 911) Baslrl, şâ'ir 2 000 s. 158 34. în'âm be-mezkürîn fi 14 minhu (Cem. II. 911) Mevlânâ Ahmed Çelebi, müderris-i Üsküb ki Kıssa-i Yûsuf, tercüme-i hod âverd. Nakdiye Câme 5 000 ‘an murabba, sevb II. B  Y E Z İD D E V R İN E A İ T B İR İN ’ M  T D E F T E R İ 313 m 35. în'âm be-mezkürîn fi 4 minhu (Şaban 911) Mevlânâ Safdi Çelebi, birâder-i tevkii ki kaside âverd. 3 000 166 36. Tasadduk be-mezkürîn fi 25 minhu (Şaban 911) Keşfi, §a‘ir 500 Safili, şâ'ir Be-ma‘rifet-i ser-hâzin 1500 179 37. ‘Idâne-i mezkürîn, fi 7 Şevval 911. Ruhi, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Bursa, sevb ‘Azizi, şâ'ir Câme : Benek-i Bursa, sevb Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorî ‘an kemha-i kırmızı, sevb. Refiki, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Safili, şâ'ir Câme : mislehu Sa'yi, şa'ir Büri 1 Keşfi, şâ'ir Büri 1 Lâli, şâ'ir Büri 1 Mâ’ili, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Bursa, sevb Şehdi, şâ'ir Câme : mislehu Sabâyi, şâ'ir Büri 1 H vâni, şâ'ir Büri 1 181ı 38. în'âm be-mezkürın fi 8 Zi’l-hicce, sene 911. Mevlânâ Refiki, kâtib-i tevkî'î ki kaside âverd. 39. ‘Idâne-i mezkurîn fi 16 Zi’l-hicce, sene 911. ‘Azizi, şâ'ir Câme : Benek-i Bursa, sevb Ruhi, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Bursa, sevb Mâfili, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Bursa, sevb İSM AİL ERÜN SAL 314 Kâtibi, şâ'ir Safili, şâ'ir Câme : Mirahorî an Câme : mislehu kemha-i kırmızı, sevb Şehdî, şâ'ir Câme : mislehu Refiki, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Keşfi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Safyi, şâ'ir Biiri 1 Lâlî, şâ'ir Büri 1 Sabâyı, şâ'ir Biiri i 1 H'âni, şâ'ir Büri 1 s. 185 40. İn'âm be-inezkürın fi 16 Zi’l-hicce, sene 911. Mevlânâ İdris, münşî ki tarîh-i âl-i Osman güft. Nakdiye 50 000 Câme Çatma-i Bursa, sevb. s. 187 41. în‘âm-ı ‘Ömer Çelebi, kâtib-i tevkı'î ki kasîde âverd, fi 9 minhu (Muharrem 912) Nakdiye 3 000 Câme ‘an murahbba ba-çuka, sevb Tasadduk be-mezkürîn fi ‘âşiri minhu (Muharrem 912) Sabâyı, şâ'ir 1500 s. 190 42. în‘âm-ı Ruhi, şâ'ir, der-cemâ‘at-ı müşâhere-horân, fi 14 Safer, sene 912. Nakdiye 2 000 Câme Munakkaş-ı Bursa II. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR İN ’ÂM ÂT DEFTERİ 315 197 43. Tasadduk be-mezkürîn fi 20 Cem. II., sene 912. Firdevsî, şâ'ir, müellif-i Süleymân-nâme 3 000 Kâtibi, §â‘ir ‘an cemâat-i horan müşâhere- 2 000 202 44. Tasadduk be-mezkürîn fi 18 minhu (Şaban 912) §efil, şâ'ir 2 000 207 45. Tasadduk be mezkürîn fi 17 Ramazan 912. Sabâyı, şâ'ir 1500 46. Tasadduk be-mezkürîn fi 23 minhu (Ramazan 912) Safâyl, şâ'ir Keşfi, şâ'ir 1500 500 209 47. ‘îdâne-i mezkürîn, fi 8 minhu (Şevval 912) ‘Azizi, şâ'ir Câme : Benek Ruhi, şâ'ir Câme : Munakkaş Şehdî, şâ'ir Câme : Mirahorî kemha, sevb. Refiki, şâ'ir Kadife-i rişte Metili, şâ'ir Câme : mişlehu Kâtibi, şâ'ir Câme : mislehu Sa‘yl, şâ'ir Büri 1 Lâlî, şâ'ir Büri 1 Keşfi, şâ'ir Kadife-i rişte SabâyI, şâ'ir Büri 1 211 48. İn‘âm-ı Firdevsî, müellif-i Süleymân-nâme, fi .9 minhu (Zi’l-ka'de 912) Nakdiye 3 000 Câme Benek-i Bursa İSM AİL ERÜN SAL S. 213 49. în'âm be-mezkürîn fi selhi Zi’l-ka'de, sene 912. Mevlânâ Zamiri ki kaside âverd. Nakdiye 3 000 Câme ‘an murabba ba çuka, sevb 50. îdâne-i mezkürîn fi 14 minhu (Zi’l-hicce 912) 'Azizi, şâ'ir Câme : Benek-i Bursa, sevb Rühi, şâ'ir Mâ’ili, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Câme : mislehu Bursa, sevb Kâtibi, şâ'ir Sâ’ili, şâ'ir Câme : Mirahorı ‘an Câme : mislehu kemha-i kırmızı, sevb Şehdi, şâ'ir Câme : mislehu Refiki, şâ'ir Kadife-i rişte-i Bursa Sa‘yi, şâ'ir Büri 1 Keşfi, şâ‘ir Kadife-i rişte-i Bursa Sabâyi, şâ'ir Büri 1 s. 221 51. în'âm be-mezkürîn fi 8 minhu (Safer 913) "Mâ’ili, şâ'ir ki kaside âverd. Kâtibi, şâ'ir ki kâsıde âverd 3 000 2 000 s. 224 52. în'âm be-mezkürın fi 6 minhu (Reb. I. 913) Rühi, şâ'ir, ‘an cemâ‘at-i müşâhare-horân Nakdiye 2 000 Câme Munakkaş-ı Bursa, sevb 53. în'âm be-mezkürîn, fi 9 Reb. II. , 913. ‘Ömer, kâtib-i tevkı'i ki kasîde dâde. Nakdiye Câme 3 000 ‘an murabba ba-çuka, sevb n . B ÂYEZtD DEVRİNE A İT BÎR ÎN ’ M ÂT DEFTERÎ 229 54. Tetimme-i in'âm be-mezkürîn fi 8 Reb. İL, sene 913. Mevlânâ tdrîs, münşi 5 000 231 55. În'âm be-mezkürîn fi 26 minhu (Reb. İL, sene 913) Firdevsî, şâ'ir Nakdiye 3 000 Câme Benek-i Bursa, sevb 239 56. Tasadduk be-mezkürîn fi 3 minhu (Cem. İL, 913) Sabâyı, şâ'ir ki mersiye-i vefât-ı Mahmüd Beg tabe serahu (âverd) 1500 Edibi, şâ'ir ki mersiye âverd. 2 000 Keşfi, şâ'ir ki mersiye âverd. 500 Kâtibi, şâ'ir ki mersiye âverd. 2 000 Sâ’ili, şâ'ir ki mersiye âverd. Nakdiye 2 000 Câme Mirahorî ‘an kemha-i kırmızı, sevb Ruhi, şa'ir ki mersiye âverd. Mâ’ilî, şâ'ir ki mersiye âverd. Nakdiye 2 000 N Nakdiye 2 000 Came Munakkaş Câme Mislehu Mevlânâ ‘ Ömer, kâtib-i tevkî'i [‘i ki mersiye âverd. Refiki, şâ'ir ki mersiye âverd. Nakdiye 3 000 500 Came ‘an murabba, sevb İSM AİL ERÜN SAL 318 Şehdî, şâ'ir ki mersiye mersiye âverd. -£500 Mehmed Çelebi bin Nişancı Paşa ki mersiye âverd. Nakdiye Câme 3 000 ‘an murabba, sevb Mehmed Çelebi bin Mevlânâ Kazasker-i köhne ki 'mer siye âverd. Nakdiye 2 000 Câme ‘an murabba, sevb s. 239 57. Tasadduk be-mezkürîn, fi 5 minhu (Cem. ü ., 913). Bâyezld Çelebi, birâder-zâde-i Mevlânâ Akşemseddin ki tarib-i vefât-ı Sultan Mahmüd güft. Nakdiye 2 000 Câme ‘an murabba ba-çuka, sevb. s. 250 58. Tasadduk be-mezkürîn fi gurre-i minhu (Ramazan 913) Sabâyı, §â‘ir 2 000 Kâtibi, §â‘ir 2 000 s. 252 59. Tasadduk be-mezkürîn, fi 19 Ramazan, sene 913. Safâyl, §â‘ir 1500 s. 25Jf 60. în‘âm be-mezkürîn fi 27 minhu (Ramazan, 913) Mevlânâ Saedi, müderris-i medrese-i hazret-i Ali Paşa ki kaside âverd. Nakdiye 3 000 Câme ‘an murabba ba-çuka, sevb. n . BÂYEZİD DEVRİN E A lT BÎR ÎN ’ÂM ÂT DEFTERİ 319 256 61. ‘Idâne-i mezkürîn fi 6 Şevval, sene 913. ‘Azizi, şâ‘ir Ruhî, şâ'ir Câme: Benek-i Bursa Câme: Munakkaş-ı sevb Bursa, sevb. Md’ili, şâ'ir Câme: mislehu Kâtibi, şâ'ir Sâ’ili, şâ'ir Câme: Mirahorî ‘an Câme: mislehu kemha-i kırmızı, sevb. §ehdi, şâ'ir Câme: mislehu ŞefFi, şâ'ir Câme: mislehu Refiki, şâ'ir 400 Sabâyî,' şâ'ir Kadife-i rişte 1 Keşfi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 .. Sa‘yî, şâ'ir Büri 1 Hvâni, şâ'ir Büri 1 258 Lâlî, şâ'ir Büri 1 Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte-i Bursa ' 62. İn'âm be-mezkürîn, fi 18 minhu (Şevval, 913). Mevlânâ Vasfı, kâdı-yı cedıd-i Malkara ki kaside âverd. Nakdiye 2 000 Câme ‘an murabba ba-çuka, sevb 265 63. ‘Idâne-i mezkürîn, fi 15 minhu (Ramazan, 913) ‘Azizi, şâ'ir Câme : Benek-i Bursa, sevb. Ruhî, şâ'ir Mâ’ilî, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Câme : mislehu Bursa Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb. Şehdi, şâ'ir Câme : mislehu Sâ’ili, şâ'ir Câme : mislehu İSM AİL E RÜN SAL 320 ŞefFi, şâ'ir Câme : mislehu Keşfi, şa'ir Kadife-i rişte 1 Refiki, şâ'ir 400 Sabâyı, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Söfyî, şâ'ir Büri 1 Hvânî, şâ'ir Büri 1 Lâli, şâ'ir Büri 1 s. 273 64. Tasadduk be-mezkürîn, fi 6 minhu (Muharrem, 914). Safâyi, şâ'ir ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd. 3 000 s. 274 66. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 Muharrem sene 914. Mâ’ilî, şâ'ir, der cemâ'at-i müşâhere-horân ki kasîde âverd. Nakdiye 3 000 Câme Munakkaş-ı Bursa, sevb. s. 275 66. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 Muharrem sene 914. Revâni, şâ'ir, ‘an ebnâ-i sipâhiyân ki kasîde âverd. 2 000 s. 275 67. Tasadduk be-mezkürîn fi 15 minhu (Muharrem, 914). Lâli, şâ'ir ki kasîde âverd. 1 500 s: 276 68. İn'âm be-mezkürîn fi 20 minhu (Muharrem, 914) Mevlânâ îdris, münşî 4 000 II. BÂY EZtD DEVRİN E A İT B tR IN ’A M A T D EFTERİ 321 69. İn'âm be-mezkürîn fi 22 minhu (Muharrem, 914). Kâtibi, şâ'ir ki kasîde âverd. 2 000 70. İn'âm be-mezkürîn, fi 29 minhu (Muharrem, 914). 'Ali Çelebi bin Mehmed Beg, der cemâ‘at-i müşâherehorân, ki kasîde âverd. Nakdiye 2 000 Câme Benek-i Bursa, sevb. s. 277 71. İn'am be-mezkürîn, fi 5 minhu (Safer, 914). Nöker-i Hazret-i Sultan Korkud Beg, tale bekâhu, benâm-ı Haydar ki kitâb-ı te’lîf-i Hazret-i Sultan Korkud, tâle bekâhu, âverd. Nakdiye 5 000 Câme ‘an murabba ba-çuka, sevb. Câme Mirahorî ‘an murabba, sevb. s. 279 72. İn'âm be-mezkürîn, fi 14 Safer 914. Ruhi, şâ'ir Nakdiye Câme 2 000 Munakkaş-ı sevb. Basîrî, şâ'ir ki kasîde âverd 2 000 Bursa, 73. İn‘âm be-mezkürîn, fi 18 minhu (Safer, 914). Mevlânâ Necati ki kasîde âverd. Nakdiye 2 000 Câme Benek Tarih Enstitüsü Dergisi -.E . 21 İSM AİL E R tîN SA L 322 s. 280 74. İn'âm be-mezkürın, fi 21 Safer, sene 914. Haydar Çelebi} defterdâr-ı köhne-i Şahinşâh Beg tâle bekâhu, ki kaside âverd. Nakdiye 5 000 Câme Çatma-i Bursa, sevb. s. 288 75. Tasadduk be-mezkürın, fi 2 minbu (Cem. I., 914). Mihrl Hatun, şâire ‘an Amasya ki Dîvân-1 bod feristâd. 3 000 s. 291 76. în‘âm be-mezkürîn, fi 21 minhu (Cem. I., 914). Haydar Çelebi, defterdâr-ı köhne-i §ahinşah Beg tâle bekâhu, ki kasîde âverd. Nakdiye Câme 5 000 Çatma s. 294 77. Tasadduk be-mezkürîn, fi 12 minhu (Cem. II., 914). Sabâyı, şâir 300 s. 296 78. Tasadduk be-mezkürîn, fi 21 Cem. İL, sene 914. Nâtıkî, şâir ki kasîre âverd. 1500 s. 298 79. In'âm be-mezkürîn, fi 28 Cem. İL, sene 914. Mevlânâ İdrîs, münşî 4 000 n . B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR ÎN ’ M ÂT D EFTERİ 323 SOS 80. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 minbi (Receb, 914). Firdevst, miiellif-i Süleymân-nâme Nakdiye 3 000 Câme Benek-i Bursa, sevb. S04 81. In'âm be-mezkürîn, fi 25 Receb, sene 914r. Mevlânâ İdrîs, münşî ki kitâb dâde. Nakdiye 10 000 Câme ‘an murabbaba-post-ı semur, sevb. 307 82. İn‘âm be-mezkürîn fi 12 Şaban 914. ‘Ömer Beg, kâtib-i dîvân ki kasîde âverd. Nakdiye 3 000 Câme Benek 309 83. în‘âm-ı Kâtibi, şâ‘ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân fi 19 minhiı (Şaban, 914). 2 000 Sabâyı, şâ'ir 300 SU 84. Tasadduk be-mezkürîn, fi 3 Ramazan 914. Mustafa, şâ'ir ki kasîde âverd. 2000 312 85. Tasadduk be-mezkürîn, fi 17 minhu (Ramazan, 914). Sabâyı, şâ'ir 2 000 İSM AİL ERÜN SAL 324 s. 313 86. Tassadduk be-mezkürîn, fi 22 Ramazan, sene 914. Safâyî, şâ'ir 1500 Keşfi, şâ'ir 500 s. 314 87. Tasadduk be-mezkürîn, fi 24 Ramazan, sene 914. Sa‘yî, şâ'ir 500 ‘Ali bin Seyyid /Ömer ki kaside âverd. Nakdiye Câme 2 000 Benek Safdi Çelebi, müderris-i medrese-i Semâniye ki kaside âverd. Nakdiye Câme 3 000 Murabba-ı çuka-ı kırmızı sıkarlata ‘Ali bin Mehmed Paşa Karamanı ki kasîde âverd. Nakdiye Câme 3 000 Murabba çuka-ı kırmızı sıkarlata. Kâtibi, şâ'ir ki kasîde âverd. Nakdiye Câme Benek 3 000 88. İn'âm be-mezkürîn, fi 6 Şevval, sene 914. Safili, şâ'ir ki kasîde âverd. Nakdiye 4 000 Câme mislehu s. 315 89. ‘îdâne-i mezkürîn, fi 8 Şevval, sene 914. ‘Azizi, şâ‘ir Came: Benek-i Bursa, sevb. Ruhi, şâfir Câme: Munakkaş-ı Bursa, sevb. Revani, şâ'ir mislehu Mafili, şâir câme: mislehu Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorî ‘an kemha-i kırmızı, sevb. Şehdî, şâ'ir Câme: mislehu Safili, şâ'ir Câme: mislehu II. B ÂYEZİD DEVRİN E A İT B İR İN ’ M  T DEFTERİ Nâtıkî, §â‘ir Câme: mislehu §efı% şâcir Câme: mislehu Sdbâyl, şâ'ir Kadife-i alaca-i Bursa 1 Keşfi, şâ'ir Kadife-i rişte-i Bursa 1 Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte-i Bursa 1 Refiki, şâ'ir 400 Safyl, şâ'ir Büri 1 Lalı, şâ'ir Büri 1 90. în'âm be-mezkürîn, fi 8 Şevval, sene 914. Firdevsi, şâ'ir Nakdiye Câme 3 000 Benek-i Bursa, sevb. s. 318 91. în'âm be-mezkürîn, fi 15 Şevval, sene 914. Refiki, şâ'ir ki kasîde âverd. 1500 s. 321 92. în'âm be-mezkürîn, fi 29 Şevval, sene 914. ‘ Ömer, kâtib-i tevkî'i ki kasîde-i sitâyiş âverd. Murabba 1 Postbâ-ı semur Mevlânâ İdrls, münşî ki kitâb âverd. Nakdiye 7 000 Câme an murabbaba-çuka, sevb. s. 322 93. în'am be-mezkürîn, fi 7 Zi’l-ka’de, sene 914. Derviş Mahmud hin Abdulkadir ki kitab-ı te’lif-i bod âverd. Nakdiye Câme 3 000 Benek-i Bursa, sevb. Hazret-i Korkud Çelebi tâle bekâhu ki kitab-ı te’lif-i hod feristâde bude. Hasene-i efrenciye 2 000 sikke 325 İSM AİL E RÜN SAL 326 94. Tasadduk be-mezkurîn, fi 7 minhu (Zi’l-ka’de, 914) Şerifi, şâ'ir ki gazel âverd. 400 95. în'âm be-mezkürın, fi 20 minhu (Zi’l-ka’de, 914) Kâtibi, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân 2 000 s. 96. Tasadduk be mezkurîn, fi 28 minhu (Zi’l-ka’de, 914) Mevlânâ Lalı, şâ'ir ki kaside âverd. 1500 Sabâyı, şâ'ir ki kaside âverd. 500 s. 324 97. Tasadduk be-mezkürın, fi 4 minhu (Zi’l-hicce, 914) Müşteri, şâ'ir ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd. 2 000 s. 326 98. Tasadduk be-mezkürîn, fi 18 minhu (Zi’l-hicce, 914) Visali, şâ'ir ki kaside âverd. 2 000 99. ‘İdâne-i mezkurîn, fi 18 Zilhicce, sene 914 ‘Azizi, şâ'ir Câme: Benek-i Bursa, sevb. Ralil, şâ'ir Câme: Munakkaş-ı Bursa, sevb. RevânI, şâ'ir Câme: mislehu Mâilî, şâ'ir Câme : mislehu Meslhî, şâir Câme: mislehu Kâtibi, şâ'ir Câme: Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb. Şefti, şâ'ir Câme: mislehu §ehdl, şa'ir Câme: mislehu Nâtıkl, şâ'ir Câme: mislehu H. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR İN ’ M  T DEFTERİ Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte-i Bursa. 1 S¿filî, şâ'ir Sabâyı, şâ'ir Câme; an murabba Kadife-i alaca ba-çuka, sevb. 1 Keşfi, şâ'ir Kadife-i alaca Refiki, şâ'ir 400 Lâli, şâ'ir Büri 1 H'âni, şâ'ir Büri 1 327 Sacyi, şâ'ir Büri 1 Basiri, şâ'ir Kemha-i gifteri-i Bursa 327 100. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 minhu (Zil-hicce, 914) Şerifi, şâ'ir 400 101. İn'âm be-mezkürîn, fi 27 minbu (Zi’l-bieee, 914) Merdüm-i Mevlânâ îdris, münşi, be-hidmet-i hassa feristâde. 2 000 102. în‘âm-ı Mciili, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân ki ka side âverd. fi 23 minhu (Zi’l-hicce, 914) Nakdiye 3 000 Câme . Munakkaş-ı Bursa, sevb. 331 103. İn'âm be-mezkürîn fi 7 minhu (Safer, 915) Rühi, şâ'ir Nakdiye Câme 2 000 Münakkaş 331f 104. İn'âm be-mezkürüı fi 8 minhu (Reb. I., 915) Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd. 2 000 % İSM AİL E RÜN SAL 328 s. 336 105. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 Reb. I., 915. Baslrl, şâ'ir ki kaside âverd. 2 000 s. 337 106. Ta’ziye-i Mevlânâ îdrls, münşi ki veled-eş müteveffa şüd, fi 4 minhu (Reb. II., 915) Câme Çatma-i Bursa, sevb s. 340 107. Tasadduk be-mezkürîn fi 2 minhu (Cem. I., 915) Şerifi, şâ'ir 300 s. 344 108. Tasadduk be-mezkürîn fi 3 Cem. II., sene 915. Sabâyı, şâ'ir 2 000 s. 346 109. Tasadduk be-mezkürîn, fi 8 Cem. II., sene 915. Keşfi, şâ'ir 800 s. 352 110. Tasadduk be-mezkürm, fi 28 minhu (Cem. II., 915) Safâyl, şâ'ir 1500 Firdevsl, müellif-i Süleymân-nörne, be-marifet-i ser-hazin. Nakdiye 3 000 Câme Benek II. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT B İR İN ’ÂM ÂT D EFTERİ 329 353 111. Fi şehr-i Recebi’l-mürecceb, sene 915. İrsaliye be-Mevlânâ Bedreddin, hatib-i İmâret-i Hazret-i hailede mülkehü ki der Mekke-i mu'azzama mücavir şüd, an yed-i Revanı, an ebnâ-i sipâhiyân, fi gurre-i minhu. Eşrefiye 500 sikke 351f 112. Tasadduk be-mezkürîn, fi 5 Receb, sene 915. Revanı, ki bâ mehbül-i evkaf-ı Mekke ve Medine-i şerife, şerrefehâ’llâhu, feristâde. 5 000 355 113. İrsaliye be-mezkürîn be-nakl-i Revani ve Haşan an ebnâ-i sipâhiyân fi 8 minhu (Receb, 915) 359 114. Tasadduk be-mezkürîn fi 11 minhıı (Ramazan, 915) Mahbüb Çelebi bin Şeyh Hübân ki kaside dâde. 3 000 360 115. Tasadduk be-mezkürîn, fi 18 minhu (Ramazan, 915) Sabâyı, şâ'ir 2 000 fi 24 minhu Keşfi, şâ'ir 800 361 116. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 minhu (Ramazan, 915) Mevlânâ Sa‘yi, şâ'ir 500 İSM AİL E RÜN SAL 330 s. 363 117. ‘îdâne-i mezkürîn fi 15 minhu (Şevval, 915) Ruhî, şâ'ir Sabâyı, şâ'ir Câme : Munakka§-ı Câme : Munakkaş-ı Bursa, sevb. Bursa, sevb. Basîrî, şâ'ir Kemha-i güfteri-i Bursa 1 Refiki, şâ'ir 600 Keşfi, şa'ir Kadife-i alaca 1 Azizi, şâ'ir Câme : Benek-i Bursa, sevb. Mâ’îtî, şâ'ir Şeffî, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Câme : Mirahorı an Bursa, sevb. kemha-i kırmızı, sevb Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Mesîhî, şâ'ir Nâtıkî, şâ'ir Câme : Münakkaş, Câme : Mirahorı an sevb. kemha-i kırmızı, sevb. Şehdi, şâ'ir Câme : mislehu s. 366 118. Tasadduk be-mezkurîn, fi 3 minhu (Zi’l-ka'de, 915) Mihrî Hatun, şâ‘ire-i Amasyaî, ân yed-i Mahbüb Çelebi bin Şeyh Hübân. 3 000 s. 371 119. Tetimme-i in'am be-mezkurîn, fi 6 Zi’l?hicce, sene 915. Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd be-cihet-i vakfiyet. 4 000 s. 373 120. Tasadduk be-mezkürîn, fi 15 Zi’l-hicce, sene 915. Sabâyı, şâ'ir ki kaside âverd be-cihet-i vakfiyet. 1000 s. 37İt 121. Tasadduk be-mezkurîn, fi 20 minhu (Zi’l-hicce, 915) Şerifî, şâ'ir 400 - II. B ÂY EZÎD DEVRİNE A İT BİR İN ’ M ÂT D EFTERİ 331 122. ‘îdâne-i mezkürîn, fi 20 minhu. Azizi, şa'ir Câme : Benek Ruhî, şa'ir Câme : Münakkaş Meslhl, şâ'ir Câme : mislehu Kâtibi, şâ'ir Şeffî, şâ'ir Şehdî, şâ'ir Câme : Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb Câme : mislehu Câme : mislehu Nâtıkî, şâ'ir Câme : mislehu Sabâyı, şâ'ir Kadife-i alaca-i Bursa 1 Baslrı, şâ'ir Kemha-i gifteri-i Bursa 1 Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Refiki, şâ'ir 600 H'ânî, şâ'ir Büri 1 Sinânl, şâ'ir Büri 1 Sa‘yî, şâ'ir Büri 1 Sâ’ill, şâir Câme : an mu rabba, sevb. Keşfi, şâ'ir Kadife-i alaca-i Bursa tak s. 375 123. Tetimme-i in'âm, fi 20 minhu (Zi’l-hicce, 915) Mevlânâ Sa‘dî Çelebi, an müderrisân-ı Semâniye, birader-i tevkl'i ki kaside feristâd. Nakdiye 3 000 Câme an murabba ba-çuka, sevb. s. 381 124. Tasadduk be-mezkürîn, fi 12 minhu (Muharrem, 916) Basîrî, şâ'ir ki kaside âverd. 2 000 s. 382 125. Tasadduk be-mezkürîn, fi 21 minhu (Muharrem, 916) Ala’addln, şâ'ir el-ma’rüf hi-Şehdi 1500 İSM AİL ERÜN SAL 332 S. 388 126. İn'âm be-mezkürîn, fi sâmin minhu (Reb. I., 916) Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd 2 000 s. 392 127. İn'âm be-mezkürîn fi sabi’ minhu (Reb. II., 916) Refiki, an kâtibân-ı Dıvân-ı âlî ki kasîde âverd. 1500 s. 393 128. în‘âm be-mezkürîn, fi 13 Reb. İL, sene 916. RüTul, şâ'ir Nakdiye 2 000 Câme Munakkaş-ı Bursa, sevb. s. 39Jf 129. Tasadduk be-mezkürîn, fi 21 Reb. II., sene 916. Zâti, şâ'ir ki kasîde âverd. 2 000 s. 396 130. İn'âm be-mezkürîn, fi 21 Cem. I., sene 916. Mâ’iti, şâ'ir Nakdiye Câme 3 000 Munakkaş s. 397 131. İn'âm be-mezkürîn, fi Cem. I., sene 916. Şeffl, şâ'ir an eemâ‘at-i müşâhere-horân 1000 s. 399 132. Tasadduk be-mezkürîn, fi 9 minhu (Cem. II., 916) Safâyl, şâ'ir 1500 H . B  Y E Z ÎD D E V R İN E A İT B İR ÎN ' M  T D E F T E R Î S. JfOO 133. İn'âm be-Mevlânâ Idrîs, miinşî, fi 8 Receb 916. Nakdiye 7 000 Câme an murabbaba-çuka s. 402 134. Fi 29 Reeeb 916. Vâlide-i Mevlânâ Idrîs Nakdiye Câme 4 000 Kemha-isürmâî fireng-i sâde, be-zirâ‘-i Bursa 47 s. IfOl 135. Tasadduk be-mezkürîn, fi 16 minhu (Şaban, 916) Sabâyı, şâ'ir 500, s. m 136. İn'âm be-mezkürîn, fi 16 Şaban, sene 916. Mevlânâ Idrîs, münşî 7 000 s. Jf11 137. Tasadduk be-mezkürîn, fi 5 minhu (Ramazan, 916) Keşfi, şâ'ir 500 Veled-i Mevlânâ Idrîs ki kasîde âverd. Nakdiye 2 000 Câme an murabba ba-çuka, sevb. s. 413 138. Tasadduk be-mezkürîn, fi 19 Ramazan, sene 916. Lâli, şâ'ir 1500 333 ISM AIL E RÜN SAL 334 S. Jfl5 139. Tasadduk be-mezkürîn, fi 26 Ramazan 916. Sa‘yl, şâ'ir 500 s. W 140. ‘îdane-i mezkürîn fi 5 Şevval, sene 916. 'Azizi, şâ'ir Came : Benek-i Bursa, sevb. Ruhi, şâ'ir Meslhl, şâ'ir Câme : Munakkaş-ı Câme : mislehu Bursa, sevb. Nasibi, şâ'ir Câme : mislehu Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb Ş effl, şâ'ir Câme : mislehu Sabâyı, şâ'ir Kadife-i alaca-i Bursa S&ilî, şa'ir Câme : mislehu 1 ‘Iyänl, şâ'ir 500 Nâtıkl, şâ'ir Câme : mislehu Keşfi, şâ'ir Kadife-i alaca-i Bursa 1 Refiki, şâ'ir 600 fi 5 zilkade 916 200 yekun 800 Baslrl, şâ'ir Kemha-i gifteri-i Bursa 1 Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 s. U 7 141. Tasadduk be-mezkürîn fi ‘aşir minhu (Şevval 916) Mihrl Hatun, şâ'ire ki kaside feristâd. 3 000 s. 418 142. în'âm be-mezkurîn, fi 17 Şevval, sene 916. Veled-i Mevlânâ Yarhisarl ki kaside âverd. 2 000 Kâtibi, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân. 2 000 n . B ÂYEZİD DEVRİN E A İT B İR İN ’ÂM ÂT D EFTERİ 335 143. Tasadduk be-mezkurîn, fi 24 Şevval, sene 916. Sabâyı, şa'ir 2 000 s. 419 144. Mevlânâ Muzaffer, müderris-i medrese-i Semâniye ki kitâb-ı te’lif-i hod âverd. Nakdiye 10 000 Câme an murabba ba-çuka, sevb Câme Mirahorî an murabba, sevb. s. 428 145. ‘îdâne-i mezkûrîn fi 17 Zi’l-hicce, sene 916. ‘Azizi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kadife-i müzehheb-i benek-i Bursa, sevb. Meslhl, şâ'ir Câme : mislehu Ruhî, şâ'ir Câme : Mirahorî an kadife-i alaca-i Bursa, sevb. Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb. Nâtıkl, şâ'ir an cemâ‘at-i? câme i mislehu Keşfi, şâ'ir Kadife-i alaca tak Başîrî, şâ'ir Kemha-i gifteri Edibi, şâ'ir Kadife-i rişte 1 Refiki, şâ'ir 500 Sâ’ili, şâ'ir Câme: an murabba ba-çuka, sevb. Zâti, şâ'ir Câme: mislehu ‘lyânî, şâ'ir 500 Sabâyı, şâ'ir Kadife-i alaca tak Kelâmı, şa'ir Büri 1 Nasibi, şâ'ir Lalı, şâ'ir Câme: Mirahorî kadife-i Büri alaca, sevb. 1 Şeffl, şâ'ir Câme: Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb. İSM AİL E RÜN SAL 336 s. m 146. Tasadduk be-mezkürîn, fi 25 minim (Zi’l-hicce, 916) Sabâyı, şâ'ir ki kasîde-i Nevrüzı âverd 500 Sâkl, şâ'ir ki kasîde âverd. 1000 s. 433 147. Tasadduk be-mezkürîn, fi 16 minhu (Muharrem, 917) Basırî, şâ'ir ki kasîde âverd. 2 000 s. 437 148. Sabâyı, şâ'ir ki kasîde âverd. 2 000 s. 438 149. .İn'âm be-mezkürîn, fi 22 minhu (Safer, 917) Refiki, an kâtibân-ı tevkî'î ki kasîde âverd. 2 000 150. Tasadduk be-mezkürîn, fi 22 minhu (Safer, 917) Zâti, şâ'ir ki kasîde ve ğazel-hâ âverd. 2 000 s. 441 151. Tetimme-i in'âm be-mezkürîn, fi ‘âşir minhu (Reb. I. 917) Kâtibi, şâ'ir ki kasîde âverd. 2 000 s. 452 152. în'âm be-mezkürîn, fi 24 minhu (Reb. İL, 917) Refiki, kâtib-i tevkî'i ki mersiye-i Şâhinşâh Beg âverd. 2 000 s. 454 153. Tasadduk be-mezkürîn, fi 6 minhu (Cem. I., 917) ‘lyânl, şâ'ir ki tarih-i inhizâm-ı Selim Beg âverd. 1000 H. B ÂYEZÎD DEVRİNE A İT BİR ÎN ’ M ÂT D E FTE R İ 337 s. 458 154. Tasadduk be-mezkürîn, fi selhi minhu (Cem. I., 917) Baslrî; şâ'ir ki tarih âverd. 1000 Keşfi, şâ'ir ki tarih âverd. 1000 s. 462 155. İn'âm be-mezkürîn, fi 6 minhu (Cem. İL, 917) Şehdî, şâ'ir ki mersiye-i Şâhinşâh Beg âverd. 1000 s. 463 156. İn'âm be-mezkürîn fi 12 minhu (Cem. İL, 917) Şehri, şâ'ir 1000 s. 464 157. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 minhu (Cem. İL, 917) Kâtibi, şâ'ir ki mersiye-i Şâhinşâh Beg âverd. 2 000 s. 468 158. İn'âm be-mezkürîn, fi 29 minhu (Cem. İL, 917) Şefti şâ'ir 1000 s. 410 159. İn'âm be-mezkürîn, fi 11 minhu (Receb, 917) . Ruhi, şâ'ir Nakdiye Câme 2 000 Munakkaş, sevb s. 471 160. İn'âm be-mezkürîn, fi 17 minhu (Receb, 917) Defterdâr-ı Süleyman Çelebi bin Sultan Ahmed, tâle bekâhum, ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd. 3 000 Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 22 İs m a i l , e r ü n s a l 338 s. m 161. Tasadduk be-mezkürın, fi 3 minhu (Şaban, 917) Sabâyı, şâ'ir be-cihet-i vakfiyet. 3 000 s. m 162. Tasadduk be-mezkürın, fi 15 minhu (Ramazan, 917) Keşfi, şâ'ir 1500 s. m 163. ‘Idâne-i mezkürın (9 Şevval 917) Sabâyı, şâ'ir 400 1Azizi, şâ'ir Câme : Mirahorl an kadife-i müzehheb-i benek-i Bursa, sevb. Mâ’iti, şâ'ir Câme : Mirahorî an kadife-i alaca-i Bursa, sevb. Meşîhi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kadife-i ala ca-i Bursa, sevb. Kâtibi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb. ŞeffV şâ'ir Câme : an murabba ba çuka, sevb. Sâ’ilı, şâ'ir Câme : an murabba baçuka, sevb. Basiri, şâ'ir Kemhâ-i gifteri 1 Nasibi, şâ'ir Câme : Mirahorî an kadife-i alaca-i Bursa, sevb. Şehdî, şâ'ir Câme : Mirahorî an kemha-i kırmızı, sevb. Zâti, şâ'ir Edibi, şâ'ir Câme : an murabba ba- Câme : Mirahorî an çuka, sevb.kadife-i alaca-i Bursa, sevb. Keşfi, şâ'ir Kadife-i alaca-i Bursa 1 Lâli, şâ'ir Büri 1 Sinâni, şâ'ir Kadife-i rişte tak n . B ÂYEZİD DEVRİN E A İT BİR IN ’ÂM AT D E FTE R İ 339 164. Tetimme, ‘îdâne-i mezkürîn (14 Şevval 917) Refiki, şâ'ir 800 ‘Iyâni, şâ'ir 500 Sücüdi, şâ'ir ' Câme : an murabba baçuka, sevb.. Nâtıki, şâ'ir 500 Diliri, şâ'ir (?) Büri . 1 m 165. în'âm be-mezkürîn (14 Şevval 917) Ma’iti, şâ'ir, an cemâ‘at-i müşâhere-horân Nakdiye 3 000 Câme Mirahorî an kadife-ialaca-i Bursa, sevb. 489 166. Tasadduk be-mezkürîn (14 Şevval 917) Sabâyi, şâ'ir . 2 000 492 167. Tetimme fi 23 minhu (Şevval, 917) Firdevsi, şâ'ir, be-ma‘rifet-i ser-hâzin Nakdiye 3 000 Câme Mirahorî an kadife-i Bursa, sevb. müzehheb-i benek-i 498 168. Tasadduk be-mezkürîn (20 Zi’l-hicce, 917) Mes’ud bin Muhyiddin bin (?) ki der ‘îd kasîde âverd. Nakdiye 500 Kadife-i rişte tak 499 169. Tetimme fi 27 minhu (Zi’l-hicce, 917) Tasadduk Mihri Hatun, şâ‘ire-i Amasyaî ki kasîde feristâd. 1000 İNDEKS Ahmed Çelebi (Kemalpaşa-zâde), 34 Aluned Çelebi b- Karıgdıran, 12 Ala’addin, 7 Ala’addin el-ma’ruf bi-Şehdî, bk. Şehdi Ali b. Mehmed Paşa Karaman!, 87 Ali b. Seyyid Ömer, 87 Ali Çelebi b. Mehmed Beg, 70 Azızî, 11, 15, 26, 29, 37, 39, 47, 50, 61, 63, 89, 99, 117, 122, 140, 145, 163. Basîrı, 33, 72, 99, 105, 117, 122, 124, 140, 145, 147, 154, 163. Bayezîd Çelebi, birader-zâde-i Mevlânâ Akşemseddin, 57. Bedreddîn, 111. Dillrî ( ? ) , 164 Edlbî, 31, 56, 61, 63, 89, 99, 117, 122, 140, 145, 163. Firdevsî, 43, 48, 55, 80, 90, 167. Hadîdî, 32. Hamdî, 11, 29. Hvânî, 26, 29, 37, 39, 61, 63, 99, 122. Haşan, 113. Haydar, 71. Haydar Çelebi, Defterdâr-ı köhne-i Şahinşâh Beg, 74, 76. îdrls (-i Bidesi), 8, 17, 24, 40, 54, 68, 79, 81, 92, 101, 106, 133, 134, 136, 137. Kâtibi, 11, 14, 23, 26, 28, 29, 37, 39, 47, 50, 51, 56, 61, 63, 69, 83, 87, 89, 95, 99, 104, 119, 122, 126, 140, 142, 145, 151, 157, 163. Kelâmı, 145. Keşfi, 9, 11, 15, 26, 29, 36, 37, 39, 46, 47, 50, 56, 61, 63, 86, 89, 99, 109, 115, 117, 122, 137, 140, 145, 162, 163. Kıssa-i Yûsuf, 34. Korkud Beg, 71, 93. Lâlî, 11, 15, 26, 29, 37, 39, 47, 61, 63, 67, 89, 96, 99, 138, 145, 163. Mahbub Çelebi b. Şeyh Hübân, 114, 118. Mahmüd b. Abdulkadir, 93. Mâ’ilj, 11, 12, 15, 21, 26, 27, 29, 37, 39, 47, 50, 51, 56, 61, 63, 65, 89, 99, 102, 117, 130, 163, 165. Mehmed, 5. Mehmed Çelebi, Cevher!, 20, 21. Mehmed Çelebi b. Kazasker-i köh ne, 56. Mehmed Çelebi b. Nişancı Paşa,.56MesOıî, 99, 117, 122, 140, 145, 163. Mesûd b. Muhyiddin, 168. Mihrî Hatun, 23, 75, 118, 141, 169. Mustafa, 84. 'Iyânî, 140, 145, 153, 164. Not : Indeksdeki rakamlar, kayıd sıra numaralarını göstermektedir. Ö. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR İN ’ M  T DEFTERİ Muzaffer, 144. Müşteri, 97. Nasîbî, 140, 145, 163. Nâtikî, 78, 89, 99, 117, 122, 140, 145, 164. Necatı, 16, 73. Niş anî, 19. Ömer Beg, kâtib-i dîvân, 82. Ömer Çelebi, kâtib-i tevkî'i, 12, 22, 41, 53, 56, 92. Refîlfî, 23, 26, 29, 37, 38, 47, 50, 56, 61, 63, 89, 91, 99, 117, 122, 127, 140, 145, 149, 152, 164. Revânî, 21, 66, 89, 99, 111, 112, 113. Ruhî, 1, 6, 11, 13, 15, 16, 21, .26, 29, 30, 37,39, 42, 47, 50, 52, 56, 61, 63, 72, 89, 99, 103, 117, 122, 128, 140, 145, 159. Sabâyî, 11,15, 18, 25, 26, 29, 37, 39, 41, 45,47, 50, 56, 58, 61, 63, 77, 83, 85, 89, 96, 99, 108, 115, 117, 120, 122, 135, 140, 143, 145, 146, 148, 161, 163, 166. Sa’di Çelebi, 4, 35, 60, 87, 123. Safâyî, 10, 25, 46, 59, 64, 86, 110, 132. Sâ’ilî, 11, 15, 21, 26, 29, 36, 37, 39, 34İ 50, 56, 61, 63, 88, 89, 99, 122, 140, 145, 163. Sâifî, 146. Sa'yî, 11, 15, 26, 29, 37, 39, 47, 50, 61, 63, 87, 89, 99, 116, 122, 139. Sinânî, 122, 163. Sücüdî, 164. Süleyman Çelebi b. Sultan Ahmed, 160. Süleymân-nâme, 43, 48, 80. Şefîl, 44, 61, 63, 89, 99, 117, 122, 131, 140, 145, 158, 163. Şehdî, 11, 15, 21, 26, 29, 37, 47, 50, 56, 61, 63, 89, 99, 117, 122, 125, 155, 163. Şehrî, 156. Şerîfî, 94, 100, 107, 121. Tali'î, merdüm-i Mahmüd Beg, 2, 3. Vâlide-i Mevlânâ Îdrîs, 134. Vasfî, kâdî-yı cedîd-i Malkara, 62. Veled-i Mevlânâ Îdrîs, 137. Visali, 98. Yarhisarî, 142. Zamîrî, 49. Zâtî, 129, 145, 150, 163. i İSM AİL ERÜN SAL w t*Ü•V/Üi « • . WJ ~Jsj^Jjİ£i uULjU ■; 1.M/4U- v İliş .(¿o itu»* -1 *IMi'dİJİV i^ ¡T Z İ . •■•'■o . W* . *Xu : v 5 -s ' > -b Jz£ ^ jJ u^ & wöu/C i;.r -TJ1-. -b ' X .¿Z - i j t j O V _____ „„ *35S3l!: - vjU j 4yıU; ^¡¿—g - ;W|^ , '-S * *uilu ^A-3jw»A.UU%U, «jui j£^j;vjJ t<*1 «f* ir^-f* irf-f . -u'^JvÎ • ■ <T '- •<":-:^cr . > — ■■ » — « Ui ■,•■„«11 < flj> .,•. <! • ^Zöy» ■■ i 1 V— - J « - >'İX 'ıy& ¿V u i ¿01 r j j |v - •■■■/I■., İJ U y u _ « n lU O -- '* y 1* 1r ijuıtiuj t-jj, -c rj j f e s i r . r . - > " - 1 .- ,,iîojj ® İİjİ 3 | i İ^Uj. -r—*> x~*u- t V . ! ^ ,>3Z=£ •- p . | ,tj|. ^ .. *•»•- Spifi - JL. > ^, iiri.UujT.jj, ı . . •tV ^ Jt:v -*<** » p-fala^r- - T I A .-J ) - } j ş ı^ > S l t j « U t j l j < 5 ' i r n i . j W jl j W; üWT7 *v*U f ♦ '¿ v x\ .J j, \* ^ ’ bt* >irV »J* u A**» . j V .T V . . v j < 3!ğn .fe-7r' V WUÎ ' **WÎîi >. ^ rz 3 < î ■ ’$ } a ü *•* t % ^ ^ -¿z 2 i — I İ&İM '. ,<.*>. ird/j- 1"«İ>U İ-Aru’’ I î, V ; •' •. •1-Jı ;f «5 r *“> ’*SLv krîîf ■¿•j'^5’ - *5*1 ¿ ¿ i j ' A , y^TTtâ ! -r-JU — ■(___Uj. 5 J0ji> ' I r - 1/lj|- ll t Ul? . I > w ¿J T ^ I - 11 "i *1. ' ■," I •.^ •...; L-?v'*;- •,"• ■»» ' ■■ ,' î , . M» ı , t. * ~~£<t, “ c ^ . — — •%$> — '•-*j» '• ifS •_u£T ■ x£i r 1 . 1. • „ b-¿~ nic. | ■".; 1 1 • * ^ *'j*-'/ıe î —rftT1' — Tu ■•vv.^ /U İTC • % I «S V1j< -~Ai> i 1 <u5s' &rr* îx_ c |ir. JfJ -ir 2’ •fjjt* •lf Î>.-W -TJI -.Vütji vitit tfp*-' ^Çj'■O^ ^ uf < u v x isi*,’?I-tj'jLuw»j*- .- wAb^ıiÎ1; -‘'rj .'i .. -Cj>> : '(T *_rjjf v v i 'f ::. ' ■t, - r^C u »V..UA1. İn‘amat Defteri, sh. 46-47. ^ r c ;iİ ^ r . ' :» ■ : ■ KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ YENİDEN TENKİDİ* Roderic H. Dwûison İki yüzyılı aşkın bir süre evvel 21 Haziran 1774’de Rusya ile Türkiye arasında Küçük Kaynarca1 köyünde imzalanan barış ant* laşması sadece tarihin devlet münasebetlerindeki büyük gelişme lerinden biri değil, aynı zamanda devlet adamları ve bilim adamları arasında devamlı bir ihtilâf kaynağı olmuştur. Altı yıl sürmüş bir savaşı sona erdiren antlaşmada yer alan maddelerin çoğu sarih, hülâsası kolay ve tesirleri itibariyle açıktır2. Fakat Osmanlı İmpa ratorluğundaki hıristiyanlarm himayesi ve Rusya tarafından İs tanbul’da bir Ortodoks kilisesi kurulabilmesi ile ilgili olan 7. ve 14. maddeleri bir hayli değişik yorumlara konu olmuştur. Esas mesele Rusya’nın, bu maddeler ile Osmanlı topraklarmda bulunan hıristiyanların hâmisi olarak hareket etme hakkını elde edip etmediğidir. Birçok tarihçi Küçük Kaynarca antlaşmasının Rusya’ya böyle bir gardiyanhk rolü verdiğini iddia etmiş ve bazıları da antlaşmanın, * Aslı Slavic Review, cilt 35, no : 3 (Eylül 1976)’de «Russian Skill and Turkish İmbecüity» : -The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconsidered- adı ile yayınlanmış, Erol Aköğretmen tarafından türkçeye tercüme edilmiştir. ' 1 Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde, Tuna’nm sağmda, Süistre’nin güneyinde bir köy. 2 10 Mart 1779 Aynalı Kavak antlaşmasmda yer alan, özellikle Kırım Tatarlariyle ilgili bazı maddelerin anlamları üzerine Rus-Türk anlaşmazlığı; Gabriel Norodounghian’ın metni, Recueil d’actes internationaux de l’Empire ottoman, 4 cilt (Paris, 1897-1903), 1 : 338-44. 1774 ve 1779 arasındaki bu ve diğer Kırım meseleleri için bak. Alan W. Fisher, The Russian Annexation of the Crimea, 1772-1783 (Cambridge, 1970), s. 55-111. 344 R O D E R IC H . D A V IS O N bilhassa bu açıdan, «Rus hüneri ve Türk beceriksizliğine bir örnek olduğu fikrini benimsemişlerdir. Diğer bazı tarihçiler ise antlaşma da böyle bir hakkın açıklıkla belli olmadığı iddiasında bulunmuş lardır. Kimileri de bunun mevcut olmadığım söylemişlerdir. Bu ta rihî vesikanın yeniden tetkiki ise çoktan yapılmış olmalıydı. Şüphesiz yapılması gereken ilk iş, 7. ve 14. maddelerin hıristiyanlarm himayesi ile ilgili olarak ne belirttiğini anlamak için Kü< çük Kaynarca antlaşma metnini gözden geçirmektir. Bu itibarla Rusya'nın İstanbul’da kurabileceği kilisenin -ister mutad bir Rum Ortodoks, ister Rus Ortodoks kilisesi olsun- esas mahiyetindeki amaç önemlidir. Daha sonra antlaşma şartlarım veya Ruslar’ı, Osmanlı topraklarındaki hıristiyanlarm hâmisi olma iddiasına sevkeden o zamanki olayları mütalâa etmek gerekir. Son olarak da «Rus hüneri ve Türk başarısızlığı» hükmünün nasıl ortaya çıktığı ve bunun tarih yazıcılığım nasıl etkilediği gösterilmeye çalışılacaktır. Burada Küçük Kaynarca antlaşması bir bütün olarak bahis konusu olmamakla beraber kısa bir hülâsası faydalı olacaktır. İki yıl sonraki Amerikan bağımsızlık ilânı Atlantik dünyası için ne derece önem taşımış ise bu antlaşma da Yakın-Doğu için o derece önemli bir dönüm noktasını belirlemiştir. Maddeleri gereğince Rus ya, Karadeniz’in kuzey sahilinde stratejik bir dayanak sağlamıştır. Aynı zamanda Tatar’ların bağımsızlıklarını da kabul ettirmek su retiyle, Kırım’ı kendisine bağlamak için önemli bir adım atmış oldu. Osmanlı hükümranlığında kalmış olan Eflâk ve Boğdan’da dahi özel bir mevki kazandı. Osmanlı idaresi altındaki ülkelerde olduğu kadar Karadeniz’de ve Boğazlar yolu ile Akdeniz’de serbestçe ha reket etmek suretiyle geniş ticârî imtiyazlar elde etti. Başkent İstanbul’da sürekli diplomatik temsil ve Osmanlı împaratorluğu’nda istediği yerde konsolosluk kurma hakkını tasdik ettirdi. Bütün bunlar sadece Rusya’nm milletlerarası alanda yapmış ol duğu önemli atılımı değil, aynı zamanda heybetli Türk gücünün ters orantılı bir şekilde zayıflamasını ifade ediyordu. Askerî bir zafer neticesi de olsa, Rusya’nm elde ettiği büyük kazançlar, bu kadarmı akimın köşesinden bile geçirmeyen II. Katerina’yı pek m em nun kılmıştı. Etrafındakilere ve misafirlerine memnuniyetini belli ediyordu. Antlaşmayı imzalayan mareşali Kont Peter Aleksandroviç Rumiantsov’a bir şükran borcu olarak bahçesinden yeni olgunlaşmış 30 adet ananas göndermiş ve kendisine «Rusya şimdiye KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 345 kadar böyle bir anlaşma yapmamıştı»3 diye yazmıştı. Rusya'nın kazançları ve Türkiye’nin kayıpları 1774 de ve bu iki imparatorlu ğun daha sonraki münasebetlerinde o kadar açıktı ki hadisenin manâsı ve ehemmiyeti hususunda tarihçiler arasmda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. 200. yıl dönümünde antlaşmanın bir bütün olarak yeniden değerlendirmesini yapmak yersizdir. Ancak bu Rusya’nm, 1955’ten önce Yakm-Doğu istikametinde attığı büyük, belki de tek ve en büyük adım olarak nitelendirilmelidir. Sürekli ihtilâf konusu olan bir husus da Rusya’nm Küçük Kay narca antlaşması hükmü altında Osmanlı împaratorluğu’ndaki Yunan Ortodoks halkı ile olan münasebetlerini ilgilendirmektedir. Bazan bu ihtilâf konusu, bilhassa 1853’te Rusya'nın Türkiye’deki Ortodoks kardeşlerini himaye hakkmı talep etmesi ve Türkiye’nin de böyle bir talebi reddetmesinden dolayı Kırım savaşının patlak vermesi sıralarında devletlerarası boyutlara ulaşmıştı4. Fakat ta rihçiler arasmda bir Rus hamiliği hususundaki farklı görüşler Kırım savaşının menşeileri meselesinden ayrı tutulmuştur. Bu farklı görüşlerin hülâsası, antlaşma metninin yeniden mütalâa edil mesine neden ihtiyaç duyulduğunu göstermeye kâfi gelecektir. Değişik görüşlerin bir yanında, Küçük Kaynarca’nın Rusya’ya Rum mezhebini ve Osmanlı imparatorluğu dahilindeki Rum Or todoks kilisesini himaye hakkını verdiğini açıkça iddia eden tarih çiler Vardır. Bu görüş Paul Miliukov’un geçenlerde Fransızca ori jinalinden İngilizce’ye tercümesi yayınlanan tarihinde, en açık bir şekilde ifade edilmiştir : «Onlara (Ruslar’a) Türkiye’nin iç işlerine müdahale hakkmı veren ve önemli olaylara gebe olan son madde ile Rusya, sultanının hıristiyan tebasının din hürriyetini müdafaa ve bunları, vergi tahsildarlarının zorla para almalarına karşı ko ruma görevini üzerine almıştır»5. En aşırı deyimle ifade edilmiş 3 Rumiantsov’a yazılmış bir mektup müsveddesi, tarihi yok (ca. Tem muz 29 dan Ağustos 3’e kadar, 1774, O.S.) Sbomık im/peratorskago mssleago istoricheskago obshchestva (üeride SIRIO olarak gösterildi), 13 (1874) : 429. 4 Bak. Osmanlı hükümetinin Rusya’ya savaş üân etmesiyle Ugili tebliği, Ekim 4, 1853, Rusya’nm Küçük Kaynarca antlaşmasında bir madde üe koy maya çalıştığı kabulü imkânsız teklifleriyle ügili, G.F. de Martens, Nouveau recueil général 'des traites... 20 eût (Gottingen 1843-75), 15 : 548. 5 Paul Müiukov, Charles Seignobos ve L. Eisenmann, History of Russia, tercümesi Charles Lam Markmann, 3 eût (New York, 1968-69), 2 :111. Aynı ifadenin Fransızca- orijinali, Histoire de Russie, 3 cüt (Paris, 1932-33), 2 : 580. 346 RODERIC H. DAVISON olsa da diğer hiçbir tarihçi Türkiye’nin, Rusya’nın hıristiyanları himaye görevini tasdik ettiğini yazmaz -Miliukov’un görüşünü da ha önceleri de paylaşanlar olmuştur. Edward Driault buna benzer şeyler söyler : Küçük Kaynarca antlaşmasında «Rusya’nın ‘Hıris tiyan dinini devamlı himaye’ etmesine Bâbıâli’nin ‘razı olduğu’nu gösteren formüller vardır (Madde 7 )...» 6. Bu görüş, Bâbıâli’nin Rusya’ya «Türk împaratorluğu’nun tüm topraklarında Ortodoks kilisesini himaye hakkı» verildiğini söyleyen ve Rusya «doğu daki hıristiyan halkı müdafaa etmek maksadı ile tek taraflı olarak Türkiye’nin iç işlerine müdahale etme hakkını bu antlaşma ile elde etti»7 iddiasında bulunan Viladimir Ulyanitski’nin fikirlerini be nimseyen ve iktibas eden Sergei Zhigarev ile aynı paraleldedir. Albert Sorel Rus diplomat ve yazarların fikirlerini kabul eder ve «Eastern Question» adlı klâsik eserinde şöyle bir netice çıka rır: «Bu antlaşma... Rusya’yı Türkiye’deki hıristiyanlarm din hür riyetlerinin koruyucusu yaptı»8. Avrupa’lı iki meşhur Osmanlı im paratorluğu tarihçisi aynı görüşü benimserler : Nikolas Jorga, «Rusya bütün dindaşları üzerinde kendisine himaye etme hakkı te min etti» derken Josef von Hammer-Purgstall daha 1832’de «Kü çük Kaynarca, Bâbıâli’ye en büyük düşman olan hıristiyan devletini, hıristiyan dininin ve kiliselerinin koruyucusu ...olarak tamdı»9 der. Diğer tarihçiler, bu antlaşmanın Rusya’ya katî bir himaye hak ve selâhiyeti verildiğini düşünmeyebilirlerse de Osmanlı hüküme tinde hıristiyan tebaya temsil hakkı tanıdığına inanırlar. Hatırı sayılır bir ders kitabında bulunan tipik bir beyanında, Sidney Harcave şöyle bir iddiada bulunur: antlaşma şartları dahilinde Osmanlı İmparatorluğu, «Rusya’nın Türk hıristiyanlar adına her zaman 6 Edouard Driault ve Michel Dhéritiér, Histoire diplomatique de la Grèce, 5 cilt (Paris, 1925-26), 1:143. 7 Sergei Zhigarev, Russkaia politika v vostochnom voprose (Moskova, 1896), s. 199-200. 8 Albert Sorel, La Question d’ Orient au XVIII' siècle, 4. baskı (Paris, 1902 (1. baskısı 1878)), s. 262. 9 Nicholas Jorga, Geschichte des Osmanischen Reiches, 5 cilt (Gotha, 1908-13), 4:511-12; Joseph von Hammer-PurgstaU, Geshichte des Osmanis chen Reiches, 10 cilt (Pest, 1827-35), 8 :447. Buna benzer fikirleri değişik şe kilde gizleyerek ifade eden diğer tarihçiler arasında Emile Bourgeois, Sergei Goriainov, Bernard Lewis, Alfred Rambaud, L.S. Stavrianos ve Nicholas Zerno’da vardır. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLA ŞM ASI 347 Sultan’a başvurabileceğini kabul etti»10. George Vernadski az bir farkla durumu şöyle vurgular: «Rus elçilere Ortodoks kilisesi ile ilgili işleri Sultan’la müzakere etme selâhiyeti verildi»11. Ders ki tapları umumî olarak kabul edilen kanaatlerini yansıtmaktadır ve bu bakımdan aralarmda önemü ölçüde geniş bir fikir birliği mev cuttur12. Bazı tarihçilerin aynı konu ile ilgili fakat daha az doğmatik olan görüşlerine göre Küçük Kaynarca, çarlara Osmanlı hıristiyanlarını himaye iddiasında bulunmalarına veya temsil etmelerine mü saade etmişti, zira antlaşmada müphem ve gevşek ifade edilmiş şartlar mevcut idi. Michael Florinsk ve Hugh Seton-Watson Rusya’ nın antlaşma gereğince Osmanlı hıristiyanlarını himaye için «iyice belirlenmemiş» hakkma işaret ederler13. Charles ve Barbara Jelaviç antlaşmada «muğlak», Akdes Nimet Kurat ise 7. maddede «belirsiz veya yanıltıcı» ifade görürler. M.S. Anderson, Rusya’ya İstanbul’da ki kilise ve mensupları namına temsil etmesine müsaade eden aynı madde için «müphem ve muhtemelen tehlikeli ifade»yi işaret ederler. Tarihçiler arasında oldukça yaygın bu muğlak durum ile ilgili daha 10 Sidney Hareave, Russia : A History, 6. baskı (Philadelphia, 1968 (1. baskısı 1952)), s. 157. 11 George Vernadsky, A. History of Russia, 6. baskı (New Haven, 1969 (3. baskı 1971)), s. 167. Birinci baskısı 1929. 12 L.S. Stavrianos, The Balkans Since' 1^53, (New York, 1958), s. 192 ve Barbara Jelavich, A Century of Russian Foreign Policy; 1814-1914 (Philadelp hia, 1964), s. 20-21, Rusya’nın temsilcilik hakkı üzerine hemen hemen aynı id dialarda bulunur, 7. maddenin de bir kısmı yer alır. Jelavich’in genişletilmiş tercümesi, St. Petersburg arid Moscow : Tsarist and Soviet Foreign Policiy 18H-19TJf (Bloomington, Ind., 1974), s. 20-21, 7. madde daha fazla iktibas eder ve iddiayı daraltır. Geniş bir bakışla Sidney N. Fisher, The Middle E a s t: A History, 2. baskı (New York, 1968 (1. baskı 1959)), s. 251, madde 12 ve 14’ü kaynak olarak gösteriyor fakat 7. ve 14. maddeleri kastediyor. Rusya'nın tem silcilik hakkıyle ilgüi aynı görüşü ileri sürenler arasmda, Cemal Tukin, «Kü çük Kaynarca», İslâm, Ansiklopedisi (İstanbul, 1940) 6. cilt s. 1069; Enver Ziya Karal, Nizam-1 cedit ve Tanzimat devirleri (Ankara 1970 (3. baskı); birincisi 1947’de basıldı) s. 109; Norman E. Saul, Russia and the Mediterrane an, 1797-1807 (Chicago,. 1970) s. 8-9 bulunur. 13 Michael T. Florinsky, Russia : A History and an Interpretation, 2 cUt (New York, 1953; 1960’ta yeniden basıldı), 1 : 526; Hugh Seton-Watson, The Russian Empire, 1801-1917 (Oxford, 1967), s. 46. 348 RODERIC H. DAVISON birçok örnek verilebilir14. Antlaşmada Rusya’nın Osmanlı hıristiyanları namına müda hale etme hakkım -ister maddelerde sarih olarak, ister müphemlik sonucu- gören bazı tarihçiler bunun, renkli ifadeleriyle, Rus «hü neri» ve Türk «beceriksizliğinin bir ürünü olduğunu tekrar eder ler. Bu görüş aslında, bir tarihçi tarafından değil, 1774’de elçi olarak Habsburg hükümdarlığını temsilen İstanbul’da bulunan çağdaş bir gözlemci Avusturya’lı diplomat Franz Thugut tarafın dan ortaya çıkarılmıştır. Thugut’un bu görüşü, yakın bir geçmişte A ides Nimet Kurat’m T ü rk -R us münasebetleri üzerine yazdığı muazzam eserinde ve L.S. Stavriyanos’un «.Balkan Tarihi» kitabında iktibas edilmiştir15. Aynı görüş Reşat Ekrem Koçu (1934) Edward Driault ve Michel Lhéritier (1925) J.A. R. Marriot (1917), çok daha önceleri Driault (1898) ve Zhigarev (1896) tarafından da iktibas edilmiştir16. Bu tarihçilerin çoğu Thugut'un görüşünü, ant laşmada yer alan, Rusya’nın Osmanlı împaratorluğu’ndaki Rum Ortodoks kilisesi ile ilgili maddelere bağlarlar. Bunların hemen hemen hepsi iktibas ettikleri söze kaynak olarak sadece Albert Sorel’i gösterdiklerine göre Sorel’in Şark Meselesi ile ilgili bu yay gın eserinde Thugut’tan ne aktardığını görmek yerinde oliır. : Thugut «Kaynarca antlaşmasının maddeleri üzerinde kurulan iskele (échafaudage) Rus diplomatlar açısmdan bir hüner örneği 14 Charles ve Barbara Jelavich, The Balkans, (Englewood Cliffs, N.J., 1970), s. 35; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, XVIII. yüzyıl sonundan Kurtuluş Savaşma kadar Türk-Rus ilişkileri (1798-1919) (Ankara, 1970), s. 28-30; M.S. Anderson, The Eastern Question, 1774-1923 (Londra, 1966) s. xi. Bak. ayrıca Vahya Armajani, The Middle East, Past and Present (Englewood Cliffs N.J., 1970), s. 196. 15 Kurat, Türkiye ve'Rusya, s. 31; Stavrianos, The Balkans Since 1453, s. 192. 16 Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Muahedeler ve Kapitülasyonlar, 13001920 (İstanbul, 1934), s. 102; A.R. Marriot, The Eastern Question, 4. baskı (Oxford, 1940 (1. baskı 1917)), s. 153; Driault ve Lhéritier, Histoire diploma tique, 1 : 24; Edouard Driault, La Question d’ Orient, 8. baskı (Paris, 1921 (1. baskı 1898)), s. 55; Zhigarev, Russkaia politika, s. 198. Marriot 152. sayfada 12. ve 14. maddeleri kaynak göstermiş fakat açıkça 7. ve 14. maddeleri ima etmiştir. Zhigarev, Driault ve Lhéritier, «Thugut’un görüşü biraz mübalâalı olabilir fakat Rus hüneri ve Türk beceriksizliğini yansıtmakla Küçük Kaynar ca üe Ugili umumi takdirine uyuyor» diyorlar. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 349 ve Türk temsilciler açısından da eşi görülmemiş bir beceriksizlik örneğidir» diye yazar; ona göre «Bu antlaşma maddelerinin ustaca birleşimi, Osmanlı împaratorluğu’nu bugünden itibaren bir nevi Rus eyaleti yapmaktadır. İstikbalde Rusya anlaşma ile ilgili hü kümler ileri sürebilecek durumda olduğuna göre, belki birkaç yıl daha Sultan (Grand Seigneur)’m ismi altındaki hükümranlığı hoş görecek, kendisine uygun bir zamanda da kat’i müdahalede bulu nacaktır»17. Sorel, Thugut’dan aldığı 17 Ağustos ve 3 Eylül 1774 ta rihli raporları nereden elde ettiğini belirtmeden kaynak olarak gös termiştir. Bu noktaya biraz sonra döneceğiz. Konuya tam zıt bir görüşle bakan tarihçiler antlaşmanın Rus ya’ya çok mahdut haklar -daha sonra Rusya’nın, çok geniş talepler ile yararlanmağa kalkıştığı haklar- verdiğini benimserler. Yakm zamanm Rus tarihçilerinden Nikolas Riasanovski, bu görüşü en iyi şekilde temsil eder : «Türkler hıristiyan kiliselerini korumayı taahhüt edip başkentte kurulacak yeni bir kilise için Rus temsil cilerini kabule razı olurken Rusya, İstanbul’da bir Ortodoks kili sesi kurma hakkını elde etti. Hıristiyanlar ve hıristiyan inançları ile ilgili antlaşma şartları Rusya’nın Türkiye üzerinde daha son raki birçok taleplerine temel teşkil etti»18. Bu görüş aşağı yukarı Teodor Schieman, Bernard Pares ve B.H. Sumner tarafından da be nimsendi -antlaşma Rusya’ya «bahane» olabilecek (Schieman) ve ya «talepler için bir temel» teşkil edebilecek (Sumner) veyahut da daha sonra bazıları tarafından «Rusyamn hamiliği olarak tefsir edilebilecek» (Pares) mahdut haklar vermiştir19. Birçok siyaset ve 17 Sorel, Question d’ Orient, s. 263-64. Sorel, buna ilâveten burada lüzum lu olmayan bir cümle daha vermiştir. Yukarıdaki tercüme Sorel’in Fransızcasına F.C. Bramwell’inkinden biraz daha yakındır. F.C. Bramwell, The Eas tern Qyestion in the Eighteenth Century, (New York, 1969 (1. baskı Londra, 1898)), s. 250. Yusuf Ziya (özer)nm Türkçe tercümesinde görülür: On seki zinci asırda Mesele-i Şarkiye ve Kaynarca Muahedesi (İstanbul, 1911), lehçe tercümesi Marya Gomolinska, Kwestya Wschodnia vow- XVIII (Varşova, 1905). 18 Nicholas V. Riasanovsky, A History of Russia, 2: baskı (New York, 1969 (1. baskı 1963)) s. 294. 19 Theodor Schiemann, Geschichte Russlands unter Kaiser Nikolaus I, 4. cilt. (Berlin, 1904-19), 1 : 257-58; Bernard Pares, A History of Russia, 4. baskı (New York, 1946 (1. baskı 1926)), s. 266; B.H. Sumner, Survey of Russian History (Londra, 1944), s. 238. Hans Uebersberger, Russlands Orientpolitik in den letzten zwei Jahrhunderten, 2. cUt (Stuttgart, 1913), 1 : 335-37, 350 RODERIC H. DAVISON Yakın-Doğu tarihçisi buna benzer ihtiyatlı bir görüşe sahiptiler20. Bütün bu görüşler doğru olamaz. En iyi yol anlaşma metnini yeniden incelemektir. Acaba orada neler var? Tarihçilerin çoğu, özellikle Batı’lılar, Küçük Kaynarca antlaş masının, ya Fransızca ya da İngilizce tercümelerine dayanmışlar dır. Fakat ne Fransızca, ne de İngilizce, antlaşmanm orijinali veya resmî lisanı değildi. 1774’de Rusça, Türkçe ve İtalyanca olmak üzere üç resmî dil kullanıldı. Antlaşmanın 28.. maddesinde belirtil diği üzere, Osmanlı sadrazamı Muhsinzade Mehmed Paşa Türkçe ve İtalyancasını imzalarken Mareşal Rumiantsov da Rusça ve İtalyancasmı imzaladı. Hiçbir tarihçi üç metni birbirleriyle kıyaslama girişiminde bulunmamıştır21. Bu üç-dil durumunda Türkçe ve Rusça metinler herhangi bir hususta uyuşmadığı takdirde İtalyanca ile kontrol etmek mümkündür22. Özellikle 7. ve 14. maddeler yukarıda Sergei Pushgarev ile aynı görüşü paylaşır, The Emergence of Modem Russia, 1801-1917 (New York, 1963 (1. baskı Rusça, New York, 1956)), s- 344; bak. aynı zamanda Charles ve Barbara Jelavich, The Balkans, s. 35. 20 A.J.P. Taylor, meselâ, Harold Temperley’in izinden giderek şöyle der, «Rusya'nın koruma hususunda sarih bir şekilde hiçbir umumî hakkı yok tur». The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918 (Oxford, 1954 (New York 1971)), s. 52 n. 1. Temperley’in hükmü, England and the Near East : The Cri mea (Londra, 1936), s. 467-69, kitabindadir. J.C- Hurewitz’in Rusya'nın koru yuculuk hakkı iddiası ile ilgili 7. ve 14. maddelerin tefsiri, Diplomacy in the Near and Middle East, 2 cilt, (Princeton, 1956), 1 : 54. Aynı görüşler için bak. Alfred Ş. Stern, Geschichte Europas... 1815... 1871, 10 cilt (Stuttgart, 18941924), 8 :3 5 ; A. Debidour, Histoire diplomatique de l’Europe... (1814-1878), 2 cüt (Paris, 1931 (1. baskı 1891)), 1 :101 ve 2 :86; Stanford J. Shaw, Between Old and New : The Ottoman Empire under Sultan Selim III, 1789-1807 (Cambridge, Mass. 1971), s. 10; Armajani, The Middle East, s. 196. 21 Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 29, 7- maddenin Türkçe ve Rusça metin lerinin mukayesesi; Türkçe transkripsiyonunda yersiz hatalar vardır. Alan W. Fisher, The Russian Annexation, s. 55, n. 2 Kırım’la ilgili maddelerin Rusça ve Türkçe metinlerinin mukayesesi hiçbir zıtlık göstermez diyor. Josef L. Wieczynski, «The Myth of Kuchuk Kainardji in American Histories of Russia», Middle Eastern Studies, 4, no 4 (Temmuz 1968) : 276 : 79, tarihçüerin beyanlarını değerlendirirken sadece îngüizce metni kullanır. 22 Rusça metinler şunlann içindedir, Polnoe sobraine zakonov rossiiskoi imperii (ileride PSZ olarak gösterildi), 134 cüt (St. Petersburg, 1830-1916), 1. seri, 19. cüt, no. 14164, s. 957-67 ; Dogovory Rossii s Vostokom, T. Iuzefovich (St. Petersburg, 1869) s. 24-41; ve Sbomik gremot i dogovorov o prisoedinenii tsarstv i oblastei k Gosudarstvu Rossiiskomu v XVII-XIX vekakh (Petersburg, KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 351 belirtilen görüşlere esas olduğuna göre, orijinal lisanlarından yeni den tetkik edilmeleri gerekir. 7. maddede Rusça ve Türkçe metinler arasmda sadece basit farklılıklar bulunmaktadır. En önemli fark şudur: Rusça metinde Bâbıâli, hıristiyan mezhebini «himaye» veya «koruma» (zashchita) taahhüdünde bulunurken Türkçe metinde kullanılan (siyanet) keli1922) s- 383-406. Küçük imlâ değişiklikleri dışında hepsi aynıdır. Sonuncusunun bir kopyesi «Türkiye 1774» adı altında Dışişleri Bakanlığı arşivinde mevcuttur. E.I. Druzhinina, Kiuchuk-Kainardshiiskii mir 1774 goda (ego podgotovka i zakliuchenie) (Moskova, 1955) metni üâve kısım olarak yayınlar, sayfa 349’da, PSZ metni ile çağdaş bir kopya arasmda, antlaşmanın ifade ve manasını etki lemeyen birkaç farklılığa işaret eder. Kendisi birçok arşivlerden faydalandığı halde Küçük Kaynarca’da imzalanan Rusça orijinal kopyeye bakmamıştır. Halen mevcut olup olmadığını bümiyorum. PSZ metnine dayandım. İstanbul’da bulunan Başbakanlık Arşiv’inde ne Türkçe, ne de İtalyanca orijinalini bulamadım, Fakat eski ve muhtemelen çağdaş bir kopyası, burada kayıtlıdır, Ecnebi Defterler No. 83/1, s. 139-49, ve ben buna dayandım. Bu, Mu’ahedat mecmuası’nda yayınlanan resmî metnin kaynağı olabilir. Mu’âhedat Mecmuası, 5 cilt (İstanbul, Hicrî 1294-98 (Müâdî 1877/8-1880/1)), 3:254-75; iki metin hemen hemen aynıdır. Ahmed Cevdet, Tarih-i Cevdet, tertib-i cedit, 12 cüt, (İstanbul, Hicrî 1301-9 (Müâdî 1883/4-1891/2)), 1:285-95, bu da metni, önceki iki taneden az değişikliklerle verir. Yeni Türkçe harflerle yazümış tam metni bulamadım. Reşat Ekrem (Koçu), Osmanlı Muahedeleri, s. 102-4, çıkartümış sonuçla birlikte sadece kısa bir hülâsadan ibarettir. İtalyanca metin, G.F. de Martens’in yazdığı Recueil des principaux traités... de l’Europe, 7 cüt (Gottingen, 1791-1801), 4 : 606-38, ve gene Martens’in Recueil, 2. baskı, 8 cüt (Gottingen, 1817-35), 2:286-322, herbiri, Storia del Anno’ daa alınmıştır. Başka İtalyanca tam metin göremedim. Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 274-75’te Arkhiv Vneshnei Politiki Rossn’de bulunan İtalyanca orijinal metnin ilk ve son sayfalarının suretini basmıştır. İtalyanca tercümenin suretiyle Martens’inki arasmda bazı imlâ, kelime hatta ifade farklılıkları olduğu halde anlam etküenmemiştir. Şayet İtalyanca tam metnin sureti ve Rusça orijinali Moskova’da yayınlanmış olsa idi bu büyük bir hizmet olurdu. Aynı şeküde şayet bir Türk büim adamı, İstanbul’da orijinal İtalyanca ve Türkçe kopyelerini bulabüseydi bunun yayınlanması da memnu niyet verici olacaktı. Martens, Recueil, 1. baskı, 1 : 507-22, antlaşmanın muhtemelen İtalyanca Storia del Anno'dan Fransızca’ya tercümesini verir. Noradounghian, Recu eil, 1 :319-34, Türkçe ve İtalyanca’dan farklı bir tercümedir. George Ver nadsky, A Source Book for Russian History..., 3 cüt, (New Haven, 1972), 2 :406-7, PSZ’den jhgUizce’ye tercüme. Fransızca ve jhgüizce’ye tercüme ler için bakınız 36 ve 37. 352 RODERIC H. DAVISON mesi «koruma» anlamına geleceği gibi «himaye» manası da taşır ve «himaye»nin daha kuvvetli ifadesi olan bir kelime değildir. Bu yüzden 7. maddeyi İtalyanca metinden incelemek ye mümkün ol duğu kadar açık bir şekilde çevirmek en iyi yoldur. 7. Maddeye göre : «Bâbıâli, hıristiyan dini ve kiliselerinin tam bir himayesini taahhüt eder; ayrıca Rus saray bakanlarının, İstanbul’da inşa edi len ve aşağıda belirtilen (madde 14’te de gösterilen) en azmdan ona hizmet edenler kadar, kilise lehine her hususta temsilciliğini yap malarına izin verir ve komşu, samimi dost bir devletin saygıdeğer bir kişisi tarafından yapılan bu serzenişleri dikkate almayı da taahhüt eder». İtalyanca metin Rusça’yı teyit etmektedir. — Osmanlı hükü metinin taahhüt ettiği sadece «himaye»dir, «koruma» değil. Rusça metin ayrıca «Bâbıâli, Rus bakanlarının temsilciliklerini göz önü ne alacaktır» der, Türkçe metin ise sadece «BabIâli’nin temsilcileri «kabul» edeceği» şeklinde anlaşılır. İtalyanca metin «dikkate al mak» şeklinde Rusça'yı teyit etmektedir. Fakat 7. madde daha önce ileri sürülen hükümlerle birlikte bü tünüyle göz önüne alındığında birçok bilim adamı tarafından benim senmiş durum ciddi bir şekilde araştırılmalıdır. 7. madde aslında Osmanlı hıristiyanlan üzerindeki hamiliği tanımaktadır ancak bu sadece Osmanlı hükümetinin hamiliğidir. Bu husustaki madde müp hem değil sarihtir. Gerçekte, bu şartın kesinliği, bilhassa Türki ye’ye tanınan geniş himaye selâhiyeti ile Rusya’ya verilen dar selâhiyetin yanyana konmasıyle vurgulanmıştır. Bu selâhiyet de ke sin olarak açıklanmıştı. Rusya’nın İstanbul’daki vekilleri tek bir kilise binası ve mahiyeti adına temsil hakkına sahiptir. Şayet «ma hiyeti» kelimesi Rusça ve Türkçe metinlerde belirtildiği üzere sa dece rahip ve bekçileri anlamında ise Rusya’nm temsilciliğini ya pabileceği dindarların sayısı az demektir23. İtalyanca ifade, her ne kadar biraz zorlanmış gibi görünecekse de belki yüzlerce üyeyi bu lan tüm cemaatı kapsayacak şekilde genişletilebilir. Fakat ilgili maddenin Rusya’ya bütün Ortodoks kiliseleri namına veya Osman lI İmparatorluğu’ndaki tüm Ortodoks’ları, hatta birçok kilise veya 23 Rusça terim burada «elçileri», Türkçe ise «memurları» kastediyor, îtalyancası biraz daha genig görünüyor. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 353 mensupları adına temsil hakkı verdiğini beyan etmek hayaldir. Rusya’nın mümessilliği ile ilgili madde kat’i, anlam ı açıktır; yanlış anlaşılma tehlikesine yol açacak hiçbir müphemliği yoktur. Rusya’ nın temsilcilik yapma hakkının, BabIâli’nin hıristiyan mezhebini hi maye taahhüdünü de ihtiva ettiğini söylemek açıkça vesikaya yan lış manâ vermektir. Rusya’mn Osmanlı hükümeti nezdinde temsilci bulundurma selâhiyeti 14. maddede özellikle 'açıklanan bir kilise ile ilgilidir. Maddenin Rusça ve Türkçe metinleri anlam yönünden hiçbir fark arzetmemekle beraber Türkçe metnin Rusça’dan daha çok kelime den ibaret olması sebebi ile burada da İtalyanca’sı en iyi rehber du rumundadır. İtalyancası şöyledir: Rus Yüksek Mahkemesi Beyoğlu caddesinde, herhangi bir tecavüz ve fena muamele ile zarar veril meyecek, daima bu İmparatorluğun vekilinin himayesi altında mu hafaza edilecek, mahallî kiliseden ayrı, diğer devletlerinki gibi hal ka açık bir Rus-Grek adı altında kilise kurabilecektir24. Rus vekilinin himaye edebileceği ve temsilciliğini yapabileceği kilise böylelikle alelade bir Rus Ortodoks kilisesi değil, Rumca dinî merasimlerin yapıldığı bir Rus kilisesi olacaktı25. Bu, hiçbir özelliği' olmayan bir fark olarak mütalâa edilebilir. Ne de olsa Rus ve Rum kiliseleri temelde birdir. Menşei itibariyle aynı geleneğe sahibdirler. Normal olarak her ikisi de ibadetlerinde St. John Chrysostom’un ayin kitabını kullanır. Fakat bu farklılık OsmanlI’larla ilgili kısımda bilhassa önem kazanmaktadır. Yeni ki lise İstanbul’daki diğer Ortodoks kiliseleri gibi, İstanbul Rum Or todoks Patriğine değil de Rus himayesi altında, ayrı bir statüde ola caktı. İstanbul’daki Rumlar, kendilerine Moskovah Ruslara gelebile ceğinden daha fazla yabancı gelebilecek Eski Slavca’yı kullanacak lardı26. 24 Galata, İstanbul’da, Galata köprüsünün kuzeyinde, yeril gayrimüs limler kadar birçok Avrupa’lının yaşadığı bir bölgedir. Bugün genellikle tek caddeden ziyade tüm semtin adı olan Beyoğlu’nda yabancı elçilikler bulunur du. Pera, Beyoğlu’nun Avrupa’lılar tarafmdan kullanılan Grek menşeili adıdır. 25 «Rus-Grek isimli» cümlesi İtalyanca’da «chiamata Russo-Greca»dır. Antlaşmanın 11. maddesinde kullanıldığı gibi chiamata sadece «isme haiz» an lamında değü «esaslı mahiyete haiz» anlamındadır. 26 Isabel Florence Hapgood, Service Booh of the Holy Orthodox-Catholic Apostolic (Creco-Russian) Church, Compiled, Translated, and Arranged from Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 23 354 RODERIC H. DAVISON Ayrıca 14. maddedeki ifade göz önüne alınırsa, Rus ve Rum kiliseleri arasındaki fark maksatlı görünmektedir. «Mahallî kilise nin yanmda «yeni bir kilise, vekili bulunduğu ülkenin millî kilise sini (bu durumda Rus kilisesini) temsil edecekti. Ayrıca yeni kilise «diğer devletlerdekine benzer» olacaktı. Diğer devletler Fransa ile Avusturya (Katolik) ve ïngiltére ile Prusya (Protestan) idi. Pro testan devletlerin himaye ettikleri kiliseler olmadığı halde, Fransa ve Avusturya, elçilik kilisesinden ayrı olarak, Beyoğlu’nda bulunan bir Roman Katolik kilisesinin hamisi durumunda idiler. Bu kilise ler Avrupai dinî usullerle yönetilirdi ve ibadet edenleri de ekseri yetle yabancı vatandaşlardı27. Şüphesiz, 14. madde Rus kilisesinin esasta yabancılar için olacağını tam olarak belirtmektedir; ant laşmanın müphemliği de buradan ileri gelmektedir. Aslmda bu kı sım 1774’de belki de hiç müphem değildi. Uzun süre İstanbul’da kalmış, ülkesinde Türk hükümeti ve Avrupa diplomatik temsilci likleri muhitinde bulunmuş, çağdaş bir diplomatm Küçük Kay narca antlaşmasının Rus vekiline, «kendi vatandaşlarının kullan ması için Beyoğlu semtinde bir kilise kurma hürriyeti tanıdığını» yazması ikna edici olmasa bile manâlıdır28. Bu vatandaşlar belki de the Old Church-Slavonic Service Boohs of the Russian Church, and Collated with the Service Boohs of the Greeh Church (Boston, 1906) Bak. aynı za manda John Glen King, The Rites and Ceremonies of the Greeh Church, in Russia (Londra, 1772 (yeniden basım New York, 1970)), s. vii, 5, 47, 133. 27 OsmanlI împaratorluğu’ndaki yerli Katoliklerden büyük bir kısmı Suriye, Lübnan, Sırbistan ve Arnavutluk’ta yaşıyordu. İstanbul’da Lâtin Katoliklerinin çoğu muhtemelen yabancı idi. Joseph von Hammer-Purgstall, Costantinopolis und der Bosporos, 2 cilt (Osnabrück, 1967 (orijinal baskı, 1822)), 2 :126-27, Beyoğlu’nda himaye edüen kiliseleri belirtir; Robert Mantran, İstanbul dans le second moitié du XVII siècle (Paris, 1962), s. 73, 561-62, eski devirde Fransız himayesi altındaki kiliseler hakkında bilgi verir. Osmanlı İmparatorluğu’nda çok az Protestan vardı; hemen hemen hepsi yabancı idi. 28 Ignatius Mouradgea d’Ohsson, Tableau générale de l’Empire Ottoman, 2. baskı, 7 eût (Paris, 1788-1824), 7 : 463-64. isveçli bir baş tercüman ve daha sonra sefir olan d’Ohsson bazı yerlerde hatalar yapar ve bunlardan biri daha önce bu pasajda Rusya’nın Osmanlı devletine başvurarak Eflâk ve Boğdan eyaletlerinde kazandığı hakları açıklamasıdır. Fakat kilise hakkında söyledik leri basittir ve muhtemelen 1774 antlaşmasını kapsamaktadır. Önceden de belirttiğimiz gibi, Avrupa’lılar «Beyoğlu» için genellikle «Pera» derlerdi. J.W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, 7 cüt (Ham burg, 1840-63), 5 ; 3, Galata’da inşa edüecek Rum küisesi Rus teba içindi der. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 355 tüccarlar ve hacılar idi. Küçük Kaynarca antlaşması Rus tüccar larına Osmanlı İmparatorluğu’nda kara ve deniz ticareti için ge niş imtiyazlar vermişti. İstanbul'un kendilerine açık olduğu özellikle belirtilmişti (Madde 11). Antlaşma ayrıca Ruslar’a, ruhanî sınıf tan olsun veya olmasın, Kudüs veya diğer merkezlere serbestçe hacca gidebilme hakkı da tanımıştı (Madde 8). Bugün Galata’da eskiden geniş hacı gruplarına ve şüphesiz tüccarlara hizmet etmiş olan iki veya üç Rus kilisesi hâlâ mevcuttur29. Yeni kilisenin Rum değil de Rus kilisesi olduğunu kanıtlaya cak iki delil daha vardır. Bunlardan biri, eskiden İstanbul’da elçi olarak görev yapmış A.M. Obreskov adh Rus temsilcinin bir kilise için 1772-73’te Bükreş’te yapılan beyhude -barış görüşmelerinde sunduğu orijinal tekliftir. Bu teklif müzakere ile ilgili diğer vesika larla birlikte, Rus bilini adamı E. I. Druzhinina tarafından arşiv lerden ortaya çıkarılmıştır. Bayan Druzhinina Obreskov’un kendi insiyatifi ile İstanbul’da bir kilise inşa etme teklifinde bulunduğu nu; bunun sebebinin de bazı Rum Ortodoks dindarların, Rusları ikâ metgâhındaki mabede gelip, Beyoğlu’nda çevrede bir kilise isteme leri olduğunu belirtmektedir. Birçoğu kendisinden Rus himayesi altında bir kilise kurmak için Rus nüfuzundan yararlanması rica-, sında bulunmuşlar, Obreskov da Rus nüfuzunu bunlar arasında ar tırmak için bunun iyi bir fırsat olacağım düşünmüştü. Fakat Beyoğlu’ndaki Rumlar Osmanlı hükümetinin herhangi bir bahane ile Rus himayesi altında resmî bir kiliseye izin vermeyeceği düşünce siyle bunun Rus tüccarları için olmasını teklif ettiler. Obreskov Bükreş’te Türk temsilcileri ile konuyu ele aldığında «Grek-Rus itikatma mensup rahipler» yâni, şüphesiz Kudüs’e giden hacılar için bir kilise ifade etmişti. Bunun üzerine Türk temsilcileri bu yeni nokta üzerine direktif almadıkları için-itiraz ettiler, Obreskov’- . da konuyu gündemden düşürdü. Fakat Obreskov’un böyle bir ki lise üzerine olan bir madde taslağı Küçük Kaynarca’da görüşmele rin tekrar başlaması ile yeniden ele alınmış ve anlaşmaya 14. madde olarak kelimesi kelimesine eklenmişti30. Böylece 14. madde, ant29 Bu kiliseler aynı zamanda Birinci Dünya Savağı sonunda İstanbul’a akın eden Rus mülteci toplumununda hizmetindeydi. Bu toplum şimdi önemini kaybetmiştir. 30 Druzhinina, KiuchuTc-KainardzhiisMi mir, s. 220-24, 296, 348 ve madde taslağı (burada 23. madde) s. 346. 356 RODERIC H. DAVISON laşmamn Türk ve Rus temsilcileri açısından, Rus rahipleri ve muh temelen diğer hacılar ve tüccarlar için bir Rus kilisesinin tesis edil mesi anlamına gelmektedir. Delilin ikinci kısmı, antlaşmanın üç metninin dikkatle muka yesesi neticesinde meydana çıkar. Herbir metin 14. maddede Beyoğlu’nda bir Rus-Grek kilisesini öngörmektedir31. Eğer temsil ciler sıradan bir Rum Ortodoks kilisesi ima etmiş olsalardı, sadece ‘Rum’ diyerek bunu belirtebilirlerdi. Bu da 16. maddede; Osmanlı tebasmın Rum Ortodoks mezhebini tarif ederken «Grek» sıfatı kullanmları ile açıklık kazanmıştır. Burada Türkçe terim olan «Rum» en vazıh durumdadır32. Bu, Grek karşılığı olan Türkçe bir keümedir. «Grek» kelimesi Türkler tarafından pek bilinmezdi; tıpkı Türkçe metnin 14. maddesinde kurulmasından bahsedilen «Rus-Grek» kilisesi gibi yabancı bir terimdir. Şayet Osmanlı împaratorluğu’ndaki Rum Ortodoks halk için bir Rum Ortodoks kilise sinin kurulması düşünülseydi Türkçe metinde 14. maddede de şüp hesiz «Rum» kelimesi kullanılırdı. Bu uzun uzadıya izah, ve metinlerin eleştirileri fuzuli bir iş ola rak görünebilir, fakat yukarıda iktibas edilen anlaşmanın genel _ yorumlarının ışığı altmda Rus elçilerinin Bâbıâli nezdinde temsil ciliğini yapabileceği tek kilise, Rum değil bir Rus kilisesi idi -şüp hesiz Rum ayinlerine ait fakat aslında Ruslar için yapılmış ya bancı bir ithalât. Rusya’nın Küçük Kaynarca antlaşması ile Os manlI împaratorluğu’ndaki Rum Ortodoks kiliseleri ve mensupları nın temsilciliğini yapma hakkını -temin ettiği neticesine varmak büyük bir samimiyetsizliktir. Ne 7. madde ne de 14. madde, Rusya’nm umumî bir temsilcilik veya himaye ya da müdahale hakkma sahip olduğu hükmüne her hangi bir temel teşkil etmediğine göre bu gibi görüşler nereden geliyordu? Buna verilebilecek muhtemel cevaplardan üçü anlaş 31 Hakikaten İtalyanca’sının Türkçe metindeki «Rus-Grek» deyimini desteklerken Rusça metnin «Grek-Rus» deyimini kullanması dikkati çekmek tedir ama aradaki fark önemli değüdir. 32 16. maddenin 9. paragrafında Küçük Kaynarca antlaşmasının Eflâk ve Boğdan prensliklerine, Bâbıâli’de «Rum mezhebinden» Hıristiyanları temsü etmek için İstanbul’da sefir bulundurmalarına müsaade edilmiştir - İtal yanca «della Religiona Greca», Rusça «Greeheskago zakona» fakat Türkçe «Rum mezhebinden». KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 357 manın metni ve Küçük Kaynarca’da, imzalanmasını müteakip ilk sene içindeki yorumla ilgilidir. Birincisi, antlaşmanın 7. ve 14. maddeleri dışında üç maddede, Bâbıâli tarafından verilmiş, kilise yapmak ve tamir etmek gibi hıristiyanlar lebine spesifik taahhütler vardır. Bu maddelerin herbiri Rus kuvvetlerinin 1768-1774 savaşı sırasında tamamen ya da kısmen işgal ettiği bölgelerin -Eflâk ve Boğdan (madde 16), Ege Adaları (madde 17) ve Gürcistan ve Mingreli (madde 23)- ve ba rış antlaşması gereği Osmanlı idaresine iade edilmesi gereken böl gelerin ahalisi ile ilgilidir. Gürcistan ve Mingreli ile ilgili madde ayrıca, Rusya’nın bu bölgelerin iç işlerine müdahale etmeye hiçbir hakkı olmadığını da belirtmektedir. Adalarla ilgili maddede bu konuya değinilmekte ise •de Eflâk ve Boğdan ile ilgili maddede Rusya’ya, bu eyaletler namına sarih bir temsilcilik hakkı verilmek te ve Bâbıâli’de bunları göz önüne alacağmı taahhüt etmektedir. Bu eyaletlerin temsilciüğini yapma hakkı görüldüğü üzere kat’i ve sadece iki eyalet içindir, ama bir kilisenin temsilciliğini yapma hakkından çok daha önemlidir. 16. madde ile Osmanlı împaratorluğu’nda Rusya’ya verilmiş umumî hiçbir hak yoktur, ancak sonra dan şartların bulamk şekle sokulması ve kasıtlı olarak yanlış de ğerlendirilmesi tabi’i ki muhtemel idi ve oldu da. İkincisi, antlaşma sona erdirildikten sonra, gerek Katerina ve gerekse bazı yakm danışmanları, Osmanlı împaratorluğu’ndaki hıristiyanlarm haklarmı ön plâna alarak antlaşmaya yeni bir yön verme fırsatı sezdiler. Gerçi Rusya savaş sırasında Osmanlı hıristiyanlarına cesaret verme ve Türk ordulannm gerisinde onların desteğini sağlamayı denemiş ise de, hıristiyan haklan banş görüş melerinde, Tatarların bağımsızlığı, toprak kazancı veya denizlerde seyir imtiyazları gibi meselelere kıyasla daha önemsiz bir rol oyna mıştı. n . Katerina’nm antlaşma şartlan için öne sürdüğü orijinal tekliflerde hıristiyanlara az yer verilmişti33. Bu konuda tekliflerin çoğunu Obreskov sonradan eklemişti. Antlaşma son şeklini aldığın da Katerina, antlaşmayı 7. ve 14. maddelerden dolayı değil, politik, toprak ve ticarî şartlardan dolayı tabiatiyle memnunlukla karşı 33 Druzhinina, Kiuchulc-KainardzhiisTcii, s. 111 ve 295; «Exposd confiden tial au Pr. Lobkowitz, Mayıs 16, 1771, SIRIO, 97 (1896): 286-302; Lord Cathcart’tan Halifax Asilzadesine, Şubat 18/Mart 1, 1771, SIRIO, 19 (1876): 190-91. 358 RODERIC H. DAVISON lamıştır34. Daha 1775 Mart’mda yani karşılıklı tasdiklerin hemen ardından, Katerina, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristiyanlarm lehine Rusya’nın elde ettiği avantajları vurgulayan bir tebliğ yayınladı. Şöyle bir beyanda bulunuyordu : «Ortodoks mez hebimiz filizlenmeğe başladığı yerlerde bundan böyle İmparator luğumuzun Yüksek Himayesi altında, bütün şiddet ve zulümden ko runmuştur»35. Tebliğ esasında belki yerh ahaliye dindarlıkla ken dini sevdirmek için plânlanmıştı, ama bu himaye iddiası zımnen Rusya’nın Türkiye’ye karşı siyasetine gelecek için bir zemindi. Bu da Rus makamlarının Küçük Kaynarca antlaşmasını yanlış tef sir etme yolunda ilk hareketi oldu. Bu yanlış manâ verme 1853 yılında doruk noktasına vardı. Üçüncü olarak yine 1775’te diğer bir Rus manevrası; himaye hak iddiasını meşrulaştırmaya yardımcı oldu. St. Petersburg’daki hükümet Küçük Kaynarca antlaşmasmm resmî bir Fransızca ter cümesini yayınladı30. Tercümenin 14. maddesinde Rusya'nın Beyoğlu’nda «une église publique du-rit Grec» kurabileceğinden bahsedi yordu.' Bu gerçekte bir yalan’ değil, ancak antlaşma metninin yan lış şekilde tercümesiydi. Rus kilisesi bir anda Rum kilisesi haline sokuldu. Şayet İstanbul’daki Rus vekiline bir Rum kilisesinin tem silciliğini yapma izni verilse idi kendisinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rum kilisesinin temsilciliğini yapabileceği iddiasında bulunmak fazla mübalâğalı olmazdı. Bu hile Avrupa’ya kolayca yutturuldu, çünkü Rus yapımı Fransızca tercüme 18. ve 19. yüzyıl 34 Sir R. Gunning’den Suffolk Asilzadesine, Temmuz 24/Ağustos 4, 1774, SIRIO, 19 :423-24. William Tooke, Life of Catherine II, 5. baskı, 3 cilt (Dublin, 1800) 2 :116-18, antlaşmayı aynı şekilde değerlendirir; bak. aynı zamanda Nor man Itzkowitz ve Max Mote, Mübadele : An Ottoman-Russian Exchange of Ambassadors (Chicago, 1970), s. 37-39. 35 PSZ’de Mart 17, 1775 manifestosu, seri 1, cilt 20, no. 14274, s. 80-81. Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 316 ve Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 30, Mart 19 verirler ki yanlıştır. «Yayıldığı yerler» terimi Filistin anlamında tefsir edilebilir fakat bu, İstanbul ve şimdi Osmanlı împaratorluğu’na dahil olan umumiyetle Bizans imparatorluğu (Filistin ve diğer kısımlarla birlikte) topraklan, demek değildir. 36 G.F. de Martens Fransızca'sını iki yayınla verir ; Recueil, 1. baskı 4 :607-38, s. 606 ve 607 sde yazılanlar bunun 1775’de St. Petersburg’da yayın lanmış Rusya malı Fransızca tercümeyi teyit ettiği iddiasındadırlar, ve Recueü, 2. baskı, 2 : 286-321, aynı yazılarla. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 359 lar Avrupa diplomatik dünyasında geçerli olan antlaşma metni, Fransızca da en çok kullanılan dil idi. Yapılan hata günümüze ka dar sürdü ve yalnız Fransızca’da değil İngilizce’de de aynı hata tekrarlandı, çünkü İngiliz hükümeti St. Petersburg malı Fransızca metinden İngilizce’ye çevirmişti ve Foreign Office’in İngilizce ter cümesi çağdaş tarihçiler tarafından kullanılageldi37. Göründüğü kadarı ile yanlış tercüme -muhtemel olmasa bile- masumane ola bilirdi, ama antlaşmanın yanlış tefsirinden doğan neticeler çok bü yüktü. Rus devletinin antlaşma ile kazandığı yanlış hükümlerin nasıl benimsendiğini gösteren diğer bir açıklama, Sorel’in 1878’de yayın ladığı «La Question d’ Orient au 18 siècle»e, oradan da Josef von Hammer-Purgstall (1832) a ve son olarak Avusturya’lı diplomat Franz Thugut (1774) a kadar uzanmaktadır. Gözlendiği üzere Sorel, antlaşmanın Rusya’yı tüm Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki hıristiyanların hamisi yaptığı sonucuna varmıştır ve bunu da Thugut’un meşhur cümlesi, «Rus diplomatla rın hüneri ve Türk temsilcilerin beceriksizliği»ni de ihtiva eden anlaşma hükmünü aktararak dramatize etmiştir. Sorel, Avusturya’lı diplomatın mektupları için hiçbir kaynak göstermemiştir. Maamafih aynı mektuplarm daha uzun hülâsaları Viyana arşivle rinden alınıp, 1832’de Hammer’in «Geschichte des Osmanischen Reiches» adlı eserinin son cildinde ilâveler kısmında basılmış ve 37 .St. Petersburg’da yazılan Fransızca tercüme ile İngilizce tercüme «Rusya ile Türkiye arasındaki Antlaşmalar (Politik ve Toprak) 1774-1849»,, adı altında, İngiltere, House of Commons, Sessional Papers, 1854, 72. cilt. Bu Ingüizce tercüme Hurewitz’in Diplomacy in the Near and Middle East’ta ye niden çıkarılmıştır, 1 :54-61, ve de gözden geçirilmiş, genişletilmiş 2. baskı sında, J.C. Hurewitz, The Middle East and the North Africa in World Politics : A Documentary Record (New Haven, Conn., 1975- ), 1 : 92-101. M.S. Ander son, The Great Powers and the Near East 1774-1923 (Londra, 1970 (New York, 1971)), s, 9-14, aynı İngilizce tercümeyi kullanır. Daha sonraları yapılmış farklı bir Ingüizce tercüme, Fred L, Israel, Major Peace Treaties of Modem History, 1645-1967, 4 cilt (New York, 1967), 1 : 913-29. Tercümenin yapıldığı kaynak belirtilmemekle beraber Fransızca metinden alındığı belirtilmiştir, (yani antlaşmanın resmî dillerinden hiçbiri). Fakat 14. maddedeki kilise «RusGrek» adiyle geçtiği müddetçe St. Petersburg’daki Fransızca metin bir kaynak olamaz. Noradounghian hemen hemen en iyi kaynaktır. Bu yeni İngilizce ter cümede ise çok az hatalar vardır. Israel, Fransızca’dan tercüme etmesinin se bebini, hiçbir resmî tercümesi olmamasma bağlıyor, (s.v.). 360 RODERIC H. DAVISON daha sonra 1839’da J.J. Hellert tarafından yapılmış olan (ve bazı kusurları bulunan) Fransızca tercümesinde yer almıştır38. Şüphesiz bu sonuncusu Sorel’in kaynağıdır39. Fakat Thugut’tan bir asır sonra yazan Sorel, diplomatın orijinal mektubunda Rusya’nın Osmanlı hıristiyanlarını «himaye» hakkını vurgulayan kelimelerini ondan daha fazla abartarak kullanmıştır. «Antlaşmanın esası, din ile ilgili maddelerinde temerküz ediyordu», demektedir Sorel40. Thugut’un aksine Sorel Kırım savaşının başlangıç sebeplerini ha tırına getirebiliyor ve bu şartların önemini biliyordu. Thugut da antlaşma maddelerinin çok önemli olduğuna inanıyordu, ama onun asıl ilgilendiği husus Osmanlı İmparatorluğu ve bilhassa İstan bul yönünde Rusya’nın büyüyen askerî tehdidi idi. Tüm Osmanlı hıristiyanları üzerinde Rusya'nın söz konusu hamilik hakkı ile sözde Rus hüneri ve Türk temsilcilerinin beceriksizliği arasında di rek bağlantı kuran Sorel olmuştur. Fakat Sorel’in en büyük hatası, Thugut’tan faydalanırken Thugut’un, Küçük Kaynarca antlaşmasını yazarken antlaşma met nini görmemiş olduğunu gizlemesidir. Thugut, muhteva hakkında sadece tahminde bulunuyordu. 3 Eylül 1774 tarihli mektubunda da yakındığı üzere Bâbıâli henüz antlaşma şartlarını açıklamamıştı. 38 Hammer, Geschichte, 8 : 577-84; Hammer, Histoire de l’Empire Otto man, 17 cilt (Paris, 1835-41), 16 :494-503. Bak. aşağıda n. 46. 39 Sorel, Question d’ Orient'in iv. sahifesinde müracaat ettiği eserlerin listesini yapmıştı. Bunların arasmda Hammer’in Fransızca baskısı da vardır. Thugut’un Sorel’den yaptığı ve yukarıda iktibas edildiği ifade (s. 263-64) Hammer’inkilerle aynıdır, Histoire, 16. cilt, s. 500 ve 503. Fakat Sorel, Thugut’unkinde olmayan bazı sözler ekler, Thugut’tan yaptığı iktibaslardaki hatalarını belirtmez, ve iktibas ettiği iki mektubun tarihlerini değiştirir. Aynı zamanda kopye ederken de yersiz bir hata yapar. Sorel’in kusurlarından önce araştırma metodu ve doğruluğu açısından eleştirilmiş olduğu söylenebilir. En çok eleştiri konusu ise onun L’Europe et la Révolution française’nin son 4 cildidir; 8 cilt (Paris, 1895-1904); özellikle bak. Raymond Guyot ve Pierre Muret, «Etude critique sur “Bonaparte et le Directoire’ par M. Albert Sorel», Revue d’histoire moderne et contemporaine, 5, no. 4 (Ocak 15, 1904) : 241-64, ve no. 5 (Şubat 15, 1904) : 313-39. Maamafih Sorel halâ büyük bir ünden hoşlanır. Onun Question d’ Orient kitabı çıktığından yaklaşık bir asır sonra bölgenin en son monografları olan iki yazar tarafından «faydalı» denildi : Anderson, Eastern Question, s. 400 ve Saul, Russia and the Mediterranean, s. 231. 40 Sorel, Question d’Orient, s. 260. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLA ŞM ASI 361 Thugut gecikmenin, muhtemel sebepleri üzerinde fikir yürütmüş ve şöyle demişti : Ne olursa olsun, Antlaşma hakkında az bilinen umumi bilgi çerçevesinde şöyle bir netice çıkarmak mümkündür : şartların ağır lık noktası Rus diplomatları açısından bir hüner modeli ve Türk temsilcileri açısından ise nadir görülen bir beceriksizlik örneğidir.... Paragraf, daha sonra Sorel’in de belirttiği gibi, Osmanlı împaratorluğu’nun artık Rusya'nın bir çeşit eyaleti haline geldiğinden bahseder41. Nasıl olur da selâhiyetli bir diplomat antlaşmayı oku madan böyle kat’i hükümler çıkarabilir? Thugut’un tek haklı yanı, tahmininin verilen malûmata da yandığına işaret etmesidir. Rus-Türk barış görüşmeleri 1772’den beri aralıklı olarak devam etmişti. Thugut, Fokşani’deki ilk barış görüşmelerinde bizzat bulunmuş ve 1772-73’te Bükreş’te yapılan Rus- Türk barış görüşmelerinin ikinci raundu sıralarında Obreskov’la muhaberede bulunmuştu42. Osmanlı başkentinde hakim olan ruh haletini biliyordu. Rus taleplerini ve Türk’lerin bunlar üze rindeki tavrını da biliyordu. Fakat en son neticeyi bilmiyordu. Me selâ Thugut Osmanlı hıristiyanlarınm Rus himayesi hususunda Obreskov’un Bükreş’te «hıristiyan kiliseleri namına Rus vekilleri nin ılımlı temsillerinin iltifat görmesini» talep ettiğini biliyordu43. Türk temsilciler «kiliseler» diye çoğul şekilde ele alınmasından haklı olarak şüphelendiler. Türk kayıtlarında bu teklif, Rusya’mn tüm Ortodoks mensupları üzerinde bir hamilik hakkı için yapıl mış bir teklif olarak göze çarpar44. Obreskov,daha sonramesele nin antlaşmadan çıkartılabileceğini ve sadece görüşme protokolle rinde yer alabileceğini söyleyerek yumuşamıştı ve talebi azar azar eksiltilmiş sonunda Rusya’ya İstanbul’da bir Rus kilisesini tem sil etme hakkı verilmişti45. Thugut muhtemelen bunların hepsini bi liyordu, fakat korkuyordu ve Küçük Kaynarca antlaşması şartla rını tam öğrenemediğinden en kötüsünü tahmin etmişti. Böylece 3 Eylül tarihli mektubunda şöyle demişti: «umumi teminata güve 41 Hammer, Histoire, 16 : 500. 42 Hammer, Geschichte, 8 :401-3, 415 n.c. 43 Druzhinina, KiuchuTc-Kainardzhiiskii mir, s. 221. 44 Hammer, Geschichte, 8 : 412. 45 Druzhinina,Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 346, Obreskov’un 24. mad de müsveddesini verir. 362 RODERIC H. DAVISON nerek antlaşmada Rusya’ya mezhep ayrılığı gözeten bir dinî hami lik hakkı resmî bir madde ile teslim edilmiştir»46. Kendisinin hatalı olduğu açıktır. Açıkçası Thugut haksızdı. Çünkü Rusya’nın Türkiye’yi mağlûp etmesinden sonraki Avusturya’nın vaziyetinden korkuyordu. Rus ya’ya verilen haklar göz önünde tutulursa, Avusturya'nın YakmDoğu’da önemli bir rakiple karşı karşıya kalması sebebiyle korkusu anlaşılır. Fakat Hammer, Sorel ve daha sonraki birçok tarihçinin de dayandığı bu mektupta, Thugut’un hadiseler karşısında tepkisi tamamen isteriktir. Rusya'nın «hizipçi» Ortodoksluğun müdafii olduğunu görüp o da, karşı konulmadığı sürece Doğu Akdeniz’de - Katolik mezhebinin baskı altma alınıp imha edileceğini seziyordu. Zihninde şöyle bir fikir uyandırıyordu. Ruslar Karadeniz’in kuzey sahilinde, herhangi bir Avrupa devleti farkına varmadan 36-48 saat içinde İstanbul surlarına 20.000 kişilik bir ordu ile gelip içerideki Ortodoks sempatizanlarının da yardımı ile şehri kuşatabilecek bir güce sahipti. Sultan Asya’ya kaçmak zorunda kalacak, böylece «üretim ve zenginlik bakımından dünyanın başka hiçbir bölgesi ile mukayese edilemeyecek kadar mamur olan» Batı Anadolu, Ege Adaları ve Adriyatik’in batısındaki Yunanistan hizipçilik yolu ile Rusya’nm eline geçecekti. Sonra da Rusya, eski çağların en büyük monarşilerinden daha üstün bir süper devlet haline gelecekti. Ve dahası da var. Bu büyüleyici ve ürkütücü bir mektup olması yanın da hiç de iyi bir rapor değildir47. Thugut’un kâhin gibi tavsiyenamelerinin şüphe uyandıran ya nı yalnız bu görüşle değil, aynı zamanda söz konusu mektubunda : Rusya böylece hızla denizden harekete geçeceğinden şüphesiz gele cekte Tuna nehri boyunca hiçbir Rus-Türk savaşı olamayacağı kehanetinde de ortaya çıkmıştı. Aslmda bir asır içinde buna benzer beş kara savaşı oldu48. Bazı yönlerden Thugut 1774’le kendi keha 46 Hammer, Geschichte, 8 : 578. Hammer’in Fransızca tercümesi, Histoire, 16 :495 lüzumlu olan «umumi teminata dayanarak» ibaresini yazmamıştır. Neden tercüme bu kadar dökük saçık? Histoire’nin 1. cildinin başlık sayfası na göre J-J.,Hellert, tercümeyi, Hammer’in kendi yönünde yapmıştır. 47 Hammer, Geschichte, 8 : 577-82. 48 1787-92, 1806-12, 1828-29, 1853-54 ve 1877-78 de Rus-Türk savaşları ol muştu. Philip E. Moseley’e göre Rus donanması Küçük Kaynarca’dan 60 yıl KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 363 netlerinin esiri oldu. O ve İstanbul’daki Prusya’lı diplomatik mes lektaşı, Türkiye üzerinde daha sonra taleplerini artıran Ruslar ta rafından, 1772’deki Rus-Türk barış görüşmelerinde arabuluculuk rollerinden saptırılmışlardır. Nitekim 1773 ilkbaharında görüşme ler kesilince ve Türklerin durumunda bir gelişme olmaması üzerine Thugut, Rusların hünerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde et kili hakimiyete yol açacağı kehanetinde bulunmağa başladı49. So nunda bir anlaşma için görüşmelerin yapıldığından haberdar ol mazdan önce bile, Rus hünerinin antlaşmaya bir yoluyle Rum Ortodoks mezhebinin hamiliği hakkını sokacağını ve bu da Katolikler için Yakın-Doğu’da üzücü neticeler doğuracağını haber ve riyordu; Osmanlı hükümetinin zayıflığına ve beceriksizliğine de üzülüyordu50. Antlaşma hakkındaki 3 Eylül 1774 tarihli hükmü kısmen de olsa kendi kendine yaptığı bir kehanet görünümündedir. Şayet Josef von Hammer-Purgstall, Thugut’un görüşlerini benimseseydi ve «Geschichte des Osmanischen ReicJıes» adlı eserinde bazı mektuplarım yayınlamamış olsaydı, bazı tarihçilerin Rusya'nın Osmanlı împaratorluğu’ndaki Ortodoks’ları himaye hakkının k a f ilik derecesi çok az olurdu. Hammer, Thugut’un tüm beyanlarım ka bul etmiyor, fakat bilhassa iddia edilen Rus hamiliği ile ilgili kısmı tasdik ediyordu. Nedeni şaşılacak şey, ama tatmin edici cevabı da yok. Açıkçası Hammer, genel bir anlamda, Küçük Kaynarea’nın Türk’ler için bir felâket olduğunu görüyordu. Kendisinin Rus hükü metinin gerçekten zaman zaman Osmanlı hıristiyanlannm hamisi olma iddiaları hakkında daha sonra edindiği bilgilerin de etkisinde kalmış olduğu düşünülebilir. Hammer ayrıca Thugut’la olan dostluğunun etkisinde de kal mış olabilir, zira her ikisi de Habsburg devletinin görevlisi idiler. Kendileri, Viyanadaki Yeni Şarkiyat Akademisi’nde çalışan eski ve en' zeki Avusturya’lı şarkiyatçılardandı. Daha yaşlı olan Thugut (1739-1818) dışişleri bakanı olduğunda Hammer’i (1774-1856) ilk görev olarak Türkçe’sini ilerletmesi için 1799’da İstanbul’daki sonra Boğazlardan halâ 36 saatlik mesafede idi, Russian Diplomacy and the Opening of the Eastern Question in 1838 and 1839 (Cambridge, Mass., 1934), s. 7. 49 Thugut’un 3 Mayıs 1773 tarihli mektubu Hammer’in Geschichte kita bında kısmen iktibas edilmiştir, 8 :412, n.a. ve 446, n.b. 50 Thugut’un 18 Temmuz 1774 tarihli mektubu aynı kitapta s. 582-83. 364 RODERIC H. DAVISON Habsburg maslahatgüzarlığına «Sprachknabe» olarak gönderdi. 1802 ile 1816 yılları arasında Hammer Viyana’da Thugut’un sof rasında sık görülen bir misafir idi ve ikisi sık sık uzun uzadıya görüşme fırsatı elde etmişlerdi. Hammer bir şarkiyatçı olarak Thugut’u gölgede bıraktı ama Thugut, ölünceye kadar onu hamisi olarak gördü51. Hammer, her ne şekilde olursa olsun, Thugut’un hıristiyanlar üzerindeki Rus himayesi hususundaki görüşünü Ka bul etmişti. Böylece de zinciri meydana getiren halkalar ortaya çıkmış oldu. Thugut, maddeleri tam olarak bilmeksizin hüküm yürüttü, Hammer tasdik edip bunları yayınladı, Hellert bazı hatalarla bun ları tercüme etti, Sorel, Hellert’in tercümesini mühim kusurlar ve farklı vurgularla iktibas etti ve geçen yüzyılda birçok tarihçi Sorel’e itimat etti. Bu tahrif edilmiş intikal zincirine son bir not olarak Hammer’in Almanca orijinal baskısmda iktibas edilen Thugut’un cümlesine işaret etmek gerek, «Rus hünerinin ve Türk beceriksizliğinin nadir bir örneği». Bu ifadede Rus diplomatları ve Türk temsilcileri ise belirtilmemişti!52 Thugut’un Küçük Kaynarca antlaşmasını yanlış tefsirine kar şı en iyi tekzib belki de, kendisinden sonra en yetenekli Habsburg dışişleri bakanı olan Prens Meternih’in hükmüdür. 1821’de Osmanlı idaresine karşı Yunan isyanından sonra Şark meselesi yeni 51 Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall, Fontes Berum Austriacarum, 2. bölüm. 70. cilt (Viyana, 1940), s. 35-38, 132,174-76, 209, 233, 245’te «Errinerungen aus meinem Leben, 1774-1852». Hammer hakkında bak. aynı zamanda, Constant von Würzbach, Biographisches Lexikon des Kaiserthums Oesterre ich, 60 eüt (Viyana, 1856-91), 7 : 267-89. Franz Maria Freiherr üzerine bak. aynı eser, 45 :1-6. Thugut’u herkes gibi Hammer de eleştirir fakat Geschichte’de 8 : 577, ilâve kısmında Thugut’un «diplomatik hüner ve doğru görüş» hük münün ispatı niteliğindeki raporların hülâsalarını iktibas etmiştir. Hammer, hülâsaların «politika okuyucuları» tarafından hoşnutlukla karşılanmayacak larını da belirtmektedir. 52 Hammer, Geschichte, 8 :582. Türkçe beyanatlar Küçük Kaynarca’daki ikinci Türk temsilcisinin «alıklığı» ve «aptallığını» ehle getirir, fakat bunun sebebi kendisine, antlaşma tamamlanıp karara bağlandıktan sonra Rusya’ya ödenecek tezminat meselesini görüşmeye çıkarması söylenmişti, böylece Türklere 15.000 kese akçeye (4.500.000 ruble) maloldu. Bir rivayete göre delegenin dirseğine dayalı uykudan uyanıp uyukladığını gizlemek için kefaleten meselesini ortaya atması büyük bir aptallık idi. Î.H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4. cilt (İstanbul, 1947-55), 4 : 58. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 365 den ortaya çıkmış, Rusya Osmanlı împaratorluğu’nun Balkan eya letlerinin iç işlerine müdahale hakkı isteklerinde ileri gitmişti. Metemih, Rus taleplerinin ne gibi bir kanunî temele dayandığını anlamak için Rus-Türk antlaşmalarının bir analizini yaptı ki bu antlaşmaların en önemlisi Küçük Kaynarca’dır. Halen Viyana arşivlerinde bulunan bu antlaşma maddelerinin tam hülâsası, Bâbıâli’nin hıristiyan haklarını sadece belirli bölgelerde -Ege Ada ları ve Tuna eyaletlerinde- taahhüt ettiğini ve Rusya'nın sadece buralarda temsilcilik etme hakkı olduğunu göstermiştir. Ayrıca 7. maddede Bâbıâli genel bir taahhütte de bulunmuştu : «Hıristi yan dinini ve kiliselerini daima himaye etmek». Metemih’in bu analizi, «14. maddede yetki verilen İstanbul’da yeni bir kilisenin kurulmasiyle ilgili olan» bu maddeyi ters yorumlamış, geri kalan kısmını almamıştır. Bununla ilgili olarak umumî hiçbir şey yoktu53. Meternih’in antlaşma ile ilgili tahlili, Osmanlı hıristiyanlannm hamisinin, tüm Rusların imparatoru değil, Bâbıâli olduğunu gös termiştir. Şayet genel bir anlamda Osmanh hıristiyanları ile ilgili Rus hakları üzerine başka herhangi bir tartışma gerekiyorsa bu sadece Türk hükümetinin verdiği genel taahhüt ile belirli olabilir. Şüp hesiz Osmanlı devleti hıristiyanların, hamisiydi54. Rusya bu mad de ile ne bir temsilcilik ne himaye ve ne de müdahale hakkı elde etmemiştir. Ancak BabIâli’nin taahhütü Rusya ile ikili bir antlaş mada verilmiştir. Bu, Osmanlı hıristiyanları açısından Rusya’nın bazı özel menfaatlerini elde etmesi manasına mı geliyordu? Kı rım savaşma yol açan 1853 krizinde Osmanh hükümeti antlaşma 53 Meternih’ten Prens Esterhazy’ye (Londra), Mart 17, 1822, «Disposi tions des Traités entre la Russie et la Porte, relativement aux Chrétiens/ : Grecs :/habitans des Provinces Européennes de l’Empire Ottoman, «in HausHof-und Staatsarchiv (Viyana), Staatskanzlei, England, Kart. 166, Korr Weisungen. Meternih’in analizi OsmanlIların Asya topraklan hakkında hiçbir şey ihtiva etmemiş ama Bükreş antlaşmasının (1812) şartlarına yer vermiştirPaul Schroeder, Mettemich’s Diplomacy at its Zenith (New York, 1969), s. 188, n. 80, Meternih’in analizine danışır fakat mektup tarihini Nisan 24, 1822 diye hatalı olarak verir. 54 Zinkeisen, Geschichte, 5 :3, Osmanlı împâratorluğu’nun Rus tebanın din hürriyetini taahhüt etmesiyle ügili bu maddeyi tercüme eder. Doğruluğu is pat edilemeyecek kadar dar bir yorumdur. 366 RODERIC H. DAVISON nın böyle bir hususi menfaat tanımadığım söylemişti55. Rus başve kili Kont Nesselrode ise verdiğini söylemişti50. Nesselrode ve çar 1853’ün ilk altı ayında bu iddiayı daha da ileri götürmüşlerdi. Fa kat Nesselrode Rus-Türk antlaşmalarının maddelerini iyi bilmiyor du ve savaş başladıktan sonra çar da kendisine iyi malûmat veril mediğini itiraf etmişti. I. Nikolas «Küçük Kaynarca antlaşması ile ilgili haklar hakkmda kendisine yanlış bilgi verildiğini... aksi halde tavrının başka türlü olacağmı... ama gösterilen yolun yanlış» olduğunu demiştir” . Burada ayııı yıl Rus-Türk savaşma yol açan 1853 ihtilâfının yeniden tetkikine girmek yersiz olur. Aslında çarın beyanatı, 1853’teki Rus iddialarının kaale alınma yacağını açıklığiyle gösterir. Bunun yerine antlaşma maddelerine dönüp ve bilhassa BabIâli’nin ikili bir antlaşma ile verdiği' «hıristiyan mezhebi ve kiliselerinin tam olarak himayesi» taahhütünden dolayı Rusya’ya intikal eden herhangi bir himaye hakkının mütalâası ele alınmalıdır58. Rusya, belirtilmiş olduğu gibi, antlaşma.uyarınca Osmanlı İm55 Reşid’den Musurus’a (Londra), Ağustos 25; 1853, Dışişleri Bakanlığı Hazine-i Evrak (Dışişleri Bakanlığı Arşivi, İstanbul), dosya 609. 56 A.M. Zaionchkovskii, Vostochnaia voina 1853-1856 gg 4 cilt (St. Pe tersburg, 1908-13), Prilozheniia, 1 : 449-50, yuvarlak olarak Mayıs 30/Haziran 11, 1853. 57 Nesselrode, Rusya’nın özellikle Edirne antlaşmasına dayanarak elde ettiği haklar hakkında düpedüz hata yapıyor. Çar’ın Kont Orlov’u kabulü, Sir Hamilton Seymour (St. Petersburg) tarafından Clarendon’a rapor edüdi, =j= 176 Şubat 21, 1854, Secret and Confidential, Public Record Office (Londra), FO 65/445, G.B. Henderson, Crimean War Diplomacy (Glasgow, 1947) s. 10, bu mektubu arzeder. (ilk olarak History, Ekim 1933’teki makalesinde belirtilen); Temperley, England and the Near East, s. 469, da buna isnat eder58 Şu kabul edüebilir ki Rusya'nın, Osmanlı hıristiyanlarının koruyucusu gibi hareket etmesine dair hiçbir antlaşma temeline ihtiyacı yoktu. Burada üzerinde durmayacağımız bu muhakeme 1853’e ait bazı Rus beyanlariyle dile getirildi. Çar’ın Londra elçisi olan Baron Brunnow, Prens Mençikof ve Kont Nesselrode’a özel olarak şöyle yazm ıştı: «Rusya kuvvetli, Türkiye zayıftır, işte bütün antlaşmalarda önsözümüz budur». F.F. Martens, Recueü des traites et conventions conclus par la Russie, 15 cilt (St. Petersburg, 1874-1909), 12 : 311, Mart 21/Nisan 2, 1853 tarihli mektup. Nesselrode daha sonra kendi si şöyle y a za r: «Rusya’nm hakları şu inkâr edilmez gerçeğe dayanır : 50 milyon Rus Ortodoks, Sultan’ın 12 milyon Ortodoks tebasmm kaderine kayıtsız kalamaz». Nesselrode’dan Brunnow’a Nisan 20 (belki eski takvimdir, o zaman Mayıs 2), 1853, aynı eser, s. 318. KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI 367 paratorluğu’nda hıristiyanlar namına hareket etmek için gerçek ten bazı sarih haklar elde etmişti. Bû haklar üç tane idi, İstanbul’ da bir Rus-Grek kilisesi inşa etmek, bu tek kilise ve mensupları nın diplomatik alanda temsilciliğini yapmak ve Eflâk ve Boğdan’daki hıristiyanlarm da aynı alanda temsilciliğini yapmak. Olduk ça dar olan bu şartnameler daha geniş anlamda temsil, himaye ve müdahale şartları talep etmeye vesile olabilirdi. Fakat bunlar fazlalaştırdıkları istekleri için sağlam temel değildirler. Küçük Kaynarca antlaşmasının Rusya'ya himaye ve temsilcilik için ge niş haklar verdiği yolunda eski iddiayı yıllar boyunca tekrarlayan tarihçiler açıkça hatalıdırlar. Rus haklarının dahi sınırlı olduğunu söyleyenler gerçeğe daha yakındır. Küçük Kaynarca antlaşmasının Rus hünerini ve Osmanlı be ceriksizliğini göstermiş olduğu hükmü, aynı zamanda sağduyunun yokluğunu temsil etmektedir. Aslmda iddia edildiği kadar olmasa bile Rus hüneri vardı. Sorel ve diğerleri, ilgili maddelerin ustaca serpiştirilmelerinin farkına vardıklarına işaret etmişlerdi -özellikle, güya aralarındaki bağlantıyı Türk’lerden ve dünyadan saklamak için bilhassa İstanbul’da bir kilise ile ilgili 7. ve 14. maddelerin ayrılması. Fakat Rusça orijinal antlaşma teklifinde iki madde yanyana konmuştu. Druzhinina her iki tarafın müzakereler sıra sında «maddeleri nizamsız bir biçimde biraraya getirerek» birbirini aldatmaya çalışmasına bir delil bulamamakta 7. ve 14. maddeleri, yapmak zorunda kaldıkları feragatlerin İstanbul’daki umumi tesirini azaltmak için muhtemelen Türk’lerin ayırmış olduğunu söylemektedir59. Ruslar’ın bile bâzı aptallıkları vardı : meselâ Osmanlı Sultan’ını, yeni bağımsız Kırım Hanlığı’nın meşru halifesi olarak tanımışlardı. Bu durum büyük anlaşmazlıklara sebep ol muş daha sonra 1779’da Aynalı-Kavak antlaşması ile düzeltilmişti60. Osmanlı beceriksizliğinden de örnek vardı. Bu da -Küçük Kaynarca’daki son barış görüşmelerindeki tutumlarından ziyade daha iyi bir uzlaşma yapabileceği savaşın ilk safhalarında barışa ya naşma cesaretini gösterememeleridir. 1772-73’te ve gene 1774 yı lında yapılan barış görüşmeleri sırasında OsmanlI’lar yukarıda be 59 Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhiislcü mir, s. 278 ve 346. 60 G.F. de Martens’in Recueil’mdeki metin, 2. baskı, 2 : 653-61; Noradounghian Recueil, 1 : 338-44. 368 RODERIC H. DAVISON lirtilen yalnızca üç hak dışında Rusya’ya verilmiş genel anlam da herhangi bir temsil veya himaye hakkı görmüyorlardı. Asıl Os manlI beceriksizliği Polonya meselesi üzerine savaşa girmesi ve dönüşü olmayan bu savaştan mağlûp çıkması idi. Thugut’un Küçük Kaynarca hususunda arzettiği Rus hüneri ve Türk beceriksizliği şeklindeki hükmü iki asırdan beri hoş bir hikâye olarak süregelmiş, Sorel’in tasviri ise geçen doksan sekiz yılda bu hikâyeyi pekiştirmiş olduğundan artık gerekli değişikliği yapma zamanı gelmiştir. Erol Aköğretmen 1865 TARİHÎNDE GÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂHI* Paul Dumont Bugün Kilikya, İktisadî başarı açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’nin en sağlıklı bölgelerinden birisidir. Pamuk, tahıl ve tu runçgiller tarımı, besin ve tekstil sanayileri, bölge ve memleket çapında bir ticaret, kara, demir ve deniz yolları trafiğinin yoğunlu ğu, bu bölgede kuvvetli bir burjuvazinin elinde sağlam bir zenginli ğin unsurlarını teşkil etmektedirler. Benim, niyetim, bu makalede, Güney-Doğu Anadolu tarihinin nisbeten az tanman bir safhasının bu İktisadî gelişmeye katkısını göstermekten ibârettir. Kilikya’da, ıslâh teşebbüsleri, XIX. asrın ilk yarısı boyunca, hiçbir zaman bir neticeye ulaşmaksızm, birbirini tâkip etmektedir ler. Bu devir hakkında ancak yaklaşık bir bilgiye sahibiz; bu bilgi ler esas itibariyle bağımsız iki derebey ailesinin, yâni Payaslı Küçük Alioğullarmın ve Kozan-dağh Kozanoğullarının tarihî çer çevesi içinde kalmaktadır1. * Türk sosyal tarihi açısından ehemmiyetli olan bu araştırmanın aslı, «La paeification du Sud-Est Anatolien en 1865» adı altında Turcica (ParisStrasbourg, 1975, t. V, s. 108-130)’da yayınlanmıştır. Bu konuda, 1973 yılında, Yusuf Halaçoğlu da «Fırka-i İslâhiye ve Yapmış Olduğu İskân» (İ.ÜJH.F. Ta rih Dergisi, İstanbul, 1973, sayı 27, s. 1-20) adlı bir makale neşretmiştir. Kay naklarına bakılırsa, Paul Dumont’un, kendisininkinden daha önce yayınlanmış olmasına rağmen, Y. Halaçoğlu’nun makalesini görmediği anlaşılmaktadır. An cak bu iki incelemeden birincisi diğerini tamamlar niteliktedir. Bu sebeple Türkçeye tercüme edilmesi faydalı görülmüştür. 11 Ocak 1978 tarihli mektup larıyla bu makalenin türkçe tercümesini yayınlamamıza müsaade eden Sayın Paul Dumont’a teşekkür ederim (Mütercim). 1 Küçük Alioğulları hakkında birçok eser vardır. Meselâ, krş., Princesse de Belgiojoso, Asie Mineure et Syrie, Paris, 1858, ve bilhassa W.B. Barker, Lares and Penates, or Cilicia and its Governors, Londres, 1853- Kozanoğulları hakkında başlıca kaynağı, Cevdet Paşa’mn hatıraları teşkü etmektedir; fakat Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 24 370 PA U L DUMONT Küçük Alioğulları, asnn başında, Bâb-ı Âlî tarafından kendile rine karşı gönderilen Yozgatlı Çapanoğullannı püskürtmüş ve 1817’ye kadar Adana valisinin birlikleriyle çarpışmıştı2. 1817’de dağıtı lan Küçük Alioğulları, on sene sonra Payas’da iktidarı yeniden ele geçirmektedirler. Aynı devreye doğru, Közan-oğullan hâkimiyetle rini yavaş yavaş Sis ve Haçin arasında bulunan bütün bölgelere yaymaktadırlar. Mısır'ın Kilikya’yı işgali sırasmda (1832-184:0), İbrahim Paşa Payas ve Kozandağı’nda nizamın düzenlenmesi hu susunda O sm a n lIlardan daha üstün bir başarı gösteremez ve neti cede derebeylere belli bir muhtariyet tanımak zorunda.kalır. 1840’tan sonra, İmparatorluk Hükümeti, tekrarlanan askerî başarısız lıklar sonunda, aynı tutumu benimsemek mecburiyetinde kalmıştır. O halde, 1850’ye doğru, Kilikya ovası ve dağlık çevreleri daima Bâb-ı Alî’nin kontrolü dışında kalmaktadır. Ovanın göçebeleri ve dağlılar, askerlik hizmetini ve vergiyi bilmez gözükmekten gurur duymaktadırlar. Victor Langlois’ya göre, Adana Paşalık’ı 1852 yılında imparatorluk hâzinesine on milyon kuruş borçludur3, şüp hesiz bunun sebebi yukarıda zikrettiğimiz husustur. Her yerde eşkiyahk, ortalığı kırıp geçirmektedir. Türkmen aşiretleri, sâhil ve Sivas’ın güneyinde bulunan yazlık otlakları Uzunyayla arasın daki göçleri sırasmda, yol boyunca ele geçirebildikleri her şeyi silip süpürmektedirler. Silahlı çeteler, yollardaki stratejik .noktalan iş gal etmekte ve geçiş hakkı almaktadırlar. Gâvur-dağı’nın geçit nok tası olan Payas’da, Mekke hacılannın utamlmaksızm soyuldukları na şâhit olunmaktadır. Kısacası, kargaşalik ve anarşi imparatorlu ğun en verimli eyâletlerinden birini harâbetmektedir. Neticede hükümet harekete geçmiş; 1865’te, Derviş Paşa ve Cevdet Paşa’nm komutasında bir ıslâh tümeni (fırka-i İslâhiye) Kilikya’ya gönderilmiştir. Bu askerî seferin düzenlenmesi birçok gayeye yöneliktir. Herşeyden evvel, Kınm harbinin akabinde, Osmanlı ordusuna yeni «asdağmık bâzı bilgiler için Kotschy’nin seyâhat anılarına da başvurulabilir, Reise in den Ctticischen Taurus, Gotha, 1858, ve Reise nach Cypern und Kieinasien, Gotha, 1862-63; V. Langlois, Voyage â Sis, Paris, 1855, ve Voyage dans la Gilicie et dans les montagnes du Taurus, Paris, 1861; P. Tchihatcheff, Reisen in Kieinasien und, Armenien, Gotha, 1867. 2 W.B. Barker, Lares and Penates, s. 85-87. 3 Voyage dans la Cüicie, s. 48. GÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂH I 371 ker kaynakları» temin etmek; ikinci olarak, verginin intizamlı bir şekilde toplanmasını sağlamak; nihâyet, eşkiyalığa son vermek, mal ve insan ulaşımını emniyet altına almak, mevsimlik göç hareket leri sayısız karışıklıklara sebep olan göçebeleri yerleşik hayata ge çirmek söz konusudur. Bu ilk hedefler dışında, bu askerî seferin geniş muhtevalı bir proje olduğu sezilmektedir: Kilikya ovasının iskânı (colonisation) ; bilhassa pamuk ve tahıl gibi ticâret tarımlarının bölgeye sokulma sı yoluyla bölge ekonomisinin canlandırılması ve karayollarıyla il gili bir alt-yapmm inşası. Kısaca söz konusu olan, henüz derebeyler çağında yaşayan Kilikya’nm kapitalist devreye sıçrayışını sağ lamaktan ibârettir. Islâh faaliyetlerinin hemen sonunda, teknokratik ve otoriter bir bürokrasinin yerleştirilmesi, ilerde görüleceği gi bi, bu tekâmülün belli başlı faktörlerinden biridir. Bu önemli dönemin tarihi iyi tanınmamaktadır. Yirmi sene ka dar önce, W. Eberhard belli sayıdaki anâneleri yerinde toplayabil miş ve sözlü şehâdetlerden hareketle bir kaç türkmen aşiretinin Güney-Doğu Anadolu bölgesine yerleşmesinin tarihini yeniden yazabilmiştir1. Eberhard tarafından ortaya konan bu bilgiler, -E.J. Da vis ve H. Grothe ve diğerleri5- gibi çeşitli seyyahların eserlerinden ve Venedikli bir «mékhithariste»* Alishan’m derleme kitabından el de edilebilen mâlumatlara eklenmiştir. 1899’da Venedik’te yayın lanan Sissouan ou l’Arméno-Cïlicie çok zengin bir eserdir, fakat ih tiyatla kullanılması gerekmektedir. Almanların coğrafya çalışma ları da bir takım bilgiler ortaya koymaktadırlar6. Diğer yandan, Kilikya’mn Fransız işgali neticesinde yapılan belli sayıda incelemeler vardır7. Türkçe olarak, bu bölgeden yetişen bir mütebahhir olan Ka sım Ener’in çalışmalarını haber vermek gerekmektedir; K. Ener, Adana ovasının umumî tarihi hakkında yazdığı eserde8, Menemen4 «Nomads and* Farmers in South-eastem Turkey. Problems of Seule ment», Oriens, VI, 1953, s. 32-49; Minstrel Taîes from South-eastem Turkey, 1955’de de bir takım bilgiler vardır. 5 E.J. Davis, IAfe in Asiatic Turkey, Londres, 1879; H. Grothe, Meine Vorderasien-expedition, 2 cilt, Leipzig, 1911-1912. * Sivas doğumlu Ermeni bilgin Mékhitar (1670-1749) tarafından kurulan bir dinî tarikata mensup olan kigi, ermeni katolik din adamı (mütercim). 6 Bilhassa krş-, FJX. Schaffer, CUvcia, Gotha, 1903. 7 Meselâ, P. Redan, La Cïlicie et le problème ottoman, Paris, 1921. 8 Tarih Boyunca Adana Ovasına Bir Bakış, İstanbul, 1964. 372 PAUL, DUMONT cioğulları ailesi vakayî-namesinden geniş ölçüde yararlanmıştır. A.R. Yalgm’m düzensiz araştırmaları da ilgi gösterilmeye değer9. Fakat, genel olarak, Kilikya tarihinin türkçe bibliyografyası açık bir şekilde yetersiz gözükmektedir. 1933’ten itibaren, Anadolu’da tarih araştırmalarını teşvik etmek için Halk Evleri tarafmdan gi rişilen faaliyete rağmen, mahallî arşivler, ancak çok mütevazı bir şekilde kullanılabilmiş ve ancak kısmî ve dağınık, yararlanılması güç bir takım neşriyatlara imkân vermişlerdir. Farklı değerlere sahip olan bu malzemeler karşısında, Fvrka-i İslâhiye’nin komutanlarından biri olan Cevdet Paşa’nm hatıraları temel bir kaynak teşkil etmektedir. Bilindiği , gibi Cevdet Paşa (1822-1895), XIX. asır Osmanlı imparatorluğu tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Cevdet Paşa, birçok kere bakan olmuş ve Bos na’nın ve Güney-Doğu Anadolu’nun islâhmda (pacification) büyük bir rol oynamıştır. Osmanlı Hukukunun modernleşmesinde başlıca etkën olan Cevdet Paşa, tarih (Tarih-i Cevdet) ve sözlük (lexico graphie) çalışmalarıyla da şöhret bulmuştur10. Hatıralarının iki versiyonu tanınmaktadır. Ma’ruzât adını taşıyan (Ma’ruzât deyimi özellikle sultanın faydalanması için kaleme alman belgeleri belirt mektedir) ve Sultan H. Abdülhamid’e tahsis edilen birinci versiyo nun en önemli kısımları 1924 ve 1926 yılları arasında Ahmet Refik tarafından Türk Tarih Encümeni Mecmuasv’nda. yayınlanmıştır11. Başka bir metin Cevdet Paşa tarafından tarihçi Lütfi Efendi’ye gönderilmiştir, bu metin Tezâkir adını taşımaktadır. Bu iki metin biribirine çok yakındır, ve ancak (en azından Kilikya seferiyle il gili hususlarda) çok küçük teferruatlârla biribirinden ayrılmakta dır. O halde, onları farksız bir şekilde kullanmak mümkündür. Tezâkir’ e gelince, onun Cavit Baysun tarafından hazırlanan yeni bir baskısı vardır; bu baskı sayesinde Tezâkir daha kullanışlı bir hâle gelmiştir12. « 9 Cenupta Türkmen Oymakları, 5 fasik., 1931-1939. 10 P. Babinger, Die Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke, (Leipzig, 1927, s. 376 vd.) adlı eserinde Cevdet Paşa’yı kısaca tanıtmaktadır. Ayrıca krş., A. ölmezoğlu, «Cevdet Paşa», İslâm Ansiklopedisi, ve C. Baysun, «Cevdet Paşa. Şahsiyetine ve İlim Sahasındaki Faaliyetine Dair», Türkiyat Mecmuası, XI, 1954, s. 213-230. 11 Bizi ilgilendiren bölümler için, krş., no : 10-13 '(yeni seri), 1925-1926. 12 4 cilt, T.T.K., Ankara, 1953-1967. GÜNEY-DOĞÜ ANADOLU 'N UN ISLÂHI 37â Tezâkir1i meydana getiren kırk tezkire, Cevdet Paşa’mn hizmet yıllarının çeşitli devrelerine aittir. Burada bizi sadece Fırka-i İslâ hiye’nin gönderilmesine ve Hşlep vilayetinin yeniden teşkilâtlandı rılmasına hasredilmiş 27-39 numaralı bölümler ilgilendirmektedir. Bu kısımlar, XIX. asırda Kilikya’ya nüfus yerleştirilmesi hakkında oldukça geniş bilgi vermekte ve bu bölgenin islâh tarihi üzerine ışık tutmaktadır13. Bu tezkireler, her birinin sonunda bulunan tarihe inanmak ge rekirse, 1862 yılında, yâni nakledilen olaylardan onbeş sene kadar sonra kaleme alınmıştır. Bununla beraber, öyle bir açıklığa sahip tirler ki, sanki olay sırasında yazılmış gibidirler. O halde, Cevdet Paşa’nm, hatıralarını vesikalara dayandırmak için, önemli malzeme lere sahip olduğunu farzetmek uygun olacaktır. Cavit Baysun haklı olarak şahsî notlar varsayımını ileri sürmektedir. Ayrıca, şüphesiz bizzat Cevdet Paşa’nın başkanlığında, FvrkaA İslâhiye’nin resmî bir sefer günlüğünün mevcudiyeti de düşünülebilir. Her halükârda, Tezkireler kendileriyle ilgili olaylar sırasında yazılan raporlardan, mektuplardan, notlardan, vs. geniş ölçüde yararlanmaktadır. îslâb devrinde yapılmış istatistik vesikalar gibi bu metinler de çoğu kez tam olarak zikredilmiştir. Böylece Tezâkir1de, Karataş ve Ayas li manları hakkmdaki Ahmet Muhtar Bey’in raporunu11 veya İsken derun ve Halep arasında bulunan ticâret ve ulaşım yolları hakkm daki Mes’ud Bey’in raporunu13 okumak mümkün olmaktadır)' yine bu sâyede, Halep vilâyetinin askerî seferden hemen sonra tesbit edi len nüfus sayımı hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir16. Kısacası, Cevdet Paşa sadece şâhit olarak değil, fakat tarihçi olarak da çalış mıştır; arşivlerde araştırma yapmış, vakayî-nameleri incelemiş, is tatistikleri karıştırmıştır. Şüphesiz, hatıralarının zenginliği ve gü venilirliği buradan gelmektedir. Cevdet Paşa sayesinde, seyyahların eksik ve bâzan karışık şehadetleri nisbeten tanzim olunabilmekte ve XIX. asrın ortalarına doğru, Güney-Doğu Anadolu’da belli başlı üç anarşi yuvası farkedilebilmektedir: İlk olarak, Kilikya ovasının kuzeyinde, Kozanoğul13 Baysun baskısının üçüncü cildi, Ankara, 1963, s. 107-240. Bundan böy le, Ts. kısaltması bu cilde atıf yapacak ve onu sayfa numarası takip edecektir. 14 (Ts., s. 191-195). 15 (Ts., s. 228-234). 16 (Ts., s. 220-225). 374 paül, du Mon t ¡arının hâkimiyeti altında bulunan ve bundan dolayı da Kozan-dağı adını taşıyan dağlar; ikinci olarak, Sis’ten Gâvur-dağı (Amanus)’na kadar, kürt ve türkmen göçebe aşiretler elinde bulunan Kilikya ova sının kendisi; üçüncü olarak, Payas sancağı ve Keferdiz nâhiyesi17 arasında, belli miktarda asî derebeylerin şiddet faaliyetleri göster diği Gâvur-dağı ve Kürd-dağı. KozanoğuTlan : Güneyde Sis, kuzeyde Aziziye nâhiyesi, batıda Zamantı çayı, doğuca Sunbas vâdisi Kozanoğullarmm nüfuz bölgesinin sınırla rını çizmektedir. Söz konusu olan, Kilikya toroslanmn göbeğinde, 2000-2700 metre yüksekliğe ulaşan, güç nüfuz edilebilir bir dağlar silsilesidir. Bu dağlar, Ermenilerle (Sis, Haçin, Zeytun) ve Türkmenlerden müteşekkil bir azınlıkla, bilhassa Selçuklular devrinde buraya gelen Varsaklarlaıs meskûndur. Kozanoğulları, XVIII. asır da mâzisi karanlık bir aşiretten meydana gelmekte ve o zamanlar Göksu vâdisine yerleşmiş olan ArikTılar’d&n müteşekkil küçük bir aşiretin başmda bulunmaktadırlar19. 1800’e doğru, Anklilar’m beyi,. Topal adıyla tanınmaktadır. Kardeşi Hacı adını taşımaktadır. On lardan itibaren, Cevdet Paşa’mn topladığı bilgiler20 ve Türk folklor araştırıcısı T. Toros’un bize gösterdiği bir arşiv vesikası sayesinde, Kozanoğullarmm soy kütüğü ve tarihi yeniden tanzim edilebilmek tedir21. XIX. asrın başmda, Topal’ın -veya belki de Hacı’nm- oğlu 17 Sancak’tan çok daha küçük bir idârî birim olan nâhiye, köyler toplu luğundan ibarettir. 18 Bu Kilikya Vorsafcları hakkında Faruk Sümer’in eserinde bir takım dağınık bilgiler bulunmaktadır, Oğuzlar, 2. baskı, Ankara, 1972. Alishan (Sissouan, s. 176 vd.) bunları A f şarlar aşiretine bağlamaktadır. 19 Cevdet Paşa’ya göre (Tz., s. 109), Kozanoğullarmm Antep yakınların daki Kozan köyünden olmaları ihtimali vardır. Alishan, (aynı eser, s. 176) da, «bu aşiretin Kozan adındaki kurucusunun bu yerlere altı arkadaşı ve Osmanlüarm atasıyla birlikte yerleştiğini» tahmin etmektedir. 20 (Tz., s. 109-119). 21 T. Toros’un ortaya çıkardığı vesika, Meclis-i Valâ sicillerinin özetidir (Dosya 4, no: 23861). Ts-’lerdeki bilgilerden pek azmi teyit etmektedir. Temel fark, Yusuf’un soykütüğü konusundadır; resmî kaynağa göre, Yusuf’un baba sının Topal değü, Hacı olması gerekmektedir. Diğer farklüıklar, kız çocuklar ve küçük oğullardan ayrılan soy kolları silsilesiyle ilgilidir. GÜNEY-DOĞÜ AN AD OLU ’NUN ISLÂHÎ 375 Yusuf, adamlarını Sis’te hükümran olan ve Kozandağı’nın her yöre sinde iktidarını hissettiren Divanoğulları’na karşı harekete geçir mektedir. Daha sonra, Orta Anadolu’daki Çapanoğulları Adana eyâ letini zaptetme teşebbüsüne giriştiği vakit, Yusuf bölgesini kıyası ya müdafaa edecek ve felâketten büyümüş olarak çıkacaktır. Kozan, XIX. asrın ortalarında, mîras oyunlarıyla ikiye bölün müştür : Batı Kozan ve Doğu Kozan. Batıda Zamantı çayı ile sınır lanan Batı Kozan, kuzeyde -ağanın kışlağı olan- Belenköy bölgesi ni ve Rum nâhiyesini, doğuda Göksu vâdisini, güneyde Sis bölge sini ihtiva etmektedir. Çeşitli aşiretler, bn geniş bölgeye yayılmış lardır. Rum nâhiyesi ve Belenköy arasında Oruçlulara, rastlanmaktadır; Karacalar Göksu’nun iki kıyısını işgal etmektedirler; Sis bölgesi Ermeniler ve Kürtlerle meskûndur. (Aslında kuzey-doğuda bulunan) Doğu Kozan kuzeyde Aziziye’den batıda Rum nâhiyesine kadar uzanmaktadır. Bu bölgede esas itibariyle Ermeniler ve Varsaklar oturmaktadır. Doğu Kozan, Mağara bölgesini, ermeni şehri olan Haçin’i ve biraz daha güneyde, ağanm oturduğu Gürleşen kö yünü ihtiva etmektedir. Gürleşen ve Belenköy arasındaki yol orta sında bulunan Feke, her iki Kozan’a da hâkimdir ve âile toplantı ları burada yapılmaktadır. Batılı seyyahlardan birçokları, 1850’ye doğru, Doğu Kozan’m ağası Çadırcı Mehmed’den söz etmektedirler. Cevdet Paşa, Çadırcı Mehmed’in «çok yararlı» birisi olduğunu yazmaktadır. Korkunç bir eşkiya olan Çadırcı Mehmed, Kilikya’mn Mısır işgali devrinde (1832-1840), İbrahim Paşa’nın birliklerine karşı bir çete gurubu (gerilla) kurmayı başarabilmiştir. Doğu. Kozan’m aşiret reisi Sa mur Ağa’nın Mısırlılara teslim olmasına rağmen, Doğu Kozan bu devrede, Çadırcı Mehmed sayesinde, Mısırlı valinin kontrolünden kurtulmuştur. Yine Çadırcı Mehmed, 1850’den sonra, Arabistan ordusunuh komutanı Kıbrıslı Mehmed Paşa’nın kendisine karşı gön derdiği tümene başarılı bir şekilde karşı koyabilmiştir. 376 P A U L DU^IÖÎ'ÎT KozanoğuTları’nm soykütüğü : . . Langlois’ya göre, Çadırcı ihtiyarladığında işi boyun eğmekle bitirmiş olmalıdır22. Tezâkir’e bakılırsa, aksine onun resmî bir un van kılığı altında, yâni Kozan kaymakamı unvanıyla bağımsızlığı nı tasdik ettirdiği ortaya çıkmaktadır. Aynı anda, Doğu Kozan ağa sı da müdîr unvanını almaktadır23. « 1850 yıllarında, Çadırcı öldüğü zaman, kardeşi Ömer onun ye rine Batı Kozan’ın başına geçer; sonra öz oğlu Ahmed tarafından o da makamından uzaklaştırılır. Aynı devreye doğru, Doğu Kozan’da, Samur’un oğulları sırasiyle müdîrlik görevine gelirler. (Cevdet Paşa’ya göre) «tembel bir. mîzaca sahip olan» büyük oğul Ahmed Varsak?ların vergilerinden ayrılan yıllık bir gelir ile iktifa eder. Mehmed müdîr olur, fakat dokuz ay sonra ölür; yerine Yusuf ge çer24. Islâh harekâtı arefesinde, resmî Unvanlarına rağmen, Bâb-ı Âlî’nin hâkimiyetini, ne Batı Kozan’da Ahmed ne de Doğu Kozan’da Yusuf kabul etmektedir. Tam aksine, vergileri kendilerinde alı koymakta, silâhlı çeteler beslemekte ve dağlarına sultanın temsil cilerinin girişini yasaklamaktadırlar25. Din kanunlarını önemsemeksizin, arzularına göre, idâreleri altında bulunan kişilerin hayat ve ölüm hakkını ellerinde bulundurmakta, kendi menfaâtlan için mi rasların bir kısmını müsâdere etmekte, bir kelimeyle hoşlarına gi den her şeyi yapmaktadırlar. Sis’teki Ermeni Patrik’i, Kozanoğulları’na ağır bir haraç ödemek zorundadır20. Toprak bakımmdan, Kozanoğulları’nın iktidarı, geniş ölçüde Toroslara yayılmaktadır; hattâ nüfuzları, kendilerine tabî göçebe aşiretler vasıtasiyle, Kilikya ovası istikâmetine doğru taşmaktadır. Gerçekten, aşiretler onlara, mevsimlik göçleri sırasında Kozan-dağı 22 Voyage dans la CUicie, s. 82. 23 Ts., s. 112. Bu devirde, kaymakam,sancak yöneticisini ve müdîr, sancak’ın bir bölümü olan kazanın yöneticisini ifâdeetmekteydi. 24 (T z s. 111-112). 25 Langlois, Voyage â Sis, s. 10; Tz., s. 114. 26 Langlois, Aynı eser., s. 45. ĞÜNEY-DOĞU A N AD O LU ’NUN ISLÂHI 377 vadilerinden (özellikle Göksu) geçebilmek için keyfî geçiş hakla rından başka, çaldıkları mallardan (at, sığır, vs.) bir yüzde ve bil hassa askerlik hizmeti borçludurlar. Dağlarda, sadece -Ermenilerin oturduğu-, Haçin ve Zeytun şehirleri belli bir muhtariyete sahiptir ler. İdarî bakımdan Doğu Kozan müdîr’ine bağlı bulunan Haçin as lında müdir’e haraç ödemekle yetinmektedir. İncelememizin konu sunu teşkil eden devrede tam bir hareketlilik içinde bulunan Zeytun’a gelince, o, kendisininkinden başka hiç bir egemenlik tanıma maktadır27. Bu şehir dışında, ağalarm hâkimiyetine hiçbir yerde itiraz edilmemektedir. Kozan’m yayılma politikası karşısındaki engeller Kozan-dağı’mn haricinde bulunmaktadır: Doğuda Sunbaslı Kökülü-oğullan ve Yağbasan aşireti; batıda KaraisalI Menemenci-oğulları. Burada sözkonusu edilenler, Kozanoğulları’nın eskiden beri mevcut olan hasımlarıdır: Menemenciler, Kozanoğulları’na saldırmak için Mısır istilâ sından faydalanmışlardı28; Yağbasanlar da, Mısırlıların çekilişinden sonra Osmanlılar Kilikya’yı yeniden ele geçirmek istedikleri zaman, Osmanlı birlikleriyle ittifak kurarak saldırganlıklarını açığa vur muşlardı. Fakat bu kötü komşulara rağmen, Kozanoğullan sarsıl maz bir üstünlüğe sâhip gibi gözükmektedirler. Böyle olmakla birlikte, Kozanoğullan hakkında, çok mübalâğa lı bir fikre kapılmamak gerekmektedir. Gerçekten, XDC. asrm or talarında, Kozanoğullan büyük bir itibardan faydalanmaktadırlar; fakat aslında bu itibarı çok daha önce kendileri hakkında oluşan bir efsâneye borçludurlar. Tezakir okunduğunda, Kozanoğullan ger çekten, hayvancılık ve az miktarda ziraatla ve kalan ihtiyaçlanm tamamlamak için de haydutluk yaparak sefil bir şekilde yaşayan bir avuç yarı-göçebe29 aşiretlerin başmda, büyük serveti olmayan, 27 ' Tz., s. 120-122. Ayrıca krş., Alishan, Aynı eser., s. 202 vd. Umumî olarak, bu devrede Kilikya’ daki Ermeni cemaatlar inin tarihiyle ilgili her hu sus için bu esere atıf yapmaktayım. Zeytun hakkında, bk., Aghassi, Zeitoun depuis les origines jusqu’à Vinsurection de 1897, Paris, 1897. 28 Kasım Ener, Tarih Boyunca Adana..., s. 298-299. 29 Tz., s. 113. Langlois (Voyage dans la Cilicie, s. 21) Varsaklarm 800 ça dırdan ve Kozanoğullarının 500 haneden müteşekkil olduğunu yazmaktadır. Cevdet Paşa da (Tz., s. 223-224) Sis’te 3956, Belenköy'de 1895, Haçin’de 1584 müslüman aile saymaktadır. Oysa Alishan (Aynı eser) bu istatistikleri ermeni halkm sayı bakımından üstünlüğünü gösterecek tarzda yalanlamaktadır. 37S p a ú l d u Mo n t okuma yazma bilmeyen ve oldukça köylü tavırlı zorba köy soylu ları olarak gözükmektedirler. Bununla birlikte, merkezî iktidarın ihmali kargısında tehlikeli olmaktadırlar; zira, dağlarmda anarşi nin sürüp gitmesinden hiç de memnun olmamaları sebebiyle, bölge nin temèl ulaşım yollarmı tıkamakta ve netice itibariyle, ovanın İk tisadî gelişmesine engel teşkil etmektedirler. Şehir ticaretinin bü yümesi ve verimli bir ta r ımın uygulama alanına sokulması için, Kozanoğulları’yla kesin bir çözüm yolu üzerinde anlaşmaya varmak mecburiyeti buradan gelmektedir. Ova Aşiretleri : Güvensizlik ve kargaşalık hususunda söz konusu olan, sadece Kozanoğullan değildir. Adana’rnn doğusunda, Ovada bulunan geniş ekilmemiş araziler, kışın oraya gelen göçebelere bırakılmıştır. Vic tor Langlois’ya göre, «Eylülde, Karamanlılar, Türkmenler, Yürük ler dağlarından Tarsus ve Adana ovalarına inmekte, oralara çadır larını kurmakta ve sürülerinin muhafazasını hamımlarına ve çocuk larına emanet ettikten sonra, devecilik yapmaktadırlar. Mayıs aja na doğru koyunlarını kırkmakta, onların jûinünü satmakta, kendi leri için lüzumlu eşyaları satın almakta, sonra hanımlarıyla buluşmakta, bagajlarmı almakta ve dağlarma dönmektedirler»30. Sis bölgesinde Hacılar, Leh, Karnitili kürt aşiretleri, Ceyhan’ın sağ ko lu üzerinde, Adana ve Sis arasında Sırhmtılı ve Avşar türkmen aşi retleri; daha doğuda Bozdoğanlar; nihayet nehrin sol kolu üzerinde Tecirliler ve Ceridler bulunmaktadır31. Bu göçebeler on bin çadır dan daha fazla bir nüfusu temsil etmektedirler32, ve tartışmasız bir 30 Aynı eser, s. 34. 31 Aşiretlerin isim listesi yazarlara göre değişmektedir. Langlois (Aynı eser,- s. 21-23) T z ’de adı geçmeyen önemli bir aşiret grubu olan Kerim-oğullannı zikretmektedir. (Bu aşiret muhtemelen Bozdoğanların bir koludur: krş., P. Sümer, Oğuzlar, s. 196). Ayrıca,-Langlois Afşarl&rı kürd aşiretleri grubu içine yerleştirmektedir ki, bu bir hatadır, ancak kürtleşmiş Avşarlar söz konusu edilebüir. Bu aşiretler hakkında, krş., İslâm, Ansiklopedisi «Avşar» ve «Lek» mad deleri, ve bilhassa P. Sümer’in çalışmaları; fransızca olarak, X. de Planhol, Les fondements géographiques de l’histoire de l’Islam, Paris, 1968. 32 Langlois, Aynı eser, aynı yer. Ts.’in yerleşik halklarla ügüi verileri aynı ölçüdedir. GÜ NEY-DOöU AN AD OLU ’NUN ISLÂH I 379 şekilde, yüzbinlerce baş hayvanlarıyla, Kilikya ovasının ziraî kal kınmasına ehemmiyetli bir engel teşkil etmektedirler. Bu göçebe aşiretler sadece, çobanlık faaliyetleriyle, eyâletin ziraat açısmdan iskânını engellemekle değil, fakat ayrıca bu böl gede sürekli kargaşalıklara sebep olmakla da suçlandırılmaktadır lar. Langlois’ya inanmak gerekirse, 1850’ye doğru, Adana’dan Sis’e gitmek için, bir komutanın yönettiği onbeş jandarmalık bir muha fız kıtasıyla birlikte yola çıkmak ve aşiret şeflerine yazılmış tavsiye mektuplarına sahip olmak gerekmektedir33. Bu tedbirlere rağmen, yolcuların soyulduğu ve devlet temsilcilerinin bozguna uğratıldığı da görülmektedir. Adana’dan yaya bir-buçuk saat mesafede bile anarşi hüküm sürmekte ve frensiz bir şekilde Kozan-dağı ve Gâvur-dağı istikâme tinde yayılmaktadır. Ceyhan’ın sağ kıyısı üzerindeki kürt aşiret leri ve az bir ölçüde Avşar ve Sırkmtılı türkmenler ganimet elde etmek için silâhlı çete grupları teşkil etmektedirler. Bunlar, -Kırım harbi neticesinde Kilikya’ya gelen ve Ceyhan'ın iki kıyısı üzerine yerleşen34- KafkasyalI Kuzey-Doğu Nogay göçmenlerine ve sol kı yıdaki anânevi düşmanları Tecir’ler- ve Cerid’lere saldırmaktadırlar. Kozanoğulları’nın metbûları olan bu çete gruplan Kozanoğulları yararına Adana’nın yakın çevrelerini yakıp yıkmakta ve en âdî kö tülükler yapmaktadırlar. Kontrol altına alınmamış bu çetelerin yıkımlarına maruz ka lan sadece Kilikya ovası değildir. Maraş sakinleri, tarlalarında T e cir’ler, Cerid’ler ve diğer aşiretler tarafından yapılan zararlardan şikâyet etmektedirler; ancak sadece bu şehrin tüccarları, yaptık ları soygunlar neticesinde elde ettiklerini uygun fiyatla kendilerine terkeden ve yerli zanaat maddelerini yüksek fiyatla kendilerinden satın alan bu müşterilerin hepsinden memnundurlar35. Maraş’ın öte sinde, Uzunyayla’da Avşarlar, eskiden beri sahip oldukları bölgele re yakm zamanlarda yerleşen Çerkezler’le çatışmaktadırlar36. Niha 33 Voyage â Sis, s. 5. 34 Kilikya’daki KafkasyalI göçmenler için, krş., P. Redan, Aynı eser. 35 (Tz., s. 127). 36 H. Grothe (Metne Ver derasien-exped.ition, s .138 vd.), Türkmenlerle Çerkezler arasındaki münasebetleri mükemmel bir şekilde tahlü etmiştir. A y rıca bk., Tz., s. 157. PAU L DUMONT 380 yet Kayseri bölgesi, Sis’e bağlı ve her yaz Kozan-dağı vâdilerine çı kan kürd aşiretlerinin yağma hareketleri tehlikesi altındadır. İdarî bakımdan çok daha ciddî bir husus vardır : Bu göçebeler hareketlilikleri sayesinde askerlik hizmetinden kaçmakta ve yü kümlü oldukları sayısız vergi ve resimlere (öşür, hayvanlar, deve ler ve çadırlar üzerinden alman vergiler, vs.) ancak istemiyerek razı olmaktadırlar. Bütün bunlardan, bu göçebelerin Bâb-ı A lî’nin temsilcileriyle münâsebetlerinin son derece gerginleşmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. 1865’te, göçebelere açıkça Kilikya ovasmı terketmeleri yasaklanacak ve askerlik hizmetine katılma ve mâlî formaliteleri yerine getirme teahhütlerini ifâya mecbur edilecek lerdir. Gâvur-dağı ve Kürd-dağı: Ciddî kargaşalıkların meydana geldiği üçüncü bölge Kilikya ovasının doğusunda bulunan Gâvur-dağı ve Kürd-dağı’dır. Bu dağ lar, halkın askerlik hizmetinden ve vergi yükümlülüğünden kurtul ması için yeterli değildir; halk itaâtsizüği daha da ileri götürmek tedir : Büyük yol hatları üzerinde tertibat alarak, hiç bir endişeye kapılmaksızın, İmparatorluk postalarının ve kervanların yolunu kesmekte, Mekke’ye giden hacıları soymakta, hattâ düzenli askerî birliklerin geçişine engel olmaktadırlar. Buradan şu netice çık maktadır ki, XIX. asrın ortalarına doğru, (İskenderun veya Bula nık’tan geçen) Adana-Halep ve Adana-Maraş yollarındaki trafik hemen hemen tamamen kesilmiştir. Kürd-dağı’nm ve Kuzey Gâvur-dağı’mn önemli bir kısmı (Eğintili, îlhamanlu, Çerçili, Kerkütlü), Okçu İzzeddinlü, Şıklar veA m îkî31 aşiretlerine mensup ve Ömer’in oğlu Deli Halil’e bağlı küf dlerle meskûndur. Bu kürdler, Keferdiz bölgesini ve Bulanık yakın larında Gâvur-dağı’ndan geçen yolu kontrol altında bulundur maktadırlar. Cevdet Paşa’ya göre, Çerçili, hırsızlıklarının hasılatı nı, bilhassa çaldıkları hayvanları satmak için oraya gelen bütün bölge serserilerine merkez vazifesi görmektedir33. Bu malikânelerin güneyinde, Gâvur-dağı’nın doğu yakası üze 37 38 (Tz., s. 114). (Tz., s. 125). GÜNEY-DOĞU ANAD OLU ’NUN ISLÂHI 381 rinde bulunan Ekbez, Tiyek ve Hacılar nahiyelerinin nüfusunu, nisbeten itaâtkâr, fakat askerlik hizmetine ve vergiye karşı koyan Türkler oluşturmaktadır. Bereket versin, bu açıdan, Maraş yolu üzerinde bir siper meydana getiren Deli Halil’e bağlı kürd çeteler, idareye karşı etkili bir müdafaa unsuru teşkil etmektedirler. Maraş’ı Amik ovasına bağlayan ve hemen hemen seyyahlara yasaklanan vadi bu sırada ancak göçebe aşiretlere geçit vermekte dir. Bu aşiretler arasmda, Kürd-dağı’nın kuzeyinde Dumdum ova sını işgal eden DeliTmnlular’ ı ve Çelilmnlular’ı, ve bilhassa, kışın Amik ovasında konaklayan Reyhâniye aşiretini zikretmek gerek mektedir39. Sadece bu ReyhâniyeMler hükümete karşı teveccühle riyle ayırd edilmektedirler. Aşiretin şefi Mustafa Bey şahsen, Belen boğazı yoluyla İskenderun’dan Halep’e giden imparatorluk posta larının emniyetini sağlamakla görevlendirilmiştir ve bu görevde o, büyük bir sadâkat örneği göstermiştir. Gâvur-dağı’nm batı yakasında bulunan Payas Sancak?! serbest mal ve insan ulaşımına başlıca engeli teşkil etmektedir. Deniz ve dağ arasına sıkışmış «Payas yolu» Payas kaymakamlarının, yâni Küçük Alioğullannm esas geçim kaynağını meydana getirmektedir; bunlar 1800’den beri, yolcular ve ticâret malları üzerinden önemli ölçüde «geçit hakları» almaktadırlar. Nisbeten bol bir literatürü özetleyen Alishân, bu ailenin tarihini şöyle anlatmaktadır : «Geçen asrın sonlarma doğru.ve asrımızın başında, Küçük Ali veya Halil Bey şiddet faaliyetleriyle ve yağmalariyle dikkati çekti; Payas ve çevrelerini itaât âltma aldı ve orada otuz-kırk sene müddetle hü küm sürdü. Önceleri sadece basit bir çete reisiydi (...). Sonra ikiyüz kişilik bir birlik meydana getirdi ve sadece Payas’tan haraç almakla kalmadı, fakat ayrıca bölgeden geçmek zorunda olan hac kervanını kendisine bir geçit hakkı ödemeye mecbur kılma cesâretini gösterdi ( . . . ) . ’ 1800’de öldü (...). Yerine büyük oğlu geçti (...). Ancak o, 1817’de, ihânete uğrayarak yakalandı ve [Adana vâlisi Beylanlı] Mustafa’nın emriyle boynu vuruldu. O zaman oniki yaşında olan kardeşi Mesdek Bey Maraş’a kaçtı. On sene sonra, Karaca aşiretin den Hacı Ali Bey’in Kilikya’nın en büyük kısmı üzerinde gaddarca hüküm sürdüğü sırada Payas’a döndü (...). Mısır işgali sırasında (1832-184:0), İbrahim Paşa’ya tâbi oldu 39 Tz., s. 126-127. Ayrıca krg., Eberhard, «Nomads and farmers...». 382 PA U L DUMONT ve kargılığında çevrenin otuz derebeyi üzerinde kaza yetkisi elde etti. Adana valisi Ahmed îzzet Paga onu itaat altına almak istedi ancak kendisini hileyle yakalamaya muvaffak olamadığından, Payas’m yağma edilmesi ve Mesdek ailesinin gaddarca kılıçtan geçiril mesi emrini verdi. Mesdek önce Maraş’a kaçtı (...). Bir sene sonra Kilikya’ya döndü ve kendisini kâh bir Osmanh tebaası kâh hür bir egkiya ilan ederek yavaş yavaş ilk gücünü tekrar kazandı»40. Cevdet Paşa’ya göre, Mesdek 1862’de asî ilân edilmiş ve yakalana rak İstanbul’a sürgüne gönderilmiştir. Fakat büyük oğlu Dede Bey Gâvur-dağı’na kaçmayı başarmıştır41. Payas’taki durum aynı ölçüde- tasfiye edilememiştir ve Küçük Ali-oğulları’nın hezimeti, işleri düzenlemekten çok öte, onları alev lendirmektedir. Gerçekten, Bulamk’m iç kesiminde mâlum Alibekiroğlu’nun yanma sığman Dede Bey, oradan sahil yoluna karşı seferler tertiplemeye devam etmektedir, aynı sırada bizzat Payas’ta, hükümetin yeni temsilcisi İmam Bey42, tüccarlara ve hacılara huzur sağlayacak yerde,. «hizmet»lerine kargılık onlardan cebren keyfî bahşişler almakta tereddüt etmemektedir. Kısaca, islâh harekâ tının arefesinde, durum Gâvur-dağı’nda ve Kürd-dağı’nda çok daha acıklı gözükmektedir. Böyle olunca, Fvrka-i İslâhiye’miı öncelikle İskenderun körfezine doğru yelken açma kararı anlaşılmaktadır. 1865 mayısmda, söz konusu olan, Kozandağı’nda nizamı yeniden tesis etmeyi düşünmekten daha evvel, bütün ulaşım yolları şebeke sini felce uğratan Deli Halil’leri, Alibekiroğulları’nı, Dede Beyler’i yok etmektir; zira, tekrar edelim ki, bölge ekonomisinin gelişme yoluna girmesi büyük ölçüde bu şebekeye bağlıdır. Cevdet Paşa sayesinde, Fvrka-i İslâhiye’nin mevcudu bilin mektedir. Cesaretleri ve dağ harplerindeki kaabiliyetleriyle şöhret bulmuş Zeybek ve Arnavutlar’dan yedi tabur doğrudan doğruya Derviş Paşa43’nın komutası altına yerleştirilmiştir. Bunlar 1865 40 Sis&ouan, s. 48341 {Tz., s. 132). 42 İmam Bey (Tz.’e göre, s. 132) Küçük Alioğulları’nın irsî düşmanların' dan bir aileye mensuptur. 43 Derviş Paşa (1812-1896), birçok kere mühim komutanlıklarda bulun du ve Osmanlı hiyerarşisinde en yüksek mevkileri işgal etti (millî müdafaa veküi, erkân-ı harbiye reisi, vs...). Krş., İslâm Ansiklopedisi’nûe kendisine tah sis edüen biyografik not. GÜNEY-DOĞU ANAD OLU ’NUN ISLÂHI 383 mayıs sonunda İstanbul’da gemiye binmekte ve İskenderun’a doğru yola çıkmaktadırlar. Daha sonra bu ilk nüveye, mirliva Kurt İsmail Paşa komutasındaki dört piyade taburu ve bir süvari alayı; Arslan Paşa tarafmdan idare edilen iki yüz gürcü ve çerkez süvari; Aleşkirdli Mehmed Bey tarafından idare edilen üç yüz kürd süvari ka tılacaktır. Ayrıca, Maraş, Adana, Halep ve Girit’ten çıkan dört düzenü tabur İskenderun’a doğru yolalmak mecburiyetindedir. O halde, toplam olarak, Ftrka-i İslahiye onbeş piyade taburu, iki sü vari alayı ve beş-altı yüz gürcü, çerkez ve kürd süvari ihtiva edecek tir. Derviş Paşa’nm yedi taburu, 1283 Muharreminin ikinci cumar tesi günü (3 haziran 1865) İskenderun’da karaya çıkarlar. Ordu ka rargâhını derhal Belen istikâmetinde şehre hâkim olan tepeler üze rine yerleştirir. Bu ilk el koyma, islâh harekâtının başlangıcım tayin etmektedir44. Haziranın ilk günlerinden itibaren, belli sayıdaki aşiret reisle ri, İskenderun ordugâhına bağlılıklarını bildirmeye gelmektedirler : Bunlar, Reyhaniye aşireti reisi Mehmed Bey; Hacılar nahiyesi reisi Paşa Bey, Hacılar ayanı ve Tiyek ve Ekbez’in reisi Mehmed Bey’dir. Bu sırada, Cevdet Paşa’nm yaveri bir beyanname ile Közan-dağı’na gönderilmiştir. Onun görevi, bir umıımî af karşılığında iki Kozan’m ağalarının itaâtini sağlamaktan ibârettir. 10 Hazirana doğru, Fırka-i İslâhiye Amik ovası istikâmetinde harekete geçer ve Gâvur-dağı ile Kürd-dağı arasındaki Maraş yo luna girerler. Derviş Paşa’nın birlikleri, belli sayıdaki hafif çar pışmalar pahasına, bu bölgeyi islâh etmek için iki ay zaman harca yacaktır. Bu başarı bizzat harp meydanında iki yeni şehrin, yâni Hassa ve İslâhiye’nin kuruluşuyla müşahhaslaşan belli başlı iki saf hada gerçekleşmiştir. 12 Haziranda, askerler karargâhlarım Tiyek’ten uzak olmayan, İskenderun’a yaya iki günlük mesafede bulunan bir yere kurarlar. Cevdet Paşa ve Derviş Paşa, buraya Hassa şehrini kurma kararı ahrlar; bu yeni şehir böyle adlandırılmıştır, «çünkü oraya ilk ayak basanlar, (hükümdarın muhafız alaymı teşkil eden) hassa birlikleri 44 Islâh hareketinin hikâyesi Cevdet Paşa’nın hatıralarında elli sayfa dan daha fazla yer tutmaktadır (Tezkire, no: 28, s. 136-190). Burada en mânidar safhaları belirtilmekle yetinilmiştir. P A U L DUMONT 384 olmuştur»45. Söz konusu olan, ovanın Adumanlt Kürdlerine ve Ha cılar, Ekbez ve Tiyek dağlılarına tahsis edilen bir yerleştirme merkezidir. Aynı şekilde, Hacılar’ıri geri kesimlerinde bulunan Karafakılilar özellikle hedef alınmıştır. Yerleşme merkezi yüz lerce eve (halk vergi borçlarına karşılık ağaç tedârik etmekle yükümlü tutulmuştur), bir okula ve tabiatiyle bir kışlaya sahip olacaktır. Dört kişilik bir belediye meclisi kurulmuştur. 13 Hazirandan itibaren, asker yazma ve malî sayım muâmeleleri Hassa’nm müstakbel yeri üzerinde başlamaktadır. Gâvur-dağı’nm Karafakılılar’ı ve Kürd-dağı’nın belli başlı aşiretleri bağlılık larım bildirmektedirler. Bölgenin eşrafı mükâfatlar alarak oradan uzaklaşmıştır (Hacılar’m Paşa Beyi ikibin kuruş ve Elbistan mü dürlüğünü elde etmektedir; Tiyekli Mehmed Bey bin kuruşla An takya’ya gönderilmiştir). Bir ay kadar daha sonra, Hassa’dan kuzeye doğru iki günlük mesafede, Niğbolu şa.tosunun yakınında aynı gelişmeyle karşılaşıl maktadır. Burada Derviş Paşa’nın askerlerinin geçişini belirleyen İslâhiye, önemli yol hatlarının kesişme noktasında (Maraş-İskenderun yolu, Gâvur-dağı’ndan geçen Adana-Halep yolu) ve kuzey Gâvur-dağı’nın kürd bölgeleri bitişiğinde stratejik esaslı bir mevkî işgal etmektedir. Yeni şehir böylece sadece Deli Halil’e bağlı dağlı aşiretleri değil, fakat Bulanık’m iç kesimlerindeki halkları (Kara- ' yiğit-oğlu, Kayyak-oğlu, Çend-oğlu) ve doğuda, Dumdum ovasınm Çelikânlular’ va.ı ve Delikârilular’ mı da kontrol altında bulundurmak tadır. Bu şehir bölgenin başlıca yerleşme yeri (iki bin hâne) ve Has sa, îzziye ve Bulanık kazalarının kendisine bağlanacağı bir liva’nm idâre merkezi olma yolundadır. Hassa’da olduğu gibi, asker toplama ve vergi sicillerinin teş kili hiç bir zorluğa uğramaksızın yapılmaktadır. Sadece Gâvurdağı’na sığınmış bir kaç eşkiya -kürd Deli Halil, Payaslı Dede Bey ve onların misafiri Alibekiroğlu- hâlâ bir tehlike unsuru olmaya de vam etmektedir. Bununla beraber, onlar da neticede, tahripkâr sal dırılar sonunda teslim olacaklardır. Ağustos başında, Fırka-i- İslâhiye Kilikya ovası istikâmetinde Gâvur-dağı’nı geçmektedir. 20 Ağustosda, Bulanık’m iç kısımları nı islâh ettikten sonra, Cevdet Paşa ve Derviş Paşa karargâhlarını 45 (Ts., s. 142). GÜNEY-DOÖU A N AD O LU ’NUN ISLÂH I ' 385 Çukurova’nın doğu ucunda bulunan Hacı Osmanlı’ya yerleştirirler, iskân politikalarına devam ederek, orada Osmaniye kasabasmı kur ma kararı alırlar; ovali- Tetirleri ve Ceridleri ve Gâvurdağlı Çendoğullarv’m buraya bağlarlar. Nihayet, Eylül başında, Osmaniye’yi terketmekte ve Sis’e doğ ru yönelmektedirler. Başlangıçta, Kozan-dağı’nm islâhı, Gâvur-dağı ve Kürd-dağı’nınkinden çok daha güç gözükecektir; zira halk, alı nan emirlere kulak asmaksızm, vadileri boşaltmışlar ve yaylalara sığınmışlardır. Sis sakinleri bile, yerleşik oldukları halde, ortalık ta yoktur. Bu durum karşısında, Fırka-i İslâhiye komutanları, yorgun bir liklerle bir yıpratma harbine girişmekten çekinecek, bir yatıştırma politikasını faydalı bulmuşlardır, iki Kozan’m ağalarına ve onların akrabalarına haberciler gönderirler. Sürgünü kabul etmeleri karşı lığında, her türlü yetkilerine istinaden onlara makamlar ve beylik gelirleri vaadinde bulunurlar. Bir yandan da, aşiretin aşağı taba kasını şiddetli bir dinî propagandaya mâruz bırakırlar. Sis’e gel diklerinde, ilk işleri orada Cuma namazını kıldırmak olmuştur (Cev det Paşa’nm yazdığına göre46, bu namaz Kozan-dağı’nı yerinden oy natmıştır). Uğradıkları her yerde, iyi bir ücretle maaşa bağlanan ve Osmanlı nizamı lehinde çalışmakla görevli bir imam tayin et mektedirler. Nihayet -başka bir planda- sonuncu bir delil olarak malî genel af ilân etmektedirler. Şiddetli pazarlıklar birbirini takip etmektedir. Netice itibariyle, Batı Kozan ağası Ahmed, Paşa unvanını ve makamına, uygun sene lik ikibin beşyüz kuruşluk bir gelirle Kütahya kayamakamlığını el de etmektedir; kardeşi Ali, bin kuruş almaktadır; babası Ömer Ağa ise dörtbin kuruşa ve Konya tarafında bir çiftliğe sahip olmakta dır. Doğu Kozan’da, Yusuf Ağa, ikibin beşyüz kuruş elde eder, fa kat Sivas’a sürgün gitmek zorunda kalır; Kayseri’ye göz hapsine gönderilen kardeşleri Hacı Bey ve Musdik Bey’den ilki ikibin beş yüz ve İkincisi bin kuruş almaktadırlar. Kozandağlı muhtelif asiller de, Kozanoğlu’na tevcih edilenlerden daha az olmasına rağmen, ha tırı sayılır gelirler elde etmektedirler47. 46 {Ta., s. 172). 47 Kozanoğullarının itaât edişlerinin hikâyesi {Tz., s. 172 vd.), ermeni kaynaklarını kullanan Alishan (Aynı eser, s. 178) tarafından dogrulanmaktadır. Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 25 PAUL, DUMONT 386 Netice itibariyle, Ekim ayının ortalarına doğru, Kozan-dağı, silâha el atılmaksızm, barışa kavuşturulmuş gözükmektedir. FırTca-i İslâhiye’nin komutanları, haberi Bâb-ı Âlî’ye telgrafla bildirirler ve hemen vergi listelerinin yapılmasına ve askere alınacakların kur’ a çekim işlemlerine başlarlar. Tam bu sırada, evvelden bilinemeyen bir felâket her şeyi yeni den altüst etme tehlikesi doğurmaktadır: Kolera. Salgın hastalık Ftrka-i İslâhiye arasında yayılmakta ve birçok insanın ölümüne se bep olmaktadır. Henüz Sivas’a taşınmamış olan Doğu Kozan Ağası Yusuf, Feke’nin kuzeyinde bulunan dağlardaki askerleri âniden terketmekte ve dağlılardan müteşekkil ehemmiyetli bir çetenin başı na geçmektedir48. Bununla beraber, Kurt İsmail Paşa, Karacalar’ m yardımıyla, bu beklenmedik, isyanı bastırmaya muvaffak olmakta ve Gürleşen sâkinleri tarafından ihânete uğrayan Yusuf hapse girmek mecburiyetinde kalmaktadır. Yusuf, birkaç gün sonra he nüz aydınlığa kavuşturulmamış bir şekilde öldürülecektir. Cevdet Paşa, Yusuf’un kaçmaya teşebbüs ettiği bir sırada vurulduğunu yazmaktadır49. Fakat sözlü an’âne onun idam edildiğini ve hattâ askerlerin öz oğluna babasını öldürmek için baskı yapmak istedik lerini nakletmektedir. Bu ihtimâl doğru olabilir, çünkü Kozanoğulları’nda baba katli yaygındır. Bu trajik olay, şüphesiz dağlı ahâliyi son derece sarsmıştır, çünkü hâlâ bugün Kilikya’da Yusuf’un mâtem ağıtı hatırlanmakta dır50. Her halükârda, Kozan-dağı’ndaki askerî harekâtların sonunu belirleyen olay, onun ölümü olmuştur. Daha önce Konya’ya sürülen bütün Kozanoğulları Samsun’a sevkedildiler ve oradan İstanbul’a gönderildiler; ayrıca galip gelenler onların mallarına el konulma sını ve satılmasını emrettiler. Kütahya kaymakamı tayin edilen, 48 (Tz., s. 183). 49 (Tz., s. 188). 50 Kilikya’da çok geniş bir alana yayılmış olan bu ağıtın birçok varyantı bilinmektedir. Meselâ krş., K.S. Göğçeli, Ağıtlar, Adana, 1943, s. 14-15; C. Öztelli, Köroğlu, ve Dadaloğlu, İstanbul, 1953, s. 91-92; O.G. Aydemir, «Dadaloğlu’nun bilinmeyen yedi şiiri», Türk Folklor Araştırmaları, 195, ekim 1965. W. Eberhard, Minstrel Tales from South-eastem Turkey (1955) adlı eserinde bu ağıtı İngilizceye tercüme etmiştir. GÜNEY-DOĞU AN AD OLU ’NUN ISLÂHI 387 Batı Kozan’m eski ağası Ahmed Paşa’nın makamını koruduğu sa nılmaktadır51. Cevdet Paşa ve Derviş Paşa, söz konusu derebeyler kesin ola rak bertaraf edildiğinden, gayretlerini bundan böyle tamamen Kir likya’mn İdarî teşkilâtlanmasına ve iskânma hasredebilmektedirler. Gâvur-dağı’nda olduğu gibi, yeni bir şehrin, yâni Kars-ı Zülkadriye’nin kuruluşuna karar vermekle işe başlarlar, bu şehre Bozdoğan aşiretini ve Tatarlıları bağlarlar : Bozdoğanlar daha çok Hemite et rafında yerleşeceklerdir52. Tehlikeli tutumları sebebiyle Sunbas bölgesini terketmeye mecbur edilen Tutarlılar ovada, Kars-ı Zülkadriye’nin hemen yanında bulunan Pazaryeri’ne yerleşmek zo runda kalırlar53. Cevdet ve Derviş Paşalar, Karinti ve Sarkıntı aşi retlerini de yerleştirme kararı alırlar: Karinti sâkinleri, Sunbas böl gesinde, Yusuf Ağa’nm ayaklanmasına katılmışlardı; ceza olarak, köyleri yakıldı ve yerleri değiştirilerek Kars-ı Zülkadriye’ye yer leştirildiler54; önemli bir Türkmen aşireti olan Sarkmtılılar Sis ve Adana arasmda, kışlık konak yerleri olan mevkîye iskân edildiler55. Nihayet, dört kazaya ayırdıkları (Sis, Belenköy, Haçin ve Kars-ı Zülkadriye) ve bir asker olan mirliva Hüsni Paşa’ya emanet ettik leri Kozan sancak’mın idârî yapısını yeni bir teşkilâta kavuştur dular. Kasım ayı ortalarında, seferden altı ay sonra, islâh hareketi yolunda gözükmektedir. Dört yeni şehir (bunlara Amik ovasının doğusunda bulunan Reyhaniye de ilâve edilecektir) inşâ halindedir. Gâvur-dağı ve Kürd-dağı kürdleri teslim olmuşlar, Kozandağı’ndaki belli başlı elebaşılar ölmüş veya sürülmüşlerdir. Ayaklanan aşiret ler Osmanlı ordusuna rehineler teslim etmek zorunda kalmıştır. Kuvvet denemesi ötesinde, şimdi Kilikya ovasının iskânı ve bölge ekonomisinin canlandırılması uğrunda, uzun zaman isteyen bir ça lışmaya girişmek söz konusudur. 51 Ahmed Paşa, 1878’de, Kozandağı’nda bir ayaklanmanın başında gö rülecek (Tezkere, no : 40, Baysun baskısı, Ankara, 1967, s. 174-175), fakat ya kalanarak Trablus’a sürülecektir («Ma’ruzat», Türk Tarih Encümeni Mec muası, yeni seri, 10, 1925, s. 280). 52 (Tz., s. 204). 53 (Ts., s. 180). 54 (Tz., s. 187). 55 (Tz., s. 189). 388 P A U L DUMONT Kilikya ovası, daha bizi ilgilendiren asırda yer yer bilhassa ba tıda Tarsus çevresinde tarıma elverişli hâle getirilmiştir. Orada buğday, arpa, susam ve tütün tarımı yapılmaktadır. Mısır’ın mü dahalesi, 1830 yıllarında bu bölgede şeker kamışı ve bilhassa pa muk ekim ini yaygmlaştırmıştır. Arıcılık başarılı bir durumdadır. W.B. Baıker’e göre, Adana Paşalık’ı, 1840’a doğru, 18.000 balya pa muk, 100.000 okka yün, 15.000 okka balmumu, 520.000 kile (1 kile 180 okka) hububat, 30.000 kile (1 kile 125 okka) susam, 1.000 kan tar tütün ve belli bir miktar orman ürünü üretmektedir56. Hiç şüphesiz bunlar inanılmayacak rakamlar değildir, fakat inkâr edilemeyen ziraî bir hamleye şehâdet etmektedirler. Kilikya’nm gelişmesinden sorumlu olanlar, bu durumu bildiklerinden, çok tabiî olarak, islâh hareketinden sonra, şüphesiz tarımı yayma po litikasını güdeceklerdir. İlk hedef, yeni topraklar fethidir. Adana’nm güneyinde ve do-' ğusunda, bahçeler bölgesinin ötesinde, otlarla örtülü işlenmemiş ge niş sahalar gözükmektedir. Seyhan ve Ceyhan nehirleri, denize yak laştıklarında, bir bataklıklar ağı içinde kaybolmaktadırlar. Kuzey doğuda diğer bataklıklar, Anavarza şatosunu çevrelemektedirler. İş te Fvrka-i İslahiye tarafından görevlendirilen yetkililer, bu ekilme miş boş alanlarda işe başlayacaklardır. 1866’dan itibaren, o zaman Halep57 valisi bulunan Cevdet Pa şa, ilk neticeleri gözleyebilecek durumdadır. Bir teftiş gezisi sıra sında geçtiği Kilikya ovası pamuk tarlalarıyla ve meskenlerle ör tülüdür. Hiç şüphesiz bu meskenler, şimdilik ancak M ’lardan, yâni hasır ve kamışlardan yapılmış hafif tesislerden ibârettir; bununla beraber iskân yolunda ilk adım atılmışa benzemektedir. Aslında bâ zı aşiretler, sert malzemeden yapılmış yapılar inşâ etmeye başla mışlardır bile: arkeolojik maden yataklarının taşlarım kullanan 56 Lares and Penates, s. 380;, ayrıca krş., Langlois, Voyage dans la Cilicie, s. 37 vd. Bölgenin türkçe toplu bir tasviri için, Kasım Ener’in daha önce zikredilen eseri. 57 Halep, Payas, Adana, Kozan, Maraş ve Urfa sancaklarını ihtiva eden bu geniş vilâyet, 1866’da Cevdet Paşa’nın şerefine kurulmuştur. Bâb-ı âlî’nin, Cevdet Paşa’ya bu makamı tevdi ederek, Kilikya’nın islâh edicisini şereflendirmekten daha çok, onu bir gözden düşüş devresi yaşadığı İstanbul’dan uzak laştırmayı hedef aldığı düşünülebilir {Tz-, s. 195-199). ĞÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂH I 389 Kars-ı Zülkadriye sâkinleri ve Hemite’li Bozdoğanlılar bunlardan dır38. Göçebeliğin dirilmesini engellemek için, belli ölçüde sert ted birler alınmıştır: aşiretlere vadiler ve Kozan-dağı ve Gâvur-dağı ge çitleri yasaklanmıştır, bu aşiretlerin çadırları yırtılmış ve yakılmış tır. Gâvur-dağı’ndaki karışıklıklar neticesinde, dağlı ahâlî, ya Payas yakınında ya da Hassa çevresinde, ovaya yerleşme emrini al maktadırlar. Aynı şekilde, Kozandağlı bâzı aşiretler, daha önce gö rüldüğü gibi, Zülkadriye bölgesine yerleşmek zorundadırlar. Başka bir baskı tedbiri de, Uzunyayla’nm, kısa bir zaman ön ce, KafkasyalI göçmenlerle iskân edilmesidir. Bunlar geçitleri kont rol altında bulundurmakta, aşiret göçlerini, özellikle Avşarlar’m göç lerini yasaklayacak tarzda, topraklarını sert bir şekilde müdafaa etmektedirler. H. Grothe’nin yazdığına göre, «Çerkezlere, bilhassa geçitlerin yakınında, köyler kurabilecekleri yerler gösterilmiştir ve onlara Avşarlar1m her türlü yer değiştirmelerine kuvvetle karşı koyma görevi verilmiştir. Böylece, Avşarlar ve Çerkezler arasında ekseriya kanlı çarpışmalar meydana gelmiştir. Bu sebeple, Avşar lar Çerkezler’i bugün bile en kötü düşmanları olarak telakki etmek tedirler»59. Bir isyan teşebbüsünden sonra60, Türkmen aşiretleri an cak yaylalarının kaybına ve kendilerine zorla kabul ettirilen, Kilikya ovasına, Dumdum ovasına veya başka yerlere iskâna boyun eğe ceklerdir. Fakat göçebe hayat özlemleri, folklorda, meselâ halk şairi Dadaloğlu’na atfedilen şiirlerde ifâdesini bularak, günümüze kadar devam edecektir. Daha sonra, Kilikya’mn iskânı farklı şekiller altmda sürdürü lecektir : mevsimlik işlerin cezbettiği kürdlerin sürekli sızmaları ve tedricen orada alıkonulmaları; 1873-74 kıtlığı neticesinde Anadolu’lularm yoğun muhâcereti; XIX. asrın ikinci yarısında Osmanlı împaratorluğu’nu komşularıyla karşı karşıya getiren harplerin akı şına uygun olarak Gürcüler’in, Rumelililerin, vs... göçü. Misâl ola rak, P. Redan, Kilikya’ya yerleşmiş Çerkezlerin sayısını 250.000, 58 (Tut., s. 204). 59 Meine.Vonderasien-expedition, s. 138; E.J. Davis (Life in Asiatic TurTcey, s. 72), Kilikya ovasında aynı zıtlıkları mügahade etmektedir. 60 (Tz., s. 203). 390 PAU L DUMONT Kürdlerin 30.000 ve Arapların 120.000 olarak tahmin etmektedir61. Bu iskân gayreti karşısında, göçebe hayat şüphesiz kısa zamanda kaybolmayacaktır. Daha 1874’de, E.J. Davis, Kilikya ovasını sü rüler ve çadırlarla örtülü olarak tasvir etmektedir62. Gerçekten, (mahallî yetkililerin gayretli tedbirlerine rağmen) yerleşik hayata geçiş yavaş yavaş gerçekleşecek ve ardarda göçebelerin yeni fet hedilen topraklar dışında uzun bir sürülme tekâmülü geçirecek tir. Zâten, kısa mesafeli göçler ve çok yaygın bir yarı-göçebelik, Kilikya’da XX. asrın ortasında devam edip gidecektir; romancı Yaşar Kemal’in çok dikkatli tasvirleri buna şâhit olmaktadırlar. Fakat iskân siyasetlerine paralel olarak Kilikya’nm yenilen mesinden sorumlu olanlar, gerçek bir İktisadî hareketin ihtiyaç larına uygun bir alt-yapı zaruretini farkedeceklerdir : yollar, li manlar, binalar,vs... Sorumluların Bâb-ı Âlî’ye gönderdikleri ra porlar, resmî binaların (idare merkezleri, zâbıta karakolları, hapishâneler, vs...), okulların, câmîlerin ve bilhassa hanların inşası için tahsis edilen kredilerin yetersizliği üzerinde ısrarla durmaktadır. Cevdet Paşa, hanların yokluğu sebebiyle, tüccarların yer değiştire mediklerine ve ticarî işlerin durgunlaştığına dikkati çekmektedir. Cevdet Paşa ve ekibi ulaşım meselelerine önemli bir yer ayır maktadırlar. 1867’den itibaren, Sis üzerinden Adana-Kayseri ve, Osmaniye ve Bulanık üzerinden Adana-Halep (veya Maraş) yolla rı tam bir emniyet içinde kullanılabilmektedir. Kervanlar, Halep ve Bilecik arasmda bir araba yoluna bile sâhiptirler. Diğer yandan, Payas yolu hacıların ve tüccarların hizmetine sokulmuştur. Aynı devrede, Mes’ud Bey adında biri ,bir demiryolları yapımı programı teklif etmektedir. Fakat Mersin-Adana hattı ancak 1886’da açıla caktır. Ayrıca liman tesislerinin yenilenmesi zarureti üzerinde durul maktadır. Gayretler bilhassa, bölgenin en önemli limanı olan Mer sin’de ve İskenderun’da faaliyete geçirilecektir; fakat yepyeni çö züm yolları da geliştirilmiştir : Meselâ, (FvrhaA İslâhiye’nin subay larından biri olan ve 1887’de Anadolu ordusunun başkomutanlığına terfî eden) Ahmed Muhtar, Karataş ve Ayas iskelelerini yeniden 61 P. Redan, Aynı eser; bu göç hareketleri hakkında, kr§., G. Tsalapos ve P. Walter, Rapport sur le domaine impérial de Tchoucour Ova, Paris, 1911-12. 62 E.J. Davis, Aynı eser, s. 151. GÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂH I 39İ canlandırmayı teklif etmekte, ve Ceyhan üzerinden gemi taşımacı lığı projesine muhalif gözükmektedir63. Bundan başka, ele alman sadece alt-yapı meşguliyetleri değil dir. Islâh hareketinden hemen sonra Kilikya’daki hamle zihniyet meselelerini de içine almaktadır : Yerleşik hayata geçirilmiş ahâli ye tarımcılıktaki kâr zevkini aşılamak söz konusudur. Bu açıdan, yetkililer tarım ürünlerini değerlendirmek (ve belki de normal de ğerinden daha pahalı bir hâle getirmek) için sistemli bir politika takip etmektedirler, piyasaya bölge için çok fazla miktarda para sürmektedirler64. Zâten yetkililerin elinde çok daha büyük bir koz vardır: Pamuk. Bu sanayi bitkisinin sağladığı gelirler kısa zaman da yeni çiftçiler üzerinde etkili olacaktır. Fakat yukarıda da söyle nildiği gibi, pamuğun verimliliği aşikâr olmasına rağmen, çobanhk hayatmdan köy hayatma geçiş tek bir hamlede gerçekleşmeyecek tir. Aksine, yerleşik hayata geçiş, 1865’ten sonra, sayısız isyanlara eşlik edecektir. Şüphesiz kargaşalığın büyük bir kısmı dağlar üze rinde cereyan etmektedir: İslâh hareketinin hemen akabinde, Gâvur-dağı’nda ve Kozandağı’nda ayaklanmalar patlak vermektedir. Aiishan bütün 1870 yılları boyunca Toros’taki mukâvemet hareket lerine dikkati çekmektedir. Fakat ovanın da bunalımlarından kur tulması mümkün değildir : Bir yanda, aşiretler eski yaylalarına dön mek için mahsûllerini terketmektedirler63; diğer yanda, Çerkezler’i soymakta ve katletmekte, veya kendilerini öldürmektedirler; başka tarafta, değişik idari kontrollerden kurtulmayı denemektedirler. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu eski göçebeler için, asırlar boyu süren çobanlık hayatından sonra, bütün bir ekolojik münase betler sistemi çökmektedir; yeni bir coğrafî ve İktisadî ortam içine girme, onlara tabiata karşı, ve isyana teşvik edici gözükmektedir, bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zâten .Kilikya ortamında yayla hasreti sadece aşiret ayaklanmalarını ifâde etmemektedir. Başka, faktörleri de nazarı dikkate almak gerekmektedir : ovanın çok kötü iklimi, orada kol gezen hastalıklar (sıtma, dizanteri, v s ...); Türkmenler, Çerkezler ve Ermeniler arasında etnik kavgalar; nihâyet 1870 yıllarından itibâren, çeşitli halk tabakaları arasındaki gerilimleri artıran nüfus baskısı. 63 64 65 {Tz., s. 191-195). (Tz., s. 154-155 ve 208). (Tz., s. 208). 392 PATİL DUMONT Her ne olursa olsun, 1865’ten sonra Kilikya’nın iskânı artık hakikaten tehlikeden kurtulmuştur. Aşiret reislerinden büyük bir kısmı pamuğun cazibesine kapılmaktadırlar : çok geniş alanları tekelleri altma almakta, kendine bağlı fakir halkı arazilerinde ça lıştırmakta, birkaç senede olağanüstü servetler yığmaktadırlar. Eski bataklıklar üzerinde tarım imparatorlukları yaratılmaktadır66. Bu aşiret aristokrasisine, XIX. asrın sonundan itibaren, kapitalle rini toprağa yatıracak olan yüksek memurlar ve âmirler, tüccarlar, vs... eklenecektir. Böylece, yavaş yavaş, Kilikya ovası, tek parçalık hektarlardan binlercesinin -bu bölgede tarım kapitalizminin tırmanışını damga layan haksız müsâderelere ve gasbetmelere rağmen- Osmanlı ısla hatçılarının inkâr edilemeyen başarısmı yansıttığı bugünkü çehre sini kazanacaktır. Bahattin Yediyıldız 66 Kilikya’da, mülk toprakların ortaya çıkışı hakkında teferruatlı bir in celeme için, W. Eberhard’ın daha önce zikredüen makalesine müracaat edümelidir. Ayrıca, krş., M- Kıray ve J. Hinderink, Social stratification as an obstacle to development, New York, 1970. GÜNEY-DOĞU ANAD OLU ’NUN ISLÂHI 3Ö3 KOZANOĞULLARI’NIN SOYKÜTÜĞÜ* r—A li. Samur. Çadırcı Mehmed •Ömer •■Yusuf •Ahmed •Mehmed •Yusuf •Hacı Ömer «Halil _ Ahmed - Yusuf - Mehmed m . Mehmed •Mısdık r ~İ8mail ‘L Ali •Enbiya Ahmed pYU SU F- usuf smaü — Derviş ___ r s •Ahmed “Topal — Hüseyin ——Mehmed P Mehmed AU •Hacı ■Halil J ■Ali i .. i I. Osman -Hacı •-Hasıl ' “ Hacı ■ Osman t~lbrahim i— Mehmed Mehrr —i_M ehmed. ■Hamsa . Mustafa L—Hacı İtalik harflerle yazılan isimler, islâh devrinde hayatta olan Kozanoğu larmı göstermektedir. PAU L DUMONT LA PACIFICATION- B C SUD-EST ANATOMİMİ EN ISOs' . - ,-‘V r 1 - . - LA PtAINE CILICfEN'NE . ' jeuses eşme o f tfle f r n n n o c d « ir»fcol.(eym ck) : ■:• l £ i i iy iv^ i '.nem Îc.ülbu {o f if « ) * ^ ->r . #® çcJısat(Ofl d e s q u o r t i r t i fy* .yds «32313 « Aziziye . pacta) y J '■■.■■'- (Çukur Ova Bölgesi Haritası). 109 •• ,> - : YEMEN VÂLİSÎ OSMAN NURİ PAŞA’NIN YOLSUZLUKLARINA DÂİR İMZASIZ BİR LAYİHA* İhsan Süreyya Sırma Osmanlı Devleti’ni senelerce meşgul ^den Yemen isyanlarının bir çok sebebi yanında, oraya gönderilen idarecilerin beceriksiz liği ve şahsi tasarruflarını da zikr etmek lazımdır. Yemen Valisi Osman Nuri Paşa da bunlardan biridir. Adı geçen vali, Yemen’e varır varmaz, kendi başına buyruk olmuş, ve Osmanlı siyasetine tamamen zıt olan bir idare sistemi kurmuştur. 1305-1306 tarihleri arasında Yemen valiliğinde bulu nan Osman Nuri Paşa, haksız tutuklamalar, kanunsuz tayin ve na killer ve yerli şeyhlere yaptığı zulümle halkın nefretini kazanmış ve adeta halkı isyana davet etmiştir. Aşağıda sunduğumuz belge, bu hadiseleri anlatmaktadır. Os manlI Devleti’nin dış siyasetine bir nebze ışık tutacak olan bu gibi belgelerin yayınlanmasında fayda, ve belki de zaruret vardır. Lâyîha/nm metni : Yèmen Vilayeti iki, iki buçuk milyon nüfûslu şâmil ve vilâyât-ı sâireye nisbetle üç vilayete muadil bir vilayet ve Devletçe İslah ah valine ve vilâyât-ı şâire gibi bir an evvel tamamiyle medeniyyete idhaline ve her cihetten terakkisine sa‘i olunmakta olduğu halde vilayu’l ahakki Devletlu Osman Nuri Paşa hazretlerinin zamanında pek çok tedenni etmiş ve Yemen ahvali, cihât-ı sâireden muzmahill * Başbakanlık Devlet Arşivi, Yıldız tasnifi, Kısmı no. 18, Evrak no. 553/217. Zarf no. 93, Karton no. 35. 396 İHSAN SÜ R EY Y A SIRM A bir hale gelmiş ve ağleb esbabı, gerek mürevvic-i efkârı bulunma larından nâşi, livalara mutasarrıf ta'yin ettiği zatların ve nasb. et tiği kaymakamların sû-i idaresiyle mu‘amelât-ı nâbecâsı ve gerek kendisinin müteneffizan ve ahali hakkında şiddeti ve menafi‘-i zatiyesi uğrunda hârekât-ı müstebidanesi gibi muamelattan ileru gelmiş ve bu gibi mu‘amel âttan dolayı ahalice bir nefret-i ‘azime hâsıl olmuş olduğundan ve kendisinin batş ve şiddetinden ihtirazen, değil ahali, ümera-ı askeriyyeden ve erkan-ı vilayetten bile hiç bir kimse şakk-ı şuffeye ictisar idemiyeceğinden ve her türlü İslahata kabil ve ahalisi muti' bulunan vilayet-i mezkûrenin meza lim ve ittibdadla muzmahil olması tecviz buyurulmayacağım bil diğimden hasbe’l hamiyye vali-i müşarûn ileyhin ahvali ve mu'amelât-ı müstebidane ve mezalimkârâne ve kanun şikestanesinden ka lemle arzı kabil olabilenlerden bazılarını ber vech-i âti maddeten ve mufassalan arz ve ihbân cür’etyâb oldum. Birinci madde : Ehl-i servetten bulunan meşayihi getirerek habs ve tazayyuk itmeğe alışmış olan vali-yi müşarûn ileyh Zeranik nâm mahallin Şeyhini dahi Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada ge tirerek hod be hod habs ve ihtilattan men' gibi muamelatla tazyik itmesiyle aşiretinin efradı derhal vadi-i isyana saparak, telgraf tellerini kat' ve telgraf çavuşunu dahi tuttukları gibi otuz develik bir kafileyi urarak nehb ve vali-yi müşârûn ileyhin bulunduğu Bey tu’l Fakih etrafına toplandıklarında, bunları def' itmek içun asakir-i mevcûdeye verilmek üzre vukubulan talebiyle gönderilmiş olan cephane mahsûr kalmış ve bir rivayete nazaran zabt edilmiştir. Bu nun üzerine vali-yi müşarûn ileyh bi’l meeburiyye Hiraz’dan iki ta bur asakir-i şahane taleb etmiştir. İkinci madde : Edyan ve mezahibin hürriyeti Devlet-i Aliyyece muttahaz usûl-i iktizasından olduğu halde, vali-yi müşarûn ileyh Yemen ve bi’l husûs San'a ahalisinin ekserisi Mezheb-i Zeydi’den bulunmaları mülabesesiyle ezanda «Hayyi ‘ala hayru’l ‘amel» keli melerini kıraat itmeleri ve Hz. Ali ile bazı sahabe-i kiramı «Sallallahu aleyhi vesellem» ile yâd itmeleri, mezhebleri iktizasından iken vali-yi müşarûn ileyh, bu adet-i kadimeyi ref‘ itmek tasavvuruyla bir takım evamir i'tasiyle ahalice bir heyecan-ı azîm hasıl olarak San'a etrafında bulunan nevahi kabailinden yedi sekiz bin nüfusu tecemmu' ve cuma günü adetlerinin men' olacağı sırada ihtilal icra YEM EN V À L ÎSÎ OSMAN N U RÎ P A Ş A 397 idecekleri şuyu' bularak, bunun üzerine, San'a’da bulmıan asakirin esliha ve mühimmatı istihzar idilmiş ise de San'a’nın müteneffizanından bulunan Reisu’l ulema Seyyid Ahmed el-Keysî Efendi vali nin yanma azimet idup, işin bilahare fena olacağını ihtar ve ikdamatiyle, ezhan-ı ahali bir dereceye kadar sükûnet bulmuş ve bu ha lin vali-yi miişarûn ileyhin istibdad ve ( ? ) 1ni ne dereceye kadar ile ri götürdüğünü ve bu istibdatın devamı. Üçüncü madde : Yemen vilayetinin varidatça ve Aden ile vilayet-i mezkûre beyninde vaki* Nevahi-yi tıs'a’nm nezaket-i idare leri cihetiyle diğer sancaklara nisbetle Aden hududunda bulunmasiyle seyahatça en ehemmiyetli bulunan Taiz sancağı mutasarrıf lığına henüz bir rütbeye nail olmamış ve vüllat-ı sabıka zamanların da bir müddet-i cüz’iyye bulunduğu iki üç kaymakamlık vekaletle rinde, hiç birinden berâ’et-i zimmet mazbatası almağa muvaffak olmamış olup, Kahtaba’ca tahsilattan. Ve Anis kaymakamlığında zabtiye-i muvakkat maaşından ve hükümet konağı ianesinden dahi ‘inde’l istintak sabit olup bir müddet dahi vali-yi esbak Saadetlu Feyzi Paşa hazretlerinin zamanında taht-ı tevkife alındığı halde, berâ’et veya men‘-i muhakemesi henüz verilmemiş olan Mustafa Bey namında birisini yeniden mir-i miran rütbe-i refi'ası ile tayin etmiş ve mahall-i memuriyyetine varır varmaz nüfuz-ı memuriyyet ve rütbesini mensûbinin efkarına hasr iderek sinin-i sabıkada ma hallî masanfmdan ma‘da, merkez-i vilayete her ayda otuz bin ri yal gönderilir iken, şimdi dört beş mah zarfında yani zilkadenin nısfmdan rebi'ul evvele kadar ancak yirmi sekiz bin riyal gönderilip bundan dolayı vilayetin idaresi ‘azîm bir buhrana düçar olmuş ol duğu gibi mumaileyhin mezalim ve ef‘alinden vali-yi müşarûn ileyhe olan mensubiyyet ve istibdadından ihtirazen kimse şakk-ı şefeye muktedir olamamaktadır. Ve böyle bir ad am ın, saneak-ı mezkûr gibi bir sancağa mutasarrıf tayini, vali-yi müşarûn ileyhin derece-i idaresini tayin ideceği bedihidir. Dördüncü madde : Vali-yi müşarün ileyhin Taiz mutasarrıf lığı na tayin etmesinden dolayı kendisinin efkarına hizmet etmekte olan mumaileyh Mustafa Bey dahi Mukbine nâm karyeye giderek meşhur zengin-i meşayihten bulunan karye-i mezkûre Şeyhi Ab1 ( ? ) işareti konan yerde bir kelime okunamamıştır. 398 İHSAN SÜ R EY Y A SIRM A dulvaris b. Yasin’in hanesine hücum ve bi’l cümle eşcarmı kat' ve ahalinin hanelerini harab etmiş ve binaen aleyh şeyh-i merkûm Aden hududuna firara mecbur olarak kabaili kat‘-ı tarika sülûkla Hudeyde yolu kat‘ olunarak Rimade’nin hududundan Hissî nâm ma hallin hududuna kadar yollar kapanmıştır. Nefs-i Taiz kasabası ahali-yi merkûmenin hücumundan korkarak orada bulunan Müfti Yah ya el-Mücahid Efendi oraya yakın bulunan Cebelu Sabr ahalisinden her gece otuz kırk kişi getirterek memleket içinde muhafaza içun gezmekte bulunmuşlardır. Beşinci madde : Vali-yi sabık Devletlu Aziz Paşa hazretleri nin valilikte bulunduğu bir sene zarfında tahsilat içun hiç bir mamalle asakir-i nizamiyye. taburları sevk etmeksizin, umum asakir ve mumurin-i mülkiyyeye dokuz maaş i‘ta ve sarf ettiği halde vali yi müşarûn ileyh tahsilat içun her tarafa fevc fevc taburlar sevk etmişken, dokuz mah zarfında bazılarına ancak maaş i'ta ettiği halde, bazı yerlerde daha henüz hiç bir maaş verilmemiştir. Maiyyetlerinde tevabir-i müteaddide bulunduğu halde, güya tahsilat içun sevk edilmekte olan memurinin ne gibi muamelatla iştiğal etmekte bulundukları Yemen’e gidenlerin malumu olabilir. AlUmct madde : Vali-yi müşarûn ileyh bunca muamelat ve mezalim-i müstebidane ile dahi iktifa etmiyerek, edata kavanin-i Devleti hiç hükmünde konmuşçasma bir takım muamelat icra et mektedir ki, ez cümle hükm vermek selahiyyetini haiz komisyonlar teşkilini kavanin-i Devlet katiyyen men' etmişken, vali-yi müşarûn ileyh masalih-i ‘arabân namiyle maiyyeti mürevvie-i efkarı bulu nan adamlardan mürekkeb komisyon teşkil ederek mehakim-i adliyede arzusu vecihle fasl olunmayacak mevadd-ı einaiyyeyi komis yonu mezkûra havale ederek orada Tceyfe mâ yeşâ istediğini tahliye ve istediğini habs ve tevkif ettirmektedir. Yedinci madde : Cidde’de bulunduğu vakt, meşhur olan mesaviyi ahvalinden dolayı adem-i istihdamı hakkında makamat-ı âliyeden evamir-i adide vürud etmiş ve fakat vali-yi müşarûn ileyhin tâ Hicaz’da bulunduğu zamandan beri mürevvic-i efkarı bulunmuş olan ve okumak ve yazmak bile bilmeyen Kayserili Mustafa Efendi nâm zatı vali-yi müşarûn ileyh Yemen’e muvasalatiyle beraber belediye riyasetine tayin etmiş ve mumaileyhin mensubi bulundu YEM EN VÂLıîSİ OSMAN NU Rİ P A Ş A 399 ğu valinin efkarına hizmet arzusuyla vuku'bulan muamelaat-ı nâlâyıkası haric-i ta dad bulunmuştur ki, ez cümle daire-i belediye bir mahkeme şeklini alarak, mehakim-i adliyede davasmı kaybeden eşhası oraya müracaatiyle mahkemenin hükmü hiç mesabesine ko nularak istediği gibi muamele ve hükm edilmekte ve darb ve cerh maddelerinden ceza-ı nakdî alınmaktadır. Sekizinci madde : Vali-yi müşarûn ileyhin mürevvic-i efkarı bulunan Taiz mutasarrıfı mumaileyh Mustafa Bey her ne efkara mebni ise Aden Şeyhi’ni dahi birdenbire habs ve tevkif etmesi üze rine istida‘a-yı ma'delet ve merhamet zımnında merkez-i vilayete gelmiş olan Şeyh-i merkumun mahdumlarının ifadelerine vali-yi müşarun ileyh evvel emirde ‘atf-ı nazar etmekten başka kendilerini dahi habs etmişken ba'dehu her birine birer hil'at iksâ ettirerek ve pederlerinin tahliyesine emir vererek kendilerini tahliye etmiş tir. Şeyh-i merkûmun evvela oğullarıyla beraber hod be hod habs ve merkez-i vilayette oğullarının hepsinden sonra her birinin bir hil'atla ve pederlerinin tahliyesi emriyle beraber tahliyeleri ne hikmete müstenid bulunduğu şayan-ı dikkattir. Dokuzuncu madde : San’a belediye reisi Ali Bulbulî Efendi’yi vali-yi müşarûn ileyh San'a’ya muvasalatıyla beraber hemen azl ederek, yerine beraberce getirdiği mumaileyh Mustafa Efendi’yi tayin ederek, reis-i sabıkı habs ve tevkif etmiş iken ba'dehu anı meclis-i idare azalığma tayin etmiştir. Reis-i mumaileyhin azli, bir sebeb-i kanuniye müstenid ise, beraat etmeksizin diğer memuriyyete tayini, ve müstenid değil ise hod be hod azli ve ba'dehu tazyik ve habs ne esbab ve hikmete mebni bulunduğu şayan-ı tefekkürdür. Onuncu madde : Hudeyde müftisi Muhammedi Efendi, bir çok zamandan beri müftilik makamında bulunarak, hüsn-i hali hase biyle vülât-ı sabıkanın tahsinine mazhar olduğu halde, vali-yi müşârûn ileyh Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada, nezdine gelmiş olan ve müfti-yi mumaileyhle nefsaniyyeti bulunan birisinin arzusu vechiyle müfti-yi mumaileyhi hod be hod azl ederek, yerine diğer bir adam tayin etmiştir. Halbuki, bir müftinin azli ve diğerinin nasbi, ahalinin taleb ve intihabı ve Makam-ı Ceül-i Meşihat’m tas dik ve tensibi üzerine vuku'bulması lazimeden iken vali-yi müşarûn ileyh hod be hod kendi kendine azl ve tayin etmiş ve bu hal dahi derece-i istibdadını göstermeğe delil-i kâfi bulunmuştur. 400 IH SAN SÜ R EY Y A SIRM A On birinci madde : Yerim kazası kaymakamı Haşan Fenni Efendi kaymakamlık-ı mezkûre tayininden henüz dört beş mah murûr etmeksizin kaza-yı mezkûrun ağniya ve en büyük meşayihinden bulunan Ahmed Salah nâm kimesne kaymakam-ı mu maileyh emval-ı mîrî içun kendisini sıkıştırmış olmasından naşi, merkez-i vilayete gelip suret-i zahirede vali-yi müşarûn ileyhin daire müdiri bulunan Hüsni Efendi ile bi’l mu'arefe bir kaç gün sonra kaymakam-ı mumaileyh azl edilmiştir. On ikinci madde : Rida‘ kazası kaymakamı Haşan Efendi aley hinde li ecli’t-teşekki kaza-ı mezkûrun meşayihinden Et-Tayrî nâm şahs merkez-i vilayete gelmiş ise de evvel emirde kendisine ve şikâyâtma havale-i sem' ve i'tibar itmekten başka şeyh-i mer kumun sû-i ahval ve mezalimle müştehir bulunduğunu vali-yi mü şarûn ileyh bile kaymakam-ı mumaileyh’e iş'ar ettiği halde şeyh-i merkûm vali-yi müşarûn ileyhin marru’z-zikr daire müdiri Hüsni Efendi ile mu'arefe peyda eder etmez, kaymakam-ı mumaileyhi ‘azl ettirerek, yeniden tayin olunan, kaymakamı dahi beraberce ala rak götürmüş olup, bu muamelatın hikmet-i hükümete muvafık olup olmadığının tefriki evliya-yı umura aiddir. On üçüncü madde : Vali-yi müşarûn ileyh, mehakim-i adliyeden taleb olunan eşhasın mehakime gönderilmemesini dahi emr etmekte olup, Hudeyde’nin en büyük eğniyasmdan bulunan Dahman Efendi aleyhine Hudeyde kumandaniyle sair bazı taraflardan ikame olunan davalar içun mahkeme-i bidayetten bâcelbname ta leb edildiğinde derhal vali-yi müşarûn ileyhe müracaat etmesi üzerine müşarûn ileyh dahi merkûmun mahkemeye gönderilme mesini Hudeyde mutasarrıflığına telgrafla emir vermiştir. On dördüncü m adde: Anis kaymakamı Ziya Bey, kararname mucibince vali-yi sabık zamanında müttehim iken, vali-yi müşarûn ileyh, itham-ı mezkûra itibar etmeyip, iki mah mukaddem Zebid Kaymakamlığına Dersaadet’ten gelmiş olan Şihab Bey’i bi’l ‘azl müttehim-i mumaileyhi yerine tayin etmiş ve Şihab Bey Dersaadet’e avdetinde, intihab-ı memurin komisyonu tarafından iade-i memuriyeti emr olunmuş iken vali-yi müşarûn ileyhin istibdad ve mezaliminden bi’t-tehaşi iade-i memuriyeti kabul etmemiştir. Mu maileyh Ziya Bey’i müttehim iken vali-yi müşarûn ileyh diğer kay makamlığa tayin etmesi celib-i nazar-ı dikkattir. YEM EN V A L İS İ OSMAN N U Rİ P A Ş A 401 On beşinci madde : Yemen rüsumat nezaretine mülhak Hudeyde rüsûmât müdiriyyetinden bazısı muharref ve bazısı musanna* olarak Hudeyde tüccarından on nefer kesane verilmiş olan imrariye tezkerelerinden dolayı mezkûr Hudeyde rüsûmât müdiri Abdülkadir Efendi ve saire... aleyhinde ikame olunan dava neticesin de tüccar-ı merkumeden rüsûmât sandığının zâyi’ etmiş olduğu 180.000 kuruşun tahsil ve istifasına ve müdir-i mumaileyhin ‘azline ve rüfekasımn dahi birer suretle mahkûmiy etlerin e meclis-i idare-i vilayetçe hükm olunmuş ise de hazine dava vekaleti tara fından vukubulan temiz istidası üzerine Şüra-yı Devlet’ce hükm-i vaki* nakz ile zayiat-i rüsumiyyenin cezaen bir mislinin daha tah sili ve tücçar-ı merkumenin •de kanun-ı cezaya tevkif en tahdid-i mücazatları lüzumu emr u izbar ve evrak takımiyle iade ve tesyar olunmuş iken vali-yi müşarûn ileyh tüccar-ı merkûmeyi cezadan ve vermiş oldukları yüz seksen bu kadar bin kuruşun bir mislini daha verdirmemek emeliyle evrak-ı mebhuseyi mevki-i muameleye koymamakta ve bu yüzden hazine-i celilenin hakk-ı sarihi olan bu kadar mebaliğ-i cesimenin izaasma sebebiyyet vermekte bu lunduktan başka, rüsûmât müdir-i sabıkı mumaileyh Abdülkadir Efendi’yi San‘a gümrüğü müdiriyyetinde istihdam etmesi ayrıca şayan-ı dikkattir. On altıncı madde : Hiraz kaymakamı ifa-yı hac zım n ın da, me’zunen canib-i Hicaz’a gittiği zaman, mahkûm olarak zimmetinde 600 riyal bulunan Abdurrahman Efendi n a m ın da, istihdam selahiyyetinden mahrûm bir ademi her ne esbaba mebni ise kaymakam-ı mezkûr vekaletine tayin ederek mumaileyh de kazaya varır var maz zimmetini kapatmak içim mahallî meşayihi yedinde bulu nan (?) mühürlü senedlerini meşayih-i merkûma yedinden nez* ve istirdâd zumunda habs etmiş ve Mefhak nahiyesinin dört ne fer meşayihinden Şeyh Rezek Medyûr (?) isminde birisi habishanede vefat bile etmiş iken, vali-yi müşârûn ileyh, esbabını bile tah kik ettirmemiştir. On yedinci madde : Yemen vilayetinde bulunan ve ğmaca şöh retli olan meşayih ve a'yanı birer vesile ile evvel emirde ihâfe et tikten sonra bunlardan istihsâl-ı emniyyet ve selamet içun vali-yi müşârûn ileyhin lede’l müraca'a rızasını: birer takrib-i istihsal idenlsr tahlis-i nefs edebilmekte olduğu dahi Hudeyde .tüccarından Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 26 402 İH SAN SÜ R EY Y A SIRM A olup, servet ve ğina ile meşhur bulunan ve meclis-i idare-i liva azasından olan Dahman Efendi gûya israfla mevsûf imiş ki malı nın lüzum-ı haczi hakkında vali-yi müşarûn ileyh naîbu’ş-şar* ta rafından bir i ‘lâm-ı şer‘i bi’l istihsâl, gûya hükmünü tenfiz etmekte iken mumaileyh Dahman Efendi tarafından merkez-i vilayete gön derilen bir adem-i mahsûsun vürudu üzerine mezkûr i'lâmı tenfize mahal kalmamıştır. On sekizinci madde : Vali-yi müşarûn ileyh San’a polisi ser komiseri Fayi* Efendi’yi bilâ. istintak ve isticvâb hod be hod habs ve tevkif ettirmiş ve bir kaç gün sonra tahliye etmiştir. Kavanin-i Devlet her bir memurun bilâ sebeb tevkif gibi haysiyet-i memuriyyetinin ihlâlini mucib bir muameleyi men* etmiş iken vali-yi müşarûn ileyh bu kavaninin ahkamına ‘atf-ı nazar bile etmek sizin mumaileyhi hod be hod habs ve ba'dehu birden bire tahliye etmesi dai-yi hayrettir. On dokuzuncu madde : Vali-yi müşarûn ileyh miralay izzetlu Ahmed Rüşti Bey namında bir zatı tahsilat ve İslahat nâm memuriyyetle maiyyetine iki tabur asker i‘ta ederek Yerim, Zimar, Anis, Rida nâm kazalara göndermiş ve rivayete nazaran mîr-i mu maileyh meşayihi celb ve kendilerini tehdid ve tahvif etmekte bu lunmuş olduğu gibi efkarına inkiyad etmiyen nice meşayihi zencirlerle topların arkasma takarak teşhir etmiş olmasından nâşî ahalice bir nefret hasıl olmuştur. Mezkûr kazalar vilayet dahilin deki kazaların en ziyade muti‘1erinden iken İslahat namiyle bu ka. dar askerle mumaileyhi göndermesi, hikmetinin o tarafa gidenlerin ma'lumu bulunmuştur. Yirminci madde : Vâli-yi müşarûn ileyhin cümle istibdadından olarak ötekini berikini Kumran adasına nefi etmekte olduğu gibi, Yemen vilayeti dahilinde bir kaç kaza kaymakamlığında bulun duğu halde ba'dehu 2000 kuruş maaşla mektubî kalemine alınmış ve hazine dava vekaletine tayin edilmiş olan rif'atlu İlmî Efendi namında birisini hiç bir sebeb-i ma'lûm bulunmadığı halde vali-yi müşarûn ileyh Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada mumaileyhin ya kendisinin istifa etmesi ve etmediği surette tard edilerek Dersaadet’e irsâl edilmesini vali muavinine emr ve iş*ar etmişiyle mumaileyh de terk-i memuriyyetle Dersaadet’e gelmeğe mecbur olmuştur. Bir memurun tardı ancak bir mahkemenin hükmüne YEM EN V  L İS İ OSMAN NU Rİ P A Ş A 403 müstenid olması lazimeden iken öyle bir şey bulunmaksızın, tar dına emr vermesi ve bir şahsın bilâ hükm nefyi her halde Zat-ı Hazret-i Padişahi’nin makdesetine mahsûs olduğu halde vali-yi müşarûn ileyh nefye dahi emr vermesi ve bâ husûs mahall-ı menfanın Dersaadet bulunması akıllara hayret verecek muamelat-ı müstebidanedendir. Hülasa ve Hatime Ma‘ruzat-ı mebsûta mütalaasından muhat ilm-i ‘âli buyurulacağı üzre vali-yi müşarûn ileyhin ehl-i servetten bulunan meşayihi getirterek habs ve tazyik etmesi ve Zeranik nâm mahallin şeyhini dahi hod be hod habs ve ihtilattan men' etmesiyle aşiretinin ef radı vadi-yi isyana saparak kafile-i nehb etmeleriyle iki asakir çelb etmesi ve edyan ve mezahibin hürriyeti Devlet’ce müttehaz-ı usûl icabından iken San'a ahalisinin mezhebleri iktizasından bu lunan bazı adetlerini ref‘ etmek tasavvuruyla evamir-i müstebidane i‘ta ederek ahaliyi müteneffir etmesi ve Yemen vilayetinin varidatça ve Aden hududunda bulunmasıyla siyasetçe en ehem miyetli bulunan Taiz mutasarrıflığına henüz bir rütbeye nail ol mamış ve tahsilattan ve i'ane ve zabtiye muvakkat maaşından zim meti hasebiyle mukaddema habs edilmiş olduğu halde henüz be raat veya men'-i muhakemesi verilmemiş olan Mustafa Bey na ramda birisini yeniden mir-i mirân rütbe-i refi'asıyla tayin ede rek sinn-i sabıkada her ay merkez-i vilayete otuz bin riyal gön derilmekte iken, şimdi dört beş mah zarfında ancak yirmi sekiz bin riyali gönderip bundan dolayı vilayetin idaresini azîm bir buh rana düçar etmesi ve kendisinin efkarına hizmet etmekte olan mu maileyh Mustafa Bey Muknibe nâm karyeye giderek meşhur zengin-i meşayihten bulunan Şeyh Abdulvaris’in hanesine hücum ve (?) ahalinih hanelerini harab etmesi ve şeyh-i merkûmu Aden hudu duna firara mecbur ederek ve kabaili kat‘-ı tarikle bir çok yollar kapanmaşı. Vali-yi sabık Aziz Paşa tahsilat içun hiç âsakir-i hizamiyye taburları sevk etmeksizin bir sene zarfında umum asa kir ve memurin-i mülkiyyeye dokuz maaş i‘ta ve sarf ettiği halde vali-yi müşarûn ileyh her tarafa asakir nizamiyye taburları sevk etmiş iken dokuz mah zarfında bazılarına ancak iki maaş i‘ta ederek bazılarına henüz bir maaş vermemesi ve Yemen vilayetin de ğmaca şöhretli bulunan meşayih ve a'yanı birer vesile ile evvel 404 İHSAN SÜ R EYYA SIRM A emirde ihâfe ettikten sonra bunlardan istihsal-ı emniyyet içun rızasını istihsal edenler tahlis-i nefs etmesi ve hatta Hudeyde tüccarında ve servet ve ğma ile meşhur liva meclis-i idare azasın dan Dahman Efendi israfla mevsûf imiş gibi malının lüzum-ı hac zi . hakkında naib tarafından istihsal eylediği i'lâm-ı mumaileyh tarafından merkez-i vilayete gönderilen bir adem-i. mahsûsun vürudu üzerine tenfiz etmemesi ve bunca muamelât ve mezaüm-i müstebidane ile dahi iktifa etmiyerek kavanin-i Devlet’in ahkamı hilafında maiyyeti adamlarından mürekkeb komisyon teşkil ede rek mevadd-ı cinaiyyeyi orada rü’yet ettirerek istediğini tahliye ve istediğini habs ve tevkif etmesi ve Ciddede bulunduğu vakit mesavi-yi ahvalinden dolayı adem-i istihdamı hakkında evamir vürûd etmiş olan Mustafa Efendi namında okumak yazmak bil meyen birisini belediye riyasetine tayin ederek daire-i belediyyeyi bir mahkeme şekline koyması ve mehakim-i adliyyede dava sını ğaib edenlere, oraya bi’l müraca'at istediği gibi muamele ve hükm vermesi ve Taiz mutasarrıfı olup, miirevvic-i efkarı bulunan Mustafa Bey’in habs ve tevkif ettiği Aden şeyhinin istid'a-yı ma'delet ve merhamet zımnında merkez-i vilayete gelmiş olan oğullarını dahi vali-yi müşarûn ileyh evvel emirde habs ettikten sonra ba'dehu her birine bir hil'at iksa ettirerek ve pederlerinin tahlis emriyle beraber kendilerini tahliye etmesi ve Yerim kay makamı Haşan Fenni Efendi’yi azl etmek içun merkez-i vilayete gelmiş olan Şeyh Ahmed Salah namında birisi kendisinin daire müdiriyle bi’l mu'arefe (?) azl etmesi ve mehakim-i adliyyeden taleb edilmiş ve fakat kendisine müracaat eylemiş bulunan eş hasın mehakime gönderilmemesine emr vermesi ve Rida‘ kayma kamı aleyhinde li ecli-t-teşekki merkez-i vilayete gelmiş olan EtTayrî nâm şahsın evvel emirde şikâyâtma havale-i sem' ve i'tibar etmediği halde ba'dehu mezkûr daire müdiriyle mu'arefe peyda eylemesi üzerine kaymakam-ı mumaileyhi dahi azl eylemesi ve Miralay Ahmed Rüşdi Bey namında birisini tahsilat v© İslahat nâm memuriyyetle maiyyetine iki tabur asker i'ta ve dört kazaya göndererek mumaileyh de meşayıhi zencirlsrle topfaûrm atricasma bağlayarak teşhir etmiş olmasından naşi ahalice bir nefret ve heyecan hasıl etmesi v e . San'a belediye reisi Ali Büleyli Efendi’ yi hod be hod azl ve yerine beraberince getirdiği Mustafa Efendi nâm zatı tayin ederek mumaileyhi habs etmiş iken ba'dehu am mec YEM EN V  L İS Î OSMAN N U R İ P A Ş A 405 lis-i idare azalığma tayin etmesi ve Hudeyde Müftisini kendisi Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada nezdine gelmiş olan birisinin ar zusu veçhile anı dahi hod be hod azl eylemesi ve Anis kaymakamı Ziya Bey’i müttehem iken Zebid kaymakamlığına tayin etmesi ve San‘a polisi komiserini hod be hod habs ve tahliye eylemesi ve rüsûmat nezaretinin bir davasından dolayı tahsili lâzım olan yüz sek sen bin kuruşun maddesine dair olan evrakı mevki-i muameleye koy mayarak Hazine-i celilenin hakkı olan mebaliğ-i mezkûrenin iza'asına sebebiyyet vermesi ve madde-i mezkûreden azl ile mahkûm olan rüsûmat müdirini San'a gümrüğü müdiriyyetinde istihdam ve Hiraz kaymakamlığına altı yüz riyal zimmeti olan Abdurrahman Efendi’yi tayin ederek mumaileyh de zimmetini kapatmak içim meşayihin yedinde bulunan yek mühürlü senedlerini nez‘ ve istirdad zım nında anları habs ve habs edilen meşayihten birisi hapishanede ve fat etmiş iken vali-yi müşarûn ileyh esbab-ı vefatmı bile tahkik et memesi ve cümle istibdadından olarak bir takım adamları Kumran adasına nefy ettiği gibi bilâ hükm İlmî Efendi nammda bir memu ru hod be hod tard ve yine bilâ hükm Dersaadet’e nefyine emr ver mesi gibi muamelat-ı müstebidane ve kanun şikestanesinden tah riren ve kalemen arz ve ihbarı kabil olabilenlerin bazısı şimdilik bâlâda bast ve tafsil edilmiş olmağla ol babda emr u ferman Hazret-i men lehu’l emrindir. İÖ 6 İHSAN SÜ R EY Y A SIRMA Yemen Valisi Osman Nuri Paşa’nm yolsuzluklarına dâir, imza sız olarak verilen lâyihanın aynen metni. 4Ô7 yem en V İ I İ S t OSMAN NOBt PAŞA İh s a n s Ür e y y a s ir m a Ye m e n v â l îs î o sm an nur! p a §a İH SAN SÜ R EY Y A SIRM A YEM EN V A L İS İ OSMAN N U R İ -P A Ş A 412 İH SAN SÜ R EY Y A SIRM A K -ÎTABîYAT Barbara von- Palombini, Bündnis werben Ausländischer Mächte um Perr sien, 1453-1600 (Avrupa Devletlerinin İran'la ittifak teşebbüsleri) Franz Stei ner Verlag, Wiesbaden •1968, V-138 s. (Büyük boy basım). İstanbul’un düşüşü Ue daha da etkin bir halde kendini hissettiren «Türk Tehlikesi», artık tesirlerini A v rupa’da uzun zaman duyurabilecek ka lıcı bir etkinliğe kavuşmuş bulunu yordu. Bu Türk tehlikesini karşılamakta büyük bir güçlük çeken Avrupa Devletleri, Türk İmparatorluğunu ar kadan vurmak amacı üe İran’la sıkı bir işbirliği ve ittifak ilişkileri tesis etme emeline kapılmışlardı. 1450 den sonra Uzun Haşan ve 1500 den sonra Safaviler’in hakimiyetine giren İran, Osmanlı Devleti için mezhepsel çe kişmelerden ötürü zaman zaman bi rinci derecede önem kazanan bir düş man olma karakterini bürünmüştü. Özellikle Şah I. İsmail’in yükselişi Av rupa’da büyük bir helecan fırtınası ve sonsuz ümitler yaratmış ve Osmanlı Devleti’nin arkasında güçlenen bu ye ni kuvvetin Türkler aleyhinde kullanı labilmesi için, daha o zamanlarda bir çok plânlar yapılmış, Şiî-lran ve Hırıstiyan-Avrupa Devletleri ittifakı ile Türkler’in iki cebheli bir savaşa zor lanmalarından Hıristiyan âlemi için büyük faide ve başarılar umulmuştu. 1500-1510 seneleri. arasında Avrupa’da Şah I. Ismaü hakkında çok sayıda ve çeşitli büdirUer, politik tehzüât ya zıları ve hatta «yeni peygamber Sophi» hakkında 1508 de ilk defa bir ta rihî eser dahi kaleme alınmış ve kısa zamanda bir çok dillere çevrilerek ya yınlanmıştı. (Giovanni Ratta, La Vita del Sophi, re die Persia e de Media... Venedik 1508. Almanca tere. 1515, Franz. 1517 ve 1522, îtal. 2. bask. 1520). Böylece Avrupa’da Şn-îran’m Osmanhlar’ın can düşmanı olduğu kısa zamanda yaygınlaşmış bulunuyordu: İtalya’da özellikle Venedik’te bu ger çek Venedik elçüeri Zeno, Barbaro ve Contarini’nin İran’a yaptıkları seyahat lerle gün ışığına çıkmıştır. Bu elçi lerin Uzun Hasan’a dair «Relation»ları daha 16. yüzyılda basümışlardır. Ve nedik’te ise bu «Relation»lar elçilerin hemen avdetlerini müteakip politik âlemce tanınma imkânı bulmuşlardır. Zaten 1500 den evvel, 1450 den sonra ki Venedik-Iran münasebetleri ile ilgi li olarak iki mufassal tarih kaleme almmış bulunmaktaydı. Bununla bera ber Uzun Haşan zamanında İran’la Os manlI Devleti arasmda daha çok poli tik zıddiyetten haberdar' olan Avrupa, dinî yönden olgunlaşacak köklü bir düşmanlığı ancak Şah I. îsmaü’ in or taya çıkması Ue birlikte müşahade edebümiştir. Islâm’daki sünnî ve Şiî bölünmesi bir noktada Hıristiyanlığın Katolik ve Protestan ayrılığı üe belir li bir parelellik halindedir. Bu durum da bu benzerliğin o zamanlar Avru pa’da keşfedümiş olup olmadığını ve 414 KEM AL BEYDÎLLÎ Avrupa’da Reformatörlerin Şiîlerle bu yüzden herhangi bir işbirliğini müsait karşılayıp karşüamadıkları meselesi büyük bir önem kazanmaktadir. Zira Renaissance devrinin Ütopik literatü ründe Şiîlik ile Protestanlık arasmda bazı mukayeselere yer veren ve her ikisini de «yenüeyici» ve «eski dinden» ayrılmış mezhebler olarak gören yo rumlamalara Taşlanmaktadır. Böyle bir paralelliğe değinen ilk eser ise Campanella’nın 1602 de yayınlanan «Güneş Ülkesi» (Cittâ del Sole)dir. Bu konuda herhangi bir açıklık henüz ye terli ölçüde getirilememiş olmakla be raber Sünnî Osmanlı Devleti’nin Re formation hareketinin başarıya ulaş masında ve Almanya’da Protestanlığın yerleşmesinde, yayılıp, anayasal ga rantilere . bağlanmasında en önemli faktörlerden biri olduğu da bir ger çektir. (Stephan A. Fischer Galati, Ot toman imperialism and German protestantism 1521-1555. Cambridge, Mass. 1959). Türkler aleyhine onlarm doğudaki düşmanları ile bir ittifak yapmak fik rinden 13. ve 14. yüzyıllardan beri bahsolunmaktadır. Yine Memluklar’a karşı Avrupa'nın Moğollarla irtibat kurma gayretleri bu yüzyıllarda olduk ça önemli diplomatik münasebetlerin gelişmesine sebebiyet vermiştir. Ancak direk Türk tehlikesi karşısında, •Türkler’in arkasmda Hıristiyanlık âlemi için müttefikler edinme ve Türkler’i iki ateş arasmda kıskaca alma tam anlamıyla 16. yüzyU boyunca keşfedümiştir. Bu keşfediş Ue Avrupa diplomasisi İran’la ittifak teşebbüslerini arttırmış ve Türk tehlikesini ve Türk tazyikini böylece ha fifletmek veya durdurmak istemiştir. Iran Ue bir ittifaka öncelikle Venedik, imparator, Papalık ve Ispanya yalandan Ugüenmekteydüer. Venedik her şeyden evvel Doğu Akdeniz’de hâlâ elinde ka lan topraklarını ve ekonomik çıkarları nı ve hatta bazen kendi öz beldesinin müdafaasmda Türkler’e karşı koyabümek için İran’la bir işbirliğine yakın ve ük ügiyi duyan bir devlet olurken, imparator V. Kari ve n . Rodolf da im paratorluğun doğu sınırındaki devamlı Türk baskısını hafifletip durdurabilmek içini Türkleri arkadan vuracak tedbirle re rağbet etmişlerdir. Ispanya ise, özel likle H. PhUipp’in idaresinde Batı Ak deniz’deki nüfûz bölgesinde tutunabümenin gayreti ile İran’la böyle bir işbir liğinin çaresinin bulunmasına taraftar dı. Aynı şeküde Hind Okyanusun’daki ve Arap sularındaki faaliyetleri açısın dan Türkler’i buralarda yalnız karşüamama kayguları Portekiz için de bu yöndeki çalışmaları önemli kılmaktaydı. Papalık için konu, Hıristiyan Küisesi başkanı olmak sıfatıyla ayrı bir ma’nâ taşımaktaydı. Dinî bir gayret içinde bü tün Hıristiyan hükümdârları Türkler. aleyhine harakete geçirmek ve bu hü kümdarların aralarındaki anlaşmazlık ları gidermek yönünde Papalık, Iran Ue olan münasebetlerin geliştirümesinde çok yönde tesir icra edebüen önemli bir etken olmuştur. Fransa ve Ingütere ise bu blokun siyasetine aykırı bir politik tutum içinde karşımıza çıkmaktadır. Bu iki devlet Iran Ue diğer Hıristiyan devletler gibi bir yakınlaşmadan ve Türk aleyhtarı tertipler içinde görün mekten çok, İktisadî ve politik menfeatleri doğrultusunda Türkler Ue bir an laşma ve uyuşma ve hattâ bir ittifak yakınlığı içinde bulunmayı tercih et.inektedirler. Zira Fransa Habsburglar’la tarihsel çekişmesini sürdürürken,- Is panya ve Alman âlemi arasındaki sıkı şık durumunu Osmanlı imparatorluğu na dayanmakla dengelemek istemekte, Ingütere de Ispanya’ya karşı yine Türk- K İT B İY A T ler’e dayanmakla bir denge tesisinde faide görmekteydi. 16. yüzyılda henüz büyük devletler politikasına karışma yan Rusya ve Osmanlı Devleti tarafın dan kontrol altında tutulan ve dış po litikada Türkler’e' karşı bir tutumda bu lunması önlenen Polonya-Litvanya ile îran arasmda herhangi bir ittifak te şebbüsü plânı 16. yüzyıl boyunca henüz tam anlamıyla mevcut değildir. Rusya’ yı da içine alan böyle bir plân ancak 1600 den az evvel politik görüşmelere konu olabilmiştir. Böylece Osmanlı Dev leti, Habsburglar ve Venedik (İtalyan Devletleri) arkasında ^Fransa’yı, İspan ya arkasmda da İngiltere’yi elde tutup siyasî dengeyi kurmaya çalışırken, Rus ya üe Alman âlemi arasmda .PolonyaLitvanya’nın tarafsız bir «tampon» devleti olma özelliğine itina göstererek kendi blokunu teşekkül ettirmiş, yuka rıda adı geçen devletler de Osmanlı Dev leti arkasındaki İran ile işbirliği yapıp, Türkler’i kıskaç altma almaya çalışmış lardır. Buna karşılık Osmanlı Devleti de doğu sınırındaki bu hassas noktayı dengeliyebilmek için İran’ı arkasından vurabilecek sünnî müslüman devletleri (Özbek Hanlığı gibi) ile münasebetleri ni geliştirmiş ve İran’ı, tıpkı kendisine yapılmak istendiği gibi iki cebhede sı kıştırma politikasını izlemeye çalışmış tır. Bu anlamdaki İran-Avrupa müna sebetlerinin muhtelif yanlarını işleyen ve genel' olarak arşiv malzemeleri ile değer kazanmış bulunan eserler mevcudtur. Bunlar içinde V. Minorsky’in «The Middle East in Western Poîitics in the İS1", 15th and 17,h Centuries-», Jour nal of Royal Central Asian Soc. XXVH, ' London 1940, S. 427-461), Ali Akbar Siassi’nin {La Perse àu contact de l’ oc cident, étude historique et sociale, Pa ris 1931), Khanbaba Bayani’nin (Les 415 relations de l’îran avec l’Europe occi dentale à l’époque safawide, Paris 1937), Chickel’in (History of the Car mélites in Persia, London 1939), G. Berchet’nin (La República di Venezia e la Persia, Turin 1865), W. Hinz’in (Irans Aufstieg zum Nationalstaat im 15. Jahrhundert, 1936), R .Neck’in («Diplomatische Beziehungen zum Vor deren Orient unter Karl V.», Mitt. des österr. Staatsarchivs, 5, 1952, S. 63-86) çalışmaları özellikle zikredilmelidir. Palombini’nin bu çalışması ise bu değerde ki matbû eserler dışında, o devre ait bel gelere sahib bulunan en önemli arşivle ri (Roma’da Vatikan Arşivi ve Kütübhânesi, Venedik’de Archivio di Stato, Biblioteca Marciana, Biblioteca di Mu seo Correr, Viyana’da Haus-, Hof-, und Staatsarchiv, Florensa’da Archivio di Stato)' ve o devre ait önemli ve vaz ge çilmez kaynaklar arasmda sayılan se faret raporları ve günlükleri (meselâ, Marino Sanuto’nun Diarii’si) ve haber leri kapsamaktadır. Bu yönü ile çalış ma, konusunun ilgi çekiciliği yanında dayandığı malzemenin değerliliği ile de ayrı bir kıymet kazanmaktadır. Eserin 1. Bölümü «Uzun Haşan ile ittifak» konusunu .işlemektedir. 14531470 arasmdaki ilk temasa geçişler ile gelişen bu bölümde, Venedik önderliğin de Türkler’i arkadan vurma gayretleri, İran, Gürcistan ve Osmanlılar’ın Ana dolu’daki düşmanlarını harekete geçir me çalışmaları, ve İran ile Venedik ara smda ilk elçilerin gelişleri 1463 de Lazzaro Querini’nin Karaman ve - Üzün Hasan’a yollanışı ve 13 Mart 1464 de Uzun Hasan’m elçisinin Venedik’e ge lişi ve Uzun Hasan’m ittifak teklifi, 1470-1490 arası Uzun Hasan-Venedik münasebetleri, Caterino Zeno’nun Uzun Haşan nezdine yollanışı (1471), Giosafat Barbaros (1473), Paolo Ognibene 416 KEM AL BEYDÎLLÎ ve Ambrogio Contarini’nin (1473/74) paylaşması ve Çaldıran sonrası Iranelçilikleri, bunların yolladıkları haber Avrupa münasebetleri, I. îsmaü’in V. ler ve raporları, Venedik-Papalık-Napoli Karl’a yolladığı elçi (1523) ve Şah I. müşterek kuvvetlerinin Uzun Hasan’m Ismaü-’in ölümüne kadar (1524) gelişen yardımına koşmaları ve böylece fiilî it işbirliği ve münasebetler bu bölümün tifakın gerçekleşmesi (1473), Uzun Ha konuları arasmda ilgi Ue takib edilmek tedir. san’m mağlubiyeti, son Uzun HasanVenedik münasebetleri, Venedik’in Rus3. Bölümde Şah I. Ismaü’den son raki münasebetler konu edilmekte lar’ı ve Tatarlar’ı Türkler aleyhine ha rekete giçirme çalışmaları hakkında (1524-1571) ve Şah Tahmasp ile tek rar hararetlenen Iran-Avrupa işbirliği salahiyetle bügi verümektedir. (S. 8-37) çalışmalarmda bu sefer Venedik yanın 2. Bölümde Şah I. îsmaü ile geli da Habsburg’larm da aynı değerde bir şen münasebetlere ayrılmış olup, aynı gayret ile ' yer aldıklarını görmekteyiz. zamanda çalışmanın ağırlık noktasmı Özellikle Osmanlı-îran ve Osmanlıteşkü etmektedir. Türklerin 1480 de Avusturya savaşlarmda bu devletlerin Otranto’ya çıkmaları ve Uzun Hasan’m İran’la olan münasebetlerinde bu açıkça ölümüyle Venedik-îran ittifakının sona izlenmektedir. Bu esnalarda İran’a yol ermesi, Hıristiyan âlemini İran’la bu ük işbirliğinden edinilen tecrübeyi daha lanan elçiler, yapılan görüşme ve tasar lanan plânlar, Preveze arifelerinde Iran faideli sonuçlara sevkedecek gelişmele ittifakı, Leponta’ya kadar uzanan elçi re hazırlamıştır. İran’la Türkler aley teatileri ve Türkler’e karşı müşterek hine oluşturulacak bir ittifakta en bü cebhe; teessüsü çalışmaları, Polanya’nm yük rol bu sefer de yine Venedik tara fından üslenmekteydi. Bu amaçla 1502 ve Rusya'nın böyle bir cebheye idhali gayretleri sistematik bir anlatım içinde de Constantino Lascari Venedik elçisi sunulmuş ve belgelenmiş bulunmaktadır. olarak Karaman ve İran’a yollanmış (S. 65-96) ve Uzun Haşan zamanında tatbikine 4. Bölüm özellikle Papalık-îran itti çalışılmış olan plânlar tekrar ortaya fak teşebbüslerini Lepanto’dan 16. yüzatılmıştır. Böylece tekrar o zamanın yüm sonuna kadarki bir zaman süresi şartlarma göre kesif addolunması ge içinde genel Avrupa-îran münasebetleri reken bir elçi teatisine şahit olmak çizgisinde anlatılmaktadır. İran'ın 1570/ tayız. Bu arada özellikle Lascarı’nin 71 ‘Kutsal ittifak’ m teessüsündeki rolü raporlar ile Iran ve Osmânlı Devleti nün araştırılmasıyla başlayan bu bö arasındaki ŞU-Siinnî çatışması ilk defa lüm, Papa V. Pius’un Şah Tahmasp’a ve bütün çıplaklığı ile Avrupa tarafın mektubu, Papalığın Iran ve Rusya’yı bu dan tanınmaya başlanmış ve bu mezhebittifaka dahil etme faaliyetleri, Polon sel mücadelenin ve siyasî zıdlaşmanm Hıristiyan âlemine yararlı olabüeceği ya'nın aynı cepheye çekümek istenmesi, 1583/84 senesi ittifak plânlan,- Giovan tamamen ortaya çıkmıştır. . Papa H. ni Battiste Vecchietti’nin Papa adına Julius’ım Iran ittifakı karşısındaki tu tumu, X. Leo’nun Çaldıran Savaşma İran’a yollanışi, İran’la ittifak hususun da Papa ve H. Philipp’in ortak çalışma gösterdiği tepki, Mısır'ın Osmanlı haki miyetine geçişi ve Papa’nın Türkler’e ları, yüzyıl sonuna doğru Papalık, im parator H. Rudolf ve Ispanya'nın aynı karşı Haçlı Seferi’ projesi (1518), Şah gaye ile. gösterdikleri gayretlerin anla I. İsmail'in de Uzun Hasan’m akibetini K ÎT B İY A T tımıyla sona ermektedir. (S. 97-117) 16. Yüzyıl boyunca devam eden ittifak teşebbüsleri, karşüıklı elçi teatüeri, mükerrer görüşme ve yazışmalar, Türkler’i arkadan vurmak amacı ile Şiî-Iran faktörüne ne kadar önem veril diğini keza İran'ın da Türkler’e karşı böyle bir desteği ne kadar gerçekçi bir tarzda yorumlamış olduğunu göster mektedir. Şü-İran’m Hıristiyan âlemi tarafından Türkler’le mücadelede «Tanrı’nın bir lütfü» olarak telâkki edilmiş olduğuna tanık olmak meselenin öne mini ortaya koymaya yeterlidir. Bir yüzyıla yakın bir süre devam eden bu yöndeki çalışmaların büyük ve tam bir işbirliği üe sonuçlanmamasında herşeyden evvel iki uzak dünya arasındaki mesafenin büyüklüğünün ve elçüerin o zamanın zor şartları içinde uzun süren gidip gelmeleri ile geçen zamanın, plân lanan girişimlerin güncelliğini, tasarla nan politik tedbirlerin geçerlüiğini kay bettirmiş olmasındaki etki ve payı bü yük olmuştur. Çoğu zaman yollanan elçinin daha gideceği yere varmadan mevcud siyasî durumun değişmesi, ken di aralarında anlaşan güçlerin kısa bir zaman sonra tekrar bozuşmaları, hatta Iran ile yapılacak ittifakın Türkler’e karşı kazanılacak zaferden sonra eşit avantajlar getirmiyeceği, bir elçinin bazen seneler süren gidip gelmesi esna sında Papa’nm veya diğer bir hüküm darın ölmesi bu tip teşebbüslerin başa rıya ulaşmasına mani olmuştur, ittifak ve müşterek harb şevki gibi devamlı ve seri haberleşme şartını elzem kılan bir girişimin Ortaçağlarm her devrinde başarı şansmı azaltan mahzurların, bu tip plânların akamete uğradıkları her 417 örnekte rahatlıkla takib etmek müm bu kündür. Diğer taraftan 16. yüzyü usta Türk politikasının geniş ve çok iyi işle yen haber alma teşkilâtı ile Hıristiyan Devletlerinin Şiî-Iran Ue aynı cebhede bütünleşmelerine yerinde yapüan diplo matik müdahalelerle, siyasî tavizler ve ya anî saldırılarla pek imkân tanıma mış olduğu da gözden kaçırılmaması gereken bir nokta olarak durmaktadır. Eserin ek kısmında yer alan ve 1453. den sonra canlı bir ilgi Ue gittikçe artıp zaman zaman bütün Avrupa’yı saran ve «Türk Haberleri» kadar hele can yaratan Iran ittifakı Ue Ugüi bUdiriler, broşürler ve politik tehzüât yayın larına yer verilmiş ve bunların önemli bulunanları çalışmaya örneklerle Uâve edilmiş bulunmaktadır. (S. 120-129) özeUikle Şah I. IsmaU üe bütün Avru pa’da tanınmaya başlayan ve Türkler’e karşı mücadelede büyük ümitlerin doğ masına sebebiyet veren Sünnî-Şiî çe kişmesi hakkında' bu kısımda gerçekten çok ügi çekiçi belgelere Taşlanmaktadır. Osma'nlı Devleti’nin Avrupa-Iran ittifak teşebbüsleri karşısında nasU bir politika izlediğinin açığa çıkartılması, Osmanlı-Venedik, Avusturya ve Iran savaşlarının ve Sünnî-ŞU çekişmesinin bu yönde ne derecelerde etküendiği ve Osmanlı diplomasisinin karşı cebhe oluş turma faaliyetleri ve Hıristiyan âlemin de müttefikler edinme girişimleri, Palombini’nin bu çalışmasının ışığı altmda Türk tarihçüiği bakımından ortaya çı kan bir eksiklik olarak belirmektedir. Tanıtmaya çalıştığımız eser bize bu ek sikliği hissettirmek açısından dahi, ba sımından on yU sonra kendisinden söz edümesine değecek niteliktedir. Kemal BeydUli Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 87 418 KEMAL, BEYDILLÎ Jehuda L. Wallach, Anatomie einer Militärhilfe. Die preussisch-deutschen Militärmissionen in der Türkei 18851919 (Bir Askerî Yardımın Anatomisi.. Türkiye’de Prusya-Alman Askerî He yetleri 1835-1919). Schriftenreihe des Institus für Deutsche Geschichte. Uni versität Tel Aviv. Droste Verlag Düs seldorf. 1976, 284 s. 1880 den-sonraki Prusya-Alman-Osmanlı münasebetleri içinde, Osmanlı Ordusunun islâh ve yeniden teşkilât landırılması için girişilmek istenen ça-lısmalar özel bir ilgiyi gerektirici ni teliktedir. Osmanlı Ordusunun 93 Har binden sonra yeniden düzenlenmesi ihti yacının duyulması, devrin gelişen şart ları ve harbin umulmaz felaket getirici sonuçları muvacehesinde kaçınümaz olduğuna şüphe yoktur. Ancak böyle bir vazife için Prusya-Alman yeteneği nin seçilmiş olması da tesadüfi değüdir. Bunda değişen siyasî durum kadar, Prusya-Alman silahlarının son zafer lerindeki parlak başarısı da önemli bir rol oynamıştır. H. Friedrich (1740-1786) devrinden beri «hayranlık» duyulduğu na s^hit olduğumuz Prusya militarizmi giderek konuya, politik bir tercihin öte sinde çok daha anlamlı bazı sübjektif boyutlar kazandıracaktır. Gelişmiş bir sanayi toplumunun, geri kalmış ve çağın emperyalist poli tikasının devletler arası mücadele saha sında «oyun topu» gibi elden ele atılan bir devlet ile olan münasebetlerinde, karşılıklı bağımlüığın daima gelişmiş olan devletin lehine isleyeceği- aşikâr olduğu kadar, bügiinün dünyasında da güncelliğini korumaya devam eden- bir olgudur. Böyle bir ilişki içindeki zayif tarafın davranışındaki direniş sınırı, çoğu kez devrin politik durumunun tanı dığı manevra sahası içinde sınırlıdır ve geçen yüzyılda tarihin bize öğrettiği bu manevra sahasının, içinde dönülen «fa sit daire»nin parçalanmasına genel ola rak yeterli, olmadığıdır. Askerî yardım -bütün diğer yar dımlar gibi- bugün olduğu kadar geçmişde de az çok politik bir programın önemli bir parçasını teşkü etmektedir. Çünkü askerî yardımı kabul eden taraf, çoğunlukla politik, ekonomik ve -bazen de- sosyal bazı yükümlülüklere de kat lanmak zorundadır. Bu sebebten böyle bir yardımı yalnızca objektif bir üişki olarak kabul -edip basite indirgemek, konuyu fazlaca önemsememek demek tir. Bir devletin ordusunu isLâh-için ge lenler, ister istemez kendi ordularındaki yöntemleri de beraberlerinde getirmek durumundadırlar. Bu arada geldikleri ülkenin kendine has özellikleri genel olarak tam anlamıyla nazar-ı dikkate alınmaz. Reformcuların körü körüne, mekanik olarak aktarmak istedikleri önlemler, çoğu kez islâh edilecek ordu tarafmdan hiç anlaşılmayan şeyler ola rak, hiçbir fayda vermeden kalmaya mahkûm olur ve giderek her türlü ça tışmanın meydana gelmesi de kaçınıl mazdır. Askerî yardım ve orduyu islâh için gelen heyetler ile beraber yavaş ya vaş ekonomik menfaatler de belirgin bir hale gelmeye başlar. Askerî yardım yapan ülke politik çıkarlar da sağlamak peşinde olduğundan, yardım yapılan ül kenin dış ve -hele Osmanlı imparatorlu ğu gibi her türlü yabancı müdaheleye müsait devletlerde- iç politikasında ağırlığını koyması kaçınılmazdır. Bü yardımm etkenliği ve gönderilen heyet lerin, «uzmanların», verüen süah ve si lah sistemlerinin sayıları arttıkça, yar dım kabul edilen ülkenin de bağımlılığı nın artacağı açıktır. Bu gelişmede «re organize» edilen ordunun silalilandırılmasmda, yardıma gelen tarafm kendi k ît silah ve silah sistemlerini tercih etme lerinin de önemli katkıları olacağı do ğaldır. Anlaşmazlık halinde yenideD «donatılmış» olan bir ordunun, silah sis teminin kısa bir zamanda değiştirilme si ve ordunun takrar harbî vazifesinde üstün bir duruma sokulması, askerî he yetlerin vazifelerine son verip, bunları geriye yollamak kadar kolay bir iş değüdir. Vazifesine son verilen heyetin ye-, rine -devletler arası her türlü rekabet ten istifade edüerek- yenüerinin bulun ması kolay bir iş olduğu halde, «dona tılmış» bir ordunun yeniden donatılma sındaki çeşitli güçlükler ve zaman kay bının doğurabileceği tehlikeler, böyle bir münasebet içinde bulunan iki «den gesiz» devletin arasındaki bağımlüığı zayıf taraf aleyhine perçinleştirir. As kerlerin peşinden teknisyenlerin, çeşitli «uzmanlarm». gelmiş olacağı ve yardı mın artık askerî alanlardan, bu alanla rı tamamlayan diğer sahalara d a .sıçra mış olduğu düşünülecek olunursa, böy le bir ilişki içinde bulunan zayıf devlet için durumun ne kadar -zorunlu bir ter cih içinde- ümitsiz olabüeceği kendiliğin den ortaya çıkar. 1882 de dört kişilik bir heyet üe başlayıp 1918 de Türkiye’ den .ayrılmak zorunda kaldıklarında sa yıları 25000’e kadar varan bir askergeneral-uzman ordusu, yukarıdaki. •ge lişme karakteristliği çizgisi içinde -fa kat muhakkak ki genel dünya politika sında bir çağın kapanışını simgeliyen gelişmelerin de tesiriyle- Alman askerî heyetlerinin genel tablosunu da ortaya çıkartmaktadır. «Bir askerî yardımın anatomisi» bi ze son devirlerini yaşayan bir impara torluğun da anatomisini vermektedir. Bu anatomide; reform için gelen fakat reform yapma imkânını bulamayan re formcuları, askerine silahlı-fişekli tâ lim ve manevra yaptırmaktan çekinen Ab îy a t 419 bir padişahı, «Donanmanın celladı» ünvanı üe anılma şerefine nail olan bir Bahriye Nazırını, çürümeye terk edilen bir «imparatorluk» donanmasını, getiri len silah ve silah sistemleri üzerinden, komisyon alan reformcuları, silah fab-. rikatörlerinden silah siparişlerinde et ken olmak üzere rüşvetler alan Osman lI paşalarını, kullanılmış ve modası geç-: miş silahları vermede-almada bugünü, dünden yaşamış politikacıları, uzmanlı ğı bol maaş ve rütbe almak sayanlarla azimle bir şeyler için çırpınanları, maaşları ödenemiyen «yerli» ile maaş ları gecikmeksizin ödenen «yabancı» su baylar arasındaki sürtüşmeleri, iç ve dış politikada yapılmak istenen ve yapılan müdaheleleri, politik, askerî ve ekono mik menfeatlerin nasıl bütünleştiğini, en mahrem askerî bilgilerin nasü yalnız, kendi aramızda birbirimizden gizlediği miz birer «sır» olduğunu, sonun arefesinde bir- «hayranlık» duygusu uğruna nelerin feda edildiğini, askerî heyet ül kesi askerî menfeatleri açısından girişi len askerî harakâtları, v.s. teşrih edil miş olarak bulmak mümkündür. Eser, Türkiye’nin I. Dünya, savaşı’na girişine kadarki I. Bölümünde (13-, 163), Moltke’nin gelişi üe başlayan ge lişmelere değinmekte ve Prusya askerî heyeti hakkında bügi verdikten sonra (1- kısım, 15-34), «H. Abdülhamid dev rinde Kaehler Heyeti’nin gelişi» (2. kı sım, 34-64), «Von der Goltz Dönemi». (3. kısım, 64-108), «Reformcu Alman Subayları ve Balkan Harbi» (4. Kısım, 108-126), «Türkiye’nin harbe girmesine kadar Liman von Sanders Heyeti» (5. kısım, 126-163), «I. Dünya Harbinde» (H. Bölüm, 163-241), «Harbin ilk yıl ları» (6 kısım, 165 208), «Yüdırım» (.7. kısım, 208-241), «Kıymet Günü» (8. kı sım, 241-256) «Son söz. ve «Öğretmen olarak. Türk .hizmetine geçen -subayla? 420 KEM AL BEYDÎLLÎ ra öğütler» ve «1918 Sonbaharında Tür kiye’nin çöküş nedenleri» unvanlı iki önemli ek halinde tertip edilmiştir. Çalışma, yazarın belirli bir hedefi, Alman askerî heyetlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinin incelenmesinden çıkartı lacak neticelerin, Mısır’daki Rus askerî heyetlerinin çalışmalarında ne gibi du rumların doğmuş olabileceğinin kestiril mesini ve bundan genel ve evrensel so nuçlar çıkartılmasını esas hareket nok tası olarak almış olduğundan, belgelerin incelenmesi ve konunun çeşitli yönleriy le derinlemesine aydınlatılması, takib edilen bu gaye ve metot yüzünden ikin ci dereceye itilmiş bulunmaktadır ve Al man askerî heyetlerinin Osmanh İmpa ratorluğundaki faaliyetleri ayrıntılı ola rak " verilememektedir. Ancak eserde kullanılan veya değinilen ve İngiliz ve Avusturya belgeleri ile de kontrol edi len geniş Alman arşiv vesikaları, bu ko nuda çok daha teferruatlı ve bizim için cevablandırılması gerekli birçok önem li meselelerde geniş bügi verebilecek ni teliktedir. Yazarın Türkçe bilmediği öz rü karşısında, belgelerdeki bu «hedefli» değerlendirmenin, konunun işlenişi ni daha da «anahatlara değinme» ve «karakteristikleri tesbit» çizgisinde bı rakmaktadır. Bununla beraber eser, bu haliyle büe üerideki daha geniş ve Türk belgeleriyle tamamlanması elzem çalış malara yön ve anlam verici boyutta ol ma vasfmdan hiçbirşey kaybetmemek tedir. Bilakis geniş arşiv ve bibliyograf ya göstergesi üe eser böyle bir çalışma ya büyük katkıda bulunabilecek değer dedir. Eserin, Prusya-Osmanlı Uk üişküeri hakkında bazı değinmelerde bulunan 1. kısmında (s. 15), HI. Mustafa’nm ordu sunu «reorganize» etmek için H. Friedrich’ten «üç müneccim» istemiş olduğu na dair kayıt, H. Friedrich’in «Yedi Se ne Harbleri» esnasmda (1756-63) ve 1760 senesi içinde Osmanlı Devletine it tifak anlaşması sunduğu, 1798 senesin de m . Selim’in arzusu ile albay von Götze’nin Türk ordu birliklerini denetle miş olduğu kayıtları tashihe muhtaçtır. «Müneccim» hikâyesinde ordunun «reorganizasyonu» meselesi yakıştırma dan öteye gidemez. HL Mustafa’nm böyle bir teklifte bulunmasının sebebi, n . Friedrich’in askerî başarılarının isa betli «eşref saati» tesbitinden üeri gel diği görüşünden neş’et bulmaktaydı, n . Friedrich’in 1760 senesinden çok evvel Osmanlı Devleti üe bir ittifak yapma peşinde olduğu ise bUinmektedir. An cak bu gaye için bir elçinin. (Rexin) res men yollanması ve ittifak teklifi daha evvel ve 1755 senesi içindedir. (Rexin 1755 senesindeki ük gönderilişinde Mart sonu ve 16 Haziran arası İstanbul’da bulunmuştur). 1798 senesinde Albay Götze’nin m . Selim’in arzusu üzerine Osmanlı ordu birliklerini teftiş ettiği de gerçeklere uymamaktadır. Herşeyden evvel 1798 tarihi -muhtemelen bir bas kı hatası olacak- 1789 olarak düzeltümelidir. Götze, Ağustos 1788 de İstan bul’a gelmiş, Ordu-yu Hümayûn’a git mesi ve durumu yalandan takibetmesi Berlin’de kendisine tenbih edümiş oldu ğundan, İstanbul’daki Prusya elçisi olan Friedrich von Diez üe birlikte yaptıkla rı girişimler, iki devlet arasındaki itti fak görüşmelerine rağmen uzun zaman başarısız kalmış, ancak kendisine 1790 Nisan’mda Vidin’de bulunan orduya git me izni verüebümiştir. Götze, aynı .se nenin Temmuz ayında «gözlemci» ola rak Vidin’e gitmiş olmakla beraber, ora da kısa bir zaman kalmış ve ordu bir liklerini de teftiş etmemiştir. Profesör Waüach’m bu çalışması, Genel Kurmay Harb Tarihi Başkanlığı Stratejik Etütler Yayınları arasmda K İT  B fY A T Türkçe’ye çevrilmiş ve yayınlanmış bu lunmaktadır. (Ankara, 1977. Genel Kur may Basımevi). Onbeş liralık nominal fiatı ile rentabüite kaygusu taşımadığı anlaşılan bu tercüme-basımın, real de ğer üzerinden piyasaya arzedüip, geniş bir kitleye sunulmuş olması, eserin kıy meti yönünden sevindirici olurdu. Ba sımda, eserin Almanca aslmda yer alan geniş arşiv kaynaklarının ve bibliyog rafyasının mevcud bulunmaması ayrıca büyük bir eksiklik olarak kendisini his settirmektedir. Bu tip tercüme-basımlarda artık -maalesef- alışkanlık haline gelen bu eksikliği gidermiş olarak ve basıma bir index ekleyerek, mükemmel bir halde okuyucunun istifadesine sun mak, girişilmiş külfetli tercüme işi ya nında herhalde küçük bir çalışma gay retini icabettirirdi. Genel olarak başa rdı bir tercüme olarak kabul edilmesi gereken bu basımda, düzeltilmesi gerek li önemli bir çeviri hatası, eserin A l manca aslının 74. sahifesinde yer alan («Schichtwechsel» unter den deutschen 421 Reformoffizieren) başlık-cümlesinde gö ze batmaktadır. Türkçeye (Alman Re form Subayları arasmda «Sınıf Farkı») olarak aktarılan bu cümlede (s. 65), «Sınıf Farkı» «Schichtwechsel» kelime sinin karşılığı olarak verilmiştir ki, «Schichtwechsel» teknik bir tabir oldu ğundan zaten tırnak içinde yazümıştır ve «vardiya değişimi» anlamına gel mektedir. «Sınıf farkı» (Klassenun terschied) üe zaten bu kısımda anlatı lanların da bir ilgisi yoktur. Zira bu kı sımda, ölümler veya başka nedenlerle şimdiye kadar hizmet gören subaylarm yerlerine yenilerinin tayinlerine değinil miş bulunmaktadır. Bu sebebten bu cümlenin (Alman Reform Subayları arasmda «vardiya değişimi») olarak dü zeltilmesi gerekmektedir. Günümüz olaylarma da ışık tutabi lecek olan bu çalışmasından ötürü Pro fesör Wallach’in ve Türk okuyucuları adma eseri düimize kazandıranları kut lamak isteriz. Kemal Beydilli Muzaffer Gökman, Tarihi Sevdiren Adam, Ahmed Refik Altmay, Hayatı ve Eserleri, .İstanbul 1978, 436 sayfa, Tür kiye îş Bankası Kültür Yayınları, Ge nel No : 186, Ünlü Kişüer Dizisi : 8. Her ilim dalı için mevcut çalışma ve araştırmaları bir arada toplayan bib liyografyaların, konuyla ügilenenlerin işini kolaylaştırma gayesini gütdüğü bir gerçektir. Bilhassa matbaanın, ya-: yılması ve neşredilen' eserlerin günden güne çoğalması, bibliyografya kitapları nın ehemmiyetini bir kat daha artırmış bulunmaktadır. Bu bakımdan bibliyog rafya, çeşitli ilim dallarında olduğu gi bi, târih ilmi için de çok önemli bir yer tutmaktadır. Bugün, çeşitli memleketlerin târi hine âit yerli ve yabancı yayınları bir arada toplayan bibliyografya eserleri nin yanı sıra, târihî bir olay ile târihî şahsiyetler üzerinde yapılmış araştır maları da bir arada toplayan bibliyog rafya eserleri vardır. Kezâ târih ilmi üzerinde çalışan muhtelif ilim adamla- 422 İl h a n ş a h i n rmm, araştırma ve yayınlarını ihtivâ eden bibliyografik eserler de bulunmak tadır. - İşte bu nevi bibliyografik eserler den. biri de, Sayın Muzaffer Gökman tarafından yayınlanmıştır. Yayınlanan bu eser, Türk tarihçiliğinin seçkin si malarından Ahmed Refik. Altınay’m araştırma ve yayınlarını muhtevidir. Eserin ilk k ıs m ında (s. 1 -1 3 4 ), Ah med Refik Altınay’ın hayatı .hakkında malûmat veren. Gökman, burada Altınay’ı kişisel olarak tanımadığını belirt mesine rağmen, Altmşy’ı tanıyanların izlenimlerini derleyerek esere başlamakda ve bu arada tarihçimizin ölümünü iz leyen günlerde, Haşan Âlî Yücel,. Peyami Safa,. M. Turhan ...Tan, Kadircan Kafh, Falih Rıfkı Atay ve İbrahim Alâeddin Gövsa gibi kimselerin tarihçimiz hakkında çeşitli gazetelerde yazdıkları yazılara yer vermektedir. Müteâkıben Ahmed Refik’in Türk Tarih’ Encümeni Başkanlığı’na seçilişi münâsebetiyle, O’nu yakından tanıyan merhum Ord, Prof. Mükrimin Halil Ymanç’m 1925 yüındâ yazdığı bir yazı bulunmaktadır (s. 1 5 -1 8 ). Sonraki satırlarda, Mükrimin Halü Ymanç’m imkân buldukça, tarih çimizin mezârına uğradığı kişisel ola rak anlatılmaktadır. Büâhire, Ahmed Refik Altınay hakkında, 1937 târihli Akşam Gazetesinde yer alan imzâsız bir yazı üe Ereümend Ekrem Talu’nun Son-Posta Gazetesinde, Nizamettin Na zif Tepedelenlioğlu’nun Haber Gazete sinde, Nurullah Ataç’m yine aynı gaze tede, Sadri Ertem’in Kurun Gazete sinde, Vâlâ Nureddin’in Haber (Akşam Postası) Gazetesinde yayınlanan yazı ları ve Feridun Kandemir’in 1936 yılın daki bir yazısı ile müellifimizin haya tı ve eserlerinden bahseden, Mehmed Hâlid Bayrı’nm makalesine yer veriL mektedir. Ayrıca eserde, Altmay’la Ugili olarak Nevsâl-i Millideki bir yazı üe Hâlid Fahri Ozansoy’un Son Posta Gazetesindeki ve Münir Süleyman Çapanoğlu’nun bir yazısı; yine tarihçi mizle alâkalı olarak, Elif Naci ve Münif Fehim Özarman’m hâtıraları, bun dan sonraki satırlarda bulunmaktadır (s. 1 9 -8 0 ). 1921 yümda bir gazetenin, milletimizin gelecekteki saâdeti hakkın da, . Altmay’la yapmış olduğu bir rö portajı, bugünkü düe sadeleştirerek ve ren Gökman (s. 8 0 -8 3 ), müteâkıben, 1931 târihinde, İstanbul’da»Sürp Agop mezârlığı davâsmda, tarihçimizin H. Bâyezid •vakfiyyesinden istifâde ederek, çok geniş bir arâziyi' devlete ve dolayısiyle İstanbul Belediyesi’ne nasü ka zandırdığım, gazete haberleriyle bahis mevzûu etmiştir (s. 8 5 -9 1 ). Bundan sonra, müellifimizin biyografisi ve 1936 târihinde Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde, merhûm üe Atatürk arasında geçen bir konuşma yer aldığı gibi, Altmay’ı çok y a k ın d a n tanıyan Reşad Ekrem Koçu’nun Göman üe Mart 1971’ de yaptığı bir görüşmede, târihçimiz hakkında söylediği bâzı sözler de yer al maktadır (s. 9 1 -1 2 2 ). Târihçimizin bâzı siyâsî görüşleri ve adı karıştığı bir olay yüzünden Ankara istiklâl Mahkeme sindeki yargüanması, eserin bundan sonraki kısmında bulunmaktadır. Eserin daha sonraki bölümleri, Ah med Refik Altınay’ın bibliyografyasına ayrümıştır. tik olarak târihçimizin çe şitli gazete ve dergilerdeki yazüarını, ayrı bir bölüm hâlinde ve alfabetik bir sıra dâhüinde veren Gökman (s. 1353 4 0 ), okuyucuların ve araştırıcüarın eserden faydalanmalarına daha da fay dalı olmak düşüncesiyle, her yazının özetini vermek yoluna gitmiştir. Bu özetlerden anlaşüdığma göre, Altmay’m çeşitli gazete ve dergüerde yayınladığı yazılarının büyük bir kısmı, Osmanlı K İT B İY A T târihine âit araştırma, târihî hikâye ve târihî tefrika dizileridir. Bilâhire tarihçimizin, çeşitli gaze te ve dergüerdeki taşlama, eleştirme, sataşma ve tartışmalarına âit yazıları bulunmaktadır (s.' 343-354). Burada, yayınlandığı târih sırasma göre verilen yazılarm büyük bir kısmı, Osmanlı tâ rihi üzerinde incelemeler yapan araştı rıcıların, bâzı konularda yazmış olduk ları yazılara cevap mahiyetindedir. Târihçüiği yanında, aynı zamanda şâir de olan Altmay’m şiirleri, eserin 355-358. sahifelerini teşkil etmektedir. Ahmed Refik’in şürlerinin tamamı Gö nül «Şiirler» (İstanbul 1932) isimli bir kitapda yayınlanmış olduğundan, bura da, kitabında yer almayan üç şiiri mev cuttur. Daha sonra, târihçimizin hayatın da ve ölümünden sonra, muhtelif gaze te ve dergüerde hakkında yazüan yazı lara yer verilmektedir (s. 359-369). Bu bölümde, Altmay’m fotoğraflarının, hangi gazete ve dergilerde bulunduğu dahi Sayın Göman tarafmdan kaydedümiştir. Ahmed Refik’in târih ve târihle alâkalı eserleri, kitâbın 371-391. sahifeierinde bulunmaktadır. Buradaki eser lerin büyük bir 'kısmını, târihçimizin Başbakanlık Arşivi’ndeki vesikalardan faydalanarak meydana getirdiği eser ler he çeşitli müelliflere âit olup, yayın lanmasını sağladığı târihler teşkil et mektedir. ' 423 Altmay’m okul kitapları ile ügili eserlerinin yer aldığı bölümden sonra (s. 393-398), şiirlerinin, yabancı dilden yaptığı tercümelerinin ve değişik konu lara âit eserlerinin yer aldığı bölüm, eserin 399-403. sahifeleri arasındadır. Eserin en sonunda ise, eserden fayda lanmayı kolaylaştırmak gayesiyle yapı lan index yer almaktadır. Çeşitli gazete ve dergüerde, araş tırma dizisi, târihî hikâye Ue tarihî tef rika yazan Ahmed Refik Altmay, türkçeyi çok iyi kullanması ve okuyucuyu yormayan akıcı üslûbu üe aradan yıl lar geçmesine rağmen unutulmamış ve günümüze kadar Ugiyle izlenmiştir. Bu nun yanı sıra, Türk târihinin birinci el den kaynaklarından, Osmanlı arşiv ve sikalarına ilk el atanlardan birisi olan ve bu vesikalara dayanarak, birçok eser yayınlamakdan da geri kalmayan Altmay’m târihimizin, sâdece kronik lerle değü, belgelerde de saklı bulunan kayıtlardan öğrenümesine dikkati çe kenlerin başmda geldiği bir gerçektir. Yayınlanan eserde, târihçimizin eserlerinin sâdece isminin verilmesiyle iktifâ edümeyip, özetlerinin de verilmiş olması, eserden faydalanmayı," daha ya rarlı bir hâle getirmiştir. Bu bakımdan, eserlerini elimize almakdan hiç bir za man vazgeçemiyeceğimiz târihçimiz hakkında, böyle yararlı bir kitap hazır layan Sayın Muzaffer Gökman’ı kut larız. İlhan Şahin 424 HÜ SEYİN SALM AN Nizamı Aruzi, Les Quatre Discours (Çahar Makala), Fransızcaya çeviren Isabelle de Gastines, Bibliothèque des Oeuvres Classiques Persanes, No: I,- Pa ris 1968, 162 s. Orta çağ İran edebiyatmm seçkin simalarından biri olan Nizamı Aruzi’nin «Çahar Makala»si ilk defa Iranlı filolog Mirza Muhammed Qazvini tarafından 1910 yılında neşredilmişti (Nizamı Aru zi, Çahar Makala, Leiden-London 1910. Gibb Memorial Series vol. X L). Qazvini edisyonundan 11 yıl sonra İngiliz şarki yatçısı E.G. Brown, Qazvini neşrini tek rar gözden geçirip notlar da ilâve ede rek 1921 yılında İngilizceye tercüme et mişti (Gibb Memorial Series, vol XI, 2, London 1921). Aradan uzun bir süre geçtikten sonra Fransız oriantilisti Isa belle de Gastines, UNESCO ve L’Institut Royal de Traduction et de Publica tion de L’İran (İran kraliyet tercüme ve neşriyat enstitüsü) cemiyetinin yardımı üe 3. defa olarak neşretti. Muhtemel olarak 1155-1157 'yılları arasmda yazılan eserin yazarı hakkında geniş bir bilgiye, sahip bulunamamakta yız.-Çahar Makala’nin bazı pasajlarına göre Nizamı Aruzi’nin 1106 dan az ön ce doğduğu ve 1156 ya kadar yaşadığı ortaya çıkarılabüir. Kendi ifadesine gö re Nizami 1110-11 de Semerkand’da şa ir Rûdaki ile görüşüyor, 1112 de Umar Khayyâm üe karşüaşıyor ve 1115-16 yülarmda Heratta ikamet ediyor. Herat civarmda bulunurken 1117 de Tus’da or dusu üe kamp yapan Selçuklu sultanı Sencer’in teveccühünü kazanmak ümidi üe bu şehre hareket ediyor. Orada şair Muizzi’yi ziyaret ediyor, şiirlerini ona sunuyor ve ondan hüsn-ü kabul görü yor. Tus’daki ikameti boyunca şair Firdevsi’nin mezarmı ziyaret ediyor. Ayni sene Nişapur’da ikamet# başlayan ya zar 1120 de şâir Mü’izzi’den Gazneli Mahmud üe Firdevsi’nin hikâyesini öğ reniyor. 1135-36 da Khayyam’ın mezarı nı ziyaret ediyor ve bu şairin kehanet lerinin doğruluğunu anlıyor. Gur sulta nının 1152-53 teki bozgunundan sonra o, bir süre Herat’ta gizli olarak yaşamak zorunda kalıyor. Sonuncu ' anekdotunun son bölümünde de eşi ve çocukları hak kında kısa bügi vererek yazar bize- ken di biografisini çizmiş oluyor. Asü ismi Abul Haşan Nizam-al-Din Ahmad ibn Ümar ibn Ali Samarqandi olan yazar, edebiyat alanında kendisini büyük şair Genceli Nizami’den ayırdetmek için «Nesirci» Nizamı Aruzi ismi üe tanınır. Gerçekten XH. asrm büyük nesircüeri arasmda yer alan Nizami gü nümüze ancak kırıntı halinde intikal eden şiirleri üe beraber edebî kabiliyeti nin dışında Tabiblik ve Astrologie (Mü neccimlik) alanlarmda da temayüz eder. Eserini Gur sarayı prenslerinden Abu’lHasan Husam al-Din Ali’yye ithaf eder ken yazar kendi ifadesine göre bu ha nedana hizmette de 45. yümı dolduru yordu. Büindiği gibi eserin üç yazma nüs hası vardır. Birincisi British Muséum nr. 3.507 de olup, bu nüshanm istinsah tarüıi 1608-09 yüıdır. İkincisi yine British Muséum nr. 2.955 de olup, bu nun da yazma tarihleri 1857-58 dir. So nuncu yazma ise İstanbul’da olup Aşir Efendi Kütüphanesi nr. 285 de bulun maktadır. Bu4 sonuncu nüsha tarih ve bulunuş yeri itibariyle önceküerden da ha önemlidir. Zira İstanbul yazması 1431-32 gibi eski bir yazım tarihi ve Herat gibi bir şehirde bulunuşu, bah settiği olaylara yakınlığı itibarı üe iki ayrı özelliğe sahiptir. Tanıtmasmı yapmaya çalıştığımız bu yeni neşir 1- Yayınevinin önsözü 2- Giriş 3- Yazarm önsözü 4- Başlangıç K İT B İY A T 5- Yaratıcı ve Kâinat -6- Bitki ve hay van hakimiyetinin gelişimi 7- Beş dış duyu ve hayvan hakimiyeti (Du Regne animal et des cinq sens externes) 8- Beş iç duyu 9- Vahşi insan ve insanın tekâ mülü 10- Birinci Makale, Kâtipler. 11îkinci Makale, Şâirler 12- Üçüncü Ma kale, Müneccimler 13- Dördüncü Maka le, Tabibler 14- Sonuç bölümlerinden ibarettir. Yayınevinin önsözü ve tercü me edenin girişinden sonra asü yazarm önsözü üe. başlayan eserin ilk bölümleri tamamen dinî ve felsefî fikirleri ihtiva etmekte olup, bir çok yönleri ile üâhiyatçıları ve din sosyologlarmı ügüendirmektedir. Burada klasik orta çağ- İslam yazarlarmda gördüğümüz havayı Niza mimde de görmekteyiz. Mesela Allah ve Kâinat üe ügili fikirlerinde olduğu gribi (s. 22-24). Yanlız beş iç duyu (Cinq sens internes) bölümünün sonuna Uâve ettiği anekdotta (s. 30-34) Nizami, Nişapurda 1116-17 de Abu Rida ibn Abd al Salam al Nişapuri’nin Karahanlüar üe ügüi bir rivayetini nakleder. Yazarm kitabmda ağırlık verdiği makalelerinden birincisi (s. 35-57) dinî kıssalar üe başlamakta, Abbasi halifesi Mamun’un izdivacı hikâye edilmekte ve Karahıtay Gürhan üe Selçuklu sultanı Sencer arasmda vukubulan savaşa ge niş yer verilmekte ayrıca Gaznelüer üe Karahanlüar arasındaki elçüer üe ilgüi haberler sıralanmaktadır. İkinci maka le (s. 60-102) şairleri anlatmakta ve şiir sanatı üe ügüi olarak yazarın görüşle rini yansıtmaktadır. Çağdaş şairler üe yakmen ügüi haberler arasmda bu bö 425 lümün en dikkat çekici pasajı yazarm şair Mu’izzi’den dinlediği sultan Mahmud üe şair Firdevsi ihtüafıdır. Münec cimleri ele alan üçüncü makalede (s. 103-127) yazar, büyük türk bügini alBiruni ve sultan Mahmut üişkisi üe ügüi olarak hikâye tarzında naküde bu lunmakta, bunun yanında Nişapur mü neccimi üe büyük vezir Nizam-al-Muluk’e ait duyduklarını yazmaktadır. Ki tabın son bölümünü teşkü eden 4. bö lümde (s. 129-160) yazar tabibler üe ügüi olarak bügiler vermekte, tavsiye lerde bulunmakta ve îbn Sina (Avicenne) üe ügüi hemen hemen hiç duyulma mış tıbbî vakalar anlatmaktadır. Tarihçi olmadığı için, olayları de rinlemesine incelemeyen Nizami, haliy le duyduklarını yazmakla bir çok yan lışlıklara düşmektedir. Fransızcaya ter cümesinde îsabelle de Gastines verdiği dip notlarla bu kusurları hemen hemen gidermiş olarak karşımıza sıhhatli bir eser çıkarmaktadır. Dolaylı olarak da olsa Sultan Sencer, Gazneli Mahmud ve Karahanlı hakanları üe ügüi naküleriyle Nizami’nin eseri Türk tarihi bakımın dan bir öneme haizdir. İngilizce tercü mesinden sonra Fransızcaya tercüme siyle ve her iki tercüme üe ümî yönden vaki olan boşlukların ve eksikliklerin doldurulması üe türkologlar sağlam bir orta çağ kaynağına sahip olmuş sayüabüirler. Düeğimiz, anadüinden başka ikinci defa olarak yabancı düe çevrüen eserin, üçüncü yabancı dü olarak türkçeye de çevrümesidir. Hüseyin Salman 426 ali Ih s a n g e n ç e r Dr. Rifat Uçarol, 1878 Kıbrıs Soru nu ve Osmanlı-İngüiz Anlaşması (Ada’nın İngiltere’ye Devri) ; İstanbul Üni versitesi Edebiyat Fakültesi yayınları No : 2434, İstanbul 1978, 152. Yakınçağ Türk 'v e Avrupa tarihle riyle ilgili eser ve makaleleri üe yalan dan tanıdığımız Dr. Rifat Uçarol, bü eseriyle, hâlen Türk Dış Siyâsetinin ağırlık noktasını teşkil eden «Kıbrıs Sorumumu resmî belgelere dayanarak açıklamağa çalışmış genç bir ilim ada mımızdır. Sonçağ Tarihi Kürsüsü Başkanı merhum, Prof. Dr. Ahmet Cevat Eren Hocamızın aziz hatırasına ithaf edüen eserin, önsözünde, (s. 7-9), ezcümle konunun ehemniyeti belirtilmiş ve bu sorunun ne zaman başladığı zaman ve sebep gösterilerek açıklanmış, ayrıca, eserin tertibi ve çalışma plânı hakkında da ayrıntılı bilgi verilmiştir. Kıbrıs'ın fetih tarihi olan 1570 se nesinden 1878 senesine, yâni, Ada’nın Ingiltere’ye geçici olarak devrine ka dar geçen zaman eserin girişini teşkü etmektedir (s. 11-17). Burada, Kıbrıs' m Türkler tarafından fethi ve fetihten sonra gelişen olaylardan kısaca bahse dilmiş, netice olarak, üçyüzsekiz sene lik bu devirde, siyâsî, kültürel etnik ve coğrafî yönlerden Ada’ya tam bir Türk damgasının vurulduğuna işâret edilmiş tir (s. 17). Kıbrıs sorununun başlangıç bölü münü, yâni, 1878 yılını konu alan eser, üç ana bölüm üzerinde ele alınarak in celenmiştir. Birinci bölüm (s. 19-31), Kıbrıs so rununu hazırlayan siyasî gelişmeler ve 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ve orta ya çıkardığı yeni statü, konuları altmda ele alınarak, Ingiltere’nin Ada’yı ele geçirmek için, Osmanlı Imparatorluğu’- nun ve Avrupa büyük devletlerinin^ Ber lin Kongresi arefesinde içinde bulun dukları siyâsî durumlarından, ne denli faydalandığı, özellikle Rusya'nın ezeli politikası olan «güneye inme» politika sına mâni olmak için Kıbrıs’ı Osmanlı topraklarından koparmak, dolayısıyle, Doğu Akdenize hâkim olmak yolunda çabaları izâh edilmiştir. Bilindiği gibi Ingiltere, Kıbrıs ile, daha, 19. yüzyılın başlarından itibaren yalandan ilgüenmeğe başlamış, ve bura nın askerî, siyasî, ekonomik yönlerden sağlayacağı çıkarları göz önünde tuta rak Ada’nm mutlak suretle kendi idâresine geçmesini arzulamıştı. Nitekim, bu fikrini gerçekleştirmek için en elverişli ortamı, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı nın yarattığı siyasî bunalımda bulmuş ve duruma müdahele ederek Rusya’ya karşı Osmanlı împaratorluğu’nun, söz de hâmisi sıfatıyle, yanında yer almıştı. Aslında ise düşündüğü sadece kendi çı karlarıydı. Ingiltere’nin Ada’yı ele geçirmek ve oraya yerleşmek istemesi eserin ikinci bölümünü (s. 31-39) teşkü etmek tedir. Bu bölüm; îngütere’nin ön-Asya ve Akdeniz politikası (s. 31) ve bü po litikada Kıbrıs'ın yeri ve önemi (s. 34), Ingiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmek için yaptığı girişimler ve Kıbrıs’a yerleşme ğe karar vermesi (s. 37), bu hususta giriştiği diplomatik faaliyetler (s. 42) ve neticede îngütere’nin Kıbrıs’a yer leşmesini sağlayan 4 Haziran 1878 am laşması (s. 65) ve ekleri ve bunların her iki Devlet tarafmdan onaylanmaları, gibi konuları ihtiva etmektedir. Osmanlı' Devleti üe İngiltere ara sında Kıbrıs hususunda olaylar şöyle bir seyir takip ederek gelişmiştir : 25 Mayıs 1878 günü Ingiltere’nin Osmanlı Devletinden Ada’yı istemesi ve bir sa vunma anlaşması yapümasmı teklif et K İT B İY A T mesiyle, Kıbrıs sorunu resmen başla mış, 4 Haziran 1878 tarihinde Osmanlıİngiliz anlaşması yapılmış; 1 Temmuz’da «Ek» anlaşma imzalanarak 7 Temmuz’da Ada’nın yönetimini Ingiltere’ye devreden ferman imzalanmış (s. 81 vd.); 12 Temmuz 1878’de anlaşma onaylan mıştır (s. 84). Yukarıda da değinildiği gibi, Kıb rıs'ın Ingiltere’ye devir ve teslimi ve bu arada Ingiliz askerlerinin Ada’ya res men çıkarak yönetimi devir almaları ve bu yeni yönetime karşı Ada halkının gösterdiği tepki ve Osmanlı-Ingiliz an laşmasının uygulamasından doğan ilk anlaşmazlık gibi konuları ihtiva eden bölüm eserin üçüncü ve son bölümünü (s. 93-113) teşkil etmektedir. îngütere’nin Kıbrıs'ın yönetimine el koyması, Ada halkı arasında farklı tepkilere yol açmış, Türk halkı, bunu Devletinin bir emri olarak karşüarken, Rum halkı, Ada’nın Yunanistan ile bir leştirilmesi için ileri bir adım saymış lardır. Esâsmda Kıbrıs hukuk yönünden Osmanlı imparatorluğuna bağlı kalmak ta devam etmiş, Ingiliz işgali; son Osmanlı-Rus savaşı esnasında Ruslar ta-rafmdan işgal edilen Doğu Anadolu’daki topraklarımızın, Anavatan’a iadesi ile sınırlandırılmış fakat fiilî kullanma hakkı Ingütere’ye devredilmiştir. Eser, sonuç (s. 113-117), bibliyog rafya (s. 117-121), onsekiz klişeden olu şan belgeler (s. 121-147) ve bir indeks (s. 147-l152) ile son bulmaktadır. Eser, arşiv belgelerinin bol ve ye rinde kullanüması ile dikkati çekmek tedir. Aynı zamanda belgelerin yanı sı ra, yerli ve yabancı eser ve makaleler den de büyük bir titizlikle faydalanılmıştir. özellikle yazarın konuya bakış açısı ve ortaya koyuşu, meseleye haki miyetini göstermesi bakımından, eserin değerini bir kat daha artırmaktadır. Bu 42t cümleden- olarak, genç ilim adamımız Kıbrıs sorununu şu cümleler ile sonuç landırmaktadır (s. 116) : « ...Osmanlı Devleti’nin maddî ve manevî yetersîzliklerinin tir sonucu olarak, Kıbrıs Adasının elden dolaylı olarak da olsa gitmesi, İmparatorlu ğun emniyeti ve bütünlüğü bakımın dan aleyhte bir gelişme olmuştur. Osmanlı Devleti 1683 yılından beri sürekli olarak, Avrupa Devletleri ta rafından batıdan zorlanmıştı. Nite kim, bu tarihe kadar kaybedilen top rakların hemen hepsi Osmanlı Avrupası’ndan olmuştu. Kıbrıs’ın kaybı ile bu balkının yönü Doğuya da kay mış oldu. Böylece Türkiye bir çem ber içerisine düşürülmüş bulunuyor du. Denizcilik yönünden ise, daha önce Yedi Ada ve Mora’nm kaybe dilmesi île adeta Türk'ler, denizler den uzaklaştırılmaya başlanmıştı. Şimdi, Yedi Ada-Mora -Kıbrıs çizgi si ile bu, daha belirgin hale gelmiş tir. Bu «çizgi» üzerinde bulunan Gi rit Adasl ise, zaten bir süreden beri kaynamaktaydı. Ancak Girit’in Ege Denizinin ağzında bulunması, Bo ğazlarla doğrudan ilgisi yâni jeopo litik durumu, bu ada üzerindeki he sapların çok daha değişik şekilde dengelenmesini gerektiriyordu. Bu nunla beraber, 19. yüzyılın başların dan beri Ingütere’nin gayreti ile meydana getirilmiş bulunan Yedi Ada-Mora-Kibrıs çizgisi Osmanlı İm paratorluğunu Güney-Kuzey doğrul tusunda ikiye bölmüş oluyordu. Özel likle, İmparatorluğun merkezi ile Kuzey Afrika toprakları arasında meydana getirilen bu perde, Devlet1in parçalan arasındaki ilişkileri engelliyecek şekilde idi. Yine bu «çiz gi» ile Boğazlan kontrol altına al mak mümkün olduğu gibi, Osmanlı 428 A L I İEİSAN GENÇER denizciliği de Ege Denizi’ne ve Mar mara’ya hapsedilmekle karşı karşıya bırakılmıştır. Bu bakımlardan, Kıbrıs’ın elden gitmesi, bundan sonra sıranın diğer adalara ve özellikle Osmanlı Kuzey Afrikası’na geldiği anlamını taşı makta olduğundan, ayrı bir öneme sahiptir. Böylece, Şark Sorunu’ndan doğan tehlike çok yönlü bir duruma gelerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamını tehdit etmeğe başlamış tır...» Ali Ihsan Gençer Atillâ Çetin, Başbakanlık Arşivi Kılavuzu, Enderun Kitabevi, İstanbul 1979, X V I+ 171. Arşiv ve arşivcilik üzerine çeşitli yaynıları bulunan Atillâ Çetin*, bu - de fa Osmanlı imparatorluğu’nun ana ar şivi kabul edilen Başbakanlık Arşivi hakkında hazırlamış olduğu kılavuz ile, bu sahada uzmanlaşmış olduğunu gös termiştir. Elimizdeki kılavuz, sadece Başbakanlık Arşivi hakkında olmayıp, * Arşiv Notlan, Başbakanlık Ar şivi Genel Müdürlüğü yaymı, Ankara 1976, 69 s.; I. Kurumlararası EvrakDosya ve Arşiv Kursu Notlan, Ankara 1976, 76 s.; Arşiv Belgeleri Restorasyo nu, Kültür Bakanlığı yaymı, Ankara 1977, X + 6 1 s.; Başbakanlık Arşivi’nde uygulanan tasnif sistemi ve kullanılan kotlar, TD, sayı 31, İstanbul 1978; Fransa’da arşivler ve arşivcilik, «Türk Kütüphâneciler Demeği Bülteni», eXXVI, sayı 3, Ankara 1977; Yıldız A r şivine dâir, TD, sayı 32, İstanbul 1979; Millî tarih ve kültür araştırmalan kay naklarından biri olarak arşivlerimiz ve önemi, «Türk Dünyası Araştırmalan Dergisi», c. I, sayı 3, Ankara 1979. Türkiye’de mevcut imparatorluk devri ne âit arşivleri de ihtiva etmektedir. Yerli ve yabancı araştırıcılar için bir el kitabı mahiyetinde olan bu eser, bü yük bir ihtiyaca cevap verebilecek çap tadır. Nitekim, 100 milyonu aşan arşiv malzemesi Ue Başbakanlık Arşivi,, im paratorluğun yayıldığı ülkelerdeki araş tırıcılar için ne kadar önemli ise elimiz deki kılavuz o derecede lüzumludur. Eser, bir giriş üe yedi bölüm ve so.nuçtan ibarettir. Girişte arşiv hakkın da genel bilgüer verilmiştir. Bü meyanda verilen tarihçe çok faydalıdır. Bura dan, imparatorlukda daha ilk devirler den itibaren arşiv fikrinin mevcut oldu ğunu belgelerin sandık ve torbalarda ti tizlikle saklandığını öğreniyoruz. Mo dern manada bir arşiv binasının yapüışı ise, Mustafa Reşid Paşa’nın gayreti ile olduğunu ve önemine binaen «Hazîne-i Evrak Nezâreti»nin kurulduğunu görüyoruz (1846). Müteakip yıllarda ar şiv çalışmaları hızlanmış ve hatta böl ge ve vüâyet arşivlerinin kurulması hakkında teşebbüsler olmuştur. Arşiv hakkında daha köklü tedbirlerin cum huriyet devrinde alındığını görüyoruz. Bugün arşiv, «Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü» olarak Başbakanlık merkez K Î T  B lY A T 429 teşkilâtı içinde yer almaktadır. gurubunda ise buyruldu ve ilm ü haber Arşiv tasnif çalışmaları, Tarih-i Osdefterleri en önemli sırayı almaktadır. manî Encümenl’nin teşkili ile başlamış, Bâb-ı Defterîye âit defterlerin bir dökü Ali Emîrî Efendi’nin ve daha sonra îbmü daha önce yapıldığı için (bk. Midhat nülemin Mahmud Kemal Inal’in başkan Sertoğlu, Muhteva Bakımından Başve kâlet Arşivi, Ankara 1955, s. 62-7) teklıklarında 1925 yılma kadar devam et rarlanmamıştır. Osmanlı imparatorlu miştir. Modem manada tasnif çalışma ğu mâliyesine âit bu defterlerin büyük ları ise, Dr. Lajos Fekete’nin nezâretin çoğunluğu Kepeci Tasnifi ve Mâliyeden de başlamıştır (1937). Müdevver Tasnifler içinde dağümış bu Atillâ Çetin, Birinci Bölümde, tas nifleri ele almış olup, arşiv belgelerinin lunmaktadır. Başbakanlık Arşivinin en önemli kayıtlarından biri olan Tapudağılışı, sınıfları, hazırlanış şekilleri, ha Tahrir defterleri bu bölümde tanıtümış zırlayanlar hakkında yararlı bilgiler ve ve tam bir dökümü verilmiştir, impara rerek tanıtmaktadır. Bu tasnifler sıratorluğun toprak idâresinde gerek mâlî siyle şöyledir : Ali Emîrî, îbnülemin, gerekse istatistikî bakımdan uyguladığı Cevdet, Fekete, Hatt-ı Hümâyûn, îrâde, sisteme ışık tutan bu defterler, zengin Kâmil Kepeci, Mâliyeden Müdevver kolleksiyonu ile de dikkati çekmektedir. Defterler, Yıldız (veya arşivi), Vakfi Üçüncü Bölüm, imparatorluğun yeler, Mâliyeden Müdevver Vesikalar, merkez teşkUâtının üç büyük dâiresine Müzehheb Fermanlar, Millî Emlâkden âit belgelere ayrılmıştır. Bunlar, Dîdevr alman defterler ve vesikalar, Sivân-ı Hümâyûna âit belgeler, Bâb-ı âsacül-i umûmî defterleri, Hazîne-i hassa fîye âit belgeler ve Bâb-ı defterîye âit memur ve müstahdemlerinin sicil ve belgeler olarak kılavuzda tanıtılmakta künyeleri ile maaş defterleri. dır. İkinci Bölüm, araştırmalara açık Dördüncü Bölüm ise, arşivdeki di olan defter serilerine ayrılmıştır. Beyğer bölüm ve malzemelere ayrılmış likci kisedârı Haşan Ziver Efendi tara olup, bunlar sırasiyle Mülgâ Şûrâ-yi fından hazırlanmış bulunan envanter Devlet Arşivi, emniyet evrakı, 1908 son defteri, bü bölüme başlıca kaynak teş kil etmiştir. Osmanlı împaratorluğu’nun rası Meclis-i Mebusân ve ayân zabıtları, merkez teşkilâtının üç büyük dâiresi vüâyet defteri serisi, gazete koleksiyon ları (bazıları), mikrofilm koleksiyonları olan Dîvân-ı Hümâyûn, Bâb-ı âsafî ve ve mühür ve damgalardır. Bâb-ı Defterî’nin çeşitli kalemlerine âit Kılavuzun Beşinci Bölümü, hâlen defterler bu bölümde verilmiştir. Bu üç devam etmekte olan tasnif çalışmaları büyük merkez teşküâtmdan en önemli nın tanıtılmasına ayrılmıştır. Atillâ Çe dâire Dîvân-ı Hümâyûn olup, bu dâire tin, bu bölümde 1956 dan beri modern ye bağlı çeşitli kalemlerin tanıtılması va tasnif sistemi provönans sistemine göre, defterlerin dökümü burada yapılmıştır. arşiv malzemelerinin tasnifi anlatümakKısaca devletin siyâsî, idârî, askerî ve tadır. Ocak 1979 dan itibaren bu tasnif malî işleri Dîvân-ı Hümâyûn kalemin lerin araştırmalara açılması amaciyle den geçtiğine göre bu kalemlerde tutu fişleme ve kataloklama çalışmalarının lan defterler arşivin başlıca kaynağıdır. da başladığı haberi sevindiricidir. Tas Nitekim, başta Mühimme Defterleri ol nif çalışmalarında arşiv malzemelerinin mak üzere bu defterler 36 gurupta sıra temizlenmesi, tamiri, tarihsizlerin tah lanmıştır. Bâb-ı âsafî’ye âit defterler MÜCTEBA İLGÜREL minî tarihlerinin bulunması, kaydı an--, latıldıktan sonra arşiv tasnif ve kotla ma heyetine gidişi anlatılmaktadır. Tas nif ve kotlama heyetinde arşiv malze meleri ay ay ele alınarak, Osmanlı bü rokrasi sistemine göre önceden tesbit edilmiş kot sistemi içinde uygulanmaya konuşu, dosyalanışı ve katalog ve in deksin yapılacak duruma gelişi belirtil mektedir. Bu bölümün diğer kısmı kot lama işaretlerine ayrılmıştır. Elimizdeki küavuzun önemini bir kat daha artıran Altıncı Bölümdür. Bu bölüm, «Türkiye’de Osmanlı İmparator luğu devrine âit arşiv malzemesi ihti va eden diğer önemli arşivler ve mües seseler» başlığını taşımaktadır. Bu bö lümün müstakil arşivler kısmında Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi ve halen de vam etmekte olan tasnif çalışmaları ve ayrıca bağış yoluyla intikal etmiş ar şivler tanıtılmaktadır. Bu sırayı Vakıf lar Genel Müdürlüğü Arşivi,. Şer’î Mah keme Sicilleri takip etmektedir. Bura da, bazı Türkiye müzelerinde mevcut Şer’iyye Sicillerinin yer ve mikdarları bildirilmektedir. Esas . olarak üç çeşit malzemeyi ihtiva eden bu arşivin bö lümleri şöyledir: 1) İstanbul Şer’iyye Si cilleri Bölümü 2) Mülgâ Meşihat Arşivi Bölümü 3) Mülgâ Meşihat Kütüphânesi Bölümü. Bundan sonra Mülgâ Maarif Nezareti Arşivi, Tapu ve Kadastro Ge nel Müdürlüğü Arşivi (Kuyûd-ı Kadî me), Deniz Arşivi, Dışişleri Bakanlığı Hazîne-i Evrakı, Harb Tarihi Dâiresi Arşivi, Mülgâ Sıhhiye Nezâreti Arşivi, Mülgâ Harbiye ve Tophâne Nezâretleri Arşivi, İstanbul Belediyesi Arşivi yer almaktadır. Bu bölümün arşiv malzeme si bulunan müesseseler kısmında kütüp- hâneler, müzeler, diğer müesseseler, şa hıslarda bulunan malzemeler hakkında bilgi verilmiştir. Yedinci Bölümde, Başbakanlık Ar şivinde araştırma yapacak yerli ve ya bancı araştırıcılar için . müracaat şekli ve dikkat olunacak bazı hususlar anlatüdıktan sonra sonuç ve bazı görüş ler kısmına geçilmiştir. Burada arşiv ve arşivcüik hakkında son birkaç söz söyleyen Atillâ Çetin,- arşiv meseleleri ve çözüm yollarmı ana hatları üe ifade ederek en önemli hususa temas etmek-, tedir. Bu cümleden olarak Atillâ Çetin, Arşiv malzemelerinin her türlü tahrip lere karşı hassas davranüması hakkında' Sorumlu yöneticilerin dikkatlerini de çekmiş bulunuyor. Hatta, koruma işinin, tasnif işinden daha da önemli olduğunu belirtmektedir. Arşivcüik metod ve tek niklerini büen ihtisas erbabı kişüerin yetişmesi için . Edebiyat Fakültelerinde arşivcüik kürsüsünün kurulması veya arşivcüik enstitüsünün gerçekleşmesi fikrinde burada önemle müdafaa edümektedir. Atülâ Çetin, arşiv ve arşivcüik ko nusunda hazırlanan makale ve kitaplar dan da faydalanarak hazırladığı bu kı lavuzu üe Başbakanlık Arşivi üe birlik te diğer arşivleri de bize tanıtmakla bü yük bir hizmette bulunmuştur. Bu meyanda, tarihimizin beüi-başlı kaynakla rından olan Şer’iyye Sicülerine de kı lavuzda yer vermesi' ayrıca bir hizmet olmuştur. Başbakanlık Arşivi gibi muh teviyatı zengin bir arşivi mümkün ol duğu kadar teferruatına inüerek hazır lanmış bu küavuz, yerli ve yabancı araştırıcüara çok yararlı olacaktır. Mücteba İlgürel K lT À B ÎY A T «Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi' (1071-1920», nâşirler: Osman Okyar-HaliI İnalcık, Ankara. 1980, X V I+ 396 s. 18-14 Temmuz . 1977 tarihlerinde kutlanan Hacettepe Üniversitesi’nin onuncu kuruluş yılında, bir de kongre toplanmıştı. «Türkiye’nin Sosyal - veEkonomik Tarihi (1071-1920)»ni incele meyi amaç edinen kongre, 11-13 tem muz tarihlerinde toplanmış, ' kongreye katüanların Ürgüp dolaylarma yaptık ları bir gezi üe sona ermişti. Elimizde ki eser, işte bü kongrenin çalışmaları nın' önemli bir kısmım ihtiva: etmekte dir. Herşeyden önce nefis baskısı üe dikkati çeken bu eser, ülkemizdeki ba sım sanayiinin ulaştığı yeri göstermesi bakımından da kıvahç vericidir. Saym Osman Okyar üe Halü înal-. cık’ın editör, Ö. îzgi üe Ü. Nalbantoğlu’nun da yardımcı oldukları bu yayım, O. Okyar’m bir «preface»ı üe başlamak tadır. Bunu, Hacettepe Üniversitesi’nin,. 1977 deki rektörü Doğan Karan üe «Türkiye ve Ortadoğu Sosyal ve Eko nomik Araştırma Enstitüsü» başkanı Emel Doğramacı’nın konuşmalarının türkçe ve ingüizce metinleri takib- et mektedir. Halü înalcık’ın Osmanlı içti mâi ve iktisâdı tarihine dair araştırma ları bir «resm-i geçit» hâlinde inceleyen yazısı üe tebliğler başlamaktadır: s. 18. Eserde 15 türk ve 25 yabancı araştı rıcının 38 makalesi bulunmaktadır ki, birisi müşterekdir. Bunların sadece İ l i türkçe olup, kalan 27 makalenin 19 u ingüizce, 7 si fransızca, sadece birisi' almancadır. Bu makaleler aralarında kro nolojik olarak sıralanmışlardır. Bunları sıra üe göstermek istiyoruz:: 1. Muhterem Emel Esin, : Türkiye Türklüğünün Ortaasya menşelerine temas etmektedir :. «Türklerin. Iç 431 Asya'dan getirdiği;, üniversalist dev let mefhûmu ve bunun «Ordu» (hü kümdar şehri) mimârîsindeki, tèzâhürleri», s. 9-25. . 2. Türkiye’mizin ünlü nümizmâtı. !.. Artuk, Osmanlüarın kurucusu Os man Gazi’ye âit bir sikkeyi tanıtı yor: «Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’ye âit sikke», s. 27.-33. 3. W. Hütteroth, «The demographic and economic organization of the southern Syrian Sancaks in the late 16th century», adındaki çalışmasın da daha ziyâde şimdiki îsraü’i içi ne alan yörenin XVI. yüzyüdaki. du rumunu tahrir defterlerine dayana rak ortaya koyuyor, s. 35-47. 4. A. Bennigsen - G. Veinstein, «La -Grande Horde Nogay et le commer ce des steppes Pontiques (fin XVè siè c le -1560); burada özellikle Kı rım Hanları üe Rusya arasındaki ti câretin elçüik faaliyeti üe birlikte yürütülmesi ve at .ticâreti dikkati çekiyor, s. 49-63. 5- M.-M. Alexandrescu-Dersca Bulga. ru’nun çalışması Tamışvar eyâleti üe ügüidir: «Les charges économi ques et financières des reayas de l’eyâlet de Temeşvar et leurs reper.. eussions sociales (1552-1718)», s. 65-73. 6. J.-L. Bacqué-Grâmmont, «Divâne Hüsrev Paşa’nın su-î istimâllerine dair bir rapor»unda Diyarbekir eyâ letinin XVI. yüzyü başlarındaki du rumuna ait dikkate değer kayıtlar ortaya koyuyor: s. 75-93. 7. G. Bäer, «Ottoman guüds : a reas sessment», s. 95-102. 8. ö . Ergenç, «Osmanlı şehrinde esnaf örgütlerinin, fizik, yapıya etküeri»n: de Ankara ve Konya’yı inceliyor: s. 103-109. 9. O- Okyar, «Ottoman. economic 432 TTJNCER B A Y K A R A growth during the 16th century» adlı makalesinde XVI. yüzyıldaki Osmanlı iktisadi gelişmesini hulâsa ediyor : s. 111-116. 10. I. Wallerstein, «The Ottoman Empi re and the capitalist world-economy: some questions for research», s. 117122. 11. R. Mantran, «Politique, économie et monnaie dans l’Empire Ottoman au XVIIème siècle», s. 123-125. 12. W.H. McNeill, «Hypotheses concer ning possible. ethnie role changes in the Ottoman Empire in the seven teenth century», s. 127-129. 13. A.Ö. Evin, «The Tulip age and de finitions of «westernization», s. 131145. 14. H.G. Majer, «Die Kritik an den ule ma en den Osmanischen politischen trakten des 16.-18. Jahrhunderts», . s. 147-155. 15. B. Yediyildiz, «Vakıf müessesesinin XVHI. asırda kültür üzerindeki etküeri» çalışmasında, vakıf gelirleri nin ibâdet hizmetlerinden sonra (% 30,75) en çok eğitim ve öğretim hizmetlerine ayrıldığına dikkat et miş: % 28, 16. Bu oranlarla ilgüi he saplar, sona doğru, daha yuvarlak rakamlar halinde, bizce daha doğ ru, veriliyor. 16. R. Murphey, «The construction of a fortress at Mosul in 1631 :. a case study of an important facet of Ot toman military expenditure», s. 163178. . 17. C.J. Heyvood, «The Ottoman Menzühâne and ulak system in Rumeli in the eighteenth century», 179-186. 18. A. Cohen, «Some conventional con cepts of Ottoman administration in . the light of a more detailed study : the case of 18 th century Palestine», s. 187-192. 19. Hemşehrimiz H.A. Reed, Osmanlı reformunun «Eşkinci» lâyihasını ko nu edinmiştir: «Ottoman reform and the Janissaries : the eşkenci lâyiha sı of- 1826», s. 193-198. . 20. R. Haddad, «Attitude des chrétiens dü Mont-Liban à l’égard des Otto mans au X V n i' siècle», s. 199-203. 21. M. Ma’oz, «Intercommunal relations in Ottoman Syria during the Tanzi mat era : social and economic fac.tors», s. 205-210. 22. A.I. Bağış, «Rusların Karadeniz’de yayılması karşısında Ingiltere'nin ticârî endişeleri», s. 211-214. 23. Türkiye’nin 18301ardaki durumuna dâir en önemli kaynaklardan olan Ingiliz seyyahı, müşâviri A. Slade’in yazdıklarını B. Lewis incelemiş tir : «Slade on Turkey», s. 215-226. 24. C.V. Findley, «Patrimonial house hold organization and factional ac tivity in the Ottoman ruling class», s. 227-235. 25. M. Çadırcı, «H. Mahmud döneminde (1808-1839) Avrupa ve Hayriye tüc carları», s. 237-241. 26. R.H. Davison, «The first Ottoman experiment with paper money», s. 243-251. 27. N. Todorov, «La revolution industri elle et l’Empire Ottoman», s. 253261 : daha ziyâde Rumeli kısmında ki gelişmeler söz konusu edilmiştir. 28. Ch. Issawi, «Wages in Turkey : 1850-1914», s. 263-270. 29. T. Güran, «Tanzimat döneminde ta rım politikası (1839-1876), s. 271277. 30. T. Baykara, «XIX. yüzyılda Urla yarımadasında nüfus hareketleri», s. 279-286. 31. B. Kodaman, «Tanzimat’tan H. Meşrutiyet’e kadar sanayi mektep leri», s .. 287-296. I KlTÂBlYAT .433 32. Z.Y. Hershlag-, «The late Ottoman finances, a case-study in guild and pu nishment», s. 297-310. 33. J. Thobie, «Finance et politique exteriençe : l’administration de la det te publique Ottoman 1881-1914», s. 311-322. 34. Ç. Keyder, «Ottoman economy and finances (1881-1918)», s. 323-328. 35. F. Ahmad, «Vanguard of a nascent bourgeoisie : the social and econo mic policy of the Young Turks 19081918», s. 329-350. 36. î. Tekeli - S. İlkin, «ittihat ve Te rakki hareketinin oluşumunda Selânik’in toplumsal yapısının belirleyi ciliği», s. 351-382. 37. P. Dumont, «Sources inédites pour l’histoire du mouvement ouvrier et des courants socialistes dans l’Em pire Ottoman au début du X X e sièc le», s. 383-396. Burada sayılan ve H. İnalcık’ınki ile birlikte 38 araştırmanın bir kısmı gerçekten önemli hususlara temas eden, mühim çalışmadır. Bunlar arasmda E. Esin, I. Artuk, A. Benningsen - G. Veinstein, J.-L. Bacqué - Grammont, A .ö. Evin, B. Yediyıldız, B. Lewis, Ch. Issavi’yi tekrar - belirtmek istiyoruz. Kong reyi düzenliyenlerle, tebliğlerin baskısı nı gerçekleştirenlere de teşekkür ederiz. Prof. Dr. Neşet Çağatay, Mustafa Nuri Paşa, NATÂYÎC ÜL-VUKUAT, c. I-II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XXII. dizi, Sa. 1, Ankara 1919. rahmetli Paşasının ruhunu şad edebil miştir. Ben, her sayfada bize saldıran yan lışları göğüsleyerek bu kitabı okumaya başladım. Ancak n . Selim’in tahta çı kışma kadar olan 107. sayfanın sonuna gelince sabrım tükendi, kitabı bir yana atıp kalktım. Dörtyüzden artık türlü soydan yanlışlardan seçtiklerimi aşağı da sıralamak istiyorum. Verüen rakam lardan üki sadeleştirmenin, İkincisi asıl metnin sayfasını gösterecektir. Okuyu cu yanlışları daha iyi görebilsin diye bunlar ayrı punto ile dizilmiştir. Eseri sadeleştirmeye girişen Neşet Çağatay, hernekadar önsözünde (s. XV, V.d.) tuttuğu yolu açıklamaya çalışmış sa da bu sözünü yerine getiremediğini daha ilk sayfalarda görmeye başlıyo ruz. Okudukça bu sadeleştirmenin, aşa ğıda örneklerini verdiğimiz daha nice tutarsızlıklar, metinden ayrılmalar, Türkçe bakımından sayısız yanhşlar, dil ve ifade bozuklukları, tarih ve coğrafya hatâları, atlamalar, gereksiz ilâveler, anlamdan sapmalarla yüklü olduğu gö rülecektir. Bunları gördükten sonra, Kültür Bakanlığının bu sadeleştirmeyi haklı olarak geri çevirdiğini açıkça söyleyebüiriz. Bu yüzden de sadeleştirici ne okuyuculara yararb olabilmiştir, ne de Tuncer Baykara I. D i l . a) TÜRKÇE Yİ YANLIŞ KULLAN IMA. ‘Tekmile’ yerine ,bütün kitap bo yunca tümleç denilmiştir (1/2; 2/3; 11/ 11). Bu karşılık bugüne değin hiç bir yerde, bu anlamda kullanılmış değildir Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 88 434= O R H A N Ş A ÎK G Ö K Y A Y (Bkz. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu yayınlarından). Yüzünden gösterdiği ba şarılar. Türkçede sebep ifade eden, be nim bildiğim, dokuz kadar karşılık var dır, bunlardan biri de budur. Fakat an cak olumsuzluk anlatır. «Şemsiyemi al dırmadın, senin yüzünden yağmurda ıs landım» denir; fakat başarılar yüzün den yükselmeler elde etti, denmez. A ‘mâr-ı düvel, devletlerin yaşantısı de ğil (1/2), devletlerin ömürleri, demek tir. Yaşantı, Alamancadaki ‘Erlebniss’ gibi hayatta karşılaşılan herhangi bir tecrübe anlamını verir. Kâh İçendi eliy le, kâh komutanlardan biri yollanarak... ele geçirildi (7/8). Metinde ise doğru olarak ‘kâh kendüleri giderek’ denilmek tedir. Metindeki ‘maddî ve manevî bir takım vesâil ve esbâbın’ ibaresinin kar şılığı bir sürü yöntemlerin ve nedenlerin diye verilmiştir, ilkin metindeki birta kımın. yerine niçin bir sürü denmiş çın lamak güçtür. Bu karşüığın yakışıksız düştüğü bir yana, birtakım, bir sürü de mek değildir. Daha aşağıda da yine bir takım yerine birçok karşılığı konmuş (15/15) ve okuyucunun anlayamayacağı nedenle oradaki ‘ümerâ ve erkân’ın sa yısı çoğaltılmıştır. Nitekim yöntemler de vesâiti karşılamaz, esbâbı da burada nedenlerin karşılamayacağı gibi. Çünkü sebep “bir nesneye ulaşmaya vesile ve alet olan şey’ demektir. Sadeleştiren ‘se bep’ kelimesini birteviye 'neden’Ie kar şılamıştır. Türkçeyl bilen biri Türkçede bunu karşılıyacak dokuz kelimeye bir onuncusunu ekleyebilecektir. Yer yer komutanlar yönetiminde ordular yolla narak (38/35) deniyor. Metinde ise ‘ta raf taraf ümerâ ve sipâh irsaliyle’dir. Hiçbir ordu komutansız düşünülemeye ceğine göre ‘ komutanlar yönetiminde‘ gereksiz bir sözdür. daha yerinde olacaktı, ama yine de im lâ ile de ilgüidir. Bu kelimesidir. Bu kelimenin imlâsı yerine göre gerçi değişik olmak gerektir, ama buradaki böyle bir sebebe dayanmıyor ve o yüz den kitapta buna dikkat edilmeyerek türlü biçimlerde ve yanlış yazılmıştır. Hadım Süleyman Paşa, Hâdim Süley man Paşa (49/46); Sâdim Ali Paşa (49/52); Hadim Sinan Paşa (82/74). Doğrusu Hâdimü’l-Haremeyn (metinde Hâdim-i Haremeyn) olan yerde ise Hâdım ül-Haremeyn (84/76) olmuştur, ‘Eyalet’ kelimesi ise düzara hep Ayalet biçiminde yazılmıştır. c) YAKIŞIKSIZ VE YADIRGA NACAK KARŞILIKLAR. Metinde ‘sinn-i şeyhûhete vasıl olmasıyla’ yeri ne kocama çağma varmış olmasıyla (3/4)• deniyor, oysa ‘yaşlandığı için’ de nebilirdi. Bu bir sadeleştirme değil, oku yucunun yadırgayacağı bir çevirmedir. Anadolu beylerinin en kabadayısı (13/ 13), metinde ise ‘Tavâif-i mülûkün serferâzı’ geçiyor. ‘Serferâz, başı-yukarıda olan, ulu, seçme, seçkin’ demektir. Pîr Ahmet Bey Uzun Hasan’ın başma ço rap ördükten sonra (48/45). Metinde Karaman-oğlu Pîr Ahmet Bey Hasan-ı Tavilin başma belâ . . olduktan sonra. Bu pohpohlamadan yedi yıl sonra. Onun pohpohlama dediği de n . Sultan Murad’m ocakluya yarımşar akça terakkî va’detmesidir. “Bir takrib ile’ yerine bir punduna getirip (76/70). Osmanlı or dusundan sopa yemişti. Metin : ‘Cüyûş-i Osmaniyenin sademâtma giriftâr.’ Kızgısmdan, metin : Kemâl-i gazabmdan (80/71). Kahırlı azarlama (83/75), me tin : Cevâb-ı kahr itâbiyle. Kızgilı sul tan. (89/81) Metin : Sultan-ı gazûb. Kıbrıs Adasında sıkı bir nüfûs sayımı yapıldı (111/100). Metin : Cezîre-i Kıb rıs sükkânı umûmen tahrir ettirilüp. b) İMLÂ. Burada vereceğim tanı ç) Olur-olmaz yerlerde, bir bölüğü ğı, belki de tarih bilmemeye bağlamak k ît Ab îy a t nü kendi uydurduğu ve Türkçe sandığı kargılıklar koymaya özenen sadeleştiri ci, kimi yerlerde de eskilerine yer ver mekten geri durmuyor. Tarihî terimler (s. XVI), hicrî tarihler (s. XVI), müâdî (s. X VI), mülkî, askerî (s. 2), Abbasî, Emevî, Fatımî (s. 2). Ahvâl-i Hariciye yerine doğru olarak dış işleri diyor ama, ahvâl-i maliye yerine yanlış olarak eko nomik durum diyor, kaldı ki, maliye başka, ekonomi bambaşkadır. n . METNE . UYGUNSUZLUKLAR, ANLAMDAN SAPMALAR, ATLAMA LAR, İ l â v e l e r . 435 met-i mevki ıttüâ-ı hakikat-i hâle mey dan vermediğinden (34/31) atlanmış tır. Metinde ‘Selanik kalesi... bir ay dan mütevaciviz muhasaradan sonra unveten teshir kılındı’ cümlesinde (38/35) unceten atlanmıştır. Oysa bir şehrin sa vaşla mı, barış yoluyla mı, ya da vire ile mi alındığı bir hukuk sorunu-olarak önem taşımaktadır. İstanbul’un fethinin de ‘unveten’ olduğu metinde söylenmişse de bu da atlanmıştır (44/41). İtdlyanlar Otrantoyu geri aldilır (50/47) deye kesip atüan cümlede de atlamalar var dır. Metinde îtalyanlar memâlik-i mezbûrenin istirdadına destres oldular’ derüldiğine göre yalnız Otranto’yu değü, Otranto şehrini ve civarında olan ka leleri de geri almışlardır. Metinde ‘dev let sahipsiz gibi kaldığından’ sadeleştir mede devlet sahipsiz kaldığından biçi minde verümiştir (55/51). İkisinin ara sındaki fark açıktır. Mora yarımadasın daki kaleleri almıştı deye verilen yer, metnin aslında ‘Mora cihetine atf-ı him metle henüz teshir olunamayan kilâmın zaptını istihsal eylemiş ise de (61/56) şeklindedir. Metinde bâde-zaman, Mah mut Paşa-yı veli, Rumeli beylerbeyi’ de ye başlayan paragrafta bâde-zaman ve veli atlanmıştır (62/57). ‘O zaman uyul ması gerek olan ibaresinin başmda, me a) METNE UYGUNSUZLUKLAR. Tutsaklığının sekizinci ayında (11/11). Metinde yedi, sekiz ay mürûrunda. Kır ka yakm yara almıştır (33/30). Metin deki Tcırka yakm yara yimiştir’in yeri ne yara almıştır koymak sadeleştirme mi sanılıyor? c) ANLAMDAN SAPMALAR. Me tinde ‘Ertuğrul Gazi, Söğüt sahrasında sakin olup, devlet-i selçukiyye ümerâ sından ve bulunduğu mevkiin rumlar ile hem hudut olmak hasebiyle uç yani müntehâ-yı hudût beylerinden olma ğın...’ ifadesi ‘Ertuğrul Gazi Söğüt sah rasında oturmakta iken uç yani sınır beylerinden ohvp, Selçuklu devleti emir lerinden sayılması... (4/4). Görüleceği tinde ki lede’t-tefahhus - araştırıldıktan gibi metin âdeta ters çevirilmiştir ve sonra, (tahkik edüdikten sonra) -ki Ertuğrul Gazi uç-beyi olduğu için Sel önemlidir- atlanmıştır (62/57). Burada çuklu beylerinden sayılıyor anlamı çı metnin düzeltümesi gerektiğine de işa karılmıştır. ret edelim. Gerçi metinde 'eyyâm-ı mâc) ATLAMALAR. "Hâlâ Sırp Sın tem tam am. olduktan sonra' deniyorsa dığı’ ibaresindeki hâlâ (bugün de) 7 /7 ); da doğrusu ‘tamam olmadan’ olmalıdır. metinde ‘yirmi bin kadar’ sözü yirmi bin Çünkü Mahmut Paşa, yas giyeceğini pa kişilik yapılmıştır (8/9). Metindeki ‘otu dişahtan ve askerden önce çıkarıp be rur oturmaz’ atlandığı. gibi ‘ümerâ’ da yazlar giymiştir (Bkz. Tacü’t-tevarîh, atlanmıştır ve ‘taraf taraf’ yerine bölük I, 552). Işkodra kuşatmasında kullanıl bölük elenmiştir (9/9). Metindeki “bir dığı söylenir. Metinde ise ‘rivayet-kerde-i hamlede’ sözü nedense sadeleştirmede süifâttır’ denmektedir (67/62). Demek yoktur ve ‘mehâbet-i hümâyûn ile zul ki bu, şöyle, böyle bir rivayet değildir, 436 O R H A N Ş A İK G Ö K Y A Y sözüne inanılır, güvenilir kimselerin rivâyetidir. (75/69) da ‘Osmanlı orduları Mora'ya ve Bosna bölgelerine... deye bağlayan paragraf hem eksik, hem de cümle düşüktür.... ve İskender Paşa, kadıasker Tac-zade Cafer Çelebi gibi ki şilerin üçü de asıldı dendiği halde metin deki Sekbanbaşı atlandığı için sadeleş tirmede üç değü iki kişi kalmıştır, ilâve edilen gibi ise bunların üçten de fazla olduğunu anlatır ki metinde bu yoktur. ç) İLÂVELER. Metindeki ‘Ankara sahrasına’ Ankara’nın Çübukovasmda deye (11/11) bir ekleme yapılmıştır. Me tindeki ‘cihaz tarikıyla’ evlenme nede niyle gelin cihazı olarak deye (13/13) gûya açıklanmıştır. Toplar ve başka aletler ve silâhlar deyerek metindeki ‘toplar vaz’ıyla’ ibaresi uzatılmıştır (36/34). Metindeki (46/43) ‘mesmû-ı hümâyûn oldukta’ atlanmıştır. Metinde Fatih son derece kızmıştı sözü olmadığı gibi hadlerini büdirmek için deye de bir §ey yok, bunlar eklenmiştir (51/47). Osmanlı sultanları Mısır kölemenlerine diş büiyordu (53/47) metinde yok. Diş bilemek de burada yakışıksız düşmüştür. Metindeki “fasl-ı dâvâ olundu’ ibaresi uyuşmazlık sözde tatlıya bağlandı biçi mini almıştır (58/53). Hattâ OsmanlI larla savaşa giriştiğine bile pişman olup (84/76). Halk bu cinayetin tertipçisi olarak bildikleri Rüstem Paşayı çok kınadılar. Bu hissiyyat içinde bulu nan halkı biraz memnun etmek (103/ 93). UT. DİL VE İFADE BOZUKLUK LARI. Metinde ‘saniyen metbûları bulu nan devlet-i Selçukiyye...’ diye başla yan cümlede, özne, doğrudan Hak ve Sübhanehu ve Taâlâ olduğu halde, sa deleştirmede, yanlış anlaşüdığı, daha doğrusu anlaşılmadığı için buna bir de ‘Osmanlı devleti’ eklenmiştir (11/12). Oysa Osmanhları bol bol mükâfatlan dıran ve devlet-i Osmaniye üzerine va kit vakit ayaklananları bozup kahreden de Hak Sübhanehi ve Taâlâdır. Metinde ‘İzmir limanı Anadolu'nun mersâ-yı müvaredesi olduğundan başka...’ ibaresi İzmir limanı Anadolunun gemi yanaş ma yeri olduktan başka (26/24) biçi mine konmuştur. Bunun ne demek oldu ğunu hangi okuyucu anlayacak deye sormak istiyorum. Bunun ‘İzmir, Ana dolunun ithalât ve ihracât limanıdır’ demek olduğu apaçıktır. Hutbe ve sik keyi Mehmed Han adına söyletmesi (30/28). Hutbe okunur ve okutulur ama 'sikkeyi söyletmek' nasıl olacak? Ken disine hakaret ve rahatsız etmiş (30/28). Bayazıt Paşa’nın eyaletine de vezirlik rütbesi ekledi (31/29). Metinde ‘Bayazıt Paşa’nın eyaletine mansıb-ı vezâret ilhak buyuruldu’ var. ‘Eyalete vezirlik verilmediğini’ bilmezsek bu yanlış kale mimize yapışır. Bayazıt Paşa zaten Anadolu beylerbeyisidir, demek ki ken disine bir de vezirlik unvanı verümiştir. Metinde ‘tehdidini ıkâa kâdir’ sözü ak lına koyduğu şeyi gerçekleştiren deye verümiştir (33/30). Tehdidin karşüığı ‘akima koymak’ mıdır? Yoksa korkut mak, korku vermek’ midir? Hükümdar lığını ilân ve Anadoluya geçmek üzere yola çıktı (34/32). Peki, ilan kelimesinin fiüi nerede? Toplulukları perişan, taht iddiacısı Düzme Mustafa da Rumeli ya kasına kaçtı (35/33). Toplulukların fiüi nerede ? Şu yazacağımı, sıkılmadan okuyabüirmisiniz ve anlayabüirmisiniz ? Papa da, Osmanlı devletinden çıkar elde et mek için Sultan Cem’i alet edüp vakit geçirirken Cem’in annesi, Burbon ha nedanından olan Fransa kiralının kızkardeşi olup Bizans imperatoru.ile ev lendirilmek üzere yollandığı halde ge linin gelişi, İstanbul’un alınışına denk K İT  B İY A T gelerek Fatih Sultan Mehmet ile evlen miş ve hu evlenmeden Cem sultan doğ muştu (52/48). Bırakın da bunu okuyu cu aslından okusun. Her sayfada karşılaştığımız örnek lerden bir başkası da şu : Bu sırada Macar kıralı ölüp arkasında, nikâhsız bir karıdan doğma bir oğlundan başka kimsesi kalmadığından, bu çocuğun, ya da Polanya kiralının oğlunun tahta çıkarılması hususunda Engürüs (Macar) muhafızı, Sultan Bayezidin kendisi oraya gelirse Belgradı teslim edeceğine dair haber yolladığından H. 897/M. lJf92 yılında Padişah, ordusu ile Safya’ya var dığında Engürüs ileri gelenlerinin, Le histan kiralının oğlunu Macar tahtına oturtup adı geçen muhafızı değiştirdik leri haber alınınca Arnavutluk bölge sine gidildi. (54/49). Devletin denge merkezi İstanbul ne demektir ? Metindeki Fatih Hazretleri dahi merkez-i istikrar-ı devlet olan İs tanbul’un karşılığı burnudur? ‘İstikrar’ bir yerde sabit ve sakin olmak, demek olduğuna göre anlaşılan ‘devletin bun dan böyle hükümet merkezi İstanbul’ oldu diyor ve Fatih’in aldıktan sonra İstanbul’u paytaht yaptığım söylüyor. Yoksa denge merkezi de ne demek olu yor? Metindeki ‘Selâtîn-i Osmaniye cânibinden zapt kılman...’ sadeleştirmede Osmanlı sultanlarınca eline geçen (61/55) deniyor. Kitapta bunun benzer lerinin dopdolu olduğunu gören herhangi bir okuyucunun bunun bir dizgi yanlışı olduğunu elbette düşünmeyecektir, bu zavallı yanlış da onlardan biridir. Me tinde ‘Âbâ ve ecdadı müritlerinin’ sözü belki de sözlüğe bakarak ve gereksiz yerde ve ekleyerek -baba, dede ve mü ritlerinin biçimine sokulmuştur (73/67). Oysa kısaca ‘atalarının müritlerinin’ de mek yeterdi. Belki de sözlüğe bakarak dedik, çünkü ‘ecdâd’m ‘dedeler’ karşılı 43? ğı orada vardır, ama burada gitmez. Elden çıkardıkları topraklarmm doğru su metinde olduğu gibi ‘gaib ettiği memâliki’dir (75/69). Elden çıkarmakta irade kişinin elindedir, ama kaybedilen memleketlerde bu irade düşmandadır. IV. COĞRAFYA VE TARÎH BİL MEMEKTEN ÎLERÎ GELEN YANLIŞ LAR. Selçuk Sultanları sefere çıktıkça a'vûn ve ansarıiye ibaresindeki jly ıl kelimesi görünüşe bakılırsa (agavan) diye okunmuş, bu yüzden de ağalarıyla diye çevrilmiştir. Oysa A cvan ca.ım sözünün ço ğulu olup, bu da ‘ensâr’ gibi ‘yardımcüar’ demektir. Metindeki ‘meskeninde bulundukça kendi kendisine otururken diye verilmiştir. Bu ise ‘Selçukluların seferi olmadıkça’ demektir (4/4 ). “Merkez-i emâret’ karşılığı emirlik merkezi değildir, çünkü tarihlerimizde ‘emâret ( = beylik) geçerse de ‘emirlik’ pek geç mez, benim büdiğim kadar. Onun için doğrusu ‘beylik merkezi’ dir (6/6). Eristiyan emirleri sözü burada tutmaz. Çünkü ‘iimerâ’nun teküi olan ‘emir’ yalnız müslüman beyleri için kullanılır, onun için doğrusu Hristiyan beyleri’dir (8/9 ). Metindeki Erzincan, Azerbaycan okunmuştur (10/11). Dizinde de böyledir. Bu yüzden Yıldırım Bayazıt tâ Azerbaycan’a dek gönderilmiştir. Tek başına bu yanlış büe, metni sadeleştirenin, bir yandan yaptığı işe hiç bir özen duymadığını, bir yandan da tarihte ge çen olaylardan habersiz olduğunu gös termeye yeter. Cizye-i şer'iyye ve emvâl-i ganâim hums-i şer’ isinden, çok ge rekli olduğu halde nedense notlar ve açıklamalar bölümünde yoktur (19/19). Metindeki ‘şürefâ’ kelimesi ulu kişiler diye karşılanmış ■(20/20). Oysa bu bir terimdir, ‘şerifler’ demektir. ‘Şerif’ Pey gamberimizin kızı Hazret-i Fâtıma üe 438 O R H A N Ş A İK G Ö K Y A Y damadı Hazret-i Ali’nin oğullan Haşan ve Hüseyin’in neslinden gelenlere veri len bir sıfat ise de Peygamberimizin to runu Hasan’ın soyundan gelenlere' ‘şe rif’ ; Hüseyin’in soyundan gelenlere de ‘seyyid’ denilmektedir. Metindeki dizgi yanlışları, fark edi lemediği için Hermenşad olduğu gibi alınmış, dizine de öyle geçmiştir. Oysa bu Hermenşad değü, Transilvanya = Erdel’de ve aynı addaki vilâyetin mer kezi olan Hermanstadt şehridir. Sahipzuhurluk davasında bulunan ifadesi melıdüik davasında bulunan diye karşı lanmıştır (60/55). Uzun Hasan’m böyle bir davâda bulunduğunu bilmediğimiz gibi sahip-zuhur da bu .anlamda değil dir. Bu, bir hükümdür sülâlesinden gel mediği halde, idare başında bulıınan hü kümdara karşı ayaklanarak padişahlı ğını ilân eden türedi, demektir. Sipeydar değü, metinde olduğu gibi doğrusu süahdardır. Ortama, orta bölüklerin ve yeniçeri ortalarmm birer tarih terimi ol duğundan haberimiz yoksa o zaman on ya da yirmi orta üe yeniçerinin araşma, bu" ikisi başka başka imiş gibi bir virgül koyarız, burada olduğu gibi. OsmanlI idare teşküatmda ‘sancak beyliği’ bilin mediği için metindeki ‘sancak emareti’ sancak komutanlığı diye karşüanmıştır (64/59). Metindeki hums-i §er‘înin ne olduğu açıklanmamış ve beştebir diye geçiştirilmiştir (69/63). Çölbahamn doğ rusu çulbahadır (73/67). Metinde ‘ . . . selâtîn-i Mısrıyye an lardan tekallüd-i saltanat ederlerdi’ cümlesi Mısır sultanları tahta geçtikle rinde onların eliyle kilıç kuşanırlardı di ye verilmiştir (73/67). Bu yanlış hem takatlüd kelimesinin anlamını bilme mekten, hem de tarih bilmemekten, hem de metni anlamamaktan üeri gelmiştir. Bu üçünden biri bilinmiş olsaydı, böylesine büyük bir yanlışa düşülmeyecekti. ‘Takallüd’ sözlükte ‘buyurma ve hüküm yürütme işini boynuna almak’ demek tir. Zaten metihde de açıkça ‘takallüd-i saltanat’ denilmekte, kılıçtan ve onu ku şanmaktan söz edilmemektedir. Metni anlasaydık, Mısır sultanlarının, salta natlarını, Abbas-oğullarmdan Mısır’da halife seçüen kimseden aldıklarını, ya ni onların bu saltanatı onayladıklarını da anlayacaktık. Bunu anladıktan sonra da bunun kendi eliyle bir makama ge çirdiği kimseye kılıç kuşatmayacağını teyakkün ederdik. Tarihlerimizde Eflak emareti diye geçerse de ‘Eflak emirliği’ geçmemek tedir (67/70). Eğer doğru bir karşılık arıyorsak ‘Eflak voyvodalığı’ demek ge rekirdi. Memleketeyn yani Bosna ve Hersek diyerek (76/70) sadeleştiren hem coğrafya, hem de'tarih bügisi ol madığını bir kez daha göstermiş olmak tadır. Memleketeyn (İki memleket) ta birinin ‘Eflak ve Boğdan’ demek oldu ğunu, tarih okuyup da bilmeyen olma sa gerek. Kaldı ki Avrupa haritasmı göz önüne getirebüsek bu ‘memleke teyn’ kelimesinden hemen önceki Bender ve Akkirman kalelerinin Bosna ve Hersek’ten çok uzaklarda olduğunu gö rüp uyanacaktık. Başkaları yolu ile ta hakküme ve düşmanlığa cüret etmeye başladılar, deniyor (85/76). Kim bu başkaları? Oysa metinde böyle kimse cikler yok. Metinde suret-i tavassutta ızhâr-ı tehakküm ve adâvete mücaseret eylemeğe başladüar, denmektedir. Bun dan çıkan anlam da, eğer okuduğumu zu anlıyorsak, şudur : Şah İsmaü, Sul tan Gavri’ye nâme yazıp ondan Sultan Selim’in çaresine bakılmasını istemişti. Sultan Gavri de ara-buluculuk ediyor muş gibi görünerek Yavuz Sultan Selim’e karşı yukarıdan almaya ve düş manlığa başlamıştı. Ne vardı bunda anlaşümayacak? Ya da anlamayacak? K İT  B İY A T Hüsameddin Paşa Mısır’a kara yol culuğunun zorluklarından bahsetmesi üzerine (86/77) diye sadeleştirmesinin doğrusu çölün güçlüklerindenâir. Çün kü sadeleştirenin berriyye diye okuduğu sözcük burada beriyye diye okunacak tır. Bu iki sözcüğün imlâları bir ise de okunuşları, ve bundan dolayı da anlam ları ayrıdır. Beriyye, su ve bitki eseri olmayan kır, çöl demektir. Bu yanlış da, Prof. Dr. Neşet Çağatay'ın, düini ağır bulup da, bugünkü kuşaklara sunduğu bu eseri sadeleştirirken, düz bir yolda yürür gibi davrandığının, hiç bir kay nağa, hiç bir sözlüğe başvurmak gere ğini duymadığının bir başka tanığıdır. Yavuz’un Mısır’a seferinin söz konusu olduğu yerde, yani Şamlda, ilk akla ge lecek olan güçlük, karayolculuğunun zorluğu değü, geçüecek çöldür. Bunun hemen arkasmdan -gelen başka bir ta nık da, doğrusu ‘Birketü’l-Hâcc’ olan adın Bereketüü-Hac okunmasıdır, üste lik imlâsı da yanlıştır. Bir çöl geçilirken en önemli kaygının su olduğunu söyle mek gerekmez. Onun için Birkeler (su yun irkilip göllendiği yerler) büyük bir yer tutar. Netekim bu adla anılan bir çok yer vardır (Bkz. Mu‘cemü’l-büldân). Batı Cezayir de neresidir? Metin de ‘Akıbetü’l-emr Cezayir-i garbı zapt üe’ denilmektedir (98/89; bir de 110/ 100). Demek ki bizim ne Cezâyir-i Bahr-i Sefîd’den, ne de Cezâyir-i Garb’dan haberimiz yok. Akdenizin doğusun daki irüi-ufaklı adaların bulunduğu böl ge, Osmanlı imparatorluğunda nasü Ce zâyir-i Bahr-i Sefîd Vilâyeti ise, Akde nizin batısındaki irili-ııfaklı adalar (Balear Adaları, Korsika, Sardunya, Malta v.b.) dolayısıyla bu bölgeye de Cezâyir-i Garp denmiştir. Bugünkü Cezâyir ülke sinin batısı, doğusu varsa da, Osmanlı tarihinden ve Barbaros Hayreddin Pa şadan söz ederken bir Batı Cezayir kim 439 senin akima gelmiş değildir. Metindeki ‘mâl-i harâc’ı fharaç ma lı’ diye karşüamak yanlıştır, çünkü bu rada ve başka yerlerde mal para, nakid demektir. Kanunî Sultan Süleyman Han şid detli ağrılar yüzünden... öldü deniyor (106/97). Metinde ise ‘Sultan Süleyman Hazretleri illet-i zahirden... mürtehil-i dâr-ı âhıret olmakla...’ denilmiştir. Bü tün ağrılar, bir belli hastalığa bağlıdır; kişi ağrıdan ölmez, bu ağrıyı doğuran hastalıklardan birinden ölür. Nedir o hastalık? Sonra, bir tarih kitabını sade leştirmeye kalkan kişiden, hiç olmazsa Kanuni gibi büyük, muhteşem bir Türk hükümdarının neden, hangi hastalıktan öldüğünü merak etmesi istenmez mi? Kaldı ki, bu hastalığın ne olduğu da ora da yazılı. Ona düşen sadece bir sözlüğü açıp bakmaktı, bu büe yapılmamıştır. Onun yerine biz Kamus Tercümesini açıp okuyalım : Zahir, ishal nevinden bir illet ismidir ki şiddet üzere bağırsak sızıntısı ve göbek buruntusu ile ârız olup, içi geçüp ve karnı bükülüp misterâha (halaya) varmca kan gelir, türkide iç ağrısı tabir olunur (H, 356). Emir ler ve levend gemileri de toplanarak donanma-yi hümâyûn... sadesi, metinde ‘ümerâ ve levend gemileri tecemmü et mekle (110/1007) diye geçiyor. Burada Osmanlı donanmasını meydana getiren unsurlar söz konusudur. Sadeleştirenin emirler demesinden bunun farkmda ol madığı anlaşümaktadır. Ümerâ gemüeri, bey gemüeridir, deniz sancak beyle rinin buyruğunda olan ve bir savaş çık tığında, donanma-yı hümâyûna katılan gelinlerdir, bunlar. Levend gemüeri ise, gerekince donanmaya katüan Türk korsan gemüeridir. Nedense Prof. Dr. Neşet Çağatay, bunlara dokunmadan şöylece yan sıyırıp geçmiştir. 440 O R H A N Ş Â İK G Ö K Y A Y V.— YANLIŞ ANLAMALAR. Tufuliyet’ gençlik değil, çocukluktur (1 / 2). Resâil (risaleler) dergi demek değil dir (1/2). Netekim, Mustafa Nuri Paşa kendi eseri için bu risale-i müstmendanemi, diyor. Müstmendane için sadeleştirenin verdiği hiçbir saman içe yarama yacağını sandığım diye koyduğu kargı lık burada geçerli değildir, çünkü hiç bir yazar daha bastan “hiç bir işe yara mayacağını sandığı’ bir eseri meydana çıkarmaz. ‘Kuyûdât-ı atîka’ eski yazılar demek değildir. Metindeki ‘dâmen-i afv ü safh’. yanlışlıkların affı ve görmemez likten gelme eteği diye karşılanmış. Bu ifade metinde, bir başka deyişle Osmanlıcada geçerli ise de, sadeleştirmede ge çerli değüdir, çünkü Türkçede böyle bir söz, ya da deyim yoktur. Bu, sadeleştir me değil, bir çevirme olur. Bununla bir likte, Prof. Dr. Neşet Çağatay, kitabın da yer yer, metni olduğu gibi Tiirkçeye çevirmek yolunda başarısız denemelerde bulunmaktan geri durmamıştır. Yardım Tanrıdandırm metindeki doğrusu “Başa rı Allahtan’dır (2/3). Hernekadar Sel çuk devleti, Bizans imparatorları üe ba rış içinde ise de yanlıştır (4/4). Metin de Selçukluların BizanslIlarla her za man barış içinde olmadıkları söylendiği halde sadeleştiren buna, burada da, dik kat etmemiştir. Doğrusu metinde oldu ğu gibi “hernekadar devlet-i Selçukiyenin Rum imparatorları üe musalahaları vaki olur idiyse de dir. Metindeki ‘muahharen’ karşüığı üs telik değü ‘sonradan’dır (5/5). Metinde ki ‘Misivri’ nasü olmuş da sadeleştirme de Lüleburgaz olmuştur (6/7). Yoksa, Bulgaristanda, Karadenize girmiş bir dü üzerinde, Ahyolu’nun kuzeyinde ve Burgaz’m 38 km. kuzeydoğusunda bir liman olan Misivri’nin sadeleşmesi ‘Lüleburgaz’mıdır. Metindeki ‘Sırp kıralı... yüzbinden ziyade asker ve müteaddit hükümdar üe ‘ibaresi yüzbinden çok as kerin başına geçen birçok hükümdar ile diye anlaşümış (8/9). Oysa bunların hepsinin başmda tek bir hükümdar, ya ni Sırp kıralı vardır. Metindeki ‘mütegallibe-i Etrâk’ Türk sahipleri diye karşüanmış ise de bu terkibin buradaki an lamı büsbütiin başkadır, böylesine düz değüdir. Divriği, Kemah, Behisni’yi zor la ele geçirip, buralara sahip olan Türk aşiret beyleri, derebeyleri demektir (10/ 11). Metindeki ‘şeriat-i adalet-i nebeviyye-yi, sadeleştiren, adalet ve isledikleri peygamber yolu diye anlamıştır (11/ 12). Doğrusu ‘Peygamberin şeriatindeki adalet, ya da Peygamber şeriatinin adaleti’dir. Daha açık söylemek gerekirse, metinde ‘şeriate uygun davrandıkları...’ demek istenmektedir. ‘Osman Gazi göçebe çadırlarını şe hir saraylarına çevirip, onarıp yeni ya pılar yaptığı Yenişehir’e götürdü’ karşüığında kaç yanlış ve eksik var? (12/ 12). Doğrusu ‘Osman Gazi, beyliğe ulaş tıktan sonra göçebe çadırım yerleşik sa raya çevirdi ve hükümet merkezini şen lendirip bayındırlaştırdığı Yenişehir’e götürdü’dür. Verüen karşüıkta imar j[j\ kelimesi ‘onarmak’ diye alınmış tır. Oysa ‘onarma’ tamir karşüığıdır. î'mar ise, düde ‘yeniden kurmak’ de mektir. Metindeki “Hüdavendigâr Gazinin, Mısır’a gönderdiği elçi vesatatiyle Mı sır’da bulunan halife-i Abbasi tarafın dan tenfîz-i hükümet-i şer'iyye içün icazetname (13/13), Prof. Dr. Neşet Çağatay tarafmdan ‘özellikle Murat Hü davendigâr Gazinin, Mısır’a gönderdiği elçi aracüığı üe Mısır’da oturan Abbasi halifesi tarafmdan hükümetinin şer'î yani islamî kuraüara uygun olduğuna dair icazetname’ diye metinle hiç bir ügisi olmayan şeküde anlaşümıştır. Da ha doğrusu anlaşümamıştır. Metindeki K İT  B İY A T hükümet-i şer’iyye de ‘şeriat ahkâmı’ demek olduğu için, söylenmek istenen aslında şöyledir : I. Sultan Murat, Mı sır’a elçi göndererek orada bulunan Ab basi halifesinden, Osmanlı ülkesinde şe riat kanunlarım yürürlüğe koymak için müsaade (icâzetnâme) ve Sultan-ı Rum unvanı geldiğinden.:. Metinde ‘Livâ-yı Osm anînin sernügûn olmasmı müstelzim oldu’ cümlesi Osmanlı bayrağının baş eğmesi sonucu nu doğurdu şeklinde garip bir Türkçe üe karşüanmıştır.'Oysa söylenmek iste nen sadece ‘Osmanlüarın yenilmesine yol açtı’dır. ‘Bayrağın sernügûn olma sı’ bayrağm baş eğmesi değil, başaşağı çevrilmesidir. Yenilmiş orduların bay raklarının yenilgi alâmeti olarak baş aşağı çevrildikleri büinmektedir. İşte Mustafa Nuri Paşa da ,mecaz yolu ile, OsmanlIların Timur karşısında yenüdiğini söylüyor. Metinde ‘ibrâm ve ilhâh üe Alaeddin Paşa’yı makam-ı vezârete ıs‘âd et mekle’ dendiği halde sadeleştirmede bu, vezirlik görevini yaymasını rica etti denmektedir (15/15). Metindeki ‘ibrâm’ bir adamı bir nesne zımnında sıklet ve rerek melûl edüp usandırmak (Kamus tercümesi, IV, 183), ilhâh ise ‘pek ibram eylemek (I, 965) anlamınadır. İkisinin de rica üe ügisi yoktur ve rica üe ara larında büyük anlam farkı vardır. Bir tarih metninde, yazarın söylediklerin den sapmak, en azından, yazarm kanaa tini tahrif etmek demek olduğunu, işi ciddiye alanlar bilmektedirler. En önemli bağımsızlık alâmeti diye verüen ibarenin metindeki doğru karşı lığından, çıkan anlam ‘istiklâl alâmetle rinin en büyüğü’dür (17/17). Metindeki ‘Itnâb-ı makal kılındı ( = söz uzatüdı) yerine bu hususu bura ya yazdım karşüığı verilmiştir ki, ügi si yoktur (27/26). Metindeki ‘size gadr 441 etmek üzeredir deyü mugalatalar’ ifa desindeki ‘mugalatalar’ karşüığı ifade ler denmiştir (35/32) ki, hem tutarsız, hem de metni, yani tarihi tahriftir. Ka lenin girmeye elverişli olan yerlerini di ye verüen karşüık metinde ‘kalenin hü cuma kabü olan mahallini’ diye geçmek tedir (36/34). Yani kaleyi almak için yapüacak saldırının başardı olması için, hücuma elverişli zayıf noktalarım’ de mektir ki, bu büsbütün başkadır. Doğ rusu metinde olduğu gibi ‘mağdurdur (gadre uğramıştır)’ olan yer Hüseyin Bey’e mazur olmuştur, derler cKye karşüanmıştır, büsbütün yanlıştır (47/44). Türk askerlerinde hayal kırıklığı yarat mış deniyor; metin ise öyle demiyor, metin ‘mühâcimînin rû-gerdanlıklarma bâdi oldu’ diyor, yani kaleye saldıran ların yüz çevirmelerine ,geri dönmeleri ne sebep oldu, demektir. Metinde ‘devlet-i Çerakisenin Zülkadriye ve Ramazan-oğuüarı hükümet lerine tegallübü’ denmekte ise de sade leştirmede bu ‘tegaüüb’ karşı davranışı diye alınmıştır (!). ‘Tegaüüb’ bir kimse üzerine yeğin olmak, zûr ve kuvvetle ve tâb ü kudretle ânı makhûr eylemekten ibarettir, yiğitlik vechüe tasallut ve istüâ eylemek manasınadır ki, istüâ vech-i hak üzere olmaya (Kamus tercü mesi, I, 410). Ahmet Paşa’nm öldürül mesine karar verüp, metinde ise ‘müşarünüeyhi katletmeğe mecburiyet hasü ederek (68/62) dir. ‘Kılı kırk yararcasına’ demek olan ‘Mûşikâfâne’ ayrıntılı diye karşüanmıştır (68/62). Metindeki ‘heyetlerinde kes ret ve asabiyet hasü olup...’ ifadesi git tikçe sayüarı çoğalıp sınıflar birbirleri ile yarışa başladıklarından diye metinle hiç ügisi olmayan şeküde karşüanmıştır (69/64). ‘Asabiyyet’ kelimesinin söz lüklerdeki türlü anlamlarından burada tek yakışanı ‘kavm ve akrabasına ya 442 O R H A N Ş A İK G Ö K Y A Y hut bir haksızlığa uğramış olana yar ve yaverlik kaydında olmaktan ibarettir (Kamus tercümesi, I, 388) karşılığıdır. Asabiyyete Prof. Dr. Neşet Çağatay'ın koyduğu yarış anlamı ise hiç yoktur. Metnin demek istediği, yeniçerilerin haklı, haksız birbirlerini tuttuklarıdır. Yarımşar akça katkı yapmaya ye rine metinde ‘yarımşar akça terakki va’dedüdiğinden’ denilmektedir (69/64). ■ Terakki kelimesinin bir tarih terimi ol duğunu bir yana bıraksak bile, bunun katkı ile ilgisi nerede? Metindeki ‘câzim oldular’ın karşılı ğı sezdiler değildir (69/64). Bu cümle ‘şartsız, ayrıcalıksız, sağlam ve kesin bildiler’ demektir. Sezmek de nedir? Metindeki ‘darb-ı tâziyane’ için sopa ile cezalandırma (70/64) denmiştir, doğru su ‘kırbaçla cezalandırma’dır. Uzun Hasan’m sıkıntılı davranışları sona erdi de niyorsa da, metin büsbütün başkadır, orada ‘livâ-yı istıdrâcı semügûn olarak gaüesi bertaraf oldu’ denmektedir (72/ 66). Metindeki ‘istidrac’ı, sadeleştiren okumazdan gelmiştir. Bunun anlamı ve burada yakışanı ‘bir kimseyi yavaş ya vaş bir dereceden başka bir dereceye yükseltmek’ olduğuna göre, söylenmek * istenen, Uzun Hasan’ın o güne değin yavaş yavaş yükselen bayrağı tersine dönüp bu belânın ortadan kalktığıdır.<=Yavuz Sultan Selim mersiyesinde (91 v.d./83) 8. beyt, rezm işinde ve bezm işinde diye yanlış verilmiştir, doğ rusu ‘Rezm işinde ve besim ayşında’ olacaktır. 2. beytteki ‘müşir’ kelimesi ‘yöneticiye çevrilmiş, doğrusu ise ‘danışman’dır; Yavuz Sultan Selim, yapa cağı işlere kendisi karar verir; yapayım mı, yapmayayım mı diye başkalarına danışmaz; onun tek başına savaşa da, devlet idaresine de gücü yeterdi, deni yor. 5. beytteki şems-i asr dizenin birin ci bölümünde ‘ikindi güneşi’ demek değüdir. Şair, asrın buradaki birinci anla mı üe ‘çağının, zamanının güneşi idi, ama bir ikindi güneşi gibi idi’ diyor ve asr kelimesinin iki anlamıyla oynuyor. Yavuz’un hayatmı büenler için, beyti böyle açıklamak güç olmasa gerek. SONUÇ.— Yukarıda sıralanan ve sadeleştirmeyi baştan başa kaplayan bu yanlışları gördükten sonra, okuyucu bu nun Netâyicü’l-Vukuat’m ashyla bir il gisi olmadığını kesin olarak görecektir ve eserin yazarı Mustafa Nuri Paşa’nın ruhunun neden şad olamayacağım anla yacaktır. Ne türden olursa olsun, eski bir metni bugünün düine getirmeye kal kışan herhangi bir kimse önce a) eline aldığı kitabın konusunu bilecektir. Bu sadeleştirmede öylesine bir bilginin izi yoktur, b) Kitabın düini büecektir, o di li gereği gibi anlayacaktır, bu da yok tur. c) Türkçeyi bilecektir, tanıklar gös termektedir ki bu, hiç yoktur. Şimdi sadeleştirenin giriş bölümünde yaptığı t a rizi kendisine, iade etmenin yeri gelmiş tir. Bu türden eserlerin sadeleştirilme si, öyle şuna, buna havale edilemez. Edi lirse, sonuç böyle olur. O sonuç ise kâ ğıt ziyanlığıdır; zaman ziyanlığıdır; emek ziyanlığıdır. Kur’an-ı Kerîm’in bir uyarısı üe sö zümüzü bitirelim: Ey görecek gözü olanlar, ibret alm! Orhan Şaik Gökyay K İT  B İY A T BUREAUCRATIC REFORM IN THE OTTOMAN EMPIRE: The Sub lime Porte 1789-1922. Carter V. Find ley, Princeton University Press, Prince ton, New Jersey, 1980, s. 455. Princeton Yakın Doğu Etüdleri se risinden olan bu eser, başlığından anla şılacağı veçhile 1789-1922 yılları arasın da Osmanlı bürokrasisindeki reformla rı incelemektedir. Bu konuda pekçok belge halâ tetkik edilmemiş olup, mese leyi bütünü Ue ele alan kitaplar da son derece azdır. Bu sebepten bahis konusu eser, büyük bir boşluğu dolduran bir ki taptır. Yazar,- haklı olarak, incelediği ça ğı izah edebilmek için Osmanlı idâre sistemini baştan itibaren ele almış ve çalışmasını, Türk ve yabancı arşivlerle, neşredilmiş kaynaklara dayandırmış tır. Önsözü çağdaş tarihçüerden de is tifade ettiğini gösteriyor. Asıl gâye 1789-1922 bürokrasi re formlarım anlatmaksa da bir bakıma kitap, Osmanlı bürokrasisinin tarihidir. Osmanlı reformlarının kendi başlarına olduğu kadar, Balkanlar ve Orta Doğu ya olan etküeri dolayısıyla, taşıdıkları öneme işaret eden Prof. Findley re formları tarif etmeden evvel neyin ve neden düzeltümek istendiğini açıkla makta, Orta Doğu Islâm kültür mirâsı üe Osmanlı üişküerini, ortaya çıkan sentezi geniş olarak incelemektedir. Yalnız sentezin bir harman yerine çeşit li elemanlarm bir sıralaması olduğuna ve bunun milliyetçüik cereyanlarından önce de hücumlara imkân verdiğine işâret ediyor. Osmanlı devleti içinde dünyevî kül türü ön plâna alan Saray mektebi kal kınca bu geleneği ( a d a b ) kalemiye ( s c r i b a l ) sınıfı sürdürdü. Ulemanın itirazına rağmen zengin bir gelenek: 443 ansiklopedik, arapça, farsça, devlet ka nunları Ue coğrafya ve târih bügisine dayanıyor. Başlangıcı pek belli olmıyan kalemiye sınıfı genellikle askerî ve dinî sistemlerin tetkiki üe uğraşan âlimlerin uzun süre dikkatini çekmedi. Zamanla Saraydan ayrılıp 17. yüzyüın ikinci ya rısında Bâb-ı Âlî’ye geçti ve yeni bir kuvvet dengesi ortaya çıktı. Geleneksel din tahsüinin imparatorluğun karşısın da bulunduğu problemleri çözmeğe yet memesi ulema sınıfının önem kaybet mesine sebep oldu. Findley, Selim m . devrinde Ende run’u kalemiye sınıfıyla rekabet hâlin de görüyor: denge kuvvetli padişahlar da Enderun, zayıf padişahlarda mülki ye (kalemiye) lehinde bozulmakta. Me selâ, Mahmud n .’un 1830’lardaki re formlarıyla Enderun bürokrasisi geliş tirilip idare padişahın elinde toplanmak isteniyor. Tanzimat devrinde kuvvetli paşalar ve genişlemiş bir bürokrasi önem kazanıyor (19. yüzyıl sonlarında mensupları 100.000 civarında) ; impara torluğun gittikçe zayıf düşmesi dahi bu büyümeyi engelliyemiyor. Çeşitli yabancı kaynaklara göre Osmanlı bürokrasisi isterse son derece süratle, istemezse inanılmaz derecede yavaş çalışıyor. Üslûp ve ifâde düzgün lüğü bakımından ise Avrupa’daküere örnek olacak kalitede, fakat mesuliyet süsüesi inisiyatifi baltalıyor. Yabancı dü büen müslümanlar olmasına rağmen mütercimlik işini gayrimüslimler görü yor: bilhassa Fener Rumları hem ken di kültürlerini yaşatıyor, hem bu fonk siyonu yerine getiriyordu. Yazarın Osmanlı devletinin 18. yüz yılda aksama sebepleri ve aranan çâre ler hakkında söyledikleri yeni olmayıp yabancı ve Türk araştırıcılar tarafın dan müşâhade edümiş noktalardır: Os manlI devlet adamları da reform ihti- 444 S E N C E R TO N G U Ç yacmm farkında. Askerî yenilgiler bir birini tâkip ediyor. Bunların asıl sebe bi anlaşılmamakla beraber, o sırada Os manlI ıslahatçılarının baş endişesini teş kil ediyorlar. Nizâm-ı Cedid’in hedefi askerî ıslahat olmakla beraber, Osman lI hayatının pek çok yönünü etkiledi. Yapısı bakımından dezavantajlara sahip bir bürokrasinin, zamana ayak uydura mamış çok milletli bir imparatorluğu kurtaramamış olmasına şaşmamak lâ zım; fakat 19. yüzyüda başardığı re formları da unutmamak gerekir. Diğer taraftan mülkiye önem kazanırken, kıs men de ekonomi uzmanlarının yoklu ğundan ötürü Hazine branşı geride kal dı. Yenügüer Avrupa müdahalesini art tırırken Osmanlı mülkiye teşkilâtının da genişletilmesi gerekti. Avrupa’ya karşı takınılan tutum paradoksal bir manzara arzetmektedir: Avrupa hem Osmanlı devletine tevcih edilmiş tehditlerin, hem de memleketi kurtarabilecek yeni fikirlerin kaynağı olarak görülmekte. Bu arada zikredil mesi gereken bir nokta da Mahmud H.’un Avrupaya yolladığı diplomatların temsilci olmaktan ziyade birer aracı ve dıştaki tecrübelerinin aktarıcısı, Osmanlüara Batıyı tanıtan kimseler ola rak önem taşıdıkları. Osmanlı toplumunun modernleşmeye karşı tek bir tutum içinde olduğu söylenemez. Bazüarının hararetle bunu savunmalarına mukâbü aleyhte, olanlar da az değil. Ayrıca leh te olanlar da ,genel anlamda değil, kontrol edebilecekleri sahalarda sınırlı bir modernleşme istiyorlar. Bu tabi’i ki kolay değil. Zaman da geleneksel düze nin tamamen ölmediğini gösterecek. 1839’da Mahmud IL’un ölümünden sonra bürokraside devamlı tâyinlerin yavaşlaması randımanlı çalışmayı art tırdı ve hem İstanbul’da hem de taşra da devlet nüfuzu genişledi; Bâb-ı Âlî gerçek hükümet merkezi oldu. Bu yıl larda yeni hariciye teşküâtının da nü fuzu arttı. Gerçi hem bürokraside, hem orduda buna karşı koyanlar çıktı; fa kat bu mukavemetin başları en kaliteli bürokratların çapmda değil. Ayrıca Reşid, Âli ve Fuad paşaların sadrazamlık dışında içişleri ve dışişlerine de bakma ları tesirlerini arttırdı. Durumun bir muhasebesi yapıldı ğında bir kültürden başkasına aktarma da mevcut problemlerin ve çağın tarihî şartlarının, en iyi plânlanan reformlara dahi bâzen taklitçi bir sathîlik ve Os manlI toplumuna uyamama hâli verdiği ve dahilî tartışmalar yarattığı görülü yor. Zaten zor olan şartlar dış müdâha le ve iç mukavemetle daha da zorlaştı. Buna insan ve ekonomi, kaynaklarının yetersizliğini de katmak lâzım. Netice de nazariyat her zaman tatbikat hali ne konamıyor. Reformların karşısındaki bir başka engel de eski geleneklerle çatışma du rumuna gelmeleri idi. Reform inisiyati fi padişahtan geldikçe ve geleneksel düzenle çatışmadıkça genellikle mesele yoktu, fakat 1839’dan sonra bu gerçek leşmedi. Findley Tanzimatın kısa bilan çosunu şöyle çıkarıyor : Müsbet : Bürokrasinin organize edümesi ve reform fikrinin yayılması. Menfi : Mâliyenin perişanlığı ve re form taraftarlarının biraz keyfî dav ranmaları. Hele Mahmud Nedim Paşa’nm vezir olunca bürokraside yaptığı değişikliklerle onu âdeta felce uğratma sı. Yıllar geçtikçe Osmanlı aydınları nın Batıdaki siyasî fikirleri tanımaları ve Avrupa devletlerinin sağlıyacakları destek karşılığı reformlarda ısrarları meşrutî idare yönündeki hareketi hız landırdı. Nihayet meşrutiyet geldiği za man ise padişah otoritesinin smırlana- KİTÂBlYAT maması Abdülhamid’in meşrutî idareyi ilgası ve bürokrasinin Saraym kontrolü altına girmesiyle sonuçlandı- Abdülhamid’in hedefi Bâb-ı Âlî bürokrasisini bertaraf edip bütün kudreti eline geçir mekti. Yazar, 'Abdülhamid despotizmi Ue 20. yüzyıl totaliter rejimleri arasın da şaşılacak bir benzerlik buluyor. .Pa dişahın eline geçirdiği bürokrasi pira midinde gene de vekillerin kanun çıkar mada rol oynıyabilmeleri dikkat edümesi gereken bir noktadır. Hariciye, te siri azalmasma rağmen, halâ Bâb-ı Âli’ nin en gelişmiş bürokrasisi ve bugünkü nü hatırlatan genel müdürlüklere ayrıl mış. Fakat gerçekte birçok misyon şef leri bakanlık-temsücisi olmaktan ziya de Saraym adamı, hattâ jurnalcisi. 1871-1908 arasmda Bâb-ı Âlî’de gö ze çarpan şey, geliştirilen organizasyon la belgelere dayanan ve nazariyatla tat bikat arasmda farkı gittikçe azaltan bir sistemin ortaya çıkmakta olması. Bu arada reformları .mümkün kılacak pek çok kanun çıkarıldı, ancak tatbikatçı ların kötü niyeti veya aczi, bazen de Sa raym müdâhalesi netice alınmasını sı nırladı. özetle, 1871-1908 yıllarında Osman lI bürokrasisinin rasyonal bir sistem benimsemek yolunda olduğu söylenebi lir. Fakat Abdülhamid’in kurduğu me kanizma işlediği sürece reformlar askı da kaldı ve imparatorluk sistemindeki problemler daha da giriftleşti. Diğer ta raftan, Abdülhamid’in kurduğu sistem o kadar başarılı oldu ki, bünyesine al dığı artan sayıdaki memurlarm hem tahsilli olmalarmı hem de Namık Kemal veya Ziya Paşa gibi kimselerin fikirle rinden etküenmemelerini beklemek faz la olurdu. Doğan muhâlefetin kaynak ları muhtelif : askerî okullar, Mülkiye İİ5 mektebi, bürokrasi. Nihayet, 1908 ihti lâli askerlerden kaynaklandı. Batıdan gelen fikirlerin yayılması lâik bir at mosfer yarattığından her reformu îslâmm dinî-kanunî geleneklerine uydurma teşebbüsünden vazgeçüdi. 1911’den itibaren savaşlar liberal prensiplerin benimsenmesinde ileri gidüdiği kanaatini yaygınlaştırdı ise de, 1908 ihtilâlinin heyecanı tamamen kay bolmadığı gibi, bürokrasi gelişmeye de vam ediyor. 1917’den sonra ortaya yeni bir fak tör çıkıyor : Parlâmento içinde veya dı şında hareket edip Sadrazamlar üzerin de bürokratik etkinin yerini alan siyasî güçler beliriyor; Talât Paşa bürokrat tan ziyade politikacı olan ilk sadrazam. İstanbul’un işgali ve Anadolu’da millî mücâdelenin başlaması ile Osman l I bürokrasisi tamamen çözüldü ve bir çok mensubu Anadolu’ya geçti. Bunla rın tecrübeleri ve temsilcisi oldukları idâre geleneği eski sentezi değiştirip sonraki kültür devrimine yol açarak Türklerin işinin bittiğini sananları hay rete düşüren bir mülî başarıda rol oy nadı. Profesör Carter V. Findley Osman l I devlet teşküâtmıh gelişmesine genel bir bakış atfetmek ve 1789-1922 yılları arasmda geçirdiği istihâleler hakkında tafsüâtlı bügi almak isteyenlerin istifa de edebüecekleri bir kitap yazmış; bazı eserlerde halâ rastlanan ve her özelliği mizi ve başarımızı çeşitli yabancı tesir lere atfetmek eğüiminden uzap olup, OsmanlI imparatorluğunun doğu ve ba tı komşuları üzerinde önemli ve uzun vadeli tesirler icrâ ettiğinin farkında oluşu ve bu perspektifi kaybetmeyişi de kitabın değerini ayrıca arttırıyor. Sencer Tonguç 446 N E JA T GÖYÜNÇ Klaus SCHWARZ, Der Vordere Orient in den Hochschulschriften Deut schlands, Österreichs und der Schweiz. Eine Bibliographie von Dissertationen und Habilitationsschriften (1885-1978). (Almanya, Avusturya ve İsviçre üni versite ve yüksek okullarında YakınDoğu ile ilgili tezler. Doktora ve doçent lik' tezleri bibliyografyası, 1885-1978, Freiburg im Breisgau 1980, X X m + 7 2 1 sahife. İkinci Dünya Harbi’nin sona eriğin den sonra, günümüze yakınlaştıkça A v rupa’da ve dünyanın bir çok ülkesinde Yakm-Doğu ve Afrika ülkeleri ile ilgili araştırmaların büyük bir yoğunluk ka zandığına, bunun tabiî bir neticesi ola rak da bu alanlardaki bibliyografya ça lışmalarının arttığına daha önceleri işa ret ecülmiştii. 1958’den beri önceleri be şer senelik aralıklarla, daha sonra ise aylık bültenler halinde yayınlanmağa başlayan J.D. Pearson’un Index Islamicus’n ve bunun eksiklerini tamamla mak amacı ile kaleme alman Hans Georg Majer’in Osmanische Nachträge zum INDEX ISDAMICUS' 1906-19652 adlı makalesi Joséph Matuz’un A pro pos d’une contribution bibliographique pour servir les études ottomanes histo riques* isimli çalışması ve daha başka ları4 bu sahada ük öncüler oldular. Ken di adına kurduğu yayınevi (Klaus Sch warz Verlag)’nde her biri diğerinden kıymetli Orientalistik vadisindeki pekçok araştırmayı yayınlayarak ilime bü yük hizmetlerde bulunan Klaus Sch warz da 1971’de Verzeichnis deutsch1 Nejat Göyünç, Turkologischer Anzeiger, Türk Kültürü Araştırmaları, XV/1-2, 1976, s. 343-346. 2 Südost-Forschungen, 27. cüd, 1968, s. 242-291. 3 Orientalische Literatur Zeitung, sprachiger Hochschulschriften zum isla mischen Orient (1885-1970), Deutsch land-Österreich-Schweiz* adlı bir bibli yografya yayınlamıştı. Hemen kapışı lan ve kısa zamanda mevcudu kalma yan bu kitapta Almanya, Avusturya ve İsviçre’de öğretim dili Almanca olan üniversite ve yüksek okullarda yapüan araştırmalar ve bunların sonucu olan yazüı çalışmaların, yani tezlerin (Sch rift) bibliyografyası veriliyordu. Klaus Schwarz’in bu bibliyografyası yayınlan dığı zaman daha önce aynı türde derle meler de yapılmamış değildi: Anton Scherer, Südosteuropa-Dissertationen, 1918-1960, Eine Bibliographie deutscher, österreichischer und schweizerischer Hochschulschriften (Graz, Wien, Köln: Böhlau 1968) ve Peter T. Suzuki, French, German and Swiss University Dissertationen on Twentieth Century Turkey. A Bibliography of 593 Titles, with English Translations (Wiesbaden 1970). Klaus Schwarz’in kısa zamanda pi yasada bulunamayan eserini üçer yazarlı iki başka araştırma ve derleme ta kip etti: Petra Kappert, Barbara Kell ner, Heidrun Wurm, Dissertationen zu Geschichte und Kultur des Osmanischen Reiches, angenommen an deutschen, ös terreichischen und schweizerischen Uni versitäten seit 191)5, Der Islam, 49. cild (1973), s. 110-119; Detlev Finke, Gerta Hansen, Rolf-Dieter Preisberg, Deut sche Hochschulschriften über den mo dernen islamischen Orient, Hamburg 1973. Hans-Jürgen Kornrumpf’un eşi 68. cild, 1973, s. 449-451. 4 J.D. Pearson, Index Islamicus, IV, önsöz. 5 Freiburg im Breisgau 1971, 280 sahife. K ÎT  B ÎY A T Jutta Kornrumpf’un da yardımı ile Handbuch der Orientalistik’in VHL Ek cildi olarak yaymlanan Osmanische Bibliographie mit besonderer Berück sichtigung der Türkei in Europa*, 1975’den sonra Andreas Tietze ve Georg- Hazai’ın çeşitli ülkelerden meslekdaşlarınin da yardımları ile her sene munta zaman yayınladıkları Türkeilogischer Anzeiger bu bibliyografya çalışmaları akımının diğer önemli unsurları oldu. Turcica da bu kervana çeşitli ülkelerde ki çalışmalara ait çok faydalı makale lerle katıldı: Barbara Flemming, Neu ere wissenschaftliche Arbeiten und Forschungsvorhaben zur Sprache, Ges chichte und Kultur der vorosmanischen und osmanischen Türkei in der Bundes republik Deutschland seit 1968, Turci ca, V, 1975, 131-147; Alexandre Popovic, Etude de l’Empire Ottoman et l’ orientalisme dans les pays balkaniques, Turcica, V, 154-159; Bistra Cvetkova, Bibliographie de travaux turcologiques en Bulgarie, Turcica, VI, 219-253; Bernt Brendemoen, Lars Johanson, Biblio graphy of current Scandinavian turcological studies, Turcica, VI, 254-264; Jean-Louis Bacqué-Grammont, Biblio graphie de travaux turcologiques fran çais, Turcica, VU (1975), 264-303; Su san A. Skilliter, List of Works toward a Bibliography of Current British Turcological Studies, Turcica, 1X/1, 252263; Jacob M. Landau, Bibliographie de travaux turcologiques parus en Israel, Turcica, IX/2-X, 196-219; Masami Hamada, Bibliographie de travaux turco logiques japonais, Turcica, IX /2 -X, 220235; Mihail H. Svanidzé, Point des étu des sur Vhistoire de la Turquie et la Géorgie, Turcica, IX/2-X, 236-246. Klaus Schwarz’in yeni bibliyograf yası Doğu ve Batı Almanya, Avusturya ve İsviçre’deki üniversite ve yüksek 447 okullarda yapüan doktora ve doçentlik tezi çalışmalarını kapsamaktadır. Kita bın önsözünde son zamanlarda YakınDoğu araştırmaları için bibliyografya çalışmalarının büyük bir üerleme kayd ettiği belirtilmekte, daha önce yayınlan mış bu tür kitapları ve kaçar isim ihti va ettiklerini, Rusya’da, Avusturya’da, İran, Fas, Lübnan (Amerikan Üniversi tesi), Irak ve Mısır’da yayınlanan ken di cinsinden bibliyografyaları haber vermektedir. Sehwarz’ın bu gerçekten *• çok büyük bir dikkat, sabır ve çalışma isteyen bibliyografyası hem biyoloji, matematik, astronomi, jeoloji, mineroloji gibi fen bilimleri sahasmdaki çalış malardan da bizi malûmattar kılması, kaynakları hakkmda bizleri aydınlat ması, hem de kitabın bibliyografya kıs mının sonuna konulara göre hayli ayrmtüı listeler vermesi bakımından tak dir ve tebrike şâyândır. Söyleşine on binlerce fişten derlenen büyük bir bib liyografyada bazı gözden kaçan hatala rın olması da tabiîdir. Meselâ bazı ki tap isimleri iki ayrı yerde geçtiği halde dizinde bir defa yer gösterilmiştir: ö r nek olarak bk. 1828 ve 2035, 1777 ve 2001, 1616 ve 2009 numaralılar. Tezler den yayınlananlar, hatta bunlarm ter cümeleri de kısmen belirtilmiştir. Lâkin bu konuda da ufak gözden kaçmalar olmamış değildir, örnek : Boris Christoff Nedkoff’un Die Cizye (Kopfsteuer) im Osmanischen Reich. Mit besondererer Berücksichtigung von Bülgarien, Leipzig 1942 (no. 2120)’un Şinasi Altundağ tarafmdan yapılan kısmî bir Türkçe çevirisi vardır : Osmanlı İmpa ratorluğunda cizye (Baş vergisi). (Bul garistan hususî bir surette nazar-ı iti bara alınmıştır), Belleten, V1L/32, 1944, 599-652. 6 Leiden, Köln, 1973. 4:48 NEJAT GÖYÜNÇ Bu bibliyografya bize bir çok ünlü nün de tezleri hakkında fikir vermek tedir. Bu arada en çok dikkatimizi çe keni 1961’de Nobel Edebiyat Mükâfatı nı kazanan Ivo Andric’in Die Entwick lung des geistigen Lebens in Bosnien unter der Einwirkung der türkischen ' Herrschaft (Graz 1924) adlı doktora te zi olmuştur. Bu da edebiyat alanmda dünyaca üne kavuşan bir yazarm eser lerinde tarihî malzemeden nasıl fayda landığının bir başka delili olmaktadır. Bibliyografya, kanaatimizce, Türk Eği tim Tarihi ile uğraşanlar için de vaz geçilmez bir eser olacaktır- Hemen he men bir yüzyıllık süre içerisinde Türk öğrencüerin Almanya, Avusturya ve İs viçre gibi üç Batı ülkesindeki ürünlerini bulmak bakımından faydalı olacakt“ '. Klaus Schvvarz’ı bu çok ciddî ve el zem çalışmasından dolayı tebrik etmek, her bilim mensubu için, kaçınılmaz ve zevkli bir borçtur. Nejât Göyünç Andreas Tietze, Mustafâ ‘Ali’s Counsel for Sultans of 1581. Edition, Translation, Österreichische Akademie der Wissenschaften. PhüosophischischHistorische Klasse. Denkschriften, 187 Band. Uzun müddet Türkiye’de kalmış ve İstanbul’da edebî, târihî metinler üze rinde İlmî çalışmalar yapmış bulunan Andreas Tietze, bu def’a, OsmanlIların XVI. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan (1541-1600), en meşhûr ilim adam larından Gelibolulu Mustafa Alî’nin Nushatü’s-selâtin adlı bâr olmak üzere Menâkıb-ı hünerverân, Nushatü’s-selâtin, Mirkâtü’l-cihâd, Fursat-nâme, Nusret-nâme, Mir’âtü’l-avâlim, Nâdirü’l-mehârib, Nevâdirü’l-hikem, Kavâ’idü’l-mecâlis gibi mensûr ve manzûm daha bir hayli eseri bulun maktadır ki, . îbnülemin Mahmud Ke mal İnal, yayınladığı «Menâkıb-ı Hü nerverân» adlı kitâbının mukaddimesin de bunların tümü hakkında çok mufas sal bilgi vermiştir. Kezâ Bekir Kütükoğlu’nun Küçük Türk-İslâm Ansiklope disine yazdığı Âlî Mustafa maddesinde dahi, bu husûsla alâkalı malûmat var dır. eserini ele alarak, onu bilhassa batı üim dünyasına, anlayabüecekleri bir dil ile çok iyi şeküde tanıtmış ve kazandır mıştır. Andreas Tietze, daha önce de, 1975 yüında, Viyana’da, yine Mustafa Âlî’nin «El-hâlâtü’l-Kâhire mine’l-âdati’z-zâhire» adlı eserini, kısa bir önsöz le birlikde ingüizceye tercüme ederek, tenkidi metin ve tıbkı basım hâlinde yayınlamışdı. Mustafa Âlî’nin, başda Künhü’l-ah- Ândreas Tietze’nin bahis konusu ■ eserlerden bu def’a yayımını hazırladı ğı kitab ise, yine Mustafa Âlî’nin devlet düzenine ve kendi hayâtma âit bulunan, ayni zamanda bir mukaddime, dört bâb ile bir hâtimeden oluşan «Nüshatü’sselâtin» isimli eseridir. Her ne kadar Âlî’nin Haleb’de bulunduğu sırada, 1581’de kaleme aldığı bu kitâbın adı bâ zı yazarlarımız tarafmdan araştırmala rında ve kütüphâne kataloklarmda K ÎT  B İY A T cnL^-I I <İ9e^d> = Nasihatü’s-selâtin» şeklinde kabûl edilmiş ise de, bizzat A. Tietze tarafından yayınlanan metnin 21/a varağında (Hüsrev Paşa Kütüp hanesi, No. 311), Âlî bu eserinin adını ve mâhiyetini bize: «...b u risaleye nâm-ı güzîn NusJıatü’s-selâtin ta’yîn olunub, ihtidasında bir mukaddime ve intihasında bir hatime ile dört babının tafsiline mübaşeret olundu...» şeklinde büdirmektedir. Kanâatimizce bu farklı isim mes’elesi Naimâ’dan gelmektedir. Çünkü Vak’a-nüvis Naimâ, Âlî’nin ba his konusu eserinin admı, birinci cildi nin *44 üncü sahifesinde «Nasîhatü’sselâtin» olarak kayd etmiştir. Andreas Tietze’nin bu neşriyâtı ile eserin ismi aydınlığa kavuşdukdan son ra, Kitâbın diğer özellikleri hakkında da şunları söyliyebüiriz. Âlî’nin Nushatü’s-selâtin isimli eserinin, sekizi İstan bul kütüphânelerinde ve biri Kahire'de olmak üzere hâlen dokuz nüshası mev cuttur. Fakat bu nüshalardan hiç biri müellif hattı üe yazılmış değüdir. An cak Süleymaniye, Hüsrev Paşa Kitablığı numara 311’de bulunan nüsha, so nundaki ifâdeden de anlaşılacağı veç hile, Mustafa Âlî içün istinsâh edilmiş bir nüshadır. Bu sebeple Andreas Tiet ze, Hüsrev Paşa nüshasmı esâs alarak, Topkapı Sarayı, Revan Kitablığı’nda, 406 numarada bulunan minyatürlü di ğer bir nüsha ile mukayese yaparak, çalışmalarına devam etmiştir. Üniversi te, Yeni Câmi’, Nûr-ı Osmaniye, Fâtih ve Topkapı-Sarayı Hazine kitablıkları ile Kahire Kütübhânesi’nde mevcud nüs halar üzerinde pek fazla durmamıştır. Andreas Tietze’nin yayınladığı metnin başmda evvelâ, bu metnin için de t ^ 4 £ 6 j c ¿f" { ¿ f gibi harflerin 449 yerine, hangi harfleri kullandığını gös terir bir liste veriyor. Daha sonra önsöz kısmmda, Mustafa Âlî’nin hayâtı ve ese ri Nushatü’s-selâtin üe bunun nüshala rının bulunduğu kütübhâneler hakkında bügi veriyor. BUâhire gelen kısa ve öz lü bir bibliyografyayı müteâkıb, bahis konusu eserin, ük iki bâbmı metne sâ dık kalmak suretiyle ve 261 dip notu koyarak, ingüizceye tercüme ediyor, (Transiation: 17-86). 89-188 inci sahifeler arasmda ise, eski harflerle yazüı türkçe metnin, ye ni harflerle okunuşu, transkripsiyonlu olarak verilmiştir (Transliteration). Nihâyet Nushatü’s-selâtin’in, mukaddime üe birlikde, Uk iki bâbı, Hüsrev Paşa Kütübhânesi nüshasından alınarak, 72 varak hâlinde ve tıbkı basım olarak ki tabın sonuna konulmuştur. Tümü itibâriyle, hükümdârlar içün gerekli vasıf ve şartların neler olması lâzım geldiğini belirten bu kitab aslında bir siyâsetnâmedir. Mukaddimede Os manlI pâdişâhlarının meziyetlerinden; birinci bâbda, Sultanlara lâzım olan hasletlerden; ikinci bâbda kânûn hüâfı karışıklıklardan; üçüncü bâbda da dev lete zarar veren hâllerden bahs edüdikden sonra, Âlî, son bölümde tamamen kendi hayâtmı ve zamanı olaylarmı an latmaktadır. Eserin hâtime kısmı ise türlü tavsiyye ve temennüeri ihtivâ edi yor. Bu itibârla tarihçileri ve bilhassa Türk târihi üe meşgul olanları yalan dan alâkadar eden bu-kitabın A. Tietze gibi bir araştırıcı sâyesinde ortaya çıkarüıp üim âleminin râhatca istifâde edebüeceği hâle getirilmesi, şüphesiz takdire lâyık bir hizmettir diyebüiriz. M. Münir Aktepe Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 29 450 M Ü C T E B A ÎL G Ü R E L Karl K. Barbir, Ottoman Buie in Damascus, 1708-1758, 1980, Princeton University Press, X IX +216. Şam, en eski zamanlardan beri önemli bir kültür ve san’at merkezi ola rak dikkatleri üzerine çekmiş bir mer kez olarak görülmektedir. Memluk or dusunun Mere Dâbık’da kesin hezimeti ni müteakip Şam, hiç mukavemet gös termeden Osmanlı sultanı I. Selim’e tes lim olduktan sonra (28 Eylül 1516), ge rek askerî ve gerek dinî yönden önem kazanmıgtır. Şehrin, Mısır ve Hicaz' kıt’aşmı devlet merkezine bağlayan yol üzerinde olması, ve ayrıca Osmanlı hü kümdarlarının mukaddes mahallerin ha dimi sıfatiyle hac yoluna önem verme leri burayı koruma altma almalarına sebep olmuştur. Bundan başka, büyük hac kervanları şehir ve civarının geli şip inkişaf etmesini sağlamıştır. Osmanlı devri Şam tarihi incelenir ken, burada uzun yillar basarıyla va lilik yapmış Azm-zâde âüesi karsımıza çıkmaktadır. Bu âüenin menşe itibariy le Türk olduğu şüphe götürmez (s. 58, not 133). İmparatorluğun çeşitli eyâlet lerinde dahi _valilik görevlerini ifâ et miş bulunan bu âilenin bazı fertlerinin Türkçe eserler verdikleri de unutulma malıdır. Bu âilenin bakiyyesinin XX. asır başlarında İstanbul’a yerleşmiş bu lundukları da tesbit edilmiş bulunmak tadır. (Bu ifadeyi müdafaa eder mahi yette bk. Sieill-i Osmanî, c. I, s. 362; Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı, s. 2526). Şam şehrinin önemine binaen yapı lan ciddî bir çalışma, Abdülkerim Refik tarafından hazırlanmış (The Province of Damascus, 1723-1783, Beyrut 1966), ancak Osmanlı arşivleri ihmal olunmuş tu. Bu defaki telif mezkûr arşivlere ge niş yer vermekle büyük bir eksikliği te lâfi etmiştir. Nitekim, Kari K. Barbir, Şam’da Osmanlı idaresinin işleyişini, imparatorluğun inkırazı sırasında Şam’ daki durumu arşivlerden elde ettiği bil gilerle izah etmeğe çalışmıştır. Böylece müellifin esas hedefi Osmanlı idare sinin Şam’daki yerini tesbit olmuştur. Bu çalışma Nasuh Paşa’nın valiliği sı rasında (1708-14) şehirde başladığı ıs lahat çalışmalarıyla başlayıp, bedevile rin hac kervanına hücumları ile sınır landırılmıştır. Eser, başlıca giriş, üç bölüm ve bir ilâve bölümden teşekkül etmektedir.' Bi rinci bölümde, Şam valüerinin tayinleri, takip edilen usuller, yapılan değişiklik ler ve vezirlerin durumları kaynak ve vesikalara müracaatla anlatılmaktadır. Müellif, bu kısımda eyalet valilerinin fonksiyonlarına da genel mahiyette te mas ederek bizi aydınlatmaktadır. Bun dan başka, Şam valilerinin imparator luk ordusuna seferler esnasındaki insan ve para yardımları vesikalarla açıklan maya çalışılmıştır. Bu bölüm, Azm-zâde âilesinin menşei hakkında çeşitli fikir lerin öne sürülmesi üe son bulmaktadır. İkinci bölüm, Osmanlı Devleti’nin kendisine muhalif güçler olarak Şam’ da görülen mahallî kuvvetler (yerli kul ları) ve müteakiben imparatorluğun ka pı kullarını buraya yerleştirmesi konu edilmiştir. Şam’m imparatorluk merke zinden uzaklığı ve devlet "otoritesinin giderek zayıflamasiyle bu şehirde baş gösteren yeni bir kuvvet de ayanlık müessesesi olmuştur. Yazar bu müesse se hakkında tanıtıcı mahiyette bilgiler vererek okuyucuları bu konuda aydın latarak da faydalı olmuştur. Yeniçerile rin durumu incelenirken, Suriye’deki ye ni güçler ve zaman zaman Anadolu’da zuhur eden celâlilere yardımlar konu K ÎT  B İY A T edilmiştir. Bu bölüm, yapılmış etüdler yarımda, arşiv kaynaklarından da isti fade edüerek tatminkâr bilgiler ver mektedir. Bu bölüm çeşitli göçebe ka bilelerin (Arap, Kür d ve Türkmen) du rumlarını inceliyerek son bulmaktadır. Üçüncü ve son bölüm, hac yolu için Şam ve civarına düşen görevler tefer ruatlı bir şekilde tasvir edilmektedir. Hacıların emniyet içinde gidip-gelmeleri bilhassa Suriye’de selâmetle yol ala bilmeleri Osmanlı Devleti’nin ve sulta nın itibarı addediliyordu. Bu sebeple Şam eyâleti ve eyâlet idarecileri mer kezden özel bir alâka görmüşlerdir. An cak, devletin bu güveninin sarsıldığı 451 devrelerde çeşitli tedbirlerin alındığını da eserden görmekteyiz. Devletin hac yolunun açık ve emniyet içinde bulun durulması için hiç bir fedakârlıktan ka çınmadığını menzillerin ve kervansa rayların yapıldığını görüyoruz. Bu meyanda cerdecilik müessesesinin de eser de yer aldığı görülmektedir. Müellif so nuç kısmını bağladıktan sonra arşiv kaynakları kullanarak çeşitli tablolarla eserini zenginleştirmiştir. Eser, bütünüyle sadece bir Şam ta rihi olmayıp Suriye’nin bu devirdeki du rumu ile hac yolunun ve ticarî münase betlerin tarihine ışık tutacak mahiyette olup, takdire şayandır. Mücteba İl gürel
Similar documents
Die Deutschen an der
Özyüksel, Cemil Koçak und Veli Yılmaz. Zur sozialen und kulturellen deutschen Präsenz zwischen 1870 und 1918, dem Zeitraum, der uns hier v.a. interessiert, gibt es akademische Publikationen allerdi...
More informationkonya ili, taşkent ilçesi ve köyleri ağzı
ilçedir. Tarihte “Pirlerganda, Pirlerkondu, Pirlonda, Kariye-i Kondu” gibi isimlerle anılan ilçe, 1930 yılında Konya valisi İsmail İzzet Bey tarafından Taşkent olarak isimlendirilmiş ve daha sonral...
More informationDie BUCHSTAVIER - Das Dosierte Leben
- Dies ist Werner Rabus gewidmet, der uns frei Haus diese Buchstabenkombinationen errechnete und lieferte. - Dies ist Jochen Kunzmann gewidmet, der – inspiriert durch DDL 75 – derart intensiv diese...
More information