tc ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü batı dilleri ve

Transcription

tc ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü batı dilleri ve
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
EVELYN WAUGH’NUN DECLINE AND FALL VE
KINGSLEY AMIS’İN LUCKY JIM ADLI ROMANLARINDA
YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ
Yüksek Lisans Tezi
Nusret Ersöz
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Sema EGE
Ankara-2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
EVELYN WAUGH’NUN DECLINE AND FALL VE
KINGSLEY AMIS’İN LUCKY JIM ADLI ROMANLARINDA
YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ
Yüksek Lisans Tezi
Nusret Ersöz
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Sema EGE
Ankara-2013
ii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
EVELYN WAUGH’NUN DECLINE AND FALL VE
KINGSLEY AMIS’İN LUCKY JIM ADLI ROMANLARINDA
YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Sema EGE
Tez Jürisi Üyeleri
Adı Soyadı
İmzası
………………………………..
…………………….
………………………………..
…………………….
………………………………..
…………………….
………………………………..
…………………….
Tez Sınavı Tarihi …………….
iii
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış
ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin
gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı
ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (…./…./20…)
Nusret Ersöz
iv
ÖNSÖZ
İlk eserlerini, toplumun yapısını değiştiren dünya savaşlarından belirli bir
süre sonra vermiş olan Evelyn Waugh ve Kingsley Amis, gerek yaşadıkları
dönemlerde edindikleri tecrübeleri ve yaptıkları gözlemleri eserlerine yansıtmaları
gerekse toplumun eksik ve yanlış yönlerini eleştirel ve mizahi bir şekilde ortaya
koymaları açısından 20. Yüzyıl İngiliz toplumuna ayna tutmuşlardır. Edebi eserlerin
toplumsal ve tarihsel olaylarla sürekli iç içe olduğu düşünüldüğünde, Waugh‟nun ve
Amis‟in ilk eserlerinin “yabancılaşma” olgusu bağlamında ele alındığı bu tezin, hem
ilgili yazarların ve eserlerinin hem de 1920‟ler ve 1950‟ler İngiliz toplum yapısının
anlaşılmasına katkıda bulunacağı umulmaktadır.
Tezin hazırlanmasında ve tamamlanmasında bana yol gösteren Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki
tüm hocalarıma yardımlarından ve bana kazandırdıklarından dolayı teşekkür ederim.
Bu aşamaya ulaşmamda beni her anlamda destekleyen anneme ve kardeşlerime
teşekkürü borç bilirim.
Bu tez çalışmamı, bana “iyi ve doğru” yaşamayı öğreten, 2010 yılında
kaybettiğim babam Adil ERSÖZ‟e ithaf ediyorum.
v
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………...v
GİRİŞ………………………………………………………………………….....7
BİRİNCİ BÖLÜM
Evelyn Waugh’nun Decline And Fall Adlı Romanında Yabancılaşma
Üzerinden Toplum Eleştirisi……………………………………………………18
İKİNCİ BÖLÜM
Kingsley Amis’in Lucky Jim Adlı Romanında Yabancılaşma
Üzerinden Toplum Elştirisi……………………………………………………..76
SONUÇ………………………………………………………………………….136
KAYNAKÇA
TÜRKÇE ÖZET
İNGİLİZCE ÖZET (SUMMARY)
vi
GİRİŞ
Bu çalışmanın amacı Evelyn Waugh‟nun (1903-1966) Decline and Fall ve
Kingley Amis‟in (1922-1995) Lucky Jim adlı romanlarında, yazarların çevrelerinde
gözlemledikleri toplumsal aksaklıkları ve bozuklukları “yabancılaşma” üzerinden
eleştirmelerini açıklamaktır. Bu doğrultuda, her iki yazarın yaşadığı dönemlerde
meydana gelen toplumsal olayları ve bu olayların şekillendirdiği toplum yapısını göz
önüne almak çalışmanın sağlam bir yapıya sahip olması açısından önemli olacaktır.
Ayrıca, yazarların kendi tecrübelerini, hayat anlayışlarını ve kişilik özelliklerini
dikkate almak onların eserlerinde yer alan toplum eleştirisi ile yabancılaşma
arasındaki ilişkiyi kavramak için gerekli olacaktır.
Bu çalışmada ele alınacak yabancılaşma olgusu, Evelyn Waugh ve Kingsley
Amis‟in bu kavrama yönelik yaklaşımları bağlamında incelenecektir. Waugh‟nun ve
Amis‟in romanlarındaki olayların ve özellikle ana karakterlerin niteliği göz önüne
alındığında, her iki yazarın da, yabancılaşma kavramını “kişinin, içinde bulunduğu
toplumun sosyal, kültürel ve etik-ahlaki değerleri ile çatışma halinde olması, çevresi
ile bütünleşememesi ve kendini toplumdan soyutlaması” şeklinde algıladıkları
söylenebilir. Dolayısıyla bu çalışmada, yabancılaşma kavramı ile ifade edilmek
istenen nokta, birey ile toplum arasındaki çatışma ve ayrılma durumu olacaktır.
Birinci bölümün amacı, Evelyn Waugh‟nun 1928‟de yazdığı ilk romanı
Decline and Fall‟daki toplum eleştirisi ile karakterlerin yabancılaşması arasında nasıl
bir bağlantı olduğunu açıklamaktır. Romandaki karakterler, gerek kişisel nitelikleri
gerekse davranışsal özellikleri bakımından “çevresine yabancılaşan karakterler” ve
7
insani özelliklerden yoksun karakterler olmak üzere iki ayrı grupta ele alınmaktadır.
Roman boyunca güçsüz ve yalnız kalan Paul Pennyfeather, Bay Prendergast ve
Küçük Lord Tangent çevresine yabancılaşan karakterler olarak incelenmektedir.
İkinci grupta ise, alışılagelmiş bütün etik-ahlak ilkelerini yok sayan Kaptan Grimes,
Margot Beste-Chetwynde ve Doktor Fagan adlı karakterler bulunmaktadır.
İkinci bölümün amacı Kingsley Amis‟in 1954‟te yazdığı ilk romanı Lucky
Jim‟de yazarın çevresinde gözlemlediği toplumsal aksaklıkları ve bozuklukları,
karakterlerin yabancılaşması üzerinden nasıl yansıttığını açıklamakatır. Romandaki
karakterler, kişilik özellikleri nedeni ile “çevresine yabancılaşan karakterler” ve etikahlak ilkelerinden yoksun karakterler olmak üzere iki farklı grupta incelenmektedir.
Bu doğrultuda, işçi sınıfından gelmesi ve içinde bulunduğu üst sınıftan farklı
değerlere sahip olması nedeniyle çevresiyle bütünleşemeyen ana karakter Jim Dixon
ve onunla benzer kişilik özelliklerine sahip olan Christine Callaghan çevresine
yabancılaşan karakterler olarak ele alınmaktadır. Profesör Welch, Bertrand Welch ve
Margaret Peel ise çıkarcı ve ikiyüzlü kimlikleri ile toplumsal bozuklukların temsilcisi
karakterler olarak incelenmektedir.
Her iki romandaki toplum eleştirileri, olay örgüsü ve karakter analizleri
Waugh‟nun ve Amis‟in yabancılaşma olgusuna yaklaşımı ile bağlantılı olarak
irdelenecektir; ancak yabancılaşma kavramının tüm yönleri ile anlaşılması için bu
kavrama yönelik yapılan tanımlamalardan ve bir takım düşünürlerin görüşlerinden
bahsetmek de gerekir. Yabancılaşma teriminin sözlükteki anlamı “dost canlısı ve
anlayışlı bir kişinin bu özelliklerinden uzaklaşmasına neden olma durumu, kişinin
8
kendisini belirli bir gruba ait hissetmemesine neden olma durumu”1 (Oxford,
2000:29) şeklindedir. Yabancılaşma kavramının ortaya çıkmasında önemli rolü olan
Alman düşünür Wilhelm Friedrich Hegel‟e göre “toplum, insanın kendini anlamasına
yardım ederse ve insanlar da bunun bilincinde olursa yabancılaşma ortadan kalkar”
(Leopold, 2007:75). Yabancılaşma kavramının önem kazanmasında ve çeşitli
alanlara taşınmasında etkili olan Karl Marx The Economic and Philosophic
Manuscripts of 1844 adlı eserinde yabancılaşmayı şöyle tanımlar: “İşçinin ürününe
yabancılaşması, sadece, onun emeğinin bir nesne, dış bir varlık haline gelmesi demek
değil, aynı zamanda, kendisine yabancı bir şey olarak, kendisinin dışında, bağımsız
şekilde var olması anlamına gelir […]” (Marx, 1988:72). Yabancılaşma konusu
üzerine önemli görüşleri olan Melvin Seeman ise “On The Meaning of Alienation”
adlı makalesinde yabancılaşma kavramının “güçsüzlük” (powerlessness), “ayrılma”
(isolation), “normsuzluk” (normlessness), anlamsızlık (meaninglessness) ve “kendine
yabancılaşma” (self-estrangement) olmak üzere beş değişenden oluştuğunu belirtir
(Seeman,1959:784). Charles Hobart “Types of Alienation: Etimology and
Interrelationships” adlı makalesinde yabancılaşan bireyin “toplumdan derin bir ayrı
olma duygusu” (Hobart, 1965:93) yaşadığını belirtir. Yabancılaşmayı “bireyi diğer
kişilerin „anlamaması‟ hissi, diğer insanlarla iletişim yetisinin bozulması ve
toplumdan ayrılma”
olarak tanımlayan Hobart‟a
göre
yabancılaşan birey
çevresindekilerle “daha az iletişim içerisindedir” (Hobart, 1965:93).
Sosyolojinin ayrı bir bilim olmasını sağlayan ve bu bilimin en önde gelen
düşünürlerinden biri olan Émile Durkheim‟a göre yabancılaşmanın toplumsal
boyuttaki karşılığı “anomi”dir. İntihar adlı eserinde intiharı “zihinsel yabancılaşma”
1
Tüm çeviriler tarafımdan yapılmıştır
9
ile bağdaştıran Durkheim‟a göre, özellikle hayat şartlarının ani ve radikal şekilde
değiştiği toplumlarda anominin ve yabancılaşmanın ortaya çıkışı şöyle gerçekleşir:
[…] Geleneksel kurallar otoriteyi kaybettiği anda, bu
isteklere teklif edilen daha zengin mükâfatlar kişileri
tetikler ve daha aceleci ve kontrol dışı olmalarına neden
olur. […] Akıllı kişi, ulaşılan bu sonuçların tadını
çıkarır ve onların içinde hayata bağlılığı bulur. Fakat
tüm umutlarını geleceğe bağlayan ve gözlerini geleceğe
dikmiş şekilde yaşayan kişi için […] önünde ya da
arkasında bakacak hiçbir şey kalmaz.
(Durkheim, 2005:214-217)
Anlaşılacağı üzere, Durkheim, sınırsız özgürlüğe sahip olan, değer ve
geleneklerinden koparak kuralsızlaşan bir toplumun hiçbir şeyden tatmin
olmayacağını, bu durumun ise toplumu kendi özüne yabancılaştıracağını düşünür.
Stjepan Mestrovic, “Durkheim‟s Concept of Anomie Considered as a „Total‟
Social Fact” adlı makalesinde homo duplex‟in (kişinin insani ve hayvani yönleri ile
bölünmesi) “aşağı” kutbunun “yukarı” kutbunu yönettiği toplumlarda manevi
değerlerin ve standartların altüst olacağını, bu nedenle toplumun insani özelliklerine
yabancılaşacağını savunur düşünür. Mestrovic‟e göre böyle bir toplumda “ […]
bozukluk (dereglement) normların yokluğu değildir; bozukluğun kendisi hastalıklı
bir norm olmuştur; bu, sorun üreten bir kuraldır” (Mestrovic, 1987:572).
Amerikalı sosyolog Robert K. Merton “Social Theory and Social Structure”
adlı makalesinde, anomi etkisi altındaki yabancılaşmış toplumları şöyle nitelendirir:
“[…] genel çalışkanlık, dürüstlük ve nezaket erdemlerinin geçerliliği neredeyse
kalmamıştır. Ve böyle bir toplumda insanlar, Talih, İhtimal ve Şans gibi gizemli
şeylere önem verme eğilimindedir” (Merton, 1968:202).
10
Yukarıda bahsedilen düşünürlerin görüşleri, yabancılaşma kavranının bireysel
ve toplumsal yönleriyle daha iyi anlaşılması ve hangi anlamlarda kullanılageldiğinin
görülmesi açısından önemlidir. Ancak bu çalışmada, Decline and Fall ve Lucky
Jim‟de incelenecek yabancılaşma olgusu, bu düşünürlerin görüşleri ya da birtakım
eserleri ile bağlantılı olarak değil de Evelyn Waugh‟nun ve Kingsley Amis‟in
yabancılaşma konusuna yaklaşımları ışığında incelenecektir. Evelyn Waugh‟nun
ve/veya Kingsley Amis‟in eserlerinin, yukarıda bahsedilen düşünürlerin görüşleri ya
da eserleri ile doğrudan bağlantılı olarak incelenmesi başka bir çalışmanın konusu
olabilir.
Waugh‟nun ve Amis‟in, Decline and Fall ve Lucky Jim‟de oluşturdukları
yabancılaşma olgusu üzerinden toplumun hangi yönlerini eleştirdiklerini anlamak
için her iki romanın yazıldığı toplumların genel özelliklerinden ve bu dönemlerde
yaşanmış toplumsal ve tarihsel değişimlerden, yazarların kendi hayat tecrübeleri ile
bağlantılı olarak bahsetmek gerekir. Bu doğrultuda, Decline and Fall‟un yazıldığı
dönem olan 1920‟ler İngiltere‟sinde Waugh‟nun hayata bakış açısını şekillendiren
toplumsal olayları ve Waugh‟nun etkilendiği düşünürleri ve yazarları incelemek
önemlidir.
Jon Lawrence, “The First World War and Its Aftermath” adlı makalesinde,
Birinici Dünya Savaşı‟ndan sonra İngiltere‟nin “yaklaşık iki buçuk milyon kişilik
savaş zaiyatı olduğunu ve 700.000 kişiden fazla kişinin hayatını yitirdiğini”
(Lawrence, 1998:151) belirtir. Lawrence, ayrıca, devlet yönetiminin, savaş sırasında
kötüleşen ekonomik durumu düzeltmek için halka ağır vergiler yüklemek yerine iç
yatırımcılardan borç almayı seçtiğini; bu nedenle 1914‟te 650 milyon paund olan
devlet borcunun 1919‟da 7,435 milyon paunda ulaştığını söyler (154). Dudley Baines
11
“The Onset Of Depression” adlı makalesinde İngiltere ekonomisinin 1920-1929
yılları arasında “tarihinin en hızlı çöküşünü yaşdığını” ifade eder (Baines,
1998:171). Baines ayrıca, savaş sonrasında İngiltere‟nin özellikle ihracat alanında
büyük bir depresyon yaşadığını, 1.1 milyon sanayi işçisini kaybettiğini ve 1919‟da
%5‟in altında olan işsizlik oranının 1930‟a kadar %15‟e dayandığını belirtir (172).
Savaş sırasında ve sonrasında yaşanan bu ekonomik bunalım ile beraber halkın,
savaşın tüm yıkımına ve gerilimine tanıklık etmiş olması 1920‟ler İngiltere‟sinin
toplum yapısının değişmesine neden olmuştur.
Martin Caedel “Attitudes to War: Pacisifism and Collective Security” adlı
makalesinde, 1920‟lerde İngiltere‟de savaşın getireceğine inanılan faydalara olan
inancın kaybolduğunu ve insanların, savaşın getirdiği korku ve güvensizlik hisleri ile
beraber büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını belirtir (Caedel, 1998:227). Caedel
ayrıca bu dönemde halkın büyük çoğunluğunun, savaşın neden olduğu sosyal,
psikolojik ve ekonomik bunalımdan kurtulma çabasıyla, kendilerini gerçeklerden
uzaklaştıracak zevklere daldıklarını söyler (227). “Kükreyen Yirmiler” olarak anılan
bu dönemde, İngiliz toplumu jaz müzik, kokteyl ve gece kulüpleri gibi yeniliklerle
tanışmıştır. Ayrıca bu dönemde, kadınların toplum içindeki yeri ve görünümü de
radikal değişiklikler geçirmiştir. 1928‟de kadınlar, erkeklerle eşit oy verme hakkına
sahip olmuştur. Kadınlar artık dağınık saçlı, kısa etekli ve ağır makyajlı görünümleri
ile “Edward döneminin kurallar zincirden kurtularak özgürleşmişlerdir.”2 Bütün bu
değişiklikler İngiliz toplumunun, savaş öncesinde sahip olduğu değer ve yargıların
değişerek bunların yerine yeni bir yaşam anlayışının gelmesine neden olmuştur.
Savaş öncesinde ve Viktorya döneminde toplumun alışılagelmiş olarak kabul ettiği
2
http://www.pasttimesproject.co.uk/20th_century_review.php?decade=20s
12
ve önem verdiği din, evlilik, etik/ahlak anlayışı, yasalara uyma, estetik anlayışı gibi
değerler ve idealler 1920‟lerde içi boş kavramlara dönüşmeye başlamıştır. Artan
ekonomik sorunlar nedeniyle insanlar maddi çıkarları dürüstlük, sağduyu ve
yardımseverlik gibi ideallerden kolayca vazgeçerek kendi çıkarlarına göre yaşamayı
tercih etmişlerdir. Bu dönemde kadın-erkek ilişkilerinde serbestlik esas alınmıştır; bu
durum evlilik kurumunu gittikçe önemsiz hale getirmiştir.
Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall‟da tasvir ettiği 1920‟ler İngiliz toplumu,
anlaşılacağı üzere “kabuk değiştirmiş” bir toplumdur. Muhafazakâr bir aileden gelen
ve genel olarak gelenekçi bir düşünce yapısına sahip olan Waugh çevresinde
gözlemlediği aksaklıkları, bu toplum yapısının içine, bu yapıya uygun olmayan
karakterler yerleştirerek resmetmeyi ve eleştirmeyi amaçlamıştır. Decline and
Fall‟daki karakterlerin, her yönleri ile uç noktalarda bulunmasının sebebi,
Waugh‟nun eserine yansıttığı toplum ile ilgilidir; bu toplum içinde yer alan kişiler ya
karşılaştıkları yeni toplum düzeninr, çevrelerindeki olaylara ve kişilere anlam
veremeyerek tamamen eski değerlere göre yaşamayı seçmişler ya da toplum
normlarını tamamen terk ederek sadece kendi çıkarları ve istekleri doğrultusunda
yaşamayı benimsemişlerdir. Bu nedenle, 1920‟ler İngiliz toplumunda ve bunun bir
yansıması olarak Decline and Fall‟da yer alan toplum içinde kişiler ya her yönüyle
değişen topluma karşı yabancı kalmışlardır ya da değişen toplumun bir parçası olarak
insani özelliklere yabancılaşmışlardır. Decline and Fall‟un yayımlanmasından yirmi
altı yıl sonra, 1954 yılında Kingsley Amis Lucky Jim‟i yazarak, çevresinde
gözlemlediği bozuklukları, Waugh‟nun yaptığı gibi, yabancılaşma olgusu üzerinden
yansıtmayı amaçlamıştır.
13
İkinci Dünya Savaşı‟nın bitiminden dokuz yıl sonra yayımlanan Lucky Jim,
hem toplumun genelindeki hem de, spesifik olarak üniversite ortamındaki “sahte”
yapıyı ele almıştır. Alt-orta sınıf bir aileden gelen Kingsley Amis, daha çok elit
ailelerin çocuklarını kabul eden Oxford Üniversitesi‟nde eğitim görmüş ve böylece
üst sınıf toplumun özelliklerini detaylı şekilde inceleme şansı bularak gözlemlerini
Lucky Jim‟e yansıtmıştır. Bu nedenle, romandaki toplum eleştirilerini ve
karakterlerin yabancılaşmısını daha iyi anlamak için romanın yazıldığı dönem olan
İkinci Dünya Savaşı sonrası İngili toplumunu ve özellikle 1950‟li yıllarda meydana
gelen toplumsal değişimleri incelemek gerekir.
İkinci Dünya Savaşı‟ndan sonra iktidara gelen işçi partisi, işçi sınıfı ile üst
sınıflar arasındaki sosyal ve ekonomik farklılığı azaltmak amacıyla işçi sınıfının
yaşam standartlarını yükseltecek bazı reformlar getirmiştir. “Refah Devleti” (Welfare
State) kapsamında geliştirilen “iyileştirme” girişimleri sonucunda işçi sınıfı sağlık,
istihdam, eğitim ve ekonomi açısından önceden çok uzağında olduğu bir yaşam
kalitesine ulaşmıştır. İşçi sınıfının yükselen bu yaşam standartları bu sınıfın, kendi
karakteristik özelliklerinden uzaklaşarak “tüketici toplum” anlayışına sahip olmaya
başlamasına neden olmuştur. Joanna Bourke, Working Class Culture In Britain
1890-1960 adlı eserinde işçi sınıfının artan tüketim oranlarıyla ilgili şu bilgileri verir:
“Beden işçilerinin kişisel tüketim oranı, 1951‟den sonraki on yıl içinde yüzde 25
arttı. Tüketim eşyalarındaki dikkat çekici genişleme en çok ev sahasında görüldü.
[...] 1920‟de sadece 720.000 ev elektriğe bağlıyken 1950‟lerin başlarına kadar dokuz
milyon eve elektrik bağlanmıştı” (Bourke, 2009:6). Bourke ayrıca, elektrikli süpürge
makinası, çamaşır makinası, buzdolabı, televizyon gibi, işçi sınıfı için daha önceden
ulaşılması zor ve lüks olarak kabul edilen ürünlerin tüketiminin hızlı şekilde arttığını
14
ve bu eşyaların artık her eve girdiğini belirtir (Bourke, 2009:7). Anlaşılacağı üzere,
refah seviyesi yükselen işçi sınıfı, geçim sıkıntısı ve diğer maddi kaygıları aştıktan
sonra yaşam tarzı açısından giderek üst sınıfa benzemeye başlamıştır. Bu durum, işçi
sınıfının tüketim alışkanlıklarının değişmesyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda bu
kesimin hayata bakış açısının ve beklentilerinin de alışılagelmiş işçi sınıfı kimliğinin
dışına çıkmasına neden olmuştur.
David Gladstone British Social Welfare Past, Present and Future adlı
eserinde Clement Attlee başkanlığında 1945‟te iktidara gelen İşçi Partisi‟nin, tam
istihdamı ve geniş çaplı halk hizmetlerini kapsayan “Refah Devleti” oluşturmayı
amaçladığını belirtir (Gladstone, 2005:2). Bu Refah Devleti içinde ise, İkinci Dünya
Savaşı boyunca halkın diğer kesimine göre daha büyük zorluklar yaşayan işçi
sınıfının kalkınmasını sağlayacak sosyal ve ekonomik reformların uygulanması
hedeflenmiştir. Bu dönemde oluşturulan Ulusal Sağlık Hizmeti (National Health
Service) (1948), tüm halkın, düşük bir ücret karşılığında sağlık hizmeti almasını
sağlarken 1946‟da getirilen Ulusal Sigorta Yasası (National Insurance Act) özellikle
işçi sınıfı mensuplarına gelişmiş bir sosyal güvenlik imkânı sunmuştur. İşçi Partisi,
ayrıca, İngiltere Bankası, kömür madenleri, demiryolları, elektrik ve gaz şirketleri
gibi ülkenin kritik noktalarında ulusallaştırmaya giderek işçi sınıfının iş koşullarının
iyileşmesini ve refah seviyesinin yükselmesini sağlamıştır. 1945‟te işsizlik 2,5
oranındayken 1949‟da bu oran 1,2‟ye kadar düşmüştür3. Sonuç olarak, 1950‟lere
gelindiğinde İngiltere‟de, her ne kadar işçi sınıfı ile üst sınıf arasındaki fark devam
etse de, işçi sınıfı ekonomik açıdan gelişmiş ve daha yüksek bir alım gücüne sahip
3
Hopkins, Eric, The Rise and Decline of the English Working Classes 1918-1990, s.100, St. Martin‟s,
1991
15
olmuştur. İşçi sınıfının yaşam standartlarının yükselmesi bu sınıf mensuplarını
memnun etse de, diğer yandan, bu sınıfın tüketici ve maddeleşen bir kesime
dönüşmesine ve kendi kimliğinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu durum,
Kennet Allsop‟un The Angry Decade adlı eserinde belirttiği gibi, Kingsley Amis‟in
de dahil olduğu bir takım yazarların, üst sınıfı eleştiren eserler ortaya koymasına ve
eserlerinde, işçi sınıfı ile bütünleştirdikleri yardımseverlik, paylaşımcılık, samimiyet
ve birlikte hareket etme gibi bazı nitelikleri ön plana çıkarmalarına neden olmuştur
(Allsop, 1958:7-10).
Kingsley Amis Lucky Jim‟de, işçi sınıfından gelen bir karakteri üst sınıfın
yapmacık yapısı içine yerleştirerek bu iki sınıf arasındaki farklılıkları ortaya koyar.
Romandaki karakter grupları arasında, kişisel özellikleri bakımından her anlamda
çatışma ve uyumsuzluk olması, bir bakıma, İngiliz “burjuva” sınıfı ile işçi sınıfı
arasındaki farklılığın yansımasıdır. Amis, sosyal ve akademik çevresinde
gözlemlediği ikiyüzlü, bencil, metaya önem veren, yapmacık ve gösteriş düşkünü
davranışları Lucky Jim‟de oluşturduğu bazı karakterler üzerinden eleştirir. Amis
dürüstlük, sağduyulu olma, nezaket ve yardımseverlik gibi değerleri kapsayan etikahlak kurallarına sahip ana karakter Jim Dixon‟ı kendisinden tamamen farklı bir
hayat anlayışına sahip olan kişilerin arasına yerleştirerek hem üst sınıf toplumu
eleştirir hem de bu değerleri yüceltir. Anlaşılacağı üzere, Amis‟in toplum
eleştirisinde, içinde bulunduğu topluma yabancı kalan kişiler ile insancıl kimlikten
yoksun, çıkarcı ve sahte davranışları benimseyen kişiler önemli bir noktada
durmaktadır.
Jim Dixon‟ın içinde bulunduğu toplum, özellikle üst sınıf kişilerin gerçekten
hissettiklerini ve düşündüklerini sakladıkları, çevrelerini etkileme uğraşı içinde
16
oldukları, bunun için sahte kişiliklere bürünerek başkalarını kendilerine hayran
bırakacak sahte entelektüelliğe ve yapmacık nezakete büründükleri bir toplumdur.
Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler sosyal statü ve ekonomik refah
açısından Jim‟in üstünde olmasına rağmen bu karakterler riyakâr, kibirli ve
samimiyetten uzaktırlar; Jim ise tam tersine roman boyunca açık sözlü, dürüst ve iyi
niyetli olma çabası içindedir. Jim ile çevresi arasındaki bu niteliksel çatışma, Jim‟in
çevresine yabancılaşmasına neden olur. Jim‟in yalnız kaldığında kendini rahat ve
mutlu hissetmesi toplum içindeyken baskı altında olmasının bir sonucudur; yalnızken
toplum içinde yapamadığı değişik suratlara bürünmesi ve taklitler yapması ise Jim‟in
çevresine yabancılaşmasına işaret eder.
Sonuç olarak, Evelyn Waugh ve Kingsley Amis, içinde bulundukları
toplumlarda gözlemledikleri aksaklıkları ya da bozuklukları çevresine yabancılaşmış
karakterler ve insani özelliklerden yoksun karakterler üzerinden ortaya koymayı
amaçlamışlardır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı‟ndan sonra İngiliz toplumunun
yaşadığı birtakım değişikliklerin iki dönemin toplumunda da benzer tepkilere neden
olduğu düşünüldüğünde, Waugh‟nun ve Amis‟in benzer bir ahlaki duruşa sahip
oldukları söylenebilir. Bu nedenle, Decline and Fall ve Lucky Jim bu iki yazarın
toplumsal eleştirilerini belirtmek amacıyla yazdıkları birer “tarihsel metin” olarak
değerlendirilebilir.
Dolayısıyla,
her
iki
romandaki
toplumsal
eleştirilerin
yabancılaşma üzerinden nasıl yapıldığını incelemek, iki dünya savaşı sonrasında
İngiltere‟nin sahip olduğu yeni toplum yapılarını anlamak açısından da yararlı
olacaktır.
17
I. BÖLÜM
EVELYN WAUGH’NUN DECLINE and FALL ADLI ROMANINDA
YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ
Bu bölümün amacı Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall adlı romanında
yabancılaşma olgusunu, yazarın toplum eleştirileri ile bağlantılı olarak açıklamak
olacaktır. Bu doğrultuda, yazarın kendi hayatının, hayata bakış açısının ve romanın
yazıldığı dönemin toplumsal özelliklerinin, romandaki yabancılaşma olgusu ile nasıl
bir ilişkisi olduğu ele alınacaktır. Ayrıca, bu bölümde, karakterlerin yaşadığı
yabancılaşmanın,
onların
davranışlarını
ve
romanın
olay
örgüsünü
nasıl
şekillendirdiği incelenerek, bu yabancılaşmanın, toplum eleştirileriyle nasıl bir
bağlantısı olduğu irdelenecektir.
Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall ile ortaya koymayı amaçladığı iki temel
eleştiri unsuru vardır. Yazar ilk olarak, 1920‟ler İngiliz toplumunun aslında ne kadar
bozulmuş bir yapıya ve absürt olaylara/şahıslara sahiplik ettiğini göstermektedir.
İkinci olarak ise yazar, modern toplum içinde aşırı duygusal ve naif davranan,
olayların ve kişilerin gerçek yüzünü göremeyecek kadar saf, hiçbir şeye müdahele
edemeyecek kadar güçsüz olan kişileri eleştirir.
Waugh‟nun Decline and Fall‟daki eleştirisinin hedefindeki toplum, insani
erdemlerden, etik-ahlaki değerlerden ve bütün geleneklerden yokusun, karmaşa
içindeki bir toplumdur. David Lodge “Evelyn Waugh” adlı makalesinde Waugh‟nun
ilk romanının adının, tarihçi Edward Gibbon‟un Decline and Fall of The Roman
Empire adlı eserinden aldığını belirtir. Lodge‟a göre Waugh “[…] başka bir büyük
18
İmparatorluğun ve onun kültürünün gerilemesinin ve çöküşünün kaydını tutar”
(Lodge, 1974:47). Waugh, yozlaştığını düşündüğü toplumu eleştirirken, toplum
içindeki bozuklukların nasıl düzeltileceğine dair bir çözüm önerisi getirmez; çünkü
Waguh‟nun asıl amacı, gerçekte en değersiz ve aşağılık olarak düşündüğü “modern
insanın” bozulmuş toplum içinde nasıl saygı duyulan, önemli ve varlıklı kişilere
dönüştüğünü göstermek; aşırı saf ve güçsüz olan kişilerin ise modern toplum içinde
var olamayacağını ortaya koymaktır.
Waugh Decline and Fall ile, Oxford‟daki ilk zamanlarında kendisinde
gördüğü, sonrasında ailesinde, özellikle de babasında gördüğü aşırı çekingenlik,
nezaket, hassasiyet gibi, güçsüz ve “silik” bir kişinin sahip olabileceği karakteristik
özellikleri eleştirir. Jeffrey Heath‟in The Picturesque Prison Evelyn Waugh and His
Writing adlı eserinde aktardığı gibi “Babasının otobiyografisinin aşırı duygusal
olması Waugh‟yu utandırmış […] Waugh, babasında gördüğü yetersizlikler üzerine
daha çok gitmiş, bunları yaşlı neslin tamamının tipik başarısızlığı olarak genellemiş
ve sonuç olarak hicivlerinin ana hedefi yapmıştır” (Heath, 1982:13). Başka bir
deyişle, Waugh‟nun eleştirisi, kendini toplumdan ve bu dünyanın zevklerinden
soyutlamış, bu yüzden de aptallık seviyesinde saflaşmış ve korkak hale gelmiş
kişileri de kapsar. Waugh “beyefendi” olanı yücelttiği gibi aptal ve saf olanı da en
olmayacak durumların ortasına bırakarak eleştirir; bu iki özellik Decline and Fall‟da
ana karakter Paul Pennyfeather‟de bulunur. Böylesine saf ve savunmasız bir kişi,
herhangi bir kurala ya da ideale sahip olmayan, insani özelliklerden yoksun topluma
kaçınılmaz olarak yabancılaşır. Dolayısı ile denebilir ki; Waugh‟nun Decline and
Fall‟u yazmasındaki asıl amaç hem toplumun her yönü ile bozulmuş olmasını
19
yansıtmak ve eleştirmek, hem de çekingen, duygusal, güçsüz ve saf davranışları
yermektir.
Waugh‟nun Decline and Fall‟daki eleştirilerinin önemli bir kısmını yönelttiği
toplumsal bozuklukların başında, (Waugh‟ya göre) 1920‟ler İngiliz toplumunun
estetik anlayışa sahip olmaması ve bu yüzden de sanatsal olana değer vermemesi
gelir. Yazar, kariyerinin başından itibaren, özellikle, dini öğretilerin baskın olduğu
Brideshead Revisited‟i yazana kadarki süreçte, işlevsellikten çok, güzelliğe ve yapıya
önem vermiş, özellikle 18. yy. mimarisini yüceltmiştir. 1920‟ler İngiliz toplumunda
(özellikle Londra‟da) ise din, gelenek ve diğer tüm değerlerin yanında sanat da
etkisini ve önemini kaybetmeye başlamıştır. Waugh, İngiliz toplumunun artık estetik
anlayışına sahip olmadığını, sanat “zevkini” kaybettiğini ve sanatsal açıdan
köklerinden koparak yozlaştığını düşünmüş, bu düşüncesini Decline and Fall‟u
yazarak eleştirel şekilde göstermek istemiştir. Estetik ruhtan yoksun olduğunu
düşündüğü 1920‟ler İngiliz toplumunu, yarattığı karakterlerle eleştiren Waugh,
Heath‟in de belirttiği üzere “birçok kez kötü zevk örneklerini ahlaki yozlaşmanın ve
akılsızlığın özelliği olarak kullanmıştır” (Heath, 1982:77).
Waugh sanatsal değer taşıyan her şeyi övdüğü gibi, özgün ve eşsiz olana da
saygı duyar. Onun, Decline and Fall‟u yazmasının bir nedeni de yapmacık (bogus)
olarak gördüğü her şeyi ve herkesi, özellikle de samimiyetten uzak İngiliz üst
sınıfının gösteriş düşkünlüğünü ve bayağılığını eleştirmek, hatta aşağılamaktır.
Waugh, Oxford‟dan ayrıldıktan sonra içine girdiği çevrenin derinlikten yoksun,
yapay hayatını iyi gözlemlemiştir; nitekim, A Little Learning adlı otobiyoğrafik
eserinde, yakın arkadaşı Harold Acton ile “gusto” olarak adlandırdığı “sanatçılara
karşı saygı, yapmacık olanı ise aşağılama” (Waugh, 1983:197) amacını güttüklerini
20
belirtir. Waugh‟nun, bu amacı Decline and Fall‟da özellikle Leydi Circumference ve
Margot Beste-Chetwynde karakterlerine yansıttığı “sahte” tavırlarda açıkça görülür.
Bu yüzden, Waugh‟nun Decline and Fall‟u yazmasının bir nedeni de toplumun
yaşam tarzı ve hayat felsefesi açısından gerçeklikten uzaklaşmış olduğunu,
göstermektir.
Waugh‟nun Decline and Fall‟u yazarak, yansıtmayı ve eleştirmeyi
amaçladığı toplum yapısı içinde yozlaşmış devlet kurumları ve özellikle bu
kurumların başında bulunan kişiler yer alır. Oxford, iki adet ilkokul, (çok kısa bir
süre olsa da) hapishane, sanat okulu, gazete şirketi, marangozluk okulu gibi çeşitli
mekânlarda bizzat bulunmuş, bazılarında çalışmış olan Waugh, bu ve benzer
kurumlardaki yozlaşmayı ve bu kurumların yöneticisi konumundaki karaktersiz ve
“düşkün” kişileri Decline and Fall‟u yazarak yansıtmayı amaçlamıştır. Bay Sniggs,
Bay Postlethwaite, Dr. Fagan, Sir Lucas Dockery gibi karakterler yaratarak “Waugh,
sorumsuz otorite-figürlerinin zayıflıklarını, havaya kaldırdıkları içki bardaklarını,
sarhoşça tartışırken yükselen seslerini inceler” (Heath, 1982:66). Dolayısıyla,
Waugh‟nun ilk romanında, kurumsal ve yönetimsel anlamda da toplumun nasıl bir
bozulma içinde olduğunu göstermeyi amaçladığı söylenebilir.
Hem Waugh‟nun toplum eleştirilerini tüm yönleriyle anlamak hem de
romandaki olayların ve karakterlerin niteliklerini daha iyi analiz edebilmek ya da
farklı bir açıdan değerlendirebilmek için, karakterlerin hangi yönleri ile ayrıldığını,
tecrübe ettikleri yabancılaşma sürecini ve bu sürecin olaylara etkisini irdelemek
önemli olacaktır.
21
Decline and Fall‟daki karakterler, sahip oldukları farklı kişilik ve davranış
özellikleri nedeniyle temel olarak iki grup altında toplanır. İlk olarak, roman boyunca
aşırı duygusal, pasif ve güçsüz bir görüntü çizen ana karakter Paul Pennyfeather ve
onunla benzer özelliklere sahip olan Bay Prendergast ve Küçük Lord Tangent
karakterleri, sahip oldukları kişilik özellikleri nedeniyle, modern toplumun sahtekâr
ve çıkarcı yapısı içinde yalnızlaşırak fiziksel ve düşünsel anlamda toplumdan
soyutlanırlar. Bu nedenle bu üç karakter “çevresine yabancılaşan karakterler” olarak
ele alınacaktır. İkinci olarak ise, yazarın, 1920‟ler İngiltere‟sinde gözlemlediği
toplumsal bozuklukların timsali olan karakterlerin insani duygulardan ve
erdemlerden yoksun, “canavarlaşmış” kişilikleri ele alınacaktır. Kaptan Grimes,
Margot Beste-Chetwynde, Philbrick ve Dr. Fagan‟dan oluşan bu karakterler, bütün
etik-ahlaki ilkeleri yok sayan yönleri ile Waugh‟nun toplum eleştirilerini yansıtan
kişiler olarak incelenecektir.
Decline and Fall‟daki karakterlerin yabancılaşması gruplandırılması,
romandaki “statik” ve “dinamik” kişiler ayrımı ile ilintilidir. Bu sınıflandırma,
romanın son bölümünde Otto Silenus‟un, hayatı, hızlı bir şekilde dönen bir dönme
dolaba benzettiği ve insanları da bu dönme dolap içindeki insanların davranışlarına
göre “statik” ve “dinamik” olmak üzere ikiye ayırdığı şu konuşmasına dayanır:
[…]Dolap hakkındaki asıl nokta şudur ki, […] bu
herkese uygun değildir. […] Ve ortaya ulaştığımızda,
sanki hiç başlamamış gibidir. […] Şimdi sen, sessiz
sedasız sandalyede oturmuş ve canı sıkılınca diğerlerini
izlemiş birisin. Bir şekilde dolaba bindin ve biner
binmez, sert bir darbe ile fırlatıldın. Yukarı
tırmanabilen Margot ve merkezde olan benim için her
şey iyi, ama sen statiksin. İnsanlar, bu aptal cinsiyet
ayrımı yerine dinamik ve statik olarak ayrılmalılar.
(Decline and Fall, 283)
22
Romandaki bu sınıflandırma doğrultusunda, “statik” karakterler, köklerinden
ve değerlerinden kopmuş bir toplum içinde tamamen güçsüz ve pasif kalan, bu
yüzden de çevresiyle uyuşamayan, “topluma yabancılaşmış” karakterler olarak ele
alınacaktır. Bu grupta, Paul Pennyfeather, Bay Prendergast ve Lord Tangent
karakterlerinin yabancılaşması incelenecektir. “Dinamik” karakterler ise sürekli
kendi çıkarlarını düşünen, geleneklere, toplumsal değerlere ve dine hiçbir inancı
kalmamış,
maddeleşmiş
ve
dolayısıyla
insan
özüne
aykırı
hale
gelerek
“canavarlaşmış” karakterler olarak değerlendirilecektir. Kendilerine göre çağın
gerektirdiği şekilde, normal bir hayat süren bu karakterler ise, Margot BesteChetwynde, Kaptan Grimes ve Dr. Fagan‟dan oluşur. Bunların dışında, roman
boyunca, diğer karakterlere oranla daha az görülen, ama olay örgüsü açısından
önemli bir noktada duran Philbrick, Leydi Circumference ve Sir Wilfred LucasDockery insani özelliklerden yoksun kişiler olarak ele alınacaktır.
Romandaki, çevresine yabancılaşan karakterlerin karşılaştıkları olaylar ve
sonrasında bu kişilerin düştüğü durumlar gösterir ki modern toplum içinde ayakta
kalmak, aklını ve zekâsını kullanmaya dayanmaktadır. Bu şekilde davranamayan,
çevresinde olup bitenleri sorgulamayan ya da bunlara karşı çıkmayan; çevresindeki
herkese saflığa varacak kadar güvenen, hakkını arayacak cesareti olmayan kişiler,
modern toplumda ezilir ve böylece topluma yabancılaşır. Kurnazlığı ve çıkarcılığı
abartarak bunu bir yaşam tarzı haline getiren, her şeyin merkezine ulaşmaya ve her
şeyi elde etmeye çalışan kişiler ise farkında olmadan insani duygulardan ve
erdemlerden yoksun hale gelir. Waugh, bu karakterlerle, toplumun yozlaşmasını ve
bu durumun artık olağanlaştığını göstererek, modern toplum içinde kimliksizleşen ve
duygusuzlaşan insanı yansıtır. Diğer taraftan, çevresine yabancılaşan karakterlerin,
23
çok yakınında durdukları olayların ve kişilerin aslında ne kadar aldatıcı olduğunun
farkında bile olmamaları, bu karakterlerin aptallığa varacak kadar saf ve pasif
olduklarını gösterir ki Waugh bu karakterleri bu yönleri ile eleştirir. Meckier “Cycle,
Symbol, and Parody in Evelyn Waugh's Decline and Fall” adlı makalesinde bu konuyla
ilgili olarak şöyle düşünür: “Waugh‟nun temel söylencesi iki yönlü olumsuzdur. O,
İngiliz beyefendiliğinin (ya da bey efendi), aşağılık, ahlaksız bir dünya tarafından
geri çevrildiğini gösterir; fakat aynı zamanda, saf ve masum olanları da, görünüşte
kaçınılmaz olan algılama yetersizlikleri yüzünden suçlar” (Meckier, 1979:62).
Alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Waugh, hem insani özelliklerden yoksun karakterleri
hem de çevresine yabancılaşmış karakterleri, tüm yanlışlarıyla, kötü ya da yetersiz
yönleriyle yansıtır. Waugh için, çoğu zaman, bir tarafın iyi, diğer tarafın kötü olması
durumu söz konusu değildir; Katolik mezhebine geçtiği ve Hıristiyanlığa bağlandığı
zamanlarda bile Katolik kilisesinin eksik ve yetersiz yönlerini eleştirmesi bu durumu
kanıtlar niteliktedir.
Decline
and
Fall‟da
çevresine
yabancılaşan
karakterler,
1920‟ler
İngiltere‟sinde, değişen yaşam tarzını ve dünya görüşünü sorgulamadan, olduğu gibi
benimsemiş bir toplumda, çevresinde olup bitenlere anlam veremeyen, aşırı saf ve
güçsüz kişileri yansıtır. Özellikle Londra ve etrafında ikamet eden maddi durumu iyi,
genç ve orta yaşlılar, hayatı çoğunlukla gece kulüpleri ve partiler arasında geçen,
dinin, aile yapısının, toplum kurallarının ve diğer tüm değerlerin kendileri için hiçbir
şey ifade etmediği “Parlak Gençler”i (Bright Young Things) oluşturur. Böyle bir
toplumda, değerlerine bağlı kalmaya çalışan, özellikle orta ve alt sınıflardan gelen
gençler, modern hayatın hızına ve gerektirdiklerine uyum sağlayamamış ve
24
çevrelerine yabancılaşmışlardır. Seaman, Life In Britain Between The Wars adlı
eserinde, 1920‟lerin ahlaki açıdan “çöküş”ünü şöyle açıklar:
Popüler basını yakından inceleyerek veya “gelişmiş”
yazarların eserlerini çok iyi anlayarak şu sonuca
varılabilir ki; Hıristiyanlık neredeyse sonlanmıştı;
evlilik, modası geçmiş bir gelenekti, tam bir cinsel
özgürlüğün ortaya çıkışı zaten görülmüştü ve Viktorya
dönemi halkının çalışkanlığı tamamıyla geçmişte
kalmıştı. İngiliz halkının çoğu, 20‟lerin geleneklere
karşı çıkan tavrını endişe ile karşıladı. Onlar zeki ve
çalışkan insanların olduğu, savaş öncesi dönemin tüm
özelliklerine derinden bağlıydılar. Dünya değiştiği için
sadece üzülmüyorlar, aynı zamanda kızıyorlardı.
(Seaman, 1970:22)
Waugh‟nun günlüklerine, mektuplarına ve biyografilerine bakıldığında,
babası Arthur Waugh‟nun, toplumun değerlerinden ayrılmasına ve bilinçsizce
değişmesine karşı duran kesimde olduğu söylenebilir. Arthur Waugh‟nun, Evelyn‟i
din öğretileri ağırlıklı eğitim veren bir ilkokul ve liseye göndermesi, onun, ailesini de
zamanın yozlaşmışlığından uzak tutmaya çalıştığı görüşünü destekler. Dolayısıyla,
her ne kadar hayatının belli bir döneminde babasının kendisini uzak tutmaya çalıştığı
çevreye girerek “kötü alışkanlıklar” edinse de Waugh, özünde, toplum geleneklerine
ve değerlerine bağlı, dine önem veren bir birey olarak yetiştirilmiştir; nitekim
Waugh‟nun 1930‟da Katolik mezhebini benimsemesi ve sonraki romanlarının
Hıristiyanlık öğretileri yönünden baskın olması bu durumu destekler. İşte Decline
and Fall‟da çevresine yabancılaşan karakterler, bir bakıma, Waugh gibi, aslında dine
önem veren, aileye yapısına ve geleneklere bağlı, dürüst, kibar ve saygılı bir
çevreden veya aileden çıkıp, sahtekârlığın ve yozlaşmışlığın hüküm sürdüğü bir
çevreye girmiş kişilerin yansımalarıdır. Bu kişiler, olayların ya da kişilerin mantık
veya duygudan yoksun olduğu bir toplumda hem duygusal ve naif oldukları için hem
25
de aptallığa varacak kadar saf ve güçsüz özelliklere sahip bireyler oldukları için
modern topluma yabancılaşmışlardır.
Decline and Fall‟daki bütün karakterler ve olaylar, kısmen Waugh‟nun
kendisini temsil eden Paul Pennyfeather‟in etrafında gerçekleşir ve onunla
bağlantılıdır. Ancak ironiktir ki, Paul romanın ana karakteri olmasına rağmen
romandaki en “önemsiz” ve “değersiz” kişidir. Bu özelliklerinin yanında Paul,
hayran duyulacak ya da örnek alınacak niteliklere sahip olmayan, sıradan bir kişi
olarak romanın ana karakteri olduğu için bir “anti-kahraman” olarak kabul edilebilir.
Romandaki ironi unsuru, Paul‟un ve diğer karakterlerin yabancılaşmalarının çarpıcı
bir şekilde ortaya konulması açısından önemli bir yere sahiptir. Bununla beraber,
hem olayların anlatımındaki hem de karakterlerin davranışlarında ve diyaloglarındaki
ironik tutum, yazarın, birçok toplumsal bozukluğa gönderme yapmasını, başka bir
deyişle “hem hayatın algılanmasını hem de onun çözümsüz paradokslarını sanatsal
bir şekilde yansıtılmasını” (Beaty, 1992:9) sağlar.
Paul Pennyfeather‟in çevresine yabancılaşmasını ve Waugh‟nun toplum
eleştirilerini ele almadan önce şunu belirtmek gerekir ki Paul, Waugh‟nun 1920‟ler
İngiliz toplumunun bozuk yönlerini ve Viktorya duygusallığına bağlı kalan aşırı saf
ve iyimser kişileri eleştirmek için kullandığı bir “gölge”dir; asıl önemli olan onun
tanık olduğu “olaylar silsilesidir” (Decline and Fall, 164). Paul‟un, modern toplumun
yozlaşmış mensuplarından farklı olarak, aşırı zayıf ve duygusal bir karakteri vardır.
Paul kendini onurlu bir “beyefendi” olarak görür ve bunun “elinde olmadığını,
doğuştan içinde olduğunu” (54) düşünür. Fakat hem modern toplumun “ayartması”
hem de kendi değerlerine yeterince sıkı bağlı olmaması nedeniyle, Paul, karşılaştığı
birçok durumda kesin kararlar veremez, ikilemde kalır, iletişim kuramaz ve komik
26
duruma düşer. Waugh, Paul‟un bu kırılgan ve pasif kişiliği ile bu özellikleri eleştirir
ve aşağılar.
Waugh ile Paul arasında, hem karşılaştıkları olaylar ve kişiler hem de tecrübe
ettikleri yabancılaşma açısından önemli benzerlikler olduğu söylenebilir. Waugh,
Paul gibi, uzun süre okuldaki dersleri ve din öğretileri üzerine yoğunlaştıktan sonra
bir süre (özellikle 1924-1927 yılları arasında) etik-ahlak ilkelerini tanımayan kişiler
arasında bulunmuş, tam olarak onlardan biri olmasa da yaşadığı hayat bakımından
onlara benzemiş ve kendini toplumun kuralsız yapısı içinde bulmuştur. Ancak,
Paul‟un Kaptan Grimes, Margot Beste-Chetwynde ve Philbrick gibi karakterler
arasında kalıp onlardan biri olmaması gibi Waugh da “Parlak Genç İnsanların
dünyasının merkezinde değil kenarlarında bulunmuştur” (Davie, 1976:159).
Romanın ilk bölümünde, anlatıcının Paul hakkında verdiği detayların,
Waugh‟nun kendi hayatından alıntı olması Decline and Fall‟un otobiyoğrafik
yönünü gösterdiği gibi Paul karakterinin daha iyi anlaşılması açısından da önemlidir.
Paul Hristiyanlık öğretileri ağırlıklı bir lisede eğitim görmüştür, Waugh aynı
özelliklere sahip Lancing adlı liseyi bitirmiştir; Waugh The Hypocrites adlı grupla
tanışmadan önce, Paul ise Bollinger Club üyeleri ile karşılaşmadan önce, her ikisi de
sessiz sakin, kendi halinde yaşamışlardır; ayrıca iki kulüp üyeleri de alkole
düşkünlükleri ile ünlüdür. Her ikisi de Oxford‟daki eğitimlerini tamamlamadan
okuldan ayrılmış, Galler‟de öğretmenlik yapmışlardır; her ikisi de yabancılaştıkları
toplumun bir parçası olmayıp asıl bulunmak istedikleri, ortak çatısı Hıristiyanlık olan
çevreye geri dönmüşlerdir. Bütün bu benzerlikler, Paul‟un, Scone‟dan atıldıktan
sonra tecrübe ettiği yabancılaşmanın, Waugh‟nun Hertfort‟daki ikinci senesinden
itibaren yaşadığı yabancılaşma ile benzer olduğu görüşünü destekler. Ayrıca yine bu
27
benzerlikler, romanın yazıldığı dönemin toplumu içinde, kuralsızlığın ve karmaşanın
baskın
olduğu
çevreye
yabancılaşan
insanların
var
olduğu
görüşünü
kuvvetlendirmektedir.
Paul Pennyfeather, romanın giriş ve birinci bölümlerinde haksız yere okuldan
atılır, kendisine babasından kalan paraya vasisi el koyar ve Dr. Fagan, onu normalin
çok altında bir maaşla işe alır. Bu aşamaya kadarki olaylar göstermektedir ki,
romanın en başından itibaren, Paul‟un karşılaştığı herkes ondan faydalanmaya ve
kendi kazançları için onu kandırmaya çalışmaktadır. Paul‟un, mantığın ve duyguların
olmadığı, yozlaşmış toplum içinde bulunması onu olduğundan daha zayıf ve çaresiz
gösterir. Michael Gorra, “Through Comedy Toward Catholicism: A Reading of
Evelyn Waugh's Early Novels” adlı makalesinde bu konuya şöyle yaklaşır; “Şöyle
bir paradoks vardır ki; Waugh için gerçek insanlar, dönme dolabın çevrelediği hayata
yabancılaşmışlardır […] Gerçek kişiler “statik”tir, hatta bir bakıma ölüdür” (Gorra,
1988:204). Paul‟un da pasif bir karakter olduğu ve içine girdiği “dönme dolaba”
aşina olmadığı düşünülürse, içinde bulunduğu yabancılaşmanın nedeninin kendi
zayıf karakteri ile beraber toplumun insani özelliklerden yoksun yapısı olduğu
sonucuna varılabilir. Paul‟un, çevresine yabancılaşmış bir karakter olduğu görüşü,
Decline
and
Fall‟da,
anlatıcının
Paul
üzerine
yaptığı
bir
yorum
ile
kuvvetlendirilebilir; Paul, romanın ikinci kısmında, Margot‟un evine gitmeden önce,
Oxford‟dan arkadaşı Potts ile “kamuoyunun önemi, bütçeler ve doğum kontrolü ve
Bizans mozaikleri üzerine tartıştılar. Paul, nahoş Bollinger akşamından beri ilk defa
huzurlu oldu” (Decline and Fall, 162). Paul‟un, yabancılaşmış “gölgesinin” dışına
çıktığı ve gerçek kimliğine büründüğü bu entelektüel görüşmenin sonrasında ise
anlatıcı şöyle der:
28
Bir geceliğine Paul yine gerçek bir kişi oldu, fakat
ertesi gün, Sloane Meydanı ve Onslow Meydanı
arasında bir yerlerde kendini bırakmış olarak uyandı.
Beste-Chetwynde ile buluşmak ve King‟s Thursday‟e
giden sabah trenine yetişmek zorundaydı ve işte onun
olağanüstü maceraları yeniden başlıyordu. Bu
hikayenin bakış açısından, Paul‟un ikinci kayboluşu
gereklidir, çünkü muhtemelen okuyucunun da önceden
fark etmiş olacağı gibi, Paul Pennyfeather asla bir
kahraman olamazdı ve onunla ilgili tek merak duygusu,
onun gölgesinin tanık olduğu acayip olaylar
silsilesinden yükseliyordu.
(Decline and Fall, 164)
Anlaşılacağı üzere, Paul‟un kendi karakteri ile Oxford‟tan atıldıktan sonra
içine girdiği çevre birbiriyle çelişir. Paul, bu çevreye yabancıdır; anlatıcı, Paul‟un bu
yabancılaşmış halini “Paul‟un gölgesi” olarak adlandırır. Anlatıcının, Paul‟un King‟s
Thursday‟e gidişinden, onun ikinci kez kayboluşu şeklinde bahsetmesi, Paul‟un
Llanabba‟ya gitmesinin onun birinci kayboluşu olduğuna işaret eder. Her iki
kayboluş da, aslında Paul‟un kendi karakterine uygun olmayan kişiler ve olaylar
arasında bulunmasından kaynaklanır. Başka bir deyişle, anlatıcının “Paul‟un
kayboluşu” olarak bahsettiği şey, onun, ait olduğu çevreden “alınıp” yabancısı
olduğu ve benliği ile bütünleştiremediği topluma bırakılmasıdır.
Waugh, Paul‟un hikâyesine devam etmeden önce, onun çalışacağı okulun
detaylı bir tasvirini yapar. “Llanabba Kalesi” olarak anılan bu okulun çift yönlü bir
görünümü vardır; bir taraftan bakınca sıradan bir taşra binasıdır, diğer taraftan
bakıldığında ise feodal mimariye sahip bir kale gibidir. Romandaki bu “ikililik”
durumuna oldukça sık rastlanır; Paul‟un Llanabba‟da ve sonrasında karşılaştığı
kişilerin çoğu, okulun yapısı gibi çift karakterli kişilerdir. Dr. Fagan okul müdürüdür
ama başka bir bakış açısıyla “ürünlerinin” kendisine para kazandırdığı bir işletme
sahibidir; Philbrick okul hizmetçisi görünümü altında kendini zengin bir soylu olarak
29
tanıtır ve birçok farklı kimliğe bürünür; Margot‟un “baharın ilk nefesi gibi” (Decline
and Fall, 95) olan görüntüsünün diğer yüzünde bir beyaz kadın tüccarı vardır. Bu tür
kişilere, romanın yazıldığı dönem olan 1920‟lerde, özellikle orta ve üst sınıf
kesimlerde çok sık rastlanır. Çevresini çok iyi gözlemleyen ve gözlemlerini
romandaki karakterlerle somutlaştıran Waugh “bir paund‟luk banknotu görünce
parçalanacak olan orta-sınıf yapmacıklığına ve keskin bir şekilde, onun görünüşteki
değerlerinin ikiyüzlülüğüne ironik bir parmak dokundurur” (Berberich, 2007:111).
Bu özellikteki karakterlerin karşısında, Paul‟un kusurlu yönleri ise çok saf, duygusal
ve her zaman iyimser olmasıdır ki Waugh, bu özelliklerinden dolayı Paul‟u tüm
roman boyunca cezalandırır. Paul ile çevresi arasındaki bu derin farklılık Paul‟un
içinde bulunduğu topluma yabancılaşmasının, bu toplum içinde eğreti durmasının
temel nedenlerinden biridir.
Paul‟un çevresine yabancılaşmasını en iyi yansıtan durumlardan biri, onun,
diğer karakterlerle diyaloglarında her zaman daha az konuşan ya da sessiz kalan taraf
olmasıdır. Bu durumun nedeni Paul‟un, çevresindeki hızlı yaşam tarzına ve
olağandışı olayların normal karşılandığı topluma anlam verememesidir. Sırasıyla,
Kaptan Grimes, Bay Prendergast ve Philbrick, Paul‟a uzun uzadıya kendilerinden
bahsederler, özel hayatlarına dair sırlar verirler; ancak kimse, Paul‟a kim olduğunu
sormaz. Bu şekilde, Paul, diğer karakterler arasında daha zayıf ve etkisiz bir izlenim
bırakır. Romanın ilerleyen bölümlerinde de bu durum, Lord Pastmaster‟in de Paul‟a
kendinden bahsetmesiyle devam eder ve en sonunda Paul bu durumu sorgular:
“Neden böyleydi, diye düşündü Paul, neden tanıştığı herkes bu otobiyografi türünde
uzmanlaşmış görünüyordu? Sempatik bir havası olduğunu düşündü” (Decline and
Fall, 174). Diyaloglarda Paul‟un neredeyse hiç konuşmaması, diğer konuşmacının da
30
Paul hakkında çok az soru sorması, Paul‟un diğer karakterler için önemsiz ya da
değersiz biri olduğuna işaret eder. Bu durum, romandaki komik/traji-komik olaylar
arasında çok göze batmasa da, aslında Paul‟un içinde bulunduğu yalnızlığı ve
çevresine yabancı olmasını yansıtır. Waugh, Paul‟un bu tepkisizliği ve sessizliği ile
iki noktaya dikkat çeker. İlk olarak Waugh, bu şekilde, normsuzluğun norm haline
geldiği 1920‟ler toplumundaki sosyal ve kurumsal bozuklukları, Paul‟un tepkisizliği
ile daha etkin şekilde ortaya koyar. İkinci olarak ise, yazar, Paul gibi tepkisiz ve naif
bir karakterin topluma yabancılaşması üzerinden, toplumsal bozukluk olarak gördüğü
durumların vehametini ve tedavi edilemezliğini, onun bu durumlar karşısındaki
şaşkınlığı ve sessizliği ile yansıtır.
Paul‟un, modern toplumun karmaşık ve kural tanımaz yapısı karşısında kendi
kararını verememesi ve kendinden emin olamaması onun bu topluma yabancılaşmış
bir karakter olduğuna işaret eder. Paul, sadece kendisini ilgilendiren, hayatının
akışını değiştirebilecek kritik durumlar karşısında bile kendine güvenerek bir karar
alıp bunu gerçekleştiremez. Waugh, Paul‟un bu yönüyle, kaos içindeki toplumda
neyin doğru neyin yanlış olduğunun bilinemediğini, idealleri olan kişilerin
benimsedikleri doğrulara bağlı kalmakta zorlandıklarını gösterir.
Paul‟un roman boyunca birçok durumda tereddüt içinde olmasının ve karar
verememesinin nedeni, modern toplumun çıkarcı mensupları gibi olup olmama
arasında kalmasıdır. Heath‟in de belirttiği gibi Waugh‟nun “ilk hikâyelerinin tamamı,
özellikle Decline and Fall, kişiliğin “değişmesi ve bozulması” ile onun “devamlılığı”
arasındaki çatışma ile ilgilidir” (Heath, 1982:17). Oxford‟dan atılmadan önce,
kendisini ikilemde bırakacak olaylar ve kişilerden uzak, rutin bir hayat yaşadığı için
Paul, doğru ile yanlış arasında karar vermede tecrübesizdir. Modern dünyada,
31
kendisinin aklını çelebilecek Kaptan Grimes, Margot, Dr. Fagan gibi, her hangi bir
prensibe ya da ideale sahip olmayan, her istediğini yapan figürler bulunur. Bu
karakterler, Paul‟un etik ve ahlak anlayışına aykırı olarak kabul ettiği her şeyi
hayatın sıradan bir parçası olarak yaşarlar; onlar için yalan söylemek ve her durumda
kendi çıkarını düşünmek, doğru bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Dolayısıyla Paul,
içine girdiği bu yeni çevrede, birçok durumda nasıl hareket etmesi gerektiğine dair
kendinden emin, kesin kararlar veremez; genellikle, insani özelliklerden yoksun
karakterlerin etkisi altında kalır. Alastair‟in Paul için gönderdiği “özür” parasını
Paul‟un geri çevirmesi, fakat Grimes‟ın onun yerine parayı kabul etmesi örneğinde
de görüldüğü gibi, Paul doğru ile yanlış düşündüğü şeyler arasında ikilemde
kaldıktan sonra genellikle “romantik/etik” kararlar verir; fakat bir şekilde çıkarcı
karakterlerin dediği olur. Bu durum, Paul‟un modern toplum içinde hayatının tüm
kontrolünün çıkarcı karakterlerin elinde olduğunu gösterir; kendisinin farklı bir rota
çizerek başka bir yöne gitmek istemesinin de bu yüzden bir anlamı yoktur. Waugh,
Paul‟un çevresine yabancılaşmasından kaynaklanan bu zayıflığı ve tepkisizliği ile
toplumun çıkarcı ve umursamaz yapısını eleştirir. Bunun dışında, Paul‟un bu kararsız
ve yabancılaşmış hali, Waugh‟nun “duygusal, gururlu, kibar, kırılgan” özelliklerin
artık modasının geçtiğini ima etmesi açısından da önem taşır.
Paul‟un, etrafını saran kişilerden faklı niteliklere sahip olduğu için çevresine
yabancılaşması onun, fiziksel ve zihinsel anlamda toplumdan ayrılmasına neden olur.
Sağlıklı bir toplum yapısında, toplumu oluşturan bireylerin topluma dâhil olması ve
çevresiyle uyuşması beklenir; ancak Paul için durum bunun tam tersidir;
çevresindeki herkes romanın başından itibaren kendisinden bir şeyler koparmaya,
onu sömürmeye çalışır. Dolayısıyla Paul‟un, içinde bulunduğu yozlaşmış topluma
32
karşı aidiyetsizlik hissi yaşaması ve yabancılaşması kaçınılmaz hale gelir. Bu
durumu yansıtan en iyi örneklerden biri, Paul‟un, evlenmeden hemen önce
Margot‟un, kendisini “bir iş için” Marsilya‟ya gönderdiğinde “Pompeii sokaklarını”
andıran bir yerde içinde bulunduğu sahnedir:
Paul her taraftan gelen farklı dillerdeki davetlere
kulağını kapatarak ısrarla yoluna devam etti. Genç bir
kadın, başından şapkasını kaptı; onun, kapı önündeki
ışıkta görünen çıplak bacağına gözü ilişti; kadın daha
sonra, içeri gelip şapkasını alması için Paul‟a eliyle
işaret ederek pencerede göründü. Tüm sokak ona
gülüyor gibiydi. Tereddüt etti; ve sonra, bir anda paniğe
kapılıp siyah şapkasını ve kendine hakimiyetini
bırakarak döndü, ve kendisinin manevi evi olduğunu
kalpten bildiği geniş sokaklara ve tramvay raylarına
doğru kaçtı.
(Decline and Fall, 203)
Bu sahne, bir bakıma, roman boyunca Paul‟un içinde bulunduğu durumun bir
minyatürü gibidir. Paul‟un, bu çekingen ve tereddütlü tavrı, onun toplumdan ne
kadar ayrılmış bir karakter olduğunu ve dolayısı ile topluma yabancılaşmış bir kişi
olduğunu resmeder. Paul, alıntıda olduğu gibi romanın başında da taciz edilir;
sonrasında karşılaştığı herkes, alıntıdaki genç kadın gibi kesinden bir şey “çalmaya”
çalışır. Dolayısıyla, Paul‟un toplumun bir parçası olmaktan çok toplum tarafından
sömürülen “önemsiz biri” olduğu, bu yüzden de çevresine yabancılaştığı ve
toplumdan ayrıldığı sonucuna varılabilir.
Waugh, ilk romanı ile ortaya koymak istediği toplum eleştirilerini Paul‟un,
“dışarıda” kalmış bir yabancı olması ve birçok toplumsal bozukluğa tanıklık etmesi
ile yansıtır. Paul‟un roman boyunca, çok nadir de olsa, modern toplumdan ayrılarak
çevresini saran çemberin dışına çıktığında kendisini daha iyi hissetmesi ve anlatıcı
tarafından da onun özüne döndüğünün imâ edilmesi, Paul‟un ayrı kalmaya olan
33
eğilimini gösterir. Waugh, Paul‟un çevresinden ayrı kalması ile aşırı saf ve güçsüz
bireyin, kaosun hüküm sürdüğü toplumla çatışmasını yansıtır. Paul‟un Llanabba‟dan
ayrılıp King‟s Thursday‟e giderken aklından geçirdikleri bu durumu iyi şekilde
örnekler: “Sabah güneşindeki bu kestane ağaçları aklını kaçırmış bir dünyada hala
katlanılabilir ve huzur veren, ve tüm bu kaos ve karmaşıklık unutulduğunda aynen
öyle kalacak bir şeyi mi temsil ediyordu?” (Decline and Fall,165). Paul‟un, normal
ve huzurlu bir toplum yapısına olan bu özlemi, kendini, içinde bulunduğu çevreden
psikolojik olarak ne derece soyutladığını gösterir. Alıntıdan anlaşılacağı üzere,
Paul‟un yabancılaştığı ve Waugh‟nun eleştirilerini yönelttiği toplum “aklını kaçırmış,
kaos ve karmaşıklık” içindeki bir toplumdur.
Zihinsel anlamda toplumla bütünleşemeyen ve çoğu zaman kendini
toplumdan ayıran Paul‟un, fiziksel olarak da bu toplumdan ayrıldığında ve hapse
girdiğinde kendi kimliği ile bütünleşmesi onun, modern topluma yabancı olduğunu
gösterir. Paul‟un hapiste yalnız kalınca hissettikleri, onun hapishane dışındaki
topluma yabancılaşmış bir karakter olduğunu yansıtması açısından önemlidir:
Sonraki dört haftalık yalnızlık cezası Paul‟un hayatının
en mutlu anları arasındaydı. […] Herhangi bir konu
hakkında karar vermek zorunda olmamak, saatin,
yemeklerin ya da elbiselerin en ufak bir öneminin
olmaması, nasıl bir izlenim bıraktığı konusunda en ufak
bir kaygıya sahip olmamak; gerçekten özgür olmak
Paul için çok keyif vericiydi.
(Decline and Fall,229)
Paul‟un hapisteyken “özgürlüğü” bulması, bir bakıma onun, dış dünyadayken,
yani toplum içindeyken “hapiste olduğu” gerçeğini gösterir. Bu durum, Waugh‟nun,
modern toplumun karmaşıklığına ve mantıktan uzak hayat düzenine yönelik
eleştirilerini yansıtması açısından önemlidir. Heath, Waugh‟nun sığınak olarak
34
gördüğü yerin aslında hapis, hapis olarak gördüğü yerin de sığınak olarak ortaya
çıktığını söyler:
[…] Paul Pennyfeather öğretmenlik ve yüksek sosyete
içinde yeni bir sığınak arar, fakat Llannabba Koleji ve
King‟s Thursday o kadar kaotiktir ki isimleri dışında
tamamıyla hapishane gibi yerlerdir. İngiltere‟nin
kendisi gibi bu iki yer de ruhun hapishanesidir, ve
(tipik Waugh tarzında mecazi olanın gerçeğe
dönüşmesi ile) bu yerler Paul‟u Blackstone Gaol ve
Egdon Heath‟teki gerçek mahkumiyetine sürükler.
Normalde Waugh‟nun sığınakları hapishane olarak
ortaya çıkar, fakat Blackstone‟da bir ceza evi sığınaktır
[…]
(Heath,1982:2)
Waugh‟nun, Paul‟un hapishane‟de yaşadıklarını anlattığı bölümlere verdiği
isimler de Heath‟in görüşünü destekler niteliktedir: Paul‟un, Blackstone Gaol‟da
geçirdiği zamanı anlatan bölümün adı “Taş Duvarlar Hapishane Değildir”
şeklindedir; Egdon Heath‟te geçen olayların anlatıldığı bölümün ismi de devam
niteliğindedir: “Demir Parmaklıklar da Kafes Değildir.” Anlaşılacağı üzere, Paul
hapse girince “özgürleşerek” toplumun bütün yapmacıklığından ve absürtlüğünden
sıyrılmıştır; bu durum Paul‟un hapishane dışındaki topluma yabancılaşmasını
gösterdiği kadar, İngiliz toplumunun da ne kadar ciddi bir “karmaşa ve kaos” içinde
bulunduğunu yansıtması açısından önemlidir.
Paul‟un, dört hafta yalnız kalmasına rağmen dış dünyadaki herhangi bir şeyin
eksikliğini hissetmemesi ve kimseyi özlememesi, uzun süredir içinde bulunduğu
toplumun bir parçası olmadığını gösterir. Paul hapisteyken, istediği gibi düşünme,
istediği kararları alma ve istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahiptir; toplumun bütün
yüklerinden kurtulmuş, çevresinin beklentilerinden arınmıştır. Dört haftalık yalnızlık
cezası, Paul‟u, geçici süreliğine de olsa çevresinin baskısından çıkarmıştır; kendi
35
duygularının ve düşüncelerinin canlanması ile “gölgesinin” içi, Potts ile yaptığı
görüşmeden sonra ilk defa dolmuştur; paralel şekilde, Potts ile yaptığı görüşmede de
bir süreliğine de olsa modern toplumun dışına çıkmıştır. Hapse girerken sahip olduğu
tüm eşyaların (sigara tabakası, kol saati, kol iğneleri gibi) alınması, onda “garip
şekilde hoşuna giden bir umursamazlık hissi”ne (Decline and Fall, 220) neden
olmuştur. Paul‟un hapishanede, yabancılaşmış kimliğinden sıyrılarak kendi özbenliğine
büründüğünü
gösteren
önemli
bir
ipucu
da,
onun,
hapishane
yönetimindekilerle girdiği diyaloglarda kendine güvenen, espri yapan, düşündüğünü
söylemekten çekinmeyen bir kişi olarak görünmesidir.
Paul‟un hapishaneden “çıkarılışı” ve sonrasında yaşadıkları da onun çevresine
yabancılaşmasını göstermesi açısından önemlidir. Paul, (tıpkı Waugh gibi) küçükken
apandisiti alınmış olmasına rağmen, Margot, Maltravers ve Alastair işbirliği ile
hapishaneden apandisit ameliyatı için çıkarılır ve sonrasında Dr. Fagan‟ın “sağlık
evine” getirilerek kendisine sahte bir “ölüm belgesi” hazırlanır. Bu süreçte Paul, her
zaman olduğu gibi güçsüzdür; başına geleceklere yine müdahale edemez. Paul‟un
hapishaneden çıkmasına yardım ederek tekrar Oxford‟a dönmesini sağlayan kişinin,
onun Oxford‟dan atılmasına yol açan Alastair olması da ayrıca ironiktir. Daha ironik
olan başka bir durum ise Paul‟un ölüm belgesini imzalayan cerrahın imzayı atmadan
hemen önce “Oh, death, where is thy sting-a-ling-a-ling” demesidir. Bu söz, birinci
dünya savaşından sonra popüler olan bir şarkıda geçer ve aslında İncil‟den alıntıdır.
İncil‟de ise “O death, where is your sting?” (1 Corinthians 15:55). şeklinde Aziz Paul
tarafından yeniden diriliş ile bağlantılı olarak söylenir.4 Bununla beraber, romanda
4
http://en.wikipedia.org/wiki/The_Bells_Of_Hell_Go_Ting-a-ling-a-ling ,
http://www.biblegateway.com/passage/?search=1+Corinthians+15&version=NIV
36
sondan bir önceki bölümün isminin de Yeniden Diriliş olması bir bakıma Paul‟un,
yabancılaştığı modern toplum ve onun bütün kargaşası içinde yok olup, bu toplum
dışında tekrar dirilmesini yansıtır. Paul, bir anda bindiği “dönme dolaptan”, aynı
hızla dışarı fırlatılır. “Dönme dolapta” kalan karakterler Paul‟u uğurlamaya gelmiş
gibi bir aradadır; bu noktada Dr. Fagan‟ın sözleri dikkat çeker: “hepimiz burada, her
şeyden çok sevgili arkadaşım ve bir süre meslektaşım olan Paul Pennyfeather‟in bu
akşamki ölümüne bir ölçüde katılımcı olarak bulunuyoruz” (Decline and Fall, 276277). Anlaşılacağı üzere, Paul‟un çevresindeki herkes, onun “çöküşünde” ve yok
oluşunda rol sahibidir; dolayısıyla Paul‟un roman boyunca çok konuşmaması, hep
güçsüz ve etkisiz kalması, karar verememesi ve “kullanılması” onun, kendisini dibe
çeken çevresine yabancılaşmasının bir sonucudur.
Paul‟un çevresine yabancılaşmış bir karakter olduğunu gösteren tüm
durumlarr birbiri ile bağlantılıdır: çevresine yabancılaştığı için kesin kararlar alamaz
ve sürekli tereddüt içinde olur; bu yüzden diyaloglarda hep sessiz kalır, hiçbir şeyde
söz sahibi olamaması onu “güçsüz” kılar; “güçsüz” yapısı onun toplumdan
“ayrılmasına” neden olur, fiziksel olarak, toplumdan ayrılıp yalnız kaldığında mutlu
olması onun toplumdan farklı olduğunu gösterir. Anlaşılacağı üzere Paul,
çevresinden soyutlanmış “masum bir yabancıdır; hiç alışkın olmadığı çevrelere
atılmıştır ve toplumun içine çekilmiş olsa da ona her zaman yabancı kalmıştır.
Paul‟un toplumdan kaçışı bireysel olarak ya da toplum için bir zafer değildir; Margot
ve Fagan tarafından kurnazca ayarlanan sahte ölümün doğruladığı gibi bu dünyaya
karşı bir tür ölümdür” (Greenblatt, 1976:110).
Paul‟un, romanın sonunda, her şeyin başladığı yere, Scone Kolej‟ine
dönmesi, bıyık bırakması ve kendini, önceki Paul‟un “çok uzak” bir kuzeni olarak
37
tanıtması onun “yeniden dirilişine” işaret eder. Paul artık, modern dünyanın kaosu
içindeki yabancılaşmış halinden çıkmış, kitaplar, dersler ve entelektüel tartışmalar
üzerine kurulu, kendine ait bir düzenin olduğu “aklın dünyasına” geri dönmüştür.
Romanın kapanış bölümünde Peter ile yaptığı konuşmada Paul, modern dünyaya
yabancı olduğunu, bu toplum içindekilere aslında hiç bulaşmamış olması gerektiğini
çünkü kendisinin “statik” onların ise “dinamik” olduğunu kabul eder. Daha
öncesinde ise “Margot için ayrı, kendisi için ayrı bir kanun olduğu” (Decline and
Fall, 252) bilincine ulaşmıştır. Anlaşılacağı üzere, modern dünyada yaptığı
“yolculuktan” sonra, Paul sessiz sakin hayatına devam ederken dışarıda neler olup
bittiğini; yozlaşmış toplumun zevk düşkünlüğünü, çıkarcı ve ikiyüzlü yapısını
görmüştür ve tecrübe kazanmıştır; bu, Potts‟un, Stubbs‟ın ya da “önceki”
Pennyfeather‟in sahip olmadığı, kitaplarda yazmayan bir “bilgi”dir. Paul‟un artık
Bollinger Kulübünün ne olduğundan haberi vardır. Bu durum, Paul‟un topluma
yabancılaşmış “gölgesinden” çıktığını gösterdiği gibi, onun düşünsel anlamda
ilerleme kaydettiğini de yansıtır.
Waugh, romanın sonunda, ciddi ve didaktik bir ton kullanarak Paul‟un
edindiği tecrübeyi yüceltmek yerine, onun “kurtuluşunun” bir parodisini yapar.
Paul‟un, Oxford‟a ikinci gelişinde içinde bulunduğu durumlar, modern toplumda
yaşadıklarının tam tersi olması açısından önemlidir. Paul, Stubbs adında bir arkadaş
edinir; Stubbs, Paul‟un tutuklanması için şahitlik yapan önceki arkadaşı Potts‟un
yansıması gibidir. Paul, tekrar Milletler Birliği Derneğine katılır ve arkadaşlarıyla
hapishanedeki mahkûmlara şarkı söyler; ancak kendisi bir süre önce bu Dernek
tarafından
tutuklanmış,
hapse
atılmış
ve
sahte
bir
ölümle
hapisten
kaçmış/kaçırılmıştır. Bay Sniggs‟in, Oxford‟un mimari açıdan ihtişamlı kütüphanesi
38
Bodleian‟ı yeniden inşa ettirme planına Stubbs karşı çıkar ve Paul onu destekler;
ancak Paul, daha önce, “modernleştirilerek” tüm değerini yitiren King‟s Thursday‟de
yaşamıştır. Paul, “İsa‟nın Kutsallığını, ruhun ölümsüzlüğünü, iyinin varlığını,
evliliğin yasallığını ve Kutsal Yağ Sürme Ayininin geçerliliğini inkâr eden papaz”ı
(Decline and Fall, 288) suçlayanları haklı bulur; ancak kendisi kısa süre önce
evlenmeden ilişkiye girmiş ve bütün bu değerlerin kendileri için hiçbir şey ifade
etmediği kişiler arasında bulunmuş, onlarla arkadaş olmuş ve onlardan biri ile
evlenme aşamasına gelmiştir. Kısacası Paul, modern dünyanın tüm “günahlarına”
tanıklık etmiş ve sonra, hiçbir şey olmamış gibi tam tersi bir çevrede ve düzende
yaşamaya başlamıştır. Waugh‟nun bu ironik tutumu ve Paul‟un yeni düzenini alaycı
bir tonda anlatması, onun, romanı yazdığı dönemlerde Katolik mezhebine
yakınlaşmasına ve samimiyetsiz gördüğü Anglikan kilisesini eleştirmek istemesine
bağlanabilir. Heath‟in de savunduğu bu görüş geçerli olsa bile; başka bir deyişle,
Paul‟un tekrar başladığı Anglikan kilisesine bağlı Hıristiyanlık ve Papazlık eğitimi
Waugh‟ya göre yanlış bir “sığınak” olsa bile, bu “çatı” Paul‟un yabancı olmadığı,
kendini güvende ve özgür hissettiği bir düzene sahiptir.
Waugh‟nun, Paul‟un Oxford‟da tekrar kurduğu düzenini imâlı bir şekilde
anlatmasının nedeni, onun, kendi yaşadıklarının bir parodisini yapmak istemesi de
olabilir. Daha önce de değinildiği gibi, Waugh ile Paul arasında büyük benzerlikler
vardır ve Decline and Fall yarı otobiyografik bir roman olarak kabul edilmektedir.
Waugh‟nun Paul‟a benzeyen bir yönü de yazarın çoğu zaman, zevk düşkünü ve
çıkarcı modern topluma dâhil olup olmamak arasında ikilemde kalmasıdır.
Waugh‟nun, günlüklerinde yer alan şu notu bu durumu çok iyi örnekler:
“Önümüzdeki Perşembe, papaz olmam konusunda Rahip Underhill diye birini
39
görmeye gideceğim. Dün akşam ise çok sarhoştum. Bu iki cümle yan yana ne kadar
da garip duruyor” (Waugh, 1976:281). Anlaşılacağı üzere Waugh, Paul‟un modern
toplumda yaşadığı yabancılaşmaya benzer durumlarda kalmıştır. Bu nedenle,
Paul‟un, romanın sonundaki durumu ile, Waugh‟nun kendi absürt tecrübelerine
gönderme yaptığı da savunulabilir.
Her ne kadar, Paul‟un romanın sonundaki durumunun onun açısından bir
ilerleme mi yoksa yanılma mı olduğu konusunda kesin bir yargıya varılamasa da,
Paul, romanın sonunda kendini ait hissettiği ve aşina olduğu çevreye geri dönmüştür
ve roman boyunca tecrübe ettiği yabancılaşmadan kurtulmuştur. Paul‟un çevresine
yabancılaşması, kendi uysal ve naif karakteri ile çevresinin çıkarcı ve sahtekâr
kimliği arasındaki çatışmanın bir sonucudur. Paul, birbirine tamamen zıt bu iki
“cephe”den pasif ve güçsüz olanlar safında hayatına devam ederken kendini bir anda
karşı tarafta bulur. Dolayısıyla ne yapacağını şaşırır; herhangi bir karar alamaz,
çevresindekilerle konuşamaz; olaylara ve kişilere karşı çıkamaz, kısacası içine
girdiği topluma yabancılaşır. Bu yüzden Paul, roman boyunca modern toplumun
saldırılarına ve sömürülerine karşı güçsüz ve pasif kalır; Paul‟un bu yabancılaşmış
hali, onun bulunduğu her mekânda, tüm ideallerden ve değerlerden kendini
soyutlamış toplumun yansıtılması için gereklidir. Romanın sonunda, Paul, içine
“sürüklendiği” modern topluma yabancı olduğunun farkına vararak, bu “dönme
dolap”tan çıkarılıp, kendi iradesi ile tekrar Oxford‟a döner.
Paul, yabancılaştığı toplumdan bir şekilde “kaçmayı” başarırken, onunla aynı
durumda olan diğer karakterler bu toplumun kurbanı olur. Bu karakterlerden biri,
roman boyunca Paul gibi masum, güçsüz ve şanssız olan Bay Prendergast‟tır.
40
Aşırı zayıf ve duygusal bir kişiliğe sahip olan Bay Prendergast öğretmen
olduğu için değil, Paul ve Kaptan Grimes gibi mecbur kaldığı için öğretmenlik
yapmaktadır. On yıl öncesine kadar Worthing‟de, hayatından memnun bir rahip iken,
bir anda “başa çıkılmaz” şüpheler duymaya başlayan Bay Prendergast, ait olduğu
kilise çevresinden koparak modern toplum içine sürüklenmiştir. Waugh, Bay
Prendergast karakterinin, yabancısı olduğu yeni toplum düzeni içindeki güçsüzlüğü
ve çaresizliği ile özellikle Anglikan Kilisesi‟nin modern topluma ayak uydurarak
gerçek kimliğine yabancılaşmasına yönelik eleştirilerde bulunur.
Bay Prendergast, Llanabba‟da, Grimes, Philbrick ve Dr. Fagan gibi sürekli
kendi çıkarını düşünen karakterler arasında tamamen zayıf ve çekingen bir görüntü
çizer; öğrenciler arasında disiplini sağlayamaz ve sürekli alay konusu olur; bu
nedenle Bay Prendergast Llanabba‟daki çevresine yabancılaşmış bir karakterdir.
Önceden “çok güzel süslenmiş bir kilisede, çalışan, vaaz veren ve annesi ile
yaşayan” (Decline and Fall, 36-37), çevresinde saygın bir yeri olan Bay Prendergast,
Llanabba‟ya geldikten sonra, geçmişe özlem duyan zavallı ve yalnız birine
dönüşmüştür; manevi açıdan inanç yoksunluğu içinde olduğu gibi maddi açıdan da
maaşı çok az olduğu için yoksuldur. Çevresindeki hemen herkesin bir yönüyle
kendisinden üstün nitelikli olduğunu düşünecek kadar kendini aşağı gören
Prendergast, Paul‟un yemek daveti üzerine gözyaşı dökecek kadar da yalnız ve
duygusal bir karakterdir. Paul‟un Llanabba‟dan ayrılmasıyla uzun süre görünmeyen
Bay Prendergast, okuyucunun karşısına, Blackstone Hapishanesi‟nde, bir rahibin tam
maaşını alan fakat kendini herhangi bir dini inanca bağlamak zorunda olmayan
“modern kilise adamı” olarak çıkar.
41
Bay Prendergast roman boyunca çöküş halindedir ve onun çöküşü dinle ilgili
şüpheler duyup Kiliseden ayrılmasıyla başlar; şüphe duyduğu için sürekli üzülse de
artık manevi olarak içi boş birine dönüşmüştür. Dinin ve Kilisenin Bay
Prendergast‟ın önceki hayatının tamamını, yaşama amacını ve onun kişiliğini
oluşturduğu düşünüldüğünde, dinden kopmasıyla kişiliğini, saygınlığını ve dini
öğretiler üzerine kurulu hayat gayesini de kaybettiği söylenebilir. Bay Prendergast
artık neye inanacağını, nasıl yaşayacağını, kime güveneceğini bilmemektedir; sürekli
geçmişe özlem duyduğundan kendini, içinde bulunduğu zamandan soyutlamıştır.
Geniş
bir
perspektiften
bakıldığında,
Bay
Prendergast‟ın
kendine
yabancılaşmış bir karakter olduğu söylenebilir. Bay Prendergast‟ın duyduğu şüpheler
kendi isteğinin dışında gelişmiştir ve bu şüpheleri yüzünden kendi din adamı
kimliğinden uzaklaştığının, özüne yabancılaştığının farkındadır, bu durum ona
üzüntü verir. Bay Prendergast‟ın kendi kimliğine yabancılaşması onun aşina
olmadığı modern topluma adım atmasına neden olur. Çok az bir ücretle hiç bilmediği
bir mesleği (öğretmenlik) yapmak zorunda kalan Bay Prendergast, kişisel çıkarın ve
sahtekârlığın hükmettiği yeni çevresinde tamamen zayıf ve pasif kalır. Her şeyin
sahte olduğu bu yeni düzene ayak uydurma çabasıyla peruk takar; fakat böyle bir şey
yaptığına pişman olur çünkü öğrenciler kendisiyle alay eder. Yine aynı çabayla
“modern kilise adamı” kimliğine bürünür; fakat bu defa, bu girişimi kendisi için çok
pahalıya mal olur. Kısacası, Bay Prendergast roman boyunca içinde bulunduğu
neredeyse tüm sahnelerde kaybeden taraftadır, güçsüzdür ve çevresinden ayrı
görünür, dolayısıyla içinde bulunduğu modern topluma yabancılaşmıştır; ancak bu
karakterin güçsüzlüğü, ayrı kalması ve çevresine yabancılaşmasının temelinde, kendi
kişiliğinin dayalı olduğu dine ve kiliseye yabancılaşması yatar.
42
Bay Prendergast karakterinin çevresine yabancılaşmasını daha iyi anlamak
için 1920‟ler İngiltere‟sinde toplumun dine yaklaşımındaki radikal değişiklikleri
irdelemek gerekir. Stuart Mews “Religion, 1900-1939” adlı makalesinde, eğlence
anlayışındaki devrim, iş sorunları, kadınların toplumda iddialı bir konuma gelmesi
gibi durumların insanları dinden uzaklaştırdığını; motosikletin, otomobilin ve
futbolun yaygınlaşması gibi toplumsal değişiklilerin ise insanları Pazar günleri
kiliseye gitmekten alıkoyduğunu belirtir (Mews, 2003:474). Jeremy Black ise
Modern British History Since 1900 adlı eserinde Anglikan Kilisesi‟nin savaş arası
yıllarda, nüfusun önemli kısmını oluşturan işçi sınıfına ulaşmakta zorlandığını ve bu
sınıf mensuplarının kiliseye karşı umursamaz ya da yabancılaşmış olduğunu belirtir
(Black, 2000:133). Bu tarihsel bilgilerden de anlaşılacağı üzere 1920‟li yıllarda
İngiliz toplumunun dinden ve kiliseden uzaklaşması söz konusudur. Anglikan
Kilisesi‟ne olan inancın sarsılması 1910‟da 2.2 milyon olan Katolik mezhebi
mensuplarının sayısının 1940‟a kadar 3.0 milyona ulaşması (Black,2000:133)
gerçeğinde de açıktır. Dolayısıyla Decline and Fall‟da Bay Prendergast‟ın şüpheleri
ve inançsızlığı ile Waugh‟nun, yaşadığı toplumun din ve Tanrı inancını kaybedişini
eleştirdiği söylenebilir.
Waugh, Paul‟un yabancılaşmasıyla birçok toplumsal bozukluğu yansıttığı
gibi, Bay Prendergast‟ın kendi özüne ve çevresine yabancılaşması üzerinden de
modern toplumda dine ve kiliseye yönelik eleştirilerde bulunur. Öncelikle şunu
belirtmek gerekir ki, Waugh, Katolik mezhebine geçtiği 1930 yılı öncesinde birkaç
yıldan beri Katolikliğe ilgi duymuştur ve Heath‟in de savunduğu gibi, Oxford‟dan
sonraki “karmaşık” yıllarında bile dinden tamamen kopmuş değildir. Waugh‟nun
Decline and Fall‟u yazmadan önceki dönemde Katolik mezhebine yakın olduğunu
43
gösteren bazı durumlar onun günlüğünde de yer almaktadır; 22 Aralık 1925‟te
Waugh günlüğüne şöyle bir not düşer “Claud ve ben Audrey‟i yemeğe çıkardık ve sabah
7‟ye kadar oturup Roma Kilisesi üzerine tartıştık” (Waugh, 1976:237). Waugh, 20 Ocak
1926‟da ise “Kendisine okumam için bana Von Hügel‟in mektuplarını veren Gwen
ile çay içtik” (243) şeklinde not düşer. Von hügel, Decline and Fall‟da Paul‟un,
okuması için arkadaşı Stubbs‟a önerdiği Katolik bir ilahiyatçıdır; Gwen PlunkettGreene ise, dindar bir Katolik olan ve Waugh‟nun da Katolik mezhebine geçmesinde
önemli rolü olan bir figürdür. Anglikan kilisesinin “modernleşerek” önemini
kaybettiği ve dinin toplum içinde önemsizleştiği 1920‟ler İngiltere‟sinde Waugh,
birçok insanın yaptığı gibi Katolik kilisesine yönelmiş, bu mezhebe gittikçe
yakınlaşmış ve 1930‟da Katolikliği benimsemiştir. Dolayısıyla, önce din ve tanrı
üzerine şüpheler duymaya başlayan, sonrasında ise “modern kilise adamı” olan Bay
Prendergast‟ın
yabancılaşması
ile
Waugh‟nun,
King‟s
Thursday
gibi
modernleştirilerek özünü ve anlamını kaybeden Anglikan Kilisesi ve mezhebinin
çöküşünü eleştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Waugh, dinden koparak önce kendi
kimliğine yabancılaşan sonrasında ise kendini çevresiyle bütünleştiremeyerek
topluma yabancılaşan bir rahip üzerinden, modern toplum içinde dinin kayboluşunu,
kilisenin
merkezinde
bulunan
kişilerin
bile
inançlarını
sağlam
temellere
oturtmadığını ve dinden kolayca kopabildiğini gösterir. William Barrett “The
Decline of Religion” adlı makalesinde modern toplumda, Bay Prendergast gibi diğer
birçok bireyin dinden koparak yabancılaşma sürecine girmelerini şöyle açıklar:
Modern zamanlarda dinin düşüşü, dinin artık, insan
hayatının karşı durulmaz merkezi ve yöneticisi
olmadığı, ve kilisenin artık, insan varlığının son ve
sorgusuz evi ve sığınağı olmadığı anlamına gelir. […]
Dini kaybederek insan, var oluşun insanüstü krallığı ile
44
olan somut bağlantısını kaybetti; bu dünyanın tüm
azgın nesnelliği içinde, onunla başa çıkmak için özgür
bırakıldı. Fakat artık manevi ihtiyaçlarına cevap
vermeyen böyle bir dünyada insan, yuvasızmış gibi
hissetmeye mecbur kaldı.
(Barrett, 1962:168)
Bay Prendergast‟ın, roman boyunca başına gelen olaylara ve ruh haline
bakıldığında onun, Barrett‟in deyişiyle “dünyanın tüm azgın nesnelliği içinde
yuvasızmış gibi hisseden” bir karakter olduğu söylenebilir. Waugh‟nun, Bay
Prendergast‟ı, din adamı kimliğine ve çevresine yabancılaşmış bir figür olarak en
korkunç ve gülünç durumlarda bırakmasının bir nedeni, bu karakterin kendini diğer
insanlardan daha aşağı görmesi, herkesin kendisiyle alay ettiğini sanması ve sürekli
modern dünyaya ayak uydurmaya çabalamasıdır (peruk takması, “modern” bir
hapishanede “modern” kilise adamı olarak çalışması bu çabalarının sonucudur).
Waugh “What I Think of My Elders” adlı makalesinde Bay Prendergast gibi yaşlı
insanlar üzerine şöyle düşünür:
Bu kadar çok yaşlı insanın, gençlerin kendilerini
küçümsediği kuruntusuyla yaşaması çok üzücüdür [...]
Acı olan şey şu ki, birçok görkemli üstünlüklerine
rağmen yaşlı insanlar gençmiş gibi davranıyor. Daha
iyiymiş gibi davranmak zaten yeterince korkunç.
Kişinin olduğundan daha kötü bir şeymiş gibi
davranmasından daha can sıkıcı ne olabilir?
(Waugh, 1987:67)
Anlaşılacağı üzere, Waugh, Bay Prendergast‟ı kendi dini özüne ve çevresine
yabancılaştırıp olay örgüsü içine dâhil ederek, yaşlı insanlar üzerine olan bu
düşüncelerini de eleştirel bir dille aktarır. Bay Prendergast‟ın içinde bulunduğu
yabancılaşma süreci, daha önce de belirtildiği gibi onun Şüpheleri ile doğrudan
bağlantılıdır. Bu noktada, şunu da belirtmek gerekir ki din ve tanrı ile ilgili benzer
45
şüphelere Waugh da bir dönem sahip olmuştur. Bay Prendergast‟ın, din adamıyken
bir anda tam ters yönde saparak tanrının dünyayı yaratma nedenini sorgulamaya
başlaması ve kendi kimliğine yabancılaşması aslında Waugh‟nun da bir dönem
içinde bulunduğu ruh halini yansıtır. Stannard, Waugh‟nun Lancing‟deki son
senesinde “Arnold Lunn‟un Loose Ends‟i, Pope‟un Essay on Man‟i üzerine notlar,
Leibniz ve 18. Yy Aydınlanması üzerine okumalar sonucunda (Waugh) dini inancını
kaybedecek seviyeye geldiğini” (Stannard, 1982:62) belirtir. Robinson da benzer
şekilde “Waugh için Leibniz‟in theodicy‟si açıkça ters etki yapmıştı, çünkü bu, onu
şüpheye ve inançsızlığı götürdü” (Robinson, 1996:79). şeklinde düşünür. Bu durum
hem Waugh‟nun Bay Prendergast karakteri ile kısmen kendisinin bir parodisini
yapıyor olması hem de bu karaktere benzer kişilerin 1920‟ler İngiltere‟sinde
gerçekten var olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Bay Prendergast ve Paul gibi güçsüz olan ve çevresinin çıkarcılığına ve
“kurnazlığına” dâhil olmayarak çevresine yabancılaşan bir diğer karakter de küçük
Lord Tangent‟tir. Tangent, modern toplumun “barbarlığı” karşısında zayıf olanın
çaresizliğini yansıtması açısından önemli bir karakterdir. Ayrıca Waugh, Tangent
karakteri ile, İngiliz üst sınıf ebeveynlerinin çocuklarına karşı duygusuz ve
umursamaz tavrını etkileyici bir şekilde gösterir.
Tangent, Paul‟un Llanabba‟daki ilk dersinde diğer öğrenciler arasında alay
konusu olur; sırayla öğrencilerinin isimlerini soran Paul ilk iki kişiden “Tangent”
cevabını alır, daha sonra ise sınıf “Tangent olanlar ve Tangent olmayanlar” diye
ikiye ayrılır. Dersin sonunda ise Paul kimin gerçek Tangent olduğunu hala
bilmemektedir. İki gün sonra ise Tangent, Paul‟un dersinde sınıfta ananas yemeyi
planlayan Clutterbuck‟a şöyle karşı çıkar: “senin gibi kokmuşlar iyi öğretmenleri
46
canavara dönüştürüyor” (Decline and Fall,47). Sınıftaki diğer öğrencilerin Tangent
ile alay etmesi ve Tangent‟in bu durum karşısında tepki gösteremeyerek zayıf ve
çaresiz kalması, bir bakıma, Paul‟un modern toplum içindeki durumu ile benzeşir.
Tangent, Clutterbuck‟a karşı çıkışından da anlaşılacağı gibi dürüst ve akıllı bir
öğrencidir; bu yönüyle Paul‟un bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Clutterbuck,
Peter Beste-Chetwynde ve sınıfın bir kısmı ise modern toplumun “minyatürü” olarak
düşünülebilir; bu durumda Clutterbuck, sürekli beraber dolaştığı Kaptan Grimes‟ın,
Peter ise annesi Margot‟un yansıması olarak görülebilir. Dolayısıyla, akıllı ve masum
kişiliği ile Tangent güçsüz ve pasif kalırken, Paul‟u yok sayan Clutterbuck ve
Prendergast ile dalga geçen Peter ise yozlaşmayı temsil eden karakterlerdir.
Waugh‟nun, modern toplum içindeki düzenin -kural tanımaz kitle içinde var olmaya
çalışan zayıf kişinin yabancılaşmasının- eğitim kurumları dâhil her yerde olduğunu,
Paul‟un on kişilik sınıfındaki bu öğrencilerin nitelikleri ve davranışları ile göstermeyi
amaçladığı söylenebilir. Başka bir deyişle toplumun tamamı “Tangent olanlar ve
Tangent olmayanlar” diye ikiye bölünmüştür.
Waugh, Tangent karakterinin çevresine yabancılaşması ile İngiliz üst sınıf
ebevenlerin umursamazlığını ve duygudan yoksun oluşunu eleştirir. Paul‟a, oğlunun
okuldaki durumunu soran Leydi Circumference‟in “Oldukça iyi” yanıtını alınca,
“Saçma! Çocuk bir ahmak. Öyle olmasaydı burada olmazdı” (Decline and Fall,85).
şeklindeki cevabı, Tangent‟in ailesi tarafından dışlanmış bir karakter olduğunu
gösterir. Leydi Circumference‟in oğluna karşı güvensizliği ve soğukluğu,
“Tangent‟in bu yarışta ne işi var? O çocuk bir inç bile koşamaz” sözlerinde de
açıktır. Tangent‟in Bay Prendergast tarafından kazara ayağından vurulması üzerine
Leydi Circumference‟in bu olaya ilk tepkisi “bu onun canını acıtmaz” şeklindedir.
47
Gerçekten de Tangent topuğundan hafifçe yaralanmıştır. Ancak Tangent‟in durumu
komik olduğu kadar trajiktir; çünkü tıpkı Paul gibi “önemsiz ve değersiz” olan
Tangent, ailesinin umursamazlığı dolayısıyla bu ufak yaralanma yüzünden ölecektir.
Waugh, ayağından yaralanan Tangent‟in durumunun kötüleşmesini ve
sonunda ölmesini bir bütün olarak anlatmaz; romanın genelinde belli aralıklarla,
aşamalı olarak ondan bahseder. Tangent‟in önce “şişen ve siyahlaşan” (Decline and
Fall, 123), sonra “yerel bir sağlık ocağında kesilen” (137), en sonunda da ölümüne
neden olan (198) bacağı, yavaş yavaş kötüleşerek bozulan, gerilemeye başlayan ve
en sonunda çöken bir toplumun simgesi gibidir. Tangent‟in bacağı onun ölümüne
sebep olduğu gibi, toplumun bozulması ve yozlaşması da bu topluma yabancı kalan
Paul, Tangent ve Prendergast gibi kişilerin ölümüne neden olur.
Anlaşılacağı üzere Tangent, insani duygulardan yoksun İngiliz üst sınıf
mensubu bir aileye ve kendi çıkarını ve zevkini ön planda tutan arkadaşlara sahiptir.
Leydi Circumference, bir annenin sahip olması gereken sevgi ve şefkat
duygularından yoksundur; oğluna karşı en ufak bir güvene sahip olmadığı gibi onun
yaralanması
ya
da
ölmesi
umurunda
bile
değildir.
Tangent‟in
okuldaki
arkadaşlarından Peter, annesi Margot‟un “kanatları altında” “dönme dolap” içinde
merkezde dururken Clutterbuck, Kaptan Grimes‟ın himayesindeki kural tanımaz bir
öğrencidir. Böylesine “dinamik” ve duygusuz bir çevrede, öğretmenine saygılı,
düşünceli ve akıllı bir öğrenci olan Tangent bu toplum tarafından “yutulmaya”
mahkûmdur.
Waugh, Tangent‟in çevresine yabancılaşması üzerinden, modern toplumun
hissizliğini ve acımasızlığını gösterir. Paul gibi Tangent de, modern toplumun
48
dinamikleriyle uyumsuz bir yapıya sahiptir; diğer yandan, Tangent, Bay Prendergast
ile benzer bir son paylaştığı için, onun gibi, bu toplum tarafından acımasızca yok
edilen bir kurbandır. Sonuç olarak her üç karakterin tecrübesi göstermiştir ki mantıklı
düşünebilen ve aklın timsali olan kişilerin modern topluma yabancılaşması ve bu
toplum tarafından ezilmesi kaçınılmazdır.
Görüldüğü üzere, Decline and Fall‟da çevresine yabancılaşan karakterlerin
tamamı sürekli bir “çöküş” halindedir ve hep kaybeden taraftadır. Bu karakterlerin
ortak noktası üçünün de “barbar” bir toplum içinde güçsüz, pasif ve aşırı duygusal
kişiler olmalarıdır. Üç karakter de, bu özelliklerinden dolayı, modern toplum
tarafından
sürekli
sömürülürler
ve
alay
konusu
olurlar;
çevreleriyle
bütünleşemedikleri için toplum içinde olmalarına rağmen toplumdan ayrı kalırlar. Üç
karakter de pasif, çekingen ve güçsüz bir görüntü çizer; toplum içinde komik duruma
düşüp aşağılanmalarında bu özelliklerinin de etkisi vardır. Paul, aşırı duygusal ve
iyimser bireyin, her şeyin mubah olduğu modern toplumda yeri olmadığını,
kendisinin bu topluma yabancı olduğunu romanın sonunda anlar. Bay Prendergast,
modern toplumun hızlı ve acımasız yapısının kendisi gibi özünden uzaklaşmış ve
yaşlanmış birine uygun olmadığını anlayamaz; bu yapıya yabancı olduğunu fark
edemez. Küçük Lord Tangent tamamen bir günah keçisidir; mantıklı ve doğru
düşünse de pasif ve güçsüz olduğu için hem okuldaki çıkarcı çevreye hem de sosyete
mensubu “sahte” ebeveynlerine yabancılaşmıştır. Sonuç olarak üç karakter de
yabancısı oldukları modern toplum tarafından değersiz görülür ve yok edilir; Bay
Prendergast ve Lord Tangent‟in trajik ölümü modern toplumun barbarlığını
yansıtırken Paul‟un “ortadan kayboluşu” bu toplumun sahtekârlığını ve absürtlüğünü
gösterir. Waugh, çevresine yabancılaşan bu karakterlerle hem sanatın, dinin,
49
dürüstlüğün ve iyi bir insan olmanın artık bir öneminin kalmadığını hem de
toplumun her noktasında artık çıkarcılığın, duygusuz ve sahte olanın geçerli
olduğunu gösterir; ayrıca saf, duygusal ve kırılgan olanların bu toplum tarafından
nasıl ezildiğini resmeder.
Waugh‟nun Decline and Fall ile yansıttığı toplum yapısının diğer yüzünde
hareketin, zevkin ve kuralsızlığın temsili olan karakterler vardır. Kaptan Grimes,
Margot Beste-Chetwynde, Philbrick ve Dr. Fagan‟dan oluşan bu karakter grubuna
Leydi Circumference ve Sir Wilfred Lucas-Dockery gibi diğer bazı yan karakterler
de dahil edilebilir. Bu karakterlerin paylaştığı en önemli özellik, karşılaştıkları
sorunlardan bir şekilde kurtulmayı başarmaları ve bu şekilde hep kazanan tarafta
olmalarıdır. Bu karakterler, gelenekselci ve düzgün bir toplum anlayışı içinde
benimsenen ve hemen tüm toplumlarda geçerli hale gelerek evrenselleşmiş bütün
sosyal/ahlaki değerleri ve kuralları yok sayarak yaşarlar.
Decline and Fall‟daki karakterler simetrik olarak birbirleri ile karşı karşıya
getirildiğinde, zayıf ve pasif bir kişiliğe sahip olan Paul Pennyfeather‟in karşısına,
zevkin, hareketin ve yaşam gücünün öncüsü olan Kaptan Edgar Grimes‟ı koymak
gerekir. “İçki içmeyi ve bir parça eğlenceyi”5 çok seven ve başı sürekli belada olan
Grimes için Llannabba sadece başka bir duraktır: Paul, karşılaştığı bütün
zorluklardan bir şekilde sıyrılmayı başaran ve en sonunda hapishaneden kaçan
Kaptan Grimes‟ın “ölümsüzlerden olduğunu” şöyle idrak eder:
5
Stannard, Decline and Fall’un yayımlayıcı tarafından sansürlenmemiş, orjinal halinde ilgili tümcenin
“İçki içmeyi ve seksi çok severim” şeklinde olduğunu belirtir. (Stannard,1987:157)
50
Paul Kaptan Grimes‟ın ölmediğini biliyordu. Lord
Tangent ölmüştü; Bay Prendergast ölmüştü; sıra Paul
Pennyfeather‟e de gelecekti; fakat Paul, Grimes‟ın
ölümsüzlerden olduğunu sonunda anladı. O bir yaşam
gücüydü. Flanders‟ta ölüm cezasına çarptırıldı,
Galler‟de ortaya çıktı; Galler‟de boğuldu, Güney
Amerika‟da göründü; Egdon Mire‟ın karanlık
gizemiyle kaplandı, başka bir yerde başka bir zamanda,
kol ve bacaklarıyla mezarının küf kokulu yüzeyini
sarsarak yeniden yükselecekti.
(Decline and Fall, 269)
Anlaşılacağı üzere, Kaptan Grimes sürekli hareket halinde olan, karşısına
çıkan zorluklarla mücadele eden ve hem kendi kurnazlığı hem de şansının yardımıyla
bu zorlukları aşan bir karakterdir. Grimes‟ın hayat anlayışı ve davranışlarının
açıklaması aslında onun şu sözünde saklıdır: “İnsanların, tam olarak istedikleri
şeyleri istedikleri zaman yaptıklarında uzun süre mutsuz olabileceklerine
inanmıyorum” (Decline and Fall, 40). Grimes için, onun çıkarına hizmet eden her
şey mubahtır; ona göre evlilik, din, etik-ahlak kuralları ve diğer bütün
değerler/gelenekler modası geçmiş, gereksiz ve anlamsız olgulardır. Bu yüzden
Grimes, kendi menfaati ve zevki doğrultusunda yalan, sahtekârlık, ahlaka aykırı
davranışlar ve yasa dışı işlerle sürekli iç içedir. Onun için asıl önemli olan başını
beladan kurtarmak ve kendini alkol ve cinsellikle tatmin ederek “ilkel” zevkleri
tatmaktır. Grimes‟ın roman boyunca sürekli bu anlayışla hareket ettiğini kanıtlayan
birçok örneğe rastlamak mümkündür. Llannabba‟daki öğrenciler Bay Prendergast‟ın
peruğu ile dalga geçerken Kaptan Grimes‟ın yapay bacağına saygı duyarlar, çünkü
Grimes onları, bacağını savaşta kaybettiğini söyleyerek kandırmıştır; öğrencilerden
51
Clutterbuck ile sürekli “gezintiye”6 çıkar; iki kişi ile evlenmekte ve evlendiği kişileri
yüz üstü bırakıp terk etmekte bir sakınca görmez çünkü ona göre evlilik en başından
yanlış bir olgudur; “beyaz kadın tüccarlığı” işlerinde Margot Beste-Chetwynde için
çalışır. Bu yönleri ile Grimes, insani özelliklerini kaybederek kontrolsüz biçimde
“canavarlaşan” bir “yaşam gücüdür”. Grimes, aklın ve düşüncenin karşısında hazzı
ve çıkarcılığı ilke edinmiştir; onun benimsediği bu yaşam şekli toplumsal etiğe ve
ahlaka aykırı olmaktan çıkmış, modern toplumun “normal” ya da “olması gereken”
olarak kabul ettiği hayat anlayışına dönüşmüştür. Başka bir deyişle, normsuzluğun ve
kuralsızlığın kendisi modern toplumun temel normu haline gelmiş ve toplumun,
farkında olmadan insani değerlerden yoksun olmasına yol açmıştır. Bu toplumun bir
parçası olarak Kaptan Grimes, “bir beyefendi ve uygarlığın temsilcisi gibi davranır
fakat onun gizemli “ayağı üzerine düşme” becerisi ile “sonunda asla yenilmeyen”
anarşinin gerçek simgesidir” (Heath, 1982:66).
Kaptan Grimes, tıpkı Paul gibi, Decline and Fall‟un yarı otobiyografik bir
roman olduğunu gösteren bir karakterdir. Kaptan Grimes‟ı, Arnold Okulu‟ndaki iş
arkadaşlarından
biri
olan
Young‟dan
esinlenerek
günlüklerinde Young‟dan şöyle bahseder:
“Yeni
ortaya
hizmetçi
çıkaran
Waugh
Young sürekli
homoseksüel gibi davranıp sadece uyuyan çocukların güzelliğinden bahsediyor”
(Waugh, 1976:211). Waugh, 3 Temmuz 1925‟te ise günlüğüne şöyle not düşer:
“Young ve ben dışarı çıkıp sarhoş olduk ve o, bana önceki kariyerinin tamamını itiraf
etti. Wellington‟dan atılmıştı, Oxford‟dan gönderilmişti ve ordudaki görevinden
istifa etmeye zorlanmıştı. Üçü homoseksüel ilişkiye girdiği için, biri altı gece
6
Stannard, romanın yayımlanmayan ilk halinde Grimes‟ın Clutterbuck ile homoseksüel ilişki
yaşadığını ancak bunun, yayımcının isteği ile sansürlendiğini söyler.
52
boyunca sarhoş olduğu için toplam dört okulu bırakmıştı. Ve fakat, o hala hiç
zorlanmadan daha iyi işlere girmeye devam ediyor […]” (Waugh, 1976:213). Kaptan
Grimes‟ın kısmen Waugh‟nun kendisinin de bir yansıması olduğu söylenebilir. Daha
önce de belirtildiği gibi Waugh Oxford‟daki ikinci senesinden itibaren “Parlak Genç
Şeyler”in arasında alkol ve uyuşturucu maddelerin aşırı tüketildiği partilerde
bulunmuş ve Grimes gibi zevkin ve eğlencenin peşinden koşmuştur. Dolayısıyla,
Garnett‟in de dediği gibi “Paul Pennfeather figürü Oxford öncesi Waugh‟yu temsil
ederken Paul‟un Grimes ile karşılaşması Waugh‟nun Hypocrites kulübü ile olan
tecrübesine benzer” (Garnett, 1990:46). Bu durum hem Kaptan Grimes‟ın sınır
tanımayan “zevk düşkünlüğünü” daha açık yansıtması hem de Grimes gibi kişilerin
1920‟ler İngiliz toplumunda gerçekten var olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Kaptan Grimes‟ın, hırsı ve açgözlülüğü tarafından kontrol edildiğini gösteren
en önemli özelliği, bu karakterin, her istediğini elde etmeye çalışması, bu süreçte ise
tamamen “ilkel” dürtülerinin etkisi altında davranması ve bir noktadan sonra artık
“dürtülerinin esiri” haline gelmesidir. Grimes‟ın roman boyunca sürekli alkol
tüketmesi, iki kez evlenmesi, Clutterbuck ile homoseksüel ilişkiye girmesi ve
Margot‟un “eğlence” şirketi için çalışmaya başlaması onun, dürtüleri karşısında
iradesinin olmadığını gösterir. Başka bir deyişle Grimes, insanı diğer canlılardan
ayıran akıl ve düşünme yetisini yok sayarak “insanlığın ilkel güdüleri ile garip
şekilde uyumlu” (Decline and Fall, 40) yaşar. Bu durum, Grimes‟ın, Paul‟a teklif
edilen parayı onun adına kabul etmesi örneğinde olduğu gibi, sonucunu düşünmeden,
anlık kararlar almasında da açıktır. Dolayısıyla Kaptan Grimes‟ın, “ilkel” isteklerinin
kontrolü altındaki bu hayat tarzını normal ve olması gereken olarak gördüğü de
53
düşünüldüğünde,
bu
karakterin
insani
özelliklerden
yoksun
olduğu
ve
“canavarlaştığı” söylenebilir.
Grimes, evlendikten sonra sürekli Dr. Fagan‟ın aşağılamalarına maruz kalır;
Dr. Fagan, Grimes‟ın bir beyefendi olmadığının farkındadır ve kızının onunla
evlenmesini istememiştir. Kaptan Grimes, Dr. Fagan‟ın aşağılamaları sonucu bayağı
bir kişiliğe sahip olduğunu düşünür, aşağılık kompleksine girer ve kendinden
utanmaya başlar. Aslında bir beyefendi değil de sıradan biri olduğunu kabul eden
Grimes çevresindeki herkesin kendisini küçümsediğini sanmaya başlar. Bu durum
onun, zevk düşkünü ve umursamaz karakterinin arkasındaki cahil, kaba ve ahlaksız
Grimes‟ı gözler önüne sermesi ve Grimes‟ın da bu yüzü karşısında utanç duyması
açısından önemlidir.
Grimes‟ın bu şekilde “günah çıkarması” onun, romanın genelinde var olan
inançsız ve egoist karakteri ile çatışır; ancak, Grimes‟ın pişmanlığı, üzüntüsü ve
utanması onu, daha aklıselim bir karaktere dönüştürmek yerine tam aksine, sorunları
ortadan kaldırmak için daha düşüncesiz ve “anarşik” olmaya sürükler. Grimes, başını
beladan kurtarmak için yine dürtülerinin sözünü dinler ve daha önce de yaptığı gibi,
sahte bir intihar ile eşini ve işini terk eder. Bu durum bir kez daha gösterir ki, Grimes
uygarlaşmamış, “ilkel” bir yaşam gücüdür ve modern toplum, her ne kadar çağdaş ve
yenilikçi görünse de aslında Grimes gibi, sürekli çıkarcı ve sahtekâr davranarak
insani özelliklerini kaybetmiş kişilerin ayakta kalabildiği bir yapıya sahiptir. Grimes,
Waugh‟nun çizdiği modern toplumun “beyefendi”siyken, normları olan bir toplumda
tamamen ilkel görünecektir; paralel şekilde Paul, “modern” toplumda absürt ve naif
bir görüntü çizerken ideallere sahip bir dünyanın entelektüeli olacaktır.
54
Kaptan Grimes‟ın, evlilik ve din üzerine olan şu görüşleri onun
“evcilleşmeye” ve düzene duyduğu nefreti yansıtması açısından önemlidir: “Bu
neşeli yolculuğun ve çiçeklerle donatılmış yolun sonunda çirkin bir evin ışıkları ve
çocukların sesleri olduğunu bir bana söylemeliydi. Biri beni büyük lavanta kokulu
yatak, pencerelerdeki salkım ve aile hayatının tüm samimiyeti ve güveni hakkında
uyarmalıydı.” (Decline and Fall,133). Anlaşılacağı üzere, Grimes evliliğin hayatına
monotonluk ve tek düzelik getireceğini, evlenince istediğini yapma özgürlüğünü
yitireceğini düşünerek aile hayatına sahip olmak istemez. Kaptan Grimes‟ın dinden
tamamen uzak olmasının, evlilikten ve aile hayatından nefret etmesinin, 1920‟ler
İngilteresi‟nin kabuk değiştiren ve bu süreçte geleneksel değerlerinden kopan toplum
yapısını yansıttığı söylenebilir.
Kaptan Grimes‟ın hayatında şansın önemli bir yerinin olması da bu
karakterin, modern toplumun düzenden yoksun, karmaşık yapısını yansıttığını
gösterir. Şöyle ki; Grimes roman boyunca karşılaştığı sorunlardan büyük ölçüde
şansının yardımıyla kurtulur; şansın, onun hayatında önemli bir yeri olduğu hem
onun “[…] yaşayan bütün adamlardan fazla dört ayağım üzerine doğrultuldum […]”
(Decline and Fall, 33) sözünde hem de “Çok Kötü Bir Kadın Olan Talih” şerefine
kadeh kaldırmasında açıktır. Grimes, Birinci dünya savaşında Fransızların elinden
şansıyla kurtulmuştur; ahlâksız ve eğitimsiz olmasına rağmen her seferinde şansının
da yardımıyla işe girmiştir; hem Llanabba‟dan hem de Egdon Mire hapishanesinden
kaçışında şansı onun yanında olmuştur. Dolayısıyla, Grimes‟ın, hayatını şansa ya da
talihe endeksleyerek ve sürekli risk alarak yaşadığı söylenebilir; bu durum onun,
insani ve etik çerçeve içinde akla ve düşünerek hareket etmeye yabancı olduğunu
gösterir.
55
Kaptan Grimes aklın ve ideallerin yerine hırsı ve açgözlülüğü; düzen yerine
anarşiyi; bilgi yerine cehaleti ve hazzı; toplumsal normların yerine de sınırsız kural
tanımazlığı ilke edinmiş bir karakterdir. Grimes için asıl anormal ya da mantıksız
olan, sınırlara ve kurallara sahip, dine, ideallere ya da geleneklere dayalı bir yaşam
tarzıdır. Grimes‟ın, tüm davranışlarında ve aldığı kararlarda açgözlülüğü ve hırsı tek
rehberi olarak kabul etmesi, onun ilkel insanı bireye dönüştüren akıl ve mantıklı
düşünebilme yetilerine yabancılaşmasına neden olur. Decline and Fall‟daki
“dinamik” karakterlerin, insani özelliklerden yoksun modern toplumun bir yansıması
olduğu düşünüldüğünde, Kaptan Grimes‟ın bu toplumun “ilkel” yüzü olduğu
söylenebilir. Grimes gibi, toplumsal/manevi değerlerin ve geleneklerin kendisi için
hiçbir şey ifade etmediği, Decline and Fall‟un modern toplumunun “içi boş”
kişilerinden biri de Margot Beste-Chetwynde‟dir.
Margot‟un görünümü ve davranışları ile, 1920‟ler İngiltere‟sinde her yönüyle
değişen kadın figürünü yansıttığı söylenebilir. Waugh‟nun, Margot karakteriyle,
kadınların toplumdaki rolünün ve imajının 1920‟lerde geçirdiği radikal değişikleri
yansıttığı bazı tarihsel gerçekler ışında söylenebilir. Jeremy Black, Modern British
History Since 1900 adlı eserinde, kadınlara eşlerinden ayrılmaları konusunda
kolaylıklar getiren boşanma kanunun 1923 ve 1937‟de liberalleştirildiğini; 1928‟de
ise kadınlara erkeklerle aynı esaslarda oy kullanma hakkının tanındığını belirtir.
Black ayrıca, bu dönemde doğum kontrolünün de hoşgörü ile karşılandığını ve
yaygınlaşmaya başladığını belirtir (Black,2000:115). Seaman, Life In Britain
Between The Wars adlı eserinde Freud‟un, cinselliği fiziksel ve psikolojik sıradan bir
gereksinim olarak değerlendirmesinin 1920‟lerin modern ve entelektüel çevrelerinin
cinsel bilince ve özgürlüğe ulaşmasında son derece etkili olduğunu ileri sürer
56
(Seaman,1970:59). Bu dönemde kadınların çekici görünmek için ruj ve pudra gibi
makyaj malzemelerini abartılı şekilde kullandıklarını belirten Seaman, gazete ve
filmlerde gevşek cinsel ilişkilerin çok yer kapladığını söyler (60).
Bu bilgiler ışığında Waugh‟nun, sürekli sevgili değiştiren, cinselliği ön
planda tutan ve dış görünüşüne aşırı önem veren Margot karakteri ile 1920‟lerin
“modern kadınını” yansıtmayı amaçladığı söylenebilir. Margot‟un ve temsilcisi
olduğu “Kükreyen Yirmiler” kadınının sosyal anlamda sınırsız özgürlüğe sahip
olması, savaş öncesinde ve Viktorya Döneminde önemli ve değerli olan aşk ve
evlilik gibi kavramlara yabancılaşmasına neden olmuştur.
Margot‟un romandaki ilk görünüşünün tasviri, onun insani özelliklerden
yoksun, metalaşmış bir karakter olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “[…]
Champs Elysees‟deki baharın ilk nefesi gibi Bayan Beste-Chetwynde çıktıkertenkele derisi iki ayağı, ipek bacakları, çinçila vücudu, platin ve elmaslarla
iğnelenmiş küçük dar siyah şapkası ve New York‟tan Budapeşte‟ye kadarki herhangi
bir Ritz Otelinde duyulabilecek yüksek, değişmez sesi” (Decline and Fall, 95).
Waugh‟nun Margot‟u betimlerken hayvan imajlarını kullanması bu karakterin, insani
kimliğinden uzaklaşarak duygusuz ve acımasız hâle gelmiş yapısını yansıtması
açısından dikkat çekicidir; Waugh, kökeni Güney Amerika olan ve kürkü çok değerli
bir hayvan7 olan Çinçilla üzerinden, Margot‟un Güney Amerika bağlantılı kirli
işlerine göndermede bulunur. Bunun dışında, Margot‟un, sahip olduğu lüks limuzin,
ipek çoraplar ve elmaslarla süslü şapka ile tanıtılarak romana dâhil olması onun,
kişiliği ile değil de mal varlığı ile bütünleştiğini, başka bir deyişle “maddeleştiğini”
7
http://www.britannica.com/EBchecked/topic/112271/chinchilla-rat
57
gösterir. Dolayısıyla, Margot‟un, konuşmaları ve davranışları ile olduğu kadar dış
görüntüsü ile de sahte ve maddeleşmiş bir karakter olduğu söylenebilir.
Margot‟un, “modern” toplumun bütün ikiyüzlülüğünü, bayağılığını ve
sahtekârlığını taşımasına rağmen (ya da bu yüzden), sahip olduğu mal varlığı
nedeniyle romanın en güçlü ve saygın kişisi olması onun yozlaşmış toplumu
yansıttığını gösterir. Margot, bu toplumun gerektirdiği tüm özelliklere sahiptir;
estetik anlayıştan yoksundur; toplumun maddi-manevi tüm değerlerini yıkmaktan ya
da yok saymaktan çekinmez; samimiyetten ve dürüstlükten uzaktır; duygusuz
davranır; etik ve ahlak anlayışına aykırı hareket eder. Bu özellikleri ile Margot,
Waugh‟nun resmettiği “dönme dolabın” tam merkezinde durur ve çevresindeki
herkesi ve her kurumu kontrol eder.
Margot‟un insani özelliklere yabancı olması, onun, kadın-erkek ilişkilerindeki
ciddiyetsiz ve samimiyetsiz tavrında gözlenebilir. Eşi öldükten sonra sürekli sevgili
değiştiren ve evlenmeyi ya da âşık olmayı çok sıradan ve önemsiz şeyler olarak
gören Margot, sevgi, aşk ve evlilik gibi kavramların 1920‟ler İngiltere‟sinde içinin
boşaldığını ve değersizleştiğini kanıtlayan “ruhsuz bir düşkündür” (Nichols,
1962:51). Margot‟un roman boyunca “sahip olduğu” sevgilileri şu şekilde
sıralanabilir: Chokey, Paul, Maltravers ve son olarak Alastair Digby-Vane
Trumpington. Bunların dışında, Margot, Otto Silenus‟a evlenme teklif etmiş fakat
Silenus reddetmiştir. Margot‟un kısa süre içinde bu kadar çok sevgili değiştirmesi,
onun için evlilik kurumunun ve aşk kavramının hiçbir şey ifade etmediğinin bir
göstergesidir.
58
Margot, Llanabba‟daki spor müsabakalarına siyahi sevgilisi Chokey ile
gelir; ona aşırı ilgi gösterip sürekli “sevgilim” “meleğim” “tatlım” şeklinde hitap
eder; onu, diğer misafirlere övgü dolu sözlerle tanıtır. Bu durum, Margot ile Chokey
arasında ciddi bir ilişki olduğu izlenimini oluştursa da Chokey, Margot‟un gelip
geçici sevgililerinden sadece bir tanesidir; romanın geri kalan bölümünde
kendisinden bahsedilmemesi ve Margot‟un onu hemen unutması da bu görüşü
kanıtlar.
Waugh, evlilik ve cinsel hayat üzerine görüşlerini sunduğu “Tell The Truth
About Marriage” (1930) adlı makalesinde evliliğin modern toplum içinde
değersizleştirildiğini ve insanların cinsel ilişkiye girmeyi evlilikten önemli
saymalarının yanlış olduğunu vurgular. Waugh‟ya göre “modern toplumun tavrı, iki
insanın hayatları boyunca evli ve birbirine sadık kalmasının mümkün olmadığı ve bir
çiftin birbirine olan fiziksel ilgisi gevşemeye başladığında başka bir eş aramanın
gerekli olduğu yönündedir” (Waugh, 1984:95). Waugh, modern toplumun bu bakış
açısına karşı çıkarak evliliğin ve tek eşliliğin kişiyi, uzun vadede, cinsel ve duygusal
anlamda mutlu edeceğini savunur. Dolayısıyla Waugh‟nun Decline and Fall‟da hem
cinsel dürtülerini kontrol edemeyen Kaptan Grimes hem de evlilik kurumunu
bayağılaştıran Margot Beste-Chetwynde üzerinden, toplumsal bozukluk olarak
gördüğü gerçeklere ayna tuttuğunu söylemek mümkündür.
Margot‟un Paul ile ilişkisinin, modern toplumun, önceden sahip olduğu
değerleri yok saymasını, evliliğin ve kadın-erkek ilişkilerinin sıradanlaşmasını ve
değersizleşmesini yansıtır. Romanın “Perviglium Veneris”8 adlı bölümünde Margot
8
J.J.Johnson, Counterparts:The Classic and The Modern “Perviglium Veneris” adlı makalesinde,
Waugh’nun Decline and Fall’daki “Perviglium Veneris” adlı bölüm ile, Latince yazılmış anonim bir şiir
59
ile Peter arasında geçen şu diyalog, evliliğin Margot için ne kadar önemsiz bir
kavram olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “[…] „Hafta sonu için yarın bize
gelecek çok insan var ve, tatlım, şu Maltravers kendini tekrar davet etti. Onu bir üvey
baba olarak istemezsin, değil mi tatlım?‟ – „Hayır […] Eğer yine evleneceksen bu
defa genç ve sessiz birini seç.‟ […]” (Decline and Fall, 167). Margot‟un evlilik
konusundaki ciddiyetsiz tavrı, büyük bir heyecanla kendisine evlenme teklif eden
Paul‟a verdiği şu tepkide de gözlenebilir; “Aslında tüm gün ben de bu konuyu
seninle konuşmak istiyordum […] Olmaması için bir sebep göremiyorum. Tabii
Peter‟a da sormalıyız, önceden konuşmamız gereken başka şeyler de var” (181-182).
Anlaşılacağı üzere, Margot, normalde kişinin hayatını büyük ölçüde
değiştiren ve ciddi bir olgu olan evliliği, her gün yaşanabilecek sıradan bir faaliyet
olarak görür. Paul‟un tutku dolu evlenme teklifi karşısında Margot‟un duygusuz ve
ciddiyetsiz tavrı, modern toplumun duygudan yoksun bireyleri için aşk ve evlilik gibi
kavramların anlamını yitirdiğini ve değersizleştiğini gösterir. Margot‟un Paul ile
evlenmeden önce ilişkiye girmesi, diğer bütün geleneklerin olduğu gibi evlilik
kurumunun da “dinamik” kişiler için bir anlamı olmadığına işaret eder. Jacqueline
McDonnell Waugh on Women adlı eserinde, Paul‟un Margot ile evlenmek için
kendisini kanıtlamak zorunda kaldığını belirtir. Ancak Paul bunu “Margot‟u, kendi
karakteristik özellikleri ya da iş yeterliliği hakkında aydınlatarak değil, cinsel
becerisi ile yaptı.
Paul yatakta tatmin edici şekilde davrandığı gibi Margot
nişanlanacaklarını duyurmak istedi” (McDonnell, 1989:105). Bu durum, Margot için
cinselliğin evliliğin ön şartı olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Margot‟un
olan ve Venüs’ün baharın gelişi için düzenlediği kutlamaları anlatan “Perviglium Veneris”e
göndermede bulunduğunu ve mekanikleşmiş modern toplumu hicvettiğini belirtir. (Evelyn Waugh
Newsletter Volume 8, Number 3, Winter 1974)
60
önce Paul ile, sonrasındaysa Maltravers ile aniden ve düşünmeden evlilik kararı
alması modern toplumun hızlı ve ihtiyatsız yaşam tarzının bir göstergesidir 9.
Margot‟un, Maltravers ile evlendikten sonra bile Alastair ile “görüşmeye” devam
etmesi de onun evliliğe karşı umursamaz tavrını yansıtması açısından kayda değerdir.
Modern toplumun kadın-erkek ilişkileri açısından ne derecede yozlaştığını gösteren
başka bir örnek de Dr. Fagan‟ın, kızı Flossie ile evlenmesi durumunda Paul‟a okulun
yarı hissesini vermeyi teklif etmesidir. Bu örneklere bakıldığında, aşk ve evlilik gibi
değerlerin modern toplumda yok edildiğini ve bu toplum için maddi çıkarın ve
kazancın bütün değerlerin ve geleneklerin önünde olduğunu söylemek mümkündür.
Waugh, Margot‟un sanata ve estetik anlayışa yabancı olan, metalaşmış
kimliği üzerinden modern toplumda sanatın ve estetik anlayışın yozlaşmasını
eleştirir. Margot‟un King‟s Thursday adlı, tarihi eser niteliğindeki villasını
“modernleştirerek” bu yapının sahip olduğu tüm değeri yok etmesi bu yozlaşmanın
bir örneğidir. Margot, “üç yüz yıldan beridir, yerel mimari üzerine düşen değişik
dönemlerin modalarından korunan” (Decline and Fall, 151) bu görkemli yapıyı
baştan aşağı değiştirerek onu “asansörlerle ve işgücünü azaltan cihazlarla, sıcak su
musluklarıyla, soğuk su musluklarıyla (korkunç yenilik!), içme suyu musluklarıyla,
gaz ocaklarıyla ve elektrikli fırınlarla”(154) donatır. Margot bu “yenileme” görevini,
insan ruhunun ve bedeninin mekanikleşmesini yansıtan Profesör Silenus‟a ve onun
modern makinelerine teslim eder.
9
Benzer şekilde Waugh da, maddi durumu elverişsiz olmasına rağmen, ilk eşi Evelyn Gardner ile ani
şekilde evlenmiştir. Gardner‟in ailesi evliliğe karşı çıktığından nikâhta sadece Waugh‟nun ve
Gardner‟in yakın arkadaşları yer almıştır. Bu durum romanın hem otobiyografik yönünü
kuvvetlendirmesi hem de dönemin toplumsal yapısına ayna tutması açısından önemlidir.
61
Modern toplum için değersiz olan King‟s Thursday‟in, Güney Kensington‟a
gönderilen tahta kaplamasının Hint öğrenciler tarafından büyük bir hayranlıkla
karşılanması (Decline and Fall, 156) bu yapının tarihi değerini gösterir; mimari
açıdan geçmişin değerini ve estetiğini taşıyan King‟s Thursday, önceden inanılan ve
değer verilen diğer bütün erdemler ve geleneklerle aynı kaderi paylaşarak, modern
toplumun kontrolsüz ve acımasız gücü tarafından yok edilir. Anlatıcının King‟s
Thursday için “zamandan soyutlanmış ve unutulmuş kültürlerin acı çekmesiyle
ortaya çıkan bu yeni doğmuş canavar” (183) şeklindeki yorumu da bu yok edilişi
nitelemektedir. King‟s Thursday‟in modern görüntüsü, İngiliz toplumunun, önceden
sahip olduğu estetik anlayışa ve değerlere yabancı hâle gelmesini yansıtır. Bu
değerler yerine benimsenen umursamazlık, metaya önem aşırı önem verme ve
bayağılaşma King‟s Thursday gibi değerli bir yapının yok oluşunun nedenidir.
Margot‟un, King‟s Thursday‟i satın aldıktan sonra bu yapıyı eski haliyle ilk
gördüğünde “Düşündüğümden daha kötü, çok daha kötü […] Liberty‟nin yeni binası
bununla kıyaslanamaz bile” (155) demesi Margot‟un “imitasyonu gerçek olana tercih
ettiğini” (McDonnell, 1989:159) gösterir. Modern toplumun, mimari yapılar da dâhil
hayatın her alanında bayağı ve değersiz hale gelmesi, Waugh‟nun A Little
Learning‟deki şu söyleminde de açıktır: “Güzellik dünyasında doğmuş olmak,
çirkinliğin arasında ölmek sürgün olan bizlerin genel kaderidir” (Waugh, 1983:33).
King‟s Thursday‟in, İngiliz aşırı değişim ve yenilik nedeni ile bozulmuş
yapısını yansıttığı görüşü, Waugh‟nun Ocak 1938‟de kaleme aldığı “A Call To The
Orders” adlı makalesinde, modern mimari yapılar üzerine olan düşünceleri ile
bağdaşır. Waugh bu makalesinde, 1920‟lerin değişen mimarisini şöyle eleştirir:
62
Bu medeni bina modelleri İngiltere‟nin her yerinde […]
Lağım çiftliği gibi villalar, yarısına kadar batmış
kanallara benzeyen konaklar, büyük arı kovanlarına ve
salatalık gövdelerine benzeyen ofisler, berbat, ufak
mimarların ayaklarının dibinde ortaya çıktı; bu yapılar
ayak bileklerini yakan elektrik şömineleri, gözü kör
eden pencereler, yüzlerce daktilo ve telefonun
vızıltısıyla inleyen „ses geçirmez‟ patentler ile döşendi.
[…] Babalarımızın ve dedelerimizin Tudor ve Jacob
mimari yapılarına yaptıklarını biz on sekizinci yüzyıl
mimarisine yapıyoruz. Bu ciddi bir tehlikedir çünkü
imitasyon yapılar yeterli sayıya ulaştığında kişinin
gerçek olana yönelik zevkini saptırır.
(Waugh, 1984:216-217)
Anlaşılacağı üzere, Waugh, geçmişten kalan değerli yapıların, estetik
anlayıştan yoksun şekilde inşa edilen modern mimari ile yok edildiğini
düşünmektedir. Waugh‟nun, modern toplumdan ve bu toplum tarafından oluşturulan
yeni mimariden “dejenere nesil” olarak bahsetmesi de onun, bu toplumun, gerçek
olana, estetik açıdan değerli olana karşı yabancılaştığını düşündüğünü gösterir.
Dolayısıyla Waugh‟nun bu düşüncelerini, Decline and Fall‟da, Margot ve onun için
çalışan mimar Otto Silenus tarafından tamamen yok edilen ve tüm değerini kaybeden
King‟s Thursday ile yansıtmış olduğu söylenebilir.
Margot‟un insani erdemlere ve duygulara yabancı olduğunu gösteren bir diğer
yönü, onun, “Latin Amerika Eğlence Ltd. Şti.” adı altında “beyaz kadın tüccarlığı”
işini yürütmesidir. Waugh, Margot‟un bu yönü ile modern toplumun sosyal ve ahlâki
normalardan kopmuş yapısını eleştirir. Margot için, işe aldığı genç kadınlar,
duyguları ve düşünceleri olan birer insan değil de, onun servetini arttırma
potansiyeline sahip bir sermayeden ibarettir. Margot‟un, insanı meta yerine koyan bu
bakış açısı ve zenginliğe olan düşkünlüğü onun giderek duygusuzlaşmasına neden
olur. Bu özellikleri ile Margot Beste Chet-Wynde‟in, Bernard Shaw‟un 1893‟te
63
kaleme aldığı Mrs. Warren’s Profession adlı oyunun ana karakteri Bayan Warren ile
benzerlik gösterdiği söylenebilir.
Margot‟un, kadın vücudu üzerinden illegal şekilde kazanç sağlaması; sınır
veya kural tanımaksızın sürekli servetini genişletmeyi amaçlaması ve bu durumu
olağan bir yaşam tarzı olarak görmesi, bu karakterin, “elde etme” arzusunu kontrol
edemediğini ve bu yüzden insani yönlerinden uzaklaştığını gösterir. Margot‟un,
zenginliği hayatının merkezine koymuş olması onun şu sözlerinde açıkça görülebilir:
“[…] dünyadaki tüm huzuru verseler bile fakir, hatta orta halli olmazdım” (Decline
and Fall, 181).
Anlaşılacağı üzere, Margot Beste-Chetwynde‟in, yozlaşmış toplumun bir
temsilcisi olduğunu gösteren tüm özellikleri, onun, maddi kazanç sağlama ve
toplumun en üst sınıfında bulunma gayesinin etrafında toplanır. Margot için estetik
anlayışın ya da toplumsal değerlerin bir önemi yoktur çünkü bunlar, kendisine maddi
bir çıkar sağlamayacaktır; dolayısıla Margot, King‟s Thursday‟i tereddüt etmeden
“modernleştirir” ve bu binanın tüm saygınlığını yok eder. Bu durum, toplumun, her
alanda olduğu gibi mimaride de yozlaşarak estetik anlayışının bayağılaşmasını
yansıtır. Margot için evlilik kurumu ve aşk, kişiyi zenginleştirmedikçe önemsiz
kavramlardır: Margot‟un, Maltravers ile sadece “arkasını sağlama almak için”
evlenmeyi düşünmesi, fakat “‟Margot Maltravers‟ adı kulağa biraz fazla geldiği”
(Decline and Fall, 178) için Maltravers ile evlenmekten vazgeçmesi, sonrasında ise
Maltravers ile evlenip soyadını “Metroland” olarak değiştirmesi, Margot‟un evliliğe
bakışını en iyi yansıtan örneklerdir. Margot için etik-ahlak kuralların, yasaların, dinin
ve bütün erdemli davranışların bir önemi yoktur, çünkü bu kavramlar, özellikle
modern toplum içinde çoğu durumda kişinin zenginleşmesini engeller; dolayısıyla
64
Margot, zenginleşmek ve toplumda daha da yükseğe çıkmak için genç ve çaresiz
kadınların bedenlerini pazarlamakta bir yanlışlık görmez, saf ve duygulu insanları
kullanmaktan çekinmez, sahte belge hazırlatmak gibi kirli işlerle uğraşır. Bütün bu
durumlar, Margot‟un “insan” kimliğinden uzaklaşmış olduğunu ve adının da işaret
ettiği gibi (beste:beast) canavarlaştığını gösterir. Sonuç olarak, Margot BesteChetwynde‟in Decline and Fall‟da resmedilen modern toplumun “açgözlü” ve
“değersizleşmiş” yüzünü yansıtan, insani özelliklere yabancı bir karakter olduğu
söylenebilir.
Kaptan Grimes ve Margot Beste-Chetwynde modern toplumun yozlaşmasını
yansıtan bir diğer karakter de Dr. Augustus Fagan‟dır. Dr. Fagan, sahibi olduğu
Llannabba kolejini eğitim-öğretim amaçlı bir kurum olarak değil de kendisine maddi
kazanç sağlayan bir kaynak olarak görür. Heath, The Picturesque Prison: Evelyn
Waugh and His Writing adlı eserinde Dr. Fagan karakterinin kökeninin, Dickens‟in
Oliver Twist adlı romanındaki Fagin karakterine dayandığını söyler. Heath‟e göre
Fagan‟ın “edebiyattaki kökeni Oliver Twist’te yoksul çocuklara ve yetimlere
yankesiciliği öğreten Dickens‟in Fagin‟idir” (Heath,1984:282).
Dr. Fagan‟ın etik ve ahlaki değerlere yabancı olduğunu gösteren temel
özelliği bu karakterin sahtekârlığı ve ikiyüzlülüğü tamamen benimsemiş olmasıdır.
Fagan‟ın Paul‟a verdiği ”Biz öğretmenler sağduyuyu yalanla dengelemeliyiz”
(Decline and Fall,24) şeklindeki tavsiyesi bu karakterin, aklıselim biri gibi görünen
fakat iç yüzünde çıkarcı ve dolandırıcı bir kimlik barındıran kişiliğini göstermesi
açısından önemlidir. Dr. Fagan‟ın, Llanabba‟daki diğer öğretmenleri çok düşük
ücretler karşılığında çalıştırması ve onlara mümkün olduğunca fazla sorumluluk
yüklemesi bu karakterin çıkarcılığını ve acımasızlığını gösterir. Bu durumu Fagan‟ın
65
kızı açık şekilde şöyle dile getirir: “-. O [Dr. Fagan], değişmez bir Tartardır, fakat
şunu da bilin ki eğitimliler- insanlıktan çıkmış kişilerdir. Öyle değil misin? […]
insanlıktan çıkmış değil misin?-” (Decline and Fall, 23). Bayan Fagan‟ın, babası
hakkındaki bu görüşleri, Dr. Fagan‟ın, romanın ilk bölümünde Paul‟un
güçsüzlüğünden
faydalanarak
maaşında
kesinti
yapması;
okul
sporlarının
düzenlenmesindeki bütün sorumlulukları ona yüklemesi ve Bay Prendergast‟a çok
düşük ücret ödeyerek onun sefalet içinde yaşamasına neden olması örnekleri ile
desteklenebilir. Dolayısıyla Dr. Fagan‟ın, Llanabba‟daki öğretmenlere yönelik bencil
ve “açgözlü” davranışı onun eğitimci ve işveren kimliğine yabancı olduğunu gösterir.
Dr. Fagan‟ın, Llanabba‟daki öğrencilere yaklaşımı, bu karakterin çıkarcı ve
sahtekâr kişiliğini gösteren başka bir yönüdür. Dr. Fagan, Margot‟un ve Leydi
Circumference‟in aynı zamanda okulu ziyarete geleceğini öğrendikten sonra, zengin
ve nüfuzlu olan bu aileleri etkilemek için Llanabba Spor Müsabakalarının
düzenlenmesine karar verir; ayrıca Clutterbuck ve Hope-Browne aileleri, bölge
Papazı ve yaşlı Belediye Başkanı Sidebotham gibi üst sınıf toplum mensuplarını da
davet eder. Fagan, bu kişilerin gözüne girebilmek için hiçbir masraftan kaçınmaz
“Galler‟in önerebileceği en pahalı çiçek buketi”ni (59) Leydi Circumference için
yaptırmaya karar verir; etkinlikler için bando, fotoğrafçılar ve basın mensuplarını
çağırır. Dr. Fagan‟ın şu sözleri ise, onun, spor müsabakaları, Leydi Circumference ve
Margot Beste-Chetwynde hakkındaki gerçek düşüncelerini yansıtır: “Atletizm
müsabakaları gösteriminden başka –belki halk oyunları dışında, içimi bu kadar
büyük bir nefretle dolduran başka bir eğlence türü yoktur. Dünyada, arkadaşlığından
tiksindiğim iki kadın varsa– ki ikiden fazla var, bunlar Bayan Beste-Chetwynde ve
Leydi Circumference‟dir” (Decline and Fall, 75). Anlaşılacağı üzere Dr. Fagan, spor
66
müsabakalarını, öğrencilerin fiziksel gelişimi ya da eğlenmesi gibi güdülerle değil
tamamen kendi çıkarlarını gözeterek, toplumda önemli yeri olan kişilerin gözüne
girmek, kendisine sosyete içinde yer edinmek ve maddi kazanç sağlamak amacıyla
düzenler. Fagan‟ın bu ikiyüzlü ve sahtekâr tavrı onun karakteristik özelliği haline
gelmiş, aldığı kararlarda ve tüm davranışlarında belirleyici etken olmuştur. Fagan bu
yönü ile hem eğitimci kimliğine hem de insani özelliklere yabancılaşmış bir
karakterdir.
Dr. Fagan‟ın, gerçekte çıkarcı ve bayağı biri olmasına rağmen kendini asil,
eğitimli ve idealist biri olarak göstermesi ve tanıtması onun etik-âhlak anlayışa ve
insani erdemlere yabancı olduğunu gösterir. Romanın ilk bölümünde Dr. Fagan ve
Paul arasında geçen iş görüşmesinde, Fagan‟ın şu sözleri onun, idealleri olan,
disiplinli ve dürüst bir eğitim adamı olduğu izlenimi verir: “İhtiyacım olan şey
vizyondur […] okulumun üzerine kurulu olduğu ideal- hizmet ve arkadaşlık
idealidir” (Decline and Fall, 15-16). Fagan‟ın bu sözleri, onun, romanın sonraki
bölümlerinde daha açık şekilde ortaya çıkan kişiliği düşünüldüğünde oldukça
ironiktir. Özünde dolandırıcı olan Dr. Fagan‟ın Kaptan Grimes‟ı, “beyefendi”
olmadığı için sürekli eleştirmesi ve aşağılaması da ironik olan başka bir durumdur.
Dr. Fagan‟ın, romanın sonlarında Llanabba‟yı satıp Üst-sınıf sağlık merkezi açması;
bu merkezde ise, Margot‟un aracılığıyla, Paul‟un hapishaneden kaçmasını
sağlayacak sahte ölüm belgesini hazırlatması, Fagan karakterinin bulunduğu kurumu
ve mevkiyi kendi çıkarı uğruna kötüye kullanmasının bir başka örneğidir.
Görüldüğü üzere Dr. Fagan zengin ve önemli kişilerin beğenisini kazanarak
modern toplum içinde yükselme çabası içindedir; bu doğrultuda, sahip olduğu okulda
eğitim gören öğrencileri ve görevli öğretmenleri sömürmekten kaçınmaz. Dr.
67
Fagan‟ın para ve mevki tutkusu onun, sağlıklı bir şekilde düşünüp karar almasını
engeller; bunun yerine onu, sürekli aldatmaya, yalan söylemeye ve sahte davranmaya
teşvik eder. Diğer “dinamik” karakterlerle benzer şekilde, Fagan için de etik-ahlak
kuralların, geleneklerin ve değer verilen hiçbir manevi inancın önemi yoktur; onun
için asıl önemli olan üst-sınıf kişilerin beğenisini kazanmak ve onlardan bir şeyler
“koparmak”tır. Waugh, Fagan gibi tüm insani değerleri yok sayan bir karakter
üzerinden hem görevini çıkarı doğrultusunda kötüye kullanarak otoriteleri hem de
saygın görüntüsü altında “kirli” bir kişiliğe sahip olan “modern” insanı eleştirir.
Dr. Fagan gibi, sahtekârlığı ve ikiyüzlülüğü hayat tarzı haline getirmiş olan
başka bir karakter de Llanabba Kalesi‟nin kâhyası Solomon Philbrick‟tir. Gerçekte
lüks otellerde kalıp sahte çek yazan ve aranan bir suçlu olan (Decline and Fall, 146)
Philbrick‟in çevresindekilere kendi kimliği hakkında yalanlar söylemesi onun,
sahtekârlığı ve çıkarcılığı benimsemesi nedeniyle “kimliksizleşen” modern toplumun
bir yansıması olduğunu gösterir. Philbrick, roman boyunca, sürgün edilmiş bir Rus
prensi (48), eski bir hırsız (70), roman yazarı, Portekiz Kont‟unu silahla vurmuş bir
armatör (117) ve Metropole Oteli‟nin daimi müşterisi (130) gibi kimliklere bürünür.
Philbrick‟in, romanın sonlarında, üzerinde kürk, ellerinde eldiven ile üstü açık bir
Rolls-Royce içinde görülmesi modern toplumda çıkarcı ve sahtekâr olanın ayakta
kalmasını ve yükselmesini yansıtır.
Görüldüğü üzere, Philbrick, modern oplum içinde kendine saygın bir yer
edinmiştir. Philbrick‟in kendisini sürekli farklı bir kişi olarak tanıtması hem onun
yalan söylemeyi sıradan ve gerekli bir durum olarak gördüğünü hem de özgün bir
kişiliğe sahip olmanın onun için önemsiz olduğunu gösterir. Çevresindeki herkesi
kendi çıkarı için kandıran ve yasa dışı işlerle uğraşan Philbrick, Kaptan Grimes gibi
68
modern toplumun kaosu içinde ayakta kalmayı başarmış bir “yaşam gücüdür”.
Philbrick‟in çok kolay ve sık şekilde farklı bir kimliğe bürünmesi ve gerçekte kim
olduğunun anlaşılamaması onun, modern toplumun özgün ve gerçek bir kimlikten
yoksun oluşunu temsil eden bir karakter olduğuna işaret eder. Diğer yandan
Philbrick, normları olan uygar bir toplumda uyulması gereken etik-ahlak kuralları da
diğer “dinamik” karakterler gibi yok sayar. Bando takımının yöneticisi ile arkadaş
olan Philbrick, Paul ve Grimes‟a isterlerse arkadaşı aracılığıyla onlar için genç bir
kadın bulabileceğini söyler (34). Bu durum, Philbrick‟in ahlaktan yoksun yapısını
örnekler. Heath, The Picturesque Prison Evelyn Waugh and His Writing adlı eserinde
Philbrick‟ten “[…] aslında gerçek bir kimliği yoktur ve özgün ahlaki değerlerden
yoksun bir çağın özelliksiz değişkenliğini yansıtır” (Heath, 1982:67) şeklinde
bahseder.
Waugh‟nun, Philbrick karakterini ortaya çıkarırken, Yirminci Yüzyılın
başlarında, İngiltere‟nin en “gizli saklı” ve “gösteriş düşkünü” figürlerinden biri olan
Horatio Bottomley‟den esinlendiği söylenebilir. Şöyle ki, George Robb, White
Collar Crime In Modern England adlı eserinde küstah bir havaya sahip olan
Bottomley‟nin at yarışı, şov kızları ve şampanya bağımlısı olmasına rağmen
parlamento üyesi olduğunu söyler (Robb,1992:109). Robb ayrıca, Bottomley‟nin
“Victory War Bonds” adı altında başlatılan girişim aracılığıyla halkı dolandırarak
küçük miktarlarda para toplayıp en az 150.000 paund‟u zimmetine geçirdiğini söyler
(Robb, 1992:110). L.C.B. Seaman ise, Life In Britain Between The Wars adlı
eserinde, başbakan Llyod George döneminde, para karşılığında, güvenilmez kişilere,
şövalyelik, baronluk ve soyluluk unvanları verildiğini belirtir (Seaman, 1970:20). Bu
durum Philbrick‟in “Sör” unvanını bu şekilde almış olabileceği ihtimalini doğurur.
69
Diğer yandan, Philbrick, hem dolandırıcı kimliği hem de kendine olan aşırı güveni
nedeniyle Bottomley ile benzeşmektedir; Philbrick‟in bir süre, Bottomley gibi Old
Bailey hapishanesinde bulunması ve tazı yarışlarıyla ilgilenmesi de Waugh‟nun
Bottomley‟den esinlenmiş olabileceğine işaret eder. Philbrick karakteri ile Horatio
Bottomley arasındaki bu paralellikler, modern toplumda Philbrick gibi, maddi
çıkarlarına ulaşmak için masum insanları dolandıran; etik/ahlak ilkelerini ve devlet
yasalarını çiğnemekten kaçınmayan ve canavarlaşarak insani kimliğine yabancılaşan
sahtekârların var olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Waugh, “Careers For Our Sons: Crime” adlı makalesinde, savaş sonrasında
kötüleşen ekonomi ve artan işsizlik oranları nedeniyle 1920‟lerin sonlarında aniden
yükselen suç oranlarını hicvederek suç işlemenin iyi bir meslek olabileceğini söyler.
Waugh, farklı kılıklara girerek insanları dolandırmanın (Philbrick‟in yaptığı gibi)
sıklıkla başvurulan bir yöntem olduğunu şöyle belirtir: “Şaşırtıcı derecede sık işlenen
başka bir suç ise kuyumcuya girip „Benim adım Lord Beaverbrook. Lütfen bana
biraz elmas verin‟ demek ve kaçıp elmasları satmaktır. Buna „dolandırma amacıyla
kişilik değiştirme‟ denir” (Waugh, 1984: 53-54). Waugh‟nun bu taşlaması göz önüne
alındığında, Philbrick karakterinin, Waugh‟nun gözlemlediği çarpık ve kural tanımaz
toplumun bir yansıması olduğu söylenebilir.
Her biri, insani değerlerden yoksun olan, bozuk modern toplumun farklı bir
yüzünü temsil eden bu “barbar” karakterlerin yanında, yine modern toplumun
yozlaşmış yapısını yansıtan ancak romanda biraz daha geri planda kalmış bazı
karakterlere de değinmek gerekir. Bu karakterler arasında en öne çıkanı, 1920‟ler
İngiliz sosyetesinin sahte ve samimiyetsiz yapısını yansıtan Leydi Circumference‟dir.
70
Leydi Circumference‟in, oğlu küçük Lord Tangent‟e karşı sevgiden ve
şefkatten yoksun yaklaşımı, onun insani duygulara yabancı olduğunu göstermesi
açısından önemlidir. Leydi Circumference, spor müsabakaları boyunca oğluna karşı
güvensizdir ve onu sürekli aşağılar; oğlunun ayağından vurulmasına üzülmez.
Romanın ilerleyen bölümlerinde ise, Leydi Circumference, oğlu Tangent‟in
ölümünden çok sıradan bir şeymiş gibi bahseder ve onun, Margot‟un düğününden
hemen önce ölmesine sinirlenir: “-Tangent‟in tam da şimdi ölmesi delirtici,- dedi. –
İnsanlar düğüne gelmeyi reddetmemin nedeninin bu olduğunu düşünebilir […]-“
(198). Anlaşılacağı üzere, Leydi Circumference, üst sınıf toplum mensupları
üzerinde bırakacağı izlenimi oğlunun hayatından daha çok önemsemektedir. 1920‟ler
İngiltere‟sini çok iyi gözlemleyen Waugh, Leydi Circumference‟in, oğlu Tangent‟e
karşı soğuk ve duygusuz yaklaşımı ile iki savaş arası İngiliz toplumunda, hem üst
sınıf ailelerde ebeveynlerle çocukları arasındaki uzaklığı hem de bu toplumun, anneçocuk ilişkileri açısından duygusuzlaşmış yansıtır.
Leydi Circumference‟in ve onun gibi, üst sınıf mensubu olan kişilerin etikahlaki değerlerden yoksun kişiler olduğunun en açık göstergesi, bu karakterlerin spor
müsabakaları sırasındaki diyaloglarıdır. İlk olarak, Leydi Circumference‟in, küçük
Clutterbuck‟ın yarışlarda hile yaptığı gerekçesiyle, ona ve Clutterbuck ailesine
hakaret
etmesi
ve
aşağılayıcı
tavrı
Circumference‟in,
isminin
önündeki
“Hanımefendi” ünvanına “yabancı” olduğunu gösterir. Leydi Circumference ve diğer
üst sınıf mensubu karakterlerin, Margot‟un siyâhi sevgilisi Chokey hakkındaki ırkçı
düşünceleri, kendilerini toplumun saygın kişileri olarak gören bu karakterlerin insani
erdemlere yabancı olduklarını kanıtlar. Bayan Clutterbuck, Chokey hakkındaki
görüşlerini şöyle ifade eder: “-Bana göre, bir zenciyi buraya getirmek hakarettir.-
71
[…]. –Bizim kendi kadınlarımıza bir hakarettir-“ (Decline and Fall, 100). Bölge
Papazının bu konudaki düşünceleri de diğerlerinden farksızdır: “Şu zencinin
görüntüsünden hoşlanmıyorum. [...] onlara özgürlüklerini vermek hataydı”
(101,105). Bu tarz ırkçı görüşlere sahip olan “modern” karakterlerin, Margot ya da
Chokey ile yüz yüze gelince gerçek düşüncelerini saklı tutup dostane davranmaları
bu kişilerin ikiyüzlülüğünü ortya çıkarır. Waugh, özellikle Oxford‟u bıraktıktan
sonra tanıklık ettiği aristokrasi sınıfının önyargı ve sahtekârlık üzerine kurulu
yapısını bu karakterlerle okuyucuya aktarır. Ayrıca yazar, Chokey karakterinin
abartılı şekilde kendi ırkını savunması ve siyahî insanları sürekli yüceltmeye
çalışması ile modern toplum içinde siyâhi insanların aşırı bir hassasiyete
büründüklerini ve aşağılık kompleksinden çıkamadıklarını ima eder.
Decline and Fall‟un giriş bölümünde, modern toplumun “dejenere” gençliğini
temsil eden Bollinger Kulübü üyelerinin alkolün de etkisiyle camları kırmaları,
büyük bir piyanoyu parçalamaları ve Matisse‟nin bir tablosunu su kabına fırlatmaları
toplumun uygarlıktan çıkmış, “anarşik” yapısına örnek teşkil eder. Waugh, Nisan
1929‟da kaleme aldığı “The War and The Younger Generation” adlı makalesinde,
savaş sonrasında her anlamda alt üst olan İngiliz toplumunda gençlerin düştüğü
boşluğu şöyle ele alır: “En geniş ahlak kavramları dışında, genç neslin baş
kaldıracağı hiçbir şey kalmamıştı. Dolayısıyla onların baş kaldırışı bu kavramlara
döndü. Birçok durumdaki sonuç, basındaki dedikodu yazarları tarafından her gün
kaydedilen, topluma aykırı ve amaçsız düşkünlüktü” (Waugh, 1983:62). Bu durumda
Waugh‟nun Bollinger Kulübü üyeleri ile bu “düşkün genç nesli” yansıttığı
söylenebilir. George McCartney Confused Roaring: Evelyn Waugh and The
Modernist Tradition adlı eserinde Bollinger‟lerin yozlaşmış toplumun temsilcisi
72
olduğuna işaret ederek bu kişileri “hem görünüşte hem de davranışta hayvanlaşmış
insanlar güruhu” (McCartney,1987:9) şeklinde tanımlar. Dolayısıyla, her biri zengin
ve “soylu” ailelerden gelen bu gençlerin, sahip oldukları maddi güç sayesinde sınır
tanımayan ve kontrol edilemeyen birer zevk düşkünü haline geldikleri ve bu yüzden
de insani yönlerinden uzaklaştıkları söylenebilir.
Paul‟un, Bollinger Kulübü üyeleri tarafından taciz edilmesine tanıklık eden
fakat cezalardan elde edilecek parayı düşünerek olaya müdahale etmeyen Dekan
Yardımcısı Bay Sniggs ve okul muhasebecisi Bay Postlethwaite‟in, yozlaşmış
toplumun temsilcileri olduğu söylenebilir. Hem kendi çıkarlarını toplumsal normların
ve değerlerin önünde tutan hem de mesleki sorumluluk bilincinden uzak davranan
Sniggs ve Postelthwaite, olayların ve meydana gelecek zararın büyümesi için
ellerinden geleni yaparlar; bu iki karakterin şu diyalogu onların eğitimci kimliğine
yabancı olmalarını açık şekilde yansıtır: “-Keşke onların tamamı Kolej üyesi olsa!
Her biri on paund‟dan elli kişi. Aman!- -Şapel‟e saldırırlarsa daha fazla olur,- dedi
Bay Sniggs. –Ah, lütfen Tanrım, onların Şapel‟e saldırmasını sağla-” (3). Bollinger
üyelerinin “birini” yakalamaları üzerine Sniggs ve Postelthwaite‟in müdahele
etmemesi bu karakterlerin çıkarcılığını ve acımasızlığını gösteren başka bir örnektir.
Anlaşılacağı üzere, çarpık “modern” toplumun Oxford‟daki uzantısı olan Bay Sniggs
ve Bay Postlethwaite, tıpkı Dr. Fagan gibi “bozulmuş” otoriteyi temsil eden, meslek
etiğini yok sayarak maddi çıkarlarını her şeyden üstün tutan ve bu yüzden de insani
yönlerini kaybetmiş kişilerdir. Waugh‟nun Oxford‟daki iki yıllık tecrübesi ve iyi
gözlem yapabilme yetisi düşünüldüğünde, Bay Sniggs ve Bay Postlethwaite
karakterlerinin 1920‟ler İngiliz toplumunun özellikle eğitim kurumlarındaki
yozlaşmış yapısını yansıttığı söylenebilir.
73
Decline and Fall‟da modern toplum içindeki otoritelerin bozulmasını ve asıl
işlevinin tersi yönde hareket ederek kaos içindeki toplum yapısını yansıtan başka bir
karakter de Sör Wilfred Lucas-Dockery‟dir. Paul‟un gönderildiği ilk hapishane olan
Old Bailey‟nin müdürü olan Lucas-Dockery, ceza sistemini “modernleştirmek” adına
kendi ortaya çıkardığı yenilikleri, doğruluğunu sorgulamadan mahkûmlar üzerinde
test eder. Lucas-Dockery, hapishane bünyesinde oluşturduğu “Sanat Okulu”nda
kesici alet kullanımını serbest bırakır; bu durum, bazı mahkûmların intihar teşebbüsü
ile sonuçlanır (Decline and Fall, 227). Benzer bir durum, başka bir “Lucas-Dockery
yeniliği” olan Kitap Ciltleme Dükkânında yaşanır; mahkûmlar ciltleme işinde
kullanılmak üzere kendilerine verilen macunu yerler (232). “Tüm suçların, estetik
ifadeye yönelik arzuların bastırılmasından kaynaklandığını” (226) iddia eden LucasDockery‟nin “modernleşme” adına ortaya çıkardığı bu uygulamalar sonunda trajik
bir olaya yol açar: daha önceden marangozluk yapan bir ruh hastasına, yaratıcı
zanaatkârlığına devam ederek kendini ifade etmesi için kesici aletler verilir; bu
girişim, hapishane rahibi Bay Prendergast‟ın kafasının testere ile kesilmesiyle
sonuçlanır.
Anlaşılacağı üzere, Sör Wilfred, getirdiği yeniliklerin bir işe yaramadığının
farkında değildir ve bu yeniliklerin kötü sonuçlar doğuracağını öngöremez;
mahkûmları birer denek olarak kullanır; hapishanenin gerçek sorunları ile ilgilenmek
yerine “modern” bir hapishane yaratma hayalleri kurar. Lucas-Dockery ve Old
Bailey Hapishanesi, bilinçsizce özgürleşen ve sorgulamadan modernleşen insanın,
kontrolnü kaybederek insani niteliklere yabanacılaşmasını yansıtır. Waugh, LucasDockery üzerinden, İngiliz toplumunun modernleşerek köklü değişikliklere maruz
kalmasının bir parodisini yapar; toplumun, önüne konulan her değişimi
74
sorgulamadan kabul etmesi ve benimsemesi toplumsal bozuklukları beraberinde
getirir; aynı şekilde Dockery, doğruluğunu sorgulamadan, mahkumlara dayattığı
yeniliklerle hapishanenin kaos ortamına sürüklenmesine neden olur. Bu açıdan
bakıldığında, modernleşme sürecindeki Old Bailey hapishanesinin, modern toplumun
bir minyatürü olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak, Evelyn Waugh‟nun 1920‟ler İngiltere‟sini yansıttığı Decline
and Fall‟daki karakterler çevresine yabancılaşan ve insani özelliklerden yoksun
kişiler olarak ayrılmıştır. Değişen ve “modernleşen” toplum düzeninin farkında
olmayan ve bu yapı içinde güçsüz ve pasif kalan Paul, Bay Prendergast ve Küçük
Lord Tangent karakterleri toplumdan ayrılarak çevrelerine yabancılaşmışlardır.
Waugh‟nun, bu karakterler üzerinden, modern toplumda aşırı zayıf, duygusal ve saf
özelliklere sahip kişileri eleştirdiği görülmüştür. Modern toplumun bozukluklarının
temsilcisi olan Margot Beste-Chetwynde, Kaptan Grimes, Dr. Fagan ve Philbrick
karakterleri ise bütün etik-ahlak ilkeleri ve geleneksel değerleri yok saymış, insani
özelliklerden soyutlanmışlardır. Waugh‟nun bu karakterler üzerinden 1920‟ler İngiliz
toplumunun kural ve gelenek tanımaz yapısını, estetik anlayıştan yoksun oluşunu,
dinin ve kilisenin yozlaşmasını eleştirdiği görülmüştür.
75
II. BÖLÜM
KINGSLEY AMIS’IN LUCKY JIM ADLI ROMANINDA
YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ
Bu bölümün amacı Kingsley Amis‟in Lucky Jim (1954) adlı romanında
yabancılaşma olgusunu ele almak ve yazarın yabancılaşma üzerinden yaptığı toplum
eleştirilerini incelemek olacaktır. Bu doğrultuda, bir önceki bölümde yapıldığı gibi,
karakterlerin tecrübe ettikleri yabancılaşma süreçlerinin hangi nedenlerle ortaya
çıktığı, nasıl geliştiği ve onların davranışlarını nasıl şekillendirdiği açıklanacaktır.
Karakterlerin yabancılaşmasının toplum eleştirileri ile bağlantısını tüm yönleriyle
inceleyebilmek için hem yazarın hayat tecrübeleri ve benimsediği görüşler hem de
romanın yazıldığı dönem olan 1950‟lerde İngiliz toplumunun geçirdiği değişimler
incelenecektir.
Kingsley Amis, Lucky Jim ile ortaya koymak istediği toplum eleştirilerini
daha belirgin ve etkili şekilde göstermek için çevresine karşı yabancılaşan
karakterleri ve etik-ahlak anlayıştan yoksun karakterleri kullanır. Amis‟in, ilk
romanındaki karakterler ya çevresi ile uyuşamadığı için topluma ve onun bütün
değerlerine yabancı kalan kişiler ya da çıkarlarına ve gösterişe olan düşkünlüğü
nedeniyle insani duygulardan ve erdemlerden yoksun olan kişilerdir. Lucky Jim‟deki
karakterler arasındaki bu zıtlık nedeniyle, bu bölümde, karakterler çevresine
yabancılaşan kişiler ve bozuk toplum yapısının temsilcisi karakterler olmak üzere iki
farklı gruba ayrılarak incelenecektir. Çevresine yabancılaşan karakterlerin,
karşılaştıkları toplumsal bozukluklara verdikleri tepkiler, bir bakıma yazarın kendi
76
toplum eleştirilerine işaret eder; diğer yandan bu karakterlerin benimsedikleri
değerler yazarın kendisinin desteklediği davranışların ve düşüncelerin bir
yansımasıdır; dolayısıyla bu bölümde, bu karakterler ile çevreleri arasındaki çatışma,
yazarın mektuplarında, makalelerinde ve diğer eserlerinde yer alan eleştirel görüşleri
ile bağıntılı olarak ele alınacaktır. Bu bağlamda, romanın ana karakteri Jim Dixon
çevresine yabancılaşan bir karakter olarak incelenecektir; Jim‟in yabancılaşması,
onun sosyal çevresine ve mesleğine yabancı kalması olarak iki yönlü ortaya
konulacaktır. Jim‟in dışında, Christine Callaghan da çevresine yabancılaşan bir
karakter olarak ele alınacaktır. İnsani erdemlerden ve değerlerden yoksun karakterler
ise Amis‟in çevresinde gözlemlediği ve yanlış olarak değerlendirdiği davranışların
temsilcileri olarak, gerçek kişiliklerinin farkında olmayan, etik-ahlak anlayışa
yabancı olan kişilerdir. Welch, Bertrand ve Margaret‟ten oluşan bu karakterlerin
davranışları ve kişilik özellikleri, yazarın ortaya koymayı amaçladığı bozuklukların
bir yansıması olduğundan, bu karakterler, yazarın çevresinde karşılaştığı,
hoşlanmadığı ve eleştirdiği kişiler, olaylar ve davranışlar ile bağlantılı olarak ele
alınacaktır. Ayrıca bu bölümde, her iki gruptaki karakterlerin yabancılaşması
incelenirken, romandaki karakterler ve olaylar ile yazarın kendi hayat tecrübeleri ve
ilgili dönemde meydana gelen olaylar arasında köprü kurulacaktır.
Lucky Jim‟deki karakterler arasındaki çatışma çoğunlukla gerçek karşısında
yapmacık, dürüst karşısında sahtekâr, alçak gönüllü karşısında gösteriş düşkünü,
yardım sever karşısında çıkarcı davranışlar arasında gerçekleşir. Yazar, Lucky Jim
ile, özellikle İngiliz üst sınıfında ve bunun bir yansıması olan akademi ortamında
gözlemlediği yetersizlikleri ve bozuklukları, ana karakter Jim Dixon‟ın diğer
karakterlerle olan ilişkileri ve karşılaştığı olaylar aracılığı ile hicveder. Duygularında
77
ve düşüncelerinde samimiyeti ve gerçekliği esas alan, işçi sınıfı mensubu Jim Dixon
ile “sahte entelektüel” olarak adlandırılabilecek kişilerden oluşan üst sınıf karakterler
arasındaki farklılıklar ve çatışmalar Lucky Jim‟in komik görüntüsünün altındaki ciddi
ve eleştirel yapıyı oluşturur. Dolayısıyla bu bölümün amacı, hem Jim Dixon‟ın,
sosyal ve kültürel değerlerini paylaşmadığı ve bu yüzden de aidiyet hissetmediği
çevresine yabancılaşmasını hem de gerçeklikten ve doğruluktan yoksun üst sınıf
karakterleri, Amis‟in toplum eleştirileri bağlamında elealmak olacaktır.
Lucky Jim‟de karakterlerin yabancılaşmasını ve bunun, romandaki toplum
eleştirileri ile bağlantısını daha iyi anlamak için öncelikle Kingsley Amis‟in hayata
bakışından ve Lucky Jim‟i şekillendiren değer ve yargılarından bahsetmek gerekir.
Kingsley Amis, Lucky Jim‟deki mizahi üslubu ve üst sınıf taşlamaları nedeniyle
Angry Young Men (Kızgın Genç Adamlar) adlı yazarlar grubunun öncülerinden biri
olarak gösterilir. John Osborne, John Wain, Kingsley Amis, John Braine ve Alan
Sillitoe gibi yazarlardan oluşan Angry Young Men eserlerinde, alt sınıf veya işçi sınıfı
mensubu kişilerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal ve ekonomik anlamda
beklentilerinin
karşılanamaması
üzerine
yaşadıkları
hayal
kırıklığı
üzerine
odaklanırlar. Çoğunlukla kendileri de alt sınıf veya işçi sınıfından gelen bu yazarların
eserlerindeki olaylar genellikle “kimsesiz, dayanağı olmayan, otorite ile sürekli
çatışma halinde olan ve onu aşağılayan […] erkek ana karakterler etrafında” (Ousby,
1993:27) gerçekleşir. The Angry Decade adlı eserinde, bu grubu “muhalifler” olarak
tanımlayan Kenneth Allsop, bu yazarlar içinde çoğunluğun Kingsley Amis gibi
“otoriteye ve „parlak barbarlığa‟ karşı aşağılayıcı, alaycı ve gülünç bir tavır […]”
(Allsop, 1958:9) takınan kişiler olduğunu belirtir. Angry Young Men içinde önemli
bir yerde duran Lucky Jim‟in, özellikle ana karakter Jim Dixon‟ın içinde bulunduğu
78
ortama ayak uyduramaması, etrafındaki hemen herkese eleştirel yaklaşması, hem
kendisinden üst sınıfta olanlara hem de otoriteye tepki göstermesi ve çevresine
yabancılaşması açısından bu akımın özelliklerini taşıdığı söylenebilir.
Kingsley Amis ve Lucky Jim‟in dâhil olduğu bir diğer edebi akım da Angry
Young Men ile benzer özelliklere sahip olan ve temelde Kingsley Amis, Donald
Davie ve Philip Larkin tarafından oluşan The Movement‟tır. Dominic Head Modern
British Fiction, 1950-2000 adlı eserinde The Movement akımının temel niteliğinin
sınıf sistemine, kültürel elitizme ve metropol merkezine meydan okumak olduğunu
belirtir. Head‟e göre Lucky Jim “bu üç alana da karşıt yapıya sahip bir roman olarak
The Movement‟ın değerlerinin ve sınırlarının mükemmel bir toplamıdır” (Head,
2002:51). Lucky Jim‟deki sınıf çatışması, elit kültür eleştirisi ve taşra toplumunun
desteklenmesi düşünüldüğünde Head‟in romanla ilgili görüşlerinde haklı olduğu
anlaşılır.
1941 yılında İngiliz Komünist Partisi‟ne katılan ve Angry Young Men
grubundaki diğer yazarlar gibi işçi sınıfını destekleyen Amis, Lucky Jim ile, İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemde, özellikle üst sınıflarda ve akademi ortamında
gözlemlediği bozuklukları ve çarpıklıkları yansıtmak ister. Amis, Barber‟a verdiği
röportajında 1945‟te, iyimserlik ve özgürlük duygularıyla İşçi Parti‟sine oy verdiğini
belirtir (Amis, 1975:44). Bu nedenle Amis‟in, Lucky Jim‟i yazdığı dönemde ve
öncesinde İşçi Sınıfına ve sol kesime yakın olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Amis‟in
hayat görüşünü daha iyi anlamak için özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde
sol kesimin ve işçi sınıfının temel niteliklerini anlamak gerekir. Richard Hoggart,
The Uses of Literacy adlı eserinde dostluğun, yardım severliğin ve komşuluğun, işçi
sınıfından gelen kişiler için önemli olduğunu belirtir (Hoggart, 1958:80). Hoggart‟a
79
göre işçi sınıfı “paranın ya da gücün insanları daha mutlu kılacağına inanmaz.
„Gerçek‟ olan insandır ve samimi olan şeylerdir – ev ve aile yakınlığı, dostluk ve
„keyfine bak‟ diyebilmektir: onlara göre „gerçek olan şey para değildir‟ […]”
(Hoggart, 1958:83). Simon J. Charlesworth ise, A Phenomenology of Working Class
Experience adlı eserinde işçi sınıfının “alçak gönüllü, etik, duyarlı, bilgili, yardım
sever, cömert ve genellikle becerikli” (Charlesworth, 2003:151) olduğunu belirtir.
Amis‟in, hem kendi hayatında hem de ilk romanı Lucky Jim‟de işçi sınıfının bu
özelliklerinin önemli yeri olduğu söylenebilir. Bazı davranışların “takdire şayan”
bazılarının ise “aşağılık” olduğunu düşündüğü için kendini bir “ahlakçı” olarak
tanımlayan Amis için “çalışkanlık, nezaket, dürüst ve vicdanlı olmak, ağırbaşlılık,
sadakat, tutumlu olmak ve özellikle sabırlı olmak” (Salwak, 1992:12) gibi erdemler
büyük bir öneme sahiptir. Lucky Jim‟de işçi sınıfını destekleyen ana karakter Jim
Dixon, Amis‟in benimsediği bu değerlerin bir temsilcisidir; Jim, roman boyunca
çevresindeki, bu erdemlerden yoksun olan üst sınıf mensubu kişileri bencil, iki yüzlü
ve yapmacık oldukları için aşağılar ve eleştirir. Bu nedenle, romanda Jim‟in kişilik
özelliklerinin ve üst sınıfa karşı tutumunun Amis‟in kendi hayat görüşünü yansıttığı;
onun eleştirilerinin de aslında Amis‟in kendi görüşleri olduğu söylenebilir.
İşçi partisinin 1947‟de nükleer silah programını başlatması, toplumsal eşitlik
ve refah beklentilerinin karşılanamaması barışçı ve anti-nükleer saftaki sol kesimin
tepkisine neden olmuştur. Ayrıca, İşçi Partisi‟nin, iktidara geldikten sonra başlattığı
reformlar, işçi sınıfının toplumsal ve kültürel anlamda değişiklikler geçirmesine ve
bu sınıfın karakteristik özelliklerinden uzaklaşmasına yol açmıştır.10 Bu nedenlerle,
toplumun tepkili kesiminde yer alan Amis‟in Lucky Jim ile toplumsal düzene ve
10
http://www.infobritain.co.uk/History_Of_The_Labour_Party.htm
80
zaman zaman yönetime eleştirel göndermelerde bulunduğu söylenebilir. Amis,
Jim‟in sistemi değiştirmeyi ya da yıkmayı amaçlamadığını fakat ılımlı da olsa bir
“isyan” içinde olduğunu söyler (Barber, 1975:45). Romanda Jim‟in alt sınıftan
gelmesine ve maddi açıdan kötü durumda olmasına rağmen dürüst ve sade bir yaşam
sürmek istemesi, üst sınıf karakterlerden biri olan Bertrand ile devlet politikası
üzerine tartışarak İşçi sınıfını savunması ve üst sınıfı iğneleyici şekilde davranması
gibi örnekler Amis‟in toplumsal ve siyasi görüşlerini yansıttığını gösterir. Amis bu
görüşlerini daha açık ve etkileyici şekilde ortaya koymak için işçi sınıfının
değerlerini temsil eden Jim Dixon‟ı, bu değerlerin yok sayıldığı üst sınıf toplum içine
yerleştirerek bu karakter ile çevresi arasında bir çatışma oluşturur. Amis bu şekilde
hem kendi desteklediği görüşleri ve davranışları yansıtır hem de çevresinde
gözlemlediği bozuklukları eleştirir.
Kingsley Amis‟in Lucky Jim‟de ortaya koyduğu olayların ve karakterlerin
niteliklerini derinlemesine kavramak için Lucky Jim‟in yayımlanmasından önceki
dönemde yazarın okuduğu ya da etkilendiği bazı edebiyatçılardan da bahsetmek
gerekir. Dale Salwak Kingsley Amis Modern Novelist adlı eserinde Amis‟in,
Fielding, Dickens ve Thackeray gibi yazarlardan etkilendiğini ve onların “ahlaki
yorumlamalarına yönelik bir eğilimi” (Salwak, 1990:11) olduğunu belirtir. Rubin
Rabinovitz ise The Reaction Against Experiment in The English Novel, 1950-1960
adlı eserinde Amis‟in, özellikle ilk romanı Lucky Jim ile on sekizinci yüzyıl pikaresk
romanını hatırlattığını ve Amis‟in romanında “Shandean” özelliği bulunduğunu
belirtir (Rabinovitz, 1967:43). İngiliz Edebiyatı eğitimi gören ve bir akademisyen
olan Amis‟in onsekizinci yüzyıl İngiliz Edebiyatı alanında uzmanlaşmış olması
Salwak ve Rabinovitz‟in görüşlerini güçlendirir.
81
Amis‟in Lucky Jim‟i yazdığı dönemde ya da daha öncesinde etkilenmiş
olabileceği bir diğer yazar da Evelyn Waugh‟dur. Amis, Eylül 1975‟te yazdığı
“Waugh‟s Warts” adlı makalesinde Evelyn Waugh‟nun “eserlerinin çoğuna hayat
boyu hayranlık” duyduğunu ancak Waugh‟yu aşırı saldırgan ve küstah bulduğunu
belirtir (Amis, 1991:80). Amis, aynı makalesinde, Evelyn Waugh‟nun Decline and
Fall adlı romanını “adaletten yoksun düzene yönelik umutsuzluğun hükmettiği
hiddetli bir komedi” (Amis, 1991:80) olarak nitelendirir. Amis, 1978‟de kaleme
aldığı “Fit to Kill” adlı makalesinde ise, Decline and Fall‟u defalarca okuduğunu
belirtir. Decline and Fall‟un “zalimce olan şeylerin mümkün olduğunca komik
gösterildiği” (Amis, 1991:72) bir roman olduğunu düşünen Amis‟in, Lucky Jim‟de
Waugh‟nun komik-eleştirel yönünden etkilendiği söylenebilir. Şöyle ki, hem Decline
and Fall hem de Lucky Jim, karakterlerin ve olayların komik görüntüsünün ardında,
ana karakterlerin yalnız ve çaresiz kaldığı, toplumun da ciddi şekilde eleştirildiği
romanlardır. Nitekim, Malcolm Bradbury No, Not Bloomsbury adlı eserinde Amis‟in
1950‟lerdeki etkisinin, Waugh‟nun 1920‟lerdeki etkisine benzediğini belirterek iki
yazarı şöyle kıyaslar:
Her ikisi de [Waugh ve Amis] romanlarındaki konu ve
üslup açısından, yakın zamanda bitmiş bir savaşın
oluşturduğu davranışları, ahlaki bozuklukları, kültürel
değişimleri ve sosyal zayıflıkları iyi yakalamıştır. Her
ikisi de, eserlerinde gizli, fakat gittikçe belirginleşen
geçmişe özlem duygusu barındıran anti-romantik
yazarlardır. […] Her ikisi de yıllar geçtikçe kararmış,
hem sosyal dünyanın anlamsızlığının hem de insan
hayatının içinde var olduğu ölümlülüğün gizli
ağırlığının bilincini benimsemiş, bu yüzden de
komedileri acı ile karışmış yazarlardır. […]
(Bradbury, 1987:206)
82
Waugh ve Amis arasındaki bu benzerliklerden anlaşılacağı üzere her iki yazar
da eserleri ile yaşadıkları dönemlerin toplumsal çarpıklıklarına, komik olduğu kadar
“trajik” ya da ciddi olaylar ve karakterlerle ayna tutmayı amaçlamıştır. Amis, ilk
romanı Lucky Jim‟de, Waugh kadar “kötümser” ve “hırçın” bir tutum sergilemese de,
çevresinde gözlemlediği bozuklukları ele alırken Waugh‟nun, ilk romanı Decline and
Fall‟da yaptığı gibi, çevresi ile bütünleşemeyen bir kahramanı, uyumsuz olduğu
toplumun içine yerleştirmiştir. Amis bu şekilde, Waugh‟nun yaptığı gibi, çevresine
yabancı kalan karakterler ve insani değerlerden yoksun, etik-ahlak anlayışa sahip
olmayan karakterler üzerinden toplumsal ve kültürel aksaklıkları resmetmiştir.
Amis‟in, Lucky Jim ile toplumun özellikle iki alanındaki çarpıklıklara ışık
tutmayı amaçladığı söylenebilir. Amis, İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle alt
ve işçi sınıfından gelen gençlerin üniversite eğitimi almasını sağlamak için açılan
“Redbrick” üniversitelerindeki bozuk ve yetersiz akademik ortamı ele alır. Ancak,
Amis‟in çizdiği tablo akademik camia ile sınırlı değildir, Lucky Jim‟de resmedilen
üniversite ortamı tüm bozuklukları ve yetersizlikleri ile bir bakıma toplumun
minyatürüdür; bu nedenle yazar, aynı zamanda çevresinde gözlemlediği sosyal,
kültürel ve ahlaki çarpıklıkları da göstermeyi amaçlar. Dale Salwak Kingsley Amis
Modern Novelist adlı eserinde, Amis‟in ahlaki düşünce yapısına sahip olduğunu ve
bunu eserlerine yansıttığını şöyle belirtir:
Amis, diğer birçok şeyin yanında babası örneğinden de
ahlaki değer/yargıların doğasını ve uygulamasını
öğrenmiştir; geleneksel İngiliz romancıların sanatından
ise kendisine ahlaki bir duruş kazandıran kurmaca
tekniklerini öğrenmiştir […] İçeriği ne olursa olsun,
Amis‟in eserleri ılımlı bir ahlaki bilinçlilik ile örülüdür.
Martin Green Lucky Jim‟in „ahlaki gerçekliği ve ahlak
sorununun önemini ele aldığını‟ vurgular […] Babası
aracılığıyla Amis‟in bilinçaltına yerleşen bu ahlaki ses
83
tekrar ve tekrar kendini gösterir; bu ses ana karaktere
doğru tavsiyeyi verir […]
(Salwak, 1992:11)
Bu bilgiler ışığında, Lucky Jim‟deki olay örgüsü ve karakterlerin nitelikleri
göz önüne alındığında Kingsley Amis‟in, ilk romanı ile akademide ve sosyal
çevresinde gözlemlediği etik-ahlak ilkelerine aykırı davranışları eleştirdiği
söylenebilir. Nitekim Amis, modern hicvi “bireyde görülen bozukluklara ve
aptallıklara saldıran kurmaca” (Rubinovitz, 1967:59) olarak tanımlar. Lucky Jim‟deki
hemen bütün olay örgüsü ana karakter Jim Dixon‟ın diğer karakterleri dürüst
olmadıkları ve kendilerini olduklarından farklı göstermeye çalıştıkları için
eleştirmesi ve aşağılaması üzerine kuruludur. Jim, çevresinden farklı olarak, olduğu
gibi görünen ve dürüstlüğü ilke edinmiş bir karakterdir. Dolayısıyla Amis Lucky
Jim‟de, Salwak‟ın bahsettiği “ahlaki duruşu”, Jim ile çevresi arasındaki çatışma ve
karakterlerin yabancılaşması ile yansıtmayı amaçlar.
Amis‟i Lucky Jim‟i yazmaya sevk eden önemli bir unsur onun, kendi mizah
anlayışını somutlaştırmayı amaçlaması ve mizah aracılığı ile toplum eleştirilerini
daha etkili bir biçimde ortaya koymak istemesidir. Amis, Michael Barber‟a verdiği
röportajında çevresindekileri güldürme kapasitesine sahip olduğunu belirterek şöyle
der: “On iki yaşındayken okuldaki öğretmenleri taklit edebilen kıvrak zekâlı bir
öğrenciydim. … Her zaman için iyi bir taklitçi olmuşumdur. […] Bu durum, roman
yazmak ile alakalı bir şey: bir romancı, tanım olarak bir tür taklitçidir. […] Yazmak,
bana göre, büyük ölçüde kişinin kendini eğlendirmesidir” (Amis, 1975:42). Lucky
Jim‟de, bir bakıma Amis‟in kendi “sesi” olan anlatıcının olaylar ve kişiler üzerine
olan yorumlarında sık rastlanan gülmece öğeleri göz önüne alındığında, Amis‟in, ilk
romanı ile sahip olduğu mizah gücünü dışa yansıtmayı amaçladığı savunulabilir.
84
Yazar bu şekilde, çevresinde gözlemlediği toplumsal ve kültürel bozuklukları daha
etkileyici şekilde ortaya koyar ve eleştirir.
1949‟da Swansea Üniversitesi‟nde çalışmaya başlayan Amis hem buradaki
hem de yakın arkadaşı Philip Larkin‟in çalıştığı Leicester Üniversitesi‟ndeki
akademik ortamı her yönüyle iyi gözlemlemiş ve bu gözlemlerini Lucky Jim‟i
yazarak yansıtmayı amaçlamıştır. Eric Jacobs Kingsley Amis A Biography adlı
eserinde Amis‟in 1946‟da Leicester‟da Larkin‟i ziyaret ettiğini ve öğretim üyeleri
odasında geçirdiği yarım saat sonrasında Lucky Jim ile ilgili ilk fikirlerini
oluşturduğunu söyler (Jacobs, 1996:143). Amis, Barber‟a verdiği röportajında
Leicester Üniversitesi‟ndeki tecrübesinden ve sonrasında, Swansea Üniversitesi‟nin
romana etkilerinden şöyle bahseder: “Genç adamın [Larkin] çevresi, kendisinin bazı
nedenlerden ötürü kızdırmayı göze alamadığı iç sıkıcı kişilerle doluydu- her şey
ortadaydı. Swansea Üniversitesi‟nin katkısı ise üniversitedeki işlerin nasıl
yürüdüğünü, kişilerin neler yaptığını anlamamı sağlamasıydı” (Amis, 1975:44).
Anlaşılacağı üzere, Amis, Lucky Jim‟i yazarken sürekli tavsiye aldığı arkadaşı Philip
Larkin‟in çevresini ve kendisinin Swansea‟deki tecrübelerini Lucky Jim‟e aktararak
“Redbrick” üniversitelerindeki akademik ortamı yansıtmayı amaçlamıştır. Romanda
hem Profesör Welch‟in hem de Jim‟in bilgi donanımı açısından yetersiz olması,
Jim‟in kendi yazdığı makalesi üzerinde hiçbir hak iddia edememesi, Margaret‟in
okula gelmediği halde maaşında kesinti yapılmaması gibi örnekler ile Amis,
üniversite ortamındaki yetersizlikleri ve bozuklukları resmetmeyi amaçlamıştır. Bu
durum, Lucky Jim‟in bir “kampüs romanı” olarak anılmasına neden olmuştur.
Kingsley Amis, hem Larkin‟i ziyaretinde yaptığı gözlemler hem de kendi
tecrübeleri sonucu “elit” toplumu ve akademi ortamını “yüzeysel” ve “sahte” olarak
85
değerlendirir (Jacobs, 1996:143). Amis, 1970‟te “A Short Educational Dictionary”
adı altında kaleme aldığı ve belirli bazı terimlere kendi tanımlamalarını getirdiği kısa
sözlükte burjuva kelimesini şöyle tanımlar: “Basmakalıp, zevksiz, faşist. İşçi sınıfı
tarafından -daha genel anlamda Muhafazakâr, İşçi, Liberal ve (bazen) Komünist
partilerini destekleyenler tarafından- ortaya konulan fikirleri ve görüşleri kullanan
[…]” (Amis, 1991:274). Amis, aynı makalesinde “Burjuva objektifliği” terimine ise
şöyle bir tanımlama getirir: “Önemsiz, sıkıcı v.b. gerçeklere yönelik ilgi”(Amis,
1991:274) Bu bilgiler, Amis‟in, burjuva sınıfına yönelik eleştirel bakışını yansıtması
açısından önemlidir. Amis, burjuva hakkındaki bu düşüncelerini ortaya koymak için,
Lucky Jim‟de, alt sınıftan gelen Jim Dixon‟ı “basmakalıp ve zevksiz” karakterlerden
oluşan burjuvanın içine yerleştirir; iki sınıf arasındaki farklılığı ve çatışmayı ise hem
Jim‟in üst sınıfa yabancılaşması ile hem de bu sınıfın, tüm insani erdemleri ve etikahlak ilkelerini yok sayan yapısı ile göstermeyi amaçlar.
Amis‟in Lucky Jim‟de, Jim‟in çevresine yabancılaşmasıyla yansıtmayı
amaçladığı alt sorun, kişinin aşina olmadığı ve tamamen farklı değerlere sahip
olduğu bir çevrede nasıl var olabileceğini anlaması ve kendini tanıması üzerine
kuruludur. Jim‟i üst sınıftan ayıran temel farklılık şudur ki Jim yanlışları ve doğruları
ile kim olduğunu bilir ve kendini olduğu gibi kabul eder; fakat üst sınıf karakterler
yanlış ve eksik yönlerini yok sayarak yapmacıklığın ve bencilliğin oluşturduğu
“sahte” bir kimliğe bürünürler. Amis, Dale Salwak tarafından yapılan bir
röportajında romanlarındaki karakterleri şöyle ayırdığını belirtir: “Romanlarımda iyi
ve kötü insanlar vardır […] kötü insanları gülünç duruma düşürmek önemlidir”
(Amis, 2001:5). Amis‟in Lucky Jim‟deki karakterleri de, bu şekilde, “iyi” ve “kötü”
kişiler olarak ayırdığını söylemek mümkündür. Romanda Jim, Christine ve Gore-
86
Urquhart olumlu davranışları ve kişilikleri ile “iyi” kişiler olarak görünürken Welch,
Bertrand ve Margaret “kötü” kişiler grubunda yer alır. Philip Gardner, Kingsley Amis
adlı eserinde, Lucky Jim‟in, kişinin kendini tanımasıyla ilintili bazı sorular üzerine
kurulu olduğunu belirterek bu konuya şöyle değinir: “ „Burada ne yapıyorum?‟
„Burada olmak istiyor muyum?‟ ve „Yapabileceğim bir şey var mı? […] kim
olduğunu bilmek ve ne istediğin konusunda dürüst olmak romanın en derin
temasıdır” (Gardner, 1981:27-32). Lucky Jim‟deki karakterlerin kişilikleri ve
davranışları göz önüne alındığında, Gardner‟in bu görüşlerinde haklı olduğu
sonucuna varılabilir. Amis‟in “iyi” ve “kötü” kişiler şeklinde ayırdığı karakterler
arasındaki temel farklılık da bu karakterlerin, Gardner‟in belirttiği “kimlik bilincine”
sahip olmaları ya da olmamalarıdır. Dale Salwak, Kingsley Amis Modern Novelist
adlı eserinde Amis‟in Lucky Jim‟deki karakterleri iki farklı “kutupta” oluşturduğunu
belirtir:
Amis, ahlâki duruşunu geliştirmek için romandaki
karakterleri kolayca tanımlanabilen iki ayrı gruba
ayırır: genel olarak övgüye lâyık, okuyucunun sempati
ile karşıladığı karakterler; ve, iyi olanların şanslarını
engelleyen kötü ya da en iyi ihtimalle dünyevi ve
yozlaşmış kişiler. Jim (uyumsuz yabancı), Julius GoreUrquhart (onun yardımcısı ya da kurtarıcısı) ve
Christine Callaghan (Jim‟i kusurlarına rağmen kabul
eden alçakgönüllü kız) ahlaki dürüstlükleri, kişisel
samimiyetleri ve sahte davranmamaları ile seçkin
kişilerdir. Antagonistler arasında ise, tamamı asıl
amaçlarını gizleyen ve sahte bir görüntü sunan Profesör
Welch (Jim‟in işkenceci yöneticisi), Bertrand Welch
(kendiyle övünen mağlup) ve sinir hastası Margaret
Peel (istenmeyen „cadı‟) bulunur.
(Salwak, 1992:63)
Lucky Jim‟deki karakterlerin kişilik özellikleri, davranışları ve olaylara
verdikleri tepkiler göz önüne alındığında, Salwak‟ın alıntıda belirtilen görüşlerinin
87
geçerli olduğu anlaşılır. Şöyle ki, romandaki karakterlerin bir kısmı, gerçek
düşüncelerini ve hislerini davranışlarına ve konuşmalarına yansıtırken diğer kısmı
gerçeklikten uzak, samimiyetsiz davranışları benimsemiştir. Bu doğrultuda, Amis‟in,
ilk romanında oluşturduğu karakterleri “gerçek” ve “sahte” kişiler olarak ikiye
ayırmak mümkündür. Amis, daha önce bahsedilen “ahlâki duruş”una uygun olarak,
hem kendi hayatında hem de Lucky Jim‟de kişileri dürüst, samimi ve etik/ahlak
anlayışına sahip olanlar karşısında bencil, gösteriş düşkünü, sahte ve ikiyüzlü olanlar
olmak üzere ikiye ayırır. Bu durum, Lucky Jim‟de karakterler arasındaki ana
farklılığı oluşturur ve olay örgüsü çoğunlukla bu çatışma etrafında kuruludur.
Özellikle ana karakter Jim Dixon ile çevresi arasındaki sürekli uyumsuzluk hali,
romandaki gülmece öğeleri için gerekli ortamı sağlarken diğer yandan, dürüst ve iyi
biri olmaya çalışan Jim‟in yabancılaşması toplumdaki ve akademideki bozuklukları
ortaya çıkarır. Bu nedenle, romandaki karakterlerin yabancılaşması irdelenirken
karakterler “gerçek” ve “sahte” kişiler olarak, ya da romanda ifade edildiği gibi
“Jim‟in sevdiği ve sevmediği kişiler” (Lucky Jim, 119) olarak ele alınacaktır. Bu
doğrultuda, çevresinin ikiyüzlü ve bayağı yapısına katlanmak zorunda kalan ve bu
yüzden kendini çoğu zaman toplumdan soyutlayan (ya da çevresindekiler tarafından
toplumdan soyutlanan) Jim Dixon çevresine yabancılaşan bir karakter olarak
incelenecektir. Ayrıca, Jim‟in önem verdiği ideallere ve değerlere sahip olan, ancak
erkek arkadaşı Bertrand tarafından kullanılan Christine Callaghan da çevresine
yabancılaşan bir karakter olarak incelenecektir. Dixon ve Christine11 karşısında ise,
davranışları ve görünümleri ile çevresindekileri etkilemeyi amaçlayan, entelektüel ve
kültürlü görünmelerine rağmen aslında kibirli ve duygusuz kişiler olan, bu yüzden de
11
Eric Jacobs, Amis‟in Lucky Jim için önce “Dixon and Christine” adını düşündüğünü ancak daha
sonra bu fikrinden vazgeçtiğini belirtir. (Jacobs, Eric, Kingsley Amis A Biography, 1995, s.145)
88
etik-ahlaki bir duruşa sahip olmayan Ned Welch, Bertrand Welch ve Margaret Peel
iki yüzlü ve çıkarcı yönleri ile ele alınacaktır.
İnsani değerlere ve davranışlara yabancı olan karakterlerin ortak özelliği, bu
kişilerin “genel iyilik”, “dayanışma” ve “alçakgönüllülük” gibi insancıl özelliklerden
yoksun olmalarıdır: Profesör Welch, Jim‟in üniversitedeki geleceği konusunda söz
sahibi olmasını kendi çıkarı için kullanır; Bertrand, kız arkadaşı Christine‟i işinde
yükselmek için kullanır ve Carol ile gizli bir ilişki yaşar; Margaret, Jim‟i ve
Catchpole‟u etkilemek için sahte intihar girişiminde bulunur, sıkıcı ve romantik
görünümünün arkasında “içten pazarlıklı” ve bencil bir kişiliğe sahiptir. Bu
karakterlerin karşısında Jim ve Christine‟in dürüst ve gösterişten uzak olmaları
onların çevrelerindeki kişilere tepkiler geliştirmelerine, fiziksel ya da zihinsel
anlamda toplumdan ayrılmalarına ve çevrelerine yabancılaşmalarına yol açar.
Şimdiki aşamada Jim‟in çevresine yabancılaşması, bu yabancılaşmanın hangi
nedenlerle ortaya çıktığı ve onun davranışlarını nasıl şekillendirdiği Amis‟in toplum
eleştirileri ile bağlantılı olarak ele alınacaktır. Bu doğrultuda, Amis ile Jim arasında
yabancılaşma açısından bazı benzerlikler olduğu düşünüldüğünden, Amis‟in hayat
tecrübelerinden ve Lucky Jim‟in yayımlanmasından önceki dönemde kendisini
etkileyen bazı toplumsal değişikliklerden bahsetmek yerinde olacaktır.
Amis, “Real and Made-up People” adlı makalesinde, her ne kadar Lucky
Jim‟in otobiyografik bir roman olmadığını savunsa da, özellikle ana karakter Jim
Dixon‟ın ve Amis‟in hayat görüşleri ve bir takım tecrübeleri birbiri ile paralellikler
göstermektedir. Bu nedenle, Jim‟in tecrübe ettiği yabancılaşmayı ve Amis‟in toplum
eleştirilerini daha iyi anlamak için bu paralellikleri irdelemek gerekir. Alt-orta sınıf
bir aileden gelen, sonrasında ise, genellikle elit kesimle özdeşleşmiş olan Oxford‟da
89
burslu eğitim alan ve yine üst sınıfa özgü bir meslekte çalışan Amis‟in, hayatının
belirli bir döneminde kendi görüşlerinden ve değerlerinden farklı niteliklere sahip bir
çevre içinde bulunduğunu söylemek mümkündür. Şöyle ki, “Refah Devleti”
girişimleri kapsamında işçi sınıfına ve alt sınıflara yönelik iyileştirmelerden biri de
eğitim alanında görülmüştür. Bu sınıflardan gelen ve derslerinde başarılı olan
öğrencilere devlet bursu verilerek onların özel liselerde ve sonrasında ise Oxford ve
Cambridge gibi üst düzey üniversitelerde eğitim almaları sağlanmıştır. Bu
üniversitelerden mezun olan öğrenciler yine üst sınıf toplumla özdeşleşmiş
mesleklerde çalışmaya başlamışlardır. Bu süreçte, Kingsley Amis gibi, alt sınıf veya
işçi sınıfından gelen öğrenciler alışkın oldukları değerlerden ve inançlardan farklı
niteliklere sahip olan üst sınıf içinde birtakım sosyal ve kültürel çatışmalar
yaşamışlardır.
Richard Hoggart The Uses Of Literacy adlı eserinde işçi sınıfından gelen
öğrencilerin eğitim bursları ile üst sınıf içine girmeleri üzerine yaşadıkları
yabancılaşmadan bahseder. Hoggart, “kaygılı ve köklerinden sökülmüş” olarak
adlandırdığı, bu öğrencilerin ailelerinden ve alıştıkları değerlerden uzaklaştıkları için
gittikçe yalnızlaştıklarını belirtir (Hoggart, 1958:294). Hoggart‟a göre bu durumdaki
bir öğrencinin önünde iki seçenek vardır: Ya farklı bir grubun [sınıfın] mensubu
olmaya doğru ilerler ya da işçi sınıfı hayatının esas aile içi değerlerine ters düşen bir
toplumda bulunduğu için yalnızlaşır (Hoggart, 1958:295). Bu öğrencileri “iki dünya
arasında kalmış kişiler” olarak nitelendiren Hoggart onların, birbiri ile tamamen zıt
olan iki farklı aksana, iki farklı karaktere ve farklı değer standartlarına sahip olmaya
zorlandıklarını belirtir (Hoggart, 1958:296). Bu bilgiler ışığında, alt-orta sınıf bir
aileden gelen Amis‟in, Londra Şehir Okulu‟nda (City of London School) burslu
90
okuduğu ve St. John Koleji, Oxford‟da yine burslu eğitim gördüğü göz önüne
alındığında Amis‟in de, yetiştiği sosyal çevreden farklı niteliklere sahip bir toplum
yapısı içine girdiği söylenebilir. Bu nedenle Amis‟in, ilk romanında ana karakter Jim
Dixon‟ın, yazarın kendi tecrübesine benzer bir yabancılaşma süreci içinde olduğunu
söylemek yerinde olacaktır. Jim‟in roman boyunca içinde bulunduğu durum,
Hoggart‟ın “iki dünya arasında kalmış” olarak tanımladığı işçi sınıfından gelen
kişilerin durumuyla benzeşir. Jim, romanın genelinde, kendi içinde işçi sınıfının
değerlerine bağlı kalır, ancak Welch ve diğer üst sınıf kişilerin arasındayken onların
görüşlerine ve davranışlarına ters düşmeme mücadelesi verir. Bu durum, Jim‟in,
roman boyunca yaşadığı sorunların ve çevresine yabancılaşmasının altında yatan
temel nedendir.
Jim‟in çevresi ile hangi yönlerden çatışma içinde olduğunu anlamak için
öncelikle Jim‟in kişiliğinden, bağlı olduğu ideallerden ve önemsediği değeryargılardan bahsetmek gerekir. Gavin Keulks Father and Son Kingsley Amis, Martin
Amis and The British Novel Since 1950 adlı eserinde Jim Dixon‟u şöyle tanımlar:
“Jim‟in büyüsü ve kuvveti çoğunlukla onun sağduyusundan, kıvrak zekâlı
olmasından ve kendini tanımasından gelir. O, Welch‟lerin kendini beğenmiş, bencil
hallerini kabul etmez ve kızgınlığını başarılı şekilde taklide ve isyana taşır […]”
(Keulks, 2003:108). Jim‟in sağduyulu olması onun “duyguların adamı”12 olmasıyla
doğrudan ilintilidir. Şöyle ki, Jim, karşılaştığı birçok olayda ve kaldığı çoğu ikilemde
duygularının sözünü dinler, vicdanının elvermediği hiçbir şey yapmaz. Welch,
Bertrand ve Margaret gibi karakterler genellikle kendi çıkarlarını ön planda tutarken
12
Eric Jacobs Kingsley Amis A Biography adlı eserinde Amis‟in, Jim‟in „daha fazla hissedecek şeyi‟
olduğunu söyleyerek Lucky Jim için daha önce The Man of Feeling (Duygunun Adamı) başlığını
düşündüğünü sonrasında ise vazgeçtiğini belirtir. (Jacobs, 1996:145)
91
Jim kendisi yüzünden başkalarının zarar görmesini istemez ve hak etmedikleri sürece
kimseyi incitmek istemez. Jim‟in, bazı durumlarda bu karakterleri taklit etmesi ve
kandırması Jim‟in dürüstlüğünden ödün verdiği anlamına gelmez. Bu durum, tam
tersine Jim‟in insani erdemlere ve etik-ahlak anlayışa sahip olmayan kişilere
tahammül edememesinin ve onlara karşı oluşturduğu tepkilerin bir yansımasıdır.
Jim‟in, akademik anlamda yetersiz ve faydasız olduğunun farkında olmasına rağmen
üniversitede çalışmaya devam etmesi de onun, Welch ve Bertrand gibi iki yüzlü
olduğuna işaret etmez. Jim, bu karakterlerden farklı olarak işçi sınıfından
gelmektedir ve üniversitedeki işi dışında kendisine gelir getirecek bir kaynağı yoktur,
bu nedenle üniversitede çalışmak zorundadır. Ayrıca, yine üst sınıf mensubu
kişilerden farklı olarak Jim, hakkını veremediği bir meslekte bulunduğu için
mutsuzdur; bu durum da Jim‟in dürüst kişiliğini yansıtır.
Jim aşk, nefret ve acıma gibi duyguları gerçekten hisseden ve duyguları
doğrultusunda davranan bir karakterdir; ancak onun çevresini saran üst sınıf
karakterler tamamen çıkar ve gösteriş odaklı kişilerdir; bu durum Jim‟in çevresine
karşı tepkiler geliştirmesinin ve kendini toplumdan ayırmasının altında yatan ana
nedenlerden biridir. Jim‟in Christine‟e karşı saygılı ve içten yaklaşımı, Margaret‟a
karşı yardım sever ve arkadaş canlısı tavrı onun, sağduyulu ve düşünceli bir karakter
olduğunu gösterir. Margaret kendisiyle ilişkiye girmeye istekli olduğunda bile Jim
etik davranıp davranmadığı konusunda şöyle ikileme düşer: “[…] fakat bu onun için
adil miydi? […] Bu onun için adil miydi? Bu kendisi için adil miydi? Onunla sadece
bir kız arkadaşı olarak geçinebilirdi. […]” (Lucky Jim,43). Anlaşılacağı üzere Jim,
bağlı olduğu değerler ve benimsemiş olduğu düşünce sistemi doğrultusunda
davranmaya çalışır. Amis, Jim‟in kişiliği ve davranışları üzerinden sağduyulu
92
olmanın önemini vurgular; diğer yandan Jim‟in karşısına Margaret, Welch ve
Bertrand gibi herhangi bir ideale sahip olmayan “sahte” kişilikli karakterler
yerleştirerek hem bu davranışları eleştirir hem de Jim‟in sahip olduğu erdemleri
yüceltir.
Jim‟in dürüst bir kişiliğe sahip olması ve çevresindekilerin iyiliğini kendi
çıkarlarının önüne koyabilmesi onun, bu niteliklerden yoksun olan üst sınıf topluma
yabancılaşmasına neden olur. Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler
çıkarlarına ulaşmak için sahtekârlıktan ve yapmacık davranmaktan çekinmezken Jim,
âşık olduğu Christine‟i elde etmek için dürüstlüğünden ödün vermez. Jim,
Christine‟in erkek arkadaşı Bertrand‟ın, Carol ile yaşadığı gizli aşktan haberdardır ve
Bertrand‟ın sahte ve gösteriş düşkünü kişiliği yüzünden ondan nefret etmektedir.
Ancak bütün bunlara rağmen Jim etik/ahlak kuralları dışına çıkarak kendi kişiliğine
yabancılaşmaz. Christine‟in Bertrand‟la evlenme konusunda Jim‟e danışması üzerine
Jim‟in aklından geçirdikleri ve Christine‟e verdiği cevap şu şekildedir:
Açıkçası bu, Dixon‟ın Bertrand ile olan savaşında tam
hedefe ateş etmesini sağlayacak bir andı, fakat o ateş
etmek istemedi. Düşmanını mantıklı şekilde ihbar
etmesi, Carol ile yaptığı konuşmadan bahsetmesiyle
beraber bu aşamada ona tam bir zafer ya da düşmana
ağır kayıplar verme şansı getirebilirdi. Fakat yine de
öyle yapmak istemedi ve yavaşça sadece şöyle dedi:
„İkinizi de iyi tanıdığımı sanmıyorum.‟
(Lucky Jim,119)
Anlaşılacağı üzere, Jim sağduyulu davranarak, Christine‟in, Bertrand‟ı
gerçekten sevebileceği ihtimalini göz önüne alır ve kendi menfaati için iki kişinin
ilişkisini bozmak istemez. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Jim etik ve ahlak
kuralları gözeterek yaşamayı ilke edinmiş dürüst bir karakterdir. Ancak onun
93
etrafındaki kişilerin bu özelliklere çok uzak olması ve kendisinin benimsediği
değerlerin tam tersi şekilde hareket etmesi onun çevresine yabancılaşmasına neden
olur. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, Jim‟in, özellikle Welch‟e ve
Bertrand‟a karşı aşağılayıcı bir tavır takınması, Jim‟in çevresindekileri küçümseyen
bir karakter olduğunu göstermez; tam aksine onun, kibirli ve “sahte” davranan
kişilere karşı nefretini yansıtır. Jim‟in bu nefreti de yine onun çevresi ile çatışmasının
bir sonucudur. Amis, Jim ile çevresi arasındaki bu uyumsuzluk üzerinden Jim‟in
çevresine karşı duyarlı ve saygılı davranışlarını yüceltir; Jim‟in çevresine karşı
hoşnutsuzluğu ve öfkesi ise Amis‟in, toplumun umursamazlığını ve sağduyudan
yoksun oluşunu eleştirmesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim Amis, “Act Of
Kindness” adlı şiirinde sağduyulu, yardım sever ve paylaşımcı olmanın önemini
şöyle vurgular: “Nankör olana/Gerçekten değerli olanı verebilmek/Ya da dükkânlar
kapandığında/Son sigarayı teklif edebilmek/Ya da bizden iyi olanları övebilmek
[…]” (Amis, 1979:49). Anlaşılacağı üzere, Amis, şiirinde tasvir ettiği erdemleri
Lucky Jim‟de ana karakter Jim üzerinden yansıtmayı amaçlamıştır.
Jim‟i çevresindeki diğer kişilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri kendi
yetersizliklerinin ya da yanlışlarının farkında olması yani benlik bilincine sahip
olmasıdır; bu durum, Jim‟in, “yapay” kişilerden oluşan çevresine yabancı kalmasına
neden olur. Jim‟in, iş arkadaşı Beesley‟ye açık sözlü şekilde, diğer alanların
kendisini zorlayacağını düşündüğü için Ortaçağ konularında uzmanlaşmayı seçtiğini
söylemesi (Lucky Jim, 23) Jim‟in olumsuz ya da yetersiz yönlerinin farkında
olduğunu gösterir. Benzer şekilde, Jim, makalesinin ilk cümlesini anlamsız ve
gereksiz bularak kendi yazdığı metinle şöyle dalga geçer:
94
Dixon kendi makalesi gibi düzinelerce makale
okumuştu ya da okumaya başlamıştı, fakat kendi
makalesi yararlılık ve önemlilik açısından bunlardan
çok daha kötü göründü. „Garip şekilde gözden kaçan bu
konuyu ele alarak‟ şeklinde başlıyordu. Bu nasıl
gözden kaçan konuyu? Bu garip şekilde ne olan
konuyu? Bu garip şekilde gözden kaçan neyi? Bu
yazıyı kırıştırıp yakmamış olduğunu düşünmesi
kendisini ikiyüzlü ve aptal gibi görmesine neden oldu.
(Lucky Jim, 9)
Anlaşılacağı üzere Jim, eksik ve yanlış yönlerinin fakındadır ve kendini
olduğu gibi kabul eder; bu durum Jim‟in çevresindeki çoğu kişinin sahip olmadığı bir
özelliktir ki Jim onları genellikle bu nedenle eleştirir ve kendini çevresinden soyutlar.
Welch, Bertrand ve Margaret olmadıkları gibi davranarak çevresindekileri
etkilemeye çalışırken Jim‟in böyle bir çabası yoktur; sanattan anlayan, işinde çok iyi
olan ya da kültür birikimi yüksek olan biri değildir ve böyle biri gibi görünmek için
uğraş vermez. Diğer yandan Jim, iyi niyetli ve dürüst biri olduğunun farkındadır ve
kendisi için asıl önemli olan da budur: “Gözlükleri, olduğundan daha büyük göründü.
Yine de, her zaman ki gibi sağlıklı görünüyordu, dürüst ve iyi niyetli biri olduğunu
umut ediyordu. Bununla mutlu oluyordu” (Lucky Jim,48). Amis, Jim‟in kendi kişiliği
hakkındaki bu “farkındalığı” ile üst sınıf kişilerin “yapmacıklığını” yan yana getirir;
bu şekilde, desteklediği ve eleştirdiği davranışları ortaya koyar. Yazar, alçak gönüllü
ve kibirden yoksun olan Jim‟i, gösteriş düşkünü ve sahte kişilerden oluşan bir
toplumun içinde tek başına bırakır. Bu yapıya yabancı olan Jim, çevresindekilere
tepki gösterir, onları eleştirir ve aşağılar.
Jim Dixon‟ın, kişiliğini oluşturan duyguları ve düşünceleri, onun içinde
bulunduğu hem mesleki hem de sosyal çevresinden tamamen farklıdır; bu nedenle
95
Jim, romanın tamamında topluma, akademiye ve bu iki kurumun bütün değerlerine
yabancı kalır. Jim‟in çevresine yabancılaşması iki yönlü olarak ele alınabilir. İlk
olarak, Jim dürüst, alçakgönüllü ve yardımsever biri olamaya çalışması ile ön plana
çıkar, ancak onun içinde bulunduğu çevre, alt sınıflardan gelenleri küçümseyen, tüm
hayatı dış görünüşü ve çevresini etkilemek üzerine kurulu “sahte” kişilerden oluşan
üst sınıftır. Bu nedenle, Jim üniversite dışındaki, üst sınıf mensuplarından oluşan
sosyal çevresinde, bu çevreye ait olmayan bir yabancı konumundadır. İkinci olarak,
Jim, yaptığı işten, yani üniversitede bir akademisyen olarak bulunmaktan mutlu
değildir. Bunun nedeni Jim‟in kendini üniversiteye yararlı olacak yeterlikte
görmemesi ve kitap okumak, makale yazmak ya da ders vermek gibi uğraşların
kendisini
sıkmasıdır.
Ayrıca
Jim,
üniversitelerdeki
eğitim
sisteminin
ve
akademisyenlerin çoğunun niteliksiz olduğunu düşünür. Welch gibi, cümlelerinin
sonunu tamamlayamayacak kadar cahil ve kültürsüz olan, fakat kendini entelektüel
ve bilgili bir akademisyen olarak gören birinin Jim‟i baskı altına alması, Jim‟i
üniversiteden ve akademisyenlikten iyice soğutur. Bu nedenlerle Jim‟in çevresine
yabancılaşması bir bakıma onun akademiye ya da mesleki çevresine yabancılaşması
olarak değerlendirilebilir. Şimdiki aşamada, Jim‟in, temelde sınıf farkından ve kültür
çatışmasından kaynaklanan sosyal çevresine yabancılaşması ele alınacaktır.
Angela Hague, “Picaresque Structure and the Angry Young Novel” adlı
makalesinde Angry Young Men grubundaki yazarlardan bazılarının eserlerindeki
yabancılaşma olgusu ile ilgili olarak şunları söyler: “Amis, Wain ve Murdoch gibi
yazarlar […] ilk romanlarında orta sınıf dünyasından uzaklaşmış olan ve kendilerini,
toplumun belirli bir kısmına karşı yabancılaşmayı seçmiş “dışarıda kalanlar” olarak
gören karakterlerle ilgilenirler” (Hague, 1986:212). Lucky Jim‟de Jim‟in de,
96
Hague‟nin belirttiği “dışarıda kalanlar”dan biri olduğu söylenebilir. Ancak Jim‟in
“dışarıda kalışı”, ironik şekilde, üst sınıf toplumun içinde bulunması ve bu toplumun
sahte ve gösteriş düşkünü yapısına tahammül edememesi ile ilintilidir. Gavin Keulks,
Jim Dixon‟ın üst sınıf topluma dâhil olmaya çalışmadığını belirterek onu “toplumun
dışına çıkmayı isteyen ama içeride kalan kişi” (Keulks, 2003:107) olarak tanımlar.
Jim‟in işçi sınıfından gelmesi ve kendisinin benimsemiş olduğu sosyal ve kültürel
değerlere sahip olmayan üst-orta sınıf içinde bulunması onun çevresine
yabancılaşmasına neden olan en önemli etkenlerden biridir. Bu doğrultuda, Jim‟in
tecrübe ettiği yabancılaşmayı daha iyi anlamak için İkinci Dünya Savaşı sonrasında
İngiltere‟de işçi sınıfının sosyolojik yapısından ve bu yapının Lucky Jim‟e nasıl
yansıdığından bahsetmek gerekir.
Raymond Williams, Culture and Society 1780-1950 adlı eserinde işçi sınıfını
burjuvadan farklı kılan ve burjuvaya karşı çıkmasına neden olan iki temel özelliği
olduğunu ve bunların “dayanışma etiği” ve “bireysel talepler yerine topluma hizmet”
olduğunu söyler (Williams, 1960:348). Williams ayrıca, işçi sınıfının tüketici ve
maddeleşmiş bir kimliğe bürünmesinin bu sınıf içinde çatışmalara yol açacağını
(348), bunun burjuva sınıfının bir özelliği olduğunu ve insanları yalnızlaştırdığını
ileri sürer (350). Williams‟a göre, insanların sürekli daha yükseği amaçladığı bu
“merdiven fikri işçi sınıfının kendi içinde çatışmalara neden olmuştur. … bu durum
ilk olarak, kesin bir değer olması gereken genel iyilik prensibini zayıflatır, ikinci
olarak ise hiyerarşi zehrini güçlendirir […]” (351). Anlaşılacağı üzere, işçi sınıfının
zenginleşmesi ve yaşam standartlarının değişmesi, önceden bu sınıfın karakteristik
özellikleri olan dayanışma, genel iyilik, paylaşımcılık gibi değerlerin giderek yok
olmasına; bunların yerine bireyselcilik, maddeleşme, sınırsız tüketme ve mevki hırsı
97
gibi burjuvazi özelliklerin gelmesine neden olmuştur. İşçi sınıfı içinde, bu durumdan
hoşnut olmayan kişiler ise kendi sınıflarının bu değişen yüzünü kabul edememiş ve
içinde bulundukları topluma karşı yabancılaşmışlardır.
Bu bilgiler ışığında, Lucky Jim‟de ana karakter Jim Dixon‟ın işçi sınıfından
gelmesi ve bu sınıfın karakteristik özelliklerine sahip olması göz önüne alındığında
onun, “maddeye ve görünüşe” aşırı önem veren, “dayanışma ve paylaşım” yerine
bireysel çıkarlarını ön planda tutan ve alt sınıftan gelenleri küçük gören üst sınıf ile
uyuşmazlık halinde olduğu söylenebilir. Jim, Raymond Williams‟ın işçi sınıfının
özgün nitelikleri olarak gördüğü, “genel iyilik”, “paylaşımcılık” ve “dayanışma etiği”
gibi olumlu özelliklere sahip olan ve ideallerine bağlı kalan bir karakterdir. Amis,
değer verdiği bu özelliklerin tamamını Lucky Jim‟de Jim Dixon karakteri ile
somutlaştırır. Jim‟in çevresinde ise, sürekli etkileşim halinde olduğu Welch,
Margaret ve Bertrand gibi karakterler bulunmaktadır ki bu kişiler bireysellik,
maddeleşme ve sahte entelektüellik gibi yönleri ile üst sınıfı temsil ederler. Bu
nedenle Jim, içinde bulunmaktan mutlu olmadığı akademik camiada ve üst sınıf
kişilerin arasında kendi kişiliğine bağlı kalma mücadelesi verir; çevresi ile uyuşamaz
ve topluma yabancılaşır.
Jim‟in içinde bulunduğu çevreye yabancı olduğunu yansıtan en önemli
durumlardan biri onun, üst sınıf ya da burjuva olmayan şeylere ya da kişilere
duyduğu yakınlıktır. Jim, Welch ailesinin tüm üyelerinin sahte ve kötü niyetli
olduğunu düşünür, Margaret‟i ise gerek kişiliği gerekse davranışları ve dış görünümü
nedeniyle sıkıcı ve samimiyetsiz bulur. Buna karşın, Jim‟in alt sınıf ya da işçi sınıfı
özelliklerini barındıran kişilere karşı sempatisi birçok örnekte görülebilir. Romanın
ikinci bölümünde Jim ile Margaret‟in barda buluşmasında, Jim, barda çalışan kadın
98
garsondan etkilenir ve onunla göz göze gelmeye çalışır. Jim‟in bardan ayrılırken
içinden geçirdikleri onun, Margaret gibi üst sınıf kişilere değil de işçi sınıfı
mensuplarına yakın olduğunu yansıtır:
Parasının üstü kendisine verilirken Dixon garson kızı
inceledi; iriydi ve teni çok koyuydu, üst dudağı dardı,
gözleri birbirine oldukça yakındı. Ondan ne kadar çok
hoşlandığını ve onunla ne kadar çok ortak noktası
olduğunu düşündü; onu tanısaydı kendisinden ne kadar
çok hoşlanacağını ve aralarında ne kadar çok ortak
nokta bulacağını düşündü.
(Lucky Jim, 17)
Anlaşılacağı üzere Jim, “aralarındaki tüm bariyerleri kaldırdıklarını” (17)
düşünen Margaret yerine, gösterişten uzak, sade ve kendi hâlinde olan bir bar
çalışanından etkilenir. Bu durum, üst sınıftan gelen kişilerin çoğunlukta olduğu bir
çevrede Jim‟in yalnızlaşmasını yansıtır. Jim‟in, üniversitede kendine en yakın
gördüğü iş arkadaşı Alfred Beesley‟nin kendisi gibi sözleşmeli bir çalışan olması ve
işçi sınıfından gelmesi de romanda Jim ile işçi sınıfı arasındaki yakınlığı yansıtır. Bu
örnekler göstermektedir ki Jim için asıl önemli olan kişinin yaptığı iş, sahip olduğu
yetenekler ya da gösterişli dış görünümü değil, sahtelikten arınmış, dürüst ve sıradan
olmasıdır. Ancak Jim‟in çevresinde bu özellikte çok az kişinin olması, onun,
konuşmalarının ve davranışlarının üst sınıf tarafından belirlenmesine ve aklından
geçirdiklerini kimseyle paylaşamamasına neden olur. Bu durum, Jim‟i, genel olarak
kendisinden çok farklı niteliklere sahip olan çevresine yabancı olmasını yansıtır.
Jim Dixon‟un çevresine yabancılaşmasını yansıtan en önemli özelliklerinden
biri onun birçok durumda fiziksel ve zihinsel olarak çevresinden ayrı kalması,
bulunduğu yerden ve etrafındaki kişilerden uzaklaşmak istemesidir. Eric Jacobs
99
Kingsley Amis A Biography adlı eserinde Amis‟in, Larkin‟i ziyaretinden sonra Lucky
Jim için oluşturduğu taslakta Jim Dixon‟dan şöyle bahsettiğini belirtir: “Uyum
sağlayamayan adam. Kültüre karşı görünür. Gerçekten ne düşündüğünü söyleyemez.
Patron sıkıntısı. […]” (Amis [akt. Jacobs] 1996:144). Amis‟in, Jim Dixon karakterini
oluştururken ona yüklediği bu özellikler de Jim‟in çevresinden farklı ve ayrı
kaldığını doğrular. Jim‟in eski bir otel odasında yalnız yaşaması, genellikle dışarıda
yemek yemesi ve geçinebildiği çok az arkadaşının olması onun yalnızlığını yansıtır.
Benzer şekilde, Jim‟in üniversitedeki işine başlamadan önceki hayatından ve
ailesinden bahsedilmemesi de onun üst sınıf toplum içinde tek başına olduğunu
gösterir.
Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterleri sıkıcı ve “sahte” kişiler olarak
gören fakat, hem Welch‟in dayatmaları nedeniyle hem de Welch ve Margaret ile aynı
yerde çalıştığı için zamanının çoğunu onlarla geçirmek zorunda kalan Jim, romanın
genelinde, bulunduğu ortamdan kaçıp uzaklaşmak isteyen biri görünümündedir.
Romanın ikinci bölümünde Margaret ile bara giden Jim, Margaret‟in romantik
tavırlarından bunalır ve lavaboya gidip yalnız kalarak kendi kendine şöyle düşünür:
“Çift yönlü arabulucu rolünü bırakıp buradan gitmek ne güzel olurdu diye düşündü.
Welch‟e beş dakika boyunca telefonda küfretmek ve durumun gerçeklerini
Margaret‟a kısa şekilde anlatmak fazlasıyla yeterdi. Daha sonra eve gidip birkaç
elbise toplar ve on-kırk treni ile Londra‟ya giderdi” (Lucky Jim, 18). Jim‟in içinde
bulunduğu çevredeki mutsuzluğu ve bu çevreden uzaklaşmak isteyişi onun şu
düşüncelerinde de açıktır: “Çevresindeki bu kişiler neden kendisini yalnız
bırakmıyorlardı? Neden onların her biri, istisnasız onun olduğu yerden uzaklaşıp onu
yalnız bırakmıyordu?” (Lucky Jim,72). Jim‟in kendisi ile çevresi arasındaki uzaklığı
100
ve farklılığı yansıtan bu örnekler Jim‟in içinde bulunduğu üst sınıf toplumda
huzursuz olduğunu ve kendini çevresinden ayrı biri olarak gördüğünü yansıtır. Başka
bir deyişle Jim, sosyal çevresi içinde sürekli baskı halindedir; davranışları ve
söylemek istedikleri çevresinin beklentileri tarafından sınırlanır. Romanın sonunda,
Jim‟in işinden kovulduktan sonraki hisleri ve düşünceleri onun, toplum içindeyken
“tutsak” olduğunu yansıtması bakımından önemlidir: “Neredeyse hiç üzülmedi;
yaşadığı olayları göz önüne alarak, bu durumun kendisinin etkileyici yönünü
gösterdiğini düşündü. Bu öğlenden sonra eve gidebilecekti […] Giyinirken, yapmak
zorunda olduğu hiçbir şey olmamasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu düşündü”
(Lucky Jim, 195-196). Anlaşılacağı üzere, Jim‟in işinden atılması ve bulunduğu
çevreden ayrılacak olması onu sevindirir; çünkü artık üst sınıf kişilerin sahte ve
ikiyüzlü davranışlarına katlanmak ve sevmediği bir işi yapmak zorunda
kalmayacaktır. Bu durum, Jim‟in roman boyunca içinde bulunduğu çevreye yabancı
olduğunu yansıttığı gibi onun mutsuz ve “tutsak” olduğu çevreden çıkarak kendi
özüne ve “özgürlüğüne” kavuşması olarak değerlendirilebilir. Amis, Jim ile çevresi
arasındaki bu “boşluk” ile, gerçekliği ve doğruluğu benimsemiş olan kişilerle “sahte”
davranan, ikiyüzlü kişiler arasındaki çatışmayı yansıtır. Amis, Jim ile çevresini,
birbirine tamamen zıt özellikleri ile yan yana getirerek olumlu ve olumsuz gördüğü
davranışları belirgin şekilde ortaya çıkarır. Jim‟in çevresinde gördüğü “bozuk”
toplum yapısına dâhil olmaması ve tam aksine bu yapıyı aşağılaması ve eleştirmesi
bir bakıma Amis‟in kendi düşüncelerini ve topluma yaklaşımını yansıtır. Bu nedenle
Amis‟in, Jim‟in kendini toplumdan ayırması ile eleştirilerini, bu topluma “dışarıdan
bakan” ve yabancı kalan bir karakterin gözlemleri ile ortaya koymayı amaçladığı
söylenebilir.
101
Jim‟in toplumdan ayrı kalmasını ve çevresine yabancılaşmasını yansıtan
başka bir durum da onun hissettiklerini ve düşündüklerini çevresindekilere açıkça
söyleyememesi ve kendine saklamasıdır. Jim‟in, işine devam edip etmeyeceği
konusunda şüphelerinin olması, onun Welch ile girdiği diyaloglarda Welch‟i hoşnut
edecek şekilde konuşmasına neden olur; Jim, aynı şekilde, Welch‟in bulunduğu
ortamlarda davranışlarına ve üslubuna dikkat etmek zorundadır. Jim‟in işinde devam
edip etmeyeceğini Welch‟e sorduktan sonra Welch‟in kesin bir cevap vermemesi
üzerine ona bir şey diyememesi Jim‟in çevresindekilerle istediği gibi iletişim
kuramadığını açıkça gösterir: “O (Jim) Welch‟e söylemek istediklerini asla
söyleyemiyordu, Margaret ile de durum aynıydı” (Lucky Jim, 66). Jim‟in gerçek
düşüncelerini ve hislerini açıklayamaması onu kızdırır ve mutsuzlaştırır, içinde
bulunduğu ortamdan soğutur ve çevresine yabancılaşmasına neden olur. Jim‟in baskı
altında olması onun hayal gücünün ve iç dünyasının ön plana çıkmasına neden olur.
Jim‟in kendi içinde ayrı bir dünyası vardır ve yapamadığı ya da
söyleyemediği şeyleri bu dünya içinde hayali olarak gerçekleştirir. Romanın birinci
bölümünde Jim‟in, Welch‟in yeleğini yüzüne bastırarak onu nefessiz bırakmayı ve
ağzına tuvalet kâğıdı tıkamayı hayal etmesi (Lucky Jim, 6) Jim‟in, gerçek çevresinin
dışına çıkarak her istediğini yapabildiği iç dünyasına yönelmesini yansıtır. Ayrıca,
Jim‟in, yalnız kaldığında bu hayal dünyasında çevresindekilerin baskısından
kurtularak özgürce davranması onun toplumdan ayrılmasına işaret eder. Jim‟in,
makalesinin yayımlanacağını öğrendikten sonra Atkinson‟un şapkasını takıp boş
salonda dans etmesi (21) ve Welch‟i aşağılamak için uydurduğu şarkıyı yanında
kimse olmadığında söylemesi (67) onun çevresindekilerden ayrı olduğunda daha
özgür ve rahat olduğuna işaret eder. Bu durum, Jim‟in toplum içindeyken, hem
102
çevresini saran kişilerin “sahte” davranışları hem de işindeki belirsizlik nedeniyle
kendini baskı altında hissettiğini gösterir. Bu baskı, onu, çevresinden ayrılmaya ve
yalnız kalmaya zorlar. Dolayısıyla Jim‟in hem hayal dünyasının geniş ve zengin
olması hem de yalnız kalmaya yönelik meyli onun çevresine yabancılaşmasının
izleridir.
Bu noktada, Jim‟in, roman boyunca, içinde bulunduğu ortama ya da
karşısındaki kişiye göre kullandığı değişik yüzlerden bahsetmek gerekir. Kingsley
Amis, 1973‟te kaleme aldığı “Real and Made-Up People” adlı makalesinde Lucky
Jim‟de Jim‟in yaptığı suratlar üzerine şunları söyler: “Jim‟in kendi kendine yaptığı
suratlar, düşman bölgesinde bulunan ve etkili müttefikleri olmayan bir adamın gizli
protestoları ve sinir-azaltıcılarıdır” (Amis, 1991:6). Amis‟in bu açıklamasından
anlaşılacağı üzere Jim‟in içinde bulunduğu üst sınıf toplum onun için bir tür “düşman
bölgesi”dir. Jim, bu “bölge”de, işini kaybetmek istemediği ve ekonomik açıdan
bağımsız olmadığı için kişiler ve olaylar karşısındaki gerçek düşüncelerini açıkça
ifade edemez. Ancak Jim, kimseye belli etmeden değişik suratlar yaparak, gerçek
duygularını ve düşüncelerini, içindeki kızgınlığı ve nefreti açığa çıkarmanın yolunu
bulur: “Telefonun yanına oturdu, numarayı çevirdi ve birkaç saniye içinde Bayan
Welch‟in sesini duydu. Bu onu tedirgin etmedi, fakat kızgınlığını çıkarmak için
Hintli gemici suratını yaptı” (Lucky Jim, 159). Örnekten de anlaşılacağı üzere, Jim‟in
yaptığı surat onun, üzerindeki baskı nedeniyle isteyip de söyleyemediği sözlerinin,
yapmak isteyip de yapamadığı davranışlarının bir yansımasıdır. Başka bir deyişle
Jim‟in kendi kendine yaptığı suratlar çoğunlukla onun, sahte ve “içi boş” kişilere
tahammül edemeyen gerçek ve özgün kimliğinin dışa vurumudur. Jim‟in, işinden
atılmasına neden olacak konferansı sırasında önce Welch‟i sonra da okul müdürünü,
103
tüm izleyenlerin karşısında, istemsiz şekilde taklit etmesi, onun, özellikle otorite
sahibi kişilerin sahte davranışlarına karşı aşağılayıcı yaklaşımını bilinçaltına ittiğini
gösteren başka bir örnektir. Bu nedenlerle, Jim‟in roman boyunca büründüğü değişik
suratların ve taklitlerin, onun, toplum içinde “hapsedilmiş” olmasının ve çevresine
yabancılaşmasının bir sonucu olduğu söylenebilir.
Jim‟in sahip olduğu birtakım ahlaki değerlerin, üst sınıf toplumun “dünya
görüşü” ile çatışması onun çevresine yabancılaşmasına neden olan önemli
faktörlerden biridir. Jim, gerek kadın erkek ilişkilerinde, gerekse mesleği ve
akademik çevresi içerisinde dürüst ve sağduyulu olmayı benimsemiş bir karakterdir.
Ancak, onun çevresini saran Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler herhangi
bir ahlak anlayışına sahip olmadan, bencilce ve ikiyüzlü şekilde davranan kişilerdir.
Jim, bu karakterlerin içyüzünü gördükçe kendisinin, benimsemiş olduğu ahlaki
değerleri açısından, bu kişiler gibi olmadığını ve içinde bulunduğu toplumun
tamamen farklı bir hayat anlayışına sahip olduğunu anlar. Jim‟in, Bertrand ve Carol
arasındaki gizli ilişkiye tanıklık ettikten sonraki düşünceleri onun, çevresine yabancı
olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “Gördüğü şey onu, bir bağlantı
kuramayacak şekilde rahatsız etmişti. Teorik anlamda bu tür bir aktiviteye
rastlamaya hazırlıklı olmasına rağmen bu yakınlık seviyesini uygunsuz buldu.”
(Lucky Jim, 41) Jim‟i daha da şaşırtan ve çevresindeki kişilerin ahlaki açıdan
kendisinden ne derece farklı olduğunu anlamasını sağlayan asıl nokta ise şudur ki
Carol, Bertrand ile yaşadığı “yasak aşkı” eşi Cecil‟e söylemiş ve o, bu duruma tepki
göstermemiştir: “ -Bu olan biten hakkında ona bir şey söylemediğimi sanmıyorsun,
değil mi? Onun arkasından iş çevirmeyi düşünmem bile.- Çevresindeki bu insanlar
104
ya da onların hayatları hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmediğini bir kez daha
düşünerek Dixon tekrar sessiz kaldı” (Lucky Jim, 100).
Jim‟in, Margaret tarafından bencilce kullanılması ve kandırılması onun,
çevresinin etik-ahlak kurallardan yoksun yapısına yabancılaşmasının nedenlerinden
biridir. Margaret, romanın başından beri, kendi egosunu tatmin etmek için, Jim‟i,
kendine âşık etmeye çalışmıştır ve intihara kalkıştığı konusunda Jim‟e ve
Catchpole‟a yalan söylemiştir. Jim‟in, Margaret‟in içyüzünü gördükten sonra verdiği
tepki onun, içinde bulunduğu toplumun aslında ne kadar uzağında olduğunu
yansıtması açısından önemlidir: “[…] düşünemiyordu, tek yapabildiği aklından
geçenleri belirsiz şekilde sıralamaktı. Kendisinin iyi tanıdığı birini, bir yabancının,
kendisinden daha iyi tanımasının verdiği şaşkınlıktan henüz kurtulamamıştı […]”
(Lucky Jim, 201). Alıntıdan anlaşılacağı üzere Jim, üst sınıf toplumda, kendisini en
yakın hissettiği Margaret‟i bile aslında tanımamaktadır ve onun tarafından aldatılır.
Bu durum, Jim‟in çevresini oluşturan üst sınıf toplumun güvenilmezliğini ve bu
yapıya alışkın olmayan Jim‟in çaresizliğini yansıtır. Jim, çevresindekilerin gerçek
kişiliklerini gördükçe kendisi ile toplum arasındaki “uçurum”un farkına varır. Jim‟in,
iyi tanıdığını düşündüğü Carol ve Margaret gibi karakterlerin gerçek kişiliklerinden
ve amaçlarından haberdar olmaması Jim ile bu karakterler arasındaki farklılığa ve
uzaklığa işaret eder. Jim için dürüstlük, sadakat ve sağduyu gibi değerler önem arz
eder; ancak Carol, Bertrand ve Margaret için önemli olan kendi çıkarları ve
arzularıdır; Jim‟in önem verdiği ahlaki değerlerin bu karakterler için bir anlamı veya
önemi yoktur. Bu nedenle Jim ahlaki açıdan çevresi ile çatışma içindedir. Amis,
Jim‟in yabancılaşması üzerinden, kendi çevresinde gözlemlediği samimiyetsiz,
düşüncesiz, ikiyüzlü ve bayağı davranışları eleştirir.
105
Jim‟in çevresine yabancılaşmasını yansıtan önemli bir özelliği onun
ekonomik ve sosyal açıdan güçsüz durumda kalmasıdır. Jim, çevresindeki diğer
kişilere göre maddi açıdan çok zor durumda olduğu için refah seviyesi daha düşük
bir hayat sürer; bu durum onun, çevresi tarafından küçümsenmesinin ve çevresine
yabancılaşmasının nedenlerinden biridir. Jim üniversitede sözleşmeli olarak çalıştığı
için diğer meslektaşlarından daha az ücret alır; üniversitedeki işinde devam edip
etmeyeceği belirsizdir; işini kaybetmesi durumunda kendisine gelir sağlayacak bir
kaynağı yoktur. Bu nedenle Jim, “geleceği hakkında karar gücüne sahip olan” (Lucky
Jim, 5) Welch ile girdiği tüm diyaloglarda ya da karşılaşmalarında Welch‟in istediği
şekilde davranmak zorundadır. Jim‟in ekonomik açıdan güçsüz ve bağımlı olması
onun Christine ile olan ilişkisinde de kendisini etkiler; Jim, zengin ve üst sınıf bir
aileden gelen Christine ile kendisi arasında bir ilişki olmasına ihtimal vermez. Jim,
ancak Carol‟un kendisini teşvik etmesiyle Christine için girişimde bulunur. Bu
durumdan da anlaşılmaktadır ki Jim‟in ekonomik açıdan yetersiz olması onun
davranışlarını ve ilişkilerini etkilediği gibi çevresinden uzaklaşmasına da neden olur.
Jim‟in yaşadığı maddi sorunlar Lucky Jim‟in komik yüzeyinin altındaki ciddi
ve eleştirel yapıyı oluşturur. Jim‟in sınırlı sayıda sigara içmesi ve ekstra gelir elde
etmek için bira şişelerini biriktirmesi onun yaşadığı maddi sıkıntıları örnekleyen
durumlardır. Amis‟in, Jim gibi ekonomik sorunları olan bir karakter oluşturarak
temelde iki noktaya dikkat çekmek istediği söylenebilir. İlk olarak, Jim Dixon, İkinci
Dünya Savaşı sonrasında zenginleşerek üst sınıfa benzemeye başlayan işçi sınıfına
bir tepki ya da taşlama olarak değerlendirilebilir. Lucky Jim‟i yazdığı dönemlerde
kendisi de maddi sıkıntılar yaşayan Amis, Jim Dixon gibi, fakir olmasına rağmen işçi
sınıfı kimliğine bağlı kalarak dürüst ve iyi niyetli olmaya çalışan bir karakter
106
oluşturarak işçi sınıfına, zenginleşerek kaybettiği değerlerini hatırlatır. İkinci olarak
Amis, Jim‟in yaşadığı maddi sorunlarla üniversitelerdeki yetersizliklere ve
bozukluklara göndermede bulunur.
Jim‟in çevresine yabancılaşmasını yansıtan durumlardan biri de onun, toplum
içinde önemsiz biri olarak görülmesi, birçok kez çevresindekiler tarafından kâle
alınmamasıdır; bu durum, Jim‟in sosyal ve ekonomik açıdan güçsüz biri olmasıyla
doğrudan bağlantılıdır. Amis, bu şekilde, Jim‟in içinde bulunduğu toplumun kişileri
ekonomik durumuna ve sosyal statüsüne göre değerlendirmesini; alt sınıftan
gelenlere karşı önyargı ile bakmasını eleştirir. Romanın genelinde, Jim‟in adının
unutulup kendisine “Faulkner”, “Jas Dickson”, “Bay Dickerson”, “Bay Jackson”
gibi farklı isimlerle hitap edilmesi onun, içinde bulunduğu toplumda etkin bir rolü
olmadığını ve aslında bu toplumun dışında kalmış bir “yabancı” olduğunu gösterir.
Anlaşılacağı üzere, Jim, işçi sınıfından geldiği, kültürlü görünmediği ve maddi
durumu iyi olmadığı için çevresindekiler için önemsiz bir kişidir; o, üst sınıf toplum
içinde adı hatırlanacak ya da doğru telaffuz edilecek saygınlığa sahip değildir.
Jim‟in, çevresindekilere oyunlar oynamasının, onları taklit etmesinin ve kendi içinde
onları aşağılamasının bir nedeni de, onun, her zaman kendini üstün gören ve
çevresindekileri önemsemeyen bu üst sınıf toplum içinde umursanmayan, sıradan bir
figür olarak bulunmasıdır. Jim, içinde bulunduğu toplumda saygın bir yere sahip
olmanın, yapmacık ve gösterişli davranmaktan geçtiğini bilir; bu, onun en çok tepki
gösterdiği noktalardan biridir. Bu toplum düzeninde, Bertrand ve Welch gibi kişiler
kendi “reklamlarını yaparak” çevresindekileri etkiledikleri için saygın birer
“beyefendi” statüsündedir. Ancak Jim, doğrunun ya da yanlışın; iyinin ya da
kötünün; gerçeğin ya da sahtenin ayırt edilemediği bu toplumda çevresindeki
107
sahteliği iyi gözlemler ve insanların iç yüzünü görebilir; bu durum onun birçok
durumda sinirlenmesine ve isyan etmesine neden olur. Nitekim John McDermott
Kingsley Amis: An English Moralist adlı eserinde Jim‟i “şarlatanlar tarafından
kuşatılmış bir adam […]” (McDermott, 1989:56) şeklinde tanımlar. Jim,
mutsuzluğunu hem kendisi ile hem de çevresindekilerle alay ederek hafifletmeyi
amaçlar. Ancak romandaki gülmece öğeleri bir an için yok sayıldığında ya da ikinci
planda tutulduğunda Jim‟in aslında, yabancısı olduğu toplum içinde ciddi şekilde
yalnız ve bunalımda olduğunu gösteren davranışlar sergilediği sonucuna varılabilir.
Üst sınıfın kültürü, kültürel formları ve sanatı gösteriş için kullanması Jim‟in
bu öğelere karşı aşağılayıcı bir tutum göstermesine ve üst sınıftan oluşan çevresine
yabancılaşmasına neden olur. Romanda Welch, klasik müziğe olan ilgisi ve kendi
düzenlediği küçük “sanatsal” konserler üzerinden kültür birikimini “gösterirken”
Bertrand, şapkası ve sakalı ile kendine entelektüel bir ressam görünümü verir. Jim‟in,
yapmacık sanatı ve kültürü aşağılamasını yansıtan örneklerden en dikkat çekeni,
Welch‟in, kötü şekilde Mozart melodisini söylediğini duyduktan sonra, Mozart‟tan
“iğrenç Mozart” (47) şeklinde bahsetmesidir. Jim‟in bu tavrı, onun, Somerset
Maugham gibi bazı eleştirmenler tarafından “zevksiz ve kaba” bir karakter olarak
değerlendirilmesine neden olur. Ancak Eric Jacobs ve Meritt Moseley gibi diğer bazı
eleştirmenler Jim‟in sanata ve kültüre yönelik “nefret” duygusunun aslında üst sınıfın
sahteliğinden ve gösteriş merakından kaynaklandığını ileri sürer. Jacobs, Kingsley
Amis A Biography adlı eserinde bu konuya şöyle yaklaşır:
Jim Dixon‟ın Mozrat‟tan nefret edip etmediği bile açık
değildir. Onun hiç hoşuna gitmeyen şey, Profesör
Welch‟in sabah ilk şey olarak Mozart‟ın müziğini kötü
şekilde söylediğini duymasıdır […] Dixon‟ın kültür
olarak adlandırılan herhangi bir şeye karşı
108
hoşnutsuzluğu aslında yapmacık ve özel olanaProfesör Welch ve onun nefret verici çocuklarının
sahipliğinde olan kültüre karşı nefretidir […]
(Jacobs, 1995:151)
Merritt Moseley Understanding Kingsley Amis adlı eserinde, bu konuyla ilgili
olarak benzer şekilde düşünür: “Nefret ettiği kendini beğenmiş sanat koklayıcıları ve
poz veren kişilerden oluşan arkadaş çevresinde Jim, ters yöne, üst sanatı reddetme
yoluna gider, bu aslında çevresindekilere yüz çevirmesidir” (Moseley, 1993:22).
Jim‟in sanatsal ve kültürel olguları sadece üst sınıf karakterlerle bağlantılı olarak
aşağılaması Jacobs ve Moseley‟nin görüşlerini destekler. Dolayısıyla Jim‟in kültüre
ve sanata karşı gösterdiği tepkilerin, onun çevresindeki üst sınıf toplumun “sahte
entelektüel” yapısına yabancı kalmasıyla bağlantılı olduğu sonucuna varılabilir. Bu
yüzden Amis‟in, Jim‟in yabancılaşması üzerinden, sanatla ve kültürle samimiyetsiz
şekilde ilgilenen, bu kavramları kendini yüceltmek ve çevresindekileri etkilemek için
kullanan üst sınıf kişileri eleştirmeyi amaçladığı söylenebilir.
Jim Dixon‟ın çevresine yabancılaşmasının ikinci boyutunu, onun üniversite
kurumuna ve akademisyenlik mesleğine yabancı olması oluşturur. Jim‟in akademiye
karşı yabancılaşmasını daha iyi anlamak için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında
İngiltere‟de üniversitelerin genel yapısından ve işçi sınıfından gelenlerin üniversiteye
bakışından bahsetmek gerekir.
1944 Eğitim Yasası, İngiliz eğitim sistemine köklü değişiklikler getirmiş ve
özellikle işçi sınıfı mensuplarının üniversiteye daha kolay girmesini sağlamıştır.
Robert M. Blackburn ve Catherine Marsh “Education and Social Class: Revisiting
the 1944 Education Act with Fixed Marginals” adlı makalelerinde, bu yasa ile
ortaokul eğitiminin ilk defa herkes için ücretsiz olduğunu ve fakir ailelerden gelen
109
çok sayıda çocuğun dilbilgisi okullarında ve teknik okullarda eğitim alabildiğini
belirtir (Blackburn, Marsh, 1991:508). Bu durum, işçi sınıfı mensubu gençlerin
üniversitelere daha kolay yerleşmesini sağlamış ve sonrasında onların daha üst düzey
işlere girmesine olanak tanımıştır. James Gindin, Postwar British Fiction New
Accents And Attitudes adlı eserinde işçi sınıfının “sınıf atlayışını” ve bunun o
dönemde yazılmış romanlara etkisini şöyle açıklar:
İşçi sınıfının oğulları Oxford‟a gelip, sıkı çalışıp,
kendilerini kitaplar ve kötü kahve ile odalarına
kapatarak toplumdan ayrılabiliyorlardı, sonrasında
İşçilerin Eğitimindeki kariyerleri için çalışkan bir
şekilde hazırlanıyorlardı. […] Amis, Wain, Doris
Lessing ve diğer yazarların eserlerindeki kahramanlar,
üniversite bursu almış kişiler olarak, üniversite
üzerinden, kendi alt ya da alt-orta sınıf kökenlerinden,
açık bir işlevlerinin ya da sınıf tanımlamalarının
olmadığı üst topluma geçiyorlardı.
(Gindin, 1976:1-93)
Alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Refah Devleti kapsamında, üniversite
eğitimindeki eşitsizliği azaltmak ya da ortadan kaldırmak adına işçi sınıfından gelen
kişilerin, üst sınıf ya da aristokrasi sınıfı mensuplarının çoğunluğu oluşturduğu
üniversitelere ve sosyal çevreye “taşınması” işçi sınıfından gelen kişiler için bir tür
“kültür şoku”na neden olmuştur. Bu durum, Lucky Jim‟de, Jim ile akademi camiası
arasındaki çatışma ile kendini gösterir.
Kingsley Amis, Lucky Jim‟de, adı verilmeden resmedilen üniversitenin,
kendisinin çalıştığı Swansea Üniversitesi‟nde ve yakın arkadaşı Philip Larkin‟in
çalıştığı Leicester Üniversitesi‟ndeki gözlemlerine dayalı olarak oluştuğunu söyler
(Amis, 1975:44). Dale Salwak, Rubin Rubinovitz ve James Gindin gibi birçok
eleştirmen Lucky Jim‟de tasvir edilen üniversitenin, gerek akademik yapısı gerek dış
110
görünüşü nedeniyle bu iki üniversite gibi bir “Redbrick” üniversitesi olduğunu
belirtir. 1950‟lerde üniversite statüsüne ulaşan ve, Oxford ve Cambridge gibi
üniversitelere göre yetersiz kalan “Redbrick” üniversiteleri genellikle düşük gelirli
alt sınıf ya da işçi sınıfı ailelerden gelen öğrencilerin tercihi olmuştur.13 Lucky
Jim‟de, Jim‟in, bu taşra üniversitelerinden biri olan Leicester Üniversitesi‟nden
mezun olduğu ve çalıştığı üniversitenin de benzer yapıda bir kurum olduğu
düşünüldüğünde, hem Jim‟in hem de çalıştığı üniversitenin üst düzey akademik
donanıma sahip olmadığı söylenebilir.
Kingsley Amis, Jim‟in mesleği ile ilişkisini şöyle açıklar: “Lucky Jim‟in
kahramanı ne iş yapmak istediğinden emin değildir, fakat onu işte görürüz ve
karşılaştığı zorlukların çoğu doğrudan onun işiyle bağlantılıdır” (Amis, 2001:3).
Jim‟in mesleğine yabancılaşması iki aşamalı olarak ele alınabilir. İlk olarak,
üniversite kurumunun ve akademisyenlerin kendilerinden beklenen düzeyde bir
eğitim vermemesi, bozuk ve “amatör” bir yapıya sahip olması ve bu durumun
eğitimciler tarafından yok sayılması Jim‟in akademi camiasına yabancılaşmasına
neden olur. İkinci olarak, Jim hem karakteristik yönüyle hem de bilgi donanımı
açısından akademisyen olmaya uygun bir kişi değildir; fakat üniversitedeki işi
dışında başka bir maddi kaynağı olmadığından işine devam etmek zorundadır. Başka
bir deyişle, Jim‟in mesleğine yabancılaşmasının ikinci aşamasında onun sevmediği
bir işi yapıyor olması yatar. Dolayısıyla Jim‟in akademisyenlik mesleğine
yabancılaşmasının temelinde hem kendi yetersizliği hem de çalıştığı kurumun
“bozuk” yapısı yatar. Ancak Jim, diğer öğretim görevlilerinin aksine kendi
yetersizliğinin farkındadır ve bunu kabul eder. Onun karşı çıktığı nokta ise
13
http://www.redbrickuniversity.co.uk/
111
çevresindeki kişilerin, hem kendilerinin hem de üniversitenin eksik ve yanlış
yönlerini görmezden gelmesidir ki bu durum, romandaki birçok örnekte görüleceği
gibi Jim‟in akademik yapıya yabancılaşmasına neden olur.
Jim‟in mesleğine yabancılaşmasında, onun Welch ile olan “patron-işçi”
diyaloğu olarak tanımlanabilecek ilişkisinin önemli etkisi vardır. Jim‟in, sözleşmeli
olarak çalıştığı mesleğine devam etmesi, onun içinde bulunduğu tarih bölümünün
başkanı olan Welch‟e bağlıdır; bu durum Jim‟i Welch karşısında zayıf ve çaresiz
bırakır. Amis, Welch ile Jim arasındaki, akademiye yakışmayan, profesyonellikten
uzak bu ilişki üzerinden üniversitelerdeki çıkarcı ve yozlaşmış akademisyenlere
yönelik eleştirilerini yansıtır. Welch‟in, kendi kitabı için kaynak tarama işini Jim‟e
yüklemesi ve onu kütüphaneye göndermesi; uzun bir makalesindeki yanlışları
bulması için Jim‟i görevlendirmesi; Jim‟i “sanatsal haftasonu” etkinliğine katılmaya
zorlaması ve onu “Neşeli İngiltere” sunumunu yapmak zorunda bırakması gibi
durumlar karşısında Jim, işinde devam edebilmek için Welch‟e karşı çıkmaktan ve
onu kızdırmaktan kaçınır. Jim, Welch‟in kendisini sömürmesine karşı çıkamadığı
gibi, hiç sevmediği bu kişiye hoş görünmek zorundadır; bu durum onu yalnız ve
çaresiz bırakır. Jim‟in, Welch gibi yetersiz ve gösteriş düşkünü biri karşısındaki bu
güçsüzlüğü ve bunun nedeni olarak ortaya çıkan kızgınlığı sebebiyle kendi içinde
sürekli Welch ile dalga geçer, onun fiziksel özelliklerini ve hareketlerini alaya alır,
onu aşağılayan kısa bir şarkı besteler. Jim‟in sadece kendiyle paylaştığı bütün bu
reaksiyonları onun Welch karşısındaki güçsüzlüğünün bir sonucudur. Çevresindeki
diğer kişilerle aynı standartları paylaşmadığı halde onların görüşlerine ve
davranışlarına karşı çıkamayan Jim, kendini, çevresini saran kişilerden biri olarak
görmez ve çevresine yabancılaşır.
112
Jim‟in, çalıştığı üniversitede eğitici ve “aydınlatıcı” bir akademik ortamın
olmaması ve Welch gibi akademisyenlerin profesörlüğe kadar yükselmiş olmalarına
rağmen sorumluluk bilincine sahip olamamaları Jim‟in mesleğine yabancılaşmasına
neden olur. Romanın ilk bölümünde Jim, Welch‟in müzik ve enstrümanlar
hakkındaki görüşlerini dinlemek zorunda kalır. Jim, bu durumu şöyle değerlendirir:
“O (Jim) ve Welch, tarih hakkında iyi bir şekilde konuşuyor olabilirlerdi; hatta
tarihin, Oxford ve Cambridge koridorlarında konuşulduğu gibi. Bunun gibi
durumlarda Dixon, böyle bir konuşmayı yapıyor olmayı çok arzu ediyordu” (Lucky
Jim, 4). Jim, Welch‟in, özellikle bir akademisyene uygun olmayan bilgisizliğini ve
yapmacıklığını şöyle eleştirir: “Welch hala konseri hakkında konuşuyordu. O, böyle
bir yerde bile nasıl Tarih Profesörü olmuştu? Yayımlanmış çalışmalarıyla mı? Hayır.
Çok iyi öğreterek mi? İtalik harflerle mi? Hayır. O zaman nasıl?” (5). Anlaşılacağı
üzere Jim, Welch‟in, bahsi geçen üniversite gibi düşük seviyedeki bir eğitim
kurumunda bile profesörlüğe kadar yükselmiş olmasına anlam verememektedir. Jim,
Gore-Urquhart ile girdiği diyalogda yüksek eğitimdeki aksaklıktan şöyle bahseder:
“İyi ve duyarlı şekilde öğretildiğinde tarihin insanlara çok fazla yararı olabilir. Fakat
pratikte böyle yürümüyor. Bazı engeller çıkıyor. Bunun için tam olarak kimin
suçlanacağını bilemiyorum. Asıl sorun kötü öğretmek. Yani kötü öğrenciler değil”
(Lucky Jim, 181). Jim‟in bu düşünceleri gösterir ki, o, üniversitedeki eğitimöğretimin yetersiz olduğunun ve akademisyenlerin gerekli yetkinliğe sahip
olmadığının farkındadır. Jim‟in, yayımlanmasını beklediği makalesinin farklı bir
dergide, makalesini yayımlayacak olan L.S. Caton‟ın kendi makalesi olarak
yayımlanması da Jim‟in çıkarcı toplum karşısındaki güçsüzlüğünü yansıtır; bu durum
113
ayrıca, Jim‟in, üniversitelerin bozuk yapısından dolayı akademiye ve mesleğine
yabancılaşmasını gösterir.
Örneklerden anlaşılacağı üzere, Jim, üniversitenin ve akademisyenlerin
“bozuk” ve “seviyesiz” yapısından dolayı işi ile ilgili hiçbirşeyi içinden gelerek
yapmaz ve mesleğinden soğur. Makalesinin başkası tarafından basıldığını görmesi,
Jim‟in akademiye olan nefretini doruk noktasına çıkarır. Amis, Jim‟in bu
yabancılaşması üzerinden taşra üniversitelerindeki eğitim ve çalışma ortamının çok
zayıf ve bozulmaya müsait olduğunu gösterir. Yazar ayrıca, hem Welch hem de L.S.
Caton ile üniversitelerde Profesör ya da Doktor gibi ünvanların, hak etmeyen kişiler
taraından kolayca alınabildiğini vurgular. Jim‟in bu bozuklukların ortasında, dürüst
kalmaya
çalışan
biri
olması
onun
tepkiler
geliştirmesine
ve
mesleğine
yabancılaşmasına neden olur; onun bu yabancılaşması ise akademideki bozuklukların
daha belirgin görülmesini sağlar.
Jim Dixon‟ın mesleğine yabancılaşmasının ikinci boyutunda onun, bir
akademisyenin sahip olması gereken niteliklerin çok uzağında biri olması yatar.
“Kendisine verilen herhangi bir kitabı mümkün olduğunca az okuma prensibine”
(Lucky Jim, 10) sahip bir “akademisyen” olan Jim üniversitede ders verecek yeterli
bilgi birikimine sahip değildir. Jim, çalışkan bir öğrenci olan Michie ile
karşılaşmalarında kendi bilgisizliğini daha iyi anlar:
Onun [Michie‟nin] bildiği ya da biliyor göründüğü
şeylerden biri skolastik felsefenin ne olduğuydu. Dixon
bu kelimeyi, anlamını bilmeden ama biliyor gibi
görünerek, gün içinde defalarca okuyordu, duyuyordu
ve hatta kullanıyordu. Fakat Dixon, Michie‟nin orada
durup sorduğu, söylediği ve tartıştığı bu ve bunun gibi
onlarca kelimeyi biliyormuş gibi görünemeyeceğini
açıkça anlıyordu.
(Lucky Jim, 20)
114
Alıntıdan da anlaşılacağı üzere Jim, kendi uzmanlık alanı ile ilgili konularda bile
yetersiz kalmaktadır; onun yeterli bilgi donanımına sahip olmaması ve üniversite
aktivitelerinden, sorumluluklarından hoşlanmaması işini isteksiz yapmasına neden
olur. Merritt Moseley, Understanding Kingsley Amis adlı eserinde Jim Dixon‟ı
mesleki açıdan şöyle değerlendirir: “Jim‟in üniversite ile olan bağlantısı tedirgin
şekilde iş arayan kişi ile işveren arasındaki ilişkidir. Jim‟in gerçek ilgileri samimi ve
ilginç adamlarla arkadaşlık, içki ve sigara içmek, az bir maaşla iyi bir hayat sürmek
ve kadınlardır.” (Moseley, 1993:21) Anlaşılacağı üzere, Jim ile akademisyenlik
arasındaki tek bağ Jim‟in işinden maddi gelir elde etmesidir.
Jim‟in mesleğine yabancılaşmasını en iyi yansıtan örneklerden biri, onun,
işinden kovulduktan sonra akademi ve işi ile ilgili olarak hissettikleridir: “Diğer
yandan, kendisiyle alakalı olan başka bir gelecek sömestr olmayacağı için daha
pozitif hissetmeye başlıyordu. En azından bir Üniversite sömestri olmayacaktı. […]
Dixon Üniversite Yolu‟ndan yürüyerek uzaklaştı, Üniversite binalarına son bir kez
bakmayı unuttu […]” (Lucky Jim,178-195). Jim‟in mesleğinden ayrıldıktan sonra
üzülmemesi, tam aksine, istemediği bir işi yapmak zorunda kalmayacağı için
rahatlaması onun, akademideki çevresine ve mesleğine uyuşamamış olduğunu
gösterir. Bu nedenle Jim, üst sınıfa karşı yabancılaştığı gibi, hem kendi kişiliği hem
de üniversite ortamının bozuk ve yetersiz yapısı nedeniyle mesleğine de
yabancılaşmıştır.
Amis,
hatıralarını
kaleme
aldığı
Memoirs
adlı
eserinde
Swansea
Üniversitesi‟nde çalışırken karşılaştığı yetersiz akademisyenlerden ve eğitim
sistemindeki bozukluklardan şöyle bahseder:
115
[…] 3000 öğrencinin „yeni‟ bir üniversite için
tamamlayıcı rakam olduğunu söylüyordu. […] Ve
şimdi duruma bakın. Standartları düşürürseniz sayıları
her zaman yükseltebilirsiniz. Yanından bile geçmek
istemediğim günümüz Swansea Üniversitesi şüphesiz
başka bir yerden daha kötü durumda.
(Amis, 1991:123)
1950‟li yıllarda, alt sınıftan gelen öğrencilerin üniversitelere girebilmesi için
verilen devlet bursları hem taşra üniversitelerindeki öğrenci sayısını yükseltmiş hem
de sınavsız giriş hakkı tanıdığı için yeterli bilgi seviyesine sahip olmayan
öğrencilerin de üniversiteye yerleşmesine sebep olmuştur. Amis, hatıralarında
değindiği bu sorunu Lucky Jim‟de, Jim ile onun en yakın arkadaşı Beesley arasında
geçen şu diyalog ile yansıtır:
-Baktığın her yerde durum aynı; sadece burada değil,
tüm taşra üniversitelerinde işler aynı şekilde yürüyor.
[…] birçok yere git ve sadece, sınavlarını geçemeyecek
kadar aptal olan birini bırakmayı dene- bir Prof.‟u
kovmak bile daha kolay olurdu. Eğitim Yönetimi
bursuyla buraya gelen birçok kişi ile ilgili bir sorun bu.[…] Dixon Beesley ile aynı fikirdeydi, fakat kendini,
fikrini söyleyecek kadar ilgili hissetmedi. Akademik
hayattan çekilmesinin yaklaştığına inandığı günlerden
biriydi. Sonrasında ne yapacaktı? […]
(Lucky Jim, 142)
Anlaşılacağı üzere Amis, Jim‟in mesleğine yabancılaşması üzerinden taşra
üniversitelerindeki düşük eğitim seviyesini ve yetersiz eğitimcileri resmeder. Jim‟in
çalıştığı bölümün müdürü, Welch ve Margaret gibi akademisyenler üniversitede
ciddi eğitim sorunlarının olduğu bilincine sahip değillerdir ya da bu durumu
umursamamaktadırlar. Jim‟in kendisi de, mesleki açıdan diğer eğitmenler gibi
yetersizdir; ancak o, kendisinin ve çevresindekilerin kusurlarının farkındadır ve
üniversite “sistemini” eleştirir. Jim‟in mesleğine karşı mutsuz ve isteksiz olması,
116
onun akademi camiasına yabancı kalmasının bir sonucudur; bu nedenle Jim, işinden
ayrıldığında bir tür rahatlama ve huzur hisseder. Jim, romanın sonlarındaki
konferansı sırasında, hem akademik hem de sosyal açıdan sorunsuz ve mutlu bir
toplum anlayışına aykırı düşüncelerini, alkolün de etkisiyle açıkça belirtir: “Dinleyin,
size söyleyeyim. Neşeli İngiltere hakkındaki asıl nokta şu ki bu tarihimizin en
Neşesiz dönemiydi. Her şey ev yapımı çanak çömlek yığını, organik çiftçilik yığını,
blok flüt çalanlar sürüsü, Esperanto‟dan ibaretti […]” (Lucky Jim, 191). Jim‟in,
çevresindekilerin “kendini aldatmasına” karşı bu kızgın ve eleştirel tavrı onun
yaşadığı
yabancılaşmanın dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Jim, bu
konuşmasından sonra ait olmadığı çevreden ayrılacak ve şansının da yardımıyla,
daha mutlu olacağı tahmin edilen bir hayata doğru yönelecektir.
Amis, Jim Dixon ve çevresi arasındaki uyuşmazlık üzerinden temelde iki
noktaya dikkat çeker. İlk olarak, kibirli davranarak kendini çevresindekilerden üstün
gören, davranışları ve konuşmaları ile sadece çevresini etkilemeyi amaçlayan ve
aslında sahip olmadığı entelektüelliğe ve kültürel birikime sahipmiş gibi görünen üst
sınıf kişilerin tüm sahteliğini, ikiyüzlülüğünü ve samimiyetsizliğini ortaya koyar.
İkinci olarak ise, gerçekten dürüst, nazik ve düşünceli olan fakat tüm etik-ahlaki
ilkelerden yoksun kişiler arasında yalnız kalan, çevresindekilerle istediği gibi iletişim
kuramayan ve çevresinin sahteliğine tahammül edemeyen Jim Dixon‟ın çevresine
yabancılaşması resmedilir. Jim‟in, romanın başından sonuna kadar çevresindeki
birçok kişi ile çatışma halinde olması onun, bir bakıma, içinde bulunduğu toplumda
“var olma mücadelesi” verdiğini gösterir. Bu mücadele içinde, Jim‟in hem “patronu”
Welch hem de üst-sınıfın diğer birçok mensubu karşısındaki “güçsüzlüğü” ve
“yalnızlığı” onun yabancılaşmasına işaret eder. Jim‟in çevresindekilerle sürekli dalga
117
geçmesi ve onlara “tuzaklar” kurması onun toplum içinde güçsüz kalmasına verdiği
bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir; bu durum aynı zamanda, Jim‟in çevresinde
gözlemlediği sahte ve ikiyüzlü toplum yapısına “baş kaldırışı” olarak kabul edilebilir.
Lucky Jim‟de çevresindeki kişilerle uyuşamayan ve topluma yabancılaşan bir
karakter de Christine Callaghan‟dır. Christine‟in, gerek sade görünümü gerekse
yapmacıklıktan uzak kişiliği nedeni ile üst sınıftan ayrı olduğu söylenebilir. Makyaj
yapan ve çekici görünmeye çalışan Margaret ve onun gibi diğer kadınların tersine
Christine kısa düz saçlıdır, dudakları rujsuzdur, sade bir etek ve süssüz bir bluz
giymektedir. Christine‟in bu basit ve gösterişten uzak görünümü, onun, içinde
bulunduğu üst sınıf toplumun kadınlarından görünüş itibariyle ayrı olduğuna işaret
eder. Christine‟in yardımsever ve sağduyulu kişiliği de onun çevresindeki kişilerin
gösteriş düşkünü ve sahte entelektüel yapısından çok uzakta olduğunu ortaya koyar.
Christine‟in, Jim‟le yalnız kaldığında kendi istediği gibi davranması, üst sınıf
içindeyken ise çevresindekilerin beklentilerine göre davranmak zorunda kalması
onun, çevresinin baskısı altında olduğuna ve üst sınıf topluma yabancılaşmasına
işaret eder. Christine‟in, Jim‟le beraberken kahvaltısını hızlı ve iştahlı bir şekilde
yapması (Lucky Jim, 49) ve “ahenksiz” şekilde kahkaha atması (52) onun
“özgürleşmesini” yansıtır; Bertrand ve onun çevresi içindeyken ise zoraki gülmesi,
Bertrand‟ı dinlemek ve söylediklerini onaylamak zorunda olması onun, üst sınıfın
“yapay” nezaketine ve “sahte” entelektüelliğine yabancı olduğunu gösterir.
Christine‟in Jim‟e karşı olan tutumu Bertrand, Welch ve Margaret gibi
karakterlerin ona yaklaşımından farklı şekilde daha cana yakın ve yardımsever
olması Christine ile Jim arasındaki kişiliksel yakınlığı gösterir. Christine, Jim‟in,
118
Welch‟in evindeki nevresimleri ve halıyı kazara yakmasına tepki vermek yerine bu
olayı komik bulur ve Jim‟e, Welch‟lerden azar işitmemesi için elinden gelen yardımı
yapar. Bu ve romandaki diğer birçok örnek göstermektedir ki, Christine, çevresiyle
uyuşamayan Jim ile aynı duyguları paylaşmaktadır ve tıpkı Jim gibi, sahte ve
“riyakâr” olduğunu düşündüğü üst sınıf toplumla çatışma halindedir. Christine ile
çevresi
arasındaki
bu
uyumsuzluk
ve
çatışma
durumu
onun
çevresine
yabancılaşmasını yansıtır. Romanın ilerleyen bölümlerinde Christine‟in Jim ile
yakınlaşması da yine onun uyum sağlayamadığı “sahte” üst sınıf toplumdan
ayrılmasının göstergesidir.
Christine‟in, sağduyulu olduğu için çevresindeki üst sınıf karakterlerden
farklı olduğunu ve çevresine yabancı kaldığını gösteren bir özelliği onun Jim‟e karşı
önyargısız ve yardımsever tutumudur. Margaret, Jim‟le barda buluşmalarında hesabı
Jim‟e ödetirken (Lucky Jim, 14) Christine Jim‟in maddi durumunun farkındadır ve
balo sonrasında taksi parasını ödemesi için ona bir paund verir (128); bu durum
romanın genelinde var olan, düşünceli ve paylaşımcı davrananlar ile sağduyudan
yoksun ve bencil davrananlar arasındaki zıtlığı yansıtması açısından önemlidir.
Christine‟in kendi benlik bilincinin ve yetersiz yönlerinin farkında olduğu onun, Jim
ile girdiği diyalogda söylediği şu sözlerinde açıktır: “İnsanlar her şeyi bildiğimi
sanıyor. […] Sanırım bunun nedeni kendime tam bir özgüvenim varmış gibi
görünmem. Sanki nasıl davranacağım konusunda ve diğer her şeyde tamamen
bilgiliymişim gibi görünüyorum. İki ya da üç kişi böyle olduğunu söyledi, bu yüzden
öyle olmalı. Fakat bu sadece benim nasıl göründüğüm” (Lucky Jim, 113).
Örneklerden ve alıntıdan anlaşılacağı üzere Christine dürüst ve iyi niyetli bir
karakterdir; yapmacık tavırlar sergileyerek çevresindekileri etkilemeyi amaçlamaz;
119
aristokrat bir aileden gelir fakat üst sınıf kişilerin yaptığı gibi Jim‟i küçümsemez.
Christine, kim olduğunu, doğru ve yanlış yönleriyle bilir; zayıflıklarının ya da
hatalarının bilincinde olması ve bunları açıkça söyleyebilmesi onun, Jim gibi
alçakgönüllü bir karakter olduğunu gösterir. Ancak Christine‟in çevresini oluşturan
Bertrand, Welch ve Bayan Welch gibi kişiler gösteriş düşkünü, maddiyatçı ve
sağduyudan uzak kişilerdir; bu durum onların Jim‟e karşı “acımasız” ve bencil
tavırlarında açıktır. Kendi karakteri ile çevresi arasındaki bu uyuşmazlık nedeniyle
Christine, romanda ilk göründüğü andan romanın sonuna kadar, aşamalı olarak,
kendini, içinde bulunduğu çevreden soyutlar; romanın sonunda ise kendi gibi
çevresine yabancılaşan Jim ile “ait olmadıkları” toplumdan uzaklaşırlar. Christine‟in
Bertrand‟ı ve tüm Welch ailesini terk etme kararı aldıktan sonraki ifadeleri onun,
tıpkı Jim gibi, içinde bulunduğu çevrede “tutsak” olduğunu göstermesi açısından
önemlidir: “Onların tamamından mümkün olduğunca çabuk uzaklaşmak istedim.
Onlardan herhangi birine bir an bile katlanmaya tahammül edemiyorum” (Lucky Jim,
209).
Lucky Jim‟de yansıtılan toplum yapısı, ilk aşamada, Jim ve Christine‟in,
içinde bulundukları topluma yabancılaşmaları üzerinden ortaya konulur; bu yapının
diğer parçasında ise Welch, Bertrand, Margaret ve ikinci planda kalan diğer
karakterlerin etik-ahlak anlayıştan tamamen yoksun, insani duygulardan ve
değerlerden soyutlanmış davranışları ile toplumdaki bozukluklar resmedilir. Şimdiki
aşamada, Amis‟in, özellikle üst sınıf topluma yönelik eleştirel bakış açısını
yansıtması açısından önemli bir noktada duran bu karakterlerin nasıl bir
yabancılaşma içinde oldukları ele alınacaktır. Bu karakterlerden, olay örgüsü içinde
120
daha kritik bir noktada bulunan Profesör Ned Welch, davranışları ve kişilik
özellikleri bakımından romanda, Jim‟den sonra en dikkat çekici karakterdir.
Amis‟in Welch karakterini oluştururken temel olarak iki unsurdan etkilendiği
söylenebilir. İlk olarak, Amis, Temmuz 1949‟da Philip Larkin‟e yazdığı
mektubunda, “Daddy B.” olarak adlandırdığı kayınbabasına olan nefretinden
bahseder ve onu romanındaki karakterlerden biriyle özdeşleştirerek onunla alay
edeceğini söyler (Jacobs, 1995:148). Amis Lucky Jim‟in yayımcısı Victor Golancz‟a
gönderdiği mektubunda da Welch‟in kısmen kayınbabasına dayalı olarak oluştuğunu
söyler (Jacobs,1995:152). Amis‟in Welch‟i ortaya çıkarırken etkilendiği ikinci unsur
ise, hem kendisinin hem de Larkin‟in akademik çevresindeki gözlemleridir.
Amis, çevresinde gözlemlediği toplumsal bozuklukları Lucky Jim‟de sahte ve
çıkarcı karakterlerin kişilikleri ve davranışları üzerinden yansıtır. Bu karakterlerden
biri olan Profesör Welch kendi yetersizliğini ve üniversitenin eğitim sistemindeki
bozuklukları göz ardı ederek umursamaz ve bencil davranır. Nitekim “Welch”
kelimesinin sözlük anlamının “sözünde durmayan, umursamaz” (Oxford, 2000:1471)
olması bu karakterin isminin alegorik olduğunu gösterir. Welch‟in akademisyenlik
mesleğine yabancı olması iki yönlü olarak değerlendirilebilir. İlk olarak, Welch,
kendi sorumluluklarını çevresindekilere, özellikle Jim‟e yükleyerek mesleğini ve
otorite gücünü kötüye kullanır. İkinci olarak, Welch, tarih profesörü olmasına
rağmen hem kendi alanıyla ilgili hem de genel kültür açısından cahildir; ancak bunun
farkında değildir.
Welch‟in, Jim‟in işinde devam edip etmeyeceği konusunda söz sahibi
olmasını kendi çıkarları için kullanması Welch‟in akademisyen kimliğine
121
yabancılaşmasını yansıtır. Welch, kitabı için kaynak araştırmasını ve makalesindeki
düzeltmeleri Jim‟e yaptırır; Jim‟i, hiç ilgisi olmamasına rağmen halk dansları14
konferansına göndermekle tehdir eder; Jim‟i nefret ettiği sanatsal hafta sonu
etkinliğine katılmak zorunda bırakır (Lucky Jim, 63); bu örnekler Welch‟in, Jim‟i,
kendi çıkarları için kullandığını gösterir. Welch, Jim‟e işindeki durumu ile ilgili
kesin bir bilgi vermeyip onu muallakta bırakarak onun sürekli tehlikede olduğunu
hissetmesini sağlar; bir bakıma ona “şantaj yapar.” Welch‟in, dürüstlükten ve iyi
niyetten uzak bu tavrı onun, “amacı bir bilim, sanat ve edebiyat dalının gelişmesini
ve korunmasını sağlamak, insanları belirli konularda eğitmek” (Oxford, 2000:6) olan
akademi kurumunun kimliği ile çelişmektedir.
Welch‟in “akademik kimliğine” yabancı olması yansıtan ikinci yönü, onun
yeterli bilgi birikimine sahip olmamasına rağmen kendini kültürlü ve alanında uzman
bir eğitimci olarak görmesi ya da göstermeye çalışmasıdır. Welch‟in, roman boyunca
birçok kez, doğru sözcüğü bulamayarak cümlelerinin sonunu tamamlayamaması ve
farklı bir konuya geçmesi onun kelime bilgisi ya da gramer açısından bile “eksik”
olduğunu gösterir: “Seni bu konuda bilgilendirmem gerektiğini düşündüm, Dixon,
böylece
hareket
edebileceğini
düşündüğün…
kendini
düşündüğün…uygun
düşündüğün, sen…” (Lucky Jim, 63). Anlaşılacağı üzere Welch, hem Jim‟e olan
yaklaşımı hem de yetersiz bilgi donanımı açısından akademisyen kimliğine
uymamaktadır; kendi eksiklerinin ya da yanlış yönlerinin ve eğitim sistemindeki
bozukluğun farkında bile değildir. Ona göre çevresindekileri istediği gibi kullanmak
yanlış bir davranış değildir. Welch, Jim‟in yaptığı gibi, davranışlarının doğruluğunu
14
Amis, “Daddy B” olarak adlandırdığı kayınbabasını halk dansları ile takıntılı olduğunu, onun bu
özelliğinin Welch‟in madrigallere olan düşkünlüğüne kaynaklık ettiğini belirtir. (Jacobs, Kingsley
Amis A Biography,1995:148)
122
ya da yanlışlığını sorgulamaz, onun için önemli olan tek şey kendi çıkarlarına
ulaşmak ve çevresindekiler üzerinde etkileyici bir izlenim bırakmaktır. Bu nedenle
Welch‟in “gerçek” akademisyen kimliğine yabancılaşarak “cahil” bir “işkenceci”ye
dönüşmüş olduğunu söylemek mümkündür. Amis, Welch‟in mesleki açıdan açıdan
etik-ahlak anlayıştan yoksun olması üzerinden Redbrick üniversitelerindeki
akademik yetersizliği ve bozukluğu eleştirir.
Amis, Memoirs adlı eserinde, Swansea Üniversitesi‟nde çalışırken karşılaştığı
“niteliksiz” akademisyenlerden biri olan Fulton‟dan şöyle bahseder: “Üniversiteleri
yıkıp onları mesleki eğitim merkezine dönüştürme konusunda gerçekten ciddi olan
kişilerden biri de önce J.S., sonra Sör John, daha sonra ise Lord Fulton isimlerini
kullanan,
[…]
bir
Oxford-Balliol-Lindsay-sosyolojik
cahili
olan
Swansea
Üniversitesi Kolej müdürü Lord Fulton‟du” (Amis, 2001:3). Anlaşılacağı üzere
Amis, Welch gibi seviyesiz akademisyenlerle gerçek hayatında karşılaşmıştır; bu
durum Savaş sonrası İngiliz akademik yapısı hakkında bilgi vermesi ve Amis‟in
çevresinde gözlemlediği bozuklukları Lucky Jim‟e yansıttığını göstermesi açısından
önemlidir. Mütevazı bir aileden gelen Amis‟in, çoğunlukla yüksek gelirli, “elit”
ailelerin çocuklarını kabul eden Oxford‟da eğitim görmüş olması ona, üst sınıf
kişilerin davranışlarını ve görünümlerini iyi gözlemleme olanağı vermiştir. Savaş
sonrasında Oxford‟daki eğitimine kaldığı yerden devam eden Amis, bu dönemde
Oxford‟un genel yapısından ve buradaki tecrübelerinden şöyle bahseder:
[…] her şey farklı bir şekilde iticiydi, dersler Oxford
prensiplerine uygun olarak, gelecek öğrenci adaylarını,
tamamen faydasızlıkla birleşmiş olan içsel can sıkıntısı
ile uzaklaştırmak üzerine kuruluydu. Uyuşturucu
bağımlısı David Nichol Smith tarafından verilen
İngilizce çalışmaları tarihi dersinden tek aklımda kalan,
„İngilizce çalışmalarının‟, Shakespeare’den önce, on
123
altıncı yüzyıl kadar erken bir zamanda tartışmacı bir
papaz ile başladığını öğrendiğimde hissettiğim korku
titremesidir. […] Zarafet (züppelik) yerini amaçlılığa
(cehalete) bırakıyordu. […] 1946-48‟de bazen dünya
sanki sadece sınavlarla doluymuş gibi oluyordu. […]
fakat yine de değer sahibi olmak için, abartılı ve
gösteriş düşkünü olmanın yanında bir şeylerde
(genellikle tiyatro) iyi olmak gerekiyordu.
(Amis, 1991:46)
Anlaşılacağı üzere Amis, Oxford‟da eğitim gördüğü dönemde, üniversitede
ders vermelerine rağmen “cahil” olan ve bunun farkında olmayan kişilerle
karşılaşmıştır; bu durum, Lucky Jim‟de Welch karakterinin nitelikleri ile bire bir
paralellik gösterdiği için önemlidir. Ayrıca Amis, Lucky Jim‟in temel eleştiri
konularından olan “sahte” davranışlara ve eğitim alanındaki duyarsızlığa da
Oxford‟daki eğitimi sırasında tanıklık etmiştir. Amis, çevresinde gözlemlediği bu
bozuklukları, kişiliğindeki ve davranışlarındaki eksiklerin ve yanlışların hiçbirinin
farkında olmayan, tam aksine kendini olduğundan daha bilgili ve kültürlü
göstermeye çalışan Welch üzerinden yansıtır.
Amis‟in Lucky Jim‟de en fazla eleştirdiği toplumsal çarpıklıklardan biri,
kişilerin olduğundan farklı görünme ve çevresindekileri etkileme çabası içinde
olmalarıdır. Romanda insani değerleri yok sayan kişilerin paylaştığı en önemli ortak
özellik, kültürlü ve entelektüel görünümlerinin altında ikiyüzlü ve çıkarcı kişiliklere
sahip olmalarıdır. Bu karakterlerden biri olan Welch‟in yapmacık ve gösteriş amaçlı
davranışları, onun kişiliğini oluşturan temel nitelikler haline gelmiştir. Welch‟in,
kültürlü ve entelektüel biri olduğu izlenimini vermeyi ve çevresindekileri etkilemeyi
amaçladığı “sahte” davranışlara sahiptir. Romanın ilk sahnesinde Welch, verdiği bir
konserle ilgili haber yapan gazetecilerin flüt ve blok flütü karıştırmalarına kızar ve
müzik konusunda ne kadar bilgili olduğunu Jim‟e göstermek için bu iki enstrüman
124
arasındaki farklılıkları uzun uzadıya anlatır. Ayrıca Welch‟in, Jim‟in anlam
veremediği bir balıkçı şapkası takması ve çocuk sanatı üzerine konuşması (Lucky
Jim, 157) da Welch‟in çevresindekileri etkilemeye yönelik girişimleri olarak kabul
edilebilir. Welch için çevresindekilerin, kendisini ve ailesini kültür seviyesi yüksek,
entelektüel kişiler olarak görmesi çok önemlidir; öyle ki, Welch, bu amacına ulaşmak
için çocuklarına Fransızca isimler olan Bertrand ve Michel adlarını verir; aynı
amaçla, “sanatsal hafta sonu” etkinlikleri düzenleyerek çevresindeki herkesi bu
etkinliklere katılmak zorunda bırakır. Welch, kendisinin ve bu etkinliğin mümkün
olduğunca fazla kişi tarafından duyulması ve bilinmesi için 1950‟lerde sadece
akşamları yayınlanan ünlü radyo programı “Üçüncü Program15”da çalışan birini,
dönemin önde gelen fotoğraf gazetelerinden biri olan “Picture Post16”tan bir grup
kameramanı ve bazı yöresel müzisyenleri etkinliğe katılmaları için ikna etmiştir.
Anlaşılacağı üzere, Welch cahil ve anlayışsız biridir; ancak kendi “reklamını”
yapmak ve egosunu tatmin etmek için sanatı kullanır. Welch‟in, kendi zevki ve
gösterişi için düzenlediği bu etkinliklere Jim‟i ve diğer karakterleri istemedikleri
halde katılmak zorunda bırakması onun çevresindekilere karşı duyarsız olduğunu,
onların ne hissettiğini ya da düşündüğünü umursamadığını gösterir. Welch‟in,
olduğundan daha “etkileyici” görünmeye yönelik bu çabaları onu kendisinin
“gerçekte” nasıl biri olduğunu, ne istediğini, neye inandığını ve neye değer verdiğini
bilmediğini, yani kendini doğru tanımadığını gösterir.
Amis,
Welch‟in
yabancılaşması
üzerinden
çevresindeki
kişilerde
gözlemlediği samimiyetsiz ve “sahte” davranışları komik bir üslupla eleştirir ve bu
15
http://www.downthelane.net/growing-up-50s-60s/radio-1950s.php
16
http://www.paperworld.com.au/magazineinfo.php?Mag=Picture%20Post%20(UK)
125
kişilerle dalga geçer. Amis için asıl önemli olan ve “olması gereken” kişinin sadece
içinden geldiği gibi, dürüst ve ikiyüzlülükten yoksun şekilde davranmasıdır ki Jim,
bu şekilde davrandığı için romanın sonunda Gore-Urquhart tarafından ödüllendirilir.
Amis, özellikle Oxford‟da ve Swansea Üniversitesi‟nde karşılaştığı, mesleki açıdan
yetersiz olan, kişilik olarak samimiyetsiz ve çıkarcı olan ancak kültürlü ve
entelektüel biri olduğunu düşünerek kendini beğenen kişilerin bu özelliklerini Lucky
Jim‟de Welch karakterinde toplamıştır. Gilbert Phelps “The „Awfulness‟ of Kingsley
Amis” adlı makalesinde Welch‟in, Oxford ve Cambridge‟de kültürsüz ve cahil
akademisyenlerin genel özelliklerini yansıttığını belirtir: “[…] eski Oxbridge
değerleri ve varsayımları Profesör Welch karakterinde açıkça somutlaşmıştır. O
dönemde Oxbridge‟e gidenler, Welch‟liğin akademik çevrelerde yaygın olduğunu
çok iyi bilirler. İngiltere‟nin toplumsal ve kültürel tarihindeki bu birleşme noktasında
[Welch‟liği] yok etme işi Amis tarafından onun ilk romanında yerine getirildi”
(Phelps, 1990:67). Anlaşılacağı üzere Amis, özellikle akademi çevresinde karşılaştığı
“sahte” ve iki yüzlü davranan cahil kişileri, Lucky Jim‟de Welch‟in kendi
kimliğinden bihaber olması aracılığı ile yansıtmaya çalışmıştır. Welch‟in, tavırları ve
davranışları ile sürekli gülünç duruma düşmesini de Amis‟in, Welch gibi kişilere
karşı olan nefreti nedeniyle bu kişilerle alay etmek, onları aşağılamak istemesi ile
açıklamak mümkündür.
Welch gibi, kültürü ve sanatı, kendini yüceltmek için kullanan ancak gerçekte
sağduyudan yoksun ve kötü niyetli olan bir karakter de, Welch‟in oğlu Bertrand
Welch‟tir. Bertrand kişiliği ve davranışları açısından babasına benzer; ancak
Bertrand‟ın “yapmacıklığı” ve ikiyüzlülüğü Welch‟inkinden daha derindir. Amis,
126
Bertrand‟ı romana dâhil ederek, Welch üzerinden yaptığı toplum eleştirilerini daha
geniş çaplı ve etkileyici şekilde Bertrand‟ın yabancılaşması üzerinden yapar.
Bertrand karakteri, Amis‟in, Lucky Jim‟de “kötü kişiler” olarak ayırdığı grup
içinde yer alır. Amis, Salwak‟a verdiği röportajında Bertrand‟tan şöyle bahseder:
“Bertrand oldukça kötü bir kişidir, yapmacık davranır, insanların duygularını,
özellikle kadınların duygularını kötüye kullanır. Fakat o, aynı zamanda gülünç bir
kişidir” (Amis, 2001:5). Amis‟in Bertrand hakkındaki bu görüşleri ışığında ve
Bertrand‟ın romanın genellinde sergilediği davranışları ve kişilik özellikleri göz
önüne alındığında, Bertrand‟ın, temelde iki yönlü olarak insani değerlere yabancı
olduğu söylenebilir. İlk olarak, Bertrand, ismi, konuşması, görünümü, davranışları,
düşünceleri ve kişiliği bakımından tamamen yapmacık ve gösteriş düşkünüdür;
çevresindekileri etkilemeyi amaçlar ve sahip olduğunu düşündüğü bilgi ve becerisi
ile böbürlenir. Bu yönüyle Bertrand, gerçek kişiliğinin farkında olmayarak
“sahteleşmiştir”. İkinci olarak ise Bertrand, özellikle kadınlarla olan ilişkilerinde,
etik-ahlak anlayışından yoksun, ikiyüzlü ve çıkarcı bir kişiliğe sahiptir;
çevresindekilerin duyguları ve düşünceleri kendisi için bir anlam ifade etmez; bu
nedenle kendi menfaati doğrultusunda çevresindekileri “kullanmaktan” çekinmez.
Bu özellikleri ile Bertrand, kendi arzularının ve “yükselme hırsının” esiri olur,
davranışlarının doğruluğunu ya da yanlışlığını sorgulamaz; kendi menfaatine olan
her şey onun için iyi ve yapılması gerekene, kendi çıkarına ters düşen her şey ise
kaçınılması ya da yok edilmesi gerekene dönüşür. Başka bir deyişle Bertrand‟ın
davranışları ve kişiliği, onun aklı ya da duyguları tarafından değil de “ilkel” olarak
tanımlanabilecek arzuları tarafından şekillenmiştir; bu nedenle Bertrand‟ın hırs ve
açgözlülük tarafından kontrol edilen bir karakter olduğu söylenebilir.
127
Bertrand‟ın, kendini ve ait olduğu üst sınıfı abartılı şekilde yüceltmesi;
taşrada yaşayan toplumu ise ön yargılı şekilde aşağılaması Amis‟in, kendini
beğenmiş, iki yüzlü üst sınıf topluma yönelik eleştirilerini yansıtır. Bu durumu onun,
okul balosunda Gore-Urquhart ile yaptığı şu konuşma ile örneklemek mümkündür:
Dünyanın bu kısmında insanların nasıl olduğunu
bilirsiniz. Önlerine ünlü birini atarsınız ve kemiğin
üzerine giden köpekler gibi onunla didişirler. Ben,
özellikle sözde akademik toplum tarafından bu tür
şeylere birçok kez maruz kaldım. Sadece babam
profesör olduğu için, müdür yardımcısının eşi ile onun
lanet torununun okulda yaşadığı zorluklar hakkında
konuşmak isteyeceğimi düşünüyorlar.
(Lucky Jim, 87)
Bertrand‟ın bu sözleri onun iki açıdan insani değerlerden yoksun bir karakter
olduğunu gösterir. İlk olarak, Bertrand, Gore-Urquhart gibi aristokrasi sınıfı
mensubu olmamasına rağmen kendini böyle görür ve alt sınıf mensubu kişileri
aşağılar. Bu durum Bertrand‟ın kendi kusurlarının ve yetersizliklerinin farkında
olmadığını, başka bir deyişle kendini tanımadığını gösterir. İkinci olarak Bertrand,
Gore-Urquhart‟ın da kendisi gibi sınıf bilincine sahip olduğunu ve alt sınıftan
hoşlanmadığını düşünmektedir. Bu nedenle Bertrand, taşrada yaşayan insanları
aşağılayarak Gore-Urquhart ile yakınlık kurmayı, sonrasında ise onun yanında işe
girmeyi amaçlar. Yani Bertrand‟ın alt sınıf hakkındaki bu küçümseyici görüşleri aynı
zamanda onun “içten pazarlıklı” biri olduğunun bir göstergesidir ki bu durum onun,
gerçeklikten ve samimiyetten uzaklaşmış kişiliğini yansıtır.
Bertrand‟ın, çevresindekilerin dikkatini kendisi üzerinde toplamaya çalışması
ve çevresindekileri etkilemek için kendini ve yaptığı işi yüceltmesi onun dürüstlük ve
alçak gönüllülük gibi etik-ahlaki değerlere yabancı olduğunu gösterir. Hem
128
görüntüsü hem de konuşmaları ile “kibar” ve “kültürlü” biri izlenimini veren
Bertrand, Jim‟in okul balosundan Christine ile beraber ayrılmasına kızar ve Jim‟e
oldukça kaba ve hakarete varan bir tepki gösterir: “-Senden bıktım artık, seni küçük
piç. […] senin gibi berbat, önemsiz bir cahilin gelip işlerime burnunu sokması yeter.
[…] Böyle salakça davranarak ne yapmaya çalıştığını sanıyorsun?” (Lucky Jim, 154).
Bertrand‟ın bu sözleri onun, “beyefendi” ve entelektüel görünümü altındaki bayağı
ve nezaketten uzak kişiliğini göstermesi açısından önemlidir.
Lucky Jim‟de yansıtılan üst sınıf toplumun temel “bozukluğu” bu toplumun,
gerçek niyetini, duygularını ya da düşüncelerini saklayarak kendi menfaati
doğrultusunda bir tür “gölgeye” bürünen kişilerden oluşmasıdır. Bu kişilerden biri
olarak Bertrand, aslında sağduyudan yoksun ve kaba biri olmasına rağmen
görünümü, konuşması ve diğer davranışlarıyla çevresindekileri, kendisinin, bir
ressamın sanatsal ve entelektüel karakteristiğine sahip olduğuna inanmaları için
çabalar. Bertrand, bu amacına ulaşmak için sakal bırakır ve sürekli, mavi bir bere
takar; Jim, Bertrand‟ın bere takmasını şöyle sorgular: “O [Bertrand] mavi bir bere
takıyordu […] Eğer böyle bir başlık korunmak içinse neye karşı korunuyordu? Eğer
korunmak için değilse o neydi? O ne içindi? Ne içindi?” (Lucky Jim, 157).
Bertrand‟ın çevresindekileri etkilemek (ya da kandırmak) için başvurduğu başka bir
yol, konuşmalarına entelektüel bir hava katmak için “obviously” ve “see” gibi bazı
kelimeleri “obviouslam” ve “sam” şeklinde telaffuz etmesidir. Anlaşılacağı üzere
Bertrand, gerçekte olduğu gibi davranmak yerine, dış görünümü ve davranışları ile
çevresindekilerin, kendisi hakkındaki düşüncelerini şekillendirmeyi amaçlar. Bu
durum, Bertrand‟ın çevresinin beğenisine göre hareket etmesine ve iki yüzlü
kişiliğinin farkında olmamasına işaret eder.
129
Bertrand‟ın, bozuk toplum yapısının temsilcisi olmasının ikinci boyutunda
onun, Christine‟i aldatması ve onu “sınıf atlamak” için kullanması yatar. Amis,
Bertrand‟ın bu yönü ile, aslında etik-hlak anlayıştan yoksun olan üst sınıf kişilerin
“yapmacık” entelektüellik ve nezaket sayesinde olduklarından farklı görünmelerini
eleştirir. Bertrand, Christine aracılığıyla Gore-Urquhart ile tanışıp onun yanında işe
girmeyi ve böylece aristokrasiye dâhil olmayı amaçlar. Bertrand‟ın Carol ile gizli bir
ilişkisinin olması onun Christine‟e karşı duygusal anlamda bir şey hissetmediğine,
Christine‟i sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullandığına işaret eder. Bu nedenle,
Bertrand‟ın entelektüel ve beyefendi görünümünün altında etik-ahlak kurallarını yok
sayan, çıkarcı ve “sahte” bir kişiliğe sahip olduğu söylenebilir. Bertrand‟ın bu
kişiliği, onun, Jim ile yalnız kaldığında söylediği şu sözlerde açıktır: “Bir şeyi
gördüğümde onu isterim, onun için çabalarım. Senin gibi insanların yolumda
durmasına izin vermem. […] Christine‟e sahibim çünkü o benim hakkım. […] Eğer
bir şeyin peşindeysem onu almak için ne yaptığım umurumda değildir. Bu, uyduğum
tek kuraldır; bu dünyada işler sadece bu şekilde yürür” (Lucky Jim, 175).
Anlaşılacağı üzere Bertrand, Jim‟in ve Christine‟in aksine, sağduyudan ve iyi
niyetten yoksun bir karakterdir; ancak kendi “bozuk” ve “sahte” kişiliğinin farkında
değildir. Kültürel ve entelektüel birikimi ile alt sınıftan gelen kişilerden üstün
olduğunu düşünen Bertrand için dürüstlük, yardımseverlik ve nezaket gibi
kavramların bir anlamı yoktur; onun için asıl önemli olan toplum içinde yükselmek
ve maddi olarak zenginleşmektir; bu doğrultuda ise Bertrand çevresindekileri
duygusal ve maddi anlamda “sömürmekten” çekinmez. Bertrand‟ın Christine ile
birlikteyken Carol ile gizli bir ilişkisinin olması onun hem toplumsal ahlak ilkelerini
yok saydığını hem de aşk, sevgi ve sadakat gibi insani duygulardan uzaklaşarak
130
tamamen maddi çıkarları ya da ilkel güdüleri tarafından kontrol edildiğini gösterir.
Bu özelliklerine rağmen Bertrand, dış görünümü, konuşmaları ve davranışları ile
kibar ve düşünceli bir “beyefendi” olduğunu düşünmektedir; bu durum onun kendi
kişiliğinin farkında olmadığını gösterir. Bertrand‟ın kendi kişiliğini yanlış tanıması,
Jim‟in ona verdiği şu tepkide de açıktır:
[…] Sadece uzun olduğun ve kanvasın üzerine boya
koyabildiğin için bir tür yarı tanrı olduğunu
düşünüyorsun. […] Fakat öyle değilsin; sen bir
yalancısın, züppesin, kabasın ve aptalsın. Duyarlı
olduğunu düşünüyorsun ama değilsin: senin
duyarlılığın sadece insanların senin için yaptığı
şeylerde ortaya çıkıyor. Hassas ve gösterişçisin, evet,
ama duyarlı değilsin. […] Büyük bir aşık olduğunu
düşünüyorsun ama bu da yanlış […] o kadar
haysiyetsizsin ki başka birisinin karısıyla ilişkinin
olduğunu düşünmeden bana Christine‟in çok önemli
olduğunu söyleyebiliyorsun. […]
(Lucky Jim, 175)
Jim‟in, Bertrand‟a karşı bu sözleri, Amis‟in, özellikle üst sınıf toplum
mensuplarında gözlemlediği gösterişçi ve “sahte” davranışlara yönelik eleştirel
görüşlerini yansıtması açısından önemlidir. Amis ve onunla aynı dönemde yaşamış
diğer “muhalif” yazarlar, Allsop‟un da belirttiği gibi “üst sınıfın küstah rahatlığının
ciddi şekilde bilincindedir” (Allsop, 1958:19) ve çevrelerinde gözlemledikleri
ikiyüzlü ve çıkarcı tavırlar bu yazarları rahatsız etmektedir. Bu nedenle Amis, Jim‟in
alıntıda verilen konuşmasıyla, Bertrand ve onun gibi “sahte” davranan diğer tüm
kişilere açık şekilde, onların gerçek kişiliğini yanlış ve bozuk yönleriyle gösterir.
Jim‟in alıntıda verilen konuşmasından sonra Bertrand‟ın ona fiziksel olarak
saldırması, Bertrand‟ın kendi kişiliği hakkındaki gerçeklerle yüzleşmeye tahammül
edememesini yansıtır. Bertrand ile Jim arasındaki bu kavga, ayrıca, iki karakter
131
arasındaki sınıf çatışmasının somut bir yapıya bürünmesi açısından önemlidir.
Amis‟in deyişiyle “basmakalıp, zevksiz ve faşist” olan burjuva sınıfından gelen ya da
kendini bu sınıfa ait hisseden Bertrand ile alçakgönüllü, yardımsever ve etik-ahlak
kuralları çerçevesinde davranan işçi sınıfı mensubu Jim arasında gerçekleşen bu
kavga Jim‟in üstünlüğü ile sonuçlanır; romanın sonunda ise Jim, Bertrand‟ın hem kız
arkadaşını hem de istediği işi elinden alır. Bu durum, bir bakıma, Amis‟in hem
“sahte” ve kendini beğenmiş olanı cezalandırması hem de dürüst ve alçakgönüllü
olanı ödüllendirmesi olarak değerlendirilebilir.
Lucky Jim‟de, Welch ve Bertrand gibi, toplum içinde göründüğünden farklı
bir kişiliğe sahip olan ve çevresindekileri kendi bencil amaçları doğrultusunda
kullanan bir karakter de Jim‟in iş arkadaşı Margaret Peel‟dir. Margaret hem
çevresindekileri etkilemeyi amaçlayan dış görünümü ve davranışları hem de “içten
pazarlıklı” olarak nitelendirilebilecek kişiliği ile etik-ahlaki değerlere yabancıdır.
Margaret‟in Jim ile olan ilişkisinde gerçekte hissettiğini ya da düşündüğünü
saklaması ve aslında kendi çıkarlarını ön planda tutması; bu davranışlarının
yanlışlığının farkında olmaması onun, kendi gerçek kişiliğinin farkında olmadığını
gösterir. Şöyle ki, Margaret, kendi duygusal boşluğunu doldurmak ve egosunu tatmin
etmek için Jim‟in iyi niyetinden faydalanır ve onu kendine “bağlamaya” çalışır.
Ancak Margaret çıkarcı ve ikiyüzlü davranışlarının farkında değildir ya da kendi
eksik yönlerini kabul etmez; bu nedenle Margaret kendi sahte kişiliğinden
habersizdir. Romanın son bölümlerinde anlaşıldığı üzere Margaret, çevresindekilerin
ilgisini çekmek ve hem Jim‟i hem de eski sevgilisi Catchpole‟u duygusal anlamda
kendine yakınlaştırmak için intihar girişiminde bulunduğunu söylemiş ve bu şekilde
çevresindeki herkesi kandırmıştır. Anlaşılacağı üzere Margaret, kendi benliğini
132
tatmin etmek uğruna çevresindekilerin duygularını sömürmekte ve onlara yalan
söylemekte bir sakınca görmez; onun için asıl önemli olan birilerinin kendisini
beğenmesi ve onun peşinden koşmasıdır. Bu durum Margaret‟in umursamaz ve
sağduyudan yoksun bir karakter olduğunu gösterir. Jim ile barda buluşmalarında
Margaret‟in hesabı sürekli, maddi açıdan yetersiz olan Jim‟e ödetmesi üzerine Jim‟in
aklından geçen şu düşünceler de Margaret‟in düşüncesiz bir kişi olduğunu gösterir:
“Dixon daha ne kadar mavi etiketli içki parası ödeyeceğini merak ediyordu ve
Margaret, işe gelmediği halde maaşında kesinti olmamasına rağmen ona içki
ısmarlamakta neden bu kadar isteksizdi” (Lucky Jim, 14). Bu örnek de
göstermektedir ki Margaret için çevresindekilerin sorunları ya da sıkıntıları
önemsizdir; Jim‟in, Margaret‟in psikolojisini düzeltmek için ona sürekli destek
olduğu düşünüldüğünde Margaret‟in Jim‟e olan yaklaşımının oldukça bencil ve
çıkarcı olduğu söylenebilir. Ancak Margaret, kişiliğindeki ve davranışlarındaki
yanlış yönleri göremez ve her durumda kendini savunur; bu nedenle Margaret kendi
kimliğinden bihaberdir. Dolayısıyla Amis‟in, Margaret karakteri ile kendi kişiliğini,
doğruları ve yanlışları ile sorgulamayan kişileri yansıttığı söylenebilir.
Margaret‟in dürüstlükten ve iyi niyetten uzak tavırları onun tıpkı Welch ve
Bertrand gibi “sahte” ve ikiyüzlü bir karakter olduğunu gösterir; Margaret kendini
olduğundan daha güzel, kibar ve dürüst görür; bu durum Margaret‟in kendi sahte ve
çıkarcı kimliğinin farkında olmadığını yansıtır. Margaret‟in Jim ile girdiği bir
tartışmada onu “seni aşağılık, önemsiz baş belası köylü” (Lucky Jim, 132) şeklinde
aşağılaması onun “masum” ve sevimli görünümü altındaki kibirli ve kaba kişiliğini
yansıtır. Margaret, bu “sahte” kişiliğinin yanında dış görünümü ile de olduğundan
farklı görünme ve çevresindekileri, özellikle Jim‟i etkileme çabasındadır. Parlak ve
133
ağır makyajı, küçük zil sesi gibi olan gülüşü, yeşil şal desenli elbisesi ve yarı kadife
ayakkabıları ile Margaret çekici olma amacı gütmektedir. Anlaşılacağı üzere
Margaret, hem davranışları ve kişiliği hem de dış görünümü ile samimiyetten,
dürüstlükten ve iyi niyetten uzakta “yapmacık” bir kişidir. Welch ve Bernard gibi
Margaret de kendi davranışlarını sorgulamaz; bu nedenle yanlışlarının ya da gerçekte
nasıl biri olduğunun farkına varamaz; dolayısıyla çekici olduğunu, Jim‟in kendisine
âşık olduğunu ve kendisinin Jim‟den ve Christine‟den üstün olduğunu düşünür. Bu
nedenle Margaret‟in kendi gerçek kişiliğinin farkında olmadığı ve Amis‟in temel
eleştiri konusu olan, “sahte” bir görünüme ve davranışlara sahip olduğu söylenebilir.
Amis, Margaret‟in çıkarcı ve sahtekâr kişiliği üzerinden kadın-erkek
ilişkilerindeki samimiyetsizliğe ve ikiyüzlülüğe ışık tutar. Jim ile Margaret
arasındaki temel çatışma Jim‟in ilişkilerinde “dürüstlüğü ve açık sözlülüğü” (Lucky
Jim, 6) ilke edinmesi, Margaret‟in ise tam tersine sürekli imalarda bulunması ve
gerçek niyetini saklamasıdır. Amis, “sahte” ve ikiyüzlü davranışlara yönelik
eleştirisini ortaya koyarken, etrafındaki insanlara yalan söyleyen, onları görünümüyle
ve davranışlarıyla etkilemeye ya da “aldatmaya” çalışan, kendi çıkarlarını her şeyden
üstün tutan ve bu özelliklerinin doğruluğundan şüphe etmeyen Margaret karakterini
kullanır. Bu nedenle Amis‟in, toplumsal bozukluk olarak değerlendirdiği davranışları
ve kişilik özelliklerini, kişiliğini sorgulamayan Margaret üzerinden gösterdiği
söylenebilir.
Sonuç olarak, Amis‟in Lucky Jim‟de, çevresine yabancılaşan ve etik-ahlaki
değerlerden yoksun olan karakterlerle ile ortaya koymayı amaçladığı temel dört
toplumsal çarpıklığın olduğu söylenebilir. İlk olarak Amis, insanların sadece kendi
çıkarlarını düşünmelerini, karşılaştıkları her olayda ya da çevrelerindeki herkese
134
karşı kendi menfaatlerini ön planda tutmalarını yani bencil olmalarını eleştirir.
Welch, Jim‟in geleceği ile ilgili verilecek kararda yetki sahibi olduğunu bilir ve onu,
çıkarları için kullanarak kendi sorumluluklarını ona yükler; Bertrand, Christine‟i
Gore-Urquhart‟ın yanında işe girmek ve bu şekilde sınıf atlamak için kullanır;
Margaret, Jim‟i kendi egosunu tatmin etmek için kullanır. Amis‟in dikkat çektiği
ikinci toplumsal bozukluk kişilerin, kültürü ve entelektüelliği kötüye kullanarak
kendilerini diğer insanlardan ve özellikle alt sınıftan gelenlerden üstün tutmaları,
onları aşağılamalarıdır. Romanda Welch sanatsal hafta sonu etkinlikleri düzenleyip
müziğe ilgili görünerek, Bertrand ise kendini ressam olduğu için yücelterek Jim‟i,
taşradan geldiği için önemsiz biri olarak görürler. Yazarın ele aldığı üçüncü
toplumsal bozukluk kişilerin etik-ahlak kurallarını yok saymaları ve doğru-yanlış
ayrımı yapmadan davranmalarıdır; Welch meslek ahlakına sahip değildir, Jim‟i
mümkün olduğunca çok “kullanmak” için ona işinde devam edip etmeyeceği ile ilgili
bilgi vermez; Bertrand, kız arkadaşı Christine‟i, evli bir kadın olan Carol ile aldatır;
Margaret, intihar etmeye kalkıştığı izlenimi vererek çevresindeki herkese yalan
söyler. Amis‟in ortaya koyduğu dördüncü çarpıklık ise kişilerin gerçeklikten ve
samimiyetten uzak olmaları, asıl amaçlarının ve kişiliklerinin üzerini “sahte” bir
nezaket ve duyarlılık ile örtmeleridir. Amis bu çarpıklıkları, birbirine tamamen zıt,
iki uç noktada bulunan karakterlerin yabancılaşması üzerinden yansıtır. Jim ve
Christine, Amis‟in desteklediği dürüstlük, alçak gönüllülük ve yardımseverlik gibi
erdemlerin temsilcisi karakterler olarak içinde bulundukları bozuk toplum yapısına
yabancılaşmışlardır. Welch, Bertrand ve Margaret ise kendi davranışlarını ve
kişiliklerini sorgulama ihtiyacı duymadıkları ve kendi yanlışlarının farkına varacak
bilince sahip olamayarak insani özelliklere yabancı kalmışlardır.
135
SONUÇ
Yabancılaşma olgusunun, Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall ve Kinglsey
Amis‟in Lucky Jim adlı romanlarındaki toplum eleştirileri ile bağlanıtılı olarak
incelendiği bu çalışmada Waugh‟nun ve Amis‟in göstermek istedikleri toplumsal
sorunlara benzer ve farklı açılardan yaklaştıkları görülmüştür. Waugh, Decline and
Fall‟da, Amis ise Lucky Jim‟de, yaşadıkları dönemde tanıklık ettikleri toplumsal
çarpıklıkları, çevresine yabancılaşan ve insani değerlere yabancı olan karakterler
üzerinden yansıtmıştır. Waugh, her iki gruptaki karakterlere eleştirel açıdan
yaklaşırken, Amis, Lucky Jim‟de “iyi kişiler” olarak nitelendirdiği karakterlere
pozitif açıdan; aslında sahte ve çıkarcı olan kişiliğine yabancı olan karakterlere ise
daha eleştirel bir yönden yaklaşmıştır.
Her iki roman da İngiliz toplumunun yapısını büyük ölçüde değiştiren iki
dünya savaşından belirli süreler sonra yazılmıştır: Decline and Fall Birinci Dünya
Savaşı‟nın sona ermesinden on sene sonra 1928‟de, Lucky Jim ise İkinci Dünya
Savaşı‟nın bitiminden dokuz sene sonra 1954‟te yazılmıştır. Bu durum, her iki
romanda da, savaştan belirli bir süre sonra görülen radikal değişikliklerin
benimsendiği toplumların ele alınmasına neden olmuştur. Her iki romanda da iki
savaş sonrası kimliği değişen İngiliz toplumu yansıtılır ve yeni toplum yapısına ayak
uyduramayan kişiler ana karakter olarak yer alır. 1920‟ler İngiltere‟si gece kulüpleri,
kokteyl, caz müzik, sinema gibi yenilikleri tecrübe ederken toplumda kadınların
özgürleşmesi, dine verilen önemin azalması toplumun kimliğini değiştiren
durumlardır. 1950‟lerde ise “Refah Devleti” oluşumu kapsamında alt ve işçi sınıfları
136
ekonomik ve sosyal anlamda kalkınmıştır; bu durum, işçi sınıfının daha önceden
eleştirdiği tüketici ve maddeci toplum yapısına bürünmesine neden olmuştur.
Yaşadıkları dönemlerde meydana gelen birtakım sosyal ve kültürel değişikliklerle
barışık olmayan Waugh ve Amis, bu yönlerini ilk romanlarına yansıtırken
yabancılaşmış karakterler kullanmışlardır.
Bu çalışma ile hem Waugh‟nun hem de Amis‟in temelde karşı durdukları
noktanın, toplumun sosyal ve kültürel birçok yönüyle hakiki olana değil de sahte
olana önem vermesi olduğu görülmüştür. Waugh, özellikle sanatın ve estetik
anlayışın değerini kaybetmesini ve bayağılaşmasını eleştirirken Amis, kültürel
formların ve entelektüelliğin gösteriş amaçlı kullanılmasını tenkit etmiştir. Her iki
yazar da yarattıkları karakterlerle sahte değerlere sahip ikiyüzlü toplum yapısını
eleştirmeyi amaçlamıştır. Waugh, bu yapının içine, tamamen güçsüz ve naif Paul‟u
yerleştirirken Amis, Paul‟a göre daha tepkili ve kararlı olan Jim‟i kullanarak
toplumsal bir panorama oluşturmuştur. Her iki yazarda da geçmişte sahip olunan
değerlere yönelik bir özlem duygusu gözlenmiştir. Waugh, Viktorya döneminin ve
Onsekizinci yüzyılın dürüst, çalışkan ve yardımsever kişilerden oluşan etik/ahlak
kurallarının benimsendiği toplum yapısının yok edilmesine “kızarken” Amis, daha
önceden bu özelliklere sahip olan işçi sınıfının bu değerleri yitirmesine ve İngiliz üst
sınıfının, işçi sınıfını küçük gören, kendini beğenmiş ve sahte yapısına tepki
göstermiştir.
Decline and Fall‟un ve Lucky Jim‟in, yazarlarının düşünce yapısını ve hayata
bakış açısını yansıttığı, yazarların günlüklerinden, mektuplarından ve makalelerinden
edinilen bilgiler ışığında anlaşılmıştır. Bu doğrultuda, Evelyn Waugh‟nun ve
Kingsley Amis‟in, etik-ahlak kurallarını benimsemiş, insani duyguların ve
137
düşüncelerin savunucusu yazarlar oldukları görülmüştür. Waugh‟nun Amis‟ten farklı
olarak, aptallık derecesine varan saflığı ve hayalperestliği eleştirdiği görülmüştür.
Ayrıca Waugh‟nun ölüm, yaralanma, hapsedilme gibi dramatik durumlara,
görünürde komik bir açıdan yaklaşması onun, Amis‟e göre, hem daha karamsar
olduğunu hem de kara mizahı daha derin bir tonda kullandığını göstermiştir. Amis‟in
ise, Waugh‟dan farklı olarak, özellikle İngiliz toplum sistemindeki sınıf farklılığına
ve üst sınıf toplumun yapmacık yapısına karşı durduğu anlaşılmıştır.
İki romandaki ana karakterler Paul ve Jim, kişilik olarak dürüst ve iyi niyetli
kişi görünümü çizmiş, ancak Jim, Paul‟dan farklı olarak daha akıllı ve güçlü
kalmıştır. Waugh, Paul‟un aşırı saf, duygusal ve güçsüz kişiliği aracılığı ile bu
davranışları ve özellikleri eleştirmiştir. Hem Paul hem Jim, benimsemiş oldukları
değerler dolayısıyla içinde bulundukları topluma ait olamamıştır; Paul kendi halinde
bir ilahiyat öğrencisiyken kendini bir anda modern dünyanın hızlı ve kural tanımaz
yapısı içinde bulmuştur. Jim‟in geçmişi hakkında çok bilgi verilmese de işçi
sınıfından geldiği ve çevresindekilerle sosyal ve kültürel açıdan tamamen farklı
değerlere sahip olduğu anlaşılmıştır. Paul, Dr. Fagan tarafından “sömürülürken” Jim,
Welch‟in “diktatörlüğü” altındadır, bu durum her iki karakterin de baskı altında
olmasına, maddi sıkıntılar yaşamasına ve içinde bulundukları çevreden zihinsel
olarak uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu nedenle her iki karakter de çevreleri içinde
güçsüz ve yalnız kalmışlardır. Paul‟un güçsüzlüğü onun “sahte ölümüne” neden
olurken Jim‟in güçsüzlüğü onun işinden atılmasına neden olmuştur. Ancak her iki
karakterin de bir noktada şanslarının yardımıyla yabancılaştıkları çevreden çıktıkları
görülmüştür. Paul, Margot‟un “sahte ölüm belgesi” ile aşina olduğu “korunağı”
Oxford‟a dönmüş; Jim ise, Gore-Urquhart‟ın sekreteri olarak Londra‟ya gimiştir.
138
Fakat yine bu durum göstermiştir ki, her iki karakter de trajik sonuçlar yaşamaktan
son anda kurtulmuştur. Şöyle ki, Paul, Margot‟un yardımı olmasaydı hapishanede
yitip giden biri olacaktır; Jim ise Gore-Urquhart olmasaydı fakir ve işsiz biri olarak
kalacaktır. Bu durum, iki karakterin yabancılaşmış oldukları toplum içindeki
korunaksızlığını ve güçsüzlüğünü yansıtması açısından önem arzetmiştir. Hem Paul
hem de Jim, çevrelerine yabancılaştıkları için sürekli toplumdan uzaklaşmak
istemişler, çevrelerinden ayrılınca üzerlerindeki baskıdan kurtulup huzurlu
olmuşlardır. Bu durum, her iki karakterin de toplum içinde “hapsedilmiş” olduklarını
ortaya koymuştur.
Decline and Fall‟da ve Lucky Jim‟de insani değerlerden ve etik-ahlak
ilkelerden yoksun karakterler, Waugh‟nun ve Amis‟in eleştirilerini yönelttikleri
toplumsal bozuklukları yansıtan kişiliklere ve davranışlara sahip olmuştur. Waugh,
Llanabba okulundaki aksaklıklar ve bu okulun yöneticisi olan Dr. Fagan karakterinin
bencil kişiliği ve yaptığı sahtekârlar üzerinden alt düzey eğitim sisteminin
bozukluklarını yansıtmıştır. Amis ise, romanda adı verilmeyen üniversitenin çarpık
yapısı ve Welch karakterinin umursamaz ve çıkarcı davranışları ile özellikle
Redbrick Üniversiteleri‟ndeki yetersizlikleri ve aksaklıkları ortaya koymuştur. Hem
Dr. Fagan hem de Welch kendi yanlışlarını sorgulamayan ve iç yüzlerini göremeyen
karakterler olarak kendi kimliklerine yabancılaşmışlardır. Bu nedenle hem Waugh
hem Amis eğitim sistemindeki bozuklukları eleştirirken tüm insani değerleri yok
sayan karakterler kullanmışlardır.
Waugh, Margot Beste-Chetwynde karakteri ile Amis ise Margaret Peel
karakteri ile kadın-erkek ilişkilerindeki bencil ve çıkarcı davranışları eleştirmiştir.
Her iki karakter de ilişkilerinde gerçek amaçlarını saklı tutarak ana karakterler Paul
139
ve Jim‟in iyi niyetinden faydalanmışlardır. Bu durum Waugh‟nun ve Amis‟in evlilik,
aşk ve sevgi gibi olgulara benzer açıdan baktıklarını, bu konularda dürüstlüğü ve
gerçekliği esas aldıklarını, bunun tersi davranışları ise eserlerinde eleştirmeyi
amaçladıklarını göstermiştir.
Bu çalışma ile hem 1920‟ler hem de 1950‟ler İngiliz toplumunda, değişime
ayak uyduramayan ve içinde bulunduğu toplumun bir parçası olamayarak bu topluma
yabancılaşan kişilerin var olduğu anlaşılmıştır. Bir bakıma bu kişilerden ikisi olan
Waugh ve Amis, yarattıkları karakterlerle, iyilikten ve doğruluktan çıkmış kişilerin
oluşturduğu
topluma
yansıtmışlardır.
yabancı
kalan
bireyin
toplumdan
soyutlanmasını
İki romandaki ana karakterin birçok yönden benzer zorluklarla
karşılaşmsı ve yalnızlaşması, iki savaş sonrası İngiliz toplumunda değişimin her
zaman olumlu yönde olmadığını göstermiştir.
Sonuç olarak bu çalışma, Evelyn Waugh‟nun ve Kingsley Amis‟in
yaşadıkları
dönemlerde
tanıklık
ettikleri
toplumsal
bozukluklara
yönelik
eleştirilerini, yabancılaşma sürecindeki karakterlerle ortaya koydukları görüşünü
ortaya koymuş ve savunmuştur. Bu çalışmanın literatürde Evelyn Waugh‟ya ve
Kingsley Amis‟e yönelik farklı bir bakış açısı kazandırması, bu yazarların
yabancılaşma olgusuna yaklaşımlarını ortaya koyması ve 1920‟ler-1950‟ler İngiliz
toplumu hakkında açıklayıcı bilgi vermesi amaçlanmıştır.
140
KAYNAKÇA
Allsop, Kenneth, The Angry Decade, British Book Centre, 1958.
Amis, Kingsley, Memoirs, Hutchinson, 1991.
___________, Lucky Jim, Book Designer (e-book), 2009.
___________,The Amis Collection, Penguin, 1991.
___________, Collected Poems 1944-79, Hutchinson Of London, 1979.
___________, “The Art Of Fiction No.59”, (Ed. Barber, Michael), The Paris Review,
1975.
___________, An Interview With Kingsley Amis, (Ed. Salwak, Dale), University of
Wisconsin Press, 2001.
Baines, Dudley “The Onset Of Depression”, (Paul Johnson) Twentieth-Century
Britain: Economic, Social and Cultural Change, Longman, 1998.
Barrett, William, “The Decline of Religion”, (Eric, Mary Josephson) Man Alone:
Alienation in Modern Society, Dell Publishing, 1962.
Berberich, Christine, The Image of The English Gentleman in Twentieth Century
Literature, Ashgate, Cornwall, 2007.
Beaty, Fredrick L., The Ironic World of Evelyn Waugh A Study of Eight Novels ,
Northern Illinois University Press, 1992.
Black, Jeremy, Modern British History Since 1900, Macmillan, 2000.
141
Blackburn, Robert M., Marsh, Catherine, “Education and Social Class: Revisiting the
1944 Education Act with Fixed Marginals”, The British Journal of Sociology, Cilt.
42, No. 4, 1991.
Bourke, Joanna, Working Class Culture In Britain 1890-1960, Routledge (Taylor &
Francis e-Library) 2009.
Bradbury, Malcolm, No, Not Bloomsbury, Andre Deutsch, 1987.
Caedel, Martin, “Attitudes to War: Pacisifism and Collective Security”, (Paul
Johnson) Twentieth-Century Britain: Economic, Social and Cultural Change,
Longman, 1998.
Charlesworth, Simon J., A Phenomenology of Working Class People, Cambridge
University Press, 2003.
David Gervais, “Literary Englands Versions of „Englishness‟ in Modern Writing”,
Englands Within England: Waugh and Orwell, Cambridge University Pres 1993.
Durkheim, Emile, Suicide, (Çev: A. Spaulding, George Simpson) Routledge, 2005.
Gardner, Philip, Kingsley Amis, Twayne Publishers, 1981.
Garnett, Robert R. , From Grimes To Brideshed The Early Novels Of Evelyn Waugh,
Associated University Presses, 1990.
Gindin, James, Postwar British Fiction New Accents And Attitudes, Greenwood
Press, Publishers, 1976.
Gladstone, David, British Social Welfare Past, Present and Future, Routledge
(Taylor & Francis e-Library), 2005.
142
Gorra, Michael, “Through Comedy toward Catholicism: A Reading of Evelyn
Waugh's Early Novels”, Contemporary Literature, Vol. 9,No.2, s.2012-220
University of Wisconsin Press, 1988.
Greenblatt, Stephan Jay, Three Modern Satirists: Waugh Orwell and Huxley, Yale
University Press, 1976.
Hague, Angela, Picaresque Structure and the Angry Young Novel, Twentieth Century
Literature içinde Cilt. 32, No. 2, 1986.
Head, Dominic, The Cambridge Introduction To Modern British Fiction, 1950-2000,
Cambridge University Preess, 2002.
Heath, Jeffrey, The Picturesque Prison Evelyn Waugh and His Writing, McGillQueen‟s University Press, 1982.
Hobart, Charles W., “Types of Alienation: Etimology and Interrelationships”,
Canadian Review of Sociology & Anthropology Yayın 2, ss. 92. Mayıs 1965.
Hoggart, Richard, The Uses Of Literacy, London, Chatto and Windus, 1958.
Jacobs, Eric, Kingsley Amis A Biography, Sceptre, 1996.
Keulks, Gavin, Father and Son Kingsley Amis, Martis Amis and The British Novel
Since 1950, The University Of Wisconsin Press, 2003.
Lawrence, Jon, “The First World War and Its Aftermath”, (Paul Johnson) TwentiethCentury Britain: Economic, Social and Cultural Change, Longman, 1998.
Leopold, David, The Young Karl Marx: German Philosophy, Modern Politics, and
Human Flourishing, Cambridge, 2007.
143
Lodge, David, “Evelyn Waugh”, (Ed. George Stade) Six Modern British Novelists,
Columbia University Press, 1974.
Marx, Karl, The Economic and Philosophic Manuscripts of 1844, Prometheus
Books, 1988.
McCartney, George, Confused Roaring: Evelyn Waugh and The Modernist
Tradition, Indiana University Press, 1987.
McDermott, John, Kingsley Amis: An English Moralist, Macmillan Press, 1989.
McDonnell, Jacqueline, Waugh On Women, Duckworth, Londra, 1989.
Meckier, Jerome, “Cycle,
Symbol, and Parody in Evelyn Waugh's Decline and Fall”
Contemporary Literature, Cilt. 20, No. 1, s. 51-75, 1979.
Mestrovic, Stjepan, “Durkheim‟s Concept of Anomie Considered as a „Total‟ Social
Fact”, The British Journal of Sociology, Cilt. 38, No. 4, 1987.
Merton, Robert K., Social Theory and Social Structure, The Free Press, New York,
1968.
Moseley, Merritt, Understanding Kingsley Amis, University Of South Carolina Press,
1993.
Nichols, James W., “Romantic and Realistic: The Tone of Evelyn Waugh‟s Early
Novels”, National Council of Teachers of English-College English, Vol. 24, No. 1,
s. 46-51-56, 1962.
Ousby, Ian, The Cambridge Guide To Literature In English, Cambridge University
Press, 1993.
144
Oxford Advanced Learner‟s Dictionary: 6th ed. 2000.
Phelps, Gilbert, “The „Awfulness‟ of Kingsley Amis” (Ed. Salwak, Dale), Kingsley
Amis in Life and Letters, Macmillan, 1990.
Robb, George, White Collar Crime In Modern England, Cambridge University Press,
1992.
Robinson, Daniel, “Evelyn Waugh “In The Best Of All Possible Worlds”: Decline
and Fall, A Comedy Of Theodicy”, English Language Notes s.77, 1996.
Rubinovitz, Rubin, The Reaction Against Experiment in the English Novel, 19501960, Columbia University Press, 1967.
Salwak, Dale, Kingsley Amis Modern Novelist, Rowman & Littlefield Publishers,
1992.
Seaman, L.C.B, Life In Britain Between The Wars, B.T. Batsford Ltd. Londra, 1970.
Seeman, Melvin , “On The Meaning of Alienation”, American Sociological Review
Vol.24 No.6, s.784, 1959.
Stannard, Martin, Evelyn Waugh The Early Years 1903-1939, W.W.Norton and
Company, 1987.
Stuart, Mews, “Religion, 1900-1939”, (Chris Wrigley) A Companion To Early
Twentieth Century Britain, Blackwell, s.474, 2003.
Waugh, Evelyn, Decline and Fall, Little, Brown and Company, Boston, 1999.
___________ , A Little Learning, Penguin Books, 1983.
145
___________, (Ed. Armory, Mark), The Letters of Evelyn Waugh, Penguin Books,
1980.
___________, (Ed. Davie, Michael), The Diaries of Evelyn Waugh, Penguin Books,
1976.
___________, “The War and The Younger Generation” (1929), “What I Think of
My Elders” (1930), “Tell The Truth About Marriage” (1930), “Careers For Our
Sons: Crime” (1930), “A Call To The Orders” (1938), (Ed. Gallagher, Donat), The
Essays, Articles and Reviews of Evelyn Waugh, Little Brown & Co. 1984.
Wiliams, Raymond, Culture and Society: 1780-1950, Anchor Books Doubleday and
Company, 1960.
146
TEZ ÖZETİ
“Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall ve Kingsley Amis‟in Lucky Jim Adlı
Romanlarında Yabancılaşma Üzerinden Toplum Eleştiri” adlı bu çalışmanın amacı
adı geçen romanlardaki toplum eleştirilerini karakterlerin yabancılaşması üzerinden
incelemektir. Çalışmanın her iki bölümünde de yabancılaşma süreci içindeki
karakterler, sahip oldukları kişilik ve davranış özelliklerine göre çevrelerine
yabancılaşan ve insani niteliklere yabancı karakterler olarak ikiye ayrılmıştır.
Birinci bölümde, Evelyn Waugh‟nun, ilk romanı Decline and Fall‟da
toplumsal bozuklukluklara yönelik getirdiği eleştirilerini aktarırken yabancılaşma
sürecindeki karakterleri nasıl ve ne amaçla kullandığı ele alınmıştır. Bu doğrultuda
karakterler çevresine yabancılaşan ve insani niteliklere yabancı olarak ayrılmıştır.
Çevresine yabancılaşan karakterlerin geçmişte sahip oldukları insani ve uygar
değerlerden kopamadıkarı için bu değerlerin yok edildiği topluma yabancılaştıkları
açıklanmıştır. İnsani niteliklere yabancı karakterlerin, değişen toplum yapısının bir
parçası olarak insani kimliklerini yitirip canavarlaştıkları gösterilmiştir. İkinci
bölümde Kingsley Amis‟in Lucky Jim adlı romanında, birinci bölüm ile paralel
şekilde, karakterler çevrelerine yabancılaşan ve insani özelliklerden yoksun
karakterler olarak ayrılmıştır. Yazarın, insani değerlere sahip olan ana karakteri
uyuşamadığı bir toplum yapısının içine bırakarak onu çevresine yabancılaşması
üzerinden toplumsal bozukluklara ışık tuttuğu gösterilmiştir. Yazarın, etik-ahlaki
değerlerin, toplumun geneli tarafından unutulmasını ve kaybolmasını, insani
niteliklere yabancı karakterler üzerinden yansıtmayı amaçaladığı açıklanmıştır.
147
SUMMARY
The aim of this dissertation, entitled “Social Criticism Through Alienation in
Evelyn Waugh‟s Decline and Fall and Kingsley Amis‟s Lucky Jim” is to investigate
the social criticism through the concept of alienation in the two aforementioned
novels. In both parts of the dissertation, according to their personal and behavioral
characteristics, the characters that are in the process of alienation are divided into
two groups as the characters alienated from society and the characters alienated from
humane values.
In the first part, it is explicated how and why Evelyn Waugh, in his first
novel Decline and Fall, makes use of the characters in the process of alienation while
mirroring the social follies and shortcomings of his time. In this respect, the
characters are divided to two groups as already mentioned above. It is explained that
as the characters can‟t give up their moral and ethical values, they are alienated from
society, remaining as strangers in the society where all the values are destroyed. It is
seen that the characters alienated to humane values lose their humane identities,
becoming a part of the corrupted and dehumanized society. In the second part, the
characters in Kingsley Amis‟ Lucky Jim, parallelling the first part, are divided to the
characters alienated from society and the characters alienated to humane values. It is
indicated that, by a protagonist with humane values in a society which he is unfit to,
Amis mirrors to the social corruption through the alienation of the protagonist. It is
investigated that the author aims to criticize the society‟s forsaking moral and ethical
values through the characters alienated to humane values.
148

Similar documents

AHMED ADNAN SAYGUN SANAT MERKEZ‹`N‹N M‹MARLARININ

AHMED ADNAN SAYGUN SANAT MERKEZ‹`N‹N M‹MARLARININ Bir binan›n performans› nas›l ölçülür? Mesleki söylemimize hakim estetik, teknolojik ve ekonomik aç›klamalar›n ötesinde, bir binan›n kendisini nas›l sundu¤unu sorgulayabilir miyiz; hele ki bu bina ...

More information