Tam Metin - Marmara Medical Journal
Transcription
Tam Metin - Marmara Medical Journal
2008 , Cilt 21, Sayı 1 ISSN: 1309‐9469 Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi Editör Prof. Dr. Mithat Erenus Koordinatörler Seza Arbay, MA Dr. Vera Bulgurlu Editörler Kurulu Prof. Dr. Mehmet Ağırbaşlı Prof. Dr. Serpil Bilsel Prof. Dr. Safiye Çavdar Prof. Dr. Tolga Dağlı Prof. Dr. Haner Direskeneli Prof. Dr. Kaya Emerk Prof. Dr. Mithat Erenus Prof. Dr. Zeynep Eti Prof. Dr. RainerVV. Guillery Prof. Dr. Oya Gürbüz Prof. Dr. Hande Harmancı Prof. Dr. Hızır Kurtel Prof. Dr. Ayşe Özer Prof. Dr. Tülin Tanrıdağ Prof. Dr. Tufan Tarcan Prof. Dr. Cihangir Tetik Prof. Dr. Ferruh Şimşek Prof. Dr. Dr. Ayşegül Yağcı Prof. Dr. Berrak Yeğen Doç. Dr. İpek Akman Doç. Dr. Gül Başaran Doç. Dr. Hasan Batırel Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Doç. Dr. Şule Çetinel Doç. Dr. Mustafa Çetiner Doç. Dr. Arzu Denizbaşı Doç. Dr. Gazanfer Ekinci Doç. Dr. Dilek Gogas Doç. Dr. Sibel Kalaça Doç. Dr. Atila Karaalp Doç. Dr. Bülent Karadağ Doç. Dr. Handan Kaya Doç. Dr. Gürsu Kıyan Doç. Dr. Şule Yavuz Asist. Dr. Asım Cingi Asist. Dr. Arzu Uzuner Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi T p Fakültesi Dergisi DERGİ HAKKINDA Marmara Medical Journal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yayımlanan multidisipliner ulusal ve uluslararası tüm tıbbi kurum ve personele ulaşmayı hedefleyen bilimsel bir dergidir. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, tıbbın her alanını içeren özgün klinik ve deneysel çalışmaları, ilginç olgu bildirimlerini, derlemeleri, davet edilmiş derlemeleri, Editöre mektupları, toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini , ayırıcı tanı, tanınız nedir başlıklı olgu sunumlarını, , ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz) ,toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve tıp gündemini belirleyen güncel konuları yayınlar. Periyodu: Marmara Medical Journal -Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi yılda 3 sayı olarak OCAK,MAYIS VE EKİM AYLARINDA yayınlanmaktadır. Yayına başlama tarihi:1988 2004 Yılından itibaren yanlızca elektronik olarak yayınlanmaktadır Yayın Dili: Türkçe, İngilizce eISSN: 1309-9469 Temel Hedef Kitlesi: Tıp alanında tüm branşlardaki hekimler, uzman ve öğretim üyeleri, tıp öğrencileri İndekslendiği dizinler: EMBASE - Excerpta Medica ,TUBITAK - Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu , Türk Sağlık Bilimleri İndeksi, Turk Medline,Türkiye Makaleler Bibliyografyası ,DOAJ (Directory of Open Access Journals) Makalelerin ortalama değerlendirme süresi: 8 haftadır Makale takibi -iletişim Seza Arbay Marmara Medical Journal (Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi) Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye cad No:.49 Haydarpaşa 34668, İSTANBUL Tel: +90 0 216 4144734 Faks: +90 O 216 4144731 e-posta: [email protected] Yayıncı Plexus BilişimTeknolojileri A.Ş. Tahran Caddesi. No:6/8, Kavaklıdere, Ankara Tel: +90 0 312 4272608 Faks: +90 0312 4272602 Yayın Hakları: Marmara Medical Journal ‘in basılı ve web ortamında yayınlanan yazı, resim, şekil, tablo ve uygulamalar yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir vasıtayla basılamaz. Bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydıyla özetleme ve alıntı yapılabilir. www.marmaramedicaljournal.org Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi YAZARLARA BİLGİ Marmara Medical Journal – Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisine ilginize teşekkür ederiz. Derginin elektronik ortamdaki yayınına erişim www.marmaramedicaljournal.org adresinden serbesttir. Marmara Medical Journal tıbbın klinik ve deneysel alanlarında özgün araştırmalar, olgu sunumları, derlemeler, davet edilmiş derlemeler, mektuplar, ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz), editöre mektup , toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini yayınlamaktadır. Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir.Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir. Değerlendirme süreci Dergiye gönderilen yazılar, ilk olarak dergi standartları açısından incelenir. Derginin istediği forma uymayan yazılar, daha ileri bir incelemeye gerek görülmeksizin yazarlarına iade edilir. Zaman ve emek kaybına yol açılmaması için, yazarlar dergi kurallarını dikkatli incelemeleri önerilir. Dergi kurallarına uygunluğuna karar verilen yazılar Editörler Kurulu tarafından incelenir ve en az biri başka kurumdan olmak üzere iki ya da daha fazla hakeme gönderilir. Editör, Kurulu yazıyı reddetme ya da yazara(lara) ek değişiklikler için gönderme veya yazarları bilgilendirerek kısaltma yapmak hakkına sahiptir. Yazarlardan istenen değişiklik ve düzeltmeler yapılana kadar, yazılar yayın programına alınmamaktadır. Marmara Medical Journal gönderilen yazıları sadece online olarak http://marmaramedicaljournal.org/submit. adresinden kabul etmektedir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir. Marmara Medical Journal yazıların bilimsel sorumluluğunu kabul etmez. Makale yayına kabul edildiği takdirde Yayın Hakkı Devir Formu imzalanıp dergiye iletilmelidir. Gönderilen yazıların dergide yayınlanabilmesi için daha önce başka bir bilimsel yayın organında yayınlanmamış olması gerekir. Daha önce sözlü ya da poster olarak sunulmuş çalışmalar, yazının başlık sayfasında tarihi ve yeri ile birlikte belirtilmelidir. Yayınlanması için başvuruda bulunulan makalelerin, adı geçen tüm yazarlar tarafından onaylanmış olması ve çalışmanın başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayınlanmak üzere değerlendirmede olmaması gerekmektedir. Yazının son halinin bütün yazarlar tarafından onaylandığı ve çalışmanın yürtüldüğü kurum sorumluları tarafından onaylandığı belirtilmelidir.Yazarlar tarafından imzalanarak onaylanan üst yazıda ayrıca tüm yazarların makale ile ilgili bilimsel katkı ve sorumlulukları yer almalı, çalışma ile ilgili herhangi bir mali ya da diğer çıkar çatışması var ise bildirilmelidir.( * ) ( * ) Orijinal araştırma makalesi veya vaka sunumu ile başvuran yazarlar için üst yazı örneği: "Marmara Medical Journal'de yayımlanmak üzere sunduğum (sunduğumuz) "…-" başlıklı makale, çalışmanın yapıldığı laboratuvar/kurum yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Bu çalışma daha önce başka bir dergide yayımlanmamıştır (400 sözcük – ya da daha az – özet şekli hariç) veya yayınlanmak üzere başka bir dergide değerlendirmede bulunmamaktadır. Yazıların hazırlanması Derginin yayın dili İngilizce veya Türkçe’dir. Türkçe yazılarda Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (http://tdk.org.tr) esas alınmalıdır. Anatomik terimlerin ve diğer tıp terimlerinin adları Latince olmalıdır. Gönderilen yazılar, yazım kuralları açısından Uluslararası Tıp Editörleri Komitesi tarafından hazırlanan “Biomedikal Dergilere Gönderilen Makalelerde Bulunması Gereken Standartlar “ a ( Uniform Requirements For Manuscripts Submittted to Biomedical Journals ) uygun olarak hazırlanmalıdır. (http://www. ulakbim.gov.tr /cabim/vt) Makale içinde kullanılan kısaltmalar Uluslararası kabul edilen şeklide olmalıdır (http..//www.journals.tubitak.gov.tr/kitap/ma www.marmaramedicaljournal.org knasyaz/) kaynağına başvurulabilir. Birimler, Ağırlıklar ve Ölçüler 11. Genel Konferansı'nda kabul edildiği şekilde Uluslararası Sistem (SI) ile uyumlu olmalıdır. Makaleler Word, WordPerfect, EPS, LaTeX, text, Postscript veya RTF formatında hazırlanmalı, şekil ve fotoğraflar ayrı dosyalar halinde TIFF, GIF, JPG, BMP, Postscript, veya EPS formatında kabul edilmektedir. Yazı kategorileri Yazının gönderildiği metin dosyasının içinde sırasıyla, Türkçe başlık, özet, anahtar sözcükler, İngilizce başlık, özet, İngilizce anahtar sözcükler, makalenin metini, kaynaklar, her sayfaya bir tablo olmak üzere tablolar ve son sayfada şekillerin (varsa) alt yazıları şeklinde olmalıdır. Metin dosyanızın içinde, yazar isimleri ve kurumlara ait bilgi, makalede kullanılan şekil ve resimler olmamalıdır. Özgün Araştırma Makaleleri Türkçe ve İngilizce özetler yazı başlığı ile birlikte verilmelidir. (i)özetler: Amaç (Objectives), Gereç ve Yöntem (Materials and Methods) ya da Hastalar ve Yöntemler (Patients and Methods), Bulgular (Results) ve Sonuç (Conclusion) bölümlerine ayrılmalı ve 200 sözcüğü geçmemelidir. (ii) Anahtar Sözcükler Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) ‘e uygun seçilmelidir. Yazının diğer bölümleri, (iii) Giriş, (iv) Gereç ve Yöntem / Hastalar ve Yöntemler, (v) Bulgular, (vi) Tartışma ve (vii) Kaynaklar'dır. Başlık sayfası dışında yazının hiçbir bölümünün ayrı sayfalarda başlatılması zorunluluğu yoktur. Maddi kaynak , çalışmayı destekleyen burslar, kuruluşlar, fonlar, metnin sonunda teşekkürler kısmında belirtilmelidir. Olgu sunumları İngilizce ve Türkçe özetleri kısa ve tek paragraflık olmalıdır. Olgu sunumu özetleri ağırlıklı olarak mutlaka olgu hakkında bilgileri içermektedir. Anahtar sözcüklerinden sonra giriş, olgu(lar) tartışma ve kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derleme yazıları İngilizce ve Türkçe başlık, İngilizce ve Türkçe özet ve İngilizce ve Türkçe anahtar kelimeler yer almalıdır. Kaynak sayısı 50 ile sınırlanması önerilmektedir. Kaynaklar Kaynaklar yazıda kullanılış sırasına göre numaralanmalıdır. Kaynaklarda verilen makale yazarlarının sayısı 6 dan fazla ise ilk 3 yazar belirtilmeli ve İngilizce kaynaklarda ilk 3 yazar isminden sonra “ et al.”, Türkçe kaynaklarda ise ilk 3 yazar isminden sonra “ ve ark. “ ibaresi kullanılmalıdır. Noktalamalara birden çok yazarlı bir çalışmayı tek yazar adıyla kısaltmamaya ve kaynak sayfalarının başlangıç ve bitimlerinin belirtilmesine dikkat edilmelidir. Kaynaklarda verilen dergi isimleri Index Medicus'a (http://www.ncbi.nim.nih.gov/sites/entrez/qu ery.fcgi?db=nlmcatalog) veya Ulakbim/Türk Tıp Dizini’ne uygun olarak kısaltılmalıdır. Makale: Tuna H, Avcı Ş, Tükenmez Ö, Kokino S. İnmeli olguların sublukse omuzlarında kas-sinir elektrik uyarımının etkinliği. Trakya Univ Tıp Fak Derg 2005;22:70-5. Kitap: Norman IJ, Redfern SJ, (editors). Mental health care for elderly people. New York: Churchill Livingstone, 1996. Kitaptan Bölüm: Phillips SJ, Whisnant JP Hypertension and stroke. In: Laragh JH, Brenner BM, editors. Hypertension: Pathophysiology, Diagnosis, and Management. 2nd ed. New York: Raven Pres, 1995:465-78. Kaynak web sitesi ise: Kaynak makalerdeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak web sitesi adresi ve erişim tarihi bildirilmelidir. Kaynak internet ortamında basılan bir dergi ise: Kaynak makaledeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak URL adresi ve erişim tarihi verilmelidir. Kongre Bildirileri: Bengtsson S, Solheim BG. Enforcement of data protection, privacy and security in medical informatics. In: Lun KC, Degoulet P, Piemme TE, Rienhoff O, editors. MEDINFO 92. Proceedings of the 7th World Congress on Medical Informatics; 1992 Sep 6-10; Geneva, Switzerland. Amsterdam: North-Holland; 1992:1561-5. Tablo, şekil, grafik ve fotoğraf Tablo, şekil grafik ve fotoğraflar yazının içine yerleştirilmiş halde gönderilmemeli. Tablolar, her sayfaya bir tablo olmak üzere yazının gönderildiği dosya içinde olmalı ancak yazıya ait şekil, grafik ve fotografların her biri ayrı bir imaj dosyası (jpeg yada gif) olarak gönderilmelidir. www.marmaramedicaljournal.org Tablo başlıkları ve şekil altyazıları eksik bırakılmamalıdır. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna yazılmalıdır. Tablo, şekil ve grafiklerin numaralanarak yazı içinde yerleri belirtilmelidir. Tablolar yazı içindeki bilginin tekrarı olmamalıdır. Makale yazarlarının, makalede eğer daha önce yayınlanmış alıntı yazı, tablo, şekil, grafik, resim vb var ise yayın hakkı sahibi ve yazarlardan yazılı izin almaları ve makale üst yazısına ekleyerek dergiye ulaştırmaları gerekmektedir. Tablolar Metin içinde atıfta bulunulan sıraya göre romen rakkamı ile numaralanmalıdır. Her tablo ayrı bir sayfaya ve tablonun üst kısmına kısa ancak anlaşılır bir başlık verilerek hazırlanmalıdır. Başlık ve dipnot açıklayıcı olmalıdır. Sütun başlıkları kısa ve ölçüm değerleri parantez içinde verilmelidir. Bütün kısaltmalar ve semboller dipnotta açıklanmalıdır. Dipnotlarda şu semboller: (†‡¶§) ve P değerleri için ise *, **, *** kullanılmalıdır. SD veya SEM gibi istatistiksel değerler tablo veya şekildin altında not olarak belirtilmelidir. Grafik, fotoğraf ve çizimler ŞEKİL olarak adlandırılmalı, makalede geçtiği sıraya gore numaralanmalı ve açıklamaları şekil altına yazılmalıdır Şekil alt yazıları, ayrıca metinin son sayfasına da eklenmelidir. Büyütmeler, şekilde uzunluk birimi (bar çubuğu içinde) ile belirtilmelidir. Mikroskopik resimlerde büyütme oranı ve boyama tekniği açıklanmalıdır. Etik Marmara Medical Journal’a yayınlanması amacı ile gönderilen yazılar Helsinki Bildirgesi, İyi Klinik Uygulamalar Kılavuzu,İyi Laboratuar Uygulamaları Kılavuzu esaslarına uymalıdır. Gerek insanlar gerekse hayvanlar açısından etik koşullara uygun olmayan yazılar yayınlanmak üzere kabul edilemez. Marmara Medical Journal, insanlar üzerinde yapılan araştırmaların önceden Araştırma Etik Kurulu tarafından onayının alınması şartını arar. Yazarlardan, yazının detaylarını ve tarihini bildirecek şekilde imzalı bir beyan ile başvurmaları istenir. Çalışmalar deney hayvanı kullanımını içeriyorsa, hayvan bakımı ve kullanımında yapılan işlemler yazı içinde kısaca tanımlanmalıdır. Deney hayvanlarında özel derişimlerde ilaç kullanıldıysa, yazar bu derişimin kullanılma mantığını belirtmelidir. İnsanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmaların sonuçlarını bildiren yazılarda, Kurumsal Etik Kurul onayı alındığını ve bu çalışmanın yapıldığı gönüllü ya da hastalara uygulanacak prosedürlerin özelliği tümüyle kendilerine anlatıldıktan sonra, onaylarının alındığını gösterir cümleler yer almalıdır. Yazarlar, bu tür bir çalışma söz konusu olduğunda, uluslararası alanda kabul edilen kılavuzlara ve TC. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen ve 28 Aralık 2008 tarih ve 27089 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Klinik araştırmaları Hakkında Yönetmelik" ve daha sonra yayınlanan 11 Mart 2010 tarihli resmi gazete ve 25518 sayılı “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapıldığına Dair Yönetmelik” hükümlerine uyulduğunu belirtmeli ve kurumdan aldıkları Etik Komitesi onayını göndermelidir. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar için de gereken izin alınmalı; yazıda deneklere ağrı, acı ve rahatsızlık verilmemesi için neler yapıldığı açık bir şekilde belirtilmelidir. Hasta kimliğini tanıtacak fotoğraf kullanıldığında, hastanın yazılı onayı gönderilmelidir. Yazı takip ve sorularınız için iletişim: Seza Arbay Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye Caddesi, No: 49, Haydarpaşa 34668, İstanbul Tel:+90 0 216 4144734 Faks:+90 0 216 4144731 e-posta: [email protected] www.marmaramedicaljournal.org İÇİNDEKİLER Orjinal Araştırma GRANULOCYTE COLONY STIMULATING FACTOR AMELIORATES RADIATIONINDUCED MORPHOLOGICAL DESTRUCTION OF INTESTINAL MUCOSA IN RATS Beste M. Atasoy, Mine Güngör-Güllüoğlu, Ufuk Abacıoğlu, Mustafa Deniz, Meriç Şengöz Berrak Yeğen………………………………………………………………………………………….………….…1 IS DIAGNOSTIC LAPAROSCOPY ABSOLUTELY INDICATED IN INFERTILITY? Recep Yıldızhan, Necdet Süer…………….......................................................................................………7 RADIOTHERAPY AS THE PRIMARY AND PALLIATIVE TREATMENT FOR 75 YEARS AND OLDER PATIENTS WITH LOCALLY ADVANCED AND METASTATIC NON-SMALL CELL LUNG CANCER: ANALYSIS OF 45 CASES WITH A REVIEW OF THE LITERATURE Görkem Aksu, Merdan Fayda, Mert Saynak, Esra Kaytan Saglamer, Ethem Nezih Oral, Ahmet Kizir, Ahmet Karadeniz…………………………………………………………………………………………...…..…11 IN VITRO EFFECTS OF INTRAVENOUS PROPOFOL INFUSION ON CYTOKINE GENE EXPRESSION IN RATS Emel Özveren, Feyza İnci, Rüya Göz, F. Yılmaz Göğüş, Mustafa Deniz……………………..….………..21 RETROSPECTIVE EVALUATION POISONING PATIENTS IN EMERGENCY DEPARTMENT Onur Yeşil, Haldun Akoğlu, Özge Onur, Özlem Güneysel…………………………………………………..26 SATISFACTION LEVELS OF HOSPITALIZED PATIENTS IN A UNIVERSITY HOSPITAL IN ISTANBUL Muhammed Fatih Önsüz, Ahmet Topuzoğlu, Utku Can Cöbek, Sercan Ertürk, Fatma Yılmaz Selim Birol…………………………………………………………………………………………………………33 IATROGENIC INJURIES RESULTING IN INCIDENTAL SPLENECTOMY, WHAT LIES BENEATH? Ünal Aydın, Pınar Yazıcı, Alper Uğuz, Murat Sözbilen, Sinan Ersin, Hasan Kaplan………………..…50 Olgu Sunumu BRUCELLA EPIDIDYMO-ORCHITIS AS THE FIRST PRESENTING SIGN OF BRUCELLOSIS: A CASE REPORT AND REVIEW OF THE LITERATURE Yılören Tanıdır, Abdülkadir Gümrah, Cem Akbal, Tufan Tarcan…………………………….……………56 DOUBLE INTRAUTERINE DEVICE: PRESENTED WITH PROTRUDING URETHRAL STONE Engin Kandıralı, Mehmet Ata Topcuoglu, Atilla Semerciöz, Ahmet Metin…………………………….…61 INTRASCROTAL EXTRATESTICULAR NEUROFIBROMA: A CASE REPORT Fikret Erdemir, Bekir Süha Parlaktas, Nihat Uluocak, Nurper Onuk Filiz, Berat Acu, Reşit Doğan Köseoğlu, Başar Sarıkaya……………..………………………………………………………………………...64 THE ISOLATION OF FUSARIUM SPOROTRICHIOIDES FROM A DIABETIC FOOT WOUND SAMPLE AND IDENTIFICATION Mustafa Özyurt, Nurittin Ardıç, Kadir Turan, Şenol Yıldız, Oğuz Özyaral, Uğur Demirpek Tuncer Haznedaroğlu, Türkan Yurdun………………………………………………………………...………68 ANESTHETIC MANAGEMENT OF PATIENT WITH PRE-DIAGNOSED ZELLWEGER SYNDROME DURING THE MAGNETIC RESONANCE IMAGING Berrin Işık, Hande Arpacı, Gözde Karaca, Ömer Kurtipek.……………………………………………..…73 PARADOXICAL MYOCARDIAL INFARCTION REVISITED Rasih Atilla Ener, Behnam Bozorgnia, Babak Bozorgnia…………………………………………………..76 Derleme SOLID ORGAN (KIDNEY, LIVER, PANCREAS-KIDNEY, HEART, LUNG AND HEARTLUNG) TRANSPLANTATIONS AND PREGNANCY Yusuf Yıldırım, Seyhan Sönmez, Emrah Toz, Murat İnal, Ahmet Aykas, Adam Uslu…………………....79 CONGENITAL TOXOPLASMA GONDII INFECTION Nazan Dalgıç………………………………………………………………………………………….…………..89 PATHOPHYSIOLOGY OF ALS: WHAT AND HOW MUCH DO WE KNOW? Kayıhan Uluç, Barış İşak, Tülin Tanrıdağ, Önder Us………………………………………………...……102 ORIGINAL RESEARCH GRANULOCYTE COLONY STIMULATING FACTOR AMELIORATES RADIATIONINDUCED MORPHOLOGICAL DESTRUCTION OF INTESTINAL MUCOSA IN RATS Beste M. Atasoy1, Mine Güngör-Güllüoğlu2, Ufuk Abacıoğlu1, Mustafa Deniz3, Meriç Şengöz4, Berrak Yeğen5 1 Marmara University, School of Medicine, Department of Radiation Oncology, Istanbul, Türkiye Istanbul University, Istanbul Faculty of Medicine, Department of Pathology, Istanbul, Türkiye 3 Pakize Tarzi Laboratory, Istanbul, Türkiye 4Acıbadem Kozyatağı Hospital, Radiotherapy Centre, Istanbul, Türkiye 5Marmara University, School of Medicine, Department of Physiology, Istanbul, Türkiye 2 ABSTRACT Objective: We aimed to evaluate whether prophylactic administration of granulocyte colony-stimulating factor (G-CSF) has a protective effect on the morphology of irradiated intestinal mucosa. Methods: Twenty-three animals were divided into 4 groups: saline-treated control and G-CSF-injected control groups, irradiated group with saline injection and irradiated and G-CSF administered group. G-CSF (100µg/kg/day) was given subcutaneously for four consecutive days. Twelve hours after the fourth injection, under anaesthesia a single pelvic dose of 14 Gy ionising radiation was given to the irradiated groups, while the control groups were not irradiated. On the fourth day of irradiation or sham-radiation, the rats were sacrificed and terminal ileum and rectum samples were removed for histological assessment of mucosal injury. Results: Terminal ileum samples from both G-CSF treated and saline-treated control groups revealed minimum scores. In the saline-treated IR group, the score was significantly elevated as compared to either control group. However, G-CSF administration preceding the irradiation, reduced the severity of mucosal damage. On the other hand, the increased scores in the rectum samples of irradiated rats treated with either saline or G-CSF were not different from each other. Conclusion: Prophylactic administration of G-CSF might reduce ionising radiation-induced mucosal destruction of the terminal ileum, but not of the rectum. Keywords: Ionising radiation, G-CSF, Inflammation, Intestinal injury İletişim Bilgileri: Beste M. Atasoy, M.D. Marmara University, School of Medicine, Department of Radiation Oncology, Altunizade, Istanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 1 Marmara Medical Journal 2008;21(1);001-006 Marmara Medical Journal 2008;21(1);001-006 Beste M. Atasoy, et al. Granulocyte colony stimulating factor ameliorates radiation-induced morphological destruction of intestinal mucosa in rats GRANÜLOSİT KOLONİ STİMÜLAN FAKTÖR SIÇANLARDA RADYASYONA BAĞLI GELİŞEN İNCE BARSAK MUKOZA HASARINI AZALTIR ÖZET Amaç: Profilaktik olarak uygulanan G-CSF’nin, radyasyona bağlı akut dönemde intestinal mukozada gelişen hasarı azaltmadaki rolü araştırıldı. Yöntem: Wistar-Albino türü dişi sıçanlar fizyolojik tuzlu su (FTS) öntedavisi veya G-CSF öntedavisi verilen kontrol grupları ile FTS tedavisi verilmesinin ardından radyasyon uygulanan ve radyasyon öncesi G-CSF uygulanan gruplar olmak üzere 4 gruba ayrıldı. G-CSF öntedavisi alan iki grupta sıçanlara G-CSF (100µg/kg/gün) 4 gün boyunca deri altından uygulandı. Son ilaç uygulamasından 12 saat sonra sıçanların yarısına, anestezi altında pelvik alana tek doz 14 Gy radyasyon verildi. FTS veya G-CSF verilen kontrol gruplarındaki sıçanlara ise radyasyon uygulanmadı. Bütün sıçanlar ışınlamadan sonraki 4. günün başında dekapite edildi, terminal ileum ve rektumdan alınan örnekler mikroskopik olarak değerlendirildi. Bulgular: Terminal ileum örnekleri incelendiğinde, G-CSF uygulanan kontrol grubu ile FTS uygulanmış kontrol grupları arasında anlamlı bir fark yoktu. Işınlanan gruplardan FTS verilen radyasyon grubundaki skor tüm gruplara gore anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Buna karşılık, G-CSF uygulanan grupta bu skorun anlamlı olarak düşük olduğu gözlendi. G-CSF uygulanan ve FTS uygulanan radyasyon gruplarının rektum örnekleri arasında ise mikroskopik hasar açısından anlamlı bir değişiklik oluşmadı. Sonuç: Deneysel çalışmamız, iyonizan radyasyon öncesi G-CSF uygulanmasının terminal ileum mukozasının morfolojik yapısının korunmasında etkili olduğunu, ancak aynı etkinin rektumda oluşmadığını göstermektedir. Anahtar Kelimeler: İyonizan radyasyon, G-CSF, İnflamasyon, İncebarsak hasarı against the bacterial translocation6. Additionally, G-CSF was previously used for prophylaxis of sepsis in surgical intensive care patients7,8,. Furthermore, clinical trials approved the healing effect of G-CSF on chemo- and radiotherapy-induced oral mucositis9. Nevertheless, no previously published data exist testing the efficacy of GCSF on irradiated bowel, either as a protective or therapeutic treatment modality. INTRODUCTION Normal tissue side effects of ionising radiation may restrict the curative doses of application on malignant tissues in routine clinical practice. Despite the advances in radiotherapy techniques and new supporting strategies, acute and consequential late side effects may not be ameliorated properly and this may affect the patients` quality of life following radiotherapy1,2. Since maximum tumour control is required with less toxic treatments in order to achieve a good state of the art in cancer therapy, understanding the mechanisms of radiation-induced toxicity on the gastrointestinal system and its management is crucial3,4. The present study tested whether prophylactic administration of G-CSF may reduce radiation-induced morphological damage in the intestinal mucosae of rats that had received pelvic irradiation. For this purpose, we evaluated the extent of mucosal damage on the histological samples obtained from the terminal ileum and rectum. Granulocyte colony stimulating factor (GCSF), a 20 kd cytokine producing by bone marrow, stimulates the granulopoiesis, increases the circulating polymorphonuclear leukocytes (PMN) and is currently used for different purposes in clinical practise5. It lessens the inflammatory reactions on the gastrointestinal mucosa in experimental inflammatory bowel disease and may play a role in the enhancement of host defence MATERIAL AND METHOD This study was approved by The Animal Care and Use Committee of our faculty. Female Wistar-Albino rats (180-280g) were used for all experiments and were kept at a constant temperature (20 ± 2 ºC) and photoperiod (12 h 2 Marmara Medical Journal 2008;21(1);001-006 Beste M. Atasoy, et al. Granulocyte colony stimulating factor ameliorates radiation-induced morphological destruction of intestinal mucosa in rats light: 12 h dark). They were allowed free access to regular rat chow and water. oedema in lamina propria. Each parameter was given a score from 0 to 3, where the maximum score was 18. Twenty-three animals were divided randomly into 4 groups: control (n=5), saline-treated irradiation group (IR) (n=6), G-CSF-treated control group (n=6), and G-CSF-treated IR group (n=6), respectively. The animals were treated subcutaneously with either saline or G-CSF (100µg/kg/day; r-metHuG-CSF; Neupogen® 30MU, Roche) for four days, subcutaneously. Twelve hours after the fourth injection, the rats were exposed to ionising radiation. Initially, the animals were anaesthetised with ketamine (100mg/kg i.p.). Then, each time, 4 rats were placed on a rectangular board (40x10cm) in supine position and were irradiated covering the pelvic organs. Irradiation was performed with linear accelerator (LINAC, Saturne 42 GE) producing 6 MV photons at a focus-skin distance of 100cm. Each animal received a single dose of 14 Gy to the pelvic region. Following the radiation procedure, the animals were then returned to their home cages. On the other hand, both saline and GCSFtreated control groups were anaesthetised and immobilised without irradiation. All animals were sacrificed on the fourth day at the 72nd hour of irradiation or sham-irradiation. Samples from the terminal ileum and rectum were removed immediately for histological analysis. Statistical analysis Data analyses were done using the SPSS (v10.0). The group means ± SE were used and comparison of the groups was made with oneway ANOVA (the analysis of variance) followed by Tukey post-hoc test and the significance level was set at p<0.05. RESULTS In the saline-treated and G-CSF-treated control groups, normal epithelial and mucosal structure in the terminal ileum was observed. In the saline-treated control (4.60±0.60) and G-CSF-treated control (2.83±0.32) groups, the obtained scores were due to increased PNL accumulation and oedema in the lamina propria, rather than radiation-induced damage (Figure 1). However, in the saline-treated IR group, the light microscopic appearance of the terminal ileum showed severe denudation of apical surface epithelium and decrease of mucosal height, increased mucus depletion, PNL and oedema (Figure 2A). On the other hand, these effects were mild and the normal epithelial structure was maintained in the GCSF-treated IR group (Figure 2B). The histological analysis of the samples from the saline-treated IR group revealed that the scores were the highest (8.0±1.13) as compared with the other groups (p<0.01), and this score was reduced back to control levels in the G-CSF-treated irradiated rats (3.80±0.73; p=0.03) (Figure 1). Histological Analysis Samples were taken randomly from each animal and they were examined for histological assessment. All samples from the terminal ileum and rectum were fixed in normal 10% buffered formalin solution, dehydrated in ascending alcohol series and embedded in paraffin wax. They were stained with Haematoxylin and Eosin for general morphology. Light microscopic examination was performed by a pathologist (MGG) who was blind to the coding of the specimens. A semi-quantitative evaluation was made according to the following parameters: a) cryptic distortion, b) epithelial denudation and erosion, c) reduction in mucus production, d) degree of polymorphonuclear cell (PNL) infiltration and e) degree of In the rectum samples of the control groups, regular rectal mucosa was observed. On the other hand, in the saline-treated irradiated group, denudation of the rectal mucosa, accumulation of PNL, amount of mucus and oedema were comparatively less with respect to the terminal ileum samples of the same irradiated groups (data not shown). However, neither the extent of histologically apparent distortion of the morphology, nor the histological scores in the irradiated groups treated with either saline (6.50±0.67) or GCSF (6,67±0,67), differed from each other. 3 Marmara Medical Journal 2008;21(1);001-006 Beste M. Atasoy, et al. Granulocyte colony stimulating factor ameliorates radiation-induced morphological destruction of intestinal mucosa in rats Figure 1: Histological scores of the (A) ileal and (B) rectal mucosae of saline-pretreated, G-CSF-pretreated rats that received pelvic irradiation, as compared to non-radiated rats treated with saline or G-CSF. *p<0.05, compared to saline-treated irradiated group; ++p<0.01 compared to saline-treated irradiated group. Figure 2: The micrographs showing the ileal mucosa of saline-pretreated (A) and GCSF-pretreated (B) rats that had received pelvic irradiation. DISCUSSION diarrhoea, rectal pain, bleeding, stricture or fistulae3,4. Reducing the acute side effects in radiotherapy increases the patients` quality of life and administering the normal tissue protectors during treatment is one possible Gastrointestinal tract injury during pelvic irradiation is observed in clinical practice with an incidence of 5 to 50 % and the symptoms show a broad spectrum like 4 Marmara Medical Journal 2008;21(1);001-006 Beste M. Atasoy, et al. Granulocyte colony stimulating factor ameliorates radiation-induced morphological destruction of intestinal mucosa in rats way to diminish the acute effects of radiotherapy2,10,11. In this experimental study, we used G-CSF, a glycoprotein that acts as a neutrophil precursor promoter, to protect the normal tissue, administering it prior to the occurrence of radiation-induced injury. We observed that G-CSF significantly decreased the radiation-induced erosion on the gastrointestinal mucosa of the terminal ileum. However, the pre-treatment had no protective effect on the rectal mucosa. ionises water into reactive oxygen species (ROS) like OH˙ and H˙ and these agents are responsible for cell and tissue damage. This is called the `indirect effect`17. On the other hand, neutrophils carry and release mediators such as interleukin (IL)-8 and ROS on pathogens for effective killing. Although leukocyte infiltration and accumulation in irradiated normal tissues are well described, the main consequences of neutrophilic infiltration are still not known. It may be a reason for parenchymal damage and vascular injury18. In the current study, the prophylactic administration of G-CSF supported the maintenance of epithelial structure against ionising radiation, suggesting that further stimulation of tissue neutrophil accumulation by G-CSF in the intestine may protect against radiation-induced mucosal injury. It appears likely that G-CSF inhibits the translocation of bacterial flora, which may become pathogenic as the mucosal barrier is broken down by irradiation. Furthermore, neutrophil influx established by G-CSF may also be effective against ROS-induced mucosal damage due to irradiation. One of the probable reasons for this protective effect of G-CSF is its inhibitory effect on the inflammatory response, which is triggered by irradiation via the participation of the bacterial flora. The well-documented major early histological changes following irradiation on the intestines are inhibition of mitoses in crypts, epithelial denudation, cryptic distortion and enhanced signs of inflammation12. Studies showed that early responses to irradiation might be physiological and triggering inflammation through direct activation of NF-κB may begin before the structural damage occurs13-15. Furthermore, the studies on both irradiated and inflammatory bowel samples show similar acute epithelial barrier dysfunction and this evidence addressed that normal intestinal flora may trigger the inflammatory response on the first line mechanisms5,13. Even in the very early stages, only ultrastructural changes may be responsible for the injured epithelial barrier, promoting the normal flora to become pathogen, which then recruits the inflammatory mediators. Therefore, induction of neutrophil influx before bacterial translocation takes place may decrease the damage14. Ağalar et al.16 have shown in a haemorrhagic shock model that prophylactic G-CSF usage may diminish the bacterial translocation incidence. Although we did not measure the amount of bacterial translocation, our results suggest that prophylactic administration of G-CSF might protect the irradiated tissue against the invasion of pathogen microorganisms and the associated inflammatory process. The results of the present study confirm that G-CSF maintains the intestinal mucosal structure when given as a pre-treatment before irradiation of the pelvic area. G-CSF stimulates the production of white blood cells and it is used in certain cancer patients to accelerate recovery from neutropenia after chemotherapy, allowing higher-intensity treatment regimens. Thus, it may be also relevant to expect G-CSF to support the radiotherapy as an adjuvant therapeutic. Nevertheless, further studies are required to investigate the exact mechanisms responsible for the protective effects of G-CSF. ACKNOWLEDGEMENT We thank our physicist Öznur Şenkesen and Zeynep Özen for their technical assisstance. REFERENCES 1. Ionising radiation and tissue interactions mostly includes oxidative stress. Radiation 5 Tait DM, Nahum AE, Meyer LC, et al. Acute toxicity in pelvic radiotherapy; a randomised trial of conformal Marmara Medical Journal 2008;21(1);001-006 Beste M. Atasoy, et al. Granulocyte colony stimulating factor ameliorates radiation-induced morphological destruction of intestinal mucosa in rats 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. versus conventional treatment. Radiat Oncol 1997; 42:121-136. Guren MG, Dueland S, Skovlund E, et al. Quality of life during radiotherapy for rectal cancer. Eur J Cancer 2003; 39: 587-594. Hauer-Jensen M, Wang J, Denham JW. Bowel injury: current and evolving strategies. Semin Radiat Oncol 2003; 13: 357-371. Denham JW, Hauer-Jensen M. The radiotherapeutic injury- a complex “wound”. Radiat Oncol 2002; 63: 129-145. Sung L, Dror Y. Clinical applications of granulocytecolony stimulating factor. Front Biosci 2007; 12: 19882002. Hommes DW, Meenan J, Dijkhuizen S, et al. Efficacy of recombinant granulocyte colony-stimulating factor (rhG-CSF) in experimental colitis. Clin Exp Immunol 1996; 106: 529-533. Wunderink RG, Leeper Jr KV, Schein R, et al. Filgrastim in Patients With Pneumonia Severe Sepsis or Septic Shock. Chest 2001; 119: 523-529. Busch CJ, Wanner GA, Menger MD, et al. Granulocyte colony-stimulating factor (G-CSF) reduces not only gram-negative but also gram-positive infectionassociated proinflammatory cytokine release by interaction between Kupffer cells and leukocytes. Inflamm Res 2004: 53; 205-210. Karthaus M, Rosenthal C, Ganser A. Prophylaxis and treatment of chemo- and radiotherapy-induced oral mucositis-are there new strategies? Bone Marrow Transplant 1999: 24; 1095-1108. 10. Rubenstein EB, Peterson DE, Shubert M, et al. Clinical practice guidelines for the prevention and treatment of cancer therapy- induced oral and gastrointestinal mucositis. Cancer 2004; 100: 2026-2046. 11. Kilic D, Egehan I, Ozenirler S, et al. Double-blinded, randomised, placebo-controlled study to evaluate the effectiveness of sulphasalazine in preventing acute gastrointestinal complications due to radiotherapy. Radiat Oncol 2000; 57:125-129. 12. Fajardo L-G LF, Morgan B, Anderson RE. Alimentary tract, small intestine, large intestine and anal canal. In: Radiatiom Pathology. First edition. New York: Oxford University Press: 2001 :228-247. 13. MacNaughton WK. Review article: new insights into the pathogenesis of radiation-induced intestinal dysfunction. Aliment Pharmacol Ther 2000; 14: 523-528. 14. Neish AS. The gut microflora and intestinal epithelial cells: a continuing dialogue. Microbes Infect 2002; 4:309-317. 15. Yeoh A, Gibson R, Yeoh E, et al. Radiation therapyinduced mucositis: Relationships between fractionated radiation, NF-κB, COX-1, and COX-2. Cancer Treat Rev 2006; 32: 645-651. 16. Ağalar F, Iskit AB, Ağalar C, et al. The effects of GCSF treatment and starvation on bacterial translocation in hemorrhagic shock. J Surg Res 1998; 78: 143-147. 17. Hall EJ, Giaccia AM. Physics and chemistry of radiation absorption. Chapter 1. In: Radiobiology for Radiologist. Sixth edition. Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins:2006. 11-14. 18. Quarmby S, Kumar P, Kumar S. Radiation-induced normal tissue injury. Role of adhesion molecules in leukocyte-endothelial cell interactions. Int J Cancer 1999; 82: 385-395. 6 ARAŞTIRMA YAZISI İNFERTİLİTEDE TANISAL LAPAROSKOPİ MUTLAK GEREKLİ MİDİR? Recep Yıldızhan, Necdet Süer SB Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3.Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, İstanbul, Türkiye ÖZET AMAÇ:Histerosalpingografi (HSG) infertilite için vazgeçilmez bir tanı yöntemidir. Tanısal laparoskopi infertil olguların değerlendirilmesinde son yıllarda neredeyse rutin yapılırken günümüzde tartışılır hale gelmiştir. YÖNTEM: Kliniğimizde 2004-2006 yıllarında önceden HSG çekilen 121 infertil olgunun yapılan Tanısal Laparoskopi sonuçlarını değerlendirdik. Bu olguları HSG sonuçlarına göre değerlendirip grupladık. BULGULAR:1. gruptaki 68 olgunun HSG’si normal, 2. gruptaki 16 olgunun tubaları tek taraflı kapalı, 3. gruptaki 37 olgunun ise tubalarının çift taraflı kapalı olduğu görülmektedir. Tanısal laparoskopi sonuçlarına baktığımızda, 1. ve 2. grup olguların tubal değerlendirme sonuçlarının HSG sonuçları ile uyum gösterdiği ancak 3. grup olgulardan 14’ünün tubalarında anormal bir durum saptanmamıştır. SONUÇ: Tubal faktör değerlendirilirken HSG ilk uygulanması gereken prosedürdür. Ancak peritubal adhezyonlar açısından tek başına değersizdir. HSG sonucunda bilateral tıkanıklık izlenmişse tanısal laparoskopi mutlaka yapılmalıdır. Anahtar sözcükler: İnfertilte, Histerosalpingografi, Tanısal laparoskopi IS DIAGNOSTIC LAPAROSCOPY ABSOLUTELY INDICATED IN INFERTILITY? ABSTRACT OBJECTIVE:Hysterosalpingography (HSG) is a basic diagnostic procedure in infertility. In recent years, diagnostic laparoscopy has become popular and used in almost every infertile patient. However, nowadays agreement on this approach is not so clear.METHOD: In our clinic, between 2004-2006 we evaluated the result of diagnostic laparoscopy of 121 infertile women who had HSG formerly. We classified the cases according to HSG results. In the first group, the HSG results of 68 cases were normal. In the second group, there was unilateral tubal obstruction in 16 cases. In the third group, obstruction was bilateral in 37 cases. Diagnostic laparoscopy and HSG results of 1. and 2. group revealed similarity. In contrast no abnormality was observed in 14 cases of the 3. group. CONCLUSION: HSG is the first line procedure while evaluating tubal alone patency. However, regarding peritubal adhesions alone is of no value. In the case of bilateral tubal obstruction determined in HSG, diagnostic laparoscopy is absolutely indicated. Keywords: Infertility, Hysterosalpingography, Diagnostic laparoscopy GİRİŞ bilmektedir. Tanısal laparoskopi özellikle infertil olguların değerlendirilmesinde son yıllarda rutin kullanımda iken günümüzde gerekliliği tartışılmaktadır. İnfertil olgunun tanısal laparoskopisinde üst batın, pelvis, Laparoskopi jinekoloji alanında önceleri sıklıkla tüp ligasyon için kullanılmışsa da günümüzde neredeyse laparatomi ile yapılan tüm girişimler laparoskopik yapıla- İletişim Bilgileri: Op. Dr. Recep Yıldızhan SB Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3.Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, İstanbul, Turkey e-mail: [email protected] 7 Marmara Medical Journal 2008;21(1);007-010 Marmara Medical Journal 2008;21(1);007-010 Recep Yıldızhan, ark. İnfertilitede tanısal laparoskopi mutlak gerekli midir? uterus, overler, tubalar ve peritoneal faktörler değerlendirilir. Tanısal laparoskopinin en önemli katkısı bu faktörleri sağlıklı değerlendirip aynı seansta olgunun tedavi edilebilmesidir. Kromopertubasyon ile tubalarda geçiş olup olmadığı izlenir. Tanısal laparoskopi ile gözlenen pelvik adezyon ve endometrial odakların rezeksiyonu ve ablasyonu ile gebelik oranlarının arttığı tespit edilmiştir1. geçiş olup olmadığı izlenimleri dikkate alndı. Bu bulgular HSG sonuçları ile birlikte değerlendirilip karşılaştırıldı. Çalışmadaki olguların HSG ve tanısal laparoskopileri farklı tarafından yapılmış ve uzmanlar yorumlanmıştır. Kullanılan kontrast tüm olgularda aynıdır. BULGULAR 1. grubu oluşturan 68 olgunun HSG bulguları normal olup yapılan tanısal laparoskopi sonucunda 66 olgunun tubal geçişleri yine normal ama 2 olguda tek taraflı tüp tıkanıklığı gözlenmiş. 2.grubu oluşturan 16 olgunun HSG bulgularında tek taraflı tüp tıkanıklığı izlenmiş. Aynı olguların yapılan tanısal laparoskopilerinde sadece iki olguda tek taraflı tüp tıkanıklığı teyid edilmiştir. Diğer 14 olgunun her iki tüpünde geçiş normal olarak izlenmiş. 3.grubu oluşturan 37 olgunun HSG bulgularında her iki tüpün tıkanık olduğu izlenmiş. Bu grubun yapılan tanısal laparoskopilerinde sadece 23 olguda iki taraflı tüp tıkanıklığı teyid edilmiş. 9 olguda tek taraflı tüp tıkanıklığı görülmüş. Geri kalan 5 olgunun ise tüpleri açıkmış. HSG infertil hastalar için halen vazgeçilmeyen ilk basamak tanı yöntemidir2,3. Fallop tüplerinin açıklığı ve uterus anatomisi değerlendirilir4. Tubal tıkanıklığın HSG ile gözlenmesini güvenilir bulan otörler laparoskopi ile teyidini gereksiz buluyorlar. Negatif HSG’nin ise fallop tüplerinin ve peritoneal faktörlerin normal olduğunun yeterince kesin bulgusu olamayacağını ve HSG’deki tubal açıklığın biraz daha fazla laparoskopik araştırma gerektirdiğini belirtiyorlar. Başka araştırmalarda ise HSG’de atlanmış pelvik patoloji insidansının yüksek olması nedeniyle HSG sonrası laparoskopinin öemini vurguluyorlar5. GEREÇ-YÖNTEM HSG bulgusu normal ve tek taraflı tıkalı olanları birlikte ele alırsak 121 olgunun 84(%69)’ü normal diyebiliriz. Grup 3’te ise 37(%31) olguda iki taraflı tüp tıkanıklığı mevcuttur. 2004-2006 yıllarında kliniğimize infertilite şikayeti ile başvuran 121 olguya önce HSG sonra da tanısal laparoskopi yapılmıştır. Retrospektif çalışmamızda bunların sonuçlarını karşılaştırarak değerlendirdik. Olguları üç gruba ayırdık. İlk gruptaki 68 olgu HSG sonucu normal olan, yani uterin kavite ve tubaların normal göründüğü ve kontrastın periton boşluğuna iki taraflı serbest dağıldığının gözlendiği olgulardı. İkinci gruptaki 16 olgunun HSG sonuçlarında tek taraflı tıkanıklık gözlenmiştir, kontrast periton boşluğuna tek taraflı serbest dağılmştır. Üçüncü grubu ise HSG sonuçlarında tubaların iki taraflı tıkalı olduğu ve kontrastın periton boşluğuna geçemediği izlenen 37 olgu oluşturdu. Bu üç gruba tanısal laparoskopi yapılmış. Bazı olgularda hafif ve orta derecede adezyonların varlığı ve bunların giderildiği yazılıydı. Bunlar kriter olarak ele alınmadı. Kromopertubasyon ile tubalarda Tanısal laparoskopi yapıldıktan sonra elde edilen oranlara bakılırsa grup 1 ve grup 2 olguların toplamı 98(%81)’dir. Grup 3’te ise 23(%19) olguda iki taraflı tüplerde tıkanıklık izlenmiştir. HSG bulgusunda normal veya tek taraflı tüpün tıkalı olduğu olguların sayısı (grup 1 ve grup 2 toplamı) 84(%69) iken tanısal laparoskopi sonrası olguların sayısı 98(%81)’e çıkmaktadır. HSG bulgusunda iki taraflı tüplerin tıkalı olduğu olguların sayısı yani grup 3 olgular tüm olguların %31’ini oluştururken, tanısal laparoskopi sonrasında bu oran %19’a düşmüştür. 8 Marmara Medical Journal 2008;21(1);007-010 Recep Yıldızhan, ark. İnfertilitede tanısal laparoskopi mutlak gerekli midir? Tablo: HSG ve Tanısal laparoskopi bulguları TANISAL LAPAROSKOPİ BULGULARI HSG BULGULARI NORMAL TEK TARAFLI TIKALI ÇİFT TARAFLI TIKALI TOPLAM 66 2 ---- 68 TEK TARAFLI TIKALI 14 2 ---- 16 ÇİFT TARAFLI TIKALI 5 9 23 37 85 13 23 121 NORMAL TOPLAM TARTIŞMA yapılmasını, başarısız olunması halinde yardımcı üreme tekniklerinden faydalanılması gerektiğini bildirmişlerdir11. Corson SL ve arkadaşları ise infertil olguda pelvik patoloji düşünülüyorsa olgunun yardımcı üreme teknikleri programına yönlendirme kararında etkili olabileceği düşüncesiyle tanısal laparoskopiyi önermektedirler12. Kodaman PH ve arkadaşları infertil olgunun tubal faktörü değerlendirilmesinde HSG’nin yaygı kullanıldığını, laparoskopik kromopertubasyonun tubal hastalıkların tanısında altın standart olduğunu savunmuşlardır6. Laparoskopi geleneksel olarak infertil olgunun değerlendirilmesinde sadece bir tanısal basamak olarak kullanılırken birçok enstrümanın gelişiyle ve lazer cerrahisinin dahil olmasıyla konvansiyel laparatominin yerine geçmiştir. Bu enstrümanlarla laparoskopik asiste in vitro fertilizasyon yanı sıra laparoskopik tubal cerrahi sonrası gebelik oranlarını arttıracak aynı zamanda bu prosedürün güvenliğini de İntrauterin inseminasyon arttıracak7. yapılmadan önce uygulanan tanısal laparoskopi sonrasında tedavi kararları değişebilir. Prospektif çalışmalarla tanısal laparoskopinin etkinliği ve gebelik oranlarına etkisi daha iyi anlaşılacaktır8. HSG ve Tanısal laparoskopi birbirini tamamlayan ve infertilite değerlendirilmesinde gerekli prosedürlerdir9. Hem HSG hem de tanısal laparoskopinin avantaj ve dezavantajları vardır. Sadece her ikisinin kullanılması ile kesin tanı alabilecek, infertiliteye neden olan tubal, uterin ve ovaryan bulgular elde edilebilir10. Fatum ve arkadaşları tanısal laparoskopinin açıklanamayan infertil olgularda yapılmayabileceğini ve bu olgulara ovulasyon indüksiyonu ve intrauterin inseminasyon Çalışmamızdaki 37 olgunun HSG bulgusunda tüplerin iki taraflı kapalı olduğu ancak tanısal laparoskopi sonucunda 14’ünde ya tek taraflı tüp tıkanıklığı ya da her iki tüpünün de açık olduğu görüldü. %38 lik bu yalancı pozitiflik oldukça anlamlıdır. HSG’deki tubal tıkanıklığın tanısal laparoskopide görülmemesi kontrast madde ile metilen mavisi arasındaki viskozite farkına, filmleri değerlendiren uzmanların yorum farkına veya teknik artefaktlara bağlıdır. HSG’deki tubal açıklığın tanısal laparoskopide kapalı görülmesi ise her iki işlem arasında oluşan pelvik inflamatuar hastalık veya teknik sorunlarla ilgilidir4. İnvazif ve pahalı bir yöntem olmasını çalışmamız sonuçları ile birleştirerek HSG’si normal veya tüpleri tek taraflı kapalı infertil olgularda tanısal laparoskopi yapmanın tedavi programını oluşturmada fazla yararı olmayacaktır. Ancak infertil olgunun HSG’sinde tüpler iki taraflı kapalı ise yalancı pozitif olma olasılığı ile mutlaka tanısal laparoskopi yapılmalıdır. 9 Marmara Medical Journal 2008;21(1);007-010 Recep Yıldızhan, ark. İnfertilitede tanısal laparoskopi mutlak gerekli midir? KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. Kodaman PH, Arici A, Seli E. Evidence-based diagnosis and management of tubal factor infertility. Curr Opin Obstet Gynecol 2004;16:221-229. 7. Kosasa TS. The role of laparoscopy in the management of the infertility patient. Hawaii Med J 1999;58:10-11. 8. Tanahatoe S, Hompes PG, Lambalk CB Accuracy of diagnostic laparoscopy in the infertility work-up before intrauterine insemination. Fertil Steril 2003;79:361-366 9. Hassanein MS, El Sayes E, El Gendy A. Hysterosalpingography versus laparoscopy in infertile women. Popul Sci 1991; 10:1-6. 10. Vasiljevic M, Ganovic R, Jovanovic R, et. al. Diagnostic value of hysterosalpingography and laparoscopy in infertile women. Srp Arh Celok Lek 1996;135-138. 11. Fatum M, Laufer N, Simon A. Should diagnostic laparoscopy be performed after normal hysterosalpingography in treating infertility suspected to be of unknown origin? Hum Reprod 2002;17:1-3. 12. Corson SL, Cheng A, Gutmann JN. Laparoscopy in the ‘‘normal’’ infertile patient: a question revisited. J Am Assoc Gynecol Laparosc 2000; 7:317-324. Marcoux S, Maheux R, Berube S. Laparoscopic surgery in infertile women with minimal or mild endometriosis. Canadian Collaborative Group on Endometriosis. N Eng J Med 1997;337:217-222. Okonofua FE, Essen UI, Nimalaraj T. Hysterosalpingography versus laparoscopy in tubal infertility: comparison based on findings at laparotomy. Int J Gynaecol Obstet 1989 ;28:143-147. Shah SM, Towobola OA, Masihleho M. Diagnosis of fallopian tube patency. East Afr Med J 2005;82:457462. Lavy Y, Lev-Sagie A, Holtzer H, et. al. Should laparoscopy be a mandotory component of the infertility evaluation in infertile women with normal hysterosalpingogram or suspected unilateral distal tubal pathology? Eur J Obstet Gynecol Reprod Biol 2004;114:64-68. Feyez JA, Mutie G, Schneider PJ. The diagnostic value of hysterosalpingography and laparoscopy in infertility investigation. Int J Fertil 1998: 33:98-101. 10 ORIGINAL RESEARCH RADIOTHERAPY AS THE PRIMARY AND PALLIATIVE TREATMENT FOR PATIENTS AGED 75 AND OVER WITH LOCALLY ADVANCED AND METASTATIC NON-SMALL CELL LUNG CANCER: ANALYSIS OF 45 CASES WITH A REVIEW OF THE LITERATURE Görkem Aksu1, Merdan Fayda1, Mert Saynak2, Esra Kaytan Saglamer3, Ethem Nezih Oral3, Ahmet Kizir3, Ahmet Karadeniz3 1 Kocaeli Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi, Kocaeli, Türkiye 2Trakya Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi, Edirne, Türkiye 3İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü, Radyasyon Onkolojisi, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Aim: To evaluate the prognostic factors and treatment results of Turkish patients aged 75 and over with locally advanced and metastatic non-small cell lung cancer (NSCLC). Patients and Methods: Forty-five patients ≥ 75 years were evaluated. The median age was 78 (75-93). Thirty-four patients (75%) had stage IIIB and 11 patients had stage IV disease (25%). Fourteen patients (41%) with stage IIIB disease were treated with curative radiotherapy (RT), 18 patients (52%) with palliative RT and 2 patients (5%) were treated with only chemotherapy (CT). Results: The one-year survival rate was 37%. The overall median survival was 12.7 months in stage IIIB and 7.67 months in stage IV. In univariate analysis, advanced stage (p=0.0006), performance status (p=0.056), absence of radiotherapy (p=0.0008) and weight loss (p=0.0053) adversely affected survival. In multivariate analysis only stage IV was found to be a statistically significant independent poor prognostic factor (p=0.0025 HR=0.2760 (0.12-0.60) 95% confidence interval). Conclusion: In Turkish patients, with NSCLC, aged 75 or over, stage IV disease was associated with poor prognosis. The higher radiotherapy doses did not improve survival in patients with stage IIIB disease and the prognosis with only radiotherapy is similar to the results of chemoradiation in the literature in this age group. Keywords: Elderly, Lung cancer, Prognostic factors, Radiotherapy, Chemotherapy 75 YAŞ VE ÜZERİ LOKAL İLERİ VE METASTATİK KÜÇÜK HÜCRELİ DIŞI AKCİĞER KANSERİNDE PRİMER VE PALYATİF TEDAVİ OLARAK RADYOTERAPİ UYGULAMASI: 45 VAKANIN DEĞERLENDİRİLMESİ VE LİTERATÜR İNCELEMESİ ÖZET Amaç: Lokal ileri veya metastatik KHDAK tanılı hastalarda prognostik faktörler ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi Hastalar ve Yöntem: Yetmiş beş yaş ve üzeri toplam 45 KHDAK tanılı hasta değerlendirildi. Medyan yaş 78 idi (75-93). Otuz dört hasta Evre IIIB (75%), 11 hasta (25%) ise Evre IV olarak evrelendirildi. Evre IIIB tanılı hastaların 14 tanesine (41%) küratif Radyoterapi (RT), 18 hastaya (52%) palyatif RT uygulanırken, 2 hasta (5%) sadece kemoterapi (KT) aldı. İletişim Bilgileri: Görkem Aksu, M.D. Kocaeli Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi, Kocaeli, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 11 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 and over with locally advanced and metastatic non-small cell lung cancer: analysis of 45 cases with a review of the literature Bulgular: Bir yıllık genel sağkalım oranı %37 olarak tespit edildi. Medyan sağkalım; Evre IIIB hastalarda 12.7 ay olarak bulunurken, Evre IV hastalarda 7.67 ay olarak gözlendi. Tek değişkenli analizde, ileri evre (p= 0.0006), performans durumu (p=0.056), RT uygulanmaması (p=0.0008) ve kilo kaybı (p=0.0053) sağkalımı olumsuz olarak etkileyen faktörler olarak tespit edildi. Çoklu değişkenli analizde ise; sadece Evre IV hastalık, anlamlı kötü prognostik faktör olarak bulundu (p=0.0025 HR=0.2760 (0.12-0.60) 95% güvenlik aralığı). Sonuç: ≥ 75 yaş KHDAK tanılı Türk hastalarda, evre IV hastalığın kötü prognozla ilişkili olduğu saptandı. Evre IIIB hastalıkta ise, küratif RT dozlarının sağkalımı iyileştiremediği ancak, tek başına RT ile elde edilen sağkalımın, bu yaş hasta grubunda literatürde kemoradyoterapi ile elde edilen sonuçlara benzer olduğu tespit edildi. Anahtar Kelimeler: Yaşlı, Akciğer kanseri, Prognostik faktörler, Radyoterapi, Kemoterapi INTRODUCTION Lung cancer is still the leading cause of cancer death in developed countries. NSCLC accounts for 80% of all lung cancers and about one-third of all patients with NSCLC are older than 70 years of age1,2. Older age is an independent and important factor for evaluating patients’ prognosis in many diseases, since the choice of treatment is more difficult in elderly patients because of the higher incidence of co-morbid conditions. The cytotoxic nature of the cancer treatment can also have a more hazardous effect on elderly patients. Therefore; although it is clear that a combination of chemotherapy and radiotherapy is more effective than using these treatment modalities alone in locally advanced NSCLC, some of the elderly patients are contraindicated for the combination therapy because of accompanying cardiovascular or pulmonary diseases. In such cases, the choice of treatment is radiotherapy since it has been shown that older patients with good functional status tolerate radiotherapy as well as younger patients and with the proper techniques the complication rates are within tolerable limits1-5. those treated with lower doses: 52% versus 35% at 6 months, and 28% versus 4% at 13 months1. Tombolini et al. analyzed 41 medically inoperable IIIA and IIIB elderly patients (aged > or=70 years), treated with radiotherapy alone and showed that the 2-year overall survival and disease free survivals were 27% and 14.6% respectively. Patients presenting with weight loss > 10% experienced 14% overall survival at 2 years compared to 58% for those without weight loss (p=0.0027). Patients with tumor size less than 4 cm had an overall survival rate of 64% at 2 years while patients with tumor size > 4 cm had only a 2 year survival of 7% (p=0.0009)2. Rengan et al. analyzed 72 patients with Stage III NSCLC and gross tumor volumes (GTV) of greater than 100 cc, who were treated with three dimensional conformal radiotherapy (3D-CRT) alone, by dividing patients into two subgroups: those treated to less than 64 Gy (37 patients) and those treated to 64 Gy or higher (35 patients). The median survival time for patients treated to 64 Gy or higher was 20 months vs. 15 months for those treated to less than 64 Gy (p=0.068). The 1-year and 2-year local failure rates were 27% and 47%, respectively, for Stage III patients treated to 64 Gy or higher, and 61% and 76%, respectively, for those treated to less than 64 Gy (p=0.024). The results showed that a 10 Gy increase in dose resulted in a 36.4% decreased risk of local failure and the authors concluded that administration of higher doses using 3D-CRT improves local control in Stage III NSCLC patients with large GTV’s3. Lonardi et al evaluated the outcome of 48 patients, aged 75 years and over, treated with radiation therapy alone for locally advanced NSCLC. A median dose of 50 Gy was delivered to the primary site and mediastinum with standard fractionation. Toxicity was negligible and mainly consisted of grade I-II esophagitis. The overall median survival was 5 months, but dose-related survival was much better in patients given at least 50 Gy than in 12 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature adenocarcinoma. 34 of 45 patients (76%) were in stage IIIB and 11 of them (24%) were in stage IV. The metastatic pattern of these 11 patients was: four patients had lung metastases, three patients had brain metastases, one patient had brain and lung metastases, one patient had renal, brain and bone metastases, one had liver and the other both liver and surrenal metastases. 42 of 45 patients (93%) had a smoking history. Lactate dehydrogenase (LDH) levels were found elevated (above 400 IU/lt) in 4 patients (8%). An anemia (hemoglobin level below 12g/dl) was found in 18 patients (40%). ECOG performance status was 0 in 5 patients (11%), 1 in 30 patients (68%) and 2 in 10 patients (22%). Fourteen patients (31%) received radical radiotherapy. 24 patients (53%) were treated with palliative thoracic radiotherapy. Four patients (9%) received only chemotherapy. One patient (2%) received both curative radiotherapy and chemotherapy. Due to poor performance status, two patients (4%) had only supportive care. The treatments chosen for each stage are shown in Table I. The median follow-up time was 9.87 months. The results of these trials show that radiotherapy is also a good treatment for locally advanced NSCLC in elderly patients, assuring good quality of life, high rates of relief of symptoms and overall and disease free survival similar to those obtained with chemotherapy and chemotherapy plus radiotherapy. Regarding these results, we evaluated the demographic features, treatment outcomes, prognostic factors, toxicity and tolerability profiles of Turkish patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic NSCLC and reviewed the recent literature. PATIENTS AND METHOD Forty-five patients with stage IIIB and IV NSCLC aged 75 years or over, referred to our clinic between 1993 and 1999. The median age was 78 (75-93). 42 patients (93%) were male and 3 patients (7%) were female. The male:female ratio is different from the rest of the European countries probably because smoking is far less common among Turkish women than among other European women. Histopathologically, 32 patients (71%) had epidermoid carcinoma and 13 (29%) had Table I. Treatment according to the stage and performance status. Stage IIIB Stage IV Performance Curative Palliative RT* Status RT* ECOG=0 1 3¥ ECOG=1 11 ECOG=2 ECOG=0 1 -- ECOG=1 ECOG=2 CT Curative RT+CT Best supportive care -- 1 -- 13¥ 2 -- -- 2 -- --- --- --- 1¶ 2 1 -- -- -- 4 1 -- 2 * Curative radiotherapy doses were accepted as 55 Gy and above. Palliative RT was accepted as doses below 55 Gy. ¥ The patients had accompanying diseases. ¶ As the patients’ lung metastases could be included in a single radiotherapy field, the curative dose was given 13 Marmara Medical Journal 2006;20(3);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative therapy for patients aged 75 and over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature RADIOTHERAPY: Thirty-nine patients (86%) were treated with thorax radiotherapy (RT). RT fields included the primary tumor and regional lymphatics in the ipsilateral hilum and mediastinum for all of the patients. Fourteen of 34 patients (41%) with stage IIIB, were treated with radical RT. Among these patients only one received also two cycles of cisplatin-based chemotherapy (CT). Palliative RT was defined as the doses below 55 Gy in daily 2 Gy/fraction. RT for palliative purpose was given to 24 patients (54%). The decision concerning curative versus palliative radiotherapy, was given considering the patient’s performance status and co-morbid diseases. Sixteen patients with stage IIIB whose performance status was ECOG 0 and 1 did not receive radical RT doses because of accompanying co-morbid diseases (a history of ischemic heart disease in 7 patients and chronic obstructive pulmonary disease in 9 patients). treated with chemotherapy and their survivals were 3.53 and 7.57 months. Only 1 patient tolerated two cycles of induction CT and radical radiotherapy and he was alive for 16.6 months. Overall median survival of 11 patients with stage IV was 7.67 months. Six patients (53%) treated with palliative RT lived for a median of 4.67 months. Two patients (18%) treated with CT lived for a median of 7.67 months. Two patients (18%) who were only given best supportive care lived for a median of 3.80 months. One patient (1%) was treated with curative RT (lung metastasis treated with the same radiation portal) and lived for 13.43 months. The median survival of our group was 10.33 months regardless of stage. One-year survival was 37%. In univariate analysis, stage IV disease, poor performance status, absence of radiotherapy and weight loss (10% loss in the last six months) adversely affected survival (p=0.0006, 0.056, 0.0008 and 0.0053 respectively). In multivariate analyses, only stage IV disease was found to be statistically significant (p=0.0025 HR=0.2760 (0.12-0.60) 95% confidence interval) (Figure 1). Histopathology (adeno vs. epidermoid ca), gender, treatment response (complete/partial vs. stable/progressive), haemoglobin level (12g/dl upper vs. lower) and lactate dehidrogenase level (400 IU/lt upper vs. lower) were not found to affect survival (Table II). CHEMOTHERAPY: CT was applied to 5 patients (17%). Cisplatin-based chemotherapy regimens were chosen. Median 2 (2-7) cycles of CT were administered. After two cycles, the patients were re-evaluated and CT was stopped in cases of progressive disease, grade 4 neutropenia or deterioration of performance status. STATISTICS: The statistical analysis was made using the SPSS 7.5 package program. Survival times were determined with the Kaplan-Meier method. Factors associated with poor prognosis were determined and multivariate analysis was done with the Coxregression FORWARD:LR method. In the radiotherapy group, grade 1-2 dysphagia was seen in 28 patients (61%) and grade 3 dysphagia was seen in only two patients (both in radical RT group) (4%). No patient had grade 3 pneumonitis and only five patients in the radical RT group (11%) had grade 3 odinophagia. Grade 3 neutropenia was seen in three patients (6%) (Table III). In the chemotherapy group, grade 4 febrile neutropenia was seen in 3 of 5 (60%) patients. No death was directly associated with radiotherapy and chemotherapy. RESULTS The overall median survival of patients with stage IIIB was 12.7 months. In a subgroup analysis, 13 of 34 (38%) patients treated with curative RT had a median survival of 11.03 months. In contrast, median survival was found to be 13.10 months for 18 patients (52%) treated with palliative doses. The difference was insignificant (p=0.44). 2 patients (5%) at the same stage were only 14 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature Figure 1: Stage and survival relationship. Table II. The analysis of factors associated with survival. No of patients (%) Median survival (Month) Univariate Analysis (p) Multivariate Analysis (p) 0.0025 STAGE Stage 3B 34 (75%) 12.70 Stage 4 11 (25%) 7.67 PERFORMANCE ECOG =0 5 (11%) 15.5 STATUS ECOG=1 30 (66%) 11.03 ECOG=2 10 (23%) 5.0 HR=0.2760 0.0006 (0.12-0.60) (95% CI) THORAX RADIOTHERAPY WEIGHT LOSS HISTOPATHOLOGY TREATMENT RESPONSE TREATMENT OPTIONS GENDER None 6 (14%) Yes 39 (86%) Yes 16 (35%) 7.50 29 (65%) 13.10 Epidermoid Cancer 32 (71%) 10.9 Adenocarcinoma 13 (29%) 9.87 Stable/Progressive 15 (33%) 7.67 Complete/Partial Response 30 (67%) 11.10 Palliative thorax RT 24 (54%) 10.83 Curative RT 14 (32%) 12.70 CT 4 (8%) 3.80 Curative RT+ CT 1 (2%) 16.63 2 (4%) Male 42 (93%) Female SMOKING HISTORY 5 11.03 None Best supportive care Positive 0.056 Not significant Not significant 0.0008 Not significant 0.0053 0.16 Not computed 0.23 Not computed 0.017 Not computed 0.65 Not computed 0.29 Not computed 5 10.33 3 (7%) 7.7 42 (94%) 10.83 Negative 3 (6%) 7.73 HAEMOGLOBIN <12g/dl 18 (40%) 8.13 LEVEL =12g/dl 27 (60%) 10.83 0.37 Not computed 0.10 Not computed 0.47 Not computed LACTATE DEHYDROGENASE =400 IU/lt 4 (8%) 12.70 LEVEL <400 IU/lt 41 (92%) 9.87 CHEMOTHERAPY None 40 (89%) Yes 5 (11%) 15 10.9 7.70 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature Table III. Toxicities associated with radiotherapy in 39 patients (NCI common toxicity criteria) Grade 1 Grade 2 Grade 3 Dysphagia 20 (44%) 8 (17%) 2 (4%) -- Pneumonitis 22 (48%) 4 (8%) -- -- Odinophagia 10 (22%) 9 (20%) 5 (11%) -- -- -- 3* (6%) -- Febrile Neutropenia Grade 4 *One patient also received chemotherapy. DISCUSSION doses of RT and no CT was given. Older patients are also less likely to receive surgery for localized disease and CT for metastatic disease8,9. The role of age as a prognostic factor for survival has been evaluated by several studies for patients with NSCLC. In a study of The Eastern Cooperative Oncology Group (ECOG), age was not a significant prognostic factor4. On the other hand, The Southwest Oncology Group reviewed patients with extensive-stage NSCLC and determined that being 70 years of age and older was a favorable prognostic factor5. The European Lung Cancer Working Party analyzed data from patients with unresectable NSCLC, treated with cisplatin- or carboplatin-based CT, and showed that increased age was associated with a significantly greater response to CT6. But in a different study that evaluated patients with inoperable lung cancer, age was not a significant prognostic factor. The most important prognostic factors for survival were performance status, extent of disease, and weight loss in the past six months7. Another study which evaluated prognostic factors among 169 stage III NSCLC patients treated with hyperfractionated RT (64–68 Gy) with or without etoposide and/or carboplatin chemotherapy revealed that, younger age (<60 years), Karnofsky PS 80%, weight loss 5%, lower disease stage (IIIA), and female gender were all associated with improved survival10. The role of concurrent versus sequential chemotherapy and thoracic radiation for older patients with locally advanced NSCLC was analyzed in the Radiation Therapy Oncology Group 94–10 which compared concurrent cisplatin-based chemotherapy and thoracic radiotherapy (given once or twice daily [hyperfractionated]) versus sequential CT and RT. Data were analyzed by age (younger than 70, n = 488; 70 years and older, n = 104), revealing that older patients had a survival benefit with concurrent chemotherapy and radiation compared with sequential treatment. The risks for Grade 3 neutropenia and Grade 4 toxicities were increased in the older patient, but there was no difference in longterm toxicity. Grade 4 toxicities occurred mostly in older patients regardless of the treatment, but they were most common with the concurrent daily chemotherapy and radiation schedule11. In our group, there was no grade 4 toxicity associated with RT and grade 2-3 toxicities were comparable with the According to these findings, it may be observed that; age alone is not a poor prognostic factor for overall survival or response to treatment for patients with NSCLC, and treatment decisions should be based on performance status rather than age. Despite these findings, there is a tendency to undertreatment older patients. Hillner et al. and Smith et al. showed more patients aged 65 years and older receive no treatment when compared with younger patients8,9.In onfirmation of this, in our group, over half the patients with stage IIIB received palliative 16 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature result of younger patients in other series. But in the CT group, 3 patients had grade 4 neutropenia, although no patient was treated with concurrent CT and RT. between patients aged under 65, 65 to 70, and over 70 (p = .82). Age had no effect on acute or late radiation toxicity, including nausea, dyspnea, esophagitis, or weakness. Older patients, however, were more likely to experience weight loss than were younger patients (P = .002). Weight loss has been found to be an independent predictor of death in older community-dwelling adults, and thus close attention should be paid to nutritional status in older patients who receive radiation14. In the Intergroup trial, patients under 60 years of age had superior survival rates with sequential chemotherapy and radiation (15 months sequential treatment, 12 months radiation therapy alone, and 12 months for hyperfractionated radiation). In contrast, patients over 70 years of age had superior survival rates with radiation therapy alone (13 months for radiation therapy alone; 11 months for sequential treatment). All deaths from chemotherapy toxicity occurred in patients over 7013. Our results are similar with these findings. The patients in our series who were treated with only curative RT, had a median survival of 12.70 months. Pooled data from six prospective Phase II or III Radiation Therapy Oncology Group studies of patients with locally advanced lung cancer were analyzed with respect to age. Data were included for 979 patients with Stages II to IIIB inoperable NSCLC who had received one of six treatment regimens of either concurrent chemo-radiation or RT alone. Patients under 60 years of age had an improved survival rate and quality-adjusted survival scores with CT and RT compared with patients who had radiation therapy alone. Patients 60 to 70 years old had a trend toward improved outcome with combined therapy. Patients over 70 achieved the best qualityadjusted survival rate with radiation alone. For patients receiving concurrent chemoradiation, lung and upper gastrointestinal toxicities had the greatest effect on qualityadjusted survival15 RT is used for both cure and palliation in patients with stage IIIB/IV NSCLC. With increasing age, the likelihood of receiving radiation is higher than with any other therapy (P < .0008)9. In a different study, it was shown that; among 1,706 patients with NSCLC, patients 65 years of age and older were more than twice likely to receive radiation for local disease (14% of patients younger than 65 versus 31% of patients 65 and older) than younger patients8. Although radiation can be given with curative intent to patients with early-stage lung cancer who are not surgical candidates; the survival rates are lower than those reported after surgery. In a retrospective review of patients with Stage I NSCLC (median age, 70 years) who received radiation therapy with curative intent, overall survival and recurrence-free survival rates were similar in older and younger patients, with a trend for older patients to fare better. For patients who were aged 70 years and older, the overall survival rate at five years was 34% and the median survival time was 26 months. Age did not adversely influence the tolerability or delivery of the radiation12. In summary, RT can be given with curative or palliative intent to older patients with lung cancer. Radiation alone may represent the best choice for many older persons when both toxicity and survival rate are weighed16. The goals of chemotherapy in stage IV NSCLC patients are to treat symptoms of the disease and lengthen survival time. In a metaanalysis of chemotherapy trials, treatment with a cisplatin-based regimen leads to a reduced risk of death by 27%, and improvement in one-year survival rate by 10% (95% CI, 5%-15%) compared with outcomes in similarly healthy patients randomized to receive best supportive care17. Subgroup analysis revealed no difference in benefit through age or performance status In a different study with 1,208 patients who had received thoracic irradiation, there was no significant difference in the survival rate 17 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature (KPS 60%); however, most (78%) patients included in the clinical trials were under 65 years of age and patients with KPS 50% were not included. In a retrospective review of 6,232 patients over 65 years of age with Stage IV NSCLC, treatment with chemotherapy increased one-year survival rate by 9%18. counterparts (42% versus 17%; p< .001) and they had a higher incidence of 22 neuropsychiatric effects . There is also data indicating that a cisplatinbased combination may be too toxic for an older patient. In an analysis of the Southwest Oncology Trials 9509 and 9308, 46% of the patients aged 70 and older who received vinorelbine plus cisplatin, discontinued treatment, secondary to toxicity compared with 16% of the patients who received paclitaxel plus carboplatin; but only 19% of the patients in these clinical trials were 70 years or older23. Our results also support these findings since three of five patients (60%) who received cisplatin based CT had grade 4 neutropenia. In the ELVIS trial, which evaluated patients aged 70 years and older with Stage IIIB or IV NSCLC, Vinorelbine vs. best supportive care was compared. The results showed that, vinorelbine had improved quality of life and lengthened the one-year survival rate from 14% with best supportive care to 32%19. In The Multicenter Italian Lung Cancer in the Elderly (MILES) trial, which included patients aged 70 years and older, the investigators found no difference in response rates or survival rate for older patients with NSCLC who received combination chemotherapy with gemcitabine-vinorelbine compared with vinorelbine alone or gemcitabine alone. Quality of life was similar for the combination versus single-agent therapy; however, toxicity was greater for patients who received combination chemotherapy20. In the Southern Italian Cooperative Oncology Group (SICOG) trial which included 120 patients aged 70 years and older with Stage IIIB or IV NSCLC, patients treated with combination chemotherapy had an improved one-year survival rate (30% for gemcitabine plus vinorelbine versus 13% for vinorelbine alone) 21 . Based on the conflicting results of these Phase III trials, the benefit of single-agent versus combination chemotherapy in the older patient is an area that needs additional study. The substitution of carboplatin for cisplatin may help to ameliorate toxicity. A retrospective review revealed similar response and survival rates and toxicity patterns for patients aged under 70 years, compared with those aged 70 years and older24. In a study from the Cancer and Leukemia Group B, which analyzed combination chemotherapy with carboplatin and paclitaxel compared with paclitaxel alone for patients with Stage IIIB or IV NSCLC; patients aged over 70 also revealed a benefit from combination chemotherapy, although this was not statistically significant25. The epidermal growth factor receptor tyrosine kinase inhibitor, gefitinib (Iressa; ZD1839), can also be used for patients with advanced NSCLC with disease progression or intolerance to cisplatin or carboplatin and docetaxel based on two Phase II trials26,27. In our series, one-year survival was 37% and overall median survival was 12.7 months in stage IIIB and 7.67 months in stage IV. In univariate analysis, advanced stage, performance status, absence of radiotherapy and weight loss adversely affected survival (p=0.0006, 0.056, 0.0008 and 0.0053 respectively). In multivariate analysis, only stage IV was found to be statistically significant, independent of poor prognostic factors (p=0.0025 HR=0.2760 (0.12-0.60) 95% confidence interval). The median The role of cisplatin-based combination therapy in the treatment of older patients with NSCLC is another controversial area. In ECOG 5592, the results were stratified by age (under 70 versus 70 years and older) and it was seen that there was no significant difference in response rates (p= .67) or survival rate (p= .29). Toxicity between the two groups was similar, except that older men were more likely to experience Grade 4 leukopenia than were their younger 18 Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature survival in our series is interesting and intriguing since most of the patients were treated with radiotherapy alone, but the survival rates were comparable with the series that used combined chemoradiotherapy. Although our study has some limitations such as its retrospective nature and the relatively small number of patients for making significant statistical comparisons it is clear that radiotherapy alone can also be a treatment of choice for patients aged over 75. Further studies evaluating the impact of chemotherapy and radiotherapy with more conformal techniques or different fractionations in this age group are warranted. 12. 13. 14. 15. 16. REFERENCES 1. Lonardi F, Coeli M, Pavanato G, Adami F, Gioga G, Campostrini F. Radiotherapy for non-small cell lung cancer in patients aged 75 and over, safety, effectiveness and possible impact on survival. Lung Cancer 2000; 28: 43-50. 2. Tombolini V, Bonanni A, Donato V, et al. Radiotherapy alone in elderly patients with medically inoperable stage IIIA and IIIB non-small cell lung cancer. Anticancer Res 2000; 20,:4829-4833. 3. Rengan R, Rosenzweig, KE, Venkatraman E, et al. Improved local control with higher doses of radiation in large-volume stage III non-small-cell lung cancer. Int J Radiat Oncol Biol Phys 2004;60:741-747. 4. Finkelstein DM, Ettinger DS, Ruckdeschel JC. Longterm survivors in metastatic non-small cell lung cancer: an Eastern Cooperative Oncology Group Study. J Clin Oncol 1986;4:702–709. 5. Albain KS, Crowley JJ, LeBlanc M, Livingston RB. Survival determinants in extensive-stage non-small cell lung cancer: the Southwest Oncology Group experience. J Clin Oncol 1991; 9: 1618–1626. 6. Borges, M., Sculier, JP., Paesmans, M., et al. Prognostic factors for response to chemotherapy containing platinum derivatives in patients with unresectable nonsmall cell lung cancer (NSCLC). Lung Cancer 1996;16: 21–33. 7. Stanley, KE. Prognostic factors for survival in patients with inoperable lung cancer. J Natl Cancer Inst 1980;65:25–32. 8. Hillner BE, McDonald MK, Desch CE, Smith TJ, Penberthy L, Retchin SM. A comparison of patterns of care of nonsmall cell lung carcinoma patients in a younger and Medigap commercially insured cohort. Cancer 1998;83: 1930–1937. 9. Smith TJ, Penberthy L, Desch CE, et al. Differences in initial treatment patterns and outcomes of lung cancer in the elderly. Lung Cancer 1995;13:235–252. 10. Jeremic B, Shibamoto Y. Pre-treatment prognostic factors in patients with stage III non-small cell lung cancer treated with hyperfractionated radiation therapy with or without concurrent chemotherapy. Lung Cancer 1995; 13: 21–30. 11. Langer C, Hsu C, Curran D, et al. Do elderly patients with locally advanced non-small cell lung cancer benefit from combined modality therapy? A secondary analysis 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 19 of RTOG 94-10. Int J Radiat Oncol Biol Phys 2001; 51: 20–21. Gauden SJ, Tripcony L. The curative treatment by radiation therapy alone of Stage I non- small cell lung cancer in a geriatric population. Lung Cancer 2001; 32: 71–79. Sause W, Kolesar P, Taylor SI, et al. Final results of phase III trial in regionally advanced unresectable nonsmall cell lung cancer: Radiation Therapy Oncology Group, Eastern Cooperative Oncology Group, and Southwest Oncology Group. Chest 2000; 117: 358–364. Newman AB, Yanez D, Harris T, et al. Weight change in old age and its association with mortality. J Am Geriatr Soc 2001; 49: 1309–1318. Movsas B, Scott C, Sause W, et al. The benefit of treatment intensification is age and histology-dependent in patients with locally advanced non-small cell lung cancer (NSCLC): a quality-adjusted survival analysis of radiation therapy oncology group (RTOG) chemoradiation studies. Int J Radiat Oncol Biol Phys 1999; 45: 1143–1149. Numico G, Russi E, Merlano M. Best supportive care in non-small cell lung cancer: Is there a role for radiotherapy and chemotherapy? Lung Cancer 2001; 32: 213–226. Chemotherapy in non-small cell lung cancer: a metaanalysis using updated data on individual patients from 52 randomized clinical trials. Non-small Cell Lung Cancer Collaborative Group. BMJ 1995; 311: 899–909. Earle CC, Tsai JS, Gelber RD, et al. Effectiveness of chemotherapy for advanced lung cancer in the elderly: instrumental variable and propensity analysis. J Clin Oncol 2001; 19: 1064–1070. Effects of vinorelbine on quality of life and survival of elderly patients with advanced non-small cell lung cancer. The Elderly Lung Cancer Vinorelbine Italian Study Group. J Natl Cancer Inst 1999; 91: 66–72. Gridelli C, Perrone F, Gallo C, et al. Chemotherapy for elderly patients with advanced non-small cell lung cancer: the Multicenter Italian Lung Cancer in the Elderly Study (MILES) phase III randomized trial. J Natl Cancer Inst 2003, 95: 362–372. Frasci G, Lorusso V, Panza N, et al. Gemcitabine plus vinorelbine versus vinorelbine alone in elderly patients with advanced non-small cell lung cancer. J Clin Oncol 2000; 18: 2529–2536. Langer CJ, Manola J, Bernardo P, et al. Cisplatin-based therapy for elderly patients with advanced non-small cell lung cancer: implications of Eastern Cooperative Oncology Group 5592, a randomized trial. J Natl Cancer Inst 2002; 94: 173–181. Kelly K, Giarritta S, Akerley W, et al. Should older patients (Pts) receive combination chemotherapy for advanced stage non-small cell lung cancer (NSCLC)? An analysis of Southwest Oncology Trials 9509 and 9308. Proc Am Soc Clin Oncol 2001; 20: 329a. Hensing TA, Socinski MA, Schell MJ, et al. Age does not alter toxicity or survival for patients (pts) with stage IIIB/IV non-small cell lung cancer (NSCLC) treated with carboplatin (C) and paclitaxel (P). Proc Am Soc Clin Oncol 2001; 20: 346a. Lilenbaum RC, Herndon J, List M, et al. Single-agent (SA) versus combination chemotherapy (CC) in advanced non-small cell lung cancer (NSCLC): a CALGB randomized trial of efficacy, quality of life (QOL), and cost-effectiveness. Proc Am Soc Clin Oncol 2002; 21: 1a. Marmara Medical Journal 2008;21(1);011-020 Görkem Aksu, et al. Radiotherapy as the primary and palliative treatment for patients aged 75 or over with locally advanced and metastatic Non-Small Cell Lung Cancer: Analysis of 45 cases with a review of the literature 26. Kris MG, Natale RB, Herbst RS, et al. A phase II trial of ZD1839 (‘Iressa’) in advanced non-small cell lung cancer (NSCLC) patients who had failed platinum- and docetaxel-based regimens (IDEAL 2). Proc Am Soc Clin Oncol 2002; 21: 292a 27. Fukuoka M, Yano S, Giaccone G, et al. Multiinstitutional randomized phase II trial of gefitinib for previously treated patients with advanced non-small cell lung cancer. J Clin Oncol 2003; 21: 2237–2246. 20 ORIGINAL RESEARCH IN VITRO EFFECTS OF INTRAVENOUS PROPOFOL INFUSION ON CYTOKINE GENE EXPRESSION IN RATS Emel Özveren1, Feyza İnci1, Rüya Göz1, F. Yılmaz Göğüş1, Mustafa Deniz2 1 Marmara ÜniversitesiTıp Fakültesi Hastanesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon, İstanbul, Türkiye 2 Marmara Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Fizyoloji, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: The aim of this study was to evaluate the effects of propofol infusion on cytokine gene expression levels of bone marrow and mesentheric lymph nodes in rats after surgical trauma. Methods: Twenty male Sprague-Dawley rats weighing between 300-320 g were divided into two groups (n=10). Midline laparotomy incision was performed on both groups. Group I received 5 ml/kg/hr iv serum physiologic infusion. Group II received 5 mg/kg/hr iv propofol infusion. After infusion, mesentheric lymph node and bone marrow samples were obtained for the measurement of IL-1, IL-6 and TNFα gene expression levels by real time polymerase chain reaction (RT-PCR) method. Results: IL-1 (p<0.002) and TNFα (p<0.018) levels of the mesentheric lymph node were significantly lower in group II compared to group I. TNFα gene expression level in the bone marrow was also significantly lower in group II compared to group I (p<0.0015). Conclusion: Propofol infusion during surgery caused significantly more proinflammatory cytokine gene expression supression in the mesentheric lymph nodes compared to bone marrow in rats. We concluded that propofol infusion may have a limited and especially local immune supressive effect. Keywords: Anesthesia, Propofol, Immune system, Cytokine, Gene expression SIÇANLARDA İNTRAVENÖZ PROPOFOL İNFÜZYONUNUN SİTOKİN GEN EKSPRESYONUNA ETKİSİNİN İNVİTRO ARAŞTIRILMASI ÖZET Amaç: Bu çalışmanın amacı; sıçanlarda intravenöz propofol infüzyonunun sitokin gen ekspresyonuna etkisinin invitro araştırılmasıdır. Yöntem: 300-320 g ağırlığında, 20 adet, erkek, Spraque-Dawley cinsi sıçan iki gruba ayrıldı (n:10). Her iki gruba orta hat laparotomi insizyonu uygulandıktan sonra 90 dakika süre ile Grup I'e 5ml/kg/s serum fizyolojik infüzyonu, Grup II'ye 5ml/kg/s propofol infüzyonu verildi. İnfüzyon bitiminde mezenter lenf nodu kemik iliği aspiratları IL-1, IL-6 and TNFα ölçümleri için alındı. Ölçümler; real time polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) yöntemi ile yapıldı. Bulgular: Mezenter lenf nodlarında IL-1 (p<0.002) ve TNFα (p<0.018) seviyeleri grup II'de grup I'den anlamlı olarak düşük saptandı. Kemik ikliğindeki TNFα gen ekspresyon değerleri grup II'de grup I'den anlamı olarak düşük saptandı(p<0.0015). Sonuç: Cerrahi uygulanan sıçanlarda propofol infüzyonunun mezenter lenf nodunda kemik iliğine göre daha belirgin proinflamatuarsitokin gen ekspresyon baskılanmasına neden olduğu saptandı. Propofol infüzyonunun immün sistemi baskılayıcı etkisinin sınırlı ve özellikle bölgesel bir etki olduğu kanısına varılmıştır. Anahtar Kelimeler: Anestezi, Propofol, Immün sistem, Sitokin, Gen ekspresyonu İletişim Bilgileri: Feyza İnci, M.D. Marmara Üniversitesi Hastanesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon, Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(1);021-025 21 Marmara Medical Journal 2008;21(1);021-025 Emel Özveren, et.al. İn vitro effects of intravenous propofol infusion on cytokine gene expression in rats INTRODUCTION Although the direct effect of anesthesia over the immune system could not be clearly identified, it has been shown that some anesthetic agents and interventions suppress immune functions by reducing the number of circulating immune cells and inhibiting the synthesis of interleukins and proteins during the acute phase1. environment, maintained on a 12h light/ dark cycle, and provided with food and water ad libitum. Twenty adult, male Sprague-Dawley rats weighing 300-320 g were divided into two groups (n=10). Anesthesia was induced with 0.2 mg/kg urethane administered intraperitoneally. An intratracheal cannula was inserted from a midline incision for a tracheostomy to facilitate breathing. A polyethylene catheter was inserted into the right vena jugularis for intravenous infusions. Propofol (2,6- diisopropilphenol) is a chemically inert phenol derivate. It is a shortacting anesthetic drug with a very fast induction period. In 30 seconds (approximately one ‘arm and brain circulation’ period) propofol may induce loss of consciousness. It is used for targetcontrolled intravenous infusions and patientcontrolled sedation. After a single dose of propofol administration, awakening is rapid2. This makes propofol a suitable agent for anesthesia and the sedation of ambulatory surgeries. The basic success of propofol as an intravenous anesthetic agent is the awakening period of 10 to 20 minutes after cessation of long-term and high dose administration3. After midline laparotomy, the abdomen was covered by sterile gauze and hypothermia was prevented by heating pads. Group I received 1 ml/kg/hr serum physiologic infusion. Group II received 5 mg/kg/hr propofol infusion for 90 min. All rats were sacrified and mesentheric lymph node dissection was performed. Lymph node samples were obtained and bone marrow was aspirated from both femurs. The samples were collected in sterile tubes including ringer lactate and were kept in -80ºC. Cytokine gene expression measurements from the mesentheric lymph node and blood marrow aspirates were carried out real time polymerase chain reaction method (RT-PCR). Gene expression is a process which starts with DNA transcription and ends with mRNA production. After that, gene products are formed by posttranscriptional modification and translation methods4. RT- PCR Method: Total RNA was separated from bone marrow and lymph node samples by the trizol method. Reverse transcription was performed by randomized hexamers and 1.0µg total RNA in a solution produced from RNAse inhibitor which is in a total of 20 µl (RNAsin 1.0 U), 1 mM of each deoxynucleotide triphophate, 2.5 U reverse transcriptase (Promega), 1x PCR buffer and 5.0 mM MgCl2. The samples were initially incubated for 30 minutes in 42 ºC and then were re-incubated for 5 minutes in 99 ºC to inactivate reverse transcriptase. Then, amplification was obtained by cDNA, "Lightcycler RNA Master Sybergreen Kit". Sybergreen I is a double spiral DNA specific dye whose florescence significantly increases when binding to DNA. During DNA synthesis of PCR reaction, “Sybergreen” binds to reproducing PCR product DNA and produces Suppression of the immune system functions in physiological conditions or in the presence of local or systemic infections is not a desired property of the anesthetic agents. As cytokine accumulation frequently does not reach significant levels in the peripheral blood during local immune response, in this study; we aimed to evaluate the effects of propofol on proinflammatory cytokine “interleukin 1 (IL-1), interleukin 6 (IL-6) and tumor necrosis factor-alpha (TNF-α)” levels in mesentheric lymph nodes for local response and in bone marrow for systemic response. MATERIAL AND METHOD The study protocol was approved by the InstitutionalAnimal Care and Use Committee. The animals were housed individually in a temperature (20±1 ºC) controlled 22 Marmara Medical Journal 2008;21(1);021-025 Emel Özveren, et.al. İn vitro effects of intravenous propofol infusion on cytokine gene expression in rats a florescence, and the measurement of DNA is automatically evaluated by this device. Specific primers were used for IL-1, IL-6 and TNF-α during the process. GAPDH “Housekeeping gene” amplification was used as control. Statistical analysis: The values were represented as mean±SD. Statistical differences were analysed by using ‘Student unpaired t-test’ and ‘ Mann-Whitney’s Utest’. A p value <0.05 was considered significant. Gene expression levels were determined according to their ratio to ‘House keeping gene’ GAPDH expression. RESULTS There was a significant decrease in the IL-1 (p< 0.002) and TNFα (p<0.018) levels of the lymph node samples in the propofol group compared with the serum physiologic group. IL-6 levels were the same between the groups (p>0.05) ( Table I ). Specific primary gene line for each cytokine is as follows: IL-1 β: 5’ATGGCAACTGTTCCTGAACTCAACT-3’ 3’TTTCCTTTCTTAGATATGGACAGGAC-5’ IL-6 : 5’ATGAAGTTCCTCTCTGCAAGAGACT-3’ 3’- CACTAGGTTTGCCGAGTAGATCTC5’ TNF α: 5’ATGAGCACAGAAAGCATGATCCGC-3’ 3’- CTCAGGCCCGTCCAGATGAAACC-5’ There was a significant decrease in the TNFα levels of the propofol group in the bone marrow samples compared with the serum physiologic group (p<0.0015). However; the IL-1 ve IL-6 levels of the bone marrow samples of the two groups were similar (p>0.05) (Table II). . Table I: Cytokine gene expression levels in the mesenteric lymph node samples (mean±SD) IL-1 IL-6 TNF α 0.0345802±0.01631 0.002131±0.001427 0.0443326±0.01323 0.0096836±0.005675* 0.0014698±0.001226 0.0178593±0.01865** Group I (N:10) Group II (N:10) * p<0.05; ** p<0.01 Table II: Cytokine gene expression levels in the bone marrow samples (mean±SD) Group I IL-1 IL-6 TNF α 0.0736004±0.02041 0.0304346±0.01497 0.1699774±0.03773 0.1021464±0.07861** 0.060545±0.1031** 0.103821625±0.04105* (N:10) Group II (N:10) * p<0.05; ** p<0.01 23 Marmara Medical Journal 2008;21(1);021-025 Emel Özveren, et.al. İn vitro effects of intravenous propofol infusion on cytokine gene expression in rats DISCUSSION However, the plasma cytokine levels do not always reflect the cytokine bioactivity in the inflammed region12. It should be kept in mind that, cytokines have different half lives and rapid use-up or excretion periods with urine, so the plasma levels may differ from time to time13. Tnfα, which has a short plasma half life, is known to have high plasma levels in the first hours of the reaction, after which plasma levels rapidly decrease and disappear13. In contrast, ıl-6 which has a longer half-life, is released in the plasma as a response to tnfα and peak plasma levels are reached several hours after the release of tnfα 13 . Anesthesic drugs and surgical trauma may have suppressive effects on the immune system leading to infections1. The choice of anesthetic agent becomes critical for anesthesiologists especially in immunecompromised patients. It has been shown that all of the anesthetic methods (inhalational, intravenous or regional anesthesia) may influence perioperative immune functions5. Propofol is a popular intravenous anesthetic agent with a rapid onset and short duration of effect. However the results of the studies evaluating the effects of propofol on the immune system are conflicting. The antiproliferative effects of propofol is observed only in the polymorphonuclear cells of the immune-suppressed patients6. In animal studies, propofol has been shown to have antiinflammatory effects during endotoxic inflammation7,8. However, in the blood culture media of healthy volunteers, propofol did not affect the lymphocyte proliferation and cytokine release which are the primary responses to endotoxins9. In the study of Crozier et al. 10, IL-6 levels of the patients who received propofol and alfentanil anesthesia were found to be lower than those who received an inhalational anesthetic agent. Taylor et al11 in their study evaluating the effect of opioids on interleukins concluded that the IL-6 response is not affected when opioids are added to inhalational anesthetics during surgery. Cytokines have a local effect in mild to medium immune and inflammatory responses. Activation of the immune system generally occurs as a local response and that local site is frequently an infectious site which is drained by a lymph node. Cytokine concentration usually does not reach significant levels in the peripheral blood during local responses. Moreover, the alterations in the gene expression are not always correlated and occur simultaneously with the changes in plasma levels of the related protein. In our opinion, evaluation of cytokine levels by the gene expression levels in the mesenteric lymph node and bone marrow, particularly during the initial periods of inflammation gave us the possibility to obtain more dependable results. Badia et al.14 have shown that cytokine levels increase in the peritoneal fluid after abdominal surgery. In our study, we observed that the highest tnfα levels of the peritoneal fluid were reached between the 6th and 10th hours, ıl-6 levels at the 24th hour and ıl-1 levels between the12th and 24th hours, while the plasma cytokine levels were very low, almost unmeasurable during the first days. This condition suggests that the cytokine response of the inflammatory cells is a local entity. We suggested that we could not observe a significant increase in the ıl-6 levels throughout the study as ıl-6 is released in response to tnfα. Significant increases of the In clinical trials, it is difficult to interpret the effects of anesthesic agents on immune cells by measuring only the plasma cytokine levels during anesthesia and surgery, as the immune system is under the influence of neuroendocrine stress response which alters the effects of the anesthesic agents on organ systems. From that point of view, we aimed to evaluate the effects of propofol on the local and systemic cytokine gene expression in rats under surgical stress, without stimulating the immune system by an endotoxin. Cytokine bioactivity is measured by the mrna expression level in the plasma or tissues. 24 Marmara Medical Journal 2008;21(1);021-025 Emel Özveren, et.al. İn vitro effects of intravenous propofol infusion on cytokine gene expression in rats ıl-6 levels are observed particularly following major surgery such as joint prothesis implantations, vascular and colorectal surgeries15. It has been reported that the degree of trauma and blood loss during the operation significantly influences 16 postoperative ıl-6 levels . A major limitation of our study was that the surgical trauma was minor and could cause the statistically significant but clinically minor difference between the propofol infusion and control groups. 5. 6. 7. 8. We concluded that propofol infusion may have a limited and especially local immune supressive effect during laparotomy in rats and further studies are needed to clarify the effect of propofol on cytokine gene expression. 9. 10. 11. 12. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 13. Sarrel P, Whitehead M. Sex and menopause: defining the issues. Maturitas 1985;7:217-224. Davis SR. Androgen treatment in women. Med J Aust 1999;170:545-549. Zumoff B, Strain GW, Miller LK, et al. twenty four hour mean plasma testesterone concentration declines with age in normal premenopausal women. J Clin Endocrinol Metabol 1995;80:1429-1430. Ravaglia G, Forti P, Maioli F, et al. The relationship of dehydroepiandresterone sulphate (DHEAS) to endocrine-metabolic parameters and functional status in the oldest-old. Results from an Italian study on healthy 14. 25 free-living over ninety-year-olds. J Clin Endocrinol Metabol 1996;81:S1173-S1178. Dennerstein L, Randolph J, Taffe J, et al. Hormones, mood, sexuality, and the menopausal transition. Fertil and Steril 2002;77:S42-S48. Avis NE, Stellato R, Crawford S, Johannes C, et al. Is there an association between menopause status and sexual functioning? Menopause 2000;7:297-309. Rosen R. Androgens and women’s sexuality: scientific, clinical, and regulatory perspectives. Lecture. Vancouer, BC: International society for the study of Women’s Sexual Health, October 11,2002. Lobo R. Comparative effects of oral esterified estrogens with and without methyltestesterone on endocrine profiles and dimensions of sexual function in postmenopausal women with hypoactive sexual desire. Fertil Steril 2003;79:1341-1352. Dennerstein L, Dudley E, Burger H, et al. Are changes in sexual functioning during midlife due to aging or menopause? Fertil Steril 2001;76:456-460. Dennerstein L, Lehert P. Modelling mid-aged women’s sexual functioning: a prospective, population-based study. J Sex Marital Ther 2004;30:173-183. Nunnally J. Psychometric theory. 2nd ed New York: McGraw Hill, 1978:701. Davis SR, McCloud P, Strauss BJG, et al. Testesterone enhances eustrodiols effects on postemenopausal bone density and sexuality. Maturitas 1995;21:227-236. Sarrel P, Dobay B, Wiita B. Estrogen and estrogenandrogen replacement in postmenopausal women dissatisfied with estrogen only therapy. J Reprod Med 1998;43:847-856. Badia H, Dudley E, Hopper J, et al. Prospectively measured levels of serum FSH, estradiol, and the dimeric inhibins during the menopausal transition in a population based cohort of human. J Clin Endocrinol Metab 1999;84:4025-4030. ARAŞTIRMA YAZISI ACİL SERVİSE BAŞVURAN ZEHİRLENME OLGULARININ GERİYE DÖNÜK ANALİZİ Onur Yeşil, Haldun Akoğlu, Özge Onur, Özlem Güneysel Acil Tıp Anabilim Dalı, Tıp Fakültesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, Türkiye ÖZET Giriş: Çalışmamızda Marmara Üniversitesi Hastanesi Acil Servisi’ne başvuran zehirlenme olgularının demografik ve klinik özelliklerinin tanımlanması amaçlandı. Yöntem: Marmara Üniversitesi Hastanesi Acil Servisi’ne 01.06.2005-31.12.2006 tarihleri arasında başvuran olguların kayıtları geriye dönük olarak tarandı, olguların cinsiyetleri, yaşları, başvuru zamanları, yakınmaları, zehirlenme neden ve yolları, ilaç düzeyi bakılıp bakılmadığı, olgunun acil ve iç hastalıkları servisi ile yoğun bakımda kalış süreleri, psikiyatri konsültasyonu istenip istenmediği önceden düzenlenmiş olgu takip formlarına kaydedildi. Bulgular: Yüz kırkyedi zehirlenme olgusu çalışmaya alındı. Olguların toksik madde ile temasları ile acil servise başvuru süreleri ortalama 7,61 saat idi. 78 olgu gündüz, 69 olgu ise gece başvurmuştu. 72 olgunun zehirlenme nedeni ilaç, 63’ünün besin ve 12 tanesinin ise alkoldü. En sık başvuru yakınması bulantı, uykuya eğilim, kusma şeklinde sıralanıyordu. Gelen hiçbir olgunun kanda ilaç düzeylerine bakılamadı. 102 olgu acil serviste, 45 olguda hastaneye yatırılarak tedavi edildi. 65 olgu için psikiyatri konsültasyonu istendi. Sonuç: Hastanemiz acil servisine başvuran zehirlenme olgularından elde ettiğimiz veriler Türkiye’de daha önceden yapılan çalışmalar ile benzer özellikler göstermektedir. Zehirlenmeler daha çok genç kadınlarda ve ilaçlarla olmaktadır. İlaç ile zehirlenen olguların besin ve alkole göre ortalama yaşları daha genç, başvuru süreleri daha erken bulunmuş ve tamamı intihar amaçlıdır. Bu hastalar hastaneye yatırılarak izlenmiş ve çoğuna psikiyatri konsültasyon istenmiştir. Anahtar sözcükler: Zehirlenme, Acil servis, Psikiyatrik değerlendirme RETROSPECTIVE EVALUATION OF POISONING PATIENTS IN THE EMERGENCY DEPARTMENT ABSTRACT Objective: The purpose of this study was to determine the clinical properties and demographics of patients admitting to the Emergency Department (ED) with intoxication. Patient and Methods: A retrospective study was conducted with poisoning patients admitted to our ED between 1st of June 2005 and 31st of December 2006. Data regarding the age, sex, reason for the intoxication, and presence of psychiatric evaluation were obtained from the patient files. Results: One hundred and forty-seven intoxication cases were admitted to ED. Mean time spent before admission to ED after exposure was 7,61 hours. 78 cases were in the daytime, 69 cases at night. The agent exposed was drugs in 72 of the cases whereas 63 was food and 12 was alcohol. 102 cases were treated in ED and 45 cases were admitted to hospital. Psychiatric evaluation was performed on 65 patients. Conclusion: Demographics of the patients admitting to our ED were similar to the findings of other studies reported from Turkey. Intoxication seems to be the problem of young women and drugs are the most frequent agents. Drug intoxicated cases are younger, report faster to ED and all of them were intended suicide. All of these suicidal cases were admitted to a hospital and psychiatric evaluation was carried out. Keywords: Emergency Department, Intoxication, Psychiatric evaluation İletişim Bilgileri: Dr. Özlem Güneysel Marmara University, School of Medicine, Department of Emergency Medicine,Altınizade, İstanbul, Turkey e-mail: [email protected] 26 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Onur Yeşil, ark. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının geriye dönük analizi GİRİŞ olan olgu takip formlarına kaydedildi. Ayrıca gün ikiye bölünerek gündüz (0800-1800) ve gece (1800-0800) olarak ayrıldı. Zehirlenmeler çok eski çağlardan beri toplumları yakından ilgilendiren önemli sorunlardan biri olmuştur1. Herhangi bir kimyasal, fiziksel veya organik madde sindirildiğinde, solunduğunda, emildiğinde (absorbsiyonunda) veya enjekte edildiğinde; küçük miktarlarda bile kimyasal etkileri ile yapılara zarar verebiliyor ve fonksiyonları bozabiliyorsa, bu maddeye zehir, olaya ise zehirlenme denilmektedir2. Acil servisimizde 18 yaşın altındaki hastalar Pediatri Anabilim dalı tarafından bakıldığından 18 yaş ve üstü tüm zehirlenme olguları çalışmaya dahil edildi. Etken maddeyi aldıktan sonra başvuru zamanı sınırlaması getirilmedi. İSTATİSTİKSEL ANALİZ Veriler ‘’SPSS 15.0’’ paket programına yüklenerek değerlendirildi. Veriler ortalama ± standart sapma, ortanca ve % ile ifade edildi. İstatiksel analizde χ2 ve Mann-Wittney U testleri kullanıldı ve p<0.05 değeri anlamlı kabul edildi. “Zehir” sözcüğü literatürde ilk kez M.Ö. 1230 yılında ölümcül maddelerden hazırlanan ilaç ve iksir olarak tanımlanmasına karşın zehir ve zehirlenmenin tarihçesi binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Yüzyıllar boyu, Romalılar zamanındaki politik suikastlerden çağdaş çevre sağlığına kadar zehirler insanlığın tarihinde önemli rol oynamıştır3. BULGULAR Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne 01.06.2005- 31.12.2006 tarihleri arasında başvuran zehirlenme olgu sayısı 147’dir. Zehirlenmeler; etkene, hastaneye başvuru süresine bağlı olarak ciddi sonuçlar doğurabilmektedir4. Cinsiyet Bu çalışmada Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne başvuran zehirlenme olgularının dermografik ve klinik özelliklerini tanımlamayı amaçladık. Bu olgulardan 83’ü kadın (% 56.5), 64’ü (% 43.5) erkekti. Olguların yaşları 18 ile 74 arasında değişiyordu ve ortalama yaş 34.91 ± 14.64 iken kadınların 35.47 ± 13.71, erkeklerin 34.19 ± 15.85 idi. GEREÇ-YÖNTEM Çalışmamızda Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne 01.06.200531.12.2006 tarihleri arasında başvuran olguların kayıtları geriye dönük olarak tarandı. Olguların cinsiyet ile yaşları, başvuru zamanları, yakınmaları, zehirlenme nedenleri, ortamda başka zehirlenme olgularının olup olmadığı, olaya tanık olup olmadığı, Glasgow Koma Skalaları, vital değerleri, zehirlenme yolları, etken maddeyi alım sebepleri, beraberinde alkol alınıp alınmaması, travma varlığı, ilaç düzeyi bakılıp bakılmadığı, olgunun acil ve iç hastalıkları servisi ile yoğun bakımda kalış süreleri, komplikasyon gelişip gelişmediği, psikiyatri konsültasyonu istenip istenmemesi önceden düzenlenmiş Sosyal güvence Başvuran olguların 105’inin (% 71.4) sosyal güvencesi varken geri kalan 42’sinin (% 28.6) herhangi bir sosyal güvencesi yoktu. Sosyal güvencesi olan kadın olgu sayısı 62 (% 59), erkek olgu sayısı 43 (% 41) idi. Zehirlenme nedeni Zehirlenme nedeni olarak 72 olguda (% 49) ilaç, 63 olguda (% 42.8) besin ve 12 olguda da (% 8.2) alkol tespit edildi (Şekil 1). İlaç doz aşımı düşünülen olguların 51’i (%70.8) kadın, 21’i (% 29.2) erkekti. Besin zehirlenmesi olgularının 24’ü (% 38) kadın, 39’u (% 62) erkek idi. 27 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Onur Yeşil, ark. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının geriye dönük analizi Şekil 1: Nedenlerine göre zehirlenme olgularının dağılımı İlaç doz aşımı ile getirilen olguların ortalama yaşları 29.40 ± 11.06, başvuru süreleri 4.77 ± 4.34 saat bulundu. Bu 72 olgunun hiçbirinin yanında birlikte zehirlenen kişi yoktu. 72 olgu da intihar amaçlı ilaç almıştı. 7 olguda (% 4.7) beraberinde alkol alımı da vardı. İlaç doz aşımı ile başvuran olguların 27’si (% 37.5) ayaktan, 45’i (% 62.5) yatırılarak tedavi edildi. Bu olguların 62’sine (% 86) psikiyatri konsültasyonu istenirken 10 olguya (%14) istenmedi. zehirlenenlerin ortalama yaşları 40.75 ± 16.11, başvuru süreleri 11.25 ± 6.47 saat bulundu. Bu olguların 29’u (% 43) kadın, 39’u (% 57) erkekti. 38 olgu gündüz (% 56), 30 olgu (%44) gece gelmişti. 68 olgu ayaktan tedavi edildi. Bu olgulardan sadece 3 tanesine (% 4.4) psikiyatri konsültasyonu istendi. İntihar girişimi sonucu zehirlenip acil servise getirilen olguların ortalama yaşları 29.89 ± 11.10, başvuru süreleri 4.48 ± 4.24 saat bulundu. Bu olguların 54’ü (% 68) kadın, 25’i (% 32) erkekti. 40 olgu (% 50.6) gündüz, 39 olgu (% 49.4) gece gelmişti. 79 olgunun 34’ü (% 43) ayaktan, 45’i (% 57) yatırılarak tedavi edildiler. Bu olgulardan 62’sine (% 78.5) psikiyatri konsültasyonu istenirken 17’sine (% 21.5) istenmedi. Besin zehirlenmesi ile başvuran olguların ortalama yaşları 40.81 ± 16.02, başvuru süreleri 11.79 ± 6.42 saat bulundu. Bu olguların 10’unun (% 15.8) yanında başka zehirlenme olgusu varken, 53’ünün (% 84.2) yoktu. Besin zehirlenmesi ile başvuran olguların hepsi de ayaktan tedavi edildiler ve hiçbirine psikiyatri konsültasyonu istenmedi. Ayn ortamda olgular n n varl ğ Fazla alkol alımı ile başvuran olguların ortalama yaşları 37 ± 14.39, başvuru süreleri 2.75 ± 1.58 saat bulundu. Olguların tümü ayaktan tedavi edildiler. 3’üne (% 25) psikiyatri konsültasyonu istenirken 9’una (% 75) istenmedi. başka zehirlenme Besin zehirlenmesi tanısı ile takip edilen 10 olgu (% 15.8), ek olarak yanlarındaki bireylerde de kendilerinde olan şikayetlere benzer şikayetler olduğunu söylüyorlardı. Bu olguların başvuru süreleri 11.2 ± 7.92 saat bulundu. 10 olgu da (% 100) kaza ile zehirlenmişti ve hiçbiri alkol almamıştı. Cinsiyet ile aynı ortamda başka zehirlenme olgularının varlığı arasında anlamlı fark Kaza-intihar 68 olgu (% 46.3) kazara, 79 olgu (% 53.7) intihar amacı ile zehirlenmişti. Kaza sonucu 28 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Onur Yeşil, ark. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının geriye dönük analizi bulundu, yalnızken görülen zehirlenmelere kadınlarda daha sık olarak rastlandı (p<0,05). besin ve 5’i (% 6.5) fazla alkol alımı nedeni ile zehirlenerek acil servise başvurmuştu. Gece başvuran olguların ortalama başvuru süreleri 6.23 ± 6.18 saat bulundu. Bu 69 olgunun 34’ü (% 49) ilaç, 28’i (% 41) besin, 7’si (% 10) ise fazla alkol alımı nedeni ile zehirlenerek acil sevise başvurmuştu. Başvuran kadın olguların ortalama acile başvuru süresi 6.55 ± 5.99 saat, erkek olguların ise 8.99 ± 6.58 saat idi. Başvuru süreleri Olguların zehirlenme sonucu acil servise başvuru süreleri ortalama 7.61 ± 6.35 saat (456.6 dakika), 0-1 saatte başvuran olgu sayısı 14 (% 9.5), 1-2 saatte başvuran olgu sayısı 23 (% 15.6), 2-4 saatte başvuran olgu sayısı 34 (% 23.1), 4 ve üstü saatte başvuran olgu sayısı 76 (% 51.7) idi (Şekil 2). Başvuru yak nmalar 78 olgu (% 53.1) gündüz, 69 (% 46.9) olgu ise gece başvurmuştu. Gündüz başvuranların 35’i (% 45) kadın, 43’ü (% 55) erkekti. Gece başvuranların 48’i (% 69.5) kadın, 21’i (% 30.5) erkekti. Cinsiyet ile başvuru zamanı arasında anlamlı fark saptandı (p<0,05). Çalışmaya alınan olguların 14 tanesinde (% 9.5) geliş yakınması olarak bulantı, 22’sinde (% 15) uykuya meyil, 30’unda (% 20.4) kusma, 11’inde (% 7.5) ishal, 31’inde (% 21.1) karın ağrısı, 2’sinde (% 1.4) çarpıntı, 4’ünde (% 2.7) bilinç bulanıklığı, 3’ünde (% 2) saldırganlık ve 30’unda (% 20.4) diğer semptomlar vardı (Şekil 3). Gündüz başvuranların ortalama başvuru süreleri 8.83 ± 6.28 saat bulundu. Bu 78 olgunun 38’i (% 48.7) ilaç, 35’i (% 44.8) Şekil 2: Başvuru sürelerine göre zehirlenme olgularının dağılımı 29 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Onur Yeşil, ark. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının geriye dönük analizi Şekil 3: Başvuru yakınmalarına göre zehirlenme olgularının dağılımı Tan k varl ğ Beraberinde alkol alan olguların ortalama yaşları 40.05 ± 15.07, başvuru süreleri 3.75 ± 4.96 saat bulundu. Bu olguların 13’ü (% 65) kadın, 7’si (% 35) erkekti. 12’si (% 60) gündüz, 8’i (% 40) gece gelmişti. 18’i (% 90) ayaktan, 2’si (% 10) yatırılarak tedavi edildiler. Cinsiyet ile alkol alımı arasında anlamlı fark bulunamadı ( p>0,05 ). 137 olguda (% 93.2) tanık yokken, 10 olguda (%6.8) ise tanık vardı. Bu tanıklı olguların 4’ü (% 40) kadın, 6’sı (% 60) erkekti. Vital bulgular Olguların ortalama sistolik tansiyon değeri 114.69 ± 15.21, diastolik tansiyon değeri ise 71.9 ± 12.3 mmHg idi. Ortalama nabız 90.30 ± 16.48 olarak bulunurken bu oran kadınlarda 91.80 ± 17.91, erkeklerde 88.36 ± 14.32 idi. Solunum sayısı ortalaması tüm olgularda 19.2 ± 2.8 bulunurken kadınlarda bu ortalama 19.58 ± 3.15, erkeklerde 18.72 ± 2.42 bulundu. Tüm olgularda ateş ortalaması 36.40 ± 0.56, kadın olgularda 36.32 ± 0.55, erkek olgularda 36.51 ± 0.56 idi. sPO2 değeri tüm olgularda ortalama olarak 96.59 ± 2.64, kadınlarda 96.41 ± 2.71, erkeklerde 96.83 ± 2.53 olarak ölçüldü. Tedavi edilme / İzlenme yeri 102 olgu (% 69.4) acil serviste, 45 olgu ise (% 30.6) hastaneye yatırılarak tedavi edildi. Hastaneye yatırılan bu 45 olgudan 20’si (% 44.5) iç hastalıkları servisinde ve 25’i de (% 55.5) yoğun bakımda tedavi edildi. Hiçbir olguda komplikasyon gelişmedi. Cinsiyet ile olgunun ayaktan ya da yatırılarak tedavi edilmesi arasında anlamlı fark vardı (p<0,05). Psikiyatri konsültasyonu Olguların 65’ine (% 44.2) psikiyatri konsültasyonu istenirken 82’sine (% 55.8) istenmedi. Psikiyatri konsültasyonu istenen olguların ortalama yaşları 28.49 ± 10.50, başvuru süreleri 4.45 ± 4.19 saat bulundu. Psikiyatri konsültasyonu istenen olguların Alkol al m Olguların tamamı oral yoldan zehirlenmişti. 20 olgu (% 13.6) beraberinde alkol almıştı. Gelen olguların hiçbirine ilaç düzeyi bakılamadı. 30 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Onur Yeşil, ark. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının geriye dönük analizi 44’ü (% 68) kadın, 21’i (% 32) erkekti. Cinsiyet ile psikiyatri konsültasyonu istenmesi arasında anlamlı fark bulundu (p<0,05). cinsiyet oranları ülkemizdeki diğer çalışmalarla benzerlik göstermiştir. Başvuru yaş ortalamamız diğer çalışmalardan biraz daha yüksek ve otuzlu yaşlardır. Bunun nedeni çalışmamıza alınan olguların 18 yaş ve üstü olması, hastanemizin bulunduğu çevredeki ailelerin çocuklarının eğitim düzeylerinin yüksek ve ekonomik yönden yaşam standartlarının iyi olması olabilir. Glasgow Koma Skalas Başvuran 147 olgunun 130’unda (% 88.4) GKS 15, 12’sinde (% 8.2) GKS 14, 2’sinde (% 1.3) 9 ve 3’ünde ( % 2 ) 10 idi. TARTIŞMA İlaç alımıyla intihar girişimi kadınlarda erkeklere göre dikkat çekici düzeyde fazladır. Kadınlar daha çok yalnızken ve ilaç alarak zehirlenme sonrası acil servise getirilmektedir. Cinsiyet ile başvuru zamanı arasında gündüz erkeklerin, gece ise kadınlarn daha çok başvurdukları görülmektedir. Kadınlar gece ilaç alımı sonrası acil servise getirilirken, erkekler gündüz besin zehirlenmesi nedeni ile başvurmuşlardır. Zehirlenme olguları, ciddi yaklaşım gerektiren ve verilen tedaviye iyi yanıt alınması nedeniyle acil servise başvuran olgular içinde ayrı bir yer tutmaktadır. Zehirlenme şekli ve zamanına göre uygulanan standart yaklaşım tüm acil servislerde benzerlik göstermektedir. Bölgesel farklılıklar, yaş dağılımı ve sosyal statü gibi nedenlerle acil servise başvuran olgu profilleri değişmektedir. Yapılan çalışmalarda acil servise başvuran zehirlenme olgularının toplam olgulara oranı ülkemizde % 0.46 ile %1.7 arasında bulunmuştur5-7. Ancak bu oran bizim hastanemizdeki orandan fazladır. Bunun sebebi hastanemizin bulunduğu bölgenin gelir düzeyi ve sosyal statüsü yüksek olan bir bölge olması olabilir. Ülkemizde yapılan çalışmalarda zehirlenme olgularının büyük kısmının intihar amaçlı ve kadın olduğu görülmüştür7-9,11,12. Çalışmamızda 68 olgu ( % 46.3 ) kaza ile, 79 olgu (% 53.7) intihar girişimi sonrası zehirlenerek acil servise başvurmuştur ve kadın cinsiyet oranımız yüksektir. Bu bulgular diğer çalışmalar ile benzerlik göstermektedir. Özköse ve ark. çalışmasında8 en sık zehirlenme nedeni olarak ilk üç sırayı ilaçlar, CO inhalasyonu ve besinler; Kavalcı ve ark. çalışmasında9 ilaçlar, besinler ve CO inhalasyonu; Yılmaz ve ark. çalışmasında10 ilaç, gıda ve mantar zehirlenmeleri; Ok ve ark. çalışmasında11 ilaç, organik fosfor ve korozif maddeler almıştır. Bizim çalışmamızda ise ilk üç sırayı ilaç, besin ve alkol almaktadır. Olgularımız arasında endüstriyel ürünler, karbon monoksit, tarım ilacı ve böcek ısırıkları yoktur; bu türden zehirlenme olguları servisimize başvurmamışlardır. Bunun nedeni hastane çevresinde endüstriyel fabrikaların olmaması, ısınma sorununun kömür ya da tüp ile değil doğal gaz ile çözülmesi ve kırsal yaşamın olmamasından kaynaklanmaktadır. Kavalcı9 ve Al’ın12 çalışmalarında olguların hastaneye başvuru süresi ortalama 155 ile 180 dk. arasında değişmektedir. Çalışmamızda olgular acil servise ortalama 7.61 ± 6.35 saatte (456.6 dakika) başvurmuştur. Aradaki belirgin fark hastanemize başvuran olgularda zehirlenme nedeni olarak karbonmonoksit gazı, koroziv madde, organofosfat gibi hastayı daha erken hastaneye getiren zehirlenme nedenlerinin olmaması; çalışmamızdaki olguların zehirlenme sonrası genel durumlarının hemen bozulmayıp, vital değerlerinin normal sınırlar içinde kalması olabilir. Kavalcı ve ark. çalışmasında9 olguların % 76.2’si ayaktan ve %20.8’i hastaneye yatırılarak tedavi edilmiştir. Gökben ve ark. çalışmasında7 olguların büyük çoğunluğu (% 87) yoğun bakıma yatırılmış, % 13 hasta acil serviste takip ve tedavi edilerek taburcu edilmişlerdir. Ok ve ark. çalışmasında11 %62 Ülkemizde yapılan çalışmalarda acil servise başvuran zehirlenme olgularının daha çok kadın ve ortalama yaşlarının 25 yaş ve altı olduğu görülmüştür6,7,9. Çalışmamızdaki 31 Marmara Medical Journal 2008;21(1);026-032 Onur Yeşil, ark. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının geriye dönük analizi olgu ayaktan, % 26 olgu yoğun bakıma yatırılarak tedavi edilmiştir. Çalışmamızda 102 olgu (% 69.4) acil serviste, 45 olgu ise (% 30.6) hastaneye yatırılarak tedavi edilmiştir. Hastaneye yatırılan bu 45 olgudan 20’si ( %13.6 ) iç hastalıkları servisinde ve 25’ide (% 17) yoğun bakımda tedavi edilmiştir. Hastaneye yatış oranlarımız Kavalcı ve ark. çalışması ile benzerlik gösterse de Gökben ve ark. çalışması ile farklılıklar arzetmektedir. Bunun nedeni hastanemize başvuran olguların daha çok iyi durumda ve yoğun bakım ihtiyacı olmayan olgular olması, fakültemiz Anestezi ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nın daha çok entübe olan hastaları izleme eğiliminden dolayı olgularımızın acil serviste izlenmesidir. daha erken bulunmuş ve tamamı intihar amaçlıdır. Bu hastalar hastaneye yatırılarak izlenmiş ve çoğuna psikiyatri konsültasyonu istenmiştir. KAYNAKLAR 1. Chirasirisap K, Ussanawarong S,Tassaneeyakul W et al. A study of major causes and types of poisoning in Khonkaen,Thailand, Vet Hum Toxicol 1992; 34: 489492. 2. http://www.acilveilkyardim.com Erişim tarihi 05.07.2007 3. Wax. PM. Historical principles and perspectives. In: Goldfrank LR, Flomenbaum NE, Lewin NA, Weisman RS, Howland MA, Hoffman RS, eds. Goldfrank’s Toxicologic Emergencies, 7th edition, USA, The McGraw-Hill Companies, 2002:1-17. 4. http://www.thehealthnews.org Erişim tarihi 05.07.2007 5. Akköse Ş, Fedakar R, Bulut M,Çebicci H. Zehirlenme olgularının beş yıllık analizi. Acil Tıp Dergisi 2003;3:810. 6. Gündüz A, Kesen J, Topbaş M, Narcı H, Yandı M. İntihar amaçlı zehirlenme nedeniyle acil servise başvuran hastaların analizi. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni 2004:3;234-242. 7. Gökben Çetin N, Beydilli H, Tomruk Ö. Acil servise başvuran intoksikasyon olgularının geriye dönük analizi. S.D.Ü. Tıp Fak. Derg. 2004;11:7-9 8. Özköse Z, Ayoğlu F. Etiological and demographical characteristics of acute adult poisoning in Ankara,Turkey. Hum Exp Toxicol 1999; 18:614-618. 9. Kavalcı C, Durukan P, Çevik Y, Özer M, İkizceli İ. Zehirlenme olgularının analizi:Yeni bir hastanenin bir yıllık deneyimi. Türkiye Acil Tıp Dergisi-2006;6:163166. 10. Yılmaz A, Kukul Güven F, Korkmaz İ, Karabulut S. Acil serviste akut zehirlenmelerin retrospektif analizi.C.Ü.Tıp Dergisi 2006;28 :21-26. 11. Ok G, Erbüyün K, Mirzai T, Vatansever D, Tok D. Acil servise başvuran zehirlenme olgularının retrospektif olarak incelenmesi. Toksikoloji Dergisi 2006;4:5-9. 12. Al B, Güllü M, Küçüköner M, Yılmaz B, Aldemir M, Kara İ. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisine ilaçlara bağlı zehirlenmeler ile başvuran hastaların epidemiyolojik özellikleri. Toksikoloji Dergisi 2006;4: 11-20. Çalışmanın kısıtlılıkları: Verilere ulaşılırken hastanenin dosya kayıt sistemi kullanıldı. Ancak kayıt yetersizliği nedeniyle verileri eksik olan hastalar çalışmadan dışlandığından çalışmaya alınan hasta sayısı, aynı dönemdeki zehirlenmelerden daha düşük sayıdadır. Hastanemizin konumu nedeniyle karbon monoksit, organofosfat gibi farklı zehirlenme nedenlerine bağlı olguların olmaması, zehirlenme etiyolojileri açısından Türkiye genelini yansıtmamaktadır. Sonuç olarak; hastanemiz acil servisine başvuran zehirlenme olgularından elde ettiğimiz veriler Türkiye’de daha önceden yapılan çalışmalar ile benzer özellikler göstermektedir. Zehirlenmeler daha çok genç kadınlarda ve ilaçlarla olmaktadır. İlaç ile zehirlenen olguların besin ve alkole göre ortalama yaşları daha genç, başvuru süreleri 32 ARAŞTIRMA YAZISI İSTANBUL’DA BİR TIP FAKÜLTESİ HASTANESİNDE YATAN HASTALARIN MEMNUNİYET DÜZEYİ 1 Muhammed Fatih Önsüz , Ahmet Topuzoğlu1, Utku Can Cöbek2, Sercan Ertürk2, Fatma Yılmaz2, Selim Birol2 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Sağlık hizmetlerinde kalite ölçütü olarak hasta memnuniyetinin ölçülmesi çok önemlidir. Hasta memnuniyeti sonuçları, kalite değerlendirmesinde, sağlık bakım hizmetlerinin şekillenmesinde ve yönetiminde çok değerlidir. Bu araştırmanın amacı; Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatan hastaların memnuniyet düzeylerini ve bunu etkileyen faktörleri belirlemektir. Yöntem: Kesitsel tipteki bu araştırma, hastane servislerinde yatan 135 hastada, Şubat 2006 tarihinde yüz yüze gözlem altında anket tekniği kullanılarak yapılmıştır. Araştırmada, araştırmacılar tarafından daha önce yapılmış çalışmalar da dikkate alınarak hazırlanan 61 soruluk anket formu kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya, hastanede yatan 155 hastadan 135’i (%87.09) katıldı. Araştırmaya katılanların % 64.5’i hastaneden genel olarak memnun olduğunu belirtti. Katılımcıların hastaneyi tercih etmelerindeki en sık neden sosyal güvence ve sevkti (%42.2). Hastaların % 84.6’sı gerekirse hastaneye yeniden başvurmayı düşündüklerini, % 70.7’si de bir yakını için gerekirse hastaneyi tavsiye edeceklerini belirtmişlerdi. Hastaların genel memnuniyet düzeyleri ile hastane personelinin davranışları ve hastanenin fiziki koşulları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu ( p<0.05). Araştırmamızda, oda temizliğinden memnuniyet ile doktorların tıbbi bilgi ve becerilerinden memnuniyet açısından servisler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu ( p<0.05). Sonuç: Yatan hastaların çok büyük bir bölümü hastaneden memnundur. Genel memnuniyet düzeyini etkileyen en önemli iki faktör odaların durumu ve doktorların becerileridir. Bununla birlikte, sağlık hizmetlerinin kalitesine önem verilmeli ve hasta memnuniyeti ölçümü rutin olarak yapılmalıdır. Anahtar sözcükler: Yatan hasta, Memnuniyet, Kalite, Hastane SATISFACTION LEVELS OF HOSPITALIZED PATIENTS IN A UNIVERSITY HOSPITAL IN ISTANBUL ABSTRACT Objective: Patient satisfaction is very important as a quality criterion in health care services. Patient satisfaction outcomes are important in quality assessments, shaping and managing health care services. The aim of this study was to determine the satisfaction level of hospitalized patients and the associated factors in Marmara University School of Medicine. Method: The study was designed as cross-sectional. Face to face interviews were conducted with 135 patients who were hospitalized during February 2006. The questionnaire included 61 questions which were prepared in the light of the existing literature. Results and Conclusion: Among the 155 hospitalized patients, 135 (87.09%) participated in the study. 64.5% of the participants reported satisfaction regarding the general hospital care. The most frequent factor for preferring this hospital was related to social insurance and consignment (42.2%). 84.6% of the İletişim Bilgileri: Dr. Muhammed Fatih Önsüz Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı, İstanbul, Turkey e-mail: [email protected] 33 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi participants reported that they would again prefer this hospital in the future and 70.7 %of them reported that they would recommend this hospital to their relatives and friends. There was a statistically significant relation between the general satisfaction level and the hospital personnels’ attitudes as well as the physical conditions of the hospital (p<0.05). There were also statistically significant relations between the services, the cleaning of the rooms and the doctors’ skills. Keywords: Hospitalized patient, Satisfaction, Quality, Hospital GİRİŞ kültürel özelliklerine, sağlık hizmetleri ve sağlık kurumları ile ilgili geçmiş deneyimlerine göre farklılaşmaktadır. İkinci faktör; hastaların aldıkları hizmetle ilişkin algılamalarıdır. Algılar, bireylerin aldıkları hizmetler ve hizmet üretim süreci ile ilgili görüş veya değerlendirmeleri esas alınarak ölçülmektedir. Algılama faktörü, hastaların özelliklerine ve sağlık kurumlarıyla ilgili geçmiş deneyimlerine göre farklılaşmaktadır6. Hasta memnuniyeti farklı birtakım boyutlarda değerlendirilmektedir. İnsancıllık, bilgilendirme, genel kalite, genel memnuniyet, yetkinlik, bürokrasi, ulaşılabilirlik, maliyet, fiziksel koşullar, sonuç (tedavinin sonucu), süreklilik, psikososyal destek, sık kullanılan bazı boyutlardır7. Leebov ve Scott sağlık kurumlarında hasta memnuniyetinin dört nedenden dolayı önem taşıdığını ileri sürmektedirler. Bunlar6,7: Günümüzde sunulan sağlık hizmetinin sonuçlarını izlemek için kullanılan kalite değerlendirmeleri genellikle tıbbi çıktılar, maliyet analizleri ve hasta memnuniyeti üzerinden yapılabilir1,2. Bu değerlendirmelerden birisi olan hasta memnuniyeti, klinik sonuçlar kadar önemlidir ve bunu ölçmek her sağlık kuruluşunun hedeflerinden biri olmalıdır3. Roemer ve Montoya-Aguilar sağlık hizmetlerinde kaliteyi “kullanılan kaynakların ve yapılan faaliyetlerin spesifik bir göstergesi” olarak tanımlamaktadır. Uz’a göre ise, kaliteli bir sağlık hizmetinden sözedebilmek için gereken kaynakların verimli bir şekilde dağıtılması ve kullanılması, hizmetin etkili biçimde verilmesi, gerek kaynak dağıtımında gerekse hedef kitlenin hizmetlere ulaşımında hakkaniyete özen gösterilmesi ve hizmet sunumu sırasında ve sonrasında hizmeti kullananların memnuniyetinin sağlanması gerekmektedir4. Günümüzde sağlık hizmetlerinde giderek önem kazanan kalite kavramı ve hasta memnuniyeti hizmetin değerlendirilmesinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Sağlık hizmetlerinin üretildiği anda tüketilen ve depolanamayan bir özellik gösteriyor olması, bu hizmetin kalitesinin ölçülmesini güçleştirmektedir. Hasta memnuniyeti sağlık hizmetinde kalitenin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır5. Sağlık kurumlarının temel çıktılarından biri olan hasta memnuniyeti, genel olarak “hastaların istek ve beklentilerinin karşılanması veya bu istek ve beklentilerin üstünde hizmet verilmesi “ olarak tanımlanabilir. Verilen tanımdan da çıkartılabileceği gibi hasta memnuniyetini iki faktör belirlemektedir. Birinci faktör; hasta beklentileridir. Hastaların sağlık kurumlarında aradıkları veya görmek istedikleri bilimsel, yönetsel ve davranışsal özellikler olarak tanımlanabilen beklentiler, hastaların yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, sosyo- 1. İnsancıl nedenler 2. Ekonomik nedenler 3. Pazarlama 4. Etkililik Kalite ölçütü olarak hasta memnuniyetini ölçmenin önemi tartışılmayacak kadar ortadadır. Memnuniyete ilişkin bilginin, kalite değerlendirmesinde olduğu kadar sağlık bakım sistemlerinin şekillenmesinde ve yönetiminde de çok değerli olduğu kaydedilmektedir. Son yıllarda gerek kamusal gerekse özel sağlık kuruluşlarında hasta memnuniyeti konusuna giderek daha çok ilgi duyulmakta ve ölçüm çalışmaları 7 yaygınlaşmaktadır . Bu araştırmanın amacı; Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul’un Anadolu yakasında bir üniversite hastanesi olarak geniş yelpazede bir hasta populasyonuna sahip Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatan hastaların memnuniyet düzeylerinin ve bunu etkileyen faktörlerin belirlenmesidir. 34 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi GEREÇ-YÖNTEM memnun olunan ve en çok memnuniyetsizlik nedenlerini sorgulayan sorulardan oluşmaktadır. Memnuniyet soruları; çok memnunum, memnunum, kararsızım, memnun değilim, hiç memnun değilim şeklinde derecelendirilmiştir. Analiz aşamasında bu derecelendirme, “memnunum ve çok memnunum” “memnun” olarak, “memnun değilim, hiç memnun değilim ve kararsızım” ise “memnun değilim” olarak değerlendirilmiştir. İstatistik analizlerde; kikare testi, Fischer exact test, t test ve Mann Whitney U testleri kullanılmış ve p<0.05 anlamlı fark olarak kabul edilmiştir. Çok değişkenli analizde; yaş, cinsiyet, eğitim, hastanede kalış süresi, fiziki koşullar (yatak takımının temizliği, odanın temizliği, odanın havalandırılması, odanın sessizlik düzeyi, hastane yemeklerinin lezzeti, yemek sunulan kapların temizliği, yemek servisinin temizliği, yemek servisi yapan personelin temizliği ve genel olarak oda memnuniyeti) ve hastane personelinin davranışları (doktorun tıbbi bilgi ve becerisi, doktorun nezaket ve güleryüzlülüğü, doktorun hastaya saygılı tutumu, doktorun hastayı bilgilendirmesi, hemşirenin tıbbi bilgi ve becerisi, hemşirenin nezaket ve güleryüzlülüğü, hemşirenin hastaya saygılı tutumu, hemşirenin hastayı bilgilendirmesi, destek personelinin işini iyi yapması, destek personelinin nezaket ve güleryüzlülüğü, destek personelinin hastaya saygılı tutumu ve destek personelinin yardımseverliği) olmak üzere toplam 25 değişken değerlendirilmiştir. Bu değişkenlerin genel memnuniyete etkisi lojistik regresyon analizi geriye doğru eleme yöntemi ile incelendi, etkili faktörlerin tahmini rölatif riskleri ve %95 güven aralıkları hesap edildi. Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi servislerinde yatan 135 hasta ve yakınlarına, Şubat 2006 tarihinde yüzyüze gözlem altında anket tekniği kullanılarak yapılmıştır. Psikiyatri ve nöroşirürji servislerinde yatan hastalar araştırmaya dahil edilmemiştir. Pediatri, çocuk cerrahisi ve yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların anketleri hasta yakınları tarafından doldurulmuştur. Araştırmamıza katılan hastaların yatış günleri 2 ile 195 gün arasında değişmekteydi ve araştırmamızı yaptığımız süre içerisinde belirtilen servislerde yatan tüm hastalar yatış süreleri göz önünde bulundurulmadan araştırmamıza dahil edilmiştir. Araştırmamıza katılanların yatış nedenleri çok geniş bir yelpazede hastalıklardan oluşuyordu. Bu hastalıklar içerisinde kanser gibi ölümcül hastalıkları olanlar ve kronik kalp yetmezliği gibi ciddi işlev kayıplarına yol açan hastalıkları olanlar da vardı. Anketimizi cevaplamayan 20 hastanın, 6’sı vakit yetersizliği, 6’sı soruların uzun olduğunu ve hastalığını öne sürerek, 8’i ise hastaneden memnuniyetsizlikleri nedeniyle çalışmamıza katılmamıştır. Memnuniyetsizlikleri nedeniyle anketimizi cevaplamayan 8 kişi de hastaneden memnun olmayan populasyon içerisine dahil edilmiştir. Hastanede toplam 15 servis bulunup toplam yatan hasta sayısı 155’dir. Hastalara çalışmanın amacı açıklandıktan sonra katılmayı kabul edenler çalışmaya dahil edilmiştir. Araştırmada, araştırmacılar tarafından literatür 6,7,8 dikkate alınarak hazırlanan 61 soruluk anket formu kullanılmıştır. Anket formunun ilk bölümünde yaş, cinsiyet, eğitim durumu, sosyal güvence gibi hastaların sosyodemografik özelliklerini içeren sorular yer almıştır. Bu soruların arkasından, hastanenin işleyişi ve hastaların hastalıkları ile ilgili bilgilendirilme durumlarını içeren soruların yer aldığı bölüm gelmektedir. Ankette bundan sonra hastanenin fiziki koşulları ve personelle ilgili memnuniyeti ölçmeyi amaçlayan beşli Likert tipi ölçek şeklinde hazırlanmış sorular gelmektedir. Anketin en son bölümü ise, genel memnuniyet, hastaneye tekrar başvuru, hastaneyi tavsiye etme, hastanede en çok BULGULAR Araştırmaya hastanede yatan 155 hastadan 135’i (%87.09) katılmıştır. Katılanların %56.3’ü kadın, %43.7’si erkekti. Araştırmaya katılanların yaş ortalaması 43.72±41.92’dir. Katılımcıların %29.6’sı üniversite mezunu, %31.1’i ortaokul ve lise, %31.9’u ilkokul mezunu iken, %3.0’ü okuryazar ve %4.4’ü okuryazar değil idi. Araştırmaya katılanların %48.1’inin sosyal güvencesi emekli sandığı, %40.0’ının SSK, %5.2’si Bağ-Kur, %2.2’si 35 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi yeşil kart, % 1.5’i özel sağlık sigortası iken, %3.0’ünün ise herhangi bir sosyal güvencesi yoktu. Katılımcıların %51.1’i dahili servislerde, %40.7’si cerrahi servislerde, %8.1’i ise özel serviste yatmaktaydı. Katılımcıların ortalama yatış gün sayısı 15.49±58.94’dü. Araştırmaya katılanların %64.5’i hastaneden genel olarak memnun olduğunu, %35.5’i ise memnun olmadığını belirtmiştir. Araştırmaya katılanların %63.2’si yatış kararı sonrası herhangi bir nedenle beklemediklerini belirtmiştir. Beklediklerini belirten hastaların %63.2’si hastanede yer olmadığı için beklediklerini söylemişlerdir. Katılımcıların %82.1’i kurum sevklerinin işleme geçirilmesi sırasında bir zorlukla karşılaşmadığını belirtmişlerdir. Hastaların %91.9’u kalacağı odayı hastane içerisinde bulma konusunda, %86.6’sı ise odasının hazırlanması konusunda herhangi bir zorlukla karşılaşmadığını bildirmiştir. Katılımcıların %79.2’si ziyaret saatlerinin uygun olduğunu belirtirken, %88.5’i ihtiyaç duyduğunda ilgili birimdeki sorumlu doktora ulaşabildiğini, %81.5’i de teşhis ve tedavi için yapılanların yeterli olduğunu belirtmişlerdir. hastalığının teşhisi, %83.1’i hastalığının gidişatı, %78.9’u yapılan tetkiklerin neler olduğu, %73.4’ü yapılan tetkiklerin sonuçları, %69.2’si tedavi seçenekleri, %72.0’si seçilen tedavinin riskleri hakkında bilgilendirildiklerini belirtmişlerdir. Katılımcıların yaşlarının genel memnuniyet üzerine etkisi değerlendirildiğinde, genel olarak hastaneden memnun olduğunu belirten grubun yaş ortalaması (45.72±20.82) memnun olmayan gruptan (37.51±20.88) daha yüksek bulunmuştur. Hastaların yaşları ile genel memnuniyet arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur (p=0.038). Yatış gün sayısı değerlendirildiğinde ise, memnun olan grubun ortancası (ort. 7.00) memnun olmayan gruptan (ort. 8.00) daha düşük bulunmuş ve yatış gün sayısı ile genel memnuniyet düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p=0.593). Araştırmaya katılanların bazı tanımlayıcı özelliklerinin genel memnuniyet üzerine etkisi Tablo-I’de gösterilmiştir. Araştırmaya katılan erkeklerin kadınlara göre daha memnun oldukları (%71.9, %68.5) bulunmuştur. Ancak cinsiyetle genel memnuniyet arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p=0.671). Hastaların eğitim durumlarının genel memnuniyet üzerine etkisine bakıldığında, memnuniyet düzeyi en yüksek olan grup okur yazar olmayan gruptu (%83.3), bunu üniversite ve ilkokul mezunları izlerken (%75.7, %74.4), memnuniyet düzeyi en düşük olan grup okur yazar grubu (%50.0) olarak bulunmuştur. Araştırmaya katılanların eğitim düzeyleri ile genel memnuniyet düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p=0.596). Hastaların sosyal güvencelerine göre değerlendirildiğinde ise, memnuniyeti en yüksek olan grup herhangi bir sosyal güvencesi olmayan grup (%100.0) olarak bulunmuş, bunu emekli sandığına bağlı grup (%77.0) takip etmiştir. Memnuniyet düzeyi en düşük olan grup ise Bağ-Kura bağlı hastalar olarak bulunmuştur (%42.9). Hastaların sosyal güvenceleri ile genel memnuniyet düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p=0.173). Araştırmaya katılanların hastaneyi tercih etmelerindeki en sık nedeninin “sosyal güvence ve sevk” (%42.2) olduğu görülmektedir. Sık belirtilen diğer neden ise, hastanede “iyi hizmet verilmesi” (%28.1) idi. Hastanede “tanıdık birinin olması” da sık görülen (%7.4) diğer bir neden olarak dikkati çekmektedir. Hastanenin “eve, işyerine yakın olması” ve “çabuk sonuç alma” ( sırasıyla %1.5, %1,5) son sıralarda yer almıştır. Hastaneyi tercih etme nedeni olarak diğer yanıtı veren hastaların büyük çoğunluğu (%42.30) üniversite hastanesi olması nedeniyle tercih ettiklerini belirtmişlerdir. Katılımcıların %84.6’sı servisteki tıbbi takipten memnun olduğunu belirtmiştir. Hastaların %76.7’si gerekirse hastaneye yeniden başvurmayı düşündüklerini, %70.7’si de bir yakını için gerekirse hastaneyi tavsiye edeceklerini belirtmişlerdir. Araştırmaya katılanların yatmalarını gerektiren hastalığın tedavisi hakkında bilgi sahibi olma değerlendirildiğinde, hastaların hastanede teşhis ve durumları %89.2’si 36 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi Tablo I: Araştırmaya katılanların bazı tanımlayıcı özelliklerinin genel memnuniyet üzerine etkisinin dağılımı Tan mlay c Özellikler Cinsiyet Kadın Erkek Eğitim durumu Okur yazar değil Okur yazar İlkokul Orta okul Lise Üniversite Sosyal güvence Yok SSK Bağ-Kur Emekli Sandığı Yeşil Kart Özel Sigorta Genel memnuniyet düzeyi Memnun n % Genel memnuniyet düzeyi Memnun değil n % 50 41 68.5 71.9 23 16 31.5 28.1 5 2 32 8 16 28 83.3 50.0 74.4 61.5 61.5 75.7 1 2 11 5 10 9 16.7 50.0 25.6 38.5 38.5 24.3 4 34 3 47 2 1 100.0 64.2 42.9 77.0 66.7 50.0 0 19 4 14 1 1 0.0 35.8 57.1 23.0 33.3 50.0 Χ² p 0.180 0.671 3.739 0.596 6.946 0.173 hastane yemeklerinin lezzetinde saptanmıştır. Hastane personelinin davranışları ile ilgili konular incelendiğinde, hiç memnun değilim diyenlerin en yüksek oranda %6.5 ile destek personelinin işini iyi yapması başlığında, en düşük oranda ise %0.8 ile doktorun tıbbi bilgi ve becerisi ile doktorun nezaket ve güleryüzlülüğü başlıkları altında saptanmıştır. Memnun değilim cevabının en çok verildiği konular %7.1 ile doktorun hastayı bilgilendirmesi ve hemşirenin hastayı bilgilendirmesi iken, en az verildiği konu ise %0.8 ile doktorun tıbbi bilgi ve becerisi idi. Kararsızım diyenler en çok (%14.3) hemşirenin hastayı bilgilendirmesi konusunda toplanmışken, en az (%8.6) hemşirenin nezaket ve güleryüzlülüğü konusunda tespit edilmiştir. Memnunum cevabının en çok verildiği konu %51.2 ile destek personelinin yardımseverliği konusunda, en az ise %35.7 ile doktorun hastayı bilgilendirmesi ve hemşirenin hastayı bilgilendirmesi konularında saptanmıştır. Katılımcıların verdikleri çok memnunum cevapları incelendiğinde, bu cevabın en çok verildiği konu %48.1 ile doktorun nezaket ve güleryüzlülüğü, en az verildiği konu ise %29.1 ile destek personelinin nezaket ve güleryüzlülüğü idi. Araştırmaya katılanların hastanenin fiziki koşulları ve hastane personelinden memnuniyet durumlarının dağılımı Tablo II’de gösterilmiştir. Hastanenin fiziki koşulları değerlendirildiğinde, katılımcıların hiç memnun olmadıkları oranlara bakıldığında, en yüksek oran %12.4 ile oda temizliğinde, en düşük oran ise %0.8 ile yemek servisi yapan personelin temizliğinde bulunmuştur. Memnun değilim dedikleri fiziki koşullar incelendiğinde en yüksek oran %17.8 ile odanın temizliği ve odanın havalandırılması başlıklarında, en düşük oran ise %4.0 ile yemek servisi yapan personelin temizliğinde bulunmuştur. Kararsızım diyen en yüksek grup değerlendirildiğinde, kararsızım oranı %16.7 ile hastane yemeklerinin lezzeti başlığında, en düşük oran ise %10.3 ile yemek sunulan kapların temizliğinde bulunmuştur. Hastanenin fiziki koşullarından memnunum diyenler değerlendirildiğinde en yüksek oran %57.9 ile yemek servisi yapan personelin temizliğinde, en düşük oranda %40.3 ile odanın temizliği ve odanın havalandırılması başlıklarında bulunmuştur. Çok memnunum diyen katılımcılar incelendiğinde de, en yüksek oran %24.6 ile yemek servisi yapan personelin temizliğinde, en düşük oran ise %17.5 ile 37 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi Tablo II: Araştırmaya katılanların hastanenin fiziksel koşulları ve hastane personelinin davranışlarına göre genel memnuniyet düzeylerinin dağılımı. Hastanenin Fiziki Koşullar Yatak takımının temizliği Odanın temizliği Odanın havalandırılması Odanın sessizlik düzeyi Hastane yemeklerinin lezzeti Yemek sunulan kapların temizliği Yemek servisinin temizliği Yemek servisi yapan personelin temizliği Genel olarak oda memnuniyeti Hastane Personelinin Davran şlar Doktorun tıbbi bilgi ve becerisi Doktorun nezaket ve güleryüzlülüğü Doktorun hastaya saygılı tutumu Doktorun hastayı bilgilendirmesi Hemşirenin tıbbi bilgi ve becerisi Hemşirenin nezaket ve güleryüzlülüğü Hemşirenin hastaya saygılı tutumu Hemşirenin hastayı bilgilendirmesi Destek personelinin işini iyi yapması Destek personelinin nezaket ve güleryüzlülüğü Destek personelinin hastaya saygılı tutumu Destek personelinin yardımseverliği Hiç memnun değilim n % 12 9.4 Memnun değilim Karars z m Memnunum Çok memnunum Toplam n 20 % 15.6 n 14 % 10.9 n 52 % 40.6 n 30 % 23.4 n % 128 100.0 16 12.4 23 17.8 14 10.9 52 40.3 24 18.6 129 100.0 12 9.3 23 17.8 16 12.4 52 40.3 26 20.2 129 100.0 12 9.4 11 8.7 15 11.8 59 46.5 30 23.6 127 100.0 11 8.7 12 9.5 21 16.7 60 47.6 22 17.5 126 100.0 11 8.7 12 9.5 13 10.3 69 54.8 21 16.7 126 100.0 4 3.2 7 5.6 15 12.1 71 57.3 27 21.8 124 100.0 1 0.8 5 4.0 16 12.7 73 57.9 31 24.6 126 100.0 5 3.9 13 10.2 19 14.8 64 50.0 27 21.1 128 100.0 1 0.8 1 0.8 15 11.8 57 44.9 53 41.7 127 100.0 1 0.8 6 4.7 12 9.3 48 37.2 62 48.1 129 100.0 3 2.4 4 3.2 11 8.8 50 40.0 57 45.6 125 100.0 6 4.8 9 7.1 16 12.7 45 35.7 50 39.7 126 100.0 4 3.1 4 3.1 13 10.1 54 41.9 54 41.9 129 100.0 6 4.7 9 7.0 11 8.6 51 39.8 51 39.8 128 100.0 5 4.0 6 4.8 12 9.5 53 42.1 50 39.7 126 100.0 4 3.2 9 7.1 18 14.3 45 35.7 50 39.7 126 100.0 8 6.5 7 5.6 16 12.9 56 45.2 37 29.8 124 100.0 3 2.4 7 5.5 17 13.4 63 49.6 37 29.1 127 100.0 5 4.0 5 4.0 13 10.3 60 47.6 43 34.1 126 100.0 5 3.9 7 5.2 12 9.3 66 51.2 39 30.2 129 100.0 38 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi Araştırmaya katılanların, hastanenin fiziki koşullarından memnun olma durumlarının genel memnuniyet üzerine etkisi değerlendirildiğinde, hastalara yemek servisi yapan personelin temizliği başlığı haricinde hastanenin fiziki koşulları ile genel memnuniyet düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0.05). Hastaneden genel memnuniyet düzeyi ile arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunan hastanenin fiziki koşulları; yatak takımının temizliği (X²=6.223, p=0.013), odanın temizliği (X²=4.938, p=0.031), odanın havalandırılması (X²=4.325, p=0.046), odanın sessizlik düzeyi (X²=8.146, p=0.005), hastane yemeklerinin lezzeti (X²=4.180, p=0.041), hastane yemeklerinin sunulduğu kapların temizliği (X²=7.731, p=0.005), yemek servisinin temizliği (X²=4.364, p=0.037) ve genel olarak oda memnuniyeti (X²=16.025, p=0.000) idi. Araştırmaya katılanların, hastane personelinin davranışlarından memnun olma durumlarının genel memnuniyet üzerine etkisi değerlendirildiğinde ise, hastaların genel memnuniyet düzeyleri ile hastane personelinin davranışları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (p<0.05). Hastane personeli ile ilgili istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunan davranışlar; doktorlarda, tıbbi bilgi ve beceri (X²=13.991, p=0.000), hastaya karşı nezaket ve güleryüzlülüğü (X²=15.551, p=0.000), hastaya saygılı tutumu (X²=15.389, p=0.000), hastayı bilgilendirmeleri (X²=4.394, p=0.036); hemşirelerde, tıbbi bilgi ve beceri (X²=11.840, p=0.000), hastaya karşı nezaket ve güleryüzlülüğü (X²=4.933, p=0.026), hastaya saygılı tutumu (X²=9.943, p=0.002), hastayı bilgilendirmeleri (X2=4.328, p=0.037); destek personelde, işini iyi yapması (X²=9.470, p=0.002), hastaya karşı nezaket ve güleryüzlülüğü (X²=8.853, p=0.003), hastaya saygılı tutumu (X²=9.943, p=0.002) ve yardımseverliği (X²=6.893, p=0.009) idi. yüksek (%73.8, %66.7) saptanmış, ancak aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p=0.392). Hastaların hastaneyi tercih etme nedenlerine göre genel memnuniyet durumları incelendiğinde, en yüksek memnuniyet oranı hastaneyi sosyal güvence ve sevk için tercih eden grupta bulunmuştur (%42.9). Bu grubu % 35.2 ile hastaneyi iyi hizmet verildiği için tercih edenler izlemekteydi. Hastaneyi tercih etme durumunun genel memnuniyet üzerine etkisi açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (X²=16.690, p=0.002). Kurum sevkinin işleme geçmesinde zorluk yaşama durumuna göre bakıldığında ise, kurum sevki sırasında zorlukla karşılaşmadığını belirten grubun genel memnuniyet oranı (%74.4) zorlukla karşılaştığını belirten grubun genel memnuniyet oranından (%38.9) daha yüksek bulunmuştur. Zorlukla karşılaşmadığını belirten grupla zorlukla karşılaştığını belirten grup arasından genel memnuniyet düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (X²=8.791, p=0.003). Katılımcıların yatış için ön ödeme yapma durumlarına göre genel memnuniyet düzeyleri incelendiğinde, yatış için ön ödeme yapmayanların genel memnuniyet düzeyleri (%94.2) yatış için ön ödeme yapan grubun memnuniyet düzeyinden (%5.8) yüksek bulunmuştur ve iki grup arasında genel memnuniyet düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (X²=5.293, p=0.036). Hastaların yatış için ön ödeme sırasında zorlukla karşılaşıp karşılaşmama durumlarına göre bakıldığında, ön ödeme sırasında zorlukla karşılaşmadığını belirten grubun genel memnuniyet düzeyi (%69.8) zorlukla karşılaştığını belirten grubun genel memnuniyet düzeyinden (%25.0) daha yüksek olarak tespit edilmiş ancak genel memnuniyet düzeyleri açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p=0.097). Katılımcıların odalarının hazırlanması sırasında herhangi bir zorlukla karşılaşma durumlarına göre değerlendirildiğinde ise, odasının hazırlanması sırasında zorlukla karşılaşmayan grubun genel memnuniyet düzeyi (%71.6) Araştırmaya katılanların yatış kararı verildikten sonra bekleme durumlarının genel memnuniyet üzerine etkisi incelendiğinde, yatış kararı sonrası beklemeyenlerin bekleyenlere göre memnuniyet oranları daha 39 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi zorlukla karşılaştığını belirten grubun genel memnuniyet düzeyine (%46.2) göre daha yüksek bulunmuştur. Her iki grup arasında genel memnuniyet düzeyi açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p=0.106). Çok değişkenli analizde incelenen yaş, cinsiyet, eğitim, hastanede kalış süresi, fiziki koşullar ve sağlık personelinden ve yardımcı personelden memnuniyetin genel memnuniyete etkisi incelendiğinde kalınan odadan ve doktorun becerisinden memnun olma genel memnuniyeti etkileyen faktörler olarak ortaya çıkmıştır. Hastanede yatılan odadan genel olarak memnun olma, memnun olmayanlara göre 4,8 kat daha fazla (%95 GA;1,7-14,0, p=0.004) genel memnuniyet durumu ile birlikte gözlenirken, doktor becerisinden memnun olma memnun olmamaya göre 6,2 kat daha fazla (%95 GA;1,4-27,9, p=0.018) genel memnuniyet durumu ile birlikte gözlenmektedir. Çok değişkenli analiz sonucunda genel memnuniyeti etkileyen faktörlerin tahmini rölatif riskleri (TRR) ve güven aralıklarının (GA) dağılımları Tablo-3’te gösterilmiştir. Araştırmaya katılanların hastanenin fiziki koşullarından ve personelin davranışlarından memnuniyetleri servislere göre değerlendirildiğinde; oda temizliğinden memnuniyet (X²=6.817, p=0.033) ile doktorların tıbbi bilgi ve becerilerinden memnuniyet (X²=7.282, p=0.026) açısından servisler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Bu ilişki, oda temizliği konusunda dahili servislerde yatan hastaların memnuniyetsizliğinden, doktorların tıbbi bilgi ve becerileri konusunda ise, cerrahi servislerde yatan hastaların memnuniyetinden kaynaklanmaktaydı. Hastaların yattıkları servislere göre genel memnuniyet düzeyleri değerlendirildiğinde ise, memnuniyet durumu en yüksek olan grup (%80.0) özel serviste yatan hastalar iken, memnuniyetsizliği en yüksek olan grup (%33.8) ise dahili servislerde yatan hastalardı. Servisler arasında genel memnuniyet düzeyi açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p=0.569). Araştırmamıza katılanların büyük çoğunluğu (%69.7), hastanede en memnun kaldıkları konunun, personelin ilgisi ve hastaya güleryüzlü yaklaşımı olduğunu belirtirken, en memnuniyetsiz oldukları konunun ise büyük çoğunlukla (%31.4) hastanenin fiziki koşullarının yetersizliği olduğunu belirtmişlerdir. Tablo III: Çok değişkenli analiz sonucunda genel memnuniyeti etkileyen faktörlerin tahmini rölatif riskleri (TRR) ve güven aralıklarının (GA) dağılımları. Faktörler Odadan memnuniyet Doktor becerisinden memnuniyet TRR 95,0% GA En düşük En yüksek Memnun değil Memnun Memnun değil 1,0 4,7 1,0 1,6 13,8 Memnun 6,1 1,4 27,6 40 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi TARTIŞMA bulunmuş olabilir. Üniversite hastanelerinin daha ileri teknolojik olanaklara ve akademik kadrolara sahip olması, gelişmeye açık olması, çalışanlarının bu doğrultuda hizmet vermesi, ayrıca hizmetlerin mümkün olduğunca bilimsel şekilde yürütülmesi, hem tercih edilmesi açısından, hem de memnuniyetin yüksek olması açısından önemlidir14 . Çalışmamızda genel memnuniyet düzeyinin % 64.5 olarak bulunması hastanenin fiziki koşullarına bağlı olabileceği gibi, Marmara Üniversitesi Hastanesi’ne başvuran kişilerin daha eğitimli, çalışan kesimden olması da etkili olmuş olabilir. Ayrıca İstanbul’daki üniversite hastanelerine ülkemizin birçok bölgesinden başvurular yapıldığı dikkate alınırsa, bu hastanelere başvuran kişilerin daha büyük beklentilerle başvurmaları da sonucu etkilemiş olabilir. Örneğin; Düzce’de yapılan çalışmaya katılanların %49.2’si Düzce’de ikamet eden ev hanımıdır. Sonuç olarak, hastaneden memnuniyet oranını yükseltmek için daha düşük memnuniyet yüzdelerini içerdiğinden öncelikle hastanenin fiziki koşullarından başlamak üzere gerekli tedbirlerin alınması gerekmektedir. Hasta memnuniyeti subjektif bir hasta/hasta yakını algısı olmakla birlikte, sağlık hizmeti kalitesinin en önemli göstergesi olarak kabul edilmektedir9 . Bu nedenle hastanelerde verilen hizmetin daha kaliteli verilebilmesi için hasta memnuniyeti araştırmaları temel ihtiyaçlardan biridir. Araştırmamızda, hastane hizmetlerinden genel memnuniyet %64.5 olarak bulunmuştur. Dicle Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yapılan bir memnuniyet araştırmasında, genel memnuniyet düzeyi bizim araştırmamıza benzer olarak (%68.2) Düzce Tıp Fakültesi bulunmuştur10. Hastanesi’nde yapılan bir çalışmada ise, bu oran %91.8 olarak saptanmıştır11. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin yataklı servislerinde Yıldırım ve ark. nın yaptığı bir çalışmada ise bu oran %85.5 bulunmuştur12. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum servisindeki hastalarda yapılan bir çalışmada, genel memnuniyet düzeyi %90,2 olarak bulunmuştur13 . Hasta memnuniyeti ile ilgili çalışmalarda, memnuniyet düzeyi için bir kritik sınır değer (kesme noktası) belirlenmemiştir, ancak literatürde % 70 ve üzerindeki memnuniyet oranının hizmetlerden memnuniyeti yansıttığı, bunun da hizmetlerin nitelik ve nicelik olarak yeterli kalitede olduğunu gösterdiği genel Bizim ifadelerde yer bulmuştur9. çalışmamızda genel memnuniyet düzeyi diğer çalışmalardan ve literatürde belirtilen %70 oranından düşük bulunmuştur. Düzce’de ve Isparta’da yapılan çalışmalarda genel memnuniyet düzeyinin yüksek çıkmasının en önemli sebebi, her iki ilde de tek bir üniversite hastanesi olması sebebiyle halkın üniversite hastanesini sadece devlet hastanesi ile karşılaştırmış olması olabilir. Çalışmamızın yapıldığı İstanbul’da ise birçok üniversite ve devlet hastanesinin yanı sıra özel hastanelerin de sayı olarak çok olması halkın karşılaştırma yapabileceği hastane miktarını artırmaktadır. Ankara Gazi Hastanesi ise özellikle fiziki koşullar olarak daha büyük ve iyi organize edilmiş olması nedeniyle memnuniyet düzeyi daha yüksek Araştırmamıza katılanların sosyal güvenceleri dikkate alındığında, ilk sırayı emekli sandığının (%48.1) aldığı, bunu SSK (%40.0)’nın takip ettiği görülmektedir. Marmara Üniversitesi Hastanesi’nde 1998 yılında yapılan bir memnuniyet araştırmasında da benzer sonuçlar ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada da ilk sırayı emekli sandığı (%54.7) alırken, ikinci sırada SSK (%27.4) bulunmaktaydı15. Ankara Üniversitesi Hastanesi servislerinde yapılan bir çalışmada da benzer şekilde başvuranların büyük çoğunlukla emekli sandığı (%60.5) ve SSK’lı (%30.4) oldukları tespit edilmişti16 . İstanbul’da bir devlet hastanesinde yapılan çalışmada ise hastaların sosyal güvenceleri açısından ilk sırayı Bağ-Kur (%43.0)alırken, bunu SSK (%23.0) ve emekli sandığı (%21.0) takip etmekteydi.17. Bu durum, üniversite hastanelerinin emekli sandığı ile anlaşmalı olması ve hastanenin sosyal güvenlik 41 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi kurumları mensuplarına ne kadar rahatlıkla hizmet sağlayabildikleri ile açıklanabilir. Araştırmamızda, hastanenin tercih edilme nedenleri içerisinde, sosyal güvence ve sevk birinci sıradadır. Aynı hastanede 1998 yılında yapılan bir çalışmada ise, hastanenin tavsiye edilmesi ilk sırada bulunmuş, sevk sistemi ikinci sırada yer almıştır15. Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde yapılan bir çalışmada da, sevk ilk sırada bulunmuştur10. İbn-i Sina Hastanesi’nde yapılan bir çalışmada da benzer olarak sevk (resmi evrak) ilk sırada yer almıştır14. Bu sonuç ülkemizin sağlık sistemin dikkate alındığında beklenen bir sonuçtur. hastaların yaşa göre verilen sağlık bakım hizmetlerinden memnuniyet durumları farklılık göstermiştir. Yaş arttıkça doktor, hemşire hizmetleri ve genel memnuniyet durumlarında artış saptanmıştır. Birçok çalışmada bu yönde sonuçlar bildirilmiştir17. Bu sonuç yaşlı hastaların daha olgun ve hoşgörülü olabileceği, yaşlı hastalara daha nazik davranıldığı, gençlerin daha eleştirel yaklaşımları olduğu, yaşlıların mevcut durumu geçmiş ile karşılaştırarak “daha iyi bulacakları” gibi nedenlerle açıklanabilir. Yaşla beraber hastalık şiddetinin de memnuniyet ilişkisinde göz önünde bulundurulması önerilmektedir, bizim çalışmamızda hastalık şiddeti göz önünde bulundurulmasa da dolaylı olarak hastanede yatış süresi değerlendirildi ancak bu değişkenlerin genel memnuniyet düzeyi ile bir ilişkisi gözlenmedi19,20. Çalışmalarda olguların gruplara ayrılması ve farklılaştırılmasında cinsiyet önemli bir kriter olarak kullanılmaktadır. Cinsiyetin hasta tatminini etkileyen bir faktör olduğu düşünülmekle beraber bazı çalışmalarda cinsiyetin hasta tatmini ile ilişkili olmadığı da bildirilmiştir. İstanbul’da bir devlet hastanesinde yapılan bir çalışmada, yatış işlemleri, beslenme hizmetleri, oda hizmetleri, temizlik hizmetleri ve genel memnuniyet düzeylerinde erkek ile kadın hastalar arasında anlamlı farklılıklar saptanmıştır. Erkek hastaların tatmin puanları kadınlardan daha yüksek bulunmuştur17. Cinsiyet ve memnuniyet arasındaki ilişki konusunda birbiriyle çelişen sonuçlar, kültürler arasında ya da farklı sağlık kuruluşlarında farklı bakım hizmetleri arasında karşılaştırma yapmanın kompleksliğine işaret etmektedir. Bu kullanılan yöntemlerin ya da sorulan soruların farklılığından da kaynaklanabilir18. Çalışmamızda, genel memnuniyet düzeylerinin erkeklerde (%71.9) kadınlardan (%68.5) daha yüksek olduğu bulunmuş, ancak cinsiyet ile genel memnuniyet düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Bu araştırmada eğitim seviyesi ile genel memnuniyet düzeyi ve diğer faktörler arasında bir ilişki bulunmamıştır. Ankara Üniversitesi Hastanesi’nde yapılan bir çalışmada, hastaların eğitim düzeyi yükseldikçe hastane hizmetleri ile ilgili memnuniyetsizliklerinin arttığı 14 İstanbul’da bir devlet bulunmuştur . hastanesinde yapılan çalışmada, hastaların eğitim durumlarının, memnuniyet düzeylerini sosyal hizmetler (telefon, televizyon, ziyaretler vb.) konusunda etkilediği belirtilmiştir. Bu hizmetlerin hastalara sunulmasında farklılıklar bulunmamakla birlikte, üniversite mezunu hastaların bu hizmetlerden tatmin olma düzeyleri daha yüksek olarak bulunmuştur. Yapılan çalışmalarda, doktor-hemşire hizmetleri ve beslenme hizmetlerinden memnuniyetin eğitim düzeyinden etkilendiği bildirilmiştir17. Bunun sebebi, bu hastaların sosyal hizmetlere duyarlılıkları yada beklentilerine göre daha iyi hizmet almış olmaları olabilir. Ankara’da yapılan bir çalışmada da, özellikle hastane personelinden memnuniyet konusunda eğitim düzeyi arttıkça memnuniyet düzeyinin azaldığı tespit edilmiştir16. Genel olarak, eğitim düzeyi arttıkça kişilerin alternatifler hakkında daha fazla bilgileneceği, standartlarının daha yükseleceği, daha eleştirel davranacakları düşünülebilir. Araştırmamızda yaşın genel memnuniyet üzerine etkisi değerlendirildiğinde, genel olarak hastaneden memnun olduğunu belirten grubun yaş ortalaması memnun olmayan gruptan daha yüksek olarak saptanmıştır. Genel memnuniyet açısından hastaların yaşları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur (p=0.038). İstanbul’da bir devlet hastanesinde yapılan araştırmada, 42 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi Hastaların eğitim düzeyi ile ilgili olarak incelenen araştırmaların pek çoğunda tutarsız sonuçlarla karşılaşıldığı, bazılarında eğitimin memnuniyeti etkilemediği, bazılarında ise eğitim seviyesi ile memnuniyet arasında pozitif korelasyon bulunduğu ifade edilmektedir. Ancak sonuç olarak eğitim düzeyi yükseldikçe hasta memnuniyetinin arttığı ve istatistiksel olarak bir farkın gözlenmediği belirtilmektedir21. Bizim çalışmamızda, genel memnuniyet düzeyi üniversite mezunlarında daha fazladır, araştırma sırasında yatan tüm hastalara ulaşılmaya çalışılmasına rağmen istatistiksel farkın gözlenebileceği bir katılımcı sayısına ulaşılmadığı için istatistiksel fark gözlenmemiş olabilir. hastaların hastaneyi tekrar tercih etme oranı % 93.4 bulunmuştur11. Bu sonuçlar bizim araştırmamıza göre daha yüksektir. Bunun sebebi Düzce’de tek bir üniversite hastanesi bulunması olabilir. Ankara’da yapılan bir çalışmada da bu oran % 80.8 bulunmuştur14. Bu sonuç araştırmamızla benzer bir sonuçtur. Düzce’de üniversite hastanesinde yapılan araştırmada bu oran %95.1 bulunmuştur11. Özellikle Düzce’deki oran diğer çalışmalarla karşılaştırıldığında oldukça yüksek bir sonuçtur. Halkın üniversite hastanesinde daha bilimsel yaklaşımların uygulandığına inanması, üniversite hastanelerinin daha ileri teknoloji ve tetkik olanaklarına sahip olması, üniversitedeki sağlık personelinin diğer hastanelere göre daha iyi olduğunun düşünülmesi gibi nedenlerle açıklanabilir. Araştırmamızda sosyal güvence ile genel memnuniyet ve diğer faktörler arasında bir ilişki bulunmamıştır. İstanbul’da yapılan bir araştırmada, sosyal güvencelerine göre doktor ve hemşire hizmetlerinden memnuniyet durumları, Emekli Sandığı hastalarında diğer hastalara göre daha yüksek bulunmuştur. Sosyal güvence ile hasta memnuniyeti arasında bir ilişki olmadığını gösteren çalışmalar olduğu gibi bazı hizmetlerin sosyal güvenceden etkilendiğini gösteren çalışmalar da vardır. Ankara’da bir özel hastanede gerçekleştirilen araştırmada, S.S.K. ve Emekli Sandığı ödemeli hastaların memnuniyet düzeylerinin diğerlerine göre (özel sigorta veya sosyal güvencesiz) daha yüksek olduğu bulunmuştur, bizim çalışmamaızda da her iki sosyal güvenlik kuruluşundan yararlananlar daha memnundur ancak istatistiksel 17 anlamlılık yoktur . Marmara Üniversitesi Hastanesi’nde yaptığımız bu araştırmada, hastaların %89.2’si hastalıklarının teşhisi hakkında bilgi sahibi olduklarını belirtmişlerdir. Aynı hastanede 1998 yılında yapılan bir çalışmada, katılımcıların %74.5’inin hastalıkları hakkında bilgi sahibi oldukları saptanmıştır15. Bu sonuç, hastaların bilgilendirilmesi konusunda daha önceki duruma göre bir gelişme olduğu şeklinde açıklanabilir. Konya’da Meram Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yapılan bir çalışmada da, hastaların hastalıkları hakkında bilgi sahibi olma oranları %77.9’du9. Bizim çalışmamızla benzer olan bu sonuç, üniversite hastanelerinde genel olarak hastaların bilgilendirilmeleri konusunda bir eksiklik olmadığını göstermektedir. İsviçre’de bir üniversite hastanesinin dahiliye ayakta hasta kliniğinde yapılan bir araştırmada, hastaların en önemli beklentilerinin teşhis hakkında bilgi ve prognozu tartışma olduğu bulunmuştur22. Hastayı bilgilendirmenin hasta memnuniyeti üzerinde olumlu etkisi olduğu çeşitli araştırmalarda gösterilmiştir ve memnuniyet düzeyi yüksek hastalarda tedavinin başarısı daha da yükselecektir23-25. Araştırmamıza katılanların büyük çoğunluğu (%76.7) gerekirse hastaneyi tekrar tercih edeceklerini belirtmiştir. Araştırmamızda hastaneyi bir yakınına tavsiye etme oranı %70.7 olarak bulunmuştur. Ankara’da yapılan bir başka çalışmada da hastaların hastaneyi tekrar tercih etme oranları (%85.4) yüksek bulunmuştur ve bu sonuç da bizim araştırmamızla benzerdir, hastanenin tekrar tercih edilmesi de içinde ulaşılabilirliği de içeren bir memnuniyet kriteri olarak değerlendirilmelidir14. Düzce’de üniversite hastanesinde yapılan bir araştırmada Araştırmamızda, hastane personelinin davranışları ile ilgili genel memnuniyet yüksek bulunmuştur. Ayrıca hastane personelinin davranışları ile genel memnuniyet arasında istatistiksel olarak 43 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi en çok doktorun davranışına (gösterdiği saygı, içten cevap vermesi, pozitif davranışta bulunması, dinlemesi, bağlılık ve ilgi göstermesi) ve tıbbi bakıma (muayene, tıbbi tedavi, doktorun ve hemşirenin becerileri) değer verdikleri bulunmuştur29. İsrail’de yapılan bir araştırmada da, temel sağlık hizmetlerini kullananların %79-90’ının, doktorun hastayla etkileşim düzeyi ile ilgili (sorulara cevap vermesi, problemleri dinlemesi, açıklaması ve tartışması) beklentilerinin yüksek ve çok yüksek düzeyde olduğu bulunmuştur30. Araştırmalar, doktorlar ve hastaları arasındaki iletişimin kalitesinin hasta memnuniyeti kadar sağlık çıktılarına da katkıda bulunduğunu göstermektedir. Hastalar semptomlarını, endişelerini ve kişisel durumlarını tamamen açıkladıklarında, doktorlar daha doğru teşhis koyar ve daha etkili tedavi planları yapar. Doktorlar teşhisi, tedavi seçeneklerini ve direktifleri açıkça anlattıkları zaman hastalar daha fazla bağlanabilir ve faaliyet planını uygulamaya daha iyi hazırlanabilir31. Bazı araştırmalarda ise, hemşire hizmetlerinden memnuniyetin genel memnuniyet açısından daha önemli bir yer tuttuğu belirtilmiştir5,32,33. Sonuç olarak, hastane personelinin hastalarla kurdukları olumlu insani ilişkilerin, güler yüzlü ve yakın davranışların, hastalıkları ve yapılan işlemlerle ilgili yeterli derecede bilgilendirmiş olmalarının hasta memnuniyetinin oluşmasında etkili olduğu görülmektedir. anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Marmara Hastanesi’nde 1998 yılında yapılmış bir araştırmada, sağlık personelinden memnuniyet düzeyi bizim çalışmamıza oranla daha düşük (%56.6) bulunmuştur 15. Ancak, bu çalışmada, sadece poliklinik hizmetlerinin değerlendirilmiş olması, hastane ile ilgili poliklinikte muayene için bekleme, poliklinikleri beklerken yaşadıkları sıkıntılar gibi başka sorunların da bu sonucu etkilemiş olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Konya, Diyarbakır ve Düzce’deki üniversite hastanelerinde yapılan çalışmalarda da, hastane personelinden memnuniyet oranları yüksek olarak bulunmuştur9,10,11. Bu sonuç, araştırmaların yapılan hastanelerin üniversite hastanesi olması ve hem yatak kapasitesi hem de sunulan hizmet kalitesi açısından bölgelerindeki en önemli hastaneler olmaları ile ilişkili olabilir. Kişilerde genellikle, üniversite hastanelerinde çalışan personelin, özellikle doktor ve hemşirelerin, daha akademik, bilgili ve güvenilir olduğu gibi bir düşüncenin olması da bu sonucu ortaya çıkarmış olabilir. Manisa’da yapılan bir çalışmada da, hastane personelinden memnuniyetin genel memnuniyet üzerine etkili olduğu bulunmuş ve personeller arasında, özellikle hemşirelerden memnuniyetin genel memnuniyet üzerinde diğerlerine göre daha etkili olduğu saptanmıştır5. Bu sonuç, yatan hastaların hemşirelerle daha fazla iletişim içerisinde olmaları, onlara daha rahat erişebilmeleri ve hastane içinde hemşirelerden daha fazla destek görmeleri ile ilişkili olabilir. Hasta memnuniyeti açısından hekimin hastaya olan davranışı ve kişiliği hastalar üzerinde önemli bir etkiye sahiptir26,27. ABD’de ayakta sağlık hizmetini kullananlar arasında yapılan bir çalışmada, sağlık bilgisinin iletilmesiyle ilgili problemlerin (doktorların her zaman hastaların istediği kadar tıbbi bilgi vermemesi, soruları cevaplamaya yeterli zaman ayırmaması ya da sorulara anlaşılır cevaplar vermemesi) doktora duyulan güven, doktoru değerlendirme ve doktoru değiştirmeyi düşünme ile güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulunmuştur28. İsveç’te bir üniversite hastanesinin ayakta hasta kliniğinde yapılan bir araştırmada, hastaların Çalışmamızda hastanenin fiziki koşulları ile ilgili genel memnuniyet yüksek bulunmuştur. Ayrıca hastanenin fiziki koşulları ile genel memnuniyet arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Aynı hastanede 1998 yılında yapılan bir çalışmada ise, fiziki koşullar çalışmamızla benzer düzeyde bulunmuş, ancak temizlik hizmetlerinden memnuniyet daha düşük bulunmuştur15. Çalışmamız hastanenin, özellikle bina özellikleri açısından daha iyi bir duruma getirildiğini ve diğer fiziki koşullar açısından memnuniyet düzeyini koruduğunu göstermektedir. 1998 yılında yapılan çalışmanın polikliniklerde yapılmış olması, değerlendirme açısından hastanenin polikliniklerinde tekrar bir memnuniyet araştırması yapılmasının gerekli olduğunu 44 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi göstermektedir. Konya’da yapılmış olan başka bir çalışmada, hastanenin fiziki koşullarından memnuniyet oranları, bizim araştırmamızla benzerlik gösterirken, Dicle ve Düzce hastanelerinde yapılan çalışmalarda araştırmamızdan daha düşük olarak 9,10,11 bulunmuştur . Özellikle Düzce’de oranların düşük çıkması, bu üniversite hastanesinin daha yeni kurulmuş olması nedeniyle fiziki açıdan yetersiz olabileceğini düşündürmektedir. Manisa ve İzmir’de yürütülmüş bir çalışmada da, memnuniyeti en çok etkileyen beş başlıktan otel hizmetleri ile ilgili olan başlıklardan biri; oda, çarşaf ve tuvalet temizliği ile hastanenin sessizliği iken, bir diğeri ise; odadaki yatak sayısı, oda ısısı Konuralp olarak tespit edilmiştir5. çalışmasında genel hizmetlerde en memnun edici konu %32,8 ile odaların temizliği, %34,3 ile odaların havalandırılması, %24,6 ile yemeklerin temizliği olmuştur. Gazi Hastanesi’nde yatan hasta servislerinde genel hizmetlerden memnuniyet incelendiğinde, hastaların %67.3’ü yemek servisinden, %59.4’ü odaların temizliğinden ve %50.2’si yemek kalitesinden memnun olduğunu belirtmiştir34. Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’nde yapılan bir çalışmada, tuvalet ve banyoların nitelik yönünden yetersiz oluşunun hastaların %70’inde stres 35 oluşturduğu belirlenmiştir . Tüm bu sonuçlar, çalışmamızın yapıldığı Marmara Üniversitesi Hastanesi’nde fiziki koşulların birçok hastaneden daha iyi durumda olduğunu düşündürmektedir. bizim çalışmamızla uyumludur. Cerrahi servislerindeki hastaların ameliyat sonrasında daha kısa sürede tedavilerinin neticelerini görmeleri sonuçların bu yönde çıkmasının nedeni olabilir. Dahili servislerdeki hastaların hastanede uzun süre kalma ihtimalleri göz önünde bulundurulduğunda, özellikle temizlik hizmetlerini daha dikkatli değerlendirebilecekleri düşünülebilir. Yine de yaptığımız çalışma sonrasında, hastane yönetiminin özellikle dahili servislerdeki temizlik konusuna daha fazla önem vermesi gerektiği görülmektedir. Memnuniyeti etkileyebilecek olan, ancak çalışmamızda değerlendirilmeyen birtakım faktörler de bulunmaktadır. Örneğin, kurumda çalışan personel sayısının ve bunların niteliğinin önemli olduğu belirtilmiştir18. Hastanede çalışan ve hastalara sağlık bakım hizmeti sunan personelin iş tatminlerinin de hasta memnuniyetini etkileyeceği unutulmamalıdır17. Araştırmamızda katılımcılara kendilerini aynı doktorların kontrol edip etmediği sorulmamıştır. Araştırmanın bir üniversite hastanesinde yapılmış olması nedeniyle, bu sorunun sorulmasının gerekli olabileceği düşünülebilir. Çünkü, yapılan bir araştırmada, kurumdaki hekimlerin sık değişmesinin de ilişkinin sürekliliğini engelleyerek memnuniyetsizliğe neden olabileceği 36 belirtilmiştir . Araştırmamızda kronik hastalığı olan hastaların da yer aldığı belirtilmiş olsa da, değerlendirmede kronik hastalığı olma durumu ele alınmamıştır. Oysa literatürde hastalığın da memnuniyeti etkileyen temel bir etken olduğu belirtilmiştir. Klinik belirsizliğin yüksek olduğu hastalıklarda, memnuniyetsizlik oranının arttığı bildirilmiştir18,37. Kronik hastalığı olanların sağlık hizmetleri konusunda uzmanlaştığı, daha eleştirel yaklaştıkları ve daha az memnun oldukları ileri 37,38 sürülmüştür . Araştırmamızda hastaların kendi sağlıklarını nasıl değerlendirdiği yani sağlık statüleri değerlendirilmemiştir. Genellikle, sağlık düzeyinin kötü olması hasta memnuniyetini azaltmaktadır39. Da Costa ve ark. demografik ve klinik statü değişkenleri kontrol edildiğinde, hastaların kendileri tarafından belirtilen daha iyi fiziksel ve ruhsal Araştırmamızda, oda temizliğinden memnuniyet ile doktorun tıbbi bilgi ve becerisinden memnuniyet konularında, servisler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Bu ilişki, dahili servislerdeki hastaların oda temizliği konusundaki memnuniyetsizliğinden ve cerrahi servislerdeki hastaların doktorların tıbbi bilgi ve becerisinden memnuniyetinden kaynaklanmaktaydı. İstanbul’da bir devlet hastanesinde daha önce yapılmış bir çalışmada, ameliyat olan hastaların doktor ve hemşire hizmetlerinden daha fazla memnun oldukları, temizlik hizmetleri bakımından ise ameliyat olmayan hastaların daha fazla memnun oldukları gözlenmiştir17. Bu sonuç, 45 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi zorlukla karşılaşmadıkları tespit edilmiştir. Katılımcıların çoğu ziyaret saatlerinin uygun olduğunu, ihtiyaç duyduklarında ilgili birimdeki sorumlu doktora ulaşabildiklerini, teşhis ve tedavi için yapılan işlemleri yeterli bulduklarını belirtmiştir. Hastaların çoğunun gerekli olduğunda hastaneye yeniden başvurmayı düşündükleri ve bir yakınları için de gerekirse hastaneyi tavsiye edecekleri tespit edilmiştir. Araştırmaya katılanların hastanede yatmalarını gerektiren hastalığın teşhis ve tedavisi hakkında bilgi sahibi olma durumlarından da memnun oldukları bulunmuştur. Hastaların çoğunlukla hastanenin fiziksel koşulları ve personelin davranışlarından memnun oldukları bulunmuştur. Hastaneden genel memnuniyet oranı düşük bulunmuştur. Hastaların hastanedeki yatış kararı sonrası fazla beklemediklerini belirtmiş olsalar da, bekleyenlerin çoğunluğu hastanede yer olmadığı için beklediklerini söylemişlerdir. sağlık statüsünün daha yüksek genel hasta memnuniyetiyle ilişkili olduğunu bulmuştur40. Hasta memnuniyetinin az olmasının sebeplerinden biri de, hizmetlere daha fazla ihtiyacı olan kişilerin sağlık bakım sistemiyle daha fazla etkileşimde bulunması ve bu yüzden hayal kırıklığına uğrama olasılıklarının daha fazla olmasıdır. Şüphesiz, önemli sağlık problemleri olan kişilerin, diğerlerine göre, bir dizi sağlık hizmetini içeren bakımın zamanında verilmesine ihtiyaç duyma durumları, prognozları ve tedavi seçenekleri hakkında bilgi isteme olasılıkları daha fazladır41. Araştırmamızda hastaların ve hasta yakınlarının cevapları birlikte değerlendirilmiştir. Katılımcı grubunun homojen olmaması özellikle genel memnuniyeti olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Ayrıca çalışmamızda anketler yatış sırasında doldurulmuştur. Bu nedenle katılımcılar etki altında kalmış ve araştırma sonuçlarımız etkilenmiş olabilir. Cang ve arkadaşlarına göre hastaların memnuniyetle ilgili ifadeleri, ileride hizmet sunucuların daha kötü davranmasından ve tepkilerinden korkmalarından etkilenebilir42. Aynı zamanda, araştırmamızda hastanenin fiziki koşulları içerisinde yer alan, park yeri, ulaşım, haberleşme ve kantin hizmetleri gibi konular da yer almamaktadır. Bu özellikle hastanenin fiziki koşulları ile ilgili memnuniyet durumunu etkilemiş olabilir. Hasta memnuniyeti ile ilgili olarak yapılan çalışmalar; mevcut performans hakkında bilgi alınması, gelişim için karşılaşılan fırsatların belirlenmesi, farklı fırsatların içerisinde önceliklerin sıralanması ve gelişimin sağlanabilmesi için ana problem nedenlerinin belirlenmesinde yardımcı olur45. Ayrıca, hasta memnuniyeti çalışmaları bir kuruluşun misyonuna ulaşması ve bunu sürdürmesi için temel bir strateji oluşturmada yardımcı olabilir. Hastalar memnun olduğunda; daha kaliteli bakıma ulaşılabilir, personel işlerinden daha fazla hoşnut olabilir ve finansal olarak sağlıklı kalma olasılığı artabilir, rekabetçi pozisyon güçlendirilebilir. Hastaların neye önem verdiklerini bilmek, rekabet avantajı sağlamada, beklentileri ve performansı daha iyi yönetmede, hastalar ve hizmet sunucuları arasındaki iletişim ve işbirliğini Bu güçlendirmede önemli olabilir46. sebeplerle, hastanede hasta memnuniyeti periyodik olarak ölçülmeli, şikayet ve öneri sistemi geliştirilerek problem alanları belirlenmeli, çözüm yolları geliştirilmelidir. Bu amaçla, gerekirse yatan her hastanın memnuniyetini değerlendirmek için bir sürveyans sistemi kurulmalıdır. Hastanede kalite çalışmalarının başlatılması için gerekli alt yapı hazırlanmalıdır. Yine hasta Çok değişkenli analizde ortaya çıkan sonuçlar genel memnuniyet düzeyini etkileyen en belirgin iki faktörün, odalardan genel memnuniyet ve hekimlerin becerileri olduğu göstermektedir. İstanbul’da üç ayrı hastanede yapılan bir çalışmada personelin becerilerinin ve fiziki koşulların memnuniyeti etkilediği belirtilmektedir ve üniversite hastanelerinde yatan hasta bakımından daha fazla memnuniyet rapor edilmektedir43. Japonya’da yapılan bir çalışmada da doktor becerilerinin genel memnuniyet üzerine etkisi olduğu gösterilmiştir44. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaptığımız çalışmada, katılımcıların çoğunlukla kurum sevklerinin işleme geçirilmesi, kalacağı odayı bulabilme, odalarının hazırlanması gibi konularda 46 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi memnuniyetini değerlendirmek amacıyla, hastane bünyesinde ekip oluşturmalı ve kendi koşullarına uygun araştırmalar plânlayarak; bu araştırmaları belirli aralıklarla, düzenli olarak yapmalıdırlar. Bunların sonuçlarına göre, gerekli düzenlemeler yapılmalıdır; kurumda değişen bir şeyler olduğunu gören hastalar da hem daha memnun olacaklar, hem de bu tür çalışmalara daha fazla ilgi göstereceklerdir. Aynı zamanda, hastalardan geri bildirim almanın, sürekli kalite iyileştirme çalışmaları için zengin bir kaynak olabileceği unutulmamalıdır. Sınırlı kaynaklar hastalar tarafından daha fazla değer verilen alanlarda iyileştirme yapmak için kullanılırsa memnuniyet daha fazla artırılabilir.47. Sağlık bakım kaynakları verimli olarak tahsis edilecekse, hastaların neye ihtiyacı olduğu ve istediği ile beraber önceliklerini de hesaba katmak, planlama amaçları açısından yararlı olacaktır. Tıbbi bakımın bütün yönleri herkese sağlanamayacağından ve seçim yapmak gerektiğinden, sağlık hizmetleri planlanırken hastaların öncelikleri hesaba Kaliteli sağlık bakım katılmalıdır48. hizmetinin üretilmesinde insan faktörünün önemli bir yeri olduğu bilinmektedir. Bu nedenle kurumların öncelikli olarak çalışanların kalitesini artırmaları gerekmektedir. Araştırmamızda hastane personelinden memnuniyet düzeyi iyi olmasına karşın, konu ile ilgili hizmet içi eğitim programları uygulamaları her kademedeki çalışana belirlenecek gereksinmeler doğrultusunda uygulanmalıdır. Hastane üst yönetiminin öncülüğünde ve hastanede görev yapmakta olan tüm çalışanların katılımının sağlanacağı toplam kalite yönetimi anlayışı benimsenmelidir. Bu çerçevede, tıp fakültelerinin ve sağlık personeli yetiştiren diğer okulların müfredat programlarına, “iletişim becerileri” konusunda teorik ve uygulamalı eğitim konulmalıdır. Bu konuda eğitim verilen hekimlerin hastalarının daha memnun olduğu gösterilmiştir49. Ayrıca hastanelerde çalışan sağlık personelinin motivasyon ve memnuniyetine yönelik olarak da bir araştırmasının yapılması sağlık personelinin tatminini etkileyen etmenlerin ortaya çıkarılması dolayısıyla hasta memnuniyetini etkilemesi bakımından önem taşımaktadır. Aynı zamanda, hastalığı daha hafif seyreden hastalar için sosyal etkinlikte (televizyon, gazete ve sohbet) bulunabilecekleri mekanlar düzenlenmesi yararlı olacaktır. Hastane hakkında olumlu bir imaj oluşturulması için hastaların sunulan hizmetleri olumlu yönde değerlendirmelerini sağlayacak iletişim programları oluşturulmalı, halkla ilişkiler tekniklerinden yararlanılmalıdır. Şikayet ve öneri sistemi geliştirilerek problem alanları belirlenmeli, çözüm yolları geliştirilmelidir. Çalışmamızda memnuniyet düzeyi iyi olsa da, servislerin ve hastanenin fiziksel ortamı daha olumlu hale getirilmelidir. Çünkü hastanelerin fiziksel veya sosyal yönden sağlayacağı rahatlık memnuniyet yüzdelerini artırabilecektir. Yeterince bilgilendiren, değer verilen ve kendini evindeymiş gibi hisseden hastalar hem almış oldukları tedavi ve bakıma, hem de bu hizmeti veren sağlık ekibine daha çok güven duyacaklardır. Çok boyutlu bir kavram olan hasta memnuniyeti sağlık hizmetlerinin bir sonucu ve genellikle bakım kalitesinin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir50. Yapılan çalışmada ortaya çıkan bulgular, öneriler ve sonuçlar göstermektedir ki; hastanemizden faydalanan kişilerin bu hastane hakkındaki düşünceleri ve önerileri, hastanemizin daha kaliteli hizmet vermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle hastanemizde standart bir değerlendirme formunun, hastaneden yararlananların memnuniyetini belirlemek amacı ile sürekli olarak bulunması ve bu formların sistemli olarak değerlendirilmesi hastanenin daha iyi hizmet sunması bakımından yararlı olabilir. Yapılan bu araştırmadaki anket formu bu formların oluşturulmasında kaynak olabilir. Sonuç olarak; hastane hizmetlerinin kalite ve değerlendirilmesinde verilen hizmetlerin çok boyutlu olarak sorgulanması ve bilgilendirmenin yanı sıra, hastanelerde toplam kalite çalışmalarının yönetim tarafından benimsenmiş ve uygulanıyor olmasının önemi açıktır. Bu konuda uygulamaya sokulan politikalar, aynı zamanda hastane amaçları ve hasta talepleri ile uyum içinde olmalıdır. Hasta memnuniyet düzeylerinde önem taşıyan bazı 47 Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi parametrelerden yararlanarak hasta memnuniyet düzeyleri yükseltilirken, çalışanların memnuniyetleri de sağlanmalıdır. 18. KAYNAKLAR 19. 1. 20. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. Fisher AW. Patient’s evaluation of outpatient medical care. J Med Educ1971;46:238-244. Barnett B. Women’s views influence choice. Network 1995, 16:14-18. Strasen L. Incorporating patient satisfaction standarts in to quality of care measures. J Nurs Admin 1988;18:5-6. Hayran O, Sur H. Sağlık Hizmetleri El Kitabı. İstanbul: Yüce Yayım. 1998. Pala T, Saatlı G, Eser E. Hastanede yatan hastaların hastane hizmetleri ve hastane çalışanlarından memnuniyeti ve bunu oluşturan bileşenler. 8. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi Bildiriler Kitabı, Diyarbakır; 2003:.538-541. Kavuncubaşı Ş. Hastane ve Sağlık Kurumları Yönetimi. s. 292-295. Ankara: Siyasal Kitabevi. 2000. Hayran O, Sur H. Sağlık İşletmelerinde Yönetim. İstanbul: Sayed Yayınları. 2005. Gasquet I, Villeminot S, Estaquio C, Durieux P, Ravaud P, Falissard B. Construction of a questionnaire measuring outpatients' opinion of quality of hospital consultation departments. Health and Quality of Life Outcomes 2004;2:43-54. Şahin TK, Bakıcı H, Bilban S, Dinçer Ş, Yurtçu M, Günel E. Meram Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Servisinde yatan hasta yakınlarının memnuniyetinin araştırılması. Genel Tıp Dergisi 2005;15(4):137-142. Ertem M, Oto R, Karayel P. Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde yatan hastalarda hasta memnuniyeti araştırması. 1. Ulusal Sağlık İdaresi Kongresi Bildiriler Kitabı, Ankara; 2000:325–31. Aytar G, Yeşildal N. Yatan hasta memnuniyeti. Düzce Tıp Fakültesi Dergisi 2004;3:10-14. Yıldırım A, Maral I, Aycan S, Bumin MA. Gazi Hastanesi yataklı servislerinde hizmet alanların bazı temel özelliklerine hastaneden memnuniyet durumları. Gazi Kalite Günleri II Bildiri Özet Kitabı, Ankara, 1999: 71. Uzun E, Güney M, Oral B, Özsoy M, Mungan T. Kadın Hastalıkları ve Doğum Servisi: Verilen hizmetlerle ilgili hasta memnuniyeti ve etki eden faktörler. Uzmanlık Sonrası Eğitim ve Güncel Gelişmeler Dergisi 2006;3:167-171. Sarp N, Tükel B. İbn-i Sina Hastanesi’nde hasta memnuniyeti araştırması. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 1999;52:147-151. Atlı H, Sur H, Şahin TK, Söylemez D, Hayran O. Poliklinik hizmeti alan hastaların beklenti ve ihtiyaçları yönünden özel bir hastane ile bir üniversite hastanesinin karşılaştırılması. 3. Ulusal Sağlık ve Hastane Yönetimi Sempozyumu Kitapçığı, Ankara, 2000:.44-55. Tükel B, Acuner AM, Önder ÖR, Üzgül A. Ankara Üniversitesi İbn-i Sina Hastanesi’nde yatan hasta memnuniyeti (Genel Cerrahi Anabilim Dalı örneği). Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 2004;57:205-214. Kartaloğlu Ç, Harmancı H., Aytekin T, Akdaş A. Dr. Siyami Ersek Göğüs-Kalp ve Damar Cerrahi Merkezinde Yatarak Tedavi Gören Hastaların Tatmin Düzeyleri ve Bunu Etkileyen Bazı Faktörler. IV.Ulusal 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 48 Sağlık Kuruluşları ve Hastane Yönetimi Sempozyum Kitabı, Eskişehir, 2002:225-237. Lewis JR. Patient views on quality care in general practice: literature review. Soc Sci Med 1994;39:655670. Jaipaul JK, Rosenthal GE. Are older patients more satisfied with hospital care than younger patients? J Gen Internal Med 2003;18:23-30. Quintana JM, González N, Bilbao A, et al. Predictors of patient satisfaction with hospital health care. BMC Health Services Research 2006;6:102-110. Weiss G. Patient satisfaction with primary medical care: Evaluation of sociodemographic and predispositional factors. Med Care 1988;26:383-392. Sanchez-Menegay C, Stalder H. Do physicians take into account patients’ expectations? J Gen Intern Med 1994;9:404-406. Joos S, Hickam DH, Borders LM. Patiens desires and satisfaction in general medicine clinics. Public Health Rep 1993;108:751-759. Brody D. The relationship between patiens satisfaction with their physicians and perceptions about interventions they desired and received. Med Care 1989;227:1027- 1035. Hall JA, Roter DL, Katz NR. Meta-analysis of correlates of provider behavior in medical encounters. Med Care 1988;26:657-675. Chakraborty G, Gaeth GJ. Understanding consumer’s preferences for dental care. J Health Care Mark 1993;13:48-49. Reifel NM, Rana H, Marcus M. Consumer satisfaction. Adv Dent Res 1997;11:281-290. Keating NL, Green DC, Kao AC, Gazmararian JA, Wu VY, Cleary PD. How are patient’s specific ambulatory care experiences related to trust, satisfaction, and considering changing physicians? J Gen Intern Med 2002;17:29-39. Nathorst-Böös J, Munck IME, Eckerlund I, EkfeldtSandberg C. An evaluation of the QSP and the QPP: two methods for measuring patient satisfaction. Int J Qual Health Care 2001;13:257-264. Baron-Epel O, Dushenat M, Friedman N. Evaluation of the consumer model: relationship between patient’s expectations, perceptions and satisfaction with care. Int J Qual Health Care 2001;13:317-323. Kim Y, Figueroa ME, Martin A, Silva R, Acosta SF, Hurtado M, et al. Impact of supervision and selfassessment on doctor-patient communication in rural Mexico. Int J Qual Health Care 2002;14:359-367. Mahon P. Rewiev of measures of patient satisfaction with nursing care. The Journal of Nursing Scholarship 1997;26:196-197. Hsieh M, Kagle J. Understanding patient satisfaction and dissadisfaction with health care. Health Soc Work 1991;16:281-290. Yıldırım A, Maral I, Bumin MA. Gazi Hastanesi yataklı servislerinden hizmet alanların servis hizmetlerinden memnuniyetleri. Gazi Kalite Günleri II Bildiri Özet Kitabı, Ankara;,1999:76. Okuyucu H, Orhan Z. Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’nde yatan hastaların stres durumlarının araştırılması. Modern Hastane Yönetimi 1998;2:20-24. Feletti G, Firman D, Sanson-Fisher R. Patient satisfaction with primary-care consultations. J Behav Med 1986;9:389-399. Calnan M. Towards a conceptual framework of lay evaluation of health care. Soc Sci Med 1988;27:927933. Marmara Medical Journal 2008;21(1);033-049 Muhammed Fatih Önsüz, ark. İstanbul’da bir tıp fakültesi hastanesinde yatan hastaların memnuniyet düzeyi 38. Carr-Hill RA. The measurement of patient satisfaction. J Public Hlth Med 1992;14:236-249. 39. Rahmqvist M. Patient satisfaction in relation to age, health status and other background factors: a model for comparisons of care units. Int J Qual Health Care 2001;13:385-390. 40. Da Costa D, Clarke AE, Dobkin PL, et al. The relationship between health status, social support and satisfaction with medical care among patients with systemic lupus erythematosus. Int J Qual Health Care 1999;11:201-207. 41. Lezzoni LI, Davis RB, Soukup J, O’day B. Satisfaction with quality and access to health care among people with disabling conditions. Int J Qual Health Care 2002;14:369-381. 42. Batchelor C, Owens DJ, Read M, Bloor M. Patient satisfaction studies: Methodology management and consumer evaluation. Int J Health Care Qual Assur 1994;7:22-30. 43. Kuguoglu S, Aslan FE, Icli G. Are patients in western Turkey contented with healthcare services? A quality assessment study . J Nurs Care Qual 2006;21:366–371. 44. Tokunaga J, Imanaka Y. Influence of length of stay on patient satisfaction with hospital care in Japan. Int J Qual Health Care 2002;14:493-502. 45. Engiz O. Hasta memnuniyeti. Modern Hastane Yönetimi 1998;2:26-29. 46. Jun M, Peterson RT, Zsidisin GA. The identification and measurement of quality dimensions in health care: Focus group interview results. Health Care Manage Rev 1998;23:81-96. 47. Scott A, Smith RD. Keeping the customer satisfied: Issues in the interpretation and use of patient satisfaction surveys. Int J Qual Health Care 1994;6:353-359. 48. Fletcher RH, O’Malley MS, Earp JA, et al. Patient’s priorities for medical care. Med Care 1983;21:234-242. 49. Vans BJ, Kiellerup FD, Stanley GD, Burrows GD, Sweet B. A communication skills programme for increasing patients’ satisfaction with general practice consultations. Br J Med Psychol 1987;60:373-378. 50. Greeneich D. The link between new and return business and quality of care: patient satisfaction. Adv Nurs Sci 1993;16:62-72. 49 ORIGINAL RESEARCH IATROGENIC INJURIES RESULTING IN INCIDENTAL SPLENECTOMY, WHAT LIES BENEATH? Ünal Aydın, Pınar Yazıcı, Alper Uğuz, Murat Sözbilen, Sinan Ersin, Hasan Kaplan Ege University, School Of Medicine, General Surgery, İzmir, Türkiye ABSTRACT Objectives: Surgical reports on incidental splenectomy usually lack necessary details particularly during any other abdominal operative procedures. This retrospective study was conducted in order to analyze our institutional clinical experience in iatrogenic splenectomy and to evaluate the predisposing factors. Patients and Methods: The patients who underwent splenectomy were retrospectively evaluated over a tenyear period. Among these patients, iatrogenically splenectomized cases were reviewed for demographic features, incision types, primary operation procedures, locations, and the mechanism of the injury. Results: The evaluation involved 19/322 patients (5.9%) with a mean age of 63.9 years. Upper gastrointestinal procedures (63%) and midline incision (72%) were found to be the most common factors leading to splenic trauma in patients with iatrogenic splenic injury. In our series, the main contributive factor for splenic injury was splenic traction (52%) during surgery. The most frequent location of the injury was the splenic hilus (8 patients). Conclusion: Splenectomy procedures may result in serious complications in both the postoperative period and long term follow-up due to immunologic defects. To avoid such complications, the appropriate incision type depending on the type of surgery and effective retractor should be determined. If complications occur, organ-preserving procedure is recommended, using high technical advances. Keywords: Upper gastrointestinal procedures, Splenic injury, Iatrogenic splenectomy İNSİDENTAL SPLENEKTOMİYLE SONUÇLANAN İATROJENİK YARALANMALARDA ALTTA YATAN NEDENLER NELERDİR? ÖZET Amaç: Cerrahi raporlar özellikle farklı nedenlerle yapılan operasyonlar esnasında gerçekleşen insidental splenektomiler hakkında detaylı bilgi içermezler. Bu çalışma kliniğimizde uygulanan iatrojenik splenektomileri analiz etmek ve predispozan faktörleri değerlendirmek amacıyla düzenlendi. Hastalar ve Yöntem: 10 yılı aşkın bir sürelik bu çalışmada splenektomi operasyonu geçiren tüm hastalar analiz edildi. Bu hastalar arasında iatrojenik splenektomi uygulanan hastaların demografik özellikleri, insizyon tipleri, primer operasyon prosedürleri, yaralanma lokalizasyonları ve mekanizması kaydedildi. Bulgular: Yaş ortalaması 63.9 olan 19/322 (%5.9) hasta saptandı. İatrojenik splenik yaralanma nedeniyle splenik travma saptanan hastalarda en sık gözlenen primer operasyon üst gastrointestinal prosedürler (%63) ve en sık insizyon tipi ise göbek üstü ve/veya göbek altı orta hat insizyonu (%72) idi. Splenik yaralanmadaki en çok katkısı olan faktör operasyon esnasındaki traksiyon (%52) olarak tespit edildi. En sık yaralanma lokalizasyonu ise 8 hastada olmak üzere splenik hilus idi. Sonuç: Splenektomi sadece postoperatif dönemde değil aynı zamanda uzun sürelik takip döneminde de immonolojik defektler nedeniyle ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu sorunla karşılaşmamak için planlanan cerrahiye en uygun insizyon yapılmalı ve uygun retraktor seçimi ile ameliyatta etkin görüş sahası sağlanabilmelidir. Eğer iatrojenik yaralanma olursa günümüzdeki teknik gelişmeler kullanılarak organ koruyucu prosedür uygulanmaya çalışılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Üst gastrointestinal cerrahi, Splenik yaralanma, İatrojenik splenektomi İletişim Bilgileri: Pınar Yazıcı, M.D. Ege University, School of Medıcıne, General Surgery, Izmir, Türkiye e-mail: [email protected] 50 Marmara Medical Journal 2008;21(1);050-055 Marmara Medical Journal 2006;20(3);050-055 Ünal Aydın, et al. Iatrogenic injuries resulting in incidental splenectomy, what lies beneath? INTRODUCTION The spleen is the largest of the ductless glands, and has a very friable and vascular structure. It is in contact with the posterior wall of the stomach, pancreas, colon, left kidney, and the left suprarenal gland. Therefore, in the course of any surgery to the surrounding organs, spleen is often in danger, due to these many connections. Fortunately, the spleen has a considerable amount of elasticity, which allows a great variation in size. demographic variables such as gender, age, primary operations associated with iatrogenic splenectomy, incision type, mechanism of injury and the location of injuries. In addition, insertion of a drainage catheter, postoperative complications, and mortality rates were recorded. RESULTS During the 126-month period, 322 patients underwent splenectomy. The indications for primary splenectomy were: 106 patients (32.9%) for hepatic and splenic disorders, 105 patients (32.6 %) for cancer treatment, 65 patients (20.1%) due to diagnosis or /and treatment of a hematological disease, and 27 patients (8.3%) due to traumatic injury (Figure I). However, 19 (5.9%) spleens were removed incidentally. The study involved 11 female and 8 male patients with a mean age of 63.9 years (42-88 yrs.). Of these, 9 patients (47%) underwent emergency surgery. Iatrogenic splenectomy was performed on the remaining patients during elective procedures. Twelve patients underwent upper gastrointestinal surgery, whereas the others underwent other types of abdominal surgery (Table I). The most frequently used incision type was the midline incision, either upper or long, in 14 (72%) patients. The others were Mercedes-type incisions, left paramedian and bilateral subcostal incisions (Table II). The most frequent location of the injury was the splenic hilus in 8 (42%) patients. The other locations were seven upper and 4 lower pole injuries. Inappropriate traction in 10 patients (52%) was determined as the main cause for avulsion of the splenic ligaments or laceration. The other injuries were recorded as lacerations during splenic dissection or surrounding organ removal. A drainage catheter was inserted in the splenic cavity in all the patients except in one. No accessory spleen was discovered. Pneumococcal conjugate vaccine in management of postsplenectomy infection was administrated to all the patients on the postoperative day 0. The potential sequel of a splenectomy is often underestimated and generally no systematic planned efforts are undertaken to avoid a splenic injury1. Thus, the incidence of iatrogenic splenic injuries has remained uncertain. However, this may be due to failure to report splenic injury on the operation note or inaccurate recording of the indication for splenectomy2. Polo et al reported that an iatrogenic reason was the second most common indication for splenectomy, after traumatic cases3. It is concluded that splenectomy due to trauma has decreased, whereas iatrogenic splenectomy associated with malignancy cases has increased. Morbidity and mortality rates significantly increase due to incidental splenectomy during Nevertheless, exploratory laparotomy3. splenectomy as a prompt solution is undoubtly preferential to splenic preservation in order to avoid both a long operative time and excessive hemorrhage. The purpose of this study was to review our institutional experience in incidental splenectomy procedure in all the splenectomy cases to date and to evaluate the predisposing factors. MATERIAL AND METHOD Between January 1995 and July 2005, over a ten-year period, 322 splenectomies were performed at the Ege University School of Medicine, Department of General Surgery. All splenectomy patients were retrospectively reviewed and iatrogenic cases were analyzed. Data collection included 51 Marmara Medical Journal 2008;21(1);050-055 Ünal Aydın, et al. Iatrogenic injuries resulting in incidental splenectomy, what lies beneath? Table I. Primary procedures where iatrogenic splenectomy was performed Operation procedure Gastrectomy for malignancy Primary suture for ulcer perforation and vagotomy Left hemicolectomy Hepatic surgery Other gastric surgeries Left adrenalectomy Total esophagectomy Number of patients 4 4 4 2 2 1 1 % 21 21 21 10,5 10,5 5,2 5,2 Table II. Incision types Incision Midline (upper or long) Mercedes-like Left paramedian Bilateral subcostal Number of patients 14 (72%) 2 2 1 obtained in our study, is compatible with their results. Additionally, Coon WW noted the decrease in the incidence of iatrogenic splenic injury with a comparable study from the same institution4. In our series, a rate of 5.9% was determined. This rate is lower than the incidence reported in the literature, which is between 9% and 40%2,4. Nosocomial pneumonia was detected in two patients (10.5%), in the early postoperative period. Only one patient (5.2%) died of respiratory disorder due to pneumonia. Klebsiealla pneumonia was found as the cause of nosocomial pneumonia. The other complications included left pleural effusion (n=2) and fluid collection in the upper left quadrant (n=1). The contributive factors for iatrogenic splenic injury related to surgery are inadequate exposure due to incision type or inefficient retractor, and inappropriate anesthetic administration, especially in athletic and obese patients. The incision type should be selected according to operation procedure and extension of the incision should be performed avoiding unnecessary injury. Carmignani et al reported a higher incidence (13.2%) of iatrogenic splenectomy in the first group of patients where the incision performed was anterolateral xipho-umbilical-subcostal type, and an acceptable rate of 2.6% in the second group where the incision was Mercedes-type1. Choosing the most appropriate incision for the surgical procedure is one of the determinants of a good exposure. In our study, there were only 3 cases (15%) where the Mercedes type of incision was applied, whereas on patients (72%) with iatrogenic DISCUSSION The spleen is the most fragile organ of all the peritoneal or/and retroperitoneal organs. However, its fragility or close anatomical relation to most of the abdominal organs makes it prone to injury during surgery, particularly in upper gastrointestinal procedures. On the other hand, homeostasis in the spleen is considered more difficult compared to that in the other organs because its vascular dominance is arterial, whereas the liver has majority of venous supply. Although the incidence of iatrogenic splenectomy usually remains controversial in all patients undergoing splenectomy, Polo et al reported a decrease in the number of cases associated with trauma versus an increase in the number of splenectomies on account of abdominal oncologic resections3. A rate of 8% to 32% due to cancer treatment procedure, the result 52 Marmara Medical Journal 2008;21(1);050-055 Ünal Aydın, et al. Iatrogenic injuries resulting in incidental splenectomy, what lies beneath? splenic injury, the incision most used was the midline incision (72%). related to injuries during the operative procedure7. However, Downdall et al reported that linear stapling of the short gastric vessels, particularly during upper gastrointestinal surgery, reduced the incidence of iatrogenic injury8.Currently, besides surgical experiment, availability of multifunctional surgical equipment through advanced technology, including new haemostatic agents such as the fibrinogen patch and thrombin in fixed combination, maintains lower complication rates. However, Coon et al concluded that constant awareness of the continued prevalence of this surgical complication and the mechanisms by which it is caused should enable surgeons to reduce its incidence and potential sequel4. The type of primary operation procedure is also considered a contributive factor for splenic injury. Cassar K and Munro reviewed in a Medline literature research that the risk of splenic injury was highest during left hemicolectomy (1-8%), open anti-reflux procedures (3-20%), left nephrectomy (413%), and during exposure and reconstruction of the proximal abdominal aorta and its branches (21-60%)2. In our study, splenic injury was most common during upper gastrointestinal procedures. Additionally, the materials used during surgery, either for dissection or for retraction, have also considerable importance. Ten (52%) of the splenic injury incidences were thought to have occurred while maintaining exposure. Thus, direct trauma including excessive traction, manually, or/and retractor pressure on the spleen, which may cause serious capsular tear due to inappropriate location, is one of the significant factors of iatrogenic injury. Furthermore, the patient’s body condition, which is necessary for effective exposure, is also considered as important as other underlying reasons. If not due to exposure, incidental splenectomies probably resulted from excessive manipulation of the spleens, even with no abnormal structural condition to make them more friable and susceptible to laceration. Nevertheless, in the previous studies, no morphological change of the spleen predisposing to rupture was observed5,6. On the other hand, blunt palpation is dangerous for particularly enlarged spleens. Certain indications for iatrogenic splenectomy and the answer to the question of the necessity of splenectomy due to injuries are still controversial. Although no criteria have been established for an appropriate approach to iatrogenic splenic injury, many surgeons prefer to perform a splenectomy to preserve the spleen and to reduce the morbidity rate secondary to primary operation. However, under unexpected circumstances, none of the approaches may be justified. Thus, although several complications including fluid collection and septic complications resulting from immune deficiency may emerge in the late period; early postoperative complications such as hemorrhage, increased operation time, and unexpected blood loss are disregarded. Morbidity may include blood collection in the operation site secondary to leakage from failed splenic homeostasis and subsequent systemic infection. The age and underlying reason for surgery are clearly important factors influencing infection and mortality after splenectomy. Our study population consisted of elderly patients with a mean age of 63.9 years and median age of 69.2 years. A higher rate of infection and a shorter rate of survival in older age groups than in younger age groups were noted at the time of splenectomy9. In the remaining patients, the reason for splenic injury was associated with dissection. Particularly, adhesion bands in the upper left quadrant, which resulted from previous operations may have caused iatrogenic splenic injury during dissection. Likewise, Rogers et al reported patients who suffered splenic injury in a study of 97 patients who had undergone Nissen fundoplication. In these cases, iatrogenic splenectomies were performed due to failure of division of the vasa brevia and significant hemorrhage was Organ preserving procedures have recently become more popular because of the reports of poor prognosis after iatrogenic 53 Marmara Medical Journal 2008;21(1);050-055 Ünal Aydın, et al. Iatrogenic injuries resulting in incidental splenectomy, what lies beneath? splenectomy. A preserving approach to splenic injury should be practiced when possible. However, it should be kept in mind that when the patient’s condition is unstable, which requires promptness, a splenectomy must be performed. Nevertheless, concomitant pathologic processes such as cardiac, respiratory, metabolic problems or vascular surgery, which require anticoagulant therapy in the postoperative period, make the preservation of the spleen preferable to performing a splenectomy. Splenectomy operations are usually considered serious because they may result in unexpected complications in both the postoperative period and the late period because of immunologic failure9. Although there are no satisfying literature data about postsplenectomy hemorrhage, when intraoperative hemorrhage and postoperative hemorrhage are compared, postoperative hemorrhage clearly presents a higher risk for mortality, even after an elective splenectomy procedure. In addition, sepsis due to pneumonia associated with particularly capsulated bacteria such as klebsiella pneumonia, may cause lethal infection in the long term. In the present study, one patient died of sepsis due to pneumonia, in the early postoperative period. The patient must be vaccinated as soon as possible after surgery. In 1982, Standage et al reported that a majority of the deaths were from septic causes, and infectious complications accounted for most of the morbidity as well10. time or even iatrogenic splenectomy in case of uncontrolled hemorrhage. In another study including 17 patients with iatrogenic splenectomy, splenorrhaphy procedure was attempted in seven patients, but continuing hemorrhage mandated spleen removal in all the patients12. In conclusion, the incision type and the surgical approach are the most important determinants in avoiding incidental splenectomy. Nevertheless, when incidental splenectomy occurs, splenic preservation methods should be used to protect the spleen in order to avoid any challenges presented by unexpected complications including death. Despite the challenges, the surgeon should consider the importance of preserving the spleen in case of iatrogenic injury during any surgical procedure without overlooking the stability of the patient’s condition. Hospital stay was longer in patients with iatrogenic splenectomy compared to the patients who underwent only a primary operation procedure without any complications. In case of minor capsular tears, management of homeostasis includes using an electrocauter or cohesive agents such as surgicel (oxidized cellulose) and sponges (lyophilized cellulose). In a study of bariatric surgical procedures including 200 patients, Peters et al concluded that splenic injuries should be repaired by simple haemostatic methods11. Above all, it should be determined whether the injury is repairable or not. Inadequate or wrong efforts to control hemorrhage may result in increased operation 3. Conflict of Interest Statement There is no commercial association that might pose a conflict of interest in connection with this submitted communication entitled “Iatrogenic Injuries Resulting In Incidental Splenectomy, What Lies Beneath?”. No funding was used in conducting the work. REFERENCES 1. 2. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 54 Carmignani G, Traverso P, Corbu C. Incidental splenectomy during left radical nephrectomy: reasons and ways to avoid it. Urol Int 2001;67:195-198. Cassar K, Munro A. Iatrogenic splenic injury. J R Coll Surg Edinb 2002;47:731-741. Polo Sabau J, Peligros Gomez MI, Carrion Galindo R, Polo Melero JR, Menarguez Palanca J. Splenectomy indications at a general hospital Rev Clin Esp 1999;199:126-131. Coon WW. Iatrogenic splenic injury. Am J Surg 1990;159:585-588. Danforth DN Jr, Thorbjarnarson B. Incidental splenectomy: a review of the literature and the New York Hospital experience. Ann Surg 1976;183:124-129. Peck, D. A, Jackson, F. C. Splenectomy after surgical trauma. Arch. Surg 1964;89:54. Rogers DM, Herrington JL Jr, Morton C. Incidental splenectomy associated with Nissen fundoplication. Ann Surg 1980;191:153-156. Dowdall JF, McAnena OJ. Linear stapling of the short gastric vessels reduces blood loss and splenectomy at oesophageal and gastric surgery. Surg Endosc 2006; 20:770-772. Epub 2006 Jan 19. Kyaw MH, Holmes EM, Toolis F, et al. Evaluation of severe infection and survival after splenectomy. Am J Med 2006;119:276.e 1-7 Marmara Medical Journal 2008;21(1);050-055 Ünal Aydın, et al. Iatrogenic injuries resulting in incidental splenectomy, what lies beneath? 10. Standage BA, Goss JC .Outcome and sepsis after splenectomy in adults. Am J Surg 1982 ;143:545-548. 11. Peters TG, Steinmetz SR, Cowan GS Jr. Splenic injury and repair during bariatric surgical procedure.South Med J 1990;83:166-169. 12. Eaton MA, Valentine J, Jackson MR, Modrall G, Clagett P. Incidental splenic injury during abdominal vascular surgery: a case-controlled analysis. J Am Coll Surg 2000;190:58-64. 55 CASE REPORT BRUCELLA EPIDIDYMO-ORCHITIS AS THE FIRST PRESENTING SIGN OF BRUCELLOSIS: A CASE REPORT AND REVIEW OF THE LITERATURE Yılören Tanıdır, Abdülkadir Gümrah, Cem Akbal, Tufan Tarcan Marmara University, School of Medicine, Department of Urology, İstanbul, Türkiye ABSTRACT While brucellosis is one of the causes of acute swelling of the testis, it is not encountered often in nonendemic regions. Although the most common genitourinary involvement of brucellosis is epididymoorchitis, other findings may also occur. Herein, we report a patient with brucellosis presenting as the first sign as epididymo-orchitis, with the review of the current literature. Keywords: Brucellosis, Epididymo-orchitis, Genitourinary infections BRUSELLOZUN İLK BULGUSU OLARAK BRUSELLA EPİDİDİMO-ORŞİTİ: BİR OLGU SUNUMU VE LİTERATUR DERLEMESİ ÖZET Bruselloz testiste akut şişlik yapan nedenlerden biri olmakla beraber endemik olmayan bölgelerde sık rastlanılmaz. Brusellozda en sık genito üriner tutulum epididimo-orşit olmasına rağmen genelde kendisini brusellanın diğer bulgularıyla beraber gösterir. Biz bu olgu sunumunda, ilk bulgu olarak epididimo-orşit ile kendisini gösteren brusellozlu bir olguyu son literatür eşliğinde sunduk. Anahtar Kelimeler: Brusella, Epididimo-orşit, Genitoüriner enfeksiyonlar INTRODUCTION constipation, and rarely anemia, leucopenia, thrombocytopenia, localized and generalized lymphadenopathy; dermatological findings such as maculopapular rash; neurological findings such as meningitis, encephalitis; cardiac involvement such as endocarditis; and pulmonary or genitourinary involvement1-3. Genitourinary involvement of brucellosis includes prostatitis, epididymo-orchitis, cystitis, pyelonephritis, interstitial nephritis, exudative glomerulonephritis and renal abscess. Brucella epididymo-orchitis is not a common clinical situation unless in an endemic area. Herein, we report a patient with brucellosis presenting with epididymoorchitis, only. Brucellosis is an infectious, zoonotic disease in various animals and humans caused by a gram-negative coccobacilli strain like Brucella Melitensis or Brucella Abortus. It is transmitted through contaminated and untreated meat, milk and milk products, and by direct contact with infected animals (cattle, sheep, goats, pigs, etc.), urine, body secretions and pregnancy materials. The incubation period is between one to four weeks. Brucellosis may be accompanied by aching muscles (myalgia), aching joints (arthralgia), gastrointestinal system symptoms such as nausea, vomiting, abdominal pain, İletişim Bilgileri: Yılören Tanıdır, M.D. Marmara University, School of Medicine, Department of Urology, Altunizade,, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 56 Marmara Medical Journal 2008;21(1);056-060 Marmara Medical Journal 2008;21(1);056-060 Yılören Tanıdır, et al. Brucella epididymo-orchitis as the first presenting sign of brucellosis: a case report and review of the literature CASE REPORT again the unchanged. A 16 -year-old sexually inactive male patient suffering from left testicular swelling, pain and high fever for the previous 4-5 days applied to our hospitals’ emergency ward and was hospitalized in our urology clinic. The patient reported that he had had right testicular pain and swelling 3 months before and this was cured after antibiotic treatment. clinical picture remained Thereafter, with a suspicion of Brucellainduced orchitis, Brucella spot and Wright agglutination tests were performed and each of them were found to be positive (the latter in a titer of 1/160). Among the former cultures which were taken during the admission period, bacteria in Brucella morphology were isolated from the blood culture but the urine culture was sterile. Relying on these clinical findings the patient was diagnosed as Brucella orchitis and medication composed of tetracycline in 100 mg p.o. b.i.d. and rifampicin 600 mg/day p.o. was started and continued for a 6-week period. Endocarditis and any cardiac involvement due to Brucellosis were ruled out by echocardiography. The symptoms completely resolved at the second week of treatment. His physical examination revealed left testicular swelling, tenderness and a temperature of 40 Cº. Laboratory studies showed a mild leucocytosis (12600 /mm3), with an erythrocyte sedimentation rate of 52 mm/h, CRP 245 mg/l and urine microscopy of 2 white and 1 red blood cells per high power field. In the Doppler ultrasonographic examination of the scrotum, the right and left testis were 43x26x22 mm and 53x40x38 mm in size, respectively. Although parenchymal echogenicity was normal, there was a bilateral increase in blood flow, especially in the left testis. Right epididymis was normal but left epididymal echogenicity, blood flow and size was increased. Pyocele like appearance was observed in the left hemiscrotum (Figure 1). For differential diagnosis, tumor markers of testicular carcinoma were found to be within the normal limits (AFP: 1.03 U/L, hCG: <1 U/L). With these clinical findings the patient was started on standard epididymo-orchitis treatment with ciprofloxacin (200 mg i.v., b.i.d.), non-steroid anti-inflammatory medication, complete bed rest with scrotal elevation and local hypothermia application. But his fever and local symptoms did not decrease in the following 48 hours and scrotal swelling appeared to be larger on inspection. A pelvic-scrotal MRI was performed to rule out any pelvic pathology and testicular abscess (Figure 2). Due to resistant fever, the antibiotic regime was changed into i.v. sulbactam and ampicillin combination of 1 g, q.i.d. This new antibiotic schedule was continued for the following 48 hours but Figure 1: Doppler ultrasonographic examination of the left testis revealed increase in testicular blood flow and size with epididymal echogenicity. A pyocele like appearance was also observed in the left hemiscrotum. 57 Marmara Medical Journal 2008;21(1);056-060 Yılören Tanıdır, et al. Brucella epididymo-orchitis as the first presenting sign of brucellosis: a case report and review of the literature Figure 2: Scrotal MRI sections which was performed to rule out any testicular abscess, showed similar findings with scrotal ultrasonography. DISCUSSION in our patient but his fever was always present between 39-40 Cº. Testicular swelling can either be acute or chronic and it can be either unilateral as in our patient or bilateral in some of the cases5-13. As testicular swelling and fever are the leading features of almost every classical epididymo-orchitis case, the only key that made us suspect Brucella orchitis was resistant ongoing fever for 96 hours after 2 different antibiotic treatments. Wright agglutination test and blood culture were used in differential diagnosis to exclude other causes of epididymo-orchitis. The Brucella Wright titer was found to be 1/160 and Brucella sp was isolated in blood culture confirming the diagnosis of Brucella epididymo-orchitis. Urine culture and microscopy were negative as it is in almost 65 % of all Brucella epididymo-orchitis cases14. Since Brucellosis is not an endemic disease in the Marmara Region of Turkey, presentation of the disease as Brucella epididymo-orchitis is not a common finding. The seropositivity rate in the healthy population in all geographical regions of Turkey is between 26%.4 Although epididymo-orchitis is the most common genitourinary involvement of Brucellosis, it is rarely the leading finding in most of the cases. In fact our patient did not present with typical findings of Brucellosis like muscle ache (myalgia), joint ache (arthralgia), gastrointestinal system symptoms such as nausea, vomiting, abdominal pain, constipation and rarely anemia, leucopenia, thrombocytopenia, localized and generalized lymphadenopathy, dermatological findings like maculopapular rash and neurological findings like meningitis, encephalitis and cardiac involvement like endocarditis and pulmonary involvement. In the literature, the incidence of epididymoorchitis for Brucellosis in Turkey was noted between 2-12.7%7-9. Human brucellosis incidences cases in some Mediterranean countries are high, such as Greece and Spain where the true incidence for Brucella epididymo-orchitis is meant to be 12% and 220% respectively10-11. In another study from Saudi Arabia the incidence was noted as 1.6%12. Hospitalization was indicated for our epididymo-orchitis patient who was suffering from fever-related fatigue with left testicular swelling and tenderness. Typical undulant fever pattern for Brucellosis was not observed 58 Marmara Medical Journal 2008;21(1);056-060 Yılören Tanıdır, et al. Brucella epididymo-orchitis as the first presenting sign of brucellosis: a case report and review of the literature antibiotic therapy may need orchiectomy5,13, and 21 Differential diagnosis should include tumor, trauma, hematoma, cyst, torsion and other acute or chronic infections (abscess, gonorrhea, tuberculosis, mumps, syphilis, Chlamydia) which may lead to acute testicular swelling5. Beside clinical findings and physical examination, scrotal USG and testicular scintigraphy can also be used in differential diagnosis15. Scrotal USG findings in our case included parenchymal heterogeneity, pyocele and hydrocele formations but none of these particular findings helped us in differentiating the lesion from normal epididymo-orchitis. Pathological examination of Brucella epididymo-orchitis reveals a granulomatous inflammatory reaction and focal necrotizing areas. Most of these patients are reported to have a low fertility potential in the follow-up period8. In conclusion, Brucella epididymo-orchitis should be kept in mind for the etiology of epididymo-orchitis resistant to standard therapeutic approach especially in our country where Brucellosis is endemic in some regions. REFERENCES 1. 2. 3. 4. An interesting aspect of a study done by Akıncı et al showed clinical unilateral infection of the testis (brucella epididymoorchitis) resulting in aspermia and oligospermia8. So they hypothesized that brucellosis causes decreased sperm counts and possibly caused infertility. Two possible explanations for these results were referred to Osegbe who found similar results in patients with unilateral epididymoorchitis and performed bilateral testicular biopsies and to Ingerslev et al. who found a causal link between acute epididymitis and the development of antisperm antibodies16-17. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Antimicrobial therapy is generally enough in Brucellosis with uncomplicated epididymoorchitis18. In antimicrobial therapy most common combinations are rifampicin plus either tetracycline, doxycycline or ofloxacin, and doxycycline plus streptomycin5,18-20. There are several articles about the treatment efficiency of these combination therapies in the literature and the efficiency of each combination seems to be similar. The treatment period for the rifampicin plus doxycycline combination should be at least 6 weeks. The disease may relapse in some patients. In a report from Spain, the incidence of relapse was 25 %11. Patients with necrotizing orchitis who cannot benefit from 12. 13. 14. 15. 16. 59 Levinson W, Jawetz E. (ed). Gram negative rods, related to animal sources. Chapter 20. In: Medical Microbiology and Immunology Examination and Board Review. Edition 4. Stamford, CT: Appleton & Lange, 1996: 116-117. Akgün Y. Aktinomikoz Nokardiyoz. Topçu AW, Söyletir G, Doğanay M (ed). İnfeksiyon Hastalıkları. İstanbul :Nobel Tıp Kitabevleri, 1996:486–491 . Hall WH, Khan MY. Brucellosis. In: Hoeprich PD, Jordan MC, eds. Infectious Diseases. Philadelphia: JB Lippincott Company, 1989:1281-1282. Sözen TH. Bruselloz, In:Topçu AW, Söyletir G, Doğanay M, eds. İnfeksiyon Hastalıkları, 2. baskı. İstanbul:Nobel Tıp Kitabevleri, 2002:636-642. Özsoy MF, Koçak N, Çavuşlu Ş. Brusella Orşiti: Beş olgu sunusu. KLİMİK Dergisi 1998;11:88-91. Young EJ. An overview of human brucellosis. Clin Infect Dis 1995;21:283-290. Aydoslu B, Çelik AD, Kuloğlu F, Tansel O, Akata F, Tuğrul M. Evaluation of brucellosis patients in Trakya University Hospital. Mikrobiyol Bul 2006 Jul;40:257-263. Akıncı E, Bodur H, Çevik MA, et al. A complication of brucellosis: epididymoorchitis. Int J Infect Dis 2006;10:171-177. Yetkin MA, Erdinç FS, Bulut C, Tulek N. Epididymoorchitis due to brucellosis in central Anatolia, Turkey. Urol Int 2005;75:235-238. Papatsoris AG, Mpadra FA, Karamouzis MV, Frangides CY. Endemic brucellar epididymo-orchitis: a 10-year experience. Int J Infect Dis 2002 6:309-313. Navarro-Martinez A, Solera J, Corredoira J, et al. Epididymoorchitis due to Brucella mellitensis: a retrospective study of 59 patients. Clin Infect Dis 2001 ; 15;33:2017-2022. Memish ZA, Venkatesh S. Brucellar epididymoorchitis in Saudi Arabia: a retrospective study of 26 cases and review of the literature. BJU Int 2001; 88:72-76. Reisman EM, Colquitt LA 4th, Childers J, Preminger GM. Brucella orchitis: a rare cause of testicular enlargement.J Urol 1990;143:821-822. Al-Tawfiq JA. Brucella epididymo-orchitis: a consideration in endemic area. Int Braz J Urol 2006;32:313-315. Tackett RE, Ling D, Catalona WJ, Melson GL. High resolution sonography in diagnosing testicular neoplasms: clinical significance of false positive scans. J Urol 1986;135:494-496. Osegbe DN. Testicular function after unilateral bacterial epididymo-orchitis. Eur Urol 1991;19:204208. Marmara Medical Journal 2008;21(1);056-060 Yılören Tanıdır, et al. Brucella epididymo-orchitis as the first presenting sign of brucellosis: a case report and review of the literature 17. 18. 19. Ingerslev HJ, Walter S, Andersen JT, et al. A prospective study of antisperm antibody development in acute epididymitis. J Urol 1986 ;136:162-164. Hall WH. Modern chemotherapy for brucellosis in humans. Rev Infect Dis 1990;12:1060-1099. Kılıç D, Kurt H, Sözen TH, Kandilci S. Kan kültürlerinden izole edilen brucella cinsi bakterilerin antibiyotiklere duyarlıkları ve klinik yönden değerlendirilmesi. Infeksiyon Derg 1994;8:59-62. 20. 21. 60 Akova M, Uzun O, Akalın HE, Hayran M, Ünal S, Gür D. Quinolones in treatment of human brucellosis: comparative trial of ofloxacin-rifampin versus doxycycline-rifampin. Antimicrob Agents Chemother 1993 ;37:1831-1834. Guy M, Nissim F, Eisenkraft S, Eliraz A. Brucella infection of the testis mimicking malignancy. Harefuah 1992 ;123:260-262. CASE REPORT DOUBLE INTRAUTERINE DEVICE: PRESENTED WITH PROTRUDING URETHRAL STONE Engin Kandıralı1, Mehmet Ata Topcuoglu2, Atilla Semerciöz1, Ahmet Metin1 1 Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İzzet Baysal Tıp Fakültesi, Üroloji AD, Bolu, Türkiye 2Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İzzet Baysal Tıp Fakültesi, Kadın Hast. Doğum AD, Bolu, Türkiye ABSTRACT Intrauterine devices (IUDs) are widely used for reversible contraception. Perforation of the uterus and migration of the device into the retroperitoneal or abdominal cavity is a major but an infrequent complication. We present this report to highlight two interesting aspects of this case: One is that two IUDs were present simultaneously and second is that the patient presented with urethral stone after an asymptomatic period of 10 years. Keywords: Migrated intrauterine device; Bladder stone; Complication ÜRETRA TAŞI İLE BAŞVURAN ÇİFT: İNTRAUTERİN ARAÇ ÖZET İntrauterin araçlar doğum kontrol yöntemi olarak sık kullanılmaktadır. Uterus perforasyonu ve intrauterin aracın yer değiştirmesi seyrek görülen ciddi bir komplikasyondur. Burada üretra taşı bulgusuyla başvuran hastada saptanan çift intraüterin araç vakası sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: İntrauterin araç, Mesane taşı, Komplikasyon INTRODUCTION CASE REPORT The intrauterine device (IUD) is a highly effective, safe, cheap, and widely used reversible contraception method. A major but infrequent complication of IUD is perforation of the uterus and migration of the device into the retroperitoneal or abdominal cavity. Many authors have reported extrauterine mislocated IUD1-4. We present this report to highlight two interesting aspects of this case: Firstly that two IUDs were present simultaneously and secondly is that the patient presented with urethral stone after an asymptomatic period of 10 years. A 34-year-old woman, gravida 4, para 3, abortion 1, presented with protruding urethral stone attached to a string. The patient’s medical history revealed that a copper-T IUD had been inserted in 1995, 6 months following her second normal vaginal delivery. She had unexpectedly conceived again three months after insertion and had a normal spontaneous vaginal delivery without any complication. It was assumed that the IUD had fallen out and another copper-T IUD was inserted one year after her third delivery. The İletişim Bilgileri: Dr. Engin Kandıralı, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İzzet Baysal Tıp Fakültesi, Üroloji AD, Bolu, Türkiye e-mail: [email protected] 61 Marmara Medical Journal 2008;21(1);061-063 Marmara Medical Journal 2008;21(1);061-063 Engin Kandıralı, et al. Double intrauterine device: presented with protruding urethral stone stone formation protruding from the urethra was observed on inspection. The IUD string was identified on gynecological examination. Physical examination was otherwise unremarkable. Plain abdominal radiograph revealed two IUDs within the pelvic cavity (Figure 1); one of them was surrounded by stone formation. The patient underwent cystoscopy and a free intravesical IUD with stone formation was observed. It was also observed that the protruding string with stone distally belonged to the intravesical IUD. Because of technical problems, a suprapubic cystotomy was performed and the IUD with stone formation was removed (Figure 2). The postoperative period was uneventful and the patient was discharged from the hospital on the fifth postoperative day. Figure 2: A migrated intrauterine device with stone formation and stone attached to a string. DISCUSSION The intrauterine device is the most popular method for reversible conception because it is effective, safe, and cheap. One of the major complications of IUDs is perforation of the uterus and migration of the IUD into the pelvic or abdominal organs1. The incidence of perforation is estimated as 1.9-3.6 per 1000 insertion5. Perforation is related to the timing and technique of insertion, type of IUD used, skills of the physician, and anatomy of the cervix and uterus 5. Perforation occurs most frequently at the time of insertion but may also occur spontaneously, later on or during puerperium2. The risk of perforation increases especially during puerperium because the uterus wall is thin. Caesarean section and breastfeeding at the time of IUD insertion are other risk factors5. When a pregnancy occurs in a patient with an IUD, perforation must be ruled out. In our case, perforation happened probably during IUD insertion and because of its rarity no further examination was performed or was not taken into consideration. Figure 1: A plain radiograph demonstrates two intrauterine devices (IUD) within the pelvic cavity (thin arrow: IUD in normal intrauterine position, thick arrow: intravesical IUD in stone formation, arrow head: protruding urethral stone). Intravesical migration of IUD is uncommon; it has been reported in about 50 cases in the literature3. Migrated IUDs can either be embedded in the bladder wall or can float 62 Marmara Medical Journal 2008;21(1);061-063 Engin Kandıralı, et al. Double intrauterine device: presented with protruding urethral stone freely in the bladder. Fewer than half of these cases have resulted in bladder calculus formation3. Although controversy in the management of the migrating IUDs in asymptomatic patients still persists, it appears to be a consensus that all extrauterine copperladen devices should be removed because of the increased inflammatory reaction they induce. Extrauterine device which does not contain copper and does not cause any symptoms should be left in place because of the risks that may result in abdominal surgery and anesthesia1,2,4. No controversy exists about the management of an IUD that has migrated into the bladder. All IUDs in the bladder must be removed because of potential complications. A migrated IUD in the bladder can be removed by cystoscopy or suprapubic cystotomy3,4. itself does not necessarily cause alerting symptoms, so the event may remain unnoticed. Therefore, clinicians should check for correct insertion, either by identifying the string of the device after a period of time or by ultrasound, especially in the presence of pregnancy. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. In this case report, a patient with double IUDs, one of them located intravesically was presented because of the rarity of the case and a long asymptomatic period. The perforation 63 Nitke S, Rabinerson D, Dekel A, et al Lost levonorgestrel IUD: diagnosis and therapy. Contraception 2004; 69:289-293. Markovitch O, Klein Z, Gidoni Y, et al Extrauterine mislocated IUD: is surgical removal mandatory? Contraception 2002; 66:105-108. Hick EJ, Hernandez J, Yordan R Bladder calculus resulting from the migration of an intrauterine contraceptive device. J Urol 2004; 172:1903. Hoscan MB, Kosar A, Gumustas U, et al Intravesical migration of intrauterine device resulting in pregnancy. Int J Urol 2006; 13:301-302. Farmer M, Webb A. Intrauterine device insertionrelated complications: can they be predicted? J Fam Plann Reprod Health Care 2003; 29:227-231. CASE REPORT INTRASCROTAL EXTRATESTICULAR NEUROFIBROMA: A CASE REPORT Fikret Erdemir1, Bekir Süha Parlaktas1, Nihat Uluocak1, Nurper Onuk Filiz2, Berat Acu3, Reşit Doğan Köseoğlu2, Başar Sarıkaya3 1 Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Üroloji, Tokat, Türkiye 2Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji, Tokat, Türkiye 3Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Radyoloji, Tokat, Türkiye ABSTRACT Neurofibroma is a benign tumor of the nerve sheath, which is considered to originate from the Schwann cell. Since neural tissues are found throughout the body these tumors can occur in a variety of sites. Intrascrotal extratesticular localization of neurofibromas have been reported extremetely rarely in the literature. A 45year-old man admitted to our clinic with a four year history of gradually enlarging mass and scrotal discomfort in the left hemiscrotum. With a preoperative diagnosis of testicular or paratesticular tumor, exploration and frozen examination were performed. The pathological diagnosis of the lesion was neurofibroma of the paratesticular region. Although a relatively rare disease, intrascrotal extratesticular neurofibroma should be considered in the differential diagnosis of testicular and paratesticular malign tumors. Keywords: Neurofibroma, Intrascrotal, Extratesticular İNTRASKROTAL EKSTRATESTİKÜLER NÖROFİBROMA: OLGU SUNUMU ÖZET Nörofibroma Schwann hücrelerinden kaynaklandığı düşünülen sinir yapılarının benign tümörüdür. Nöral dokular vücudun hemen heryerinde bulunduğu için bu tümörler çeşitli lokalizasyonlarda görülebilmektedirler. Literatürde oldukça nadir olarak intraskrotal ekstratestiküler lokalizasyonlu nörofibroma bildirilmiştir. Kırkbeş yaşında erkek hasta kliniğimize sol skrotumda rahatsızlık ve sol testiste son dört yıldır yavaş yavaş büyüyen şişlik yakınması ile başvurdu. Preoperatif olarak testiküler ya da paratestiküler tümör ön tanısı ile eksplorasyon ve frozen inceleme yapıldı. Kitlenin patolojik incelemesi patolojinin intraskrotal ekstratestiküler nörofibroma olduğunu ortaya koydu. Oldukça nadir görülmelerine rağmen ekstratestiküler intraskrotal nörofibromalar malign testiküler ya da paratestiküler tümörlerin ayırıcı tanılarında gözönünde bulundurulmalıdırlar. Anahtar Kelimeler: Nörofibroma, İntraskrotal, Ekstratestiküler INTRODUCTION within the central or periferal nervous system, especially in the neck, thorax, cranium, retroperitoneum, and flexor surfaces of the extremities, localization within the scrotum is extremely rare3. Neurofibroma is a benign tumor of the nerve sheath, which results from an abnormal overgrowth of Schwann cells1. Since neural tissues are found throughout the body, these tumors can occur in a variety of sites2. Although it can be encountered anywhere In this report, the clinical, radiological and pathological features of a case with İletişim Bilgileri: Fikret Erdemir, M.D. Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Üroloji, Tokat, Türkiye. e-mail: [email protected] 64 Marmara Medical Journal 2008;21(1);064-067 Marmara Medical Journal 2008;21(1);064-067 Fikret Erdemir, et al. Intrascrotal extratesticular neurofibroma: a case report cells (Figure 3a and 3b). The present case was concordant with neurofibroma on the basis of both light microscopic and immunohistochemical findings. The postoperative period was uneventful with no recurrence after 5 months of follow-up. intrascrotal extratesticular neurofibroma is presented and discussed according to the relevent literature. CASE REPORT A 45-year-old man admitted to our clinic with a four year history of gradually enlarging mass and scrotal discomfort in the left scrotum. There was no history of trauma, voiding complaints, or signs and symptoms related to genitourinary disease. On physical examination, a firm, non-tender, mobile, elastic, and nontransilluminating mass was detected in the left hemiscrotum. The size of the lesion was about 3x2 cm and it was seperate from the testis. Systemic examination was unremarkable. All laboratory investigations, including testicular tumor markers, were within normal range. Ultrasonography demonstrated a hypoechoic solitary mass along the margin of the left testis in 3x2x1 cm. Ultrasonographic appearance did not rule out whether this lesion was benign or malign. Abdominopelvic tomography showed a tumoral mass in the left paratesticular region measuring 3x3 cm in size. The other urinary structures were normal. Tomography also showed that, this tumor was seperate from the left testis (Figure 1). Testicular exploration with a preoperative diagnosis of paratesticular tumor was decided and the testis was explored through left scrotal incision. In the operation a solitary mass extending posteriorly toward the internal inguinal ring in 3x3,5 cm diamater was observed (Figure 2). The lesion was dissected from the surrounding tissues and it was noted that the tumor did not involve the other surrounding structures. Frozen examination was performed perioperatively. Frozen evaluation showed a benign proliferative lesion formed by spindle cells and the mass was excised totally. The final histopathologic diagnosis was neurofibroma. Histopathologic examination revealed a tumoral growth which consisted of the fascicles of wavy, spindle Schwannian cells. Focal hypocellular and degenerated areas and vascular structures with thickened wall were observed in the tumor. Immunohistochemically, cytoplasmic S-100 positivity was extensively noted in spindled Figure 1: A tumoral mass in the left paratesticular region measuring 3x3 cm in size (arrow) is seen on tomography Figure 2: Operation scene of the solitary lesion which has approximately 3x3,5 cm diameters. 65 Marmara Medical Journal 2008;21(1);064-067 Fikret Erdemir, et al. Intrascrotal extratesticular neurofibroma: a case report Neurofibroma can be solitary or multiple and presentation age of the cases ranged between 8 and 77 years1,5. The presenting complaints are usually scrotal discomfort, painless swelling and hydrocele. The gross appearence of neurofibroma varies a great deal from lesion to lesion5. As a rule, the tumors are not encapsulated and have a softer consistency. Microscopically, neurofibromas are formed by combined proliferation of all the elements of peripheral nerve axons, Schwann’s cells, fibroblasts, and perineural cells. Schwann’s cells are usually the predominant cellular elements in the tumor. These lesions are immunoreactive for S-100 protein and surrounded by basement membrane components as in our case1,4. These tumors may originate anatomically from the testis, tunics, and subcutaneous neural tissue. In the literature, eight solitary neurofibroma cases, which involved the external genitalia in the absence of von Recklinghausen’s disease, were reported previously2,5. In only one case the tumor was localized intratesticularly, whereas in the others the lesion was located extratesticularly7. However, the exact origin of the tumor and relation with the intrascrotal components have been somewhat obscure in the reported cases8,9. In our patient, we also could not determine the exact anatomic structural origin of the tumor. But we recognized that this mass was separate from the testis, vas deferens, and epididimis. In this case, we agree with Issa et al10. that, the tumor must have originated from the genital branch of the genitofemoral nerve lying posteriorly to the spermatic cord. This nerve innervates cremasteric muscle and distributes branches to the skin of the scrotum and adjacent thigh. A similar report has also been published by Milathianakis et al2. Figure 3a: The spindled and convoluted Schwannian cells in loose, collagenized matrix of the tumor (HE, X25) Figure 3b. Cytoplasmic S-100 immunostaining of Schwannian cells (AEC, X40) DISCUSSION Benign intrascrotal lesions are common findings in the male population4. Most of them occur in paratesticular tissue such as epididymis or spermatic cord. Unlike testicular lesions, which are 95% malignant, paratesticular lesions are mostly benign. Usually, surgical exploration is required to rule out intrascrotal malignant processes4. Leiomyomas, lipomas, fibromas, hemangiomas and epidermoid cysts have been described as benign tumors of the scrotum. Solitary neurofibroma within the scrotum, which is unassociated with neurofibromatosis is an extremely rare benign tumor5. Although treatment for most primary tumors has historically been radical inguinal orchidectomy, most benign tumors can now be managed by testis sparing surgery11. For this reason in neurofibroma, the treatment is surgical excision of tumor1,3. In cases, where the tumor involves the testicle, orchidectomy is inevitable. Orchidectomy was performed in only two of the reported cases one because of intratesticular localization of the tumor, the Yamamoto et al., described the first case of solitary neurofibroma in the scrotum6. 66 Marmara Medical Journal 2008;21(1);064-067 Fikret Erdemir, et al. Intrascrotal extratesticular neurofibroma: a case report REFERENCES other because of joint blood supply with the testicle7,10. Frozen section microscopic examination should be performed perioperatively to ascertain whether the tumor is benign or malignant9. The surgical treatment of testicular and paratesticular tumors is performed by inguinal exploration11. But as the mass palpate outside the testis with smooth contours and a four year history of a 3 cm lesion, absence of lymphadenopathies in radiologic evaluations, and normal testis and paratesticular tissues led us to a scrotal surgical approach in this case. Harding et al. reported that 10.4% of men with testicular and paratesticular tumors underwent a scrotal orchidectomy or had a scrotal incision before an inguinal orchidectomy12. In their study the authors suggested that scrotal incision is unlikely to affect the risk of loco-regional recurrence. These tumors have an excellent prognosis and they can be cured by complete surgical excision5,9. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Although an extremely rare disease, intrascrotal extratesticular neurofibroma should be considered in the differential diagnosis of testicular and paratesticular malign tumors. 12. 67 Mishra VC, Kumar R, Cooksey G. Intrascrotal neurofibroma. Scand J Urol Nephrol 2002; 36: 385386. Milathianakis KN, Karamanolakis DK, Mpogdanos IM, Trihia-Spyrou EI. Solitary neurofibroma of the spermatic cord. Urol Int 2004; 72: 271-274. Rosai J. Soft tissues. Ackerman’s Surgical Pathology. Eight edition. New York, Mosby Year Book: 1995:2041-2042. Rubenstein RA, Dogra VS, Seftel AD, Resnick MI. Benign intrascrotal lesions. J Urol 2004; 171: 17651772. Turkyilmaz Z, Sonmez K, Karabulut R. A childhood case of intrascrotal neurofibroma with a brief review of the literature. J Pediatr Surg 2004; 39: 1261-1263. Yamamoto M, Miyake K, Mitsuya H. Intrascrotal extratesticular neurofibroma. Urology 1982; 20: 200– 201. Livolsi VA, Schiff M. Myxoid neurofibroma of the testis. J Urol 1977; 118: 341-342. Yoshimura K, Maeda O, Saiki S. Solitary neurofibroma of scrotum. J Urol 1990; 143: 823. Sanchez-Chapado M, Aranda-Lassa JM, CaballeroGomez M. Tumores de cordon: Aportacion de un neurofibroma. Arch Esp Urol 1988; 41: 23–26. Issa MM, Yagol R, Tsang D. Intrascrotal neurofibromas. Urology 1993; 41: 350–352. Agarwal PK, Palmer JS. Testicular and paratesticular neoplasms in prepubertal males. J Urol 2006; 176:875-581 Harding M, Paul J, Kaye SB. Does delayed diagnosis or scrotal incision affect outcome for men with nonseminomatous germ cell tumours? Br J Urol. 1995; 76:491-494. CASE REPORT THE ISOLATION OF FUSARIUM SPOROTRICHIOIDES FROM A DIABETIC FOOT WOUND SAMPLE AND IDENTIFICATION Mustafa Özyurt1, Nurittin Ardıç1, Kadir Turan3, Şenol Yıldız2, Oğuz Özyaral5, Uğur Demirpek1, Tuncer Haznedaroğlu1, Türkan Yurdun4 GATA, Haydarpasa Training Hospital, Department of Microbiology and Clinical Microbiology,, İstanbul, Turkey 2GATA, Haydarpasa Training Hospital, Department of Underwater and Hyperbaric Medicine, İstanbul, Turkey 3Marmara University, Faculty of Pharmacy, Department of Pharmaceutical Biotechnology , İstanbul, Turkey 4Marmara University, Faculty of Pharmacy, Pharmaceutical Toxicology, İstanbul, Turkey 5 SCA Stars Crasents Assistance, Medical Counseling, İstanbul, Turkey 1 ABSTRACT Fusaria are major opportunist pathogens for immunocompromised patients. In this study, it was concluded as a result of both conventional and molecular identification techniques that the isolate obtained from the patient’s diabetic foot was Fusarium sporotrichioides. T-2 toxin production of the pathogen was investigated using HPLC and no toxin was determined. For this reason, in laboratory diagnosis, Fusaria should not be considered solely as an environmental contaminant. Keywords: Fusarium, Diabetic foot, Opportunistic pathogen DİYABETİK AYAKLI BİR HASTAYA AİT YARA ÖRNEĞİNDEN FUSARIUM SPOROTRICHIOIDES İZOLASYONU VE TANIMLANMASI ÖZET Fusarium türleri bağışıklıkları baskılanmış hastalar için önemli fırsatçı patojenlerdir. Bu çalışmada, diyabetik ayaklı bir hastadan izole edilen patojenin, konvansiyonel ve moleküler tekniklerle tanımlanması yapılarak, Fusarium sporotrichioides olduğu sonucuna varıldı. HPLC analizleri, patojenin T-2 toksinini üretmediği görüldü. Bu nedenle, laboratuvar tanılarında, Fusarium’lar sadece çevresel kontaminantlar olarak değerlendirilmemelidir. Anahtar Kelimeler: Fusarium, Diyabetik ayak, Fırsatçı patojen INTRODUCTION are generally regarded and interpreted as environmental contaminants1. In the present report, a fungal pathogen was isolated from the wound of a male patient suffering from type 2 diabetes mellitus and identified as Fusarium sporotrichioides by using the conventional and molecular techniques. Lower extremity infections are frequent causes of morbidity and mortality in diabetic patients. Fusarium species moulds are generally known as plant pathogens, and can lead to opportunistic infections in humans, especially in risk group individuals. In human and animal-based cases of Fusarium species capable of producing tricothecene mycotoxins, potential protein synthesis inhibitors are rare. During routine analyses in microbiology laboratories, these pathogens CASE REPORT The case was a 57-year-old male patient with a history of enjoying walking barefoot, frequently on soil or sand, and with type 2 İletişim Bilgileri: Mustafa Özyurt, M.D. GATA, Haydarpasa Training Hospital, Department of Microbiology and Clinical Microbiology,, İstanbul, Turkey e-mail: [email protected] 68 Marmara Medical Journal 2008;21(1);068-072 Marmara Medical Journal 2008;21(1);068-072 Mustafa Özyurt, et al. The isolation of fusarium sporotrichioides from a diabetic foot wound sample and identification diabetes mellitus risk factors persisting for 15 years. An ulcerative wound had developed on his right foot (Figure 1). It was learned that sensations of itching on the foot had increased prior to the development of the wound, following which the tissue progressed to a wound and ulcer. At radiological analysis of the patient, admitted to the Marine and Undersea Diseases department of our hospital for hyperbaric oxygen (HBO) therapy due to the development of the diabetic foot, lesions compatible with osteomyelitis in the foot were identified. Treatment: The patient was treated with fluconazole 100 mg IV (twice a day, for nine days) and after that fluconazole 100 mg p.o (once daily for 26 days) as well as ornidazole 500 mg p.o. (twice daily), cefoperazonsulbactam 1000 mg IV (once in a day), imipenem-cilastatin 500 mg IV (four times a day) and fusidic acid 500 mg p.o (twice a day). Mycological study: Smears and tissue samples were taken from different regions of the suppurative foot wound for the purpose of microbiological diagnosis2. Following the cultivation in Sabouraud dextrose broth (SDB-Oxoid) for a 48-72 hour period, weak growth with a mould morphology was observed onto Sabouraud dextrose agar (SDA-Oxoid) slants. The mould growth on the culture slants attained specific colony morphology in 4-5 days. Mould growth with the same morphology was determined in fungal cultures belonging to specimens taken from the patient for follow up on days 7 and 30. At direct microscopic examination of the colonies performed with lactophenol cotton blue, conidia with a needle-like appearance and hyphal structures suggested Fusarium spp. For identification, subcultures were made onto potato dextrose agar (PDA-Oxoid), incubated at 26 or 37ºC and subjected to daily examination. Better growth on potato PDA was observed at 26ºC. At differential diagnosis, the base color of the off-white colonies having swollen micelles and a powdery, cotton-like appearance, turned from light yellow to peach in five days. At the end of this period, colony size reached 4-6 cm. Under microscopic examination of the colonies, differential diagnosis was initiated with the morphological observation of oval microconidia with one or two septa and phialide structures exhibiting polyblastic features, with transparent hyphal structures and macroconidia having a needle-like appearance, slightly bent and lightly curved in places, conidiaferous structures and a large number of transparent chlamydospores of a chain nature (Figure 2). Bearing in mind the morphological features, fungal isolate was defined as F. sporotrichioides. Molecular study: For diagnosis at the species level, PCR was performed by using genomic DNA of fungal isolate cultured in potato dextrose broth (PDB-Oxoid) at 26 ºC for five days. The method described by Cenis3 was employed for DNA isolation. The amount of DNA was determined approximately by comparison with a standard DNA specimen in agarose gel. LanspoR1, reverse primer (5TACAAGAAGACGTGGCGATAT-3) common for F. sporotrichioides and F. langsethiae, and forward primers, FspoF1 (5CGCACAACGCAAACTCATC-3) specific for F. sporotrichioides, and FlangF3 (5CAAAGTTCAGGGCGAAAACT-3) specific for F. langsethiae, previously used by Wilson et al.4 in the molecular diagnosis of Fusarium species, were used for PCR. Some 50-100 ng of genomic DNA was used as a template. The PCR was carried out at 95ºC for 3 min, followed by 35 cycles of 30 sec denaturation at 94 ºC, 20 sec of annealing at 55ºC, and 60 sec of extension at 74 ºC. PCR products were loaded on 1% agarose gel and electrophoresed in TAE buffer (40 mM Tris-acetate, 1 mM EDTA, pH 8.0) at 80 V for 60 min. A DNA fragment of 332 bp in size was amplified for F. sporotrichioides. Toxin assay: Corn and rice grains were infected with fungal isolate for isolation of type-A trichothecene T-2 toxin. Infected ground cereal samples were extracted as described by Jimenez et. al.5. The extract was analyzed by high-performance liquid chromatography (HPLC) with diode array detection6. 69 Marmara Medical Journal 2008;21(1);068-072 Mustafa Özyurt, et al. The isolation of fusarium sporotrichioides from a diabetic foot wound sample and identification Figure 1: Soft-tissue infection of the foot (A: before treatment, B: after treatment) Figure 2: A: macroscopic and B: microscopic morphology of F. sporotrichioides. Figure 3: Gel electrophoresis of PCR products amplified by using FspoF1/LanspoR1 (lane 1; for F. sporotrichioides) and FlangF3/LanspoR1 (lane 2; for F. langsethiae) primers. M, 100 bp ladder (Fermentas). 70 Marmara Medical Journal 2008;21(1);068-072 Mustafa Özyurt, et al. The isolation of fusarium sporotrichioides from a diabetic foot wound sample and identification DISCUSSION PCR that the isolate obtained from the patient’s diabetic foot was F. sporotrichioides. In patients with diabetes mellitus, foot infections are common, ranging from chronic bacterial or fungal infections to serious limbthreatening ones. A special consideration should be given to the environmental and opportunistic mycoses. Environmental fungi include Aspergillus, Alternaria, and Fusarium can produce infection and toxin-related diseases. Such patient populations are also at an increased risk for disease caused by other opportunistic fungi such as the yeasts Candida and Cryptococcus and the dust fungus. Fusarium species are very common in the tropical and subtropical areas. Fusarium is known to produce infections of the skin, eye and nail. In the present report, a fungal pathogen isolated from the wound of a male patient suffering from diabetes mellitus was identified as Fusarium sporotrichioides by using the conventional and molecular techniques. F. sporotrichioides species naturally occur in cereals. Moulds of this kind synthesize type-A trichothecenes in particular in various substrates such as barley, corn, wheat or rice9. The species F. sporotrichioides is capable of producing of T-2 toxin, one of moulds’ most toxic mycotoxins. Therefore, in order to determine whether our fungal isolate also produced this toxin, separate inoculations were made on corn and rice from a freshly prepared sample. Analysis of specimens by using HPLC revealed no type-A tricothecene T-2 toxin. In studies regarding the synthesis of type-A trichothecenes in F. sporotrichioides isolates culture conditions such as moisture have been reported as major factors affecting the synthesis10. Therefore, despite the determination of F. sporotrichioides as a result of morphological and molecular analyses, T-2 toxin not being determined at HPLC analyses suggests a correlation with the isolate type and culture conditions. Human and animal-based case reports linked to F. sporotrichioides, which can be seen all over the world and is present in soil as a saprophyte, are rare. They particularly cause intoxication by invading cereals. In addition, conjunctivitis, keratitis, endophthalmia, maxillary sinus infections, osteomyelitis, septic arthritis, brain abscess, colonization in burn or necrotic injuries, leg region ulcers, deep tissue infections, contact dermatitis and onychomycoses, which can be more frequently observed in patients with suppressed immune systems, are rare Fusarium-based opportunist mycoses11-14. Our patient improved and was discharged following antifungal therapy including fluconazole (2x1 for nine days and 1x1 for 26 days) and a total of 52 sessions (130 hours) of HBO therapy in two separate periods over the course of treatment. The fact that F. sporotrichioides, described as an opportunistic pathogen as in our patient, can give rise to local infections or colonization, especially in risk group patient wounds, must not be overlooked. In typing studies, the determination of specific sequences that can reveal distinctions between species is of great importance. The organization of ribosomal RNA genes is rather well protected in moulds. Three basic RNA genes are separated from one another by the ITS1 and ITS2 sequences. The fact that these regions exhibit variety among different species gave rise to the idea that they could be used as marker sequences for typing studies7. Therefore, many researchers have performed Fusarium species typing studies together with other moulds using appropriate oligonucleotide primers constituted for these regions8. In our study, the method described by Wilson et al.4 was applied in the molecular diagnosis of an isolate obtained from the patient’s diabetic foot wound and described as F. sporotrichioides because of morphological and microscopic analyses. A DNA fragment 332 bp in size definitive of F. sporotrichioides was obtained with PCR performed as described above. The DNA fragment expected with the primers used for F. langsethiae was not observed, however (Figure 3). Therefore, it was concluded as a result of both microscopic examination and the amplification of a specific region with 71 Marmara Medical Journal 2008;21(1);068-072 Mustafa Özyurt, et al. The isolation of fusarium sporotrichioides from a diabetic foot wound sample and identification REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Brown DW, McCormick SP, Alexander NJ, Proctor RH, Desjardins AE. Inactivation of a cytochrome P450 is a determinant of trichotecene diversity in Fusarium species. Fungal Genet Biol 2002; 36: 224233. Kenedy MJ, Sigler L. Aspergillus, Fusarium, and other opportunistic moniliaceous fungi. In: Murray P, Baron EJ, Pfaller MA, Tenover FC, Yolken RH, eds., Manuel of Clinical Microbiology, 6th ed. Washington D C: ASM Press, 1995; 765-790. Cenis JL. Rapid extraction of fungal DNA for PCR amplification. Nucleic Acids Res 1992 May.11; 20 (9): 2380. Wilson A, Simpson D, Chandler E, Jennings P, Nicholson P. Development of PCR assays for the detection and differentiation of Fusarium sporotrichioides and Fusarium langsethiae. FEMS Microbiol Lett 2004; 233: 69-76. Jimenez M, Mateo JJ, Mateo R. Determination of typeA trichothecenes by determination of typeA trichothecenes by high-performance liquid chromatography with coumarin-3-carbonyl chloride derivatisation and fluorescence detection. J Chromatogr 2000; A 870: 473-481. Jimenez M, Mateo R. Determination of mycotoxins produced by Fusarium isolates from banana fruits by capillary gas chromatography and high-performance liquid chromatography. J Chromatogr 1997; 778: 363372. White TJ, Bruns T, Lee S, Taylor J. Amplification and direct sequencing of fungal ribosomal RNA genes for phylogenetics. In: Innis MA, Gelfland DH, Sninsky JJ, White TJ, eds., PCR Protocols, San Diego, Academic Press, 1990:315-322. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 72 Waalwijk C, De Koning JRA, Baayen RP, Gams W. Discordant groupings of Fusarium spp. from the sections Elegans, Liseola and Dlaminia based on ribosomal ITS1 and ITS2 sequences. Mycologia 1996; 88; 361-368. Samson RA, Hoekstra ES Oorschot CA. Introduction to food-borne fungi. 2nd ed.,78-95, CBS, The Nederland. 1984. Mateo JJ, Mateo R, Jimenez M. Accumulation of type A trichothecenes in maize, wheat and rice by F. sporotrichioides isolates under diverse culture conditions. Int J Food Microbiol 2002; 72: 115-123. Bigley VH, Duarte RF, Gosling RD, Kibbler CC, Seaton S, Potter M. Fusarium dimerum infection in a stem cell transplant recipient treated successfully with voriconazole. Bone Marrow Transpl 2004; 34: 815817. Moschovi M, Trimis G, Anastasopoulos J, Kanariou M, Raftopoulou A, Tzortzatou-Stathopoulou F. Subacute vertebral osteomyelitis in a child with diabetes mellitus associated with Fusarium. Pediatr Int 2004; 46: 740-742. Hemashettar BM, Siddaramappa B, Padhye AA, Sigler L, Chandler FW. Wite grain mycetoma caused by a cylindrocarpon sp. in India. J Clin Microbiol 2000; 38: 4288-4291. Cocuroccia B, Gaido J, Gubinelle E, Annessi G, Girolomoni G. Localized cutaneous hyalohyphomycosis caused by a Fusarium species infection in a renal transplant patient. J Clin Microbiol 2003; 41: 905-907. OLGU SUNUMU ZELLWEGER SENDROMU ÖN TANILI HASTADA MANYETİK REZONANS GÖRÜNTÜLEME SIRASINDA ANESTEZİK YAKLAŞIM Berrin Işık, Hande Arpacı, Gözde Karaca, Ömer Kurtipek Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD, Ankara, Türkiye ÖZET Zellweger Sendromu (ZS) peroksizom eksikliğine bağlı, nörolojik sistem, iskelet sistemi, karaciğer ve göze ait anomalilerin izlendiği, nadir görülen bir sendromdur. Zellweger Sendromunda gözlenen anomaliler anestezi uygulamalarında ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Öte yandan ZS’li olgularının anestezi uygulamaları yeterince aydınlatılmamıştır. Bu nedenle ZS ön tanılı 11 aylık olguda manyetik rezonans görüntüleme sırasındaki anestezi yaklaşımımızı sunmayı amaçladık. Anahtar Kelimeler: Zellweger Sendromu, Anestezi, MRG ANESTHETIC MANAGEMENT OF A PATIENT WITH PRE-DIAGNOSED ZELLWEGER SYNDROME DURING MAGNETIC RESONANCE IMAGING ABSTRACT Zellweger Syndrome (ZS) is rare peroxysome deficiency disorder and patients suffering from this syndrome display a range of disturbances including neurological, sceletal, hepatological and ocular abnormalities. These abnormalities may cause serious complications during anesthetic management. However, anesthetic management of patients with ZS is not clarified enough. That is why we would like to share our experience by presenting our anesthetic approach , towards a 11 month baby pre-diagnosed with ZS, during magnetic resonance imaging (MRI) procedure. Keywords: Zellweger Syndrome, Anesthesia, MRI GİRİŞ olan yenidoğanın adrenolökodistrofi (YALD) ve İnfantil Refsum hastalığı da ZS spektrumunda değerlendirilmektedir. Rhizomelik kondrodisplazi punktata hastalığı da peroksizom kusurları içinde yer almakla birlikte fenotipik özellikleri farklıdır4,5. Peroksizomlar olgun eritrosit dışında tüm vücut hücrelerinde ve başta miyelin olmak üzere tüm membranların yapısında bulunan organeller olup, ana fonksiyonları yağ asitleri metabolizması yolağındaki plazmalojenlerin biyosentezidir. Peroksizom kusurlarının prototipi ve en ciddisi olan Zellweger Sendromu (ZS) genetiğe bağımlı ve otozomal resesif geçişli, çok nadir görülen bir hastalıktır1,2. Zellweger Sendromunda genetik kusur 12. kromozom üzerinde yer alan ve ilk kez Hans Zellweger tarafından tanımlanan PXR1 geninin mutasyonundan kaynaklanmaktadır3. Klinik seyri daha hafif Zellweger sendromunda hepatosellüler, renal disfonksiyon ve hipotoni nedeniyle anestezi uygulamaları sırasında ciddi sorunlarla karşılaşılabilir1-6. Literatürde YALD’li olguların anestezisine ait çeşitli bildiriler bulunmaktaysa4,5 da ZS’ye ait bir tek olgu sunumu dışında yayına rastlanmadı6. Zellweger Sendromlu olguların cerrahi dışı anestezi uygulamalarına ait İletişim Bilgileri: Dr. Berrin Işık, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] 73 Marmara Medical Journal 2008;21(1);073-075 Marmara Medical Journal 2008;21(1);073-075 Berrin Işık, Ark. Zellweger sendromu ön tanılı hastada manyetik rezonans görüntüleme sırasında anestezik yaklaşım bilgiye ise ulaşılamadı. Bu nedenle ZS ön tanılı hastada manyetik rezonans görüntüleme (MRG) sırasındaki anestezi yaklaşımı sunularak, literatüre katkıda bulunmak amaçlandı. OLGU SUNUMU Zellweger Sendromu ön tanılı, 11 aylık, 7 kg ağırlığındaki kız olgunun MRG sırasında hareketsizliğini sağlamak amacıyla anestezi uygulanması planlandı. Fizik muayenede geniş alın, düz oksiput, küçük çene, büyük dil, hafif hipotoni, mental motor gerilik, hepatosplenomegali olduğu belirlendi (Resim 1). Göz muayenesinde retina anomalileri saptanmıştı. Kanama pıhtılaşma sistemine ait herhangi bir sorun saptanmayan hastada Hb 10.1 gr/dl olarak bulundu. Tedavi amacıyla herhangi bir ilaç almadığı öğrenildi. Anestezi uygulaması öncesi 4 saatlik açlığı takiben premedikasyon yapılmaksızın MRG odasına alınarak, parmak ucundan periferik oksijen satürasyonu (SpO2), elektrokardiyografi ile kalp atım hızı (KAH), ve non-invaziv kan basıncı (KB) ölçümüne başlandı (Omni-Trak Noninvasive Vital Sign Monitoring System MRI®). Anestezi indüksiyonu %100 O2 içinde %8 sevofluran ile gerçekleştirilerek 1.5 numara laringeal maske yerleştirildi. Havayolu açıklığı sağlandıktan sonra el sırtından periferik damaryolu açıldı. Anestezi devamında %100 O2 içinde %1.5 sevofluran kullanıldı. (880 MRI pneuPac-ventiPac®). Elli dakika süren işlem boyunca SpO2:%97– 100, KAH 100–120 vuru/dk, KB:85–75/55– 40 mmHg arasında seyretti. İşlem bitiminde sevofluran uygulaması sonlandırılarak, solunum yeterli hale geldiğinde laringeal maske çıkarıldı. Ventilasyon %100 O2 ile sürdürüldü. Sevofluran uygulamasının kesilmesinden sonra spontan solunumun başlaması 3 dk, spontan göz açma süresi 12 dk, kol ve bacağı kaldırabilme 15 dk da gerçekleşti. Derlenme odasında 1 saat monitorize edilerek gözlenen olgu bilinci açık, spontan solunumu düzenli ve yeterli, genel durumu iyi olarak servisine gönderildi. Resim 1: Zellweger sendromlu olgu TARTIŞMA Serebrohepatorenal sendrom olarak da bilinen ZS yenidoğan döneminde hipotoni, gelişme geriliği, fasiyal dimorfizm, retinal disfonksiyon ve sağırlığın eşlik ettiği ciddi kognitif yetersizlik, hepatomegali, renal kistler ile karakterizedir. Yenidoğan döneminde uzayan sarılık, kusma ve diyareye eşlik eden malabsorbsiyon sendromları da gözlenebilir. Zellweger Sendromunda tanı çok uzun zincirli yağ asitlerinin birikimine dayanan biyokimyasal metodlarla konur. Hastalığın prognozu kötü olup genellikle gastrointestinal kanama, solunum ve karaciğer yetmezliği nedeniyle bir yaş altında ölümle sonuçlanır1,2,6. Sunulan 7 aylık olguda hipotoni, gelişme geriliği, retinal disfonksiyon, yenidoğan döneminde tedavi gerektirmeyen sarılık, hepatosplenomegali öyküsü vardı. Bu olgularda ciddi hipotoniden kaynaklanan solunum yetersizliği, apne ve gastroösefagial reflü anesteziyolog için ciddi bir problem 74 Marmara Medical Journal 2008;21(1);073-075 Berrin Işık, Ark. Zellweger sendromu ön tanılı hastada manyetik rezonans görüntüleme sırasında anestezik yaklaşım olduğundan anestezi öncesi solunum sistemi dikkatle değerlendirilmeli, midenin boş olması için gereken açlık süresi sağlanmalıdır. Yine bu olgularda hipotoniyi artırarak solunum yolu obstriksiyonunu kolaylaştıracağından sedatif premedikasyon da yapılmamalıdır. Sunulan olguda 4 saatlik açlık süresi ardından premedikasyon ve kas gevşetici kullanımından kaçınılarak inhalasyon anestezisi uygulandı. Sevofluran inhalasyonu ile yeterli anestezi derinliği sağlandığında laringeal maske yerleştirildi. manyetik rezonans kullanılmalıdır10. uyumlu donanım Hipotoniyle seyreden tüm hastalıklarda olduğu gibi ZS’da da bası ülserleri oluşumuna yatkınlık olduğu hatırda tutularak uzun süreli hareketsizliğin gerektiği uygulamalarda önlem alınmalıdır4. Sonuç olarak ZS’lu olguların cerrahi dışı anestezi uygulamalarında preoperatif dikkatli bir değerlendirmenin ardından, premedikasyon ve kas gevşetici verilmeksizin havayolu açıklığının laringeal maske ile sağlanmasının ve sevofluran ile anestezinin sürdürülmesinin, derlenme süresinde uzama görülmesine karşın güvenli olduğu kanısındayız. Ancak ZS’nun ilerleyici, yaşam süresinin kısa, birden fazla organ sisteminin etkilenmiş olabileceği de hatırda tutulmalıdır. Sirozu olan ZS’lu olgularda, hepatik disfonksiyon hipoalbüminemi, koagülopati, ve hepatik yolla metabolize olan ilaçların metabolizmasında gecikmeye yol açabilir1,2. Antikonvülzanların kronik kullanımı da karaciğer fonksiyonlarını etkileyebilir. Zellweger sendromunda böbrek fonksiyonlarının kısıtlılığı ve strese adrenal yanıt baskılanması nedeniyle perioperatif dönemde steroid kullanımı gerekebilir.7,8. Sunulan olguda hepatosplenomegali olmakla birlikte karaciğer ve böbrek fonksiyonları normal sınırlarda idi, antikonvülzan veya steroid kullanımı da yoktu. Ancak premedikasyon ajanı, kas gevşetici, antiasit gibi rutinde kullanılabilecek diğer ilaçların kullanımından kaçınmamıza ve sevofluranı anestezi indüksiyonu sonrası %100 O2 içerisinde %1.5 konsantrasyonda uygulamamıza rağmen spontan solunumun başlaması 3 dk, spontan göz açma süresi 12 dk, kol ve bacağı kaldırabilme 15 dk da gerçekleşti. Benzer anestezi protokolü ile gerçekleştirilen bir araştırmamızda sevofluranın sonlandırılmasından sonra, olgularda spontan solunumun başlaması ile laringeal maskenin çıkarılma süresi 1.6±0.7 dk, spontan göz açma zamanı 5.7 ±2.6 dk, sözel uyarana göz açma zamanı 7±2.3 dk, spontan kol ve bacak hareketi 3±2.2 dk olarak bulunmuştu9. KAYNAKLAR Sendromlu olguların tanı veya tedavi sürecinde sıklıkla MRG gerekmekte ve hareketsizliği sağlamak amacıyla anestezi uygulamalarına ihtiyaç olmaktadır. Manyetik rezonans görüntüleme sırasında anestezi uygulaması yapabilmek için anestezi ve monitorizasyon standartları korunarak, 1. Baum VC, O’Flaherty JE. Zellweger syndrome. In: Baum VC, O’Flaherty JE, eds. Anesthesia for Genetic, Metabolic and Dysmorphic Syndromes of Childhood. Philadelphia, PA: Lippincott Williams& Wilkins, 1999: 329–330. 2. Wanders RJA, Waterham HR. Peroxisomal disorders I: biochemistry and genetics of peroxisome biogenesis disorders. Clin Gen 2004; 67: 107–133. 3. Zellweger H, Maertens P, Superneau D, et al. History of the cerebrohepatorenal syndrome of Zellweger and other peroxisomal disorders. South Med J 1988; 81: 357–364. 4. Schwartz RE, Stayer SA, Pasquariello CA, et al. Anaesthesia for the patient with neonatal adrenoleukodystrophy. Can J Anaesth 1994; 41: 56–58. 5. Luciani GB, Pessotto R, Mazzucco A. Adrenoleukodystrophy presenting as postperfusion syndrome. NEJM 1997; 336: 731–732. 6. Platis CM, Kachko L, Peled E, Katz J. Anesthesia for the child with Zellweger syndrome: a case report. Pediatric Anesthesia 2006;16:361-362. 7. Fitzpatrick DR. Zellweger syndrome and associated phenotypes. J Med Genet 1996; 33: 863–368. 8. Poggi-Travert F, Fournier B, Poll-The BT, et al. Clinical approach to inherited peroxisomal disorders. J Inherit Metab Dis 1995; 18(S1): 1–18. 9. Isık B, Arslan M, Doğan AT, Kurtipek Ö. Dexmedetomidine decreases emergence agitation in pediatric patients after sevoflurane anesthesia without surgery. Paediatr Anesth 2006; 16: 748–753. 10. Işık B. Manyetik rezonans görüntüleme ve anestezi. Marmara Med J 2006;19:98-103. 75 CASE REPORT PARADOXICAL MYOCARDIAL INFARCTION REVISITED Rasih Atilla Ener, Behnam Bozorgnia, Babak Bozorgnia Temple University, School of Medicine, Department of Medicine / Division of Cardiology, Philadelphia, Pa, USA ABSTRACT For many years, physicians have occasionally been puzzled by electrocardiographic (ECG) findings showing multiple areas of injury / necrosis in the classic diagnostic localization of myocardial infarction. One of the reasons for such findings may be due to the fact that the location of the coronary occlusion and the site of infarction do not always have a constant relationship. The differential diagnosis can be narrowed down with the further use of an echocardiogram and cardiac catheterization. In this article, we reviewed a case study with paradoxical myocardial infarction (infarction at a distance) which is a rare entity and discussed the findings. Keywords: Paradoxical myocardial infarction, Infarction at a distance, Percutaneous coronary intervention, Outcome, Anticoagulation, ECG findings PARADOKSİKAL MİYOKARD İNFARKTÜSU TEKRAR ZİYARETTE ÖZET Uzun yıllar, klinisyen hekimler, bazı durumlarda, miyokard infarktüsünun klasik diyagnostik lokalizasyonunda, birden çok alanda kendisini EKG lezyon / nekroz bulguları ile baş göstermesi karşısında hayrete düşmüşlerdir. Bu gibi bulguların bir sebebi koroner arter okluzyon yerinin infarktüs alanı ile her zaman ilişkili olmaması gerçeğinde yatmaktadır. Ayırıcı tanı ekokardiyografi, ve kardiyak kateterizasyon kullanımı ile daha da daraltılabilinir. Biz bu makalede ender görülen paradoksikal miyokard infarktüslu (uzakta oluşan infarktüs) bir vakayı ve bulgularını ayrıntılı olarak inceledik. Anahtar Kelimeler: Paradoksikal miyokard infarktüsu, uzakta oluşan infarktüs, perkutanoz koroner girişim, sonuçlar, antikoagulasyon, EKG bulguları. INTRODUCTION AND CASE REPORT history was significant for cerebrovascular accident in his father. He smoked 1 pack of cigarettes per day for 40 years and also had a history of drug abuse in the past. The patient had no known drug allergies. On physical examination, his vital signs were stable without any significant findings in the cardiovascular exam. He had left sided hemiparesis as a residual from his previous stroke. His electrocardiogram (ECG) revealed We are reporting a 59-year-old male admitted to our hospital’s emergency ward with a history of diabetes mellitus, hypertension, hyperlipidemia, coronary artery disease, chronic renal failure, cerebrovascular accident, deep venous thrombosis who began to have left sided substernal chest pain and dyspnea radiating to left shoulder accompanied with diaphoresis. His family İletişim Bilgileri: Rasih Ener, M.D. Temple University School of Medicine, Department of Medicine / Division of Cardiology, Philadelphia, Pa, ABD e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(1);076-078 76 Marmara Medical Journal 2008;21(1);076-078 Rasih Ener, et al. Paradoxical myocardial infarction revisited both anterior and inferior (anterior > inferior) ST segment elevations (Fig. 1). which suggest injury and infarct to the affected areas. Since we initially intervened for the LAD (because of ongoing excruciating pain and borderlime blood pressure after intraprocedural vasodilators were applied), unfortunately we could not visualize his collaterals. In addition, as initial medical therapy, the patient underwent emergency cardiac catheterization which showed 99% proximal and 35% distal Left anterior descending (LAD) artery stenosis, as well as 30% midleft circumflex (LCX) stenosis. A proximal LAD lesion was dilated with a Maverick 2.5 X 9mm balloon catheter at 15 atm, and then stented with a Taxus 3.0 X 12mm paclitaxel drug eluting stent at 18atm (Figs. 2 and 3). The day after his intervention, he had an echo that showed 30% ejection fraction with severe anteroseptal and anteroapical hypokinesis. The differential diagnosis of such presentation with diffuse ST elevation includes pericarditis, early repolarization, acute thrombotic / embolic myocardial infarction in more than one vessel simultaneously, myocardial infarction in a wrap around LAD, myocardial infarction in two different vessels at the same time and paradoxical myocardial infarction. The last case is prognostically significant as it is related to two vessel diseases. Therefore, an echocardiogram may be helpful in this regard in differentiating from some of the other possibilities. Following intervention in the LAD, his right coronary artery (RCA) diagnostic coronary angiography also showed 100% occlusion, which was an unexpected finding to us. This was stented with a Taxus 3.0 X 32mm paclitaxel drug eluting stent at 18atm (Figs. 4 and 5). DISCUSSION The total occlusion of the RCA in addition to the high grade LAD stenosis was a surprising finding based on ECG presentation. This has not been well defined in the literature although named as paradoxical myocardial infarction or infarction at a distance1-2. In this situation, an infarct was caused by sudden obstruction of an artery that had been supplying anastomotic channels and adequate nutrition to the affected area, which had formerly been supplied by another coronary artery that had undergone gradual occlusion in the past. Even though we do not have a viability test to support this in our patient, his ECG showed ST elevation and the presence of Q waves in more than one territory, all of Our patient underwent a successful two vessel percutaneous coronary intervention using heparin, eptifibatide, and clopidogrel anticoagulation. A post-procedural hospital course was uneventful and the patient was discharged from hospital on the sixth day. Because of the extent of the myocardium involved, interventionalists should optimize anticoagulation in order to prevent thrombotic complications. We dedicate this article to our mothers. Fig. 1: ECG 77 Marmara Medical Journal 2008;21(1);076-078 Rasih Ener, et al. Paradoxical myocardial infarction revisited Fig 2: Pre-intervention LAD Fig 4: Pre-intervention RCA Fig. 5: Post-intervention RCA Fig 3: Post-intervention LAD REFERENCES 1. 2. 78 Anderson WAD, Scotti TM. Synopsis of Patholog. In: Cardiovascular System. Chapter 13. St. Lois : Mosby, 1980 : 320-323. Blumgart HL, et al. Coronary artery disease. Am Heart J 1940;19:1-91. REVIEWS SOLID ORGAN (KIDNEY, LIVER, PANCREAS-KIDNEY, HEART, LUNG AND HEARTLUNG) TRANSPLANTATIONS AND PREGNANCY Yusuf Yıldırım1, Seyhan Sönmez1, Emrah Toz1, Murat İnal1, Ahmet Aykas2, Adam Uslu2 1 Aegean Obstetrics and Gynecology Training and Research Hospital, Obstetrics and Gynecology, Izmir, Turkey 2Izmir Traning and Research Hospital, Organ Transplantation and Research Center, Izmir, Turkey ABSTRACT The frequency and variety of solid organ transplantation in reproductive-age women increases each year. Although most transplant-related pregnancies have been reported in women with kidney allografts, pregnancy is also possible in young women with other solid organ transplants including liver, pancreaskidney, heart, lung and heart-lung transplants. Most of these pregnancies have resulted in a successfull outcome; however, for optimal maternal and neonatal outcomes, a multidisciplinary approach including careful follow-ups of the obstetrician and transplant team is essential. This article reviews and discusses preconceptional counselling, graft rejection and dysfunction during pregnancy, safety of immunosuppressive medications with regard to fetus, and perinatal risks and pregnancy management for women with various solid organ transplants, taking into consideration previous published reports, especially The National Transplantation Pregnancy Registry (NTPR)’s. Keywords: Solid Organ Transplantation, Pregnancy, Complications SOLİD ORGAN (BÖBREK, KARACİĞER, PANKREAS-BÖBREK, KALP, AKCİĞER VE KALP-AKCİĞER) TRANSPLANTASYONU VE GEBELİK ÖZET Reprodüktif çağdaki kadınlarda solid organ transplantasyonu sıklığı ve çeşitliliği her geçen yıl artmaktadır. Transplantla ilişkili gebeliklerin çoğu böbrek allogreftli kadınlarda bildirilmesine rağmen; karaciğer, pankreas-böbrek, kalp, akciğer ve kalp-akciğer transplantları gibi diğer solid organ transplantlı genç kadınlarda da gebelik mümkündür. Bu gebeliklerin çoğu başarılı bir akibetle sonuçlanmaktadır; bununla birlikte, optimal maternal ve neonatal sonuç için, obstetrisyen ve transplant ekibinin dikkatli takiplerini içeren multidisipliner bir yaklaşım esastır. Bu çalışma National Transplantation Pregnancy Registry (NTPR)’ninkiler başta olmak üzere daha önce yayınlanmış raporları göz önünde bulundurarak, çeşitli solid organ transplantlı kadınlarda prekonsepsiyonel danışmanlık, gebelik sırasında greft rejeksiyonu ve disfonksiyonu, immunsupresif tedavinin fetus açısından güvenilirliği ve perinatal riskler ve gebelik yönetimini gözden geçirmekte ve tartışmaktadır. Anahtar Kelimeler: Solid Organ Transplantasyonu, Gebelik, Komplikasyonlar INTRODUCTION For example; in a previous prospective controlled study we compared 28 renal transplant recipients and 30 healthy women, with respect to hormonal and menstrual characteristics. The study showed that there Organ transplantation is a life-saving procedure for those with end stage disease. Menstruation will often return after transplantation as organ function normalizes1-4. İletişim Bilgileri: Yusuf Yildirim, M.D. Aegean Obstetrics and Gynecology Training and Research Hospital, Obstetrics and Gynecology, Izmir, Türkiye e-mail: [email protected] 79 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy was no statistically significant difference in serum FSH, LH, and E2 levels between the transplant and control groups1. graft function, is at low risk for opportunistic infections and is not taking teratogenic medications, it may be that pregnancy can be attempted only one year after transplantation without concern of increased risks5. Since the first documented pregnancy in a transplant recipient occurred in 1958, successful pregnancies have been reported in female recipients of kidney, liver, pancreaskidney, heart, and lung transplants2-11. However, many uncertainties still exist including the risks that pregnancy presents to the graft, the patient herself and to the fetus. This review has focused on preconceptional counselling, graft rejection and dysfunction, immunosuppressive medications with regard to pregnancy safety and perinatal risks and pregnancy management for women with various organ transplants. II. PRECONCEPTIONAL COUNSELLING (Table I) Much of the experience in organ transplantation comes from the renal transplant population. Pregnancy is not contraindicated in renal transplant recipient who have stable renal function. The most important factor affecting pregnancy outcomes is the length of time from transplantation to conception, and women desiring a pregnancy should wait at least 2 years to conceive6. Stable renal function (serum creatinine level less than 2 mg/dl), no recent episodes of acute rejection, a systemic arterial blood pressure of 140/90 mm Hg or less, proteinuria less than 500 mg/day, and normal allograft ultrasound results are also recommended7. Poorer outcomes are observed in women who have graft dysfunction or hypertension before conception. The normal increase in glomerular filtration rate (GFR) still occurs in pregnant women with renal transplants. In general, renal function during pregnancy correlates within the renal function before pregnancy8. Optimal timing of pregnancy How to counsel a woman who has undergone a transplant about when to become pregnant is difficult because of limited clinical experience regarding this topic. Although gonadal dysfunction usually resolves by 6 months after successful transplantation4, patients are generally advised to wait 2 years after transplantation to become pregnant. This time is based on the timeframe to establish stable graft function on maintenance immunosuppression. It is also expected that transplant recipients will have completed postoperative treatment of opportunistic infections by this time. The initial recommendation to wait 2 years was based on rejection risk, but more recent and potent immunosuppressive strategies have greatly decreased rejection rates in the post-transplant year. If the patient has adequate and stable Since the first liver transplantation in 1978, successful pregnancies have been reported for many liver transplant recipients. For liver transplant recipients, acute cytomegalovirus (CMV) infection usually occurs within 6 months after transplantation, coinciding with the period of maximal immunosuppression after transplantation. It is therefore recommended that a liver transplant recipient should delay conception at least 6 months after transplantation9. Table I. Preconceptional Counseling Issues Contraception and counselling optimal timing for pregnancy Continuation of immunosuppressant medication Folic acid* and calcium# supplementations Performing rubella and varicella vacciniation, if required Cervical cytology for screening cervical cancer Screening and treating anemia and infections *: 400 microgram/day #: 1000 mg /day 80 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy Contraception screened during prenetal care with cervical cytology14. There are limited data on appropriate contraception following transplantation, including barrier methods, the intrauterine device, and oral contraceptives. The literature cites many theoretical complications for the hormonal approaches, and generally the transplant community has favored barrier methods, among the least effective of modern contraceptive approaches10. Oral contraceptives are effective, but are generally recommended in normotensive women and are to be avoided in hepatic allograft patients because of the possible negative hepatic effects of these medications11. Also oral contraceptives can potentially affect certain medications. Vaccination An immunization history of the nonpregnant transplant patient is essential. Laboratory evaluations for CMV, rubella, varicella, HSV, toxoplasmosis, human immundeficiency virus (HIV) and hepatitis panel should be performed before pregnancy. Vaccination of an immunosuppressed patient using live virus vaccines could result in systemic sepsis and death. Therefore rubella and varicella vaccines should be administered to women of childbearing age before organ transplantation15,16. III. PERINATAL RISK PREGNANCY MANAGEMENT The optimal contraceptive agent to use after transplantation depends on balancing the risks and benefits of each of possible contraceptive method. AND Successful management of the pregnant transplant patient requires a cooperative effort between the obstetrician and transplant team. Various pregnancy complications are possible in patients with transplantation (Table II). Concerning the pregnancy, the major goals are to optimize maternal health including graft function, to maintain a normal metabolic environment, minimize complications associated with preterm delivery and birth defect and manage hypertensive complications especially pre-eclampsia and ensure adequate fetal growth. All patients require close scrutiny including more frequent prenatal visits. Pre-pregnancy folic acid supplementation To reduce the occurrence of open neural tube defects, 1 to 2 months before conception at least 400 microgram/day folic acid supplementation should be recommended12. Detecting infections and asymptomatic bacteriuria Transplant patients are at increased risk for CMV or herpes simplex virus (HSV), toxoplasmosis, and hepatitis B and C infections due to their immunosuppressed state. Up to 40 % of pregnant transplant patients have urinary tract infections. Pregnant women can have asymptomatic bacteruria, therefore each trimester a urine culture should be checked rather than screening patients by symptoms. It is important to prevent or treat any infections and to use a low threshold for initiating antiobiotic therapy13. Kidney Transplantation Hypertension or preeclampsia develops in 2530% of patients with kidney transplants. Preeclampsia can be difficult to diagnose, because in the third trimester, 40% of patients with a renal transplant have a transient increase in proteinuria17-20. It is reported that abnormal glucose tolerance test results occur in up to 13.8% of pregnant renal transplant recipients whose immunosuppressive therapy consists of corticosteroids21,22. An early glucose challenge is recommended in the first trimester and again between 24 and 28 weeks if this early screen is negative9,11. Screening for cervical cancer Human papillomavirus (HPV) and cervical neoplasia rates are higher in immunocompromised and transplant recipients, therefore patients should be 81 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy Table II. Pregnancy complications Maternal complications Chronic Hypertension Preeclampsia/Superimposed Preeclampsia Infection Diabetes Graft rejection and dysfunction Fetal complications Fetal growth restriction Preterm labor PROM Low birthweight PROM: Preterm rupture of membranes was 37.8±2.1 weeks (range, 28-41 weeks) and the prematurity rate was 31.25%. The mean birth weight was 2950±719 g (range, 9204230 g), and there were 3 newborns (18.75%) with low birth weight. One newborn (6.25%) was small for gestational age and there was 1 neonatal death (6.25%). No stillbirths or congenital abnormalities were noted. The following maternal complications were observed: 6 cases of preeclampsia (30%), 4 of proteinuria greater than 500 mg/day (20%), 3 of worsening hypertension (15%), 2 of pyelonephritis (10%), and 1 of gestational diabetes mellitus (5%). There were no episodes of graft failure or rejection2. The spontaneous abortion rate is not higher than in the general population23. On the other hand, pregnancies in women with renal transplants can also be complicated by anemia24. Other perinatal complications include preterm delivery in 45% to 60% of patients, preterm premature rupture of membranes, and intrauterine growth restriction in 20% of pregnancies5. Over 50% of babies born to kidney transplant recipients are delivered at less than 37 weeks gestation17. The consequences of decreased gestational age, particularly under 34 weeks of gestation include neonatal death, cerebral palsy, blindness, deafness and learning disabilities. Also low birth weight may be associated with increased hypertension, diabetes and coronary artery disease in adulthood25. Fetal growth ultrasounds during pregnancy are important because medications and underlying maternal medical conditions can affect fetal growth. Liver Transplantation Liver recipients are also at high risk for hypertension, preeclampsia, fetal growth restriction, anemia, infection and preterm labor26. Severe preeclampsia marked by hemolysis, elevated liver enzymes, and low platelet count (HELLP) syndrome is difficult to distinguish from rejection or progression of underlying liver disease, especially hepatitis associated with hepatitis C27. On the other hand, the rate of maternal-fetal hepatitis C transmission is unknown in liver transplant recipients and requires additional prospective analysis. Despite its pelvic location, the transplanted kidney rarely causes dystocia and is not injured during vaginal delivery18. Cesarean deliveries are not required, such surgical deliveries are reserved for obstetric indications17. In a previous study we analyzed 20 pregnacies in 17 renal transplant patients. There were 16 preterm or term live deliveries, 3 therapeutic abortions, and 1 spontaneous abortion. The mean gestational age at delivery Renal dysfunction had the strongest association with adverse pregnancy outcome in liver allograft recipients13. 82 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy According to the National Transplant Pregnancy Registry (NTRP)’s review the mean gestational age at delivery was 37 weeks and the mean birth weight was 2.705 gms28. in immunosuppression during pregnancy will lead to rejection of the transplanted organ5. Kidney transplantation Overall, the literature suggests that pregnancy does not have an adverse effect on the renal allograft if renal function is well preserved before pregnancy31. Serious renal allograft rejection occurs in approximately 9% of pregnancies, an incidence that is no greater than that seen in non-pregnant women32. Women with a serum creatinine level greater than or equal to 2.5 mg/dl are three times more likely to experience graft loss than those with a serum creatinine level less than 1.5 mg/dl33. Rejection may be difficult to detect during pregnancy, particularly in renal and liver transplant recipients. Without a renal biopsy, rejection cannot be distinguished from acute pyelonephritis, preeclampsia, recurrent glomerulopathy or nephrotoxicity32. If there is no improvement in renal function after 3 days of hospitalization, a renal biopsy is often required to distinguish acute rejection31. Rejection should be suspected if there is fever, increased weight gain, decreased urine volume , graft tenderness, rapid rise in serum creatinin levels; BUN/creatinin <20, cyclosporine levels < 150 mg/ml, renal biopsy findings of endovasculitis, tubulitis, or glomerulitis. Termination of pregnancy does not guarantee improvement in or stabilization of renal function. If renal function deteriorates without a concomitant rise in blood pressure, the prognosis for successful pregnancy is good32. Pancreas-Kidney Transplantation NTPR reported 56 post-transplant pregnancies with 58 outcomes. Only one recipient reported gestational diabetes; regular insulin was started at 24 weeks but was discontinued postpartum. According to the NTPR report transplant to conception interval was 3.7 years. The mean gestational age was 34 weeks and mean birth weight was 2.096 g. Thirty-four percent of pregnancies were complicated by preeclampsia28. Heart, Lung, Transplantation and Heart-Lung As cardiac transplantation has become an accepted treatment for end-stage cardiac disease, a growing number of women of childbearing age are receiving this therapy. Pregnancy is associated with significant haemodynamic demands. Blood volume increases 40% and cardiac output by 30%. If pre-pregnancy cardiac function is normal, the transplanted heart is generally able to adjust to these demands29. According to the NTPR report the mean gestational age was 37 weeks for heart recipients and 35 weeks for the lung recipients. Preeclampsia complicated 10% of heart transplant pregnancies and 13% of lung transplant pregnancies. Compared to pregnancy outcomes in other solid-organ recipients, female lung recipients had a higher risk of premature delivery such as 63%, correspondingly lower birth weights (2.285 gms), a high risk of rejection episodes with 27% during pregnancy, and may have a higher long term mortality28. IV. GRAFT DYSFUNCTION REJECTION Liver transplantation If the graft function is stable, pregnancies are well tolerated in liver transplant recipients. Pregnancy does not appear to alter hepatic allograft function. According to the NTRP’s review, the rejection rate during pregnancy was 8% and there were no neonatal deaths in liver transplant recipients28. AND Mild to moderate elevation of liver enzymes is common in liver recipients and could represent the baseline before conception. New elevations of liver enzymes or bilirubin could signify allograft rejection and require investigation. Liver Doppler ultrasound to It is suggested that pregnancy is an immunosuppressed state but evidence shows pregnant women do not have diminished systemic immunity30. Inappropriate reduction 83 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy exclude anatomic sources of graft dysfunction is useful, and liver biopsy to diagnose allograft rejection is not contraindicated in pregnancy13. It has been proven that all of the drugs readily cross the human placenta and diffuse to the fetus. Although many studies have consistently have found there is no increased prevalence of human malformations in newborns in transplant recipients when compared with a background malformation risk of 2-3% for all gravidas37-41, there is little experience with newer drugs39. Exposure of infants to immunosuppressive medications in utero might increase the child’s risk for autoimmune disease later in life40. Pancreas-Kidney Transplantation Pregnancies following pancreas-kidney transplantation are well-tolerated with respect to graft function. Rejections during pregnancy occurred in 6% of the patients. There were 6 graft losses within 2 years postpartum among the pancreas-kidney recipients. Three of them lost kidney function, one lost pancreas function, and 2 recipients lost both pancreas and kidney function28. Heart, Lung, Transplantation and A-Corticosteroids Corticosteroids prevent interleukin (IL)-1 and IL-6 production by macrophages and inhibit all stages of T-cell activation. This agent is used for induction, maintenance of immunosuppression, and acute rejection. Corticosteroids are the only immunosuppressive drugs that are classified as FDA category B agents. Most transplant patients are maintained on long term, high dose corticosteroids (>30 mg/day). Heart-Lung Maternal cardiac graft rejection ranges from 20% to 26%, but the mortality rate for pregnant heart transplant recipients is not higher than for non pregnant women34. Lung transplant recipients may experience a higher incidence of rejection during pregnancy than recipients of other solid organs, for reasons that are not yet known35. Data are still limited for lung transplant patient so there are no well-defined recommendations for these patients. Adverse effects of steroid therapy include Cushing’s disease, bone disease (eg, osteoporosis, avascular necrosis), cataracts, glucose intolerance, infections, hyperlipidemia, peptic ulcer, diabetes, and psychiatric disturbances36. Calcium supplementation (1000 mg /day) has been shown to be effective in improving bone mineral density in these women42. Researches have also reported increased occurrences of preterm labor and premature rupture of membranes in women with transplants, possibly due to long term steroid use, which is postulated to weaken amniotic membrane integrity32. According to the NTPR report there were no maternal graft losses within 2 years of pregnancy in the female heart recipients reported to NTPR, but maternal graft losses within 2 years of pregnancy in the female lung recipients reported to NTPR was 21%28. V. TOXIC EFFECTS ON THE FETUS OF IMMUNOSUPRESSIVE AGENTS Immunosuppressive agents are necessary to maintain graft function and maternal survival. No specific combination of agents is superior; a woman can continue on the same immunosuppressive regimen during her pregnancy36. A combination of various agents allows for synergistic effects and decreases the risk of drug toxicities. Steroid withdrawal has been used as a strategy to avoid adverse steroid effects in transplantation patients. After tacrolimus became available, protocols with this drug showed that withdrawal of steroids after 6 months was successful 80% of the time. Recently, a follow-up study of 100 patients in Denmark who underwent transplantation on steroid-free protocols showed a 1-year graft survival rate of 97% and a 4-year rate of 82%43. Most immunosuppressive agents are United States Food and Drug Administration (FDA) Category C for safety which suggests the use of the agent only if potential benefit justifies potential fetal risk (Table 3). 84 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy Table 3. FDA category of Immunosuppressive Agents Used in Transplant Recipients Immunosuppressive Agents Corticosteroids CyA Tacrolimus (FK 506) AZA MMF Sirolimus ATG Muromonab-CD3 Daclizumab FDA category B C C D C C C C C FDA: Food and Drug Administration (United States) CyA: Cyclosporine-A AZA: Azathioprine MMF: Mycophenolate mofetil ATG: Antithymocyte globulin B-Calcineurin inhibitors 2. Tacrolimus 1. Cyclosporin A (CyA) Tacrolimus is a macrolide antibiotic and is active against helper T cells, preventing the production of IL-2 via calcineurin inhibition (binds to tacrolimus-binding protein instead of cyclophilin protein). It has been proven to be a more potent immunosuppressive agent. This agent is used for maintenance immunosuppression and for rescue therapy in patients with refractory rejection under cyclosporine-based therapy. Tacrolimus can not be used with CyA because of synergistic nephrotoxicity. Adverse effects include nephrotoxicity, neurotoxicity, glucose intolerance, and QT prolongation (rare). Tacrolimus causes fewer cosmetic effects than CyA, but it can cause reversible alopecia. CyA is a polypeptide of 11 amino acids of fungal origin and is active against helper T cells, preventing the production of IL-2 via calcineurin inhibition (binds to cyclophilin protein). This agent is used for induction and maintenance immunosuppression. Multiple drug interactions are possible, primarily with agents affecting the cytochrome P-450 system. Shown toxicities of CyA therapy include nephrotoxicity, hypertension, hypertrichosis, tremor and hyperlipidemia. Therefore, CyA levels (fasting) should be monitored at least monthly. Hypertrichosis and hirsutism can be alleviated by switching from CyA to tacrolimus, provided the patient is carefully monitored. Studies show maternal fetal toxicities to be dose-dependent44. There is an increased prevalence of maternal nephrotoxicity that is lower than in women treated with CyA45. A fetal echocardiogram between 20 and 22 weeks should be considered for patients on tacrolimus because cases of cardiomyopathy in newborns have been reported46. Other neonatal adverse effects include a higher incidence of diabetes and transient hyperkalemia36. The fetus exposed to CyA is at risk for intrauterine growth restriction, but the risk from the medication itself is difficult to distinguish from the risk associated with the underlying medical conditions in this population of patients. 85 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy C-Purine metabolism inhibitors D-Sirolimus 1. Azathioprine (AZA) Sirolimus is macrolide that inhibits T cell proliferation by cytokine inhibition without affecting calcineurin inhibition. This agent is used for the maintenance of immunosuppression and chronic rejection. Sirolimus can be used concomitantly with tacrolimus, CyA, or MMF. Adverse effects include hyperkalemia, hypomagnesemia, hyperlipidemia, leukopenia, anemia, impaired wound healing, and joint pain. Multiple drug interactions are possible, especially because of the extremely long half-life. AZA is a derivative of 6-mercaptopurine. It functions as an antimetabolite to decrease DNA and RNA synthesis and is used for the maintenance of immunosuppression. Adverse effects include leukopenia, thrombocytopenia, hepatitis, cholestasis, and alopecia. Myelosuppression can improve with drug discontinuation. Teratogenicity has been noted in animal studies and AZA is an FDA Category D drug. Increased rates of leucopenia, thrombocytopenia, and anemia have been reported in infants. During organogenesis, the fetus may be protected from any adverse effect of AZA because it lacks the enzyme, inosinate pyrophosphorylase, necessary to convert the drug to its active metabolite44. Overall, no clear pattern of congenital anomalies has been identified in fetuses exposed to AZA in utero. With the availability of newer agents, azothioprine use has decreased markedly. Sirolimus is classified as an FDA Category C agent in pregnancy, but no definitive clinical pregnancy outcome data are available. Delayed skeletal ossification and decreased fetal weight in animal studies have been reported. Animal studies also suggest that combining this agent with calcineurin inhibitor could increase fetal toxicity, but studies in animals do not necessarily correlate with findings in human pregnancies36. E-Polyclonal antibodies (eg, antithymocyte globulins=ATG) 2. Mycophenolate Mofetil (MMF) These agents are derived by injecting animals with human lymphoid cells, then harvesting and purifying the resultant antibody. ATG induces the complement lysis of lymphocytes and uptake of lymphocytes by the reticuloendothelial system and mask the lymphoid cell-surface receptors. These agents are used for induction and acute rejection. Adverse effects include fever, chills, thrombocytopenia, leukopenia, hemolysis, respiratory distress, serum sickness and anaphylaxis. Some adverse effects are ameliorated with steroids, acetaminophen, and diphenhydramine. There are no reported data on the teratogenic effect of ATG. MMF inhibits the enzyme inosine monophosphate dehydrogenase (required for guanosine synthesis) and impairs B- and Tcell proliferation, sparing other rapidly dividing cells (because of the presence of guanosine salvage pathways in other cells). This agent is used for maintenance immunosuppression and chronic rejection. This drug is more selective than AZA seems to be synergistic with CyA and tacrolimus, and may be the first drug that is effective in reducing the rate of chronic rejection. Adverse effects include nausea, vomiting, diarrhoea, leukopenia, anemia, and thrombocytopenia36. VI. CONCLUSION There are no epidemiologic studies currently available on the safety of this drug in pregnancy. Because there is no safety margin based on reproductive toxicology studies in animals, there is a possibility of increased risk in humans. Recently a case report of major congenital malformations associated with in utero exposure to MMF has raised interest39. In conclusion, successful pregnancies have been reported in female recipients of kidney, liver, pancreas-liver, heart, and lung transplants. Data collected in the NTPR provide the most extensive information on pregnancy outcomes both renal and non-renal solid organ recipient groups. 86 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy 12. Immunosuppressive agents are required to prevent graft rejection; no specific combination is superior. Even as progress occurs in the medical and surgical management of pregnancy in recipients of solid-organ transplants, health care professionals and transplant recipients should consider the potential risks of pregnancy as well as the risks for the offspring. Pregnant transplant recipients are at increased risk of preeclampsia, preterm birth, and intrauterine growth restriction compared with the general pregnant population. Cautious prenatal care, using a multidisciplinary approach with communication among specialists, may help to ensure the safety of mother and infant. 13. 14. 15. 16. 17. 18. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Yildirim Y, Tinar S, Yildirim YK, Inal M. Comparison of pituitary-ovarian function in patients who have undergone successful renal transplantation and healthy woman. Fertil Steril 2005; 83: 1553-6 Yildirim Y, Uslu A. Pregnancy after successful renal transplantation. Int J Gynecol Obstet 2005; 90: 198202 Murray JE, Reid DE, Harrison JH, Merrill JP. Successful pregnancies after human renal transplantation. N Engl J Med 1963; 269-341 Saha MT, Saha HH, Niskanen LK, Salmella KT, Pasternack AI. Time course of serum prolactin and sex hormones following successful renal transplantation. Nephron 2002; 92: 735-7 McKay DB, Josephson MA, Armenti VT, August P, Coscia LA, Davis CL, et al. Reproduction and Transplantation: Report on the AST Consensus Conference on Reproductive Issues and Transplantation. Am J Transplant 2005; 5: 1592-9 Armenti VT, Radomski JS, Moritz MJ, Gaughan WJ, Philips LZ, McGrory CH, et al. Report from the National Transplant Pregnancy Registry (NTPR): outcomes of pregnancy after transplantation. Clin Transplant 2001; 97-105 Gaughan WJ, Moritz MJ, Radomski JS, Burke Jr JF, Armenti VT. NationalTransplantation Pregnancy Registry: report on outcomes in cyclosporine-treated female kidney transplant recipients with an interval from transplant to pregnancy of greater than five years. Am J Kidney Dis 1996; 28: 266-9 Davison JM. The effect of pregnancy on kidney function in renal allograft recipients. Kidney Int 1985; 27: 74-9 Casele HL, Laifer SA. Pregnancy after liver transplantation. Semin Perinatol 1998; 22: 149-55 Shlay JC, Mayhugh B, Foster M, Maravi ME, Baron AE, Douglas JM. Initiating contraception in sexually transmitted disease clinic setting: a randomized trial. Am J Obstet Gynecol 2003; 189: 473-81 Laifer SA, Guido RS. Reproductive function and outcomes of pregnancy after liver transplantation in women. Mayo Clin Proc 1995; 70: 388-94 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 87 Mastrobattista JM, Katz AR. Pregnancy after organ transplant. Obstet Gynecol Clin N Am 2004; 31: 41528 Cardonick E, Moritz M, Armenti V. Pregnancy in patients with organ transplantation: A review. Obstet Gynecol Surv 2004; 59: 214-22 Jonas S, Rayes N, Neumann U, Neuhaus R, Bechstein WO, Guckelberger O, et al. De novo malignancies after liver transplantation using tacrolimus-based protocols or cyclosporine-based quadruple immunosuppression with an interleukine-2 receptor antibody or antithymocyte globulin. Cancer 1997; 80: 1141-50 Hou S. Pregnancy in renal transplant recipients. Adv Ren Replace Ther 2003; 10: 40-7 Morini A, Spina V, Aleandri V, Cantonetti G, Lambiasi A, Papalia U. Pregnancy after heart transplant: update and case report. Hum Reprod 1998; 13: 749-57 Davison JM, Bailey DJ. Pregnancy following renal transplantation. J Obstet Gynaecol Res 2003; 29: 22733 Kuvacic I, Sprem M, Skrablin S, Kalafatic D, BubicFlipi L, Milici D. Pregnancy outcome in renal transplant recipients. Int J Gynaecol Obstet 2000; 70: 313-7 Armenti VT, Ahlswede BA, Moritz. National Transplantation Pregnancy Registry: analysis of pregnancy outcomes of female kidney recipients with relation to time interval from transplant to conception. Transplant Proc 1993; 25: 1036-7 Davison JM, Milne JE. Pregnancy and renal transplantation. Br J Urol 1997; 80: 29-32 Crowe AV, Rustom R, Gradden C, Sells RA, Bakran A, Bone JM, et al. Pregnancy does not adversely affect renal transplant function. QJM 1999; 92: 631-5 Tan PK, Tan AS, Tan HK, Vathsala A, Tay SK. Pregnancy after renal transplantation: experience in Singapore General Hospital. Ann Acad Med Singapore 2002; 31: 285-9 Davison JM. Dialysis, transplantation and pregnancy. Am J Kidney Dis 1991; 17: 127-32 Hou S. Pregnancy in chronic renal insufficiency and end-stage renal disease. Am J Kidney Dis 1999; 33: 235-55 Robinson R. The fetal origins of adult disease. BMJ 2001; 322: 375-6 Nagy S, Bush MC, Berkowiitz R, Fishbein TM, Gomez-Lobo V. Pregnancy outcome in liver transplant recipients. Obstet Gynecol 2003; 102: 1218 Vielle Y, Fernandez H , Samuel D, Bismuth H, Frydman R. Pregnancy in liver transplant recipients: course and outcome in 19 cases. Am J Obstet Gynecol 1993; 168: 896-902 Armenti VT, Radomski JS, Moritz MJ, Gaughan WJ, Hecker WP, Lavelanet A, et al. Report from the National Transplant Pregnancy Registry (NTPR): outcomes of pregnancy after transplantation. Clin Transplant 2004; 103-14 Wasywich CA, Ruygrok PN, Wilkinson L, Gibbs H, Coverdale HA. Planned pregnancy in a heart transplant recipient. Intern Med J 2004; 34: 206-9 Szekeres-Bartho J, Csernus V, Hadnagy J, Pasca AS. Immunosuppressive effect of serum progesterone during pregnancy depends on the progesterone binding capacity of the lymphocytes. J Reprod Immunol 1983; 5: 81-8 Marmara Medical Journal 2008;21(1);079-088 Yusuf Yıldırım, et al. Solid organ (kidney, liver, pancreas-kidney, heart, lung and heart-lung) transplantations and pregnancy 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. Hou S. Pregnancy in transplant recipients. Med Clin North Am 1989; 73: 667-83 Davison JM. Towards long-term graft survival in renal transplantation: Pregnancy. Nephrol Dial Transplant 1995; 10: 85-9 Armenti VT, Moritz MJ, Radomski JS. Pregnancy and transplantation. Graft 2000; 3: 59-63 Scott JR, Wagoner LE. Olsen SL, Taylor DO, Renlund DG. Pregnancy in heart transplant recipients: Management and outcome. Obstet Gynecol 1993; 82: 324-7 Donaldson S, Novotny D, Rparadowski L, Aris R. Acute and chronic lung allograft rejection during pregnancy. Chest 1996; 110: 293-6 Armenti VT, Moritz MJ, Cardonick EH, Davison JM. Immunosuppression in pregnancy: choices for infant and maternal health. Drugs 2002; 62: 2361-75 Ventura A, Martins L, Dias L, Henriques AC, Sarmento AM, Braga J, et al. Pregnancy in renaltransplant recipients. Transplant Proc 2000; 32: 2611-2 Bar J, Stahl B, Hod M, Wittenberg C, Pardo J, Merlob P. Is immunosuppression therapy in renal allograft recipientsteratogenic? A single-center experience. Am J Med Genet 2003; 116: 31-6 Le Ray C, Coulomb A, Elefant E, Frydman R, Audibert F. Mycophenolate mofetil in pregnancy after renal transplantation: a case of major fetal malformations. Obstet Gynecol 2004; 103: 1091-4 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 88 Scott JR, Branch DW, Holman J. Autoimmune and pregnancy complications in daughter of kidney transplant patient. Transplantation 2002, 73: 815-6 Albengres E, Louet HL, Tillement JP. Immunosuppressive drugs and pregnancy: Experimental and clinical data. Transplant Proc 1997; 29: 2461-6 Stempfle HU, Werner C, Echtler S, Wehr U, Rambeck WA, Siebert U, et al. Prevention of osteoporosis after cardiac transplantation: A prospective, longitudinal, randomized, double-blind trial with calcitriol. Transplantation 1999; 68: 523-30 Birkeland SA. Steroid-free immunosuppression in renal transplantation: a long-term follow-up of 100 consecutive patients. Transplantation 2001; 71: 108990 Armenti VT, Moritz MJ, Davison JM. Drug safety issues in pregnancy following transplantation and immunosuppression. Effects and outcomes. Drug Safety 1998; 19: 219-32 Jain A, Venkataramanan R, Fung JJ, Gartner JC, Lever J, Balan V, et al. Pregnancy afer liver transplantation under tacrolimus. Transplantation 1997; 64: 559-65 Vyas S, Kumar A, Piecuch S, Hidalgo G, Singh A, Anderson V, et al. Outcome of twin pregnancy in a renal transplant recipient treated with tacrolimus. Transplantation 1999; 67: 490-5 REVIEWS CONGENITAL TOXOPLASMA GONDII INFECTION Nazan Dalgıç Harvard University, Children’s Hospital Boston, Division of Infectious Diseases, Boston, ABD. ABSTRACT Pregnant women who acquire infection from Toxoplasma gondii usually remain asymptomatic, although they can still transmit the infection to their fetuses with severe consequences. Transmission of T. gondii to the fetus can result in serious health problems, including mental retardation, seizures, blindness, and death. Some health problems may not become apparent until the second or third decade of life. Serologic tests are used to diagnose acute T. gondii infection in pregnant women. Because false-positive tests occur frequently, serologic diagnosis must be confirmed at a Toxoplasma reference laboratory before treatment with potentially toxic drugs is considered. In many instances, congenital toxoplasmosis can be prevented by educating pregnant women and other women of childbearing age about not ingesting raw or undercooked meat, using measures to avoid cross-contamination of other foods with raw or undercooked meat, and protecting themselves against exposure to cat litter or contaminated soil. Keywords: Toxoplasma gondii, Congenital infection, Diagnosis, Treatment, Follow-up KONJENİTAL TOXOPLASMA GONDİİ ENFEKSİYONU ÖZET Hamile kadınlar Toxoplasma gondii enfeksiyonunu genellikle asemptomatik olarak geçirmelerine rağmen bebeklerini enfekte ederek onlarda bu enfeksiyona bağlı ciddi sekellere neden olurlar. T. gondii enfeksiyonu fetusda mental retardasyon, havale, körlük ve ölüm gibi ciddi sağlık problemleri ile sonuçlanır. Bu sağlık problemlerinden bazıları 20`li ve 30`lu yaşlara kadar ortaya çıkmayabilir. Gebede akut T. gondii enfeksiyonu tanısında serolojik testler kullanılır. Bu testlerde sıklıkla yalancı pozitif sonuçlara rastlanılır. Bu nedenle potansiyel toksik etkileri olan ilaçlarla tedaviye baslamadan önce mutlaka pozitif serolojik test sonuçları referans laboratuvarında doğrulanmalıdır. Çoğu durumda konjenital toksoplasmosis hamile kadınların ve diğer doğurganlık yaşında olan kadınların çiğ veya pişmemiş et ürünleri tüketmemeleri, bu tür gıdalarla kontaminasyondan kaçınmaları ve kontamine toprak veya enfekte kedilerin dıskı kaplarına maruz kalmaları durumlarında kendilerini korumaları konularında eğitilmeleri ile önlenebilir. Anahtar Kelimeler: Toxoplasma gondii, Konjenital enfeksiyon, Tanı, Tedavi, İzlem İletişim Bilgileri: Nazan Dalgıç, M.D. Harvard University, Children’s Hospital Boston, Division of Infectious Diseases, Boston, ABD e-mail: [email protected] 89 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgıç Congenital toxoplasma gondii infection INTRODUCTION With its ability to induce a strong cellular immune response in the normal host, toxoplasmosis is an opportunistic infection. Thus, cell-mediated immunity is essential for host resistance to the parasite6. After oral ingestion of the parasite, intestinal epithelial cells are actively invaded or they phagocytose the parasite7. Migrating over long distances in the host’s body, T. gondii has been shown to cross biological barriers, actively enter the blood stream, invade cells and cross substrates and non-permissive biological sites such as the blood-brain-barrier, the placenta and the intestinal wall. It also minimizes exposure to the host’s immune response, by rapidly entering and exiting cells, the mechanisms of which are common and depend on Ca2+ regulation8. Virology T. gondii, a member of the phylum Apicomplexa, order Coccidia (all obligate intracellular protozoan parasites ), has been defined in three forms existing outside the cat intestine: oocyst, endozoite or tachyzoite and cystozoite or bradyzoite1. Oocysts are produced as part of sexual reproduction in the small intestine of a cat that has recently ingested tissue cysts, usually by consuming uncooked meat. Almost two weeks after the initial infection, oocysts, which contain infective sporozoites, are produced in the cat. One to 5 days after they are produced and deposited, they become infective2. Tachyzoites, the rapidly dividing products of asexual reproduction in macrophages following invasion of the host intestinal wall by either sporozoites or bradyzoites, are disseminated hematogenously by macrophages in an intermediate host until an adequate immune response occurs after 7 to 10 days. With immune response development, the protozoan is contained within tissue cysts as bradyzoites, or slowly dividing T. gondii. Although these tissue cysts can remain dormant for the lifetime of the intermediate host in various tissues, including the lymph nodes, muscle, brain, retina, myocardium, lungs, and liver, bradyzoites can continue their rapid division and hematogenously disseminate in the form of tachyzoites again, particularly in immune compromise, such as with the use of immunosuppressive therapy or acquired immunodeficiency syndrome3. T. gondii, an obligatory parasite with invasive capabilities acting in virulence and pathogenicity, can only survive intracellularly where it gets nutrients and escapes from the host’s immune response9. The most virulent T. gondii strain with superior migratory capacity has been shown to have a subpopulation with a special, long distance migration phenotype10. Infection with gondii results in a strong and persistent T-helper-1 (Th1) response characterised by production of proinflammatory cytokines including interleukin 12, interferon γ, and tumour necrosis factor α. The host is protected against rapid replication of tachyzoites and subsequent pathological changes by the combined action of these cytokines and other immunological mechanisms7. IgG, IgM, IgA, and IgE antibodies against many T gondii proteins can be detected within 2 weeks of infection. IgA antibodies produced on mucosal surfaces seem to protect the host against reinfection11,12. Although reinfection can occur, it does not seem to result in disease or in congenital transmission of the parasite7. Pathogenesis The course of infection in human beings and animal models of toxoplasmosis seems to be affected by inoculum size, virulence of the organism, sex, and immunological status. Genetic background has been reported to play an important role in increased susceptibility to T. gondii in humans; HLA-DQ3 has been found to be a genetic marker associated with susceptibility to developing toxoplasmadependent encephalitis4,5. Epidemiology The most frequent causes of T. gondii infection are ingestion of raw or undercooked meat containing tissue cysts, consumption of 90 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection infected water or food, or accidental intake of contaminated soil. Toxoplasmosis has been shown to be an occupational hazard for laboratory workers1. In the nation-wide data presented in the study by Tender et al, the rates of positive sero-prevalence for T. gondii in women of child-bearing age (1990–2000) were 58% in Central European countries, 51– 72% in several Latin-American countries, and 54–77% in West African countries13. The rate for southwest Asia, China, and Korea was as low as 4–39%, whereas it was even lower in cold climate areas such as Scandinavian countries (11–28%). The rate for the US was 15% in females of child-bearing age14. In Turkey, Aslan et al studied the distribution of anitoxoplasma antibodies in women from different age groups. Seropositivity was found as 18.5% in the 15-25 year age group, 30.7% in the 26-35 year age group and 35.4% in the 36-45 year age group in the study15. Also, Güngör et al found that toxoplasma antibody positivity was 41.6% in 245 pregnant women who attended their laboratory for routine pregnancy controls16. Seropositive prevalence may differ even in the same country, among populations or geographical regions and world-wide prevalence is higher in older populations1. was interpreted to be the main risk factor for pregnant women in Europe. The other risk factors listed were contact with soil, accounting for approximately 6% to 17% of infections, and traveling outside Europe or the United States and Canada were the other risk factors listed. Direct “contact with cats” was not a risk factor, however, contact with soil would presumably reflect risk from cat excrement. Strikingly, the way of acquisition remained undefined for a large proportion of the infections (14% to 49%). In another recent study on risk factors, in the United States between 1981 and 1998, undercooked meat or possible cat excrement exposure, or both, were defined by 50% of the mothers of infants with congenital toxoplasmosis, but the rest of the mothers could not identify the risk factors21. A study from Turkey has indicated that ingestion of raw or undercooked meat and unwashed raw vegetables or fruits was associated with an increased risk for T. gondii infection during pregnancy22. It should be emphasized that in recent epidemiologic studies, cat ownership has not been shown to be a consistent risk factor for T gondii infection, rather it is related to being exposed to feces from a cat that is shedding oocysts. Since indoor cats do not hunt and are not fed raw meat, they are unlikely to acquire T.gondii infection, and therefore they pose little risk23. Testing a cat’s stool to determine human risk does not aid because cats shed oocysts for only a short period of time. Furthermore, cats often do not develop antibodies to T. gondii during the oocystshedding period. Thus, serologic testing does not provide useful information about the ability of a particular cat to transmit toxoplasmosis24. In the studies designed to determine the risk factors for T. gondii infection during pregnancy, various results were reported for Italy, Norway, and Yugoslavia17-19. Two of the studies compared pregnant woman who had recently seroconverted or who had evidence of recently acquired infection with seronegative matched controls. Another study from Yugoslavia compared seronegative with seropositive persons who had had past infection. The results of these four studies indicated that the factors associated with increased risk were ingestion of raw or undercooked meat, use of kitchen knives that had not been sufficiently washed, and ingestion of unwashed raw vegetables or fruits. A recent case-control study from Europe examined the risk factors that predisposed pregnant woman to infection with T.gondii20. In this study, approximately 30% to 63% of the infections were due to exposure to inadequately cooked or cured meat, which Transmission Lifelong immunity is gained after toxoplasma along with specific IgG antibodies. However, in pregnancy, primary infection of the mother may lead to vertical transmission, followed by fetal infection which presents the risk of congenital abnormalities. The time of maternal infection, immunological competence of the mother during parasitemia, parasite load and strain’s virulence constitute 91 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection the basic factors for fetal infection1. The risk of fetal infection varies depending on time as only 1% at less than 6 weeks, 4–6% at 6–16 weeks, 20–40% at 16–25 weeks and 60–80% at 36 weeks of gestation25. calcifications, chorioretinitis, strabismus, blindness, epilepsy, psychomotor or mental retardation, petechia associated with thrombocytopenia, and anaemia32,33. The classic triad of chorioretinitis, hydrocephalus, and cerebral calcifications is very rare. Because the signs described in newborns with congenital disease are not pathognomonic for toxoplasmosis, they can be mimicked by congenital infections such as cytomegalovirus, herpes simplex virus, rubella, and syphilis due to other pathogens7. Despite invading all fetal tissues, toxoplasma gondii exists in proportionately larger numbers in the central nervous system, resulting in retinochoroiditis and intracranial calcification or ventricular dilatation, the most common clinical manifestations in 14 to 17% of infected infants34. In cases with suspected T. gondii infection at the time of birth, diagnostic ophthalmic, auditory and neurological examinations, lumbar puncture and cranial imaging are diagnostic tools1. Literature reveals only a few cases of congenital toxoplasmosis transmitted by mothers who were infected prior to conception26,27, for example the case of a woman who had ocular toxoplasmosis 20 years prior to giving birth to a newborn with congenital toxoplasmosis28. The mother, who had a “toxoplasmic scar” in the retina, was tested positive for specific toxoplasma IgG antibodies. The newborn was positive for both IgG and IgM antibodies and had a macular scar on the retina, which is typical to toxoplasmosis, as well as a calcified brain granuloma. This could be attributed to reinfection with a different, more virulent strain or by reactivation of a chronic disease26. The infection can also be transmitted to the fetus by chronically infected women who are immunodeficient, the risk of which though difficult to estimate, is probably low. Latent T. gondii infection may be reactivated in immunodeficient individuals (such as HIVinfected women) and result in congenital transmission of the parasite29. Chorioretinitis, the most prevalent consequence of congenital toxoplasmosis, is diagnosed based on characteristic retinal infiltrates. Vutova et al investigated eye manifestations of congenital toxoplasmosis in 38 infants and children and reported that the most frequent finding was chorioretinitis (92%) as well as microphthalmia with strabismus35. An uncommon finding was the lesions of the segment of the eye including iridocyclitis, cataracts and glaucoma. Other uncommon findings were diminished visual acuity and neurological sequelae such as hydrocephalus, calcification in the brain, paresis, and epilepsy. Potasman et al studied 95 children with variable neurological disorders: cerebral palsy, epilepsy and nerve deafness for the presence of T. gondii-specific antibodies in the serum in a case–control study in Israel and compared their results with the results of 109 healthy children36. It was reported that children with any of the neurological disorders were significantly more likely to have T. gondii specific IgG antibodies, especially those with nerve deafness (relative risk 2.5 and 7.1, respectively). Clinical Manifestations In more than 10% of adult patients, infection usually does not lead to specific symptoms. Fatigue, and in some women, a mononucleosis-like syndrome with fever, malaise, pharyngitis, headache and lymphocytosis may be seen25. The most common manifestation is lymphadenopathy in non-pregnant and pregnant individuals, causing 3-7% of clinically significant cases30. Prenatal ultrasound usually shows no abnormality in fetuses with congenital toxoplasmosis. When ultrasonographic findings are present, they suggest congenital disease including intracranial calcifications, ventricular dilatation, hepatic enlargement, ascites, and increased placental thickness31. Neonatal clinical manifestations of congenital toxoplasmosis are various, including hydrocephalus, microcephaly, intracranial 92 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection Diagnosis ruled out in the presence of high avidity antibodies, while low avidity antibodies can endure beyond 3 months of infection39-41. In combination with a panel of other assays, the differential agglutination (AC/HS) test has also proven helpful in discriminating a probable acute or chronic infection in pregnant women37,42,43. The diagnostic tools for T. gondii infection or toxoplasmosis are serologic tests, amplification of specific nucleic acid sequences (i.e., polymerase chain reaction [PCR]), histologic demonstration of the parasite and/or its antigens (i.e., immunoperoxidase stain), or isolation of the organism. Demonstration of antigenemia and antigen in serum and body fluids, a toxoplasmin skin test, and antigen-specific lymphocyte transformation are other rarely used methods2. IgM antibodies: Although in patients with recently acquired primary infection, T. gondii specific IgM antibodies are detected initially, in most cases, these titers become negative within a few months. In some patients, however, positive T.gondii-specific IgM titers can still be found during the chronic phase of infection43. IgM antibodies have been detected as long as 12 years after the acute infection 44. Even if the persistence of these IgM antibodies does not appear to have any clinical relevance, these patients should be considered chronically infected. The interpretation of a positive IgM test results in a relatively high frequency of false-positive results 43,45. In other words, a positive IgM test result in a single serum sample can be interpreted as a true-positive result in the setting of an infection acquired in the distant past, or a false-positive result37. Doublesandwich or capture IgM-ELISA, the IFA test, and IgM immunosorbent agglutination assay (ISAGA) are the most commonly used tests for the measurement of IgM antibody. IgA antibodies: Tests for the detection of IgA antibodies have been proven to be more sensitive than those used for detection of IgM antibodies in the fetus and newborn7. The serologic diagnosis in a number of newborns with congenital toxoplasmosis and negative IgM antibodies has been established by the presence of IgA and IgG antibodies 37. ELISA and ISAGA can be used in the detection of IgA antibodies. Serologic Tests The initial and primary method of diagnosis involves the use of serologic tests for demonstration of specific antibody to T. gondii37. IgG antibodies: Ig G antibodies usually appear within 1-2 weeks of acquisition of the infection and peak within 1-2 months; however, they decline at various rates and usually persist for life. Sabin-Feldman dye test (SFDT), ELISA, indirect fluorescent assay mmunofluorescent antibody test (IFA), IgG avidity test, and agglutination and differential agglutination test are the most commonly used tests for the measurement of IgG antibody7. As the first test developed for the laboratory diagnosis of T.gondii infection, SFTD is still considered the “gold standard” because it detects the presence of anti-T. gondii specific antibodies (total Ig) and is performed only in reference centers. Serum samples taken at least 3 weeks apart are important in determining the change in antibody titer for the evaluation of infection during pregnancy. At least a four-fold difference is considered a “significant” change. Moreover, the absolute antibody titer is also important—values over 250 IU/ml are considered “high” suggestive of recent infection1. IgE antibodies: IgE antibodies are detected by ELISA in sera of acutely infected adults, congenitally infected infants, and children with congenital toxoplasmic chorioretinitis. However, unlike with IgA tests, their detection does not seem to be particularly useful for diagnosis of T. gondii infection in the fetus or newborn. IgE seropositivity lasts Avidity (functional affinity) tests for IgG antibodies have become standard in discriminating recently acquired infection and those obtained in the more distant past38. Infection acquired in the recent 3–4 months is 93 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection less than that with IgM or IgA antibodies; thus, this appears useful for identifying recently acquired infections37. to demonstrate tachyzoites in conventionally stained tissue sections2. PCR A solid proof of infection is definitely the isolation of the parasite from an infant. Nevertheless, such isolation usually takes too long to permit an early diagnosis. The parasite can be isolated by mouse inoculation or inoculation in tissue cell cultures of virtually any human tissue or body fluid37. T. gondii Infection in Pregnancy As soon as acute T. gondii infection is suspected in a pregnant woman, the diagnosis should be established, usually on the basis of antibody detection. In acute infection, IgG and IgM antibody levels generally rise within one to two weeks of infection2. Elevated levels of T. gondii–specific IgG antibodies suggest that infection has occurred but does not differentiate recent infection from an infection acquired in the distant past. The time of infection has been determined based on the detection of T. gondii–specific IgM antibodies: a negative IgM test result with a positive IgG result indicating infection at least six months previously. However, the persistence of IgM antibodies up to 18 months after infection and by false-positive reactions in commercial tests have complicated the interpretation of T. gondii–specific IgMpositive results45. Thus, IgM-positive test results should be confirmed by a Toxoplasma reference laboratory, which may also be able to narrow the time of infection with specific tests (e.g., IgG avidity test) or a serologic profile (e.g., Sabin-Feldman dye test, IgM enzyme-linked immunosorbent assay [ELISA], IgA ELISA, IgE ELISA, differential agglutination)23. Isolation of T. gondii PCR amplification for detection of T.gondii DNA in body fluids and tissues has been successful in diagnosing congenital, ocular, and cerebral and disseminated 2 toxoplasmosis . Although influenced by different protocols, the specificity and positive predictive value of PCR tests on amniotic fluid samples is close to 100%46,47. However, the sensitivity of these PCR tests is 70–80%, based on a large number of studies48. In one report, the stage of pregnancy in which maternal infection occurs was shown to affect the sensitivity of PCR from amniotic fluid, with best sensitivity detected between 17 and 21 weeks of pregnancy when maternal infection occurred47. Furthermore, the use of antitoxoplasma drugs in treatment may also affect the sensitivity49. However, further studies are required on the reliability of a PCR test performed on amniotic fluid prior to the 18th week of pregnancy.46,47. Another important point is that testing amniotic fluid for T. gondii was found to be effective about 4 weeks following infection, which is already during the parasitemic stage in the infected mother. Therefore, PCR test should not be performed in the absence of serologic or other clinical/sonographic data suggesting infection1. In the very recent past, Real Time PCR has been used and advocated as a sensitive and specific technique, enabling rapid detection of amplification products as well as hybridization of amplicon-specific probes, similar to PCR followed by Southern blot analysis. The Real-time PCR will probably be more commonly used in the future7. Congenital Infection in the Fetus and Newborn Prenatal diagnosis Once the diagnosis of acute maternal infection has been established, it should be determined whether the fetus is infected or not. Chorionic villus sampling (CVS) can only show placental but not fetal infection; thus, it is not Histologic Diagnosis The presence of tachyzoites in tissue sections or smears of body fluid (e.g., CSF or amniotic or BAL fluids) establishes the diagnosis of the acute infection. However, it is often difficult 94 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection useful. Cordocentesis, however, has been the most widely used diagnostic test for the determination of fetal IgM status and mouse inoculation studies. Although non-specific, hematological and liver function can also be evaluated. Still, fetal blood sampling may not yield a reliable conclusion, possibly because of an immature fetal immune system, as fetal IgM or IgA antibodies may not be produced before 22 weeks of gestation25. Many previous studies have reported the low sensitivity of the serologic diagnostic tests on fetal blood50-52. In these studies, specific IgM antibodies were detected in 47–58% and IgA antibodies in 37–77% of cases. Another problem of fetal blood sampling is possible false-positive results because of the transplacental passage of non-viable T.gondii organisms following maternal therapy, which then could lead to the development of a fetal immune response but not active infection63. Among all the parameters evaluated, the PCR assay of amniotic fluid was found to be the most sensitive. an untreated patient, autonomous IgG antibodies in a congenitally infected newborn appear about 3 months after birth. Antibody production may be delayed by anti-parasitic therapy for about 6 months and occasionally may be completely prevented2. The detection of IgM or IgA antibodies to T. gondii in an infant is highly sensitive for the diagnosis of congenital toxoplasmosis, identifying 75% of infected babies7. Because serum amples from the umbilical cord may be contaminated with maternal blood, they should not be used. Serum samples obtained from peripheral blood are preferred.. Demonstration of IgA antibodies has been more sensitive than detection of IgM antibodies for establishing infection in the newborn54. T. gondii–specific IgA may be present when there is no T. gondii–specific IgM, and the vice versa may also occur. When IgA antibodies are detected in the newborn, the test should be repeated at ~10 days after birth in order to ensure that what is being measured is not contaminating maternal IgA antibodies37. Amniotic fluid assessment using PCR is rapid and accurate; thus, it is now the procedure of choice for diagnosing fetal toxoplasmosis. When the concentration of the parasite in the amniotic fluid is low, DNA amplification may be the only positive result25. In babies with suspected congenital toxoplasmosis with positive IgG but negative IgM and IgA tests results, use of IgG/IgM western blots of mother-infant pairs can prove useful7. Some other successful diagnostic methods to diagnose the infection in infants include direct demonstration of the organism by isolation of the parasite (e.g., Mouse inoculation or inoculation in tissue cultures of CSF, urine, placental tissue, or peripheral blood) and amplification of T. gondii–specific DNA (e.g., PCR in CSF, peripheral blood, or urine)2. In addition, infants with suspected congenital toxoplasmosis should always be evaluated through ophthalmologic examination, non-contrast computed tomography or ultrasound of the brain (to determine whether hydrocephalus or calcifications are present), and examination of CSF37. Antigen-specific lymphocyte transformation and lymphocyte typing in response to exposure to T. gondii antigens has also been successfully used to diagnose the congenital infection in infants older than 2 months of However, using PCR on the amniotic fluid of HIV-infected women is not recommended because of the risk of transmitting the HIV virus to the fetus during the amniocentesis procedure37. Diagnosis in the newborn Laboratory diagnosis of Toxoplasma infection in infants involves a combination of serologic tests, parasite isolation, and nonspecific findings7. In case of suspected infection, serologic follow-up of the newborn is recommended for the first year of life. While maternal IgG antibodies present in the newborn may reflect either past or recent infection in the mother, passively transferred maternal IgG has a half life of approximately 1 month but can still be detected in the newborn for several months, generally disappearing completely within one year1. In 95 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection age55,56. However, it is clinically unavailable. Specific lymphocyte anergy to the organism may also occur in congenitally infected infants57. despite a lack of randomized studies, all pregnant women who have been diagnosed with primary toxoplasmosis infection should be treated3. Treatment The type of drug used may also be important. The combination of pyrimethamine, (adult dosage 25–100 mg/d×3–4 weeks), sulfadiazine adult dosage 1–1.5 g qid×3–4 weeks) and folinic acid (leucovorin, 10–25 mg with each dose of pyrimethamine, to avoid bone marrow suppression) is the basic treatment protocol1. In some cases, other drugs such as spiramycin (adult dosage 3–4 g/d×3–4 weeks) and sometimes clindamycin are recommended. Spiramycin is widely used to prevent placental infection in many European countries especially France, Asia and South America, while spiramycin prophylaxis is followed by a 4-week course of pyrimethamine plus sulfadiazine at 17 weeks of gestation in Austria and Germany. This approach has reduced the rate of clinical signs in the fetus7. In the US, although currently not approved by the FDA, spiramycin is available as an investigational drug upon special approval. Due to concerns regarding teratogenicity, pyrimethamine and sulfadiazine treatment for the prevention of fetal infection is contraindicated during the first trimester of pregnancy, except when the mother’s health is seriously endangered. However, during the first trimester sulfadiazine can be used alone1. Treatment of the Fetus through the pregnant Woman The effectiveness of prenatal treatment has been investigated by a limited number of retrospective cohort studies that focused on gestational age at maternal infection. Therefore, the information available remains also limited due to the lack of randomized controlled trials58-61. The findings of these studies are inconsistent and may reflect different analytical approaches or selection bias. However, in biological studies, the effectiveness of treatment for toxoplasma infection has been reported to depend partly on the timing of treatment after infection2. The tachyzoite form of the parasite, which causes inflammation and necrosis, is highly sensitive to antibiotics, but it rapidly transforms into the latent encysted bradyzoite form, which is impenetrable to antibiotics61. Despite a lack of information on how fetal immune responses initiate and sustain cyst formation, if free tachyzoites persist in the fetus, there may be a prolonged period when prenatal treatment could reduce parasite damage34. No definite difference in the risk of congenital infection with treatment (with spiramycin or pyrimethamine-sulfadiazine) or no treatment was found in a large prospective cohort trial of 1208 pregnant women in Europe with primary T.gondii infection62. However, in other uncontrolled studies, prenatal treatment with spiramycin or pyrimethaminesulfadiazine has been proven beneficial. In one study involving 5288 susceptible pregnancies, the risk of congenital toxoplasmosis was four times greater in neonates born to untreated mothers compared to that for neonates born to treated mothers63. Another study of 88 pregnant women with primary toxoplasmosis infection treated with spiramycin alone found a 0% rate of congenital toxoplasmosis at 2 years64. Thus, Antitoxoplasma treatment should be continued throughout pregnancy, and at least monthly ultrasound should be performed if the initial examination revealed no abnormalities; the presence of hydrocephalus has been used as an indication for termination of the pregnancy7. Treatment of congenital toxoplasmosis Pyrimethamine and sulfadiazine, generally used to treat infants with congenital toxoplasmosis, have proven to improve outcomes of the infants treated with these drugs compared with untreated infants and children from studies in the past2,32. Drug therapy is usually continued for one year. Active and recurrent toxoplasmic eye disease 96 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection also frequently responds to antiparasitic drugs, which may be given with steroids23. However, if changing the cat litter box cannot be avoided, then, wearing gloves during this task as well as washing hands thoroughly with soap and hot water should be the common practice for pregnant women. Since the infectious cycle of T.gondii oocysts requires more than a day, changing the litter box on a daily base is a basic prevention approach. While avoiding interaction with cats other then their own, and keeping the house cat in doors is a common practice, feeding the cat with well-cooked or canned food contributes to preventing infection with T.gondii66 . In summary, educating pregnant women at the first prenatal visit about food hygiene and avoiding exposure to cat feces and interaction with soil with bare hands is of prime importance. Two vital factors to be raised by the healthcare worker during this education should cover problems associated with T.gondii serology tests; it should be clearly stated that there is no assay that can determine precisely when initial T.gondii infection has occurred; secondly, a positive IgM result does not mean infection particularly in low incidence populations like the U.S. Although the incidence of toxoplasmosis is low in the U.S. population, it is imperative that the government and meat industry continue efforts to reduce the presence of T.gondii in meat23. In Turkey, Çetin et al found that the congenital T.gondii infection rate was 1.85% in random deliveries and 2.66% in the sick newborn population of theneonatal unit in their hospital67. These results were higher than in the U.S. and most of the European countries. Screening pregnant women is very important in countries such as Turkey where the incidence of congenital T.gondii infection is relatively high. Prevention of Infection in Fetuses; The first measure of prevention of infection in fetuses is the identification of the woman at risk by serologic testing. This would provide the opportunity to treat the patient during pregnancy, providing 60% reduction in infection among infants. However, if the patient has acquired the infection in the first or second trimester (<50% of cases), then therapeutic abortion is advised2. Treatment is difficult to evaluate because of variations in severity and outcome of the infection and the disease. Treatment of disease (in contrast with infection) in humans apparently depends on the strain of parasite involved, the organs infected, and the time during the course of infection when treatment is initiated. However, the parasite is probably never completely eliminated by specific therapy, which can be recommended but is only beneficial against the tachyzoite form. None has been shown to effectively eradicate the encysted form, especially from the CNS and eye2. Proper evaluation of treatment in the asymptomatic infected infant is not possible because of insufficient data. Nevertheless, for most investigators, treatment for such infants should be undertaken in the hope of preventing the remarkably high incidence of late untoward sequelae seen in children who receive inadequate or no treatment2,65. Prevention Prevention of Infection in Pregnant Womeni General recommendations for prevention of congenital toxoplasmosis in pregnant women start in the kitchen by cooking food to safe temperatures (71.1ºC or 160ºF) and using a kitchen thermometer to avoid undercooking. Freshly eaten fruits and vegetables should always be washed thoroughly and peeled whenever possible. Another important measure of preventing infection with T.gondii is using hot water and soap to wash utensils including the cutting board, dishes as well as the counters and hands following contact with raw meat, poultry, seafood, and with unwashed fruits or vegetables. Prevention of infection with T.gondii also starts by educating women of childbearing age about preventing T. gondii transmission from food and soil. For pregnant women, this prevention measure covers wearing gloves when gardening, working with soil or sand. Pregnant women should particularly try to avoid changing cat litter pans, cat feces being a major source of toxoplasma infection. 97 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection Screening In perinatal viral and parasitic infections the American College of Obstetricians and Gynecologists recommends toxoplasmosis screening only in high-risk persons or those in whom routine ultrasound examination (or ultrasonography performed for other reasons) presents findings such as hydrocephalus, intracranial calcifications, microcephaly, fetal growth retardation, ascites, or hepatosplenomegaly68. and the population compliance with screening. Promoting public, as well as professional, knowledge on the disease is essential in order to effectively prevent, diagnose and treat congenital toxoplasmosis1. In conclusion, screening programs of women at childbearing age and upon gestation or at least newborn screening is highly effective for early treatment and prevention of sequelae. Vaccine In addition, toxoplasmosis screening has been a routine program for pregnant women in France, in Austria and in the State of Goias, Brazil as recommended by experts1. Screening of women should begin prior to conception with follow-up monthly tests during pregnancy to detect seroconverion, which is the basis for the French screening program and the Austrian Toxoplasmosis Prevention Programs, recommending routine serologic testing. In Austria, it is recommended three times during pregnancy: in the first, second and third trimesters and in France six times following the initial finding69,70. When one of the tests suggests definite or probable primary maternal infection, treatment is recommended71. An effective vaccine against human T gondii infection is a desirable but difficult target. Only the attenuated live S48 strain of the parasite has been licensed for use in sheep in Europe and New Zealand74. Vaccine candidates that can induce protective Th1 and humoral (including IgA) responses—both systemic and at the intestinal mucosa level— have been the focus of recent research hoping to mimic the lifelong immunity conferred by natural infection. Some of the approaches to vaccine have included use of purified or recombinant T gondii surface antigens, live attenuated or mutant strains of the parasite, or DNA with plasmids encoding colonystimulating factors75-77. Follow-up In Massachusetts, USA, where there is low seroprevalence in the population, only newborns are screened for the presence of T. gondii-specific IgM72 followed by an extensive clinical evaluation and a one-year treatment regimen with combination of pyrimethamine and sulfadiazine71. A recent study screened 364,130 neonates in the United States for T. gondii specific IgM and confirmed 195 cases of congenital toxoplasmosis (1 in 1867). Moreover, no symptoms or at least no progress of the disease was determined during a 7-year follow-up of the treated patients. Based on these findings, the authors suggest including toxoplasmosis in neonatal screening programs73. Although sequelae in infants who are congenitally infected are most often ocular (e.g., chorioretinitis occurring at school age or adolescence), in some cases they are neurologic- for instance, convulsions may lead to discovery of cerebral calcifications or retinal scars. Ocular lesions may recur during childhood, adolescence, or adulthood. Neurologic relapses (e.g., late obstruction of the aqueduct) have also been reported2. Wallon et al reported the clinical evolution of ocular lesions and final visual function, in a prospective cohort of 327 congenitally infected children in France, who were identified by maternal prenatal screening and monitored for up to 14 years78. After 6 years, 79 (24%) children had at least one retinochoroidal lesion. In 23 children, a new lesion was diagnosed within10 years, mainly in a previously healthy location. Normal vision was found in about two thirds of Cost-effectiveness of optional screening programs (no screening, pre-conception or neonates screening, frequency of tests during pregnancy) depends on local factors: incidence of congenital toxoplasmosis, available diagnostic and therapeutic services, 98 Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection 13. children with lesions in one eye, half the children with lesions in both eyes and none had bilateral visual impairment. However, most of the mothers (84%) had been treated. A combination of pyrimethamine and sulfadiazine had been prescribed in all the children (38% before and 72% after birth). 14. 15. Clinicians, parents, and elder children with congenital infection should be informed that late-onset retinal lesions and relapse can occur many years after birth but that the overall ocular prognosis of congenital toxoplasmosis is satisfactory when infection is identified early and treated accordingly78. 16. 17. 18. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. Rorman E, Zamir CS, Rilkis I, Ben-David H. Congenital toxoplasmosis--prenatal aspects of Toxoplasma gondii infection. Reprod Toxicol 2006; 21: 458-472. Remington JS, McLeod R, Thulliez P, Desmonts G. Toxoplasmosis. In: Remington SS, Klein JO, Wilson CB, Baker CJ, eds. Infectious Diseases of the Fetus and Newborn Infant. 6th ed. Philadelphia, PA, IL: Elsevier Saunders; 2006: 947-1091. Kravetz JD, Federman DG. Toxoplasmosis in pregnancy. Am J Med 2005; 118: 212-216. Suzuki Y, Wong SY, Grumet FC, et al. Evidence for genetic regulation of susceptibility to toxoplasmic encephalitis in AIDS patients. J Infect Dis 1996; 173: 265-268. Mack DG, Johnson JJ, Roberts F, Roberts CW, Estes RG, David C, et al. HLA-class II genes modify outcome of Toxoplasma gondii infection. Int J Parasitol 1999; 29: 1351-1358. Fatoohi AF, Cozon GJ, Wallon M, Kahi S, GayAndrieu F, Greenland T, et al. Cellular immunity to Toxoplasma gondii in congenitally infected newborns and immunocompetent infected hosts. Eur J Clin Microbiol Infect Dis 2003; 22: 181-184. Montoya JG, Liesenfeld O. Toxoplasmosis in pregnancy. Lancet 2004;363:1965-1976. Lekutis C, Ferguson DJ, Boothroyd JC. Toxoplasma gondii: identification of a developmentally regulated family of genes related to SAG2. Exp Parasitol 2000;96:89-96. Sibley LD. Intracellular parasite invasion strategies. Science 2004;304(5668):248-253. Kissinger JC, Gajria B, Li L, Paulsen IT, Roos DS. ToxoDB: accessing the Toxoplasma gondii genome. Nucleic Acids Res 2003; 31: 234-236. Chardes T, Buzoni-Gatel D, Lepage A, Bernard F, Bout D. Toxoplasma gondii oral infection induces specific cytotoxic CD8 alpha/beta+ Thy-1+ gut intraepithelial lymphocytes, lytic for parasite-infected enterocytes. J Immunol 1994; 153: 4596-4603 Mineo JR, McLeod R, Mack D, Smith J, Khan IA, Ely KH, et al. Antibodies to Toxoplasma gondii major surface protein (SAG-1, P30) inhibit infection of host cells and are produced in murine intestine after peroral infection. J Immunol 1993; 150: 3951-3964. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 99 Tenter AM, Heckeroth AR, Weiss LM. Toxoplasma gondii: from animals to humans. Int J Parasitol 2000; 30: 1217-58. Jones JL, Kruszon-Moran D, Wilson M, McQuillan G, Navin T, McAuley JB. Toxoplasma gondii infection in the United States: seroprevalence and risk factors. Am J Epidemiol 2001; 154: 357-365. Aslan G, Altıntaş K, Seyrek A, Kültür N, Güngör Ç. Şanlıurfa bölgesindeki kadınlarda Sabin-Feldman testi ile toksoplazma gondii prevalansının saptanması. Erciyes Tıp Dergisi 1998;20:149-153. Güngör Ç, Özsan M, Karaarslan M. Hamileleerde toksoplasma total, IgM ve Ig6 antikor seropozitifliğinin araştırılması. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 2000; 53:91-93. Kapperud G, Jenum PA, Stray-Pedersen B, Melby KK, Eskild A, Eng J. Risk factors for Toxoplasma gondii infection in pregnancy. Results of a prospective case-control study in Norway. Am J Epidemiol 1996; 144: 405-412. Buffolano W, Gilbert RE, Holland FJ, Fratta D, Palumbo F, Ades AE. Risk factors for recent toxoplasma infection in pregnant women in Naples. Epidemiol Infect 1996; 116: 347-351. Bobic B, Jevremovic I, Marinkovic J, Sibalic D, Djurkovic-Djakovic O. Risk factors for Toxoplasma infection in a reproductive age female population in the area of Belgrade, Yugoslavia. Eur J Epidemiol 1998; 14: 605-610. Cook AJ, Gilbert RE, Buffolano W, Zufferey J, Petersen E, Jenum PA, et al. Sources of toxoplasma infection in pregnant women: European multicentre case-control study. European Research Network on Congenital Toxoplasmosis. Bmj 2000; 321: 142-147. Boyer KM, Holfels E, Roizen N, Swisher C, Mack D, Remington J, et al. Risk factors for Toxoplasma gondii infection in mothers of infants with congenital toxoplasmosis: Implications for prenatal management and screening. Am J Obstet Gynecol 2005; 192: 564571. Toker A, İplikçi MT, Ersöz M, Eriş FN.Hamile kadınlarda toksoplazma antikorlarına rastlama sıklığı ve beslenme ile ilişkisi. Türkiye Parazitoloji Dergisi 1994,18:277-285. Jones J, Lopez A, Wilson M. Congenital toxoplasmosis. Am Fam Physician 2003; 67: 21312138. Dubey JP. Toxoplasmosis. J Am Vet Med Assoc 1994; 205: 1593-1598. Antsaklis A, Daskalakis G, Papantoniou N, Mentis A, Michalas S. Prenatal diagnosis of congenital toxoplasmosis. Prenat Diagn 2002; 22: 1107-1111. Dollfus H, Dureau P, Hennequin C, Uteza Y, Bron A, Dufier JL. Congenital toxoplasma chorioretinitis transmitted by preconceptionally immune women. Br J Ophthalmol 1998; 82: 1444-1445. Chemla C, Villena I, Aubert D, Hornoy P, Dupouy D, Leroux B, et al. Preconception seroconversion and maternal seronegativity at delivery do not rule out the risk of congenital toxoplasmosis. Clin Diagn Lab Immunol 2002; 9: 489-490. Silveira C, Ferreira R, Muccioli C, Nussenblatt R, Belfort R, Jr. Toxoplasmosis transmitted to a newborn from the mother infected 20 years earlier. Am J Ophthalmol 2003; 136: 370-371. Lebech M, Joynson DH, Seitz HM, Thulliez P, Gilbert RE, Dutton GN, et al. Classification system and case definitions of Toxoplasma gondii infection Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. in immunocompetent pregnant women and their congenitally infected offspring. European Research Network on Congenital Toxoplasmosis. Eur J Clin Microbiol Infect Dis 1996; 15: 799-805. Lappalainen M, Hedman K. Serodiagnosis of toxoplasmosis. The impact of measurement of IgG avidity. Ann Ist Super Sanita 2004; 40: 81-88. Gay-Andrieu F, Marty P, Pialat J, Sournies G, Drier de Laforte T, Peyron F. Fetal toxoplasmosis and negative amniocentesis: necessity of an ultrasound follow-up. Prenat Diagn 2003; 23: 558-560. McAuley J, Boyer KM, Patel D, Mets M, Swisher C, Roizen N, et al. Early and longitudinal evaluations of treated infants and children and untreated historical patients with congenital toxoplasmosis: the Chicago Collaborative Treatment Trial. Clin Infect Dis 1994; 18: 38-72. Swisher CN, Boyer K, McLeod R. Congenital toxoplasmosis. The Toxoplasmosis Study Group. Semin Pediatr Neurol 1994; 1: 4-25. Gras L, Wallon M, Pollak A, et al. Association between prenatal treatment and clinical manifestations of congenital toxoplasmosis in infancy: a cohort study in 13 European centres. Acta Paediatr 2005; 94: 17211731. Vutova K, Peicheva Z, Popova A, Markova V, Mincheva N, Todorov T. Congenital toxoplasmosis: eye manifestations in infants and children. Ann Trop Paediatr 2002; 22: 213-218. Potasman I, Davidovitch M, Tal Y, Tal J, Zelnik N, Jaffe M. Congenital toxoplasmosis: a significant cause of neurological morbidity in Israel? Clin Infect Dis 1995; 20: 259-262. Montoya JG. Laboratory diagnosis of Toxoplasma gondii infection and toxoplasmosis. J Infect Dis 2002; 185 Suppl 1: S73-82. Hedman K, Lappalainen M, Seppaia I, Makela O. Recent primary toxoplasma infection indicated by a low avidity of specific IgG. J Infect Dis 1989; 159: 736-740. Montoya JG, Liesenfeld O, Kinney S, Press C, Remington JS. VIDAS test for avidity of Toxoplasma-specific immunoglobulin G for confirmatory testing of pregnant women. J Clin Microbiol 2002; 40: 2504-2508. Jenum PA, Stray-Pedersen B, Gundersen AG. Improved diagnosis of primary Toxoplasma gondii infection in early pregnancy by determination of antitoxoplasma immunoglobulin G avidity. J Clin Microbiol 1997; 35: 1972-1977. Lappalainen M, Koskela P, Koskiniemi M, et al. Toxoplasmosis acquired during pregnancy: improved serodiagnosis based on avidity of IgG. J Infect Dis 1993; 167: 691-697. Dannemann BR, Vaughan WC, Thulliez P, Remington JS. Differential agglutination test for diagnosis of recently acquired infection with Toxoplasma gondii. J Clin Microbiol 1990; 28: 19281933. Liesenfeld O, Press C, Montoya JG, et al. Falsepositive results in immunoglobulin M (IgM) toxoplasma antibody tests and importance of confirmatory testing: the Platelia Toxo IgM test. J Clin Microbiol 1997; 35: 174-178. Bobic B, Sibalic D, Djurkovic-Djakovic O. High levels of IgM antibodies specific for Toxoplasma gondii in pregnancy 12 years after primary 45. 46. 47. 48. 49. 50. 51. 52. 53. 54. 55. 56. 57. 58. 59. 60. 100 toxoplasma infection. Case report. Gynecol Obstet Invest 1991; 31: 182-184. Wilson M, Remington JS, Clavet C, Varney G, Press C, Ware D. Evaluation of six commercial kits for detection of human immunoglobulin M antibodies to Toxoplasma gondii. The FDA Toxoplasmosis Ad Hoc Working Group. J Clin Microbiol 1997; 35: 31123115. Hohlfeld P, Daffos F, Costa JM, Thulliez P, Forestier F, Vidaud M. Prenatal diagnosis of congenital toxoplasmosis with a polymerase-chain-reaction test on amniotic fluid. N Engl J Med 1994; 331: 695-699. Romand S, Wallon M, Franck J, Thulliez P, Peyron F, Dumon H. Prenatal diagnosis using polymerase chain reaction on amniotic fluid for congenital toxoplasmosis. Obstet Gynecol 2001; 97: 296-300. Bastien P. Molecular diagnosis of toxoplasmosis. Trans R Soc Trop Med Hyg 2002; 96 Suppl 1: S205S215. Remington JS, Thulliez P, Montoya JG. Recent developments for diagnosis of toxoplasmosis. J Clin Microbiol 2004; 42: 941-945. Pratlong F, Boulot P, Villena I, Issert E, Tamby I, Cazenave J, et al. Antenatal diagnosis of congenital toxoplasmosis: evaluation of the biological parameters in a cohort of 286 patients. Br J Obstet Gynaecol 1996; 103: 552-557. Fricker-Hidalgo H, Pelloux H, Muet F, Racinet C, Bost M, Goullier-Fleuret A, et al. Prenatal diagnosis of congenital toxoplasmosis: comparative value of fetal blood and amniotic fluid using serological techniques and cultures. Prenat Diagn 1997; 17: 831835. Hezard N, Marx-Chemla C, Foudrinier F, et al. Prenatal diagnosis of congenital toxoplasmosis in 261 pregnancies. Prenat Diagn 1997; 17: 1047-1054. Holliman RE, Johnson JD, Constantine G, Bissenden JG, Nicolaides K, Savva D. Difficulties in the diagnosis of congenital toxoplasmosis by cordocentesis. Case report. Br J Obstet Gynaecol 1991; 98: 832-834. Stepick-Biek P, Thulliez P, Araujo FG, Remington JS. IgA antibodies for diagnosis of acute congenital and acquired toxoplasmosis. J Infect Dis 1990; 162: 270-273. Krahenbuhl JL, Gaines JD, Remington JS. Lymphocyte transformation in human toxoplasmosis. J Infect Dis 1972; 125: 283-288. Wilson CB, Desmonts G, Couvreur J, Remington JS. Lymphocyte transformation in the diagnosis of congenital toxoplasma infection. N Engl J Med 1980; 302: 785-788. McLeod R, Mack DG, Boyer K, Mets M, Roizen N, Swisher C, et al. Phenotypes and functions of lymphocytes in congenital toxoplasmosis. J Lab Clin Med 1990; 116: 623-635. Foulon W, Villena I, Stray-Pedersen B, et al. Treatment of toxoplasmosis during pregnancy: a multicenter study of impact on fetal transmission and children's sequelae at age 1 year. Am J Obstet Gynecol 1999; 180: 410-415. Gras L, Gilbert RE, Ades AE, Dunn DT. Effect of prenatal treatment on the risk of intracranial and ocular lesions in children with congenital toxoplasmosis. Int J Epidemiol 2001; 30: 1309-1313. Gilbert R, Dunn D, Wallon M, Hayde M, Prusa A, Lebech M, et al. Ecological comparison of the risks of mother-to-child transmission and clinical Marmara Medical Journal 2008;21(1);089-101 Nazan Dalgııç Congenital toxoplasma gondii infection 61. 62. 63. 64. 65. 66. 67. 68. 69. manifestations of congenital toxoplasmosis according to prenatal treatment protocol. Epidemiol Infect 2001; 127: 113-120. Luder CG, Giraldo-Velasquez M, Sendtner M, Gross U. Toxoplasma gondii in primary rat CNS cells: differential contribution of neurons, astrocytes, and microglial cells for the intracerebral development and stage differentiation. Exp Parasitol 1999; 93: 23-32. Gilbert R, Gras L. Effect of timing and type of treatment on the risk of mother to child transmission of Toxoplasma gondii. Bjog 2003; 110: 112-120. Ricci M, Pentimalli H, Thaller R, Rava L, Di Ciommo V. Screening and prevention of congenital toxoplasmosis: an effectiveness study in a population with a high infection rate. J Matern Fetal Neonatal Med 2003; 14: 398-403. Szenasi Z, Ozsvar Z, Nagy E, Jeszenszky M, Szabo J, Gellen J, et al. Prevention of congenital toxoplasmosis in Szeged, Hungary. Int J Epidemiol 1997; 26: 428435. Wilson CB, Remington JS. What can be done to prevent congenital toxoplasmosis? Am J Obstet Gynecol 1980 ;138:357-363. Foulon W, Naessens A, Ho-Yen D. Prevention of congenital toxoplasmosis. J Pernat Med 2000;28:337345. Çetin N, Elmas B, Büyükpatır F, Güneş T. Yenidoğanlarda toksoplazma antikor prevalansı ve konjenital toksoplazma enfeksiyonu sıklığı. Erciyes Tıp Dergisi 2000;22:141-149. ACOG practice bulletin. Perinatal viral and parasitic infections. Number 20, September 2000. (Replaces educational bulletin number 177, February 1993). American College of Obstetrics and Gynecologists. Int J Gynaecol Obstet 2002; 76: 95-107. Thulliez P. Screening programme for congenital toxoplasmosis in France. Scand J Infect Dis Suppl 1992; 84: 43-45. 70. 71. 72. 73. 74. 75. 76. 77. 78. 101 Aspock H, Pollak A. Prevention of prenatal toxoplasmosis by serological screening of pregnant women in Austria. Scand J Infect Dis Suppl 1992; 84: 32-7. Lopez A, Dietz VJ, Wilson M, Navin TR, Jones JL. Preventing congenital toxoplasmosis. MMWR Recomm Rep 2000; 49: 59-68. Hsu HW, Grady GF, Maguire JH, Weiblen BJ, Hoff R. Newborn screening for congenital Toxoplasma infection: five years experience in Massachusetts, USA. Scand J Infect Dis Suppl 1992; 84: 59-64. Neto EC, Rubin R, Schulte J, Giugliani R. Newborn screening for congenital infectious diseases. Emerg Infect Dis 2004; 10: 1068-1073. Buxton D, Innes EA. A commercial vaccine for ovine toxoplasmosis. Parasitology 1995; 110 Suppl: S11S16. Bulow R, Boothroyd JC. Protection of mice from fatal Toxoplasma gondii infection by immunization with p30 antigen in liposomes. J Immunol 1991; 147: 3496-3500. Petersen E, Nielsen HV, Christiansen L, Spenter J. Immunization with E. coli produced recombinant T. gondii SAG1 with alum as adjuvant protect mice against lethal infection with Toxoplasma gondii. Vaccine 1998; 16: 1283-1289. Ismael AB, Sekkai D, Collin C, Bout D, Mevelec MN. The MIC3 gene of Toxoplasma gondii is a novel potent vaccine candidate against toxoplasmosis. Infect Immun 2003; 71: 6222-8. Wallon M, Kodjikian L, Binquet C, Garweg J, Fleury J, Quantin C, et al. Long-term ocular prognosis in 327 children with congenital toxoplasmosis. Pediatrics 2004; 113: 1567-1572. DERLEME ALS PATOFİZYOLOJİSİ: NEYİ, NE KADAR BİLİYORUZ? Kayıhan Uluç, Barış İşak, Tülin Tanrıdağ, Önder Us Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Nöroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Amyotrofik lateral skleroz (ALS) esas olarak serebral korteks, beyin sapı ve spinal korddaki motor nöronları etkileyen progresif seyirli nörodejeneratif bir hastalıktır. Çoğu vakanın sporadik olduğu ALS’de familyal geçiş %5-10’dur ve bunların yaklaşık olarak %10-20’sinde neden süperoksid dismutaz-1 enziminde meydana gelen mutasyondur. Familyal ve sporadik vakaların klinik ve patolojik bulguları birbirlerine büyük benzerlikler göstermektedir. Bu özgün derleme yazısında ALS’nin patofizyolojisinde etkili olduğu öne sürülen mekanizmalar varsayımsal tümleyici bir model ile tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: ALS, Patofizyoloji, Varsayımsal tümleyici model PATHOPHYSIOLOGY OF ALS: WHAT AND HOW MUCH DO WE KNOW? ABSTRACT Amyotrophic lateral sclerosis is a progressive neurodegenerative disorder, primarily involving motor neurons in the cerebral cortex, brainstem and spinal cord. Most cases are sporadic, although 5-10% are familial, with 10-20% being linked to mutations in the enzyme superoxide dismutase-1. The clinical and pathological features of familial and sporadic cases are strikingly similar. In this review, the proposed mechanisms underlying the pathophysiology of ALS are focused with a hypothetical integrative model. Keywords: ALS, Pathophysiology, Hypothetical integrative model GİRİŞ 2/100.000, prevelansının ise 1-9/100.000 olduğu bildirilmektedir3,4. Erkeklerde kadınlara oranla 1.7 kat daha fazla görüldüğü bildirilse de, son 40 yıl içinde yapılmış olan çalışmalarda bu oranın giderek azaldığı gözlenmektedir4. ALS’li çoğu vaka 2-3 yıl içinde kaybedilmekte, 5 yıllık sağkalım oranı %10-20 olarak bildirilmektedir5. Çoğu vakanın sporadik olduğu ALS’de familyal geçiş %5-10’dur ve bunların yaklaşık olarak %10-20’sinde neden Cu/Zn süperoksid dismutaz-1 (SOD1) enziminde meydana gelen mutasyondur. Familyal ve sporadik vakaların klinik ve patolojik bulguları birbirlerine büyük benzerlikler göstermektedir. ALS, klinik olarak kolayca tanınabilse de, altta yatan patofizyolojik süreçlerin çeşitliliği patofizyolojisinin karışık olduğu düşüncesini Amyotrofik lateral skleroz (ALS) esas olarak serebral korteks, beyin sapı ve spinal korddaki motor nöronları etkileyen progresif seyirli Bir nörodejeneratif bir hastalıktır1. zanaatkarın oğlu olarak 1825 yılında Paris’te doğan ve sadece dönemine değil günümüzün tıp dünyasına da nöroanatomi, klinik nöroloji, psikiyatri ve genel tıp dallarında sayısız eser bırakan Jean-Martin Charcot tarafından 1874 yılında tanımlanan bu hastalık adını gri cevher (amyotrofi) ile beyaz cevheri (lateral skleroz) eş zamanlı tutmasından almıştır2. Charcot hastalığı, motor nöron hastalığı, Lou Gehrig (Amerikalı ünlü bir beyzbol oyuncusu) hastalığı adlarıyla da anılan bu hastalığın insidansının yaklaşık olarak 1İletişim Bilgileri: Dr. Kayıhan Uluç Nöroloji Anabilim Dalı, Tıp Fakültesi Hasthanesi, Marmara Üniversitesi, Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 102 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? doğurmuştur. Aslında bu görece karışıklık, birbiriyle ilişkisi olan ve birbirinden beslenen birden fazla mekanizmanın oluşturduğu döngülerin anlaşılması ile aşılabilir. devreye girmekte ve antioksidan etkiyle süperoksidi hidrojen perokside dönüştürmektedir (Şekil 1). Familyal ALS’de mutasyona uğramış SOD1 enzimi sitotoksiktir. Bu sitotoksisite için öne sürülen mekanizmalardan biri, SOD1 fonksiyon kaybının başlattığı apoptotik süreçtir 12,13. Ancak bu varsayımsal mekanizmaya karşıt veri, SOD1’in ortadan kaldırıldığı hayvan modellerinde motor nöron ölümünün gerçekleşmemesi ile sunulmuştur14. Yani, SOD1’in sitotoksik olması için ortamda bulunması ama antioksidan görevini yerine farklı bir göreve sahip olması 9,15 gerekmektedir . Mutasyondan sonra ortaya çıkan SOD1 enzimi, çinkodan-eksik formdur. Bu yeni gelişen anormal form, süperoksid temizleme görevini bırakıp, hücresel antioksidanlardan elektron çalmakta ve bu elektronları oksijene taşıyarak daha fazla süperoksid oluşmasına neden olmaktadır. Fazladan oluşan süperoksid ve onunla çok hızlı reaksiyona giren peroksinitrit nitrozatif strese ve apoptoza neden olmaktadır9. Bu özgün derleme yazısında ALS’nin patofizyolojisinde etkili olduğu düşünülen mekanizmalar incelenecek, niçin selektif motor nöron hasarı olduğu, mesane ve ekstraoküler kas fonksiyonlarının niçin korunduğu tartışılacak, familyal ALS (FALS) için öne sürülen patofizyolojik mekanizmalarının, sporadik ALS’yi öngörüp göremeyeceği cevaplanmaya çalışılacaktır. ÖNE SÜRÜLEN MEKANİZMALAR: 1. SOD1 MUTASYONU (Genetik ALS, Familyal ALS): Süperoksid dismutaz enzim ailesinin üç üyesi olup, SOD1 (Cu-Zn SOD / sitozolik SOD) enzimi familyal ALS ile ilişkili olandır. Otozomal dominant, X’e bağlı ve otozomal resesif geçişi bildirilen ALS’nin familyal formu, sporadik form ile dikkati çeker tarzda benzerlik gösterdiğinden SOD mutasyonlarının etkilerini anlamak sporadik ALS hastalığının biyokimyasal temellerine ışık tutabilir. FALS patogenezinde bir diğer önemli mekanizma nörofilamanların nitras9,16,17 yonudur . Motor nöronlar, uzun aksonları yüzünden çok sayıda, birbirleriyle ilişkide olan nörofilaman proteini içermektedir. Nörofilamanların bir araya gelişi engellendiğinde, ki bu engellemeyi mutant SOD1 enziminin ürettiği peroksinitrit gerçekleştirmektedir, nörofilaman alt ünitelerindeki çok sayıda tirozin nitrasyona karşı açık hale gelmektedir17. Nitrasyona uğramış küçük bir nörofilaman alt ünitesi, nitratlanmamış nörofilaman ağlarını bozmakta ve ALS’de dejenere motor nöronların soma ve proksimal aksonlarında bulunan aberan nörofilaman agregatları oluşmaktadır18. ALS’li hastalarda SOD1 mutasyonuna ilişkin ilk yayın 1993 yılında çıkmıştır6. O evrede yalnızca 13 adet olarak saptanan mutasyon sayısı günümüzde 100’ü geçmiştir7,8. Bu mutasyonların çoğu nokta mutasyonu, geri kalanı ise az sayıda delesyon veya insersiyondur9. Görece olarak az sayıda bulunan motor nöronlar, somatik çapları geniş, aksonları uzun, metabolik hızları yüksek ve oksidatif strese yatkın hücrelerdir10,11. Güçlü bir oksidan olan oksijen molekülü, başka moleküllerden elektron alarak diğer güçlü oksidan molekülü olan süperoksid anyonuna dönüşmektedir. SOD enzimi bu aşamada Şekil 1: SOD enziminin işlevi 103 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? Nörofilamanların önemli özelliklerinden biri muazzam derecede çinko bağlama kapasiteleridir ki, nörofilamanlar invitro koşullarda SOD ile çinko bağlama özellikleri açısından yarışabilirler. Motor nöronlardaki yoğun nörofilaman konsantrasyonu, bu filamanların yüksek çinko bağlama kapasiteleri ile birleştiğinde bu bulgular, ALS’de motor nöronların spesifik olarak SOD ile hasarlanmasını açıklayabilir. Nörofilamanlar ve çinko-eksik SOD’lar arasındaki ilişki motor nöronların ölümü ile sonuçlanan tehlikeli bir döngüye sebep olabilir. Nörofilamanlara bağlanan çinko arttıkça, daha fazla çinko-eksik SOD birikecek, daha fazla peroksinitrit oluşacak, bu peroksinitrit nörofilamanları nitraze edecek, ve apoptozu aktive edecek yeterli peroksinitrit oluşana kadar daha fazla nörofilaman agregatı oluşacaktır9. Öne sürülen bir başka mekanizma ise mutant SOD1 proteininin yapısının kararsız hale gelmesi, yanlış katlanması ve hücre içinde çözünmeyen toksik agregatlar halinde birikmesidir19-21. Bu agregatların, doğrudan ve dolaylı olarak motor nöronlar için toksik olduğu ve onların ölümünü tetiklediği öne sürülmektedir. vurgulamaktadır. Glutamat toksisitesinin anlaşılabilmesi için normal glutamat döngüsünün bilinmesi gereklidir. Glutamat, presinaptik nöronlarda ya glutaminaz enzimi sayesinde glutamin’den ya da glutamat dehidrogenaz enzimi tarafından alfa-ketoglutarat’dan elde edilir. Sinaptik boşluğa geçtiğinde postsinaptik bölgede yer alan reseptörleri ile etkileşime geçer. Bu reseptörler, iyonotrofik olan NMDA, AMPA/kainat reseptörleri ile 3 grup metabotrofik (G proteini ile ilişkili olan) reseptördür. Reseptör aktivasyonu ile hücre içine kalsiyum girişi gerçekleşir. Glutamatın postsinaptik reseptörler üzerinde yapmış olduğu uyarıcı sinyalin sonlandırılması aktif bir işlemi gerektirmekte olup, bu işlemi gerçekleştiren taşıyıcı sistemlerinin çoğu çevre glia hücrelerinde (EAAT1 ve EAAT2) az kısmı ise nöronların üzerindedir (EAAT3). Aktif olarak ortamdan uzaklaştırılan glutamat, glutamin sentetaz enzimi tarafından glutamine dönüşmekte ve presinaptik nörona geçen glutamin ile glutamat döngüsü yeniden başlamaktadır11. Eksitotoksisitenin gerçekleşmesi için ya glutamat aşırı eksprese edilmeli, veya normal konsantrasyonda olmalı ama etki gösterdiği reseptörler bir şekilde aşırı uyarılmalı veya glutamatın ortamdan uzaklaştırılmasında bir problem olmalıdır. Günümüzde, ALS patofizyolojisinde glutamatın rolüne ait pek çok kanıt bulunmaktadır (Tablo I). Bu kanıtların doğruluğu çelişkili olup bu yazıda, en çok üzerinde durulan varsayımlar anlatılmaya çalışılacaktır. 2. EKSİTOTOKSİSİTE / Kalsiyum VARSAYIMI: Santral sinir sisteminin ana eksitatör nöromediatörü olan glutamatın anormal artmış aktivitesine bağlı gelişen hücre ölümü olarak özetlenebilecek eksitotoksisite, özellikle inme ve kafa travmasından sonra akut evrede gelişen hücre ölümüyle ilişkilendirilmiştir. Ancak, yapılan çalışmalar yavaş gelişen nörodejeneratif hastalıklarda da eksitotoksisitenin rolünü Tablo I. ALS patogenezinde glutamat-aracılı toksisitenin rolüne ait kanıtlar Plazma, BOS ve dokudaki glutamat seviyelerinin artmış olması22-24 Glutamat taşıyıcı mekanizmalardaki anormallikler11, 25, 26 ALS’li hastalarda antiglutaminerjik tedavinin etkinliği27-30 Glutamat aracılı mitokondrial hasarlanma31, 32 Motor nöronlarca eksprese edilen reseptörlerin moleküler profilleri33 Bozulmuş NO regülasyonu11 Motor nöronları eksitotoksisiteye maruz bırakan faktörler 11, 34 104 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? ALS patofizyolojisinde, glutamat reseptörleri arasında en önemli role AMPA/kainat reseptörleri sahiptir. Yapılan çalışmalar NMDA reseptörlerinin özellikle akut glutamat toksisitesinden sorumlu olduğunu göstermekteyken, NMDA reseptör blokajının ALS için etkin olmadığı saptanmıştır35,36. Öte yandan, insanlarda motor nöron hasarına yol açan 3 çevresel toksinin AMPA reseptörleri üzerinden etki gösteriyor olması37, AMPA reseptör agonistleri hastalığa yol açarken38,39, antagonistlerinin motor nöron hasarını durdurması40-42, AMPA/kainat reseptörlerinin ALS patofizyolojisindeki rolüne işaret etmektedir43. Ayrıca, çoğu AMPA/kainat reseptörü GluR2 AMPA alt üniteleri sayesinde kalsiyum geçişine karşı dirençliyken, motor nöronlarda bu alt ünitenin olmayışının seçici motor nöron ölümüne neden olduğu bildirilmiştir38,44,45. uzaklaştırılması gerekmektedir. Glia hücrelerinde yerleşmiş, SSS’de yaygın olarak bulunan ana glutamat taşıyıcısı olan EAAT2’nin (GLT1)49, ALS’li hastalarda anlamlı derecede az eksprese edildiği bildirilmiştir25,26. Ayrıca, ALS’de hasarlandığı saptanan EAAT2 taşıyıcılarının, motor nöronların hemen bitişiğinde yer alan astrositik yapılarda konsantre oldukları saptanmıştır50,51. Bu yakın yerleşim, glutamat taşıyıcılarının motor nöronların fonksiyonu ve sağkalımı için önemleri yanında, motor nöronlar tarafından üretilen serbest oksijen radikallerinin (SOR) bu taşıyıcılara karşı olası toksik etkilerini de açıklayabilir. Yakın zamanda gerçekleştirilen invitro çalışmalarda, eksitotoksik aktivasyona cevap olarak motor nöronların yoğun olarak SOR ürettikleri ve bu SOR’larında motor nöronlardan çıktıktan sonra komşu astrositleri hasarladıkları gösterilmiştir50. Ancak yine de, glutamat taşıyıcılarında meydana gelen değişikliklerin primer bir hasarı mı gösterdiği yoksa, meydana gelmiş olan motor nöron hasarını kompanze etmek için gelişen koruyucu bir mekanizma mı olduğu hala açıklığa kavuşabilmiş değildir. Hücrelerin eksitotoksisiteden korunmasının yollarından biri düzgün kalsiyum homoestazına sahip olmalarıdır. Yoksa, artmış kalsiyum ikincil mesajcı olarak pek çok kaskadı tetiklemekte ve hücre ölümüne neden olmaktadır46. Bunun önlenmesi için hücre içinde kompleks bir düzenek bulunmakta ve kalsiyumun toksik etkileri bu sayede önlenmektedir. Ancak, ALS’de kalsiyumun mitokondrial ve sitozolik tamponlanmasının az olduğu43,46 ve kalsiyum bağlayıcı proteinlerin ekprese edilmediği Bu tamponlanyıcı bildirilmiştir47,48. proteinlerin motor nöron hasarlanmasının erken geliştiği kortikal, spinal ve alt kraniyal sinir motor nöronlarında eksprese edilmediği, geç hasarlanan veya hiç hasarlanmayan motor nöronlarda (Onuf nukleusu, 3-4-6. kraniyal sinir nukleusları) ise yeterli düzeyde eksprese edildikleri gösterilmiştir47. Bu veri, ALS’de mesane ve ekstraoküler kas fonksiyonlarının korunmasını açıklayabilir. 3. MİTOKONDRİAL HASARLANMA: Mitokondri, hücrenin enerji kaynağı olan çok önemli bir organeldir. Son yıllarda nörodejenerasyon üzerine yapılan bir çok çalışmada mitokondrinin önemi hem enerji üzerine, hem de intrinsik apoptotik süreçlere olan etkisi nedeni ile vurgulanmaktadır7. Sporadik ALS vakalarında mitokondrinin morfolojik ve yapısal anormallikleri ilk olarak otopsi çalışmalarında gösterilmiştir. ALS’li hastaların iskelet kaslarında ve intramusküler sinirlerinde anormal mitokondri agregatları bulunması, proksimal aksonlarında ve spinal kordlarının ön boynuz hücrelerinde morfolojik değişiklikler saptanması bu konudaki örneklerdendir52-54. ALS’li hastaların kas biyopsilerinde artmış mitokondrial hacim saptanmış ve mitokondrilerin içinde kalsiyum seviyesinin yükseldiği tespit edilmiştir55. Ayrıca, ALS’li hastaların mitokondrial solunum zincirinin kompleks 1 ve 4’ünde hata tespit edilmiştir5658 . Sadece sporadik vakalardan değil, aynı zamanda FALS vakalarından gelen veriler, Glutamat toksisitesi için, glutamat salınımının artması ve reseptör aktivasyonunda meydana gelen değişiklikler dışında önemli bir diğer mekanizma yukarıda da sözü edilen glutamatın ortamdan kaldırılmasında meydana gelen problemlerdir. Glutamatın etkisinin sonlandırılması için taşıyıcıları tarafından aktif olarak sinaptik aralıktan 105 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? mitokondrinin ALS patofizyolojisindeki rolünü aydınlatmaktadır59,60. Solunum zincirinde meydana gelen bozukluk, mitokondride artmış kalsiyum yükü ve kalsiyumun yetersiz tamponlanması, SOR üretiminin artması gibi değişik basamaklar sonucunda apoptotik kaskadlar tetiklenmekte, anti-apoptotik mekanizmalar işlevlerini kaybetmektedir. nöronlarda kalsiyumun toksik etkileri ile ortaya çıkan serbest oksijen radikalleri ve ona eşlik eden nitrozatif stres hem hücre içinde hem de çevre hücrelerde geri dönüşümsüz hasarlanmalara yol açmaktadır. Bu aşamada meydana gelen anormal nörofilaman agregatları ve onların SOD enzimi ile karşılıklı yıkıcı ilişkileri bu hasarlanmayı arttırmaktadır. Hasarlanan organellerden belki de en önemlisi, hücre enerji kaynağı olan mitokondridir. Yüksek oranda enerji ihtiyacı olan, metabolik hızı yüksek, büyük hacimli, uzun aksonlu motor nöronun ana enerji vericisi olan mitokondri hastalandığında motor nöronun sağkalım şansı giderek azalmaktadır. Motor nöronun hasarlanmış mitokondrisinin de arttırdığı oksidatif stres ile komşu mikroglia ve astrosit hücrelerinin bu döngüye katılması, aktive olmuş mikroglia hücrelerinin yarattığı toksik etkiler, bunun tersine koruyucu astrosit hücrelerinin hasarlanması ve yeteri kadar ortamdaki artmış glutamatı temzileyememesi bu kısır döngüyü tamamlamaktadır. 4. NÖROİNFLAMASYON VARSAYIMI: Bu konudaki verilerin çoğu, ALS’nin yalnızca motor nöronları değil, aynı zamanda nöronal olmayan, komşu glial hücreleri de etkileyen bir hastalık olduğunun anlaşılmasından sonra elde edilmiştir61. Mutant SOD1 enziminin tek başına motor nöron hasarı yapmaması, etkin olabilmesi için ortamda mutlaka nöronal olmayan hücrelerin olması gerekliliği yapılan çalışmalarda gösterilmiştir62-64. Ayrıca, biyokimyasal kanıtlar ve gen ekspresyon profillemesi ile motor nöron dejenerasyonunun öncesinde ve dejenerasyon sırasında inflamatuar kaskadların aktive olduğu bildirilmiştir65,66. Mikroglial aktivasyon SOR, nitrik oksit, proteaz ve proinflamatuar sitokinlerin üretimini arttırmakta ve hücre ölümünü kolaylaştırmaktadır. Normal şartlar altında, aktive olmuş mikrogliaların yaratmış olduğu bu durum, astrositlerin koruyucu etkileri ile tamponlanabilirken, ALS’de mikrogliaların sitotoksik etkileri, astrositlerin koruyucu etkilerini yenmektedir. ÇIKARIMLAR: Öne sürülen mekanizmalar değerlendirildiği zaman aslında ALS patofizyolojisinin çok karışık olmadığı anlaşılabilir. FALS patofizyolojisi için öne sürülen pek çok kanıt, sporadik ALS için de geçerlidir. Elimizdeki veriler ışığında bilinmesi gereken, tek bir mekanizmanın değil, birbirini besleyen birden fazla mekanizmanın oluşturduğu bir döngünün varlığıdır. Bu bağlamda, izole bir motor nöron hasarlanmasından ziyade, onun komşuluğunda yer alan mikroglial hücreler ve astrositlerin de işin içine girmesi gerekmektedir. Bu bilgiler bize ALS tedavisinde şimdiye kadar yapılan çoğu çalışmanın başarısızlığının nedenini de söylemektedir. Tek bir mekanizma üzerinden yürütülen tedavi girişimlerinin başarılı olması mümkün görünmemektedir, ancak diğer olası mekanizmaları da bloke edecek bir tedavi kompleksinin etkili olma şansı vardır. Ayrıca, klinik bulgular belirmeden çok önce başlayan nörodejeneratif süreci gösterebilen bir biyolojik belirleyicinin henüz tanımlanmamış olması bir başka dezavantajdır, çünkü tedaviye başlandığında kurtarılabilecek az sayıda ve yetersiz hücre bulunmaktadır. VARSAYIMSAL TÜMLEYİCİ MODEL: Şu ana kadar açıklanmaya çalışılan mekanizmaları bir araya getirerek normal fizyolojik model ve ALS patofizyolojisi için varsayımsal bir model yaratmak mümkündür (Şekil 2a-2b). Hipoksi, çevresel toksinler, travma, inflamasyon, infeksiyon, mutant SOD1 veya EAAT2 eksikliğine ikincil olarak glutamat düzeyi artınca, bu glutamat motor nöronlarda yer alan kalsiyum geçirgen-GluR2 alt ünitesi olmayan veya iyi çalışmayan AMPA/kainat reseptörleri üzerinden etki göstermekte ve motor nöron içine yüksek oranda kalsiyum girişine neden olmaktadır. Hem sitozolik, hem de mitokondrial kalsiyum tamponlama mekanizmaları iyi çalışmayan motor 106 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? Şekil 2a: Normal fizyolojik model 107 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? Şekil 2b: Varsayımsal tümleyici model 108 Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. Brooks BR. El Escorial World Federation of Neurology criteria for the diagnosis of amyotrophic lateral sclerosis. Subcommittee on Motor Neuron Diseases/Amyotrophic Lateral Sclerosis of the World Federation of Neurology Research Group on Neuromuscular Diseases and the El Escorial "Clinical limits of amyotrophic lateral sclerosis" workshop contributors. J Neurol Sci 1994;124 Suppl:96-107. Goetz CG. Amyotrophic lateral sclerosis: early contributions of Jean-Martin Charcot. Muscle Nerve 2000;23:336-343. Nelson LM. Epidemiology of ALS. Clin Neurosci 1995;3:327-331. Beghi E, Logroscino G, Chio A, et al. The epidemiology of ALS and the role of populationbased registries. Biochim Biophys Acta 2006;1762(11-12):1150-1157. Traynor BJ, Codd MB, Corr B, Forde C, Frost E, Hardiman OM. Clinical features of amyotrophic lateral sclerosis according to the El Escorial and Airlie House diagnostic criteria: A population-based study. Arch Neurol 2000;57:1171-1176. Rosen DR, Siddique T, Patterson D, et al. Mutations in Cu/Zn superoxide dismutase gene are associated with familial amyotrophic lateral sclerosis. Nature 1993;362(6415):59-62. Manfredi G, Xu Z. Mitochondrial dysfunction and its role in motor neuron degeneration in ALS. Mitochondrion 2005;5:77-87. Vandenberghe N. [Where is the role of the genetic investigations in ALS?]. Rev Neurol (Paris) 2006;162 Spec No 2:4S96-94S101. Beckman JS, Estevez AG, Crow JP, Barbeito L. Superoxide dismutase and the death of motoneurons in ALS. Trends Neurosci 2001;24(11 Suppl):S15-20. Parkes TL, Elia AJ, Dickinson D, Hilliker AJ, Phillips JP, Boulianne GL. Extension of Drosophila lifespan by overexpression of human SOD1 in motorneurons. Nat Genet 1998;19:171-174. Heath PR, Shaw PJ. Update on the glutamatergic neurotransmitter system and the role of excitotoxicity in amyotrophic lateral sclerosis. Muscle Nerve 2002;26:438-458. Rothstein JD, Bristol LA, Hosler B, Brown RH, Jr., Kuncl RW. Chronic inhibition of superoxide dismutase produces apoptotic death of spinal neurons. Proc Natl Acad Sci U S A 1994;91:4155-4159. Greenlund LJ, Deckwerth TL, Johnson EM, Jr. Superoxide dismutase delays neuronal apoptosis: a role for reactive oxygen species in programmed neuronal death. Neuron 1995;14:303-315. Reaume AG, Elliott JL, Hoffman EK, et al. Motor neurons in Cu/Zn superoxide dismutase-deficient mice develop normally but exhibit enhanced cell death after axonal injury. Nat Genet 1996;13:43-47. Estevez AG, Sampson JB, Zhuang YX, et al. Liposome-delivered superoxide dismutase prevents nitric oxide-dependent motor neuron death induced by trophic factor withdrawal. Free Radic Biol Med 2000;28:437-446. Beckman JS, Carson M, Smith CD, Koppenol WH. ALS, SOD and peroxynitrite. Nature 1993;364(6438):584. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 109 Crow JP, Ye YZ, Strong M, Kirk M, Barnes S, Beckman JS. Superoxide dismutase catalyzes nitration of tyrosines by peroxynitrite in the rod and head domains of neurofilament-L. J Neurochem 1997;69:1945-1953. Bogdanov MB, Ramos LE, Xu Z, Beal MF. Elevated "hydroxyl radical" generation in vivo in an animal model of amyotrophic lateral sclerosis. J Neurochem 1998;71:1321-1324. Tiwari A, Hayward LJ. Familial amyotrophic lateral sclerosis mutants of copper/zinc superoxide dismutase are susceptible to disulfide reduction. J Biol Chem 2003;278:5984-5992. Hayward LJ, Rodriguez JA, Kim JW, et al. Decreased metallation and activity in subsets of mutant superoxide dismutases associated with familial amyotrophic lateral sclerosis. J Biol Chem 2002;277:15923-15931. Bruijn LI, Houseweart MK, Kato S, et al. Aggregation and motor neuron toxicity of an ALSlinked SOD1 mutant independent from wild-type SOD1. Science 1998;281:1851-1854. Gredal O, Moller SE. Effect of branched-chain amino acids on glutamate metabolism in amyotrophic lateral sclerosis. J Neurol Sci 1995;129:40-43. Plaitakis A, Caroscio JT. Abnormal glutamate metabolism in amyotrophic lateral sclerosis. Ann Neurol 1987;22:575-579. Plaitakis A, Constantakakis E, Smith J. The neuroexcitotoxic amino acids glutamate and aspartate are altered in the spinal cord and brain in amyotrophic lateral sclerosis. Ann Neurol 1988;24: 446-449. Fray AE, Ince PG, Banner SJ, et al. The expression of the glial glutamate transporter protein EAAT2 in motor neuron disease: an immunohistochemical study. Eur J Neurosci 1998;10:2481-2489. Rothstein JD, Van Kammen M, Levey AI, Martin LJ, Kuncl RW. Selective loss of glial glutamate transporter GLT-1 in amyotrophic lateral sclerosis. Ann Neurol 1995;38:73-84. Bensimon G, Lacomblez L, Meininger V. A controlled trial of riluzole in amyotrophic lateral sclerosis. ALS/Riluzole Study Group. N Engl J Med 1994;330:585-591. Lacomblez L, Bensimon G, Leigh PN, Guillet P, Meininger V. Dose-ranging study of riluzole in amyotrophic lateral sclerosis. Amyotrophic Lateral Sclerosis/Riluzole Study Group II. Lancet 1996;347(9013):1425-1431. Louvel E, Hugon J, Doble A. Therapeutic advances in amyotrophic lateral sclerosis. Trends Pharmacol Sci 1997;18:196-203. Ludolph AC, Meyer T, Riepe MW. The role of excitotoxicity in ALS--what is the evidence? J Neurol 2000;247 Suppl 1:I7-16. Shaw PJ, Ince PG. Glutamate, excitotoxicity and amyotrophic lateral sclerosis. J Neurol 1997;244 Suppl 2:S3-14. Stout AK, Raphael HM, Kanterewicz BI, Klann E, Reynolds IJ. Glutamate-induced neuron death requires mitochondrial calcium uptake. Nat Neurosci 1998;1:366-373. Shaw PJ, Ince PG, Matthews JN, Johnson M, Candy JM. N-methyl-D-aspartate (NMDA) receptors in the spinal cord and motor cortex in motor neuron disease: a quantitative autoradiographic study using [3H]MK801. Brain Res 1994;637:297-302. Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. Shaw PJ, Eggett CJ. Molecular factors underlying selective vulnerability of motor neurons to neurodegeneration in amyotrophic lateral sclerosis. J Neurol 2000;247 Suppl 1:I17-27. Askmark H, Aquilonius SM, Gillberg PG, Liedholm LJ, Stalberg E, Wuopio R. A pilot trial of dextromethorphan in amyotrophic lateral sclerosis. J Neurol Neurosurg Psychiatry 1993;56:197-200. Blin O, Azulay JP, Desnuelle C, Bille-Turc F, Braguer D, Besse D, et al. A controlled one-year trial of dextromethorphan in amyotrophic lateral sclerosis. Clin Neuropharmacol 1996;19:189-192. Weiss JH, Sensi SL. Ca2+-Zn2+ permeable AMPA or kainate receptors: possible key factors in selective neurodegeneration. Trends Neurosci 2000;23:365371. Carriedo SG, Yin HZ, Weiss JH. Motor neurons are selectively vulnerable to AMPA/kainate receptormediated injury in vitro. J Neurosci 1996;16:40694079. Ikonomidou C, Qin Qin Y, Labruyere J, Olney JW. Motor neuron degeneration induced by excitotoxin agonists has features in common with those seen in the SOD-1 transgenic mouse model of amyotrophic lateral sclerosis. J Neuropathol Exp Neurol 1996;55:211-224. Mennini T, Cagnotto A, Carvelli L, et al. Biochemical and pharmacological evidence of a functional role of AMPA receptors in motor neuron dysfunction in mnd mice. Eur J Neurosci 1999;11:1705-1710. Canton T, Bohme GA, Boireau A, et al. RPR 119990, a novel alpha-amino-3-hydroxy-5-methyl-4isoxazolepropionic acid antagonist: synthesis, pharmacological properties, and activity in an animal model of amyotrophic lateral sclerosis. J Pharmacol Exp Ther 2001;299:314-322. Van Damme P, Leyssen M, Callewaert G, Robberecht W, Van Den Bosch L. The AMPA receptor antagonist NBQX prolongs survival in a transgenic mouse model of amyotrophic lateral sclerosis. Neurosci Lett 2003;343:81-84. Rao SD, Weiss JH. Excitotoxic and oxidative crosstalk between motor neurons and glia in ALS pathogenesis. Trends Neurosci 2004;27:17-23. Vandenberghe W, Robberecht W, Brorson JR. AMPA receptor calcium permeability, GluR2 expression, and selective motoneuron vulnerability. J Neurosci 2000;20:123-132. Van Damme P, Van Den Bosch L, Van Houtte E, Callewaert G, Robberecht W. GluR2-dependent properties of AMPA receptors determine the selective vulnerability of motor neurons to excitotoxicity. J Neurophysiol 2002;88:1279-1287. von Lewinski F, Keller BU. Ca2+, mitochondria and selective motoneuron vulnerability: implications for ALS. Trends Neurosci 2005;28:494-500. Alexianu ME, Ho BK, Mohamed AH, La Bella V, Smith RG, Appel SH. The role of calcium-binding proteins in selective motoneuron vulnerability in amyotrophic lateral sclerosis. Ann Neurol 1994;36:846-858. Ince P, Stout N, Shaw P, et al. Parvalbumin and calbindin D-28k in the human motor system and in motor neuron disease. Neuropathol Appl Neurobiol 1993;19:291-299. Banner SJ, Fray AE, Ince PG, Steward M, Cookson MR, Shaw PJ. The expression of the glutamate re- 50. 51. 52. 53. 54. 55. 56. 57. 58. 59. 60. 61. 62. 63. 64. 110 uptake transporter excitatory amino acid transporter 1 (EAAT1) in the normal human CNS and in motor neurone disease: an immunohistochemical study. Neuroscience 2002;109:27-44. Doble A. The role of excitotoxicity in neurodegenerative disease: implications for therapy. Pharmacol Ther 1999;81:163-221. Dong LP, Wang TY. Effects of puerarin against glutamate excitotoxicity on cultured mouse cerebral cortical neurons. Zhongguo Yao Li Xue Bao 1998;19:339-342. Atsumi T. The ultrastructure of intramuscular nerves in amyotrophic lateral sclerosis. Acta Neuropathol (Berl) 1981;55:193-198. Hirano A, Donnenfeld H, Sasaki S, Nakano I. Fine structural observations of neurofilamentous changes in amyotrophic lateral sclerosis. J Neuropathol Exp Neurol 1984;43:461-470. Sasaki S, Iwata M. Impairment of fast axonal transport in the proximal axons of anterior horn neurons in amyotrophic lateral sclerosis. Neurology 1996;47:535-540. Siklos L, Engelhardt J, Harati Y, Smith RG, Joo F, Appel SH. Ultrastructural evidence for altered calcium in motor nerve terminals in amyotropic lateral sclerosis. Ann Neurol 1996;39:203-216. Wiedemann FR, Winkler K, Kuznetsov AV, et al. Impairment of mitochondrial function in skeletal muscle of patients with amyotrophic lateral sclerosis. J Neurol Sci 1998;156:65-72. Vielhaber S, Kunz D, Winkler K, et al. Mitochondrial DNA abnormalities in skeletal muscle of patients with sporadic amyotrophic lateral sclerosis. Brain 2000;123 ( Pt 7):1339-1348. Borthwick GM, Johnson MA, Ince PG, Shaw PJ, Turnbull DM. Mitochondrial enzyme activity in amyotrophic lateral sclerosis: implications for the role of mitochondria in neuronal cell death. Ann Neurol 1999;46:787-790. Dal Canto MC, Gurney ME. Neuropathological changes in two lines of mice carrying a transgene for mutant human Cu,Zn SOD, and in mice overexpressing wild type human SOD: a model of familial amyotrophic lateral sclerosis (FALS). Brain Res 1995;676:25-40. Wong PC, Pardo CA, Borchelt DR, Lee MK, Copeland NG, Jenkins NA, et al. An adverse property of a familial ALS-linked SOD1 mutation causes motor neuron disease characterized by vacuolar degeneration of mitochondria. Neuron 1995;14:11051116. Sargsyan SA, Monk PN, Shaw PJ. Microglia as potential contributors to motor neuron injury in amyotrophic lateral sclerosis. Glia 2005;51:241-253. Gong YH, Parsadanian AS, Andreeva A, Snider WD, Elliott JL. Restricted expression of G86R Cu/Zn superoxide dismutase in astrocytes results in astrocytosis but does not cause motoneuron degeneration. J Neurosci 2000;20:660-665. Lino MM, Schneider C, Caroni P. Accumulation of SOD1 mutants in postnatal motoneurons does not cause motoneuron pathology or motoneuron disease. J Neurosci 2002;22:4825-4832. Clement AM, Nguyen MD, Roberts EA, et al. Wildtype nonneuronal cells extend survival of SOD1 mutant motor neurons in ALS mice. Science 2003;302(5642):113-117. Marmara Medical Journal 2008;21(1);102-111 Kayıhan Uluç, et al. ALS patofizyolojisi: Neyi, Ne kadar biliyoruz? 65. Elliott JL. Cytokine upregulation in a murine model of familial amyotrophic lateral sclerosis. Brain Res Mol Brain Res 2001;9:172-178. 66. 111 Yoshihara T, Ishigaki S, Yamamoto M, Liang Y, Niwa J, Takeuchi H, et al. Differential expression of inflammation- and apoptosis-related genes in spinal cords of a mutant SOD1 transgenic mouse model of familial amyotrophic lateral sclerosis. J Neurochem 2002;80:158-167.
Similar documents
Tam Metin - Marmara Medical Journal
Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir. Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir.
More informationTip 3 Kronik Prostatit - Journal of Clinical and Analytical Medicine
D-aspartate] reseptörleri aracılığı ile santral afferent nöronları etkileyip uzun süreli depolarizasyon yapar. Tip 3 kronik prostatit’te inflamasyona ikincil oluşan oksidatif stres nedeniyle artan ...
More information