tc ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü batı dilleri ve
Transcription
tc ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü batı dilleri ve
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI EVELYN WAUGH’NUN DECLINE AND FALL VE KINGSLEY AMIS’İN LUCKY JIM ADLI ROMANLARINDA YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ Yüksek Lisans Tezi Nusret Ersöz Tez Danışmanı Prof. Dr. Sema EGE Ankara-2013 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI EVELYN WAUGH’NUN DECLINE AND FALL VE KINGSLEY AMIS’İN LUCKY JIM ADLI ROMANLARINDA YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ Yüksek Lisans Tezi Nusret Ersöz Tez Danışmanı Prof. Dr. Sema EGE Ankara-2013 ii T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI EVELYN WAUGH’NUN DECLINE AND FALL VE KINGSLEY AMIS’İN LUCKY JIM ADLI ROMANLARINDA YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı Prof. Dr. Sema EGE Tez Jürisi Üyeleri Adı Soyadı İmzası ……………………………….. ……………………. ……………………………….. ……………………. ……………………………….. ……………………. ……………………………….. ……………………. Tez Sınavı Tarihi ……………. iii TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (…./…./20…) Nusret Ersöz iv ÖNSÖZ İlk eserlerini, toplumun yapısını değiştiren dünya savaşlarından belirli bir süre sonra vermiş olan Evelyn Waugh ve Kingsley Amis, gerek yaşadıkları dönemlerde edindikleri tecrübeleri ve yaptıkları gözlemleri eserlerine yansıtmaları gerekse toplumun eksik ve yanlış yönlerini eleştirel ve mizahi bir şekilde ortaya koymaları açısından 20. Yüzyıl İngiliz toplumuna ayna tutmuşlardır. Edebi eserlerin toplumsal ve tarihsel olaylarla sürekli iç içe olduğu düşünüldüğünde, Waugh‟nun ve Amis‟in ilk eserlerinin “yabancılaşma” olgusu bağlamında ele alındığı bu tezin, hem ilgili yazarların ve eserlerinin hem de 1920‟ler ve 1950‟ler İngiliz toplum yapısının anlaşılmasına katkıda bulunacağı umulmaktadır. Tezin hazırlanmasında ve tamamlanmasında bana yol gösteren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki tüm hocalarıma yardımlarından ve bana kazandırdıklarından dolayı teşekkür ederim. Bu aşamaya ulaşmamda beni her anlamda destekleyen anneme ve kardeşlerime teşekkürü borç bilirim. Bu tez çalışmamı, bana “iyi ve doğru” yaşamayı öğreten, 2010 yılında kaybettiğim babam Adil ERSÖZ‟e ithaf ediyorum. v İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ…………………………………………………………………………...v GİRİŞ………………………………………………………………………….....7 BİRİNCİ BÖLÜM Evelyn Waugh’nun Decline And Fall Adlı Romanında Yabancılaşma Üzerinden Toplum Eleştirisi……………………………………………………18 İKİNCİ BÖLÜM Kingsley Amis’in Lucky Jim Adlı Romanında Yabancılaşma Üzerinden Toplum Elştirisi……………………………………………………..76 SONUÇ………………………………………………………………………….136 KAYNAKÇA TÜRKÇE ÖZET İNGİLİZCE ÖZET (SUMMARY) vi GİRİŞ Bu çalışmanın amacı Evelyn Waugh‟nun (1903-1966) Decline and Fall ve Kingley Amis‟in (1922-1995) Lucky Jim adlı romanlarında, yazarların çevrelerinde gözlemledikleri toplumsal aksaklıkları ve bozuklukları “yabancılaşma” üzerinden eleştirmelerini açıklamaktır. Bu doğrultuda, her iki yazarın yaşadığı dönemlerde meydana gelen toplumsal olayları ve bu olayların şekillendirdiği toplum yapısını göz önüne almak çalışmanın sağlam bir yapıya sahip olması açısından önemli olacaktır. Ayrıca, yazarların kendi tecrübelerini, hayat anlayışlarını ve kişilik özelliklerini dikkate almak onların eserlerinde yer alan toplum eleştirisi ile yabancılaşma arasındaki ilişkiyi kavramak için gerekli olacaktır. Bu çalışmada ele alınacak yabancılaşma olgusu, Evelyn Waugh ve Kingsley Amis‟in bu kavrama yönelik yaklaşımları bağlamında incelenecektir. Waugh‟nun ve Amis‟in romanlarındaki olayların ve özellikle ana karakterlerin niteliği göz önüne alındığında, her iki yazarın da, yabancılaşma kavramını “kişinin, içinde bulunduğu toplumun sosyal, kültürel ve etik-ahlaki değerleri ile çatışma halinde olması, çevresi ile bütünleşememesi ve kendini toplumdan soyutlaması” şeklinde algıladıkları söylenebilir. Dolayısıyla bu çalışmada, yabancılaşma kavramı ile ifade edilmek istenen nokta, birey ile toplum arasındaki çatışma ve ayrılma durumu olacaktır. Birinci bölümün amacı, Evelyn Waugh‟nun 1928‟de yazdığı ilk romanı Decline and Fall‟daki toplum eleştirisi ile karakterlerin yabancılaşması arasında nasıl bir bağlantı olduğunu açıklamaktır. Romandaki karakterler, gerek kişisel nitelikleri gerekse davranışsal özellikleri bakımından “çevresine yabancılaşan karakterler” ve 7 insani özelliklerden yoksun karakterler olmak üzere iki ayrı grupta ele alınmaktadır. Roman boyunca güçsüz ve yalnız kalan Paul Pennyfeather, Bay Prendergast ve Küçük Lord Tangent çevresine yabancılaşan karakterler olarak incelenmektedir. İkinci grupta ise, alışılagelmiş bütün etik-ahlak ilkelerini yok sayan Kaptan Grimes, Margot Beste-Chetwynde ve Doktor Fagan adlı karakterler bulunmaktadır. İkinci bölümün amacı Kingsley Amis‟in 1954‟te yazdığı ilk romanı Lucky Jim‟de yazarın çevresinde gözlemlediği toplumsal aksaklıkları ve bozuklukları, karakterlerin yabancılaşması üzerinden nasıl yansıttığını açıklamakatır. Romandaki karakterler, kişilik özellikleri nedeni ile “çevresine yabancılaşan karakterler” ve etikahlak ilkelerinden yoksun karakterler olmak üzere iki farklı grupta incelenmektedir. Bu doğrultuda, işçi sınıfından gelmesi ve içinde bulunduğu üst sınıftan farklı değerlere sahip olması nedeniyle çevresiyle bütünleşemeyen ana karakter Jim Dixon ve onunla benzer kişilik özelliklerine sahip olan Christine Callaghan çevresine yabancılaşan karakterler olarak ele alınmaktadır. Profesör Welch, Bertrand Welch ve Margaret Peel ise çıkarcı ve ikiyüzlü kimlikleri ile toplumsal bozuklukların temsilcisi karakterler olarak incelenmektedir. Her iki romandaki toplum eleştirileri, olay örgüsü ve karakter analizleri Waugh‟nun ve Amis‟in yabancılaşma olgusuna yaklaşımı ile bağlantılı olarak irdelenecektir; ancak yabancılaşma kavramının tüm yönleri ile anlaşılması için bu kavrama yönelik yapılan tanımlamalardan ve bir takım düşünürlerin görüşlerinden bahsetmek de gerekir. Yabancılaşma teriminin sözlükteki anlamı “dost canlısı ve anlayışlı bir kişinin bu özelliklerinden uzaklaşmasına neden olma durumu, kişinin 8 kendisini belirli bir gruba ait hissetmemesine neden olma durumu”1 (Oxford, 2000:29) şeklindedir. Yabancılaşma kavramının ortaya çıkmasında önemli rolü olan Alman düşünür Wilhelm Friedrich Hegel‟e göre “toplum, insanın kendini anlamasına yardım ederse ve insanlar da bunun bilincinde olursa yabancılaşma ortadan kalkar” (Leopold, 2007:75). Yabancılaşma kavramının önem kazanmasında ve çeşitli alanlara taşınmasında etkili olan Karl Marx The Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 adlı eserinde yabancılaşmayı şöyle tanımlar: “İşçinin ürününe yabancılaşması, sadece, onun emeğinin bir nesne, dış bir varlık haline gelmesi demek değil, aynı zamanda, kendisine yabancı bir şey olarak, kendisinin dışında, bağımsız şekilde var olması anlamına gelir […]” (Marx, 1988:72). Yabancılaşma konusu üzerine önemli görüşleri olan Melvin Seeman ise “On The Meaning of Alienation” adlı makalesinde yabancılaşma kavramının “güçsüzlük” (powerlessness), “ayrılma” (isolation), “normsuzluk” (normlessness), anlamsızlık (meaninglessness) ve “kendine yabancılaşma” (self-estrangement) olmak üzere beş değişenden oluştuğunu belirtir (Seeman,1959:784). Charles Hobart “Types of Alienation: Etimology and Interrelationships” adlı makalesinde yabancılaşan bireyin “toplumdan derin bir ayrı olma duygusu” (Hobart, 1965:93) yaşadığını belirtir. Yabancılaşmayı “bireyi diğer kişilerin „anlamaması‟ hissi, diğer insanlarla iletişim yetisinin bozulması ve toplumdan ayrılma” olarak tanımlayan Hobart‟a göre yabancılaşan birey çevresindekilerle “daha az iletişim içerisindedir” (Hobart, 1965:93). Sosyolojinin ayrı bir bilim olmasını sağlayan ve bu bilimin en önde gelen düşünürlerinden biri olan Émile Durkheim‟a göre yabancılaşmanın toplumsal boyuttaki karşılığı “anomi”dir. İntihar adlı eserinde intiharı “zihinsel yabancılaşma” 1 Tüm çeviriler tarafımdan yapılmıştır 9 ile bağdaştıran Durkheim‟a göre, özellikle hayat şartlarının ani ve radikal şekilde değiştiği toplumlarda anominin ve yabancılaşmanın ortaya çıkışı şöyle gerçekleşir: […] Geleneksel kurallar otoriteyi kaybettiği anda, bu isteklere teklif edilen daha zengin mükâfatlar kişileri tetikler ve daha aceleci ve kontrol dışı olmalarına neden olur. […] Akıllı kişi, ulaşılan bu sonuçların tadını çıkarır ve onların içinde hayata bağlılığı bulur. Fakat tüm umutlarını geleceğe bağlayan ve gözlerini geleceğe dikmiş şekilde yaşayan kişi için […] önünde ya da arkasında bakacak hiçbir şey kalmaz. (Durkheim, 2005:214-217) Anlaşılacağı üzere, Durkheim, sınırsız özgürlüğe sahip olan, değer ve geleneklerinden koparak kuralsızlaşan bir toplumun hiçbir şeyden tatmin olmayacağını, bu durumun ise toplumu kendi özüne yabancılaştıracağını düşünür. Stjepan Mestrovic, “Durkheim‟s Concept of Anomie Considered as a „Total‟ Social Fact” adlı makalesinde homo duplex‟in (kişinin insani ve hayvani yönleri ile bölünmesi) “aşağı” kutbunun “yukarı” kutbunu yönettiği toplumlarda manevi değerlerin ve standartların altüst olacağını, bu nedenle toplumun insani özelliklerine yabancılaşacağını savunur düşünür. Mestrovic‟e göre böyle bir toplumda “ […] bozukluk (dereglement) normların yokluğu değildir; bozukluğun kendisi hastalıklı bir norm olmuştur; bu, sorun üreten bir kuraldır” (Mestrovic, 1987:572). Amerikalı sosyolog Robert K. Merton “Social Theory and Social Structure” adlı makalesinde, anomi etkisi altındaki yabancılaşmış toplumları şöyle nitelendirir: “[…] genel çalışkanlık, dürüstlük ve nezaket erdemlerinin geçerliliği neredeyse kalmamıştır. Ve böyle bir toplumda insanlar, Talih, İhtimal ve Şans gibi gizemli şeylere önem verme eğilimindedir” (Merton, 1968:202). 10 Yukarıda bahsedilen düşünürlerin görüşleri, yabancılaşma kavranının bireysel ve toplumsal yönleriyle daha iyi anlaşılması ve hangi anlamlarda kullanılageldiğinin görülmesi açısından önemlidir. Ancak bu çalışmada, Decline and Fall ve Lucky Jim‟de incelenecek yabancılaşma olgusu, bu düşünürlerin görüşleri ya da birtakım eserleri ile bağlantılı olarak değil de Evelyn Waugh‟nun ve Kingsley Amis‟in yabancılaşma konusuna yaklaşımları ışığında incelenecektir. Evelyn Waugh‟nun ve/veya Kingsley Amis‟in eserlerinin, yukarıda bahsedilen düşünürlerin görüşleri ya da eserleri ile doğrudan bağlantılı olarak incelenmesi başka bir çalışmanın konusu olabilir. Waugh‟nun ve Amis‟in, Decline and Fall ve Lucky Jim‟de oluşturdukları yabancılaşma olgusu üzerinden toplumun hangi yönlerini eleştirdiklerini anlamak için her iki romanın yazıldığı toplumların genel özelliklerinden ve bu dönemlerde yaşanmış toplumsal ve tarihsel değişimlerden, yazarların kendi hayat tecrübeleri ile bağlantılı olarak bahsetmek gerekir. Bu doğrultuda, Decline and Fall‟un yazıldığı dönem olan 1920‟ler İngiltere‟sinde Waugh‟nun hayata bakış açısını şekillendiren toplumsal olayları ve Waugh‟nun etkilendiği düşünürleri ve yazarları incelemek önemlidir. Jon Lawrence, “The First World War and Its Aftermath” adlı makalesinde, Birinici Dünya Savaşı‟ndan sonra İngiltere‟nin “yaklaşık iki buçuk milyon kişilik savaş zaiyatı olduğunu ve 700.000 kişiden fazla kişinin hayatını yitirdiğini” (Lawrence, 1998:151) belirtir. Lawrence, ayrıca, devlet yönetiminin, savaş sırasında kötüleşen ekonomik durumu düzeltmek için halka ağır vergiler yüklemek yerine iç yatırımcılardan borç almayı seçtiğini; bu nedenle 1914‟te 650 milyon paund olan devlet borcunun 1919‟da 7,435 milyon paunda ulaştığını söyler (154). Dudley Baines 11 “The Onset Of Depression” adlı makalesinde İngiltere ekonomisinin 1920-1929 yılları arasında “tarihinin en hızlı çöküşünü yaşdığını” ifade eder (Baines, 1998:171). Baines ayrıca, savaş sonrasında İngiltere‟nin özellikle ihracat alanında büyük bir depresyon yaşadığını, 1.1 milyon sanayi işçisini kaybettiğini ve 1919‟da %5‟in altında olan işsizlik oranının 1930‟a kadar %15‟e dayandığını belirtir (172). Savaş sırasında ve sonrasında yaşanan bu ekonomik bunalım ile beraber halkın, savaşın tüm yıkımına ve gerilimine tanıklık etmiş olması 1920‟ler İngiltere‟sinin toplum yapısının değişmesine neden olmuştur. Martin Caedel “Attitudes to War: Pacisifism and Collective Security” adlı makalesinde, 1920‟lerde İngiltere‟de savaşın getireceğine inanılan faydalara olan inancın kaybolduğunu ve insanların, savaşın getirdiği korku ve güvensizlik hisleri ile beraber büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını belirtir (Caedel, 1998:227). Caedel ayrıca bu dönemde halkın büyük çoğunluğunun, savaşın neden olduğu sosyal, psikolojik ve ekonomik bunalımdan kurtulma çabasıyla, kendilerini gerçeklerden uzaklaştıracak zevklere daldıklarını söyler (227). “Kükreyen Yirmiler” olarak anılan bu dönemde, İngiliz toplumu jaz müzik, kokteyl ve gece kulüpleri gibi yeniliklerle tanışmıştır. Ayrıca bu dönemde, kadınların toplum içindeki yeri ve görünümü de radikal değişiklikler geçirmiştir. 1928‟de kadınlar, erkeklerle eşit oy verme hakkına sahip olmuştur. Kadınlar artık dağınık saçlı, kısa etekli ve ağır makyajlı görünümleri ile “Edward döneminin kurallar zincirden kurtularak özgürleşmişlerdir.”2 Bütün bu değişiklikler İngiliz toplumunun, savaş öncesinde sahip olduğu değer ve yargıların değişerek bunların yerine yeni bir yaşam anlayışının gelmesine neden olmuştur. Savaş öncesinde ve Viktorya döneminde toplumun alışılagelmiş olarak kabul ettiği 2 http://www.pasttimesproject.co.uk/20th_century_review.php?decade=20s 12 ve önem verdiği din, evlilik, etik/ahlak anlayışı, yasalara uyma, estetik anlayışı gibi değerler ve idealler 1920‟lerde içi boş kavramlara dönüşmeye başlamıştır. Artan ekonomik sorunlar nedeniyle insanlar maddi çıkarları dürüstlük, sağduyu ve yardımseverlik gibi ideallerden kolayca vazgeçerek kendi çıkarlarına göre yaşamayı tercih etmişlerdir. Bu dönemde kadın-erkek ilişkilerinde serbestlik esas alınmıştır; bu durum evlilik kurumunu gittikçe önemsiz hale getirmiştir. Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall‟da tasvir ettiği 1920‟ler İngiliz toplumu, anlaşılacağı üzere “kabuk değiştirmiş” bir toplumdur. Muhafazakâr bir aileden gelen ve genel olarak gelenekçi bir düşünce yapısına sahip olan Waugh çevresinde gözlemlediği aksaklıkları, bu toplum yapısının içine, bu yapıya uygun olmayan karakterler yerleştirerek resmetmeyi ve eleştirmeyi amaçlamıştır. Decline and Fall‟daki karakterlerin, her yönleri ile uç noktalarda bulunmasının sebebi, Waugh‟nun eserine yansıttığı toplum ile ilgilidir; bu toplum içinde yer alan kişiler ya karşılaştıkları yeni toplum düzeninr, çevrelerindeki olaylara ve kişilere anlam veremeyerek tamamen eski değerlere göre yaşamayı seçmişler ya da toplum normlarını tamamen terk ederek sadece kendi çıkarları ve istekleri doğrultusunda yaşamayı benimsemişlerdir. Bu nedenle, 1920‟ler İngiliz toplumunda ve bunun bir yansıması olarak Decline and Fall‟da yer alan toplum içinde kişiler ya her yönüyle değişen topluma karşı yabancı kalmışlardır ya da değişen toplumun bir parçası olarak insani özelliklere yabancılaşmışlardır. Decline and Fall‟un yayımlanmasından yirmi altı yıl sonra, 1954 yılında Kingsley Amis Lucky Jim‟i yazarak, çevresinde gözlemlediği bozuklukları, Waugh‟nun yaptığı gibi, yabancılaşma olgusu üzerinden yansıtmayı amaçlamıştır. 13 İkinci Dünya Savaşı‟nın bitiminden dokuz yıl sonra yayımlanan Lucky Jim, hem toplumun genelindeki hem de, spesifik olarak üniversite ortamındaki “sahte” yapıyı ele almıştır. Alt-orta sınıf bir aileden gelen Kingsley Amis, daha çok elit ailelerin çocuklarını kabul eden Oxford Üniversitesi‟nde eğitim görmüş ve böylece üst sınıf toplumun özelliklerini detaylı şekilde inceleme şansı bularak gözlemlerini Lucky Jim‟e yansıtmıştır. Bu nedenle, romandaki toplum eleştirilerini ve karakterlerin yabancılaşmısını daha iyi anlamak için romanın yazıldığı dönem olan İkinci Dünya Savaşı sonrası İngili toplumunu ve özellikle 1950‟li yıllarda meydana gelen toplumsal değişimleri incelemek gerekir. İkinci Dünya Savaşı‟ndan sonra iktidara gelen işçi partisi, işçi sınıfı ile üst sınıflar arasındaki sosyal ve ekonomik farklılığı azaltmak amacıyla işçi sınıfının yaşam standartlarını yükseltecek bazı reformlar getirmiştir. “Refah Devleti” (Welfare State) kapsamında geliştirilen “iyileştirme” girişimleri sonucunda işçi sınıfı sağlık, istihdam, eğitim ve ekonomi açısından önceden çok uzağında olduğu bir yaşam kalitesine ulaşmıştır. İşçi sınıfının yükselen bu yaşam standartları bu sınıfın, kendi karakteristik özelliklerinden uzaklaşarak “tüketici toplum” anlayışına sahip olmaya başlamasına neden olmuştur. Joanna Bourke, Working Class Culture In Britain 1890-1960 adlı eserinde işçi sınıfının artan tüketim oranlarıyla ilgili şu bilgileri verir: “Beden işçilerinin kişisel tüketim oranı, 1951‟den sonraki on yıl içinde yüzde 25 arttı. Tüketim eşyalarındaki dikkat çekici genişleme en çok ev sahasında görüldü. [...] 1920‟de sadece 720.000 ev elektriğe bağlıyken 1950‟lerin başlarına kadar dokuz milyon eve elektrik bağlanmıştı” (Bourke, 2009:6). Bourke ayrıca, elektrikli süpürge makinası, çamaşır makinası, buzdolabı, televizyon gibi, işçi sınıfı için daha önceden ulaşılması zor ve lüks olarak kabul edilen ürünlerin tüketiminin hızlı şekilde arttığını 14 ve bu eşyaların artık her eve girdiğini belirtir (Bourke, 2009:7). Anlaşılacağı üzere, refah seviyesi yükselen işçi sınıfı, geçim sıkıntısı ve diğer maddi kaygıları aştıktan sonra yaşam tarzı açısından giderek üst sınıfa benzemeye başlamıştır. Bu durum, işçi sınıfının tüketim alışkanlıklarının değişmesyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda bu kesimin hayata bakış açısının ve beklentilerinin de alışılagelmiş işçi sınıfı kimliğinin dışına çıkmasına neden olmuştur. David Gladstone British Social Welfare Past, Present and Future adlı eserinde Clement Attlee başkanlığında 1945‟te iktidara gelen İşçi Partisi‟nin, tam istihdamı ve geniş çaplı halk hizmetlerini kapsayan “Refah Devleti” oluşturmayı amaçladığını belirtir (Gladstone, 2005:2). Bu Refah Devleti içinde ise, İkinci Dünya Savaşı boyunca halkın diğer kesimine göre daha büyük zorluklar yaşayan işçi sınıfının kalkınmasını sağlayacak sosyal ve ekonomik reformların uygulanması hedeflenmiştir. Bu dönemde oluşturulan Ulusal Sağlık Hizmeti (National Health Service) (1948), tüm halkın, düşük bir ücret karşılığında sağlık hizmeti almasını sağlarken 1946‟da getirilen Ulusal Sigorta Yasası (National Insurance Act) özellikle işçi sınıfı mensuplarına gelişmiş bir sosyal güvenlik imkânı sunmuştur. İşçi Partisi, ayrıca, İngiltere Bankası, kömür madenleri, demiryolları, elektrik ve gaz şirketleri gibi ülkenin kritik noktalarında ulusallaştırmaya giderek işçi sınıfının iş koşullarının iyileşmesini ve refah seviyesinin yükselmesini sağlamıştır. 1945‟te işsizlik 2,5 oranındayken 1949‟da bu oran 1,2‟ye kadar düşmüştür3. Sonuç olarak, 1950‟lere gelindiğinde İngiltere‟de, her ne kadar işçi sınıfı ile üst sınıf arasındaki fark devam etse de, işçi sınıfı ekonomik açıdan gelişmiş ve daha yüksek bir alım gücüne sahip 3 Hopkins, Eric, The Rise and Decline of the English Working Classes 1918-1990, s.100, St. Martin‟s, 1991 15 olmuştur. İşçi sınıfının yaşam standartlarının yükselmesi bu sınıf mensuplarını memnun etse de, diğer yandan, bu sınıfın tüketici ve maddeleşen bir kesime dönüşmesine ve kendi kimliğinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu durum, Kennet Allsop‟un The Angry Decade adlı eserinde belirttiği gibi, Kingsley Amis‟in de dahil olduğu bir takım yazarların, üst sınıfı eleştiren eserler ortaya koymasına ve eserlerinde, işçi sınıfı ile bütünleştirdikleri yardımseverlik, paylaşımcılık, samimiyet ve birlikte hareket etme gibi bazı nitelikleri ön plana çıkarmalarına neden olmuştur (Allsop, 1958:7-10). Kingsley Amis Lucky Jim‟de, işçi sınıfından gelen bir karakteri üst sınıfın yapmacık yapısı içine yerleştirerek bu iki sınıf arasındaki farklılıkları ortaya koyar. Romandaki karakter grupları arasında, kişisel özellikleri bakımından her anlamda çatışma ve uyumsuzluk olması, bir bakıma, İngiliz “burjuva” sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki farklılığın yansımasıdır. Amis, sosyal ve akademik çevresinde gözlemlediği ikiyüzlü, bencil, metaya önem veren, yapmacık ve gösteriş düşkünü davranışları Lucky Jim‟de oluşturduğu bazı karakterler üzerinden eleştirir. Amis dürüstlük, sağduyulu olma, nezaket ve yardımseverlik gibi değerleri kapsayan etikahlak kurallarına sahip ana karakter Jim Dixon‟ı kendisinden tamamen farklı bir hayat anlayışına sahip olan kişilerin arasına yerleştirerek hem üst sınıf toplumu eleştirir hem de bu değerleri yüceltir. Anlaşılacağı üzere, Amis‟in toplum eleştirisinde, içinde bulunduğu topluma yabancı kalan kişiler ile insancıl kimlikten yoksun, çıkarcı ve sahte davranışları benimseyen kişiler önemli bir noktada durmaktadır. Jim Dixon‟ın içinde bulunduğu toplum, özellikle üst sınıf kişilerin gerçekten hissettiklerini ve düşündüklerini sakladıkları, çevrelerini etkileme uğraşı içinde 16 oldukları, bunun için sahte kişiliklere bürünerek başkalarını kendilerine hayran bırakacak sahte entelektüelliğe ve yapmacık nezakete büründükleri bir toplumdur. Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler sosyal statü ve ekonomik refah açısından Jim‟in üstünde olmasına rağmen bu karakterler riyakâr, kibirli ve samimiyetten uzaktırlar; Jim ise tam tersine roman boyunca açık sözlü, dürüst ve iyi niyetli olma çabası içindedir. Jim ile çevresi arasındaki bu niteliksel çatışma, Jim‟in çevresine yabancılaşmasına neden olur. Jim‟in yalnız kaldığında kendini rahat ve mutlu hissetmesi toplum içindeyken baskı altında olmasının bir sonucudur; yalnızken toplum içinde yapamadığı değişik suratlara bürünmesi ve taklitler yapması ise Jim‟in çevresine yabancılaşmasına işaret eder. Sonuç olarak, Evelyn Waugh ve Kingsley Amis, içinde bulundukları toplumlarda gözlemledikleri aksaklıkları ya da bozuklukları çevresine yabancılaşmış karakterler ve insani özelliklerden yoksun karakterler üzerinden ortaya koymayı amaçlamışlardır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı‟ndan sonra İngiliz toplumunun yaşadığı birtakım değişikliklerin iki dönemin toplumunda da benzer tepkilere neden olduğu düşünüldüğünde, Waugh‟nun ve Amis‟in benzer bir ahlaki duruşa sahip oldukları söylenebilir. Bu nedenle, Decline and Fall ve Lucky Jim bu iki yazarın toplumsal eleştirilerini belirtmek amacıyla yazdıkları birer “tarihsel metin” olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, her iki romandaki toplumsal eleştirilerin yabancılaşma üzerinden nasıl yapıldığını incelemek, iki dünya savaşı sonrasında İngiltere‟nin sahip olduğu yeni toplum yapılarını anlamak açısından da yararlı olacaktır. 17 I. BÖLÜM EVELYN WAUGH’NUN DECLINE and FALL ADLI ROMANINDA YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ Bu bölümün amacı Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall adlı romanında yabancılaşma olgusunu, yazarın toplum eleştirileri ile bağlantılı olarak açıklamak olacaktır. Bu doğrultuda, yazarın kendi hayatının, hayata bakış açısının ve romanın yazıldığı dönemin toplumsal özelliklerinin, romandaki yabancılaşma olgusu ile nasıl bir ilişkisi olduğu ele alınacaktır. Ayrıca, bu bölümde, karakterlerin yaşadığı yabancılaşmanın, onların davranışlarını ve romanın olay örgüsünü nasıl şekillendirdiği incelenerek, bu yabancılaşmanın, toplum eleştirileriyle nasıl bir bağlantısı olduğu irdelenecektir. Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall ile ortaya koymayı amaçladığı iki temel eleştiri unsuru vardır. Yazar ilk olarak, 1920‟ler İngiliz toplumunun aslında ne kadar bozulmuş bir yapıya ve absürt olaylara/şahıslara sahiplik ettiğini göstermektedir. İkinci olarak ise yazar, modern toplum içinde aşırı duygusal ve naif davranan, olayların ve kişilerin gerçek yüzünü göremeyecek kadar saf, hiçbir şeye müdahele edemeyecek kadar güçsüz olan kişileri eleştirir. Waugh‟nun Decline and Fall‟daki eleştirisinin hedefindeki toplum, insani erdemlerden, etik-ahlaki değerlerden ve bütün geleneklerden yokusun, karmaşa içindeki bir toplumdur. David Lodge “Evelyn Waugh” adlı makalesinde Waugh‟nun ilk romanının adının, tarihçi Edward Gibbon‟un Decline and Fall of The Roman Empire adlı eserinden aldığını belirtir. Lodge‟a göre Waugh “[…] başka bir büyük 18 İmparatorluğun ve onun kültürünün gerilemesinin ve çöküşünün kaydını tutar” (Lodge, 1974:47). Waugh, yozlaştığını düşündüğü toplumu eleştirirken, toplum içindeki bozuklukların nasıl düzeltileceğine dair bir çözüm önerisi getirmez; çünkü Waguh‟nun asıl amacı, gerçekte en değersiz ve aşağılık olarak düşündüğü “modern insanın” bozulmuş toplum içinde nasıl saygı duyulan, önemli ve varlıklı kişilere dönüştüğünü göstermek; aşırı saf ve güçsüz olan kişilerin ise modern toplum içinde var olamayacağını ortaya koymaktır. Waugh Decline and Fall ile, Oxford‟daki ilk zamanlarında kendisinde gördüğü, sonrasında ailesinde, özellikle de babasında gördüğü aşırı çekingenlik, nezaket, hassasiyet gibi, güçsüz ve “silik” bir kişinin sahip olabileceği karakteristik özellikleri eleştirir. Jeffrey Heath‟in The Picturesque Prison Evelyn Waugh and His Writing adlı eserinde aktardığı gibi “Babasının otobiyografisinin aşırı duygusal olması Waugh‟yu utandırmış […] Waugh, babasında gördüğü yetersizlikler üzerine daha çok gitmiş, bunları yaşlı neslin tamamının tipik başarısızlığı olarak genellemiş ve sonuç olarak hicivlerinin ana hedefi yapmıştır” (Heath, 1982:13). Başka bir deyişle, Waugh‟nun eleştirisi, kendini toplumdan ve bu dünyanın zevklerinden soyutlamış, bu yüzden de aptallık seviyesinde saflaşmış ve korkak hale gelmiş kişileri de kapsar. Waugh “beyefendi” olanı yücelttiği gibi aptal ve saf olanı da en olmayacak durumların ortasına bırakarak eleştirir; bu iki özellik Decline and Fall‟da ana karakter Paul Pennyfeather‟de bulunur. Böylesine saf ve savunmasız bir kişi, herhangi bir kurala ya da ideale sahip olmayan, insani özelliklerden yoksun topluma kaçınılmaz olarak yabancılaşır. Dolayısı ile denebilir ki; Waugh‟nun Decline and Fall‟u yazmasındaki asıl amaç hem toplumun her yönü ile bozulmuş olmasını 19 yansıtmak ve eleştirmek, hem de çekingen, duygusal, güçsüz ve saf davranışları yermektir. Waugh‟nun Decline and Fall‟daki eleştirilerinin önemli bir kısmını yönelttiği toplumsal bozuklukların başında, (Waugh‟ya göre) 1920‟ler İngiliz toplumunun estetik anlayışa sahip olmaması ve bu yüzden de sanatsal olana değer vermemesi gelir. Yazar, kariyerinin başından itibaren, özellikle, dini öğretilerin baskın olduğu Brideshead Revisited‟i yazana kadarki süreçte, işlevsellikten çok, güzelliğe ve yapıya önem vermiş, özellikle 18. yy. mimarisini yüceltmiştir. 1920‟ler İngiliz toplumunda (özellikle Londra‟da) ise din, gelenek ve diğer tüm değerlerin yanında sanat da etkisini ve önemini kaybetmeye başlamıştır. Waugh, İngiliz toplumunun artık estetik anlayışına sahip olmadığını, sanat “zevkini” kaybettiğini ve sanatsal açıdan köklerinden koparak yozlaştığını düşünmüş, bu düşüncesini Decline and Fall‟u yazarak eleştirel şekilde göstermek istemiştir. Estetik ruhtan yoksun olduğunu düşündüğü 1920‟ler İngiliz toplumunu, yarattığı karakterlerle eleştiren Waugh, Heath‟in de belirttiği üzere “birçok kez kötü zevk örneklerini ahlaki yozlaşmanın ve akılsızlığın özelliği olarak kullanmıştır” (Heath, 1982:77). Waugh sanatsal değer taşıyan her şeyi övdüğü gibi, özgün ve eşsiz olana da saygı duyar. Onun, Decline and Fall‟u yazmasının bir nedeni de yapmacık (bogus) olarak gördüğü her şeyi ve herkesi, özellikle de samimiyetten uzak İngiliz üst sınıfının gösteriş düşkünlüğünü ve bayağılığını eleştirmek, hatta aşağılamaktır. Waugh, Oxford‟dan ayrıldıktan sonra içine girdiği çevrenin derinlikten yoksun, yapay hayatını iyi gözlemlemiştir; nitekim, A Little Learning adlı otobiyoğrafik eserinde, yakın arkadaşı Harold Acton ile “gusto” olarak adlandırdığı “sanatçılara karşı saygı, yapmacık olanı ise aşağılama” (Waugh, 1983:197) amacını güttüklerini 20 belirtir. Waugh‟nun, bu amacı Decline and Fall‟da özellikle Leydi Circumference ve Margot Beste-Chetwynde karakterlerine yansıttığı “sahte” tavırlarda açıkça görülür. Bu yüzden, Waugh‟nun Decline and Fall‟u yazmasının bir nedeni de toplumun yaşam tarzı ve hayat felsefesi açısından gerçeklikten uzaklaşmış olduğunu, göstermektir. Waugh‟nun Decline and Fall‟u yazarak, yansıtmayı ve eleştirmeyi amaçladığı toplum yapısı içinde yozlaşmış devlet kurumları ve özellikle bu kurumların başında bulunan kişiler yer alır. Oxford, iki adet ilkokul, (çok kısa bir süre olsa da) hapishane, sanat okulu, gazete şirketi, marangozluk okulu gibi çeşitli mekânlarda bizzat bulunmuş, bazılarında çalışmış olan Waugh, bu ve benzer kurumlardaki yozlaşmayı ve bu kurumların yöneticisi konumundaki karaktersiz ve “düşkün” kişileri Decline and Fall‟u yazarak yansıtmayı amaçlamıştır. Bay Sniggs, Bay Postlethwaite, Dr. Fagan, Sir Lucas Dockery gibi karakterler yaratarak “Waugh, sorumsuz otorite-figürlerinin zayıflıklarını, havaya kaldırdıkları içki bardaklarını, sarhoşça tartışırken yükselen seslerini inceler” (Heath, 1982:66). Dolayısıyla, Waugh‟nun ilk romanında, kurumsal ve yönetimsel anlamda da toplumun nasıl bir bozulma içinde olduğunu göstermeyi amaçladığı söylenebilir. Hem Waugh‟nun toplum eleştirilerini tüm yönleriyle anlamak hem de romandaki olayların ve karakterlerin niteliklerini daha iyi analiz edebilmek ya da farklı bir açıdan değerlendirebilmek için, karakterlerin hangi yönleri ile ayrıldığını, tecrübe ettikleri yabancılaşma sürecini ve bu sürecin olaylara etkisini irdelemek önemli olacaktır. 21 Decline and Fall‟daki karakterler, sahip oldukları farklı kişilik ve davranış özellikleri nedeniyle temel olarak iki grup altında toplanır. İlk olarak, roman boyunca aşırı duygusal, pasif ve güçsüz bir görüntü çizen ana karakter Paul Pennyfeather ve onunla benzer özelliklere sahip olan Bay Prendergast ve Küçük Lord Tangent karakterleri, sahip oldukları kişilik özellikleri nedeniyle, modern toplumun sahtekâr ve çıkarcı yapısı içinde yalnızlaşırak fiziksel ve düşünsel anlamda toplumdan soyutlanırlar. Bu nedenle bu üç karakter “çevresine yabancılaşan karakterler” olarak ele alınacaktır. İkinci olarak ise, yazarın, 1920‟ler İngiltere‟sinde gözlemlediği toplumsal bozuklukların timsali olan karakterlerin insani duygulardan ve erdemlerden yoksun, “canavarlaşmış” kişilikleri ele alınacaktır. Kaptan Grimes, Margot Beste-Chetwynde, Philbrick ve Dr. Fagan‟dan oluşan bu karakterler, bütün etik-ahlaki ilkeleri yok sayan yönleri ile Waugh‟nun toplum eleştirilerini yansıtan kişiler olarak incelenecektir. Decline and Fall‟daki karakterlerin yabancılaşması gruplandırılması, romandaki “statik” ve “dinamik” kişiler ayrımı ile ilintilidir. Bu sınıflandırma, romanın son bölümünde Otto Silenus‟un, hayatı, hızlı bir şekilde dönen bir dönme dolaba benzettiği ve insanları da bu dönme dolap içindeki insanların davranışlarına göre “statik” ve “dinamik” olmak üzere ikiye ayırdığı şu konuşmasına dayanır: […]Dolap hakkındaki asıl nokta şudur ki, […] bu herkese uygun değildir. […] Ve ortaya ulaştığımızda, sanki hiç başlamamış gibidir. […] Şimdi sen, sessiz sedasız sandalyede oturmuş ve canı sıkılınca diğerlerini izlemiş birisin. Bir şekilde dolaba bindin ve biner binmez, sert bir darbe ile fırlatıldın. Yukarı tırmanabilen Margot ve merkezde olan benim için her şey iyi, ama sen statiksin. İnsanlar, bu aptal cinsiyet ayrımı yerine dinamik ve statik olarak ayrılmalılar. (Decline and Fall, 283) 22 Romandaki bu sınıflandırma doğrultusunda, “statik” karakterler, köklerinden ve değerlerinden kopmuş bir toplum içinde tamamen güçsüz ve pasif kalan, bu yüzden de çevresiyle uyuşamayan, “topluma yabancılaşmış” karakterler olarak ele alınacaktır. Bu grupta, Paul Pennyfeather, Bay Prendergast ve Lord Tangent karakterlerinin yabancılaşması incelenecektir. “Dinamik” karakterler ise sürekli kendi çıkarlarını düşünen, geleneklere, toplumsal değerlere ve dine hiçbir inancı kalmamış, maddeleşmiş ve dolayısıyla insan özüne aykırı hale gelerek “canavarlaşmış” karakterler olarak değerlendirilecektir. Kendilerine göre çağın gerektirdiği şekilde, normal bir hayat süren bu karakterler ise, Margot BesteChetwynde, Kaptan Grimes ve Dr. Fagan‟dan oluşur. Bunların dışında, roman boyunca, diğer karakterlere oranla daha az görülen, ama olay örgüsü açısından önemli bir noktada duran Philbrick, Leydi Circumference ve Sir Wilfred LucasDockery insani özelliklerden yoksun kişiler olarak ele alınacaktır. Romandaki, çevresine yabancılaşan karakterlerin karşılaştıkları olaylar ve sonrasında bu kişilerin düştüğü durumlar gösterir ki modern toplum içinde ayakta kalmak, aklını ve zekâsını kullanmaya dayanmaktadır. Bu şekilde davranamayan, çevresinde olup bitenleri sorgulamayan ya da bunlara karşı çıkmayan; çevresindeki herkese saflığa varacak kadar güvenen, hakkını arayacak cesareti olmayan kişiler, modern toplumda ezilir ve böylece topluma yabancılaşır. Kurnazlığı ve çıkarcılığı abartarak bunu bir yaşam tarzı haline getiren, her şeyin merkezine ulaşmaya ve her şeyi elde etmeye çalışan kişiler ise farkında olmadan insani duygulardan ve erdemlerden yoksun hale gelir. Waugh, bu karakterlerle, toplumun yozlaşmasını ve bu durumun artık olağanlaştığını göstererek, modern toplum içinde kimliksizleşen ve duygusuzlaşan insanı yansıtır. Diğer taraftan, çevresine yabancılaşan karakterlerin, 23 çok yakınında durdukları olayların ve kişilerin aslında ne kadar aldatıcı olduğunun farkında bile olmamaları, bu karakterlerin aptallığa varacak kadar saf ve pasif olduklarını gösterir ki Waugh bu karakterleri bu yönleri ile eleştirir. Meckier “Cycle, Symbol, and Parody in Evelyn Waugh's Decline and Fall” adlı makalesinde bu konuyla ilgili olarak şöyle düşünür: “Waugh‟nun temel söylencesi iki yönlü olumsuzdur. O, İngiliz beyefendiliğinin (ya da bey efendi), aşağılık, ahlaksız bir dünya tarafından geri çevrildiğini gösterir; fakat aynı zamanda, saf ve masum olanları da, görünüşte kaçınılmaz olan algılama yetersizlikleri yüzünden suçlar” (Meckier, 1979:62). Alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Waugh, hem insani özelliklerden yoksun karakterleri hem de çevresine yabancılaşmış karakterleri, tüm yanlışlarıyla, kötü ya da yetersiz yönleriyle yansıtır. Waugh için, çoğu zaman, bir tarafın iyi, diğer tarafın kötü olması durumu söz konusu değildir; Katolik mezhebine geçtiği ve Hıristiyanlığa bağlandığı zamanlarda bile Katolik kilisesinin eksik ve yetersiz yönlerini eleştirmesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. Decline and Fall‟da çevresine yabancılaşan karakterler, 1920‟ler İngiltere‟sinde, değişen yaşam tarzını ve dünya görüşünü sorgulamadan, olduğu gibi benimsemiş bir toplumda, çevresinde olup bitenlere anlam veremeyen, aşırı saf ve güçsüz kişileri yansıtır. Özellikle Londra ve etrafında ikamet eden maddi durumu iyi, genç ve orta yaşlılar, hayatı çoğunlukla gece kulüpleri ve partiler arasında geçen, dinin, aile yapısının, toplum kurallarının ve diğer tüm değerlerin kendileri için hiçbir şey ifade etmediği “Parlak Gençler”i (Bright Young Things) oluşturur. Böyle bir toplumda, değerlerine bağlı kalmaya çalışan, özellikle orta ve alt sınıflardan gelen gençler, modern hayatın hızına ve gerektirdiklerine uyum sağlayamamış ve 24 çevrelerine yabancılaşmışlardır. Seaman, Life In Britain Between The Wars adlı eserinde, 1920‟lerin ahlaki açıdan “çöküş”ünü şöyle açıklar: Popüler basını yakından inceleyerek veya “gelişmiş” yazarların eserlerini çok iyi anlayarak şu sonuca varılabilir ki; Hıristiyanlık neredeyse sonlanmıştı; evlilik, modası geçmiş bir gelenekti, tam bir cinsel özgürlüğün ortaya çıkışı zaten görülmüştü ve Viktorya dönemi halkının çalışkanlığı tamamıyla geçmişte kalmıştı. İngiliz halkının çoğu, 20‟lerin geleneklere karşı çıkan tavrını endişe ile karşıladı. Onlar zeki ve çalışkan insanların olduğu, savaş öncesi dönemin tüm özelliklerine derinden bağlıydılar. Dünya değiştiği için sadece üzülmüyorlar, aynı zamanda kızıyorlardı. (Seaman, 1970:22) Waugh‟nun günlüklerine, mektuplarına ve biyografilerine bakıldığında, babası Arthur Waugh‟nun, toplumun değerlerinden ayrılmasına ve bilinçsizce değişmesine karşı duran kesimde olduğu söylenebilir. Arthur Waugh‟nun, Evelyn‟i din öğretileri ağırlıklı eğitim veren bir ilkokul ve liseye göndermesi, onun, ailesini de zamanın yozlaşmışlığından uzak tutmaya çalıştığı görüşünü destekler. Dolayısıyla, her ne kadar hayatının belli bir döneminde babasının kendisini uzak tutmaya çalıştığı çevreye girerek “kötü alışkanlıklar” edinse de Waugh, özünde, toplum geleneklerine ve değerlerine bağlı, dine önem veren bir birey olarak yetiştirilmiştir; nitekim Waugh‟nun 1930‟da Katolik mezhebini benimsemesi ve sonraki romanlarının Hıristiyanlık öğretileri yönünden baskın olması bu durumu destekler. İşte Decline and Fall‟da çevresine yabancılaşan karakterler, bir bakıma, Waugh gibi, aslında dine önem veren, aileye yapısına ve geleneklere bağlı, dürüst, kibar ve saygılı bir çevreden veya aileden çıkıp, sahtekârlığın ve yozlaşmışlığın hüküm sürdüğü bir çevreye girmiş kişilerin yansımalarıdır. Bu kişiler, olayların ya da kişilerin mantık veya duygudan yoksun olduğu bir toplumda hem duygusal ve naif oldukları için hem 25 de aptallığa varacak kadar saf ve güçsüz özelliklere sahip bireyler oldukları için modern topluma yabancılaşmışlardır. Decline and Fall‟daki bütün karakterler ve olaylar, kısmen Waugh‟nun kendisini temsil eden Paul Pennyfeather‟in etrafında gerçekleşir ve onunla bağlantılıdır. Ancak ironiktir ki, Paul romanın ana karakteri olmasına rağmen romandaki en “önemsiz” ve “değersiz” kişidir. Bu özelliklerinin yanında Paul, hayran duyulacak ya da örnek alınacak niteliklere sahip olmayan, sıradan bir kişi olarak romanın ana karakteri olduğu için bir “anti-kahraman” olarak kabul edilebilir. Romandaki ironi unsuru, Paul‟un ve diğer karakterlerin yabancılaşmalarının çarpıcı bir şekilde ortaya konulması açısından önemli bir yere sahiptir. Bununla beraber, hem olayların anlatımındaki hem de karakterlerin davranışlarında ve diyaloglarındaki ironik tutum, yazarın, birçok toplumsal bozukluğa gönderme yapmasını, başka bir deyişle “hem hayatın algılanmasını hem de onun çözümsüz paradokslarını sanatsal bir şekilde yansıtılmasını” (Beaty, 1992:9) sağlar. Paul Pennyfeather‟in çevresine yabancılaşmasını ve Waugh‟nun toplum eleştirilerini ele almadan önce şunu belirtmek gerekir ki Paul, Waugh‟nun 1920‟ler İngiliz toplumunun bozuk yönlerini ve Viktorya duygusallığına bağlı kalan aşırı saf ve iyimser kişileri eleştirmek için kullandığı bir “gölge”dir; asıl önemli olan onun tanık olduğu “olaylar silsilesidir” (Decline and Fall, 164). Paul‟un, modern toplumun yozlaşmış mensuplarından farklı olarak, aşırı zayıf ve duygusal bir karakteri vardır. Paul kendini onurlu bir “beyefendi” olarak görür ve bunun “elinde olmadığını, doğuştan içinde olduğunu” (54) düşünür. Fakat hem modern toplumun “ayartması” hem de kendi değerlerine yeterince sıkı bağlı olmaması nedeniyle, Paul, karşılaştığı birçok durumda kesin kararlar veremez, ikilemde kalır, iletişim kuramaz ve komik 26 duruma düşer. Waugh, Paul‟un bu kırılgan ve pasif kişiliği ile bu özellikleri eleştirir ve aşağılar. Waugh ile Paul arasında, hem karşılaştıkları olaylar ve kişiler hem de tecrübe ettikleri yabancılaşma açısından önemli benzerlikler olduğu söylenebilir. Waugh, Paul gibi, uzun süre okuldaki dersleri ve din öğretileri üzerine yoğunlaştıktan sonra bir süre (özellikle 1924-1927 yılları arasında) etik-ahlak ilkelerini tanımayan kişiler arasında bulunmuş, tam olarak onlardan biri olmasa da yaşadığı hayat bakımından onlara benzemiş ve kendini toplumun kuralsız yapısı içinde bulmuştur. Ancak, Paul‟un Kaptan Grimes, Margot Beste-Chetwynde ve Philbrick gibi karakterler arasında kalıp onlardan biri olmaması gibi Waugh da “Parlak Genç İnsanların dünyasının merkezinde değil kenarlarında bulunmuştur” (Davie, 1976:159). Romanın ilk bölümünde, anlatıcının Paul hakkında verdiği detayların, Waugh‟nun kendi hayatından alıntı olması Decline and Fall‟un otobiyoğrafik yönünü gösterdiği gibi Paul karakterinin daha iyi anlaşılması açısından da önemlidir. Paul Hristiyanlık öğretileri ağırlıklı bir lisede eğitim görmüştür, Waugh aynı özelliklere sahip Lancing adlı liseyi bitirmiştir; Waugh The Hypocrites adlı grupla tanışmadan önce, Paul ise Bollinger Club üyeleri ile karşılaşmadan önce, her ikisi de sessiz sakin, kendi halinde yaşamışlardır; ayrıca iki kulüp üyeleri de alkole düşkünlükleri ile ünlüdür. Her ikisi de Oxford‟daki eğitimlerini tamamlamadan okuldan ayrılmış, Galler‟de öğretmenlik yapmışlardır; her ikisi de yabancılaştıkları toplumun bir parçası olmayıp asıl bulunmak istedikleri, ortak çatısı Hıristiyanlık olan çevreye geri dönmüşlerdir. Bütün bu benzerlikler, Paul‟un, Scone‟dan atıldıktan sonra tecrübe ettiği yabancılaşmanın, Waugh‟nun Hertfort‟daki ikinci senesinden itibaren yaşadığı yabancılaşma ile benzer olduğu görüşünü destekler. Ayrıca yine bu 27 benzerlikler, romanın yazıldığı dönemin toplumu içinde, kuralsızlığın ve karmaşanın baskın olduğu çevreye yabancılaşan insanların var olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Paul Pennyfeather, romanın giriş ve birinci bölümlerinde haksız yere okuldan atılır, kendisine babasından kalan paraya vasisi el koyar ve Dr. Fagan, onu normalin çok altında bir maaşla işe alır. Bu aşamaya kadarki olaylar göstermektedir ki, romanın en başından itibaren, Paul‟un karşılaştığı herkes ondan faydalanmaya ve kendi kazançları için onu kandırmaya çalışmaktadır. Paul‟un, mantığın ve duyguların olmadığı, yozlaşmış toplum içinde bulunması onu olduğundan daha zayıf ve çaresiz gösterir. Michael Gorra, “Through Comedy Toward Catholicism: A Reading of Evelyn Waugh's Early Novels” adlı makalesinde bu konuya şöyle yaklaşır; “Şöyle bir paradoks vardır ki; Waugh için gerçek insanlar, dönme dolabın çevrelediği hayata yabancılaşmışlardır […] Gerçek kişiler “statik”tir, hatta bir bakıma ölüdür” (Gorra, 1988:204). Paul‟un da pasif bir karakter olduğu ve içine girdiği “dönme dolaba” aşina olmadığı düşünülürse, içinde bulunduğu yabancılaşmanın nedeninin kendi zayıf karakteri ile beraber toplumun insani özelliklerden yoksun yapısı olduğu sonucuna varılabilir. Paul‟un, çevresine yabancılaşmış bir karakter olduğu görüşü, Decline and Fall‟da, anlatıcının Paul üzerine yaptığı bir yorum ile kuvvetlendirilebilir; Paul, romanın ikinci kısmında, Margot‟un evine gitmeden önce, Oxford‟dan arkadaşı Potts ile “kamuoyunun önemi, bütçeler ve doğum kontrolü ve Bizans mozaikleri üzerine tartıştılar. Paul, nahoş Bollinger akşamından beri ilk defa huzurlu oldu” (Decline and Fall, 162). Paul‟un, yabancılaşmış “gölgesinin” dışına çıktığı ve gerçek kimliğine büründüğü bu entelektüel görüşmenin sonrasında ise anlatıcı şöyle der: 28 Bir geceliğine Paul yine gerçek bir kişi oldu, fakat ertesi gün, Sloane Meydanı ve Onslow Meydanı arasında bir yerlerde kendini bırakmış olarak uyandı. Beste-Chetwynde ile buluşmak ve King‟s Thursday‟e giden sabah trenine yetişmek zorundaydı ve işte onun olağanüstü maceraları yeniden başlıyordu. Bu hikayenin bakış açısından, Paul‟un ikinci kayboluşu gereklidir, çünkü muhtemelen okuyucunun da önceden fark etmiş olacağı gibi, Paul Pennyfeather asla bir kahraman olamazdı ve onunla ilgili tek merak duygusu, onun gölgesinin tanık olduğu acayip olaylar silsilesinden yükseliyordu. (Decline and Fall, 164) Anlaşılacağı üzere, Paul‟un kendi karakteri ile Oxford‟tan atıldıktan sonra içine girdiği çevre birbiriyle çelişir. Paul, bu çevreye yabancıdır; anlatıcı, Paul‟un bu yabancılaşmış halini “Paul‟un gölgesi” olarak adlandırır. Anlatıcının, Paul‟un King‟s Thursday‟e gidişinden, onun ikinci kez kayboluşu şeklinde bahsetmesi, Paul‟un Llanabba‟ya gitmesinin onun birinci kayboluşu olduğuna işaret eder. Her iki kayboluş da, aslında Paul‟un kendi karakterine uygun olmayan kişiler ve olaylar arasında bulunmasından kaynaklanır. Başka bir deyişle, anlatıcının “Paul‟un kayboluşu” olarak bahsettiği şey, onun, ait olduğu çevreden “alınıp” yabancısı olduğu ve benliği ile bütünleştiremediği topluma bırakılmasıdır. Waugh, Paul‟un hikâyesine devam etmeden önce, onun çalışacağı okulun detaylı bir tasvirini yapar. “Llanabba Kalesi” olarak anılan bu okulun çift yönlü bir görünümü vardır; bir taraftan bakınca sıradan bir taşra binasıdır, diğer taraftan bakıldığında ise feodal mimariye sahip bir kale gibidir. Romandaki bu “ikililik” durumuna oldukça sık rastlanır; Paul‟un Llanabba‟da ve sonrasında karşılaştığı kişilerin çoğu, okulun yapısı gibi çift karakterli kişilerdir. Dr. Fagan okul müdürüdür ama başka bir bakış açısıyla “ürünlerinin” kendisine para kazandırdığı bir işletme sahibidir; Philbrick okul hizmetçisi görünümü altında kendini zengin bir soylu olarak 29 tanıtır ve birçok farklı kimliğe bürünür; Margot‟un “baharın ilk nefesi gibi” (Decline and Fall, 95) olan görüntüsünün diğer yüzünde bir beyaz kadın tüccarı vardır. Bu tür kişilere, romanın yazıldığı dönem olan 1920‟lerde, özellikle orta ve üst sınıf kesimlerde çok sık rastlanır. Çevresini çok iyi gözlemleyen ve gözlemlerini romandaki karakterlerle somutlaştıran Waugh “bir paund‟luk banknotu görünce parçalanacak olan orta-sınıf yapmacıklığına ve keskin bir şekilde, onun görünüşteki değerlerinin ikiyüzlülüğüne ironik bir parmak dokundurur” (Berberich, 2007:111). Bu özellikteki karakterlerin karşısında, Paul‟un kusurlu yönleri ise çok saf, duygusal ve her zaman iyimser olmasıdır ki Waugh, bu özelliklerinden dolayı Paul‟u tüm roman boyunca cezalandırır. Paul ile çevresi arasındaki bu derin farklılık Paul‟un içinde bulunduğu topluma yabancılaşmasının, bu toplum içinde eğreti durmasının temel nedenlerinden biridir. Paul‟un çevresine yabancılaşmasını en iyi yansıtan durumlardan biri, onun, diğer karakterlerle diyaloglarında her zaman daha az konuşan ya da sessiz kalan taraf olmasıdır. Bu durumun nedeni Paul‟un, çevresindeki hızlı yaşam tarzına ve olağandışı olayların normal karşılandığı topluma anlam verememesidir. Sırasıyla, Kaptan Grimes, Bay Prendergast ve Philbrick, Paul‟a uzun uzadıya kendilerinden bahsederler, özel hayatlarına dair sırlar verirler; ancak kimse, Paul‟a kim olduğunu sormaz. Bu şekilde, Paul, diğer karakterler arasında daha zayıf ve etkisiz bir izlenim bırakır. Romanın ilerleyen bölümlerinde de bu durum, Lord Pastmaster‟in de Paul‟a kendinden bahsetmesiyle devam eder ve en sonunda Paul bu durumu sorgular: “Neden böyleydi, diye düşündü Paul, neden tanıştığı herkes bu otobiyografi türünde uzmanlaşmış görünüyordu? Sempatik bir havası olduğunu düşündü” (Decline and Fall, 174). Diyaloglarda Paul‟un neredeyse hiç konuşmaması, diğer konuşmacının da 30 Paul hakkında çok az soru sorması, Paul‟un diğer karakterler için önemsiz ya da değersiz biri olduğuna işaret eder. Bu durum, romandaki komik/traji-komik olaylar arasında çok göze batmasa da, aslında Paul‟un içinde bulunduğu yalnızlığı ve çevresine yabancı olmasını yansıtır. Waugh, Paul‟un bu tepkisizliği ve sessizliği ile iki noktaya dikkat çeker. İlk olarak Waugh, bu şekilde, normsuzluğun norm haline geldiği 1920‟ler toplumundaki sosyal ve kurumsal bozuklukları, Paul‟un tepkisizliği ile daha etkin şekilde ortaya koyar. İkinci olarak ise, yazar, Paul gibi tepkisiz ve naif bir karakterin topluma yabancılaşması üzerinden, toplumsal bozukluk olarak gördüğü durumların vehametini ve tedavi edilemezliğini, onun bu durumlar karşısındaki şaşkınlığı ve sessizliği ile yansıtır. Paul‟un, modern toplumun karmaşık ve kural tanımaz yapısı karşısında kendi kararını verememesi ve kendinden emin olamaması onun bu topluma yabancılaşmış bir karakter olduğuna işaret eder. Paul, sadece kendisini ilgilendiren, hayatının akışını değiştirebilecek kritik durumlar karşısında bile kendine güvenerek bir karar alıp bunu gerçekleştiremez. Waugh, Paul‟un bu yönüyle, kaos içindeki toplumda neyin doğru neyin yanlış olduğunun bilinemediğini, idealleri olan kişilerin benimsedikleri doğrulara bağlı kalmakta zorlandıklarını gösterir. Paul‟un roman boyunca birçok durumda tereddüt içinde olmasının ve karar verememesinin nedeni, modern toplumun çıkarcı mensupları gibi olup olmama arasında kalmasıdır. Heath‟in de belirttiği gibi Waugh‟nun “ilk hikâyelerinin tamamı, özellikle Decline and Fall, kişiliğin “değişmesi ve bozulması” ile onun “devamlılığı” arasındaki çatışma ile ilgilidir” (Heath, 1982:17). Oxford‟dan atılmadan önce, kendisini ikilemde bırakacak olaylar ve kişilerden uzak, rutin bir hayat yaşadığı için Paul, doğru ile yanlış arasında karar vermede tecrübesizdir. Modern dünyada, 31 kendisinin aklını çelebilecek Kaptan Grimes, Margot, Dr. Fagan gibi, her hangi bir prensibe ya da ideale sahip olmayan, her istediğini yapan figürler bulunur. Bu karakterler, Paul‟un etik ve ahlak anlayışına aykırı olarak kabul ettiği her şeyi hayatın sıradan bir parçası olarak yaşarlar; onlar için yalan söylemek ve her durumda kendi çıkarını düşünmek, doğru bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Dolayısıyla Paul, içine girdiği bu yeni çevrede, birçok durumda nasıl hareket etmesi gerektiğine dair kendinden emin, kesin kararlar veremez; genellikle, insani özelliklerden yoksun karakterlerin etkisi altında kalır. Alastair‟in Paul için gönderdiği “özür” parasını Paul‟un geri çevirmesi, fakat Grimes‟ın onun yerine parayı kabul etmesi örneğinde de görüldüğü gibi, Paul doğru ile yanlış düşündüğü şeyler arasında ikilemde kaldıktan sonra genellikle “romantik/etik” kararlar verir; fakat bir şekilde çıkarcı karakterlerin dediği olur. Bu durum, Paul‟un modern toplum içinde hayatının tüm kontrolünün çıkarcı karakterlerin elinde olduğunu gösterir; kendisinin farklı bir rota çizerek başka bir yöne gitmek istemesinin de bu yüzden bir anlamı yoktur. Waugh, Paul‟un çevresine yabancılaşmasından kaynaklanan bu zayıflığı ve tepkisizliği ile toplumun çıkarcı ve umursamaz yapısını eleştirir. Bunun dışında, Paul‟un bu kararsız ve yabancılaşmış hali, Waugh‟nun “duygusal, gururlu, kibar, kırılgan” özelliklerin artık modasının geçtiğini ima etmesi açısından da önem taşır. Paul‟un, etrafını saran kişilerden faklı niteliklere sahip olduğu için çevresine yabancılaşması onun, fiziksel ve zihinsel anlamda toplumdan ayrılmasına neden olur. Sağlıklı bir toplum yapısında, toplumu oluşturan bireylerin topluma dâhil olması ve çevresiyle uyuşması beklenir; ancak Paul için durum bunun tam tersidir; çevresindeki herkes romanın başından itibaren kendisinden bir şeyler koparmaya, onu sömürmeye çalışır. Dolayısıyla Paul‟un, içinde bulunduğu yozlaşmış topluma 32 karşı aidiyetsizlik hissi yaşaması ve yabancılaşması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumu yansıtan en iyi örneklerden biri, Paul‟un, evlenmeden hemen önce Margot‟un, kendisini “bir iş için” Marsilya‟ya gönderdiğinde “Pompeii sokaklarını” andıran bir yerde içinde bulunduğu sahnedir: Paul her taraftan gelen farklı dillerdeki davetlere kulağını kapatarak ısrarla yoluna devam etti. Genç bir kadın, başından şapkasını kaptı; onun, kapı önündeki ışıkta görünen çıplak bacağına gözü ilişti; kadın daha sonra, içeri gelip şapkasını alması için Paul‟a eliyle işaret ederek pencerede göründü. Tüm sokak ona gülüyor gibiydi. Tereddüt etti; ve sonra, bir anda paniğe kapılıp siyah şapkasını ve kendine hakimiyetini bırakarak döndü, ve kendisinin manevi evi olduğunu kalpten bildiği geniş sokaklara ve tramvay raylarına doğru kaçtı. (Decline and Fall, 203) Bu sahne, bir bakıma, roman boyunca Paul‟un içinde bulunduğu durumun bir minyatürü gibidir. Paul‟un, bu çekingen ve tereddütlü tavrı, onun toplumdan ne kadar ayrılmış bir karakter olduğunu ve dolayısı ile topluma yabancılaşmış bir kişi olduğunu resmeder. Paul, alıntıda olduğu gibi romanın başında da taciz edilir; sonrasında karşılaştığı herkes, alıntıdaki genç kadın gibi kesinden bir şey “çalmaya” çalışır. Dolayısıyla, Paul‟un toplumun bir parçası olmaktan çok toplum tarafından sömürülen “önemsiz biri” olduğu, bu yüzden de çevresine yabancılaştığı ve toplumdan ayrıldığı sonucuna varılabilir. Waugh, ilk romanı ile ortaya koymak istediği toplum eleştirilerini Paul‟un, “dışarıda” kalmış bir yabancı olması ve birçok toplumsal bozukluğa tanıklık etmesi ile yansıtır. Paul‟un roman boyunca, çok nadir de olsa, modern toplumdan ayrılarak çevresini saran çemberin dışına çıktığında kendisini daha iyi hissetmesi ve anlatıcı tarafından da onun özüne döndüğünün imâ edilmesi, Paul‟un ayrı kalmaya olan 33 eğilimini gösterir. Waugh, Paul‟un çevresinden ayrı kalması ile aşırı saf ve güçsüz bireyin, kaosun hüküm sürdüğü toplumla çatışmasını yansıtır. Paul‟un Llanabba‟dan ayrılıp King‟s Thursday‟e giderken aklından geçirdikleri bu durumu iyi şekilde örnekler: “Sabah güneşindeki bu kestane ağaçları aklını kaçırmış bir dünyada hala katlanılabilir ve huzur veren, ve tüm bu kaos ve karmaşıklık unutulduğunda aynen öyle kalacak bir şeyi mi temsil ediyordu?” (Decline and Fall,165). Paul‟un, normal ve huzurlu bir toplum yapısına olan bu özlemi, kendini, içinde bulunduğu çevreden psikolojik olarak ne derece soyutladığını gösterir. Alıntıdan anlaşılacağı üzere, Paul‟un yabancılaştığı ve Waugh‟nun eleştirilerini yönelttiği toplum “aklını kaçırmış, kaos ve karmaşıklık” içindeki bir toplumdur. Zihinsel anlamda toplumla bütünleşemeyen ve çoğu zaman kendini toplumdan ayıran Paul‟un, fiziksel olarak da bu toplumdan ayrıldığında ve hapse girdiğinde kendi kimliği ile bütünleşmesi onun, modern topluma yabancı olduğunu gösterir. Paul‟un hapiste yalnız kalınca hissettikleri, onun hapishane dışındaki topluma yabancılaşmış bir karakter olduğunu yansıtması açısından önemlidir: Sonraki dört haftalık yalnızlık cezası Paul‟un hayatının en mutlu anları arasındaydı. […] Herhangi bir konu hakkında karar vermek zorunda olmamak, saatin, yemeklerin ya da elbiselerin en ufak bir öneminin olmaması, nasıl bir izlenim bıraktığı konusunda en ufak bir kaygıya sahip olmamak; gerçekten özgür olmak Paul için çok keyif vericiydi. (Decline and Fall,229) Paul‟un hapisteyken “özgürlüğü” bulması, bir bakıma onun, dış dünyadayken, yani toplum içindeyken “hapiste olduğu” gerçeğini gösterir. Bu durum, Waugh‟nun, modern toplumun karmaşıklığına ve mantıktan uzak hayat düzenine yönelik eleştirilerini yansıtması açısından önemlidir. Heath, Waugh‟nun sığınak olarak 34 gördüğü yerin aslında hapis, hapis olarak gördüğü yerin de sığınak olarak ortaya çıktığını söyler: […] Paul Pennyfeather öğretmenlik ve yüksek sosyete içinde yeni bir sığınak arar, fakat Llannabba Koleji ve King‟s Thursday o kadar kaotiktir ki isimleri dışında tamamıyla hapishane gibi yerlerdir. İngiltere‟nin kendisi gibi bu iki yer de ruhun hapishanesidir, ve (tipik Waugh tarzında mecazi olanın gerçeğe dönüşmesi ile) bu yerler Paul‟u Blackstone Gaol ve Egdon Heath‟teki gerçek mahkumiyetine sürükler. Normalde Waugh‟nun sığınakları hapishane olarak ortaya çıkar, fakat Blackstone‟da bir ceza evi sığınaktır […] (Heath,1982:2) Waugh‟nun, Paul‟un hapishane‟de yaşadıklarını anlattığı bölümlere verdiği isimler de Heath‟in görüşünü destekler niteliktedir: Paul‟un, Blackstone Gaol‟da geçirdiği zamanı anlatan bölümün adı “Taş Duvarlar Hapishane Değildir” şeklindedir; Egdon Heath‟te geçen olayların anlatıldığı bölümün ismi de devam niteliğindedir: “Demir Parmaklıklar da Kafes Değildir.” Anlaşılacağı üzere, Paul hapse girince “özgürleşerek” toplumun bütün yapmacıklığından ve absürtlüğünden sıyrılmıştır; bu durum Paul‟un hapishane dışındaki topluma yabancılaşmasını gösterdiği kadar, İngiliz toplumunun da ne kadar ciddi bir “karmaşa ve kaos” içinde bulunduğunu yansıtması açısından önemlidir. Paul‟un, dört hafta yalnız kalmasına rağmen dış dünyadaki herhangi bir şeyin eksikliğini hissetmemesi ve kimseyi özlememesi, uzun süredir içinde bulunduğu toplumun bir parçası olmadığını gösterir. Paul hapisteyken, istediği gibi düşünme, istediği kararları alma ve istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahiptir; toplumun bütün yüklerinden kurtulmuş, çevresinin beklentilerinden arınmıştır. Dört haftalık yalnızlık cezası, Paul‟u, geçici süreliğine de olsa çevresinin baskısından çıkarmıştır; kendi 35 duygularının ve düşüncelerinin canlanması ile “gölgesinin” içi, Potts ile yaptığı görüşmeden sonra ilk defa dolmuştur; paralel şekilde, Potts ile yaptığı görüşmede de bir süreliğine de olsa modern toplumun dışına çıkmıştır. Hapse girerken sahip olduğu tüm eşyaların (sigara tabakası, kol saati, kol iğneleri gibi) alınması, onda “garip şekilde hoşuna giden bir umursamazlık hissi”ne (Decline and Fall, 220) neden olmuştur. Paul‟un hapishanede, yabancılaşmış kimliğinden sıyrılarak kendi özbenliğine büründüğünü gösteren önemli bir ipucu da, onun, hapishane yönetimindekilerle girdiği diyaloglarda kendine güvenen, espri yapan, düşündüğünü söylemekten çekinmeyen bir kişi olarak görünmesidir. Paul‟un hapishaneden “çıkarılışı” ve sonrasında yaşadıkları da onun çevresine yabancılaşmasını göstermesi açısından önemlidir. Paul, (tıpkı Waugh gibi) küçükken apandisiti alınmış olmasına rağmen, Margot, Maltravers ve Alastair işbirliği ile hapishaneden apandisit ameliyatı için çıkarılır ve sonrasında Dr. Fagan‟ın “sağlık evine” getirilerek kendisine sahte bir “ölüm belgesi” hazırlanır. Bu süreçte Paul, her zaman olduğu gibi güçsüzdür; başına geleceklere yine müdahale edemez. Paul‟un hapishaneden çıkmasına yardım ederek tekrar Oxford‟a dönmesini sağlayan kişinin, onun Oxford‟dan atılmasına yol açan Alastair olması da ayrıca ironiktir. Daha ironik olan başka bir durum ise Paul‟un ölüm belgesini imzalayan cerrahın imzayı atmadan hemen önce “Oh, death, where is thy sting-a-ling-a-ling” demesidir. Bu söz, birinci dünya savaşından sonra popüler olan bir şarkıda geçer ve aslında İncil‟den alıntıdır. İncil‟de ise “O death, where is your sting?” (1 Corinthians 15:55). şeklinde Aziz Paul tarafından yeniden diriliş ile bağlantılı olarak söylenir.4 Bununla beraber, romanda 4 http://en.wikipedia.org/wiki/The_Bells_Of_Hell_Go_Ting-a-ling-a-ling , http://www.biblegateway.com/passage/?search=1+Corinthians+15&version=NIV 36 sondan bir önceki bölümün isminin de Yeniden Diriliş olması bir bakıma Paul‟un, yabancılaştığı modern toplum ve onun bütün kargaşası içinde yok olup, bu toplum dışında tekrar dirilmesini yansıtır. Paul, bir anda bindiği “dönme dolaptan”, aynı hızla dışarı fırlatılır. “Dönme dolapta” kalan karakterler Paul‟u uğurlamaya gelmiş gibi bir aradadır; bu noktada Dr. Fagan‟ın sözleri dikkat çeker: “hepimiz burada, her şeyden çok sevgili arkadaşım ve bir süre meslektaşım olan Paul Pennyfeather‟in bu akşamki ölümüne bir ölçüde katılımcı olarak bulunuyoruz” (Decline and Fall, 276277). Anlaşılacağı üzere, Paul‟un çevresindeki herkes, onun “çöküşünde” ve yok oluşunda rol sahibidir; dolayısıyla Paul‟un roman boyunca çok konuşmaması, hep güçsüz ve etkisiz kalması, karar verememesi ve “kullanılması” onun, kendisini dibe çeken çevresine yabancılaşmasının bir sonucudur. Paul‟un çevresine yabancılaşmış bir karakter olduğunu gösteren tüm durumlarr birbiri ile bağlantılıdır: çevresine yabancılaştığı için kesin kararlar alamaz ve sürekli tereddüt içinde olur; bu yüzden diyaloglarda hep sessiz kalır, hiçbir şeyde söz sahibi olamaması onu “güçsüz” kılar; “güçsüz” yapısı onun toplumdan “ayrılmasına” neden olur, fiziksel olarak, toplumdan ayrılıp yalnız kaldığında mutlu olması onun toplumdan farklı olduğunu gösterir. Anlaşılacağı üzere Paul, çevresinden soyutlanmış “masum bir yabancıdır; hiç alışkın olmadığı çevrelere atılmıştır ve toplumun içine çekilmiş olsa da ona her zaman yabancı kalmıştır. Paul‟un toplumdan kaçışı bireysel olarak ya da toplum için bir zafer değildir; Margot ve Fagan tarafından kurnazca ayarlanan sahte ölümün doğruladığı gibi bu dünyaya karşı bir tür ölümdür” (Greenblatt, 1976:110). Paul‟un, romanın sonunda, her şeyin başladığı yere, Scone Kolej‟ine dönmesi, bıyık bırakması ve kendini, önceki Paul‟un “çok uzak” bir kuzeni olarak 37 tanıtması onun “yeniden dirilişine” işaret eder. Paul artık, modern dünyanın kaosu içindeki yabancılaşmış halinden çıkmış, kitaplar, dersler ve entelektüel tartışmalar üzerine kurulu, kendine ait bir düzenin olduğu “aklın dünyasına” geri dönmüştür. Romanın kapanış bölümünde Peter ile yaptığı konuşmada Paul, modern dünyaya yabancı olduğunu, bu toplum içindekilere aslında hiç bulaşmamış olması gerektiğini çünkü kendisinin “statik” onların ise “dinamik” olduğunu kabul eder. Daha öncesinde ise “Margot için ayrı, kendisi için ayrı bir kanun olduğu” (Decline and Fall, 252) bilincine ulaşmıştır. Anlaşılacağı üzere, modern dünyada yaptığı “yolculuktan” sonra, Paul sessiz sakin hayatına devam ederken dışarıda neler olup bittiğini; yozlaşmış toplumun zevk düşkünlüğünü, çıkarcı ve ikiyüzlü yapısını görmüştür ve tecrübe kazanmıştır; bu, Potts‟un, Stubbs‟ın ya da “önceki” Pennyfeather‟in sahip olmadığı, kitaplarda yazmayan bir “bilgi”dir. Paul‟un artık Bollinger Kulübünün ne olduğundan haberi vardır. Bu durum, Paul‟un topluma yabancılaşmış “gölgesinden” çıktığını gösterdiği gibi, onun düşünsel anlamda ilerleme kaydettiğini de yansıtır. Waugh, romanın sonunda, ciddi ve didaktik bir ton kullanarak Paul‟un edindiği tecrübeyi yüceltmek yerine, onun “kurtuluşunun” bir parodisini yapar. Paul‟un, Oxford‟a ikinci gelişinde içinde bulunduğu durumlar, modern toplumda yaşadıklarının tam tersi olması açısından önemlidir. Paul, Stubbs adında bir arkadaş edinir; Stubbs, Paul‟un tutuklanması için şahitlik yapan önceki arkadaşı Potts‟un yansıması gibidir. Paul, tekrar Milletler Birliği Derneğine katılır ve arkadaşlarıyla hapishanedeki mahkûmlara şarkı söyler; ancak kendisi bir süre önce bu Dernek tarafından tutuklanmış, hapse atılmış ve sahte bir ölümle hapisten kaçmış/kaçırılmıştır. Bay Sniggs‟in, Oxford‟un mimari açıdan ihtişamlı kütüphanesi 38 Bodleian‟ı yeniden inşa ettirme planına Stubbs karşı çıkar ve Paul onu destekler; ancak Paul, daha önce, “modernleştirilerek” tüm değerini yitiren King‟s Thursday‟de yaşamıştır. Paul, “İsa‟nın Kutsallığını, ruhun ölümsüzlüğünü, iyinin varlığını, evliliğin yasallığını ve Kutsal Yağ Sürme Ayininin geçerliliğini inkâr eden papaz”ı (Decline and Fall, 288) suçlayanları haklı bulur; ancak kendisi kısa süre önce evlenmeden ilişkiye girmiş ve bütün bu değerlerin kendileri için hiçbir şey ifade etmediği kişiler arasında bulunmuş, onlarla arkadaş olmuş ve onlardan biri ile evlenme aşamasına gelmiştir. Kısacası Paul, modern dünyanın tüm “günahlarına” tanıklık etmiş ve sonra, hiçbir şey olmamış gibi tam tersi bir çevrede ve düzende yaşamaya başlamıştır. Waugh‟nun bu ironik tutumu ve Paul‟un yeni düzenini alaycı bir tonda anlatması, onun, romanı yazdığı dönemlerde Katolik mezhebine yakınlaşmasına ve samimiyetsiz gördüğü Anglikan kilisesini eleştirmek istemesine bağlanabilir. Heath‟in de savunduğu bu görüş geçerli olsa bile; başka bir deyişle, Paul‟un tekrar başladığı Anglikan kilisesine bağlı Hıristiyanlık ve Papazlık eğitimi Waugh‟ya göre yanlış bir “sığınak” olsa bile, bu “çatı” Paul‟un yabancı olmadığı, kendini güvende ve özgür hissettiği bir düzene sahiptir. Waugh‟nun, Paul‟un Oxford‟da tekrar kurduğu düzenini imâlı bir şekilde anlatmasının nedeni, onun, kendi yaşadıklarının bir parodisini yapmak istemesi de olabilir. Daha önce de değinildiği gibi, Waugh ile Paul arasında büyük benzerlikler vardır ve Decline and Fall yarı otobiyografik bir roman olarak kabul edilmektedir. Waugh‟nun Paul‟a benzeyen bir yönü de yazarın çoğu zaman, zevk düşkünü ve çıkarcı modern topluma dâhil olup olmamak arasında ikilemde kalmasıdır. Waugh‟nun, günlüklerinde yer alan şu notu bu durumu çok iyi örnekler: “Önümüzdeki Perşembe, papaz olmam konusunda Rahip Underhill diye birini 39 görmeye gideceğim. Dün akşam ise çok sarhoştum. Bu iki cümle yan yana ne kadar da garip duruyor” (Waugh, 1976:281). Anlaşılacağı üzere Waugh, Paul‟un modern toplumda yaşadığı yabancılaşmaya benzer durumlarda kalmıştır. Bu nedenle, Paul‟un, romanın sonundaki durumu ile, Waugh‟nun kendi absürt tecrübelerine gönderme yaptığı da savunulabilir. Her ne kadar, Paul‟un romanın sonundaki durumunun onun açısından bir ilerleme mi yoksa yanılma mı olduğu konusunda kesin bir yargıya varılamasa da, Paul, romanın sonunda kendini ait hissettiği ve aşina olduğu çevreye geri dönmüştür ve roman boyunca tecrübe ettiği yabancılaşmadan kurtulmuştur. Paul‟un çevresine yabancılaşması, kendi uysal ve naif karakteri ile çevresinin çıkarcı ve sahtekâr kimliği arasındaki çatışmanın bir sonucudur. Paul, birbirine tamamen zıt bu iki “cephe”den pasif ve güçsüz olanlar safında hayatına devam ederken kendini bir anda karşı tarafta bulur. Dolayısıyla ne yapacağını şaşırır; herhangi bir karar alamaz, çevresindekilerle konuşamaz; olaylara ve kişilere karşı çıkamaz, kısacası içine girdiği topluma yabancılaşır. Bu yüzden Paul, roman boyunca modern toplumun saldırılarına ve sömürülerine karşı güçsüz ve pasif kalır; Paul‟un bu yabancılaşmış hali, onun bulunduğu her mekânda, tüm ideallerden ve değerlerden kendini soyutlamış toplumun yansıtılması için gereklidir. Romanın sonunda, Paul, içine “sürüklendiği” modern topluma yabancı olduğunun farkına vararak, bu “dönme dolap”tan çıkarılıp, kendi iradesi ile tekrar Oxford‟a döner. Paul, yabancılaştığı toplumdan bir şekilde “kaçmayı” başarırken, onunla aynı durumda olan diğer karakterler bu toplumun kurbanı olur. Bu karakterlerden biri, roman boyunca Paul gibi masum, güçsüz ve şanssız olan Bay Prendergast‟tır. 40 Aşırı zayıf ve duygusal bir kişiliğe sahip olan Bay Prendergast öğretmen olduğu için değil, Paul ve Kaptan Grimes gibi mecbur kaldığı için öğretmenlik yapmaktadır. On yıl öncesine kadar Worthing‟de, hayatından memnun bir rahip iken, bir anda “başa çıkılmaz” şüpheler duymaya başlayan Bay Prendergast, ait olduğu kilise çevresinden koparak modern toplum içine sürüklenmiştir. Waugh, Bay Prendergast karakterinin, yabancısı olduğu yeni toplum düzeni içindeki güçsüzlüğü ve çaresizliği ile özellikle Anglikan Kilisesi‟nin modern topluma ayak uydurarak gerçek kimliğine yabancılaşmasına yönelik eleştirilerde bulunur. Bay Prendergast, Llanabba‟da, Grimes, Philbrick ve Dr. Fagan gibi sürekli kendi çıkarını düşünen karakterler arasında tamamen zayıf ve çekingen bir görüntü çizer; öğrenciler arasında disiplini sağlayamaz ve sürekli alay konusu olur; bu nedenle Bay Prendergast Llanabba‟daki çevresine yabancılaşmış bir karakterdir. Önceden “çok güzel süslenmiş bir kilisede, çalışan, vaaz veren ve annesi ile yaşayan” (Decline and Fall, 36-37), çevresinde saygın bir yeri olan Bay Prendergast, Llanabba‟ya geldikten sonra, geçmişe özlem duyan zavallı ve yalnız birine dönüşmüştür; manevi açıdan inanç yoksunluğu içinde olduğu gibi maddi açıdan da maaşı çok az olduğu için yoksuldur. Çevresindeki hemen herkesin bir yönüyle kendisinden üstün nitelikli olduğunu düşünecek kadar kendini aşağı gören Prendergast, Paul‟un yemek daveti üzerine gözyaşı dökecek kadar da yalnız ve duygusal bir karakterdir. Paul‟un Llanabba‟dan ayrılmasıyla uzun süre görünmeyen Bay Prendergast, okuyucunun karşısına, Blackstone Hapishanesi‟nde, bir rahibin tam maaşını alan fakat kendini herhangi bir dini inanca bağlamak zorunda olmayan “modern kilise adamı” olarak çıkar. 41 Bay Prendergast roman boyunca çöküş halindedir ve onun çöküşü dinle ilgili şüpheler duyup Kiliseden ayrılmasıyla başlar; şüphe duyduğu için sürekli üzülse de artık manevi olarak içi boş birine dönüşmüştür. Dinin ve Kilisenin Bay Prendergast‟ın önceki hayatının tamamını, yaşama amacını ve onun kişiliğini oluşturduğu düşünüldüğünde, dinden kopmasıyla kişiliğini, saygınlığını ve dini öğretiler üzerine kurulu hayat gayesini de kaybettiği söylenebilir. Bay Prendergast artık neye inanacağını, nasıl yaşayacağını, kime güveneceğini bilmemektedir; sürekli geçmişe özlem duyduğundan kendini, içinde bulunduğu zamandan soyutlamıştır. Geniş bir perspektiften bakıldığında, Bay Prendergast‟ın kendine yabancılaşmış bir karakter olduğu söylenebilir. Bay Prendergast‟ın duyduğu şüpheler kendi isteğinin dışında gelişmiştir ve bu şüpheleri yüzünden kendi din adamı kimliğinden uzaklaştığının, özüne yabancılaştığının farkındadır, bu durum ona üzüntü verir. Bay Prendergast‟ın kendi kimliğine yabancılaşması onun aşina olmadığı modern topluma adım atmasına neden olur. Çok az bir ücretle hiç bilmediği bir mesleği (öğretmenlik) yapmak zorunda kalan Bay Prendergast, kişisel çıkarın ve sahtekârlığın hükmettiği yeni çevresinde tamamen zayıf ve pasif kalır. Her şeyin sahte olduğu bu yeni düzene ayak uydurma çabasıyla peruk takar; fakat böyle bir şey yaptığına pişman olur çünkü öğrenciler kendisiyle alay eder. Yine aynı çabayla “modern kilise adamı” kimliğine bürünür; fakat bu defa, bu girişimi kendisi için çok pahalıya mal olur. Kısacası, Bay Prendergast roman boyunca içinde bulunduğu neredeyse tüm sahnelerde kaybeden taraftadır, güçsüzdür ve çevresinden ayrı görünür, dolayısıyla içinde bulunduğu modern topluma yabancılaşmıştır; ancak bu karakterin güçsüzlüğü, ayrı kalması ve çevresine yabancılaşmasının temelinde, kendi kişiliğinin dayalı olduğu dine ve kiliseye yabancılaşması yatar. 42 Bay Prendergast karakterinin çevresine yabancılaşmasını daha iyi anlamak için 1920‟ler İngiltere‟sinde toplumun dine yaklaşımındaki radikal değişiklikleri irdelemek gerekir. Stuart Mews “Religion, 1900-1939” adlı makalesinde, eğlence anlayışındaki devrim, iş sorunları, kadınların toplumda iddialı bir konuma gelmesi gibi durumların insanları dinden uzaklaştırdığını; motosikletin, otomobilin ve futbolun yaygınlaşması gibi toplumsal değişiklilerin ise insanları Pazar günleri kiliseye gitmekten alıkoyduğunu belirtir (Mews, 2003:474). Jeremy Black ise Modern British History Since 1900 adlı eserinde Anglikan Kilisesi‟nin savaş arası yıllarda, nüfusun önemli kısmını oluşturan işçi sınıfına ulaşmakta zorlandığını ve bu sınıf mensuplarının kiliseye karşı umursamaz ya da yabancılaşmış olduğunu belirtir (Black, 2000:133). Bu tarihsel bilgilerden de anlaşılacağı üzere 1920‟li yıllarda İngiliz toplumunun dinden ve kiliseden uzaklaşması söz konusudur. Anglikan Kilisesi‟ne olan inancın sarsılması 1910‟da 2.2 milyon olan Katolik mezhebi mensuplarının sayısının 1940‟a kadar 3.0 milyona ulaşması (Black,2000:133) gerçeğinde de açıktır. Dolayısıyla Decline and Fall‟da Bay Prendergast‟ın şüpheleri ve inançsızlığı ile Waugh‟nun, yaşadığı toplumun din ve Tanrı inancını kaybedişini eleştirdiği söylenebilir. Waugh, Paul‟un yabancılaşmasıyla birçok toplumsal bozukluğu yansıttığı gibi, Bay Prendergast‟ın kendi özüne ve çevresine yabancılaşması üzerinden de modern toplumda dine ve kiliseye yönelik eleştirilerde bulunur. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Waugh, Katolik mezhebine geçtiği 1930 yılı öncesinde birkaç yıldan beri Katolikliğe ilgi duymuştur ve Heath‟in de savunduğu gibi, Oxford‟dan sonraki “karmaşık” yıllarında bile dinden tamamen kopmuş değildir. Waugh‟nun Decline and Fall‟u yazmadan önceki dönemde Katolik mezhebine yakın olduğunu 43 gösteren bazı durumlar onun günlüğünde de yer almaktadır; 22 Aralık 1925‟te Waugh günlüğüne şöyle bir not düşer “Claud ve ben Audrey‟i yemeğe çıkardık ve sabah 7‟ye kadar oturup Roma Kilisesi üzerine tartıştık” (Waugh, 1976:237). Waugh, 20 Ocak 1926‟da ise “Kendisine okumam için bana Von Hügel‟in mektuplarını veren Gwen ile çay içtik” (243) şeklinde not düşer. Von hügel, Decline and Fall‟da Paul‟un, okuması için arkadaşı Stubbs‟a önerdiği Katolik bir ilahiyatçıdır; Gwen PlunkettGreene ise, dindar bir Katolik olan ve Waugh‟nun da Katolik mezhebine geçmesinde önemli rolü olan bir figürdür. Anglikan kilisesinin “modernleşerek” önemini kaybettiği ve dinin toplum içinde önemsizleştiği 1920‟ler İngiltere‟sinde Waugh, birçok insanın yaptığı gibi Katolik kilisesine yönelmiş, bu mezhebe gittikçe yakınlaşmış ve 1930‟da Katolikliği benimsemiştir. Dolayısıyla, önce din ve tanrı üzerine şüpheler duymaya başlayan, sonrasında ise “modern kilise adamı” olan Bay Prendergast‟ın yabancılaşması ile Waugh‟nun, King‟s Thursday gibi modernleştirilerek özünü ve anlamını kaybeden Anglikan Kilisesi ve mezhebinin çöküşünü eleştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Waugh, dinden koparak önce kendi kimliğine yabancılaşan sonrasında ise kendini çevresiyle bütünleştiremeyerek topluma yabancılaşan bir rahip üzerinden, modern toplum içinde dinin kayboluşunu, kilisenin merkezinde bulunan kişilerin bile inançlarını sağlam temellere oturtmadığını ve dinden kolayca kopabildiğini gösterir. William Barrett “The Decline of Religion” adlı makalesinde modern toplumda, Bay Prendergast gibi diğer birçok bireyin dinden koparak yabancılaşma sürecine girmelerini şöyle açıklar: Modern zamanlarda dinin düşüşü, dinin artık, insan hayatının karşı durulmaz merkezi ve yöneticisi olmadığı, ve kilisenin artık, insan varlığının son ve sorgusuz evi ve sığınağı olmadığı anlamına gelir. […] Dini kaybederek insan, var oluşun insanüstü krallığı ile 44 olan somut bağlantısını kaybetti; bu dünyanın tüm azgın nesnelliği içinde, onunla başa çıkmak için özgür bırakıldı. Fakat artık manevi ihtiyaçlarına cevap vermeyen böyle bir dünyada insan, yuvasızmış gibi hissetmeye mecbur kaldı. (Barrett, 1962:168) Bay Prendergast‟ın, roman boyunca başına gelen olaylara ve ruh haline bakıldığında onun, Barrett‟in deyişiyle “dünyanın tüm azgın nesnelliği içinde yuvasızmış gibi hisseden” bir karakter olduğu söylenebilir. Waugh‟nun, Bay Prendergast‟ı, din adamı kimliğine ve çevresine yabancılaşmış bir figür olarak en korkunç ve gülünç durumlarda bırakmasının bir nedeni, bu karakterin kendini diğer insanlardan daha aşağı görmesi, herkesin kendisiyle alay ettiğini sanması ve sürekli modern dünyaya ayak uydurmaya çabalamasıdır (peruk takması, “modern” bir hapishanede “modern” kilise adamı olarak çalışması bu çabalarının sonucudur). Waugh “What I Think of My Elders” adlı makalesinde Bay Prendergast gibi yaşlı insanlar üzerine şöyle düşünür: Bu kadar çok yaşlı insanın, gençlerin kendilerini küçümsediği kuruntusuyla yaşaması çok üzücüdür [...] Acı olan şey şu ki, birçok görkemli üstünlüklerine rağmen yaşlı insanlar gençmiş gibi davranıyor. Daha iyiymiş gibi davranmak zaten yeterince korkunç. Kişinin olduğundan daha kötü bir şeymiş gibi davranmasından daha can sıkıcı ne olabilir? (Waugh, 1987:67) Anlaşılacağı üzere, Waugh, Bay Prendergast‟ı kendi dini özüne ve çevresine yabancılaştırıp olay örgüsü içine dâhil ederek, yaşlı insanlar üzerine olan bu düşüncelerini de eleştirel bir dille aktarır. Bay Prendergast‟ın içinde bulunduğu yabancılaşma süreci, daha önce de belirtildiği gibi onun Şüpheleri ile doğrudan bağlantılıdır. Bu noktada, şunu da belirtmek gerekir ki din ve tanrı ile ilgili benzer 45 şüphelere Waugh da bir dönem sahip olmuştur. Bay Prendergast‟ın, din adamıyken bir anda tam ters yönde saparak tanrının dünyayı yaratma nedenini sorgulamaya başlaması ve kendi kimliğine yabancılaşması aslında Waugh‟nun da bir dönem içinde bulunduğu ruh halini yansıtır. Stannard, Waugh‟nun Lancing‟deki son senesinde “Arnold Lunn‟un Loose Ends‟i, Pope‟un Essay on Man‟i üzerine notlar, Leibniz ve 18. Yy Aydınlanması üzerine okumalar sonucunda (Waugh) dini inancını kaybedecek seviyeye geldiğini” (Stannard, 1982:62) belirtir. Robinson da benzer şekilde “Waugh için Leibniz‟in theodicy‟si açıkça ters etki yapmıştı, çünkü bu, onu şüpheye ve inançsızlığı götürdü” (Robinson, 1996:79). şeklinde düşünür. Bu durum hem Waugh‟nun Bay Prendergast karakteri ile kısmen kendisinin bir parodisini yapıyor olması hem de bu karaktere benzer kişilerin 1920‟ler İngiltere‟sinde gerçekten var olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bay Prendergast ve Paul gibi güçsüz olan ve çevresinin çıkarcılığına ve “kurnazlığına” dâhil olmayarak çevresine yabancılaşan bir diğer karakter de küçük Lord Tangent‟tir. Tangent, modern toplumun “barbarlığı” karşısında zayıf olanın çaresizliğini yansıtması açısından önemli bir karakterdir. Ayrıca Waugh, Tangent karakteri ile, İngiliz üst sınıf ebeveynlerinin çocuklarına karşı duygusuz ve umursamaz tavrını etkileyici bir şekilde gösterir. Tangent, Paul‟un Llanabba‟daki ilk dersinde diğer öğrenciler arasında alay konusu olur; sırayla öğrencilerinin isimlerini soran Paul ilk iki kişiden “Tangent” cevabını alır, daha sonra ise sınıf “Tangent olanlar ve Tangent olmayanlar” diye ikiye ayrılır. Dersin sonunda ise Paul kimin gerçek Tangent olduğunu hala bilmemektedir. İki gün sonra ise Tangent, Paul‟un dersinde sınıfta ananas yemeyi planlayan Clutterbuck‟a şöyle karşı çıkar: “senin gibi kokmuşlar iyi öğretmenleri 46 canavara dönüştürüyor” (Decline and Fall,47). Sınıftaki diğer öğrencilerin Tangent ile alay etmesi ve Tangent‟in bu durum karşısında tepki gösteremeyerek zayıf ve çaresiz kalması, bir bakıma, Paul‟un modern toplum içindeki durumu ile benzeşir. Tangent, Clutterbuck‟a karşı çıkışından da anlaşılacağı gibi dürüst ve akıllı bir öğrencidir; bu yönüyle Paul‟un bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Clutterbuck, Peter Beste-Chetwynde ve sınıfın bir kısmı ise modern toplumun “minyatürü” olarak düşünülebilir; bu durumda Clutterbuck, sürekli beraber dolaştığı Kaptan Grimes‟ın, Peter ise annesi Margot‟un yansıması olarak görülebilir. Dolayısıyla, akıllı ve masum kişiliği ile Tangent güçsüz ve pasif kalırken, Paul‟u yok sayan Clutterbuck ve Prendergast ile dalga geçen Peter ise yozlaşmayı temsil eden karakterlerdir. Waugh‟nun, modern toplum içindeki düzenin -kural tanımaz kitle içinde var olmaya çalışan zayıf kişinin yabancılaşmasının- eğitim kurumları dâhil her yerde olduğunu, Paul‟un on kişilik sınıfındaki bu öğrencilerin nitelikleri ve davranışları ile göstermeyi amaçladığı söylenebilir. Başka bir deyişle toplumun tamamı “Tangent olanlar ve Tangent olmayanlar” diye ikiye bölünmüştür. Waugh, Tangent karakterinin çevresine yabancılaşması ile İngiliz üst sınıf ebevenlerin umursamazlığını ve duygudan yoksun oluşunu eleştirir. Paul‟a, oğlunun okuldaki durumunu soran Leydi Circumference‟in “Oldukça iyi” yanıtını alınca, “Saçma! Çocuk bir ahmak. Öyle olmasaydı burada olmazdı” (Decline and Fall,85). şeklindeki cevabı, Tangent‟in ailesi tarafından dışlanmış bir karakter olduğunu gösterir. Leydi Circumference‟in oğluna karşı güvensizliği ve soğukluğu, “Tangent‟in bu yarışta ne işi var? O çocuk bir inç bile koşamaz” sözlerinde de açıktır. Tangent‟in Bay Prendergast tarafından kazara ayağından vurulması üzerine Leydi Circumference‟in bu olaya ilk tepkisi “bu onun canını acıtmaz” şeklindedir. 47 Gerçekten de Tangent topuğundan hafifçe yaralanmıştır. Ancak Tangent‟in durumu komik olduğu kadar trajiktir; çünkü tıpkı Paul gibi “önemsiz ve değersiz” olan Tangent, ailesinin umursamazlığı dolayısıyla bu ufak yaralanma yüzünden ölecektir. Waugh, ayağından yaralanan Tangent‟in durumunun kötüleşmesini ve sonunda ölmesini bir bütün olarak anlatmaz; romanın genelinde belli aralıklarla, aşamalı olarak ondan bahseder. Tangent‟in önce “şişen ve siyahlaşan” (Decline and Fall, 123), sonra “yerel bir sağlık ocağında kesilen” (137), en sonunda da ölümüne neden olan (198) bacağı, yavaş yavaş kötüleşerek bozulan, gerilemeye başlayan ve en sonunda çöken bir toplumun simgesi gibidir. Tangent‟in bacağı onun ölümüne sebep olduğu gibi, toplumun bozulması ve yozlaşması da bu topluma yabancı kalan Paul, Tangent ve Prendergast gibi kişilerin ölümüne neden olur. Anlaşılacağı üzere Tangent, insani duygulardan yoksun İngiliz üst sınıf mensubu bir aileye ve kendi çıkarını ve zevkini ön planda tutan arkadaşlara sahiptir. Leydi Circumference, bir annenin sahip olması gereken sevgi ve şefkat duygularından yoksundur; oğluna karşı en ufak bir güvene sahip olmadığı gibi onun yaralanması ya da ölmesi umurunda bile değildir. Tangent‟in okuldaki arkadaşlarından Peter, annesi Margot‟un “kanatları altında” “dönme dolap” içinde merkezde dururken Clutterbuck, Kaptan Grimes‟ın himayesindeki kural tanımaz bir öğrencidir. Böylesine “dinamik” ve duygusuz bir çevrede, öğretmenine saygılı, düşünceli ve akıllı bir öğrenci olan Tangent bu toplum tarafından “yutulmaya” mahkûmdur. Waugh, Tangent‟in çevresine yabancılaşması üzerinden, modern toplumun hissizliğini ve acımasızlığını gösterir. Paul gibi Tangent de, modern toplumun 48 dinamikleriyle uyumsuz bir yapıya sahiptir; diğer yandan, Tangent, Bay Prendergast ile benzer bir son paylaştığı için, onun gibi, bu toplum tarafından acımasızca yok edilen bir kurbandır. Sonuç olarak her üç karakterin tecrübesi göstermiştir ki mantıklı düşünebilen ve aklın timsali olan kişilerin modern topluma yabancılaşması ve bu toplum tarafından ezilmesi kaçınılmazdır. Görüldüğü üzere, Decline and Fall‟da çevresine yabancılaşan karakterlerin tamamı sürekli bir “çöküş” halindedir ve hep kaybeden taraftadır. Bu karakterlerin ortak noktası üçünün de “barbar” bir toplum içinde güçsüz, pasif ve aşırı duygusal kişiler olmalarıdır. Üç karakter de, bu özelliklerinden dolayı, modern toplum tarafından sürekli sömürülürler ve alay konusu olurlar; çevreleriyle bütünleşemedikleri için toplum içinde olmalarına rağmen toplumdan ayrı kalırlar. Üç karakter de pasif, çekingen ve güçsüz bir görüntü çizer; toplum içinde komik duruma düşüp aşağılanmalarında bu özelliklerinin de etkisi vardır. Paul, aşırı duygusal ve iyimser bireyin, her şeyin mubah olduğu modern toplumda yeri olmadığını, kendisinin bu topluma yabancı olduğunu romanın sonunda anlar. Bay Prendergast, modern toplumun hızlı ve acımasız yapısının kendisi gibi özünden uzaklaşmış ve yaşlanmış birine uygun olmadığını anlayamaz; bu yapıya yabancı olduğunu fark edemez. Küçük Lord Tangent tamamen bir günah keçisidir; mantıklı ve doğru düşünse de pasif ve güçsüz olduğu için hem okuldaki çıkarcı çevreye hem de sosyete mensubu “sahte” ebeveynlerine yabancılaşmıştır. Sonuç olarak üç karakter de yabancısı oldukları modern toplum tarafından değersiz görülür ve yok edilir; Bay Prendergast ve Lord Tangent‟in trajik ölümü modern toplumun barbarlığını yansıtırken Paul‟un “ortadan kayboluşu” bu toplumun sahtekârlığını ve absürtlüğünü gösterir. Waugh, çevresine yabancılaşan bu karakterlerle hem sanatın, dinin, 49 dürüstlüğün ve iyi bir insan olmanın artık bir öneminin kalmadığını hem de toplumun her noktasında artık çıkarcılığın, duygusuz ve sahte olanın geçerli olduğunu gösterir; ayrıca saf, duygusal ve kırılgan olanların bu toplum tarafından nasıl ezildiğini resmeder. Waugh‟nun Decline and Fall ile yansıttığı toplum yapısının diğer yüzünde hareketin, zevkin ve kuralsızlığın temsili olan karakterler vardır. Kaptan Grimes, Margot Beste-Chetwynde, Philbrick ve Dr. Fagan‟dan oluşan bu karakter grubuna Leydi Circumference ve Sir Wilfred Lucas-Dockery gibi diğer bazı yan karakterler de dahil edilebilir. Bu karakterlerin paylaştığı en önemli özellik, karşılaştıkları sorunlardan bir şekilde kurtulmayı başarmaları ve bu şekilde hep kazanan tarafta olmalarıdır. Bu karakterler, gelenekselci ve düzgün bir toplum anlayışı içinde benimsenen ve hemen tüm toplumlarda geçerli hale gelerek evrenselleşmiş bütün sosyal/ahlaki değerleri ve kuralları yok sayarak yaşarlar. Decline and Fall‟daki karakterler simetrik olarak birbirleri ile karşı karşıya getirildiğinde, zayıf ve pasif bir kişiliğe sahip olan Paul Pennyfeather‟in karşısına, zevkin, hareketin ve yaşam gücünün öncüsü olan Kaptan Edgar Grimes‟ı koymak gerekir. “İçki içmeyi ve bir parça eğlenceyi”5 çok seven ve başı sürekli belada olan Grimes için Llannabba sadece başka bir duraktır: Paul, karşılaştığı bütün zorluklardan bir şekilde sıyrılmayı başaran ve en sonunda hapishaneden kaçan Kaptan Grimes‟ın “ölümsüzlerden olduğunu” şöyle idrak eder: 5 Stannard, Decline and Fall’un yayımlayıcı tarafından sansürlenmemiş, orjinal halinde ilgili tümcenin “İçki içmeyi ve seksi çok severim” şeklinde olduğunu belirtir. (Stannard,1987:157) 50 Paul Kaptan Grimes‟ın ölmediğini biliyordu. Lord Tangent ölmüştü; Bay Prendergast ölmüştü; sıra Paul Pennyfeather‟e de gelecekti; fakat Paul, Grimes‟ın ölümsüzlerden olduğunu sonunda anladı. O bir yaşam gücüydü. Flanders‟ta ölüm cezasına çarptırıldı, Galler‟de ortaya çıktı; Galler‟de boğuldu, Güney Amerika‟da göründü; Egdon Mire‟ın karanlık gizemiyle kaplandı, başka bir yerde başka bir zamanda, kol ve bacaklarıyla mezarının küf kokulu yüzeyini sarsarak yeniden yükselecekti. (Decline and Fall, 269) Anlaşılacağı üzere, Kaptan Grimes sürekli hareket halinde olan, karşısına çıkan zorluklarla mücadele eden ve hem kendi kurnazlığı hem de şansının yardımıyla bu zorlukları aşan bir karakterdir. Grimes‟ın hayat anlayışı ve davranışlarının açıklaması aslında onun şu sözünde saklıdır: “İnsanların, tam olarak istedikleri şeyleri istedikleri zaman yaptıklarında uzun süre mutsuz olabileceklerine inanmıyorum” (Decline and Fall, 40). Grimes için, onun çıkarına hizmet eden her şey mubahtır; ona göre evlilik, din, etik-ahlak kuralları ve diğer bütün değerler/gelenekler modası geçmiş, gereksiz ve anlamsız olgulardır. Bu yüzden Grimes, kendi menfaati ve zevki doğrultusunda yalan, sahtekârlık, ahlaka aykırı davranışlar ve yasa dışı işlerle sürekli iç içedir. Onun için asıl önemli olan başını beladan kurtarmak ve kendini alkol ve cinsellikle tatmin ederek “ilkel” zevkleri tatmaktır. Grimes‟ın roman boyunca sürekli bu anlayışla hareket ettiğini kanıtlayan birçok örneğe rastlamak mümkündür. Llannabba‟daki öğrenciler Bay Prendergast‟ın peruğu ile dalga geçerken Kaptan Grimes‟ın yapay bacağına saygı duyarlar, çünkü Grimes onları, bacağını savaşta kaybettiğini söyleyerek kandırmıştır; öğrencilerden 51 Clutterbuck ile sürekli “gezintiye”6 çıkar; iki kişi ile evlenmekte ve evlendiği kişileri yüz üstü bırakıp terk etmekte bir sakınca görmez çünkü ona göre evlilik en başından yanlış bir olgudur; “beyaz kadın tüccarlığı” işlerinde Margot Beste-Chetwynde için çalışır. Bu yönleri ile Grimes, insani özelliklerini kaybederek kontrolsüz biçimde “canavarlaşan” bir “yaşam gücüdür”. Grimes, aklın ve düşüncenin karşısında hazzı ve çıkarcılığı ilke edinmiştir; onun benimsediği bu yaşam şekli toplumsal etiğe ve ahlaka aykırı olmaktan çıkmış, modern toplumun “normal” ya da “olması gereken” olarak kabul ettiği hayat anlayışına dönüşmüştür. Başka bir deyişle, normsuzluğun ve kuralsızlığın kendisi modern toplumun temel normu haline gelmiş ve toplumun, farkında olmadan insani değerlerden yoksun olmasına yol açmıştır. Bu toplumun bir parçası olarak Kaptan Grimes, “bir beyefendi ve uygarlığın temsilcisi gibi davranır fakat onun gizemli “ayağı üzerine düşme” becerisi ile “sonunda asla yenilmeyen” anarşinin gerçek simgesidir” (Heath, 1982:66). Kaptan Grimes, tıpkı Paul gibi, Decline and Fall‟un yarı otobiyografik bir roman olduğunu gösteren bir karakterdir. Kaptan Grimes‟ı, Arnold Okulu‟ndaki iş arkadaşlarından biri olan Young‟dan esinlenerek günlüklerinde Young‟dan şöyle bahseder: “Yeni ortaya hizmetçi çıkaran Waugh Young sürekli homoseksüel gibi davranıp sadece uyuyan çocukların güzelliğinden bahsediyor” (Waugh, 1976:211). Waugh, 3 Temmuz 1925‟te ise günlüğüne şöyle not düşer: “Young ve ben dışarı çıkıp sarhoş olduk ve o, bana önceki kariyerinin tamamını itiraf etti. Wellington‟dan atılmıştı, Oxford‟dan gönderilmişti ve ordudaki görevinden istifa etmeye zorlanmıştı. Üçü homoseksüel ilişkiye girdiği için, biri altı gece 6 Stannard, romanın yayımlanmayan ilk halinde Grimes‟ın Clutterbuck ile homoseksüel ilişki yaşadığını ancak bunun, yayımcının isteği ile sansürlendiğini söyler. 52 boyunca sarhoş olduğu için toplam dört okulu bırakmıştı. Ve fakat, o hala hiç zorlanmadan daha iyi işlere girmeye devam ediyor […]” (Waugh, 1976:213). Kaptan Grimes‟ın kısmen Waugh‟nun kendisinin de bir yansıması olduğu söylenebilir. Daha önce de belirtildiği gibi Waugh Oxford‟daki ikinci senesinden itibaren “Parlak Genç Şeyler”in arasında alkol ve uyuşturucu maddelerin aşırı tüketildiği partilerde bulunmuş ve Grimes gibi zevkin ve eğlencenin peşinden koşmuştur. Dolayısıyla, Garnett‟in de dediği gibi “Paul Pennfeather figürü Oxford öncesi Waugh‟yu temsil ederken Paul‟un Grimes ile karşılaşması Waugh‟nun Hypocrites kulübü ile olan tecrübesine benzer” (Garnett, 1990:46). Bu durum hem Kaptan Grimes‟ın sınır tanımayan “zevk düşkünlüğünü” daha açık yansıtması hem de Grimes gibi kişilerin 1920‟ler İngiliz toplumunda gerçekten var olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Kaptan Grimes‟ın, hırsı ve açgözlülüğü tarafından kontrol edildiğini gösteren en önemli özelliği, bu karakterin, her istediğini elde etmeye çalışması, bu süreçte ise tamamen “ilkel” dürtülerinin etkisi altında davranması ve bir noktadan sonra artık “dürtülerinin esiri” haline gelmesidir. Grimes‟ın roman boyunca sürekli alkol tüketmesi, iki kez evlenmesi, Clutterbuck ile homoseksüel ilişkiye girmesi ve Margot‟un “eğlence” şirketi için çalışmaya başlaması onun, dürtüleri karşısında iradesinin olmadığını gösterir. Başka bir deyişle Grimes, insanı diğer canlılardan ayıran akıl ve düşünme yetisini yok sayarak “insanlığın ilkel güdüleri ile garip şekilde uyumlu” (Decline and Fall, 40) yaşar. Bu durum, Grimes‟ın, Paul‟a teklif edilen parayı onun adına kabul etmesi örneğinde olduğu gibi, sonucunu düşünmeden, anlık kararlar almasında da açıktır. Dolayısıyla Kaptan Grimes‟ın, “ilkel” isteklerinin kontrolü altındaki bu hayat tarzını normal ve olması gereken olarak gördüğü de 53 düşünüldüğünde, bu karakterin insani özelliklerden yoksun olduğu ve “canavarlaştığı” söylenebilir. Grimes, evlendikten sonra sürekli Dr. Fagan‟ın aşağılamalarına maruz kalır; Dr. Fagan, Grimes‟ın bir beyefendi olmadığının farkındadır ve kızının onunla evlenmesini istememiştir. Kaptan Grimes, Dr. Fagan‟ın aşağılamaları sonucu bayağı bir kişiliğe sahip olduğunu düşünür, aşağılık kompleksine girer ve kendinden utanmaya başlar. Aslında bir beyefendi değil de sıradan biri olduğunu kabul eden Grimes çevresindeki herkesin kendisini küçümsediğini sanmaya başlar. Bu durum onun, zevk düşkünü ve umursamaz karakterinin arkasındaki cahil, kaba ve ahlaksız Grimes‟ı gözler önüne sermesi ve Grimes‟ın da bu yüzü karşısında utanç duyması açısından önemlidir. Grimes‟ın bu şekilde “günah çıkarması” onun, romanın genelinde var olan inançsız ve egoist karakteri ile çatışır; ancak, Grimes‟ın pişmanlığı, üzüntüsü ve utanması onu, daha aklıselim bir karaktere dönüştürmek yerine tam aksine, sorunları ortadan kaldırmak için daha düşüncesiz ve “anarşik” olmaya sürükler. Grimes, başını beladan kurtarmak için yine dürtülerinin sözünü dinler ve daha önce de yaptığı gibi, sahte bir intihar ile eşini ve işini terk eder. Bu durum bir kez daha gösterir ki, Grimes uygarlaşmamış, “ilkel” bir yaşam gücüdür ve modern toplum, her ne kadar çağdaş ve yenilikçi görünse de aslında Grimes gibi, sürekli çıkarcı ve sahtekâr davranarak insani özelliklerini kaybetmiş kişilerin ayakta kalabildiği bir yapıya sahiptir. Grimes, Waugh‟nun çizdiği modern toplumun “beyefendi”siyken, normları olan bir toplumda tamamen ilkel görünecektir; paralel şekilde Paul, “modern” toplumda absürt ve naif bir görüntü çizerken ideallere sahip bir dünyanın entelektüeli olacaktır. 54 Kaptan Grimes‟ın, evlilik ve din üzerine olan şu görüşleri onun “evcilleşmeye” ve düzene duyduğu nefreti yansıtması açısından önemlidir: “Bu neşeli yolculuğun ve çiçeklerle donatılmış yolun sonunda çirkin bir evin ışıkları ve çocukların sesleri olduğunu bir bana söylemeliydi. Biri beni büyük lavanta kokulu yatak, pencerelerdeki salkım ve aile hayatının tüm samimiyeti ve güveni hakkında uyarmalıydı.” (Decline and Fall,133). Anlaşılacağı üzere, Grimes evliliğin hayatına monotonluk ve tek düzelik getireceğini, evlenince istediğini yapma özgürlüğünü yitireceğini düşünerek aile hayatına sahip olmak istemez. Kaptan Grimes‟ın dinden tamamen uzak olmasının, evlilikten ve aile hayatından nefret etmesinin, 1920‟ler İngilteresi‟nin kabuk değiştiren ve bu süreçte geleneksel değerlerinden kopan toplum yapısını yansıttığı söylenebilir. Kaptan Grimes‟ın hayatında şansın önemli bir yerinin olması da bu karakterin, modern toplumun düzenden yoksun, karmaşık yapısını yansıttığını gösterir. Şöyle ki; Grimes roman boyunca karşılaştığı sorunlardan büyük ölçüde şansının yardımıyla kurtulur; şansın, onun hayatında önemli bir yeri olduğu hem onun “[…] yaşayan bütün adamlardan fazla dört ayağım üzerine doğrultuldum […]” (Decline and Fall, 33) sözünde hem de “Çok Kötü Bir Kadın Olan Talih” şerefine kadeh kaldırmasında açıktır. Grimes, Birinci dünya savaşında Fransızların elinden şansıyla kurtulmuştur; ahlâksız ve eğitimsiz olmasına rağmen her seferinde şansının da yardımıyla işe girmiştir; hem Llanabba‟dan hem de Egdon Mire hapishanesinden kaçışında şansı onun yanında olmuştur. Dolayısıyla, Grimes‟ın, hayatını şansa ya da talihe endeksleyerek ve sürekli risk alarak yaşadığı söylenebilir; bu durum onun, insani ve etik çerçeve içinde akla ve düşünerek hareket etmeye yabancı olduğunu gösterir. 55 Kaptan Grimes aklın ve ideallerin yerine hırsı ve açgözlülüğü; düzen yerine anarşiyi; bilgi yerine cehaleti ve hazzı; toplumsal normların yerine de sınırsız kural tanımazlığı ilke edinmiş bir karakterdir. Grimes için asıl anormal ya da mantıksız olan, sınırlara ve kurallara sahip, dine, ideallere ya da geleneklere dayalı bir yaşam tarzıdır. Grimes‟ın, tüm davranışlarında ve aldığı kararlarda açgözlülüğü ve hırsı tek rehberi olarak kabul etmesi, onun ilkel insanı bireye dönüştüren akıl ve mantıklı düşünebilme yetilerine yabancılaşmasına neden olur. Decline and Fall‟daki “dinamik” karakterlerin, insani özelliklerden yoksun modern toplumun bir yansıması olduğu düşünüldüğünde, Kaptan Grimes‟ın bu toplumun “ilkel” yüzü olduğu söylenebilir. Grimes gibi, toplumsal/manevi değerlerin ve geleneklerin kendisi için hiçbir şey ifade etmediği, Decline and Fall‟un modern toplumunun “içi boş” kişilerinden biri de Margot Beste-Chetwynde‟dir. Margot‟un görünümü ve davranışları ile, 1920‟ler İngiltere‟sinde her yönüyle değişen kadın figürünü yansıttığı söylenebilir. Waugh‟nun, Margot karakteriyle, kadınların toplumdaki rolünün ve imajının 1920‟lerde geçirdiği radikal değişikleri yansıttığı bazı tarihsel gerçekler ışında söylenebilir. Jeremy Black, Modern British History Since 1900 adlı eserinde, kadınlara eşlerinden ayrılmaları konusunda kolaylıklar getiren boşanma kanunun 1923 ve 1937‟de liberalleştirildiğini; 1928‟de ise kadınlara erkeklerle aynı esaslarda oy kullanma hakkının tanındığını belirtir. Black ayrıca, bu dönemde doğum kontrolünün de hoşgörü ile karşılandığını ve yaygınlaşmaya başladığını belirtir (Black,2000:115). Seaman, Life In Britain Between The Wars adlı eserinde Freud‟un, cinselliği fiziksel ve psikolojik sıradan bir gereksinim olarak değerlendirmesinin 1920‟lerin modern ve entelektüel çevrelerinin cinsel bilince ve özgürlüğe ulaşmasında son derece etkili olduğunu ileri sürer 56 (Seaman,1970:59). Bu dönemde kadınların çekici görünmek için ruj ve pudra gibi makyaj malzemelerini abartılı şekilde kullandıklarını belirten Seaman, gazete ve filmlerde gevşek cinsel ilişkilerin çok yer kapladığını söyler (60). Bu bilgiler ışığında Waugh‟nun, sürekli sevgili değiştiren, cinselliği ön planda tutan ve dış görünüşüne aşırı önem veren Margot karakteri ile 1920‟lerin “modern kadınını” yansıtmayı amaçladığı söylenebilir. Margot‟un ve temsilcisi olduğu “Kükreyen Yirmiler” kadınının sosyal anlamda sınırsız özgürlüğe sahip olması, savaş öncesinde ve Viktorya Döneminde önemli ve değerli olan aşk ve evlilik gibi kavramlara yabancılaşmasına neden olmuştur. Margot‟un romandaki ilk görünüşünün tasviri, onun insani özelliklerden yoksun, metalaşmış bir karakter olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “[…] Champs Elysees‟deki baharın ilk nefesi gibi Bayan Beste-Chetwynde çıktıkertenkele derisi iki ayağı, ipek bacakları, çinçila vücudu, platin ve elmaslarla iğnelenmiş küçük dar siyah şapkası ve New York‟tan Budapeşte‟ye kadarki herhangi bir Ritz Otelinde duyulabilecek yüksek, değişmez sesi” (Decline and Fall, 95). Waugh‟nun Margot‟u betimlerken hayvan imajlarını kullanması bu karakterin, insani kimliğinden uzaklaşarak duygusuz ve acımasız hâle gelmiş yapısını yansıtması açısından dikkat çekicidir; Waugh, kökeni Güney Amerika olan ve kürkü çok değerli bir hayvan7 olan Çinçilla üzerinden, Margot‟un Güney Amerika bağlantılı kirli işlerine göndermede bulunur. Bunun dışında, Margot‟un, sahip olduğu lüks limuzin, ipek çoraplar ve elmaslarla süslü şapka ile tanıtılarak romana dâhil olması onun, kişiliği ile değil de mal varlığı ile bütünleştiğini, başka bir deyişle “maddeleştiğini” 7 http://www.britannica.com/EBchecked/topic/112271/chinchilla-rat 57 gösterir. Dolayısıyla, Margot‟un, konuşmaları ve davranışları ile olduğu kadar dış görüntüsü ile de sahte ve maddeleşmiş bir karakter olduğu söylenebilir. Margot‟un, “modern” toplumun bütün ikiyüzlülüğünü, bayağılığını ve sahtekârlığını taşımasına rağmen (ya da bu yüzden), sahip olduğu mal varlığı nedeniyle romanın en güçlü ve saygın kişisi olması onun yozlaşmış toplumu yansıttığını gösterir. Margot, bu toplumun gerektirdiği tüm özelliklere sahiptir; estetik anlayıştan yoksundur; toplumun maddi-manevi tüm değerlerini yıkmaktan ya da yok saymaktan çekinmez; samimiyetten ve dürüstlükten uzaktır; duygusuz davranır; etik ve ahlak anlayışına aykırı hareket eder. Bu özellikleri ile Margot, Waugh‟nun resmettiği “dönme dolabın” tam merkezinde durur ve çevresindeki herkesi ve her kurumu kontrol eder. Margot‟un insani özelliklere yabancı olması, onun, kadın-erkek ilişkilerindeki ciddiyetsiz ve samimiyetsiz tavrında gözlenebilir. Eşi öldükten sonra sürekli sevgili değiştiren ve evlenmeyi ya da âşık olmayı çok sıradan ve önemsiz şeyler olarak gören Margot, sevgi, aşk ve evlilik gibi kavramların 1920‟ler İngiltere‟sinde içinin boşaldığını ve değersizleştiğini kanıtlayan “ruhsuz bir düşkündür” (Nichols, 1962:51). Margot‟un roman boyunca “sahip olduğu” sevgilileri şu şekilde sıralanabilir: Chokey, Paul, Maltravers ve son olarak Alastair Digby-Vane Trumpington. Bunların dışında, Margot, Otto Silenus‟a evlenme teklif etmiş fakat Silenus reddetmiştir. Margot‟un kısa süre içinde bu kadar çok sevgili değiştirmesi, onun için evlilik kurumunun ve aşk kavramının hiçbir şey ifade etmediğinin bir göstergesidir. 58 Margot, Llanabba‟daki spor müsabakalarına siyahi sevgilisi Chokey ile gelir; ona aşırı ilgi gösterip sürekli “sevgilim” “meleğim” “tatlım” şeklinde hitap eder; onu, diğer misafirlere övgü dolu sözlerle tanıtır. Bu durum, Margot ile Chokey arasında ciddi bir ilişki olduğu izlenimini oluştursa da Chokey, Margot‟un gelip geçici sevgililerinden sadece bir tanesidir; romanın geri kalan bölümünde kendisinden bahsedilmemesi ve Margot‟un onu hemen unutması da bu görüşü kanıtlar. Waugh, evlilik ve cinsel hayat üzerine görüşlerini sunduğu “Tell The Truth About Marriage” (1930) adlı makalesinde evliliğin modern toplum içinde değersizleştirildiğini ve insanların cinsel ilişkiye girmeyi evlilikten önemli saymalarının yanlış olduğunu vurgular. Waugh‟ya göre “modern toplumun tavrı, iki insanın hayatları boyunca evli ve birbirine sadık kalmasının mümkün olmadığı ve bir çiftin birbirine olan fiziksel ilgisi gevşemeye başladığında başka bir eş aramanın gerekli olduğu yönündedir” (Waugh, 1984:95). Waugh, modern toplumun bu bakış açısına karşı çıkarak evliliğin ve tek eşliliğin kişiyi, uzun vadede, cinsel ve duygusal anlamda mutlu edeceğini savunur. Dolayısıyla Waugh‟nun Decline and Fall‟da hem cinsel dürtülerini kontrol edemeyen Kaptan Grimes hem de evlilik kurumunu bayağılaştıran Margot Beste-Chetwynde üzerinden, toplumsal bozukluk olarak gördüğü gerçeklere ayna tuttuğunu söylemek mümkündür. Margot‟un Paul ile ilişkisinin, modern toplumun, önceden sahip olduğu değerleri yok saymasını, evliliğin ve kadın-erkek ilişkilerinin sıradanlaşmasını ve değersizleşmesini yansıtır. Romanın “Perviglium Veneris”8 adlı bölümünde Margot 8 J.J.Johnson, Counterparts:The Classic and The Modern “Perviglium Veneris” adlı makalesinde, Waugh’nun Decline and Fall’daki “Perviglium Veneris” adlı bölüm ile, Latince yazılmış anonim bir şiir 59 ile Peter arasında geçen şu diyalog, evliliğin Margot için ne kadar önemsiz bir kavram olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “[…] „Hafta sonu için yarın bize gelecek çok insan var ve, tatlım, şu Maltravers kendini tekrar davet etti. Onu bir üvey baba olarak istemezsin, değil mi tatlım?‟ – „Hayır […] Eğer yine evleneceksen bu defa genç ve sessiz birini seç.‟ […]” (Decline and Fall, 167). Margot‟un evlilik konusundaki ciddiyetsiz tavrı, büyük bir heyecanla kendisine evlenme teklif eden Paul‟a verdiği şu tepkide de gözlenebilir; “Aslında tüm gün ben de bu konuyu seninle konuşmak istiyordum […] Olmaması için bir sebep göremiyorum. Tabii Peter‟a da sormalıyız, önceden konuşmamız gereken başka şeyler de var” (181-182). Anlaşılacağı üzere, Margot, normalde kişinin hayatını büyük ölçüde değiştiren ve ciddi bir olgu olan evliliği, her gün yaşanabilecek sıradan bir faaliyet olarak görür. Paul‟un tutku dolu evlenme teklifi karşısında Margot‟un duygusuz ve ciddiyetsiz tavrı, modern toplumun duygudan yoksun bireyleri için aşk ve evlilik gibi kavramların anlamını yitirdiğini ve değersizleştiğini gösterir. Margot‟un Paul ile evlenmeden önce ilişkiye girmesi, diğer bütün geleneklerin olduğu gibi evlilik kurumunun da “dinamik” kişiler için bir anlamı olmadığına işaret eder. Jacqueline McDonnell Waugh on Women adlı eserinde, Paul‟un Margot ile evlenmek için kendisini kanıtlamak zorunda kaldığını belirtir. Ancak Paul bunu “Margot‟u, kendi karakteristik özellikleri ya da iş yeterliliği hakkında aydınlatarak değil, cinsel becerisi ile yaptı. Paul yatakta tatmin edici şekilde davrandığı gibi Margot nişanlanacaklarını duyurmak istedi” (McDonnell, 1989:105). Bu durum, Margot için cinselliğin evliliğin ön şartı olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Margot‟un olan ve Venüs’ün baharın gelişi için düzenlediği kutlamaları anlatan “Perviglium Veneris”e göndermede bulunduğunu ve mekanikleşmiş modern toplumu hicvettiğini belirtir. (Evelyn Waugh Newsletter Volume 8, Number 3, Winter 1974) 60 önce Paul ile, sonrasındaysa Maltravers ile aniden ve düşünmeden evlilik kararı alması modern toplumun hızlı ve ihtiyatsız yaşam tarzının bir göstergesidir 9. Margot‟un, Maltravers ile evlendikten sonra bile Alastair ile “görüşmeye” devam etmesi de onun evliliğe karşı umursamaz tavrını yansıtması açısından kayda değerdir. Modern toplumun kadın-erkek ilişkileri açısından ne derecede yozlaştığını gösteren başka bir örnek de Dr. Fagan‟ın, kızı Flossie ile evlenmesi durumunda Paul‟a okulun yarı hissesini vermeyi teklif etmesidir. Bu örneklere bakıldığında, aşk ve evlilik gibi değerlerin modern toplumda yok edildiğini ve bu toplum için maddi çıkarın ve kazancın bütün değerlerin ve geleneklerin önünde olduğunu söylemek mümkündür. Waugh, Margot‟un sanata ve estetik anlayışa yabancı olan, metalaşmış kimliği üzerinden modern toplumda sanatın ve estetik anlayışın yozlaşmasını eleştirir. Margot‟un King‟s Thursday adlı, tarihi eser niteliğindeki villasını “modernleştirerek” bu yapının sahip olduğu tüm değeri yok etmesi bu yozlaşmanın bir örneğidir. Margot, “üç yüz yıldan beridir, yerel mimari üzerine düşen değişik dönemlerin modalarından korunan” (Decline and Fall, 151) bu görkemli yapıyı baştan aşağı değiştirerek onu “asansörlerle ve işgücünü azaltan cihazlarla, sıcak su musluklarıyla, soğuk su musluklarıyla (korkunç yenilik!), içme suyu musluklarıyla, gaz ocaklarıyla ve elektrikli fırınlarla”(154) donatır. Margot bu “yenileme” görevini, insan ruhunun ve bedeninin mekanikleşmesini yansıtan Profesör Silenus‟a ve onun modern makinelerine teslim eder. 9 Benzer şekilde Waugh da, maddi durumu elverişsiz olmasına rağmen, ilk eşi Evelyn Gardner ile ani şekilde evlenmiştir. Gardner‟in ailesi evliliğe karşı çıktığından nikâhta sadece Waugh‟nun ve Gardner‟in yakın arkadaşları yer almıştır. Bu durum romanın hem otobiyografik yönünü kuvvetlendirmesi hem de dönemin toplumsal yapısına ayna tutması açısından önemlidir. 61 Modern toplum için değersiz olan King‟s Thursday‟in, Güney Kensington‟a gönderilen tahta kaplamasının Hint öğrenciler tarafından büyük bir hayranlıkla karşılanması (Decline and Fall, 156) bu yapının tarihi değerini gösterir; mimari açıdan geçmişin değerini ve estetiğini taşıyan King‟s Thursday, önceden inanılan ve değer verilen diğer bütün erdemler ve geleneklerle aynı kaderi paylaşarak, modern toplumun kontrolsüz ve acımasız gücü tarafından yok edilir. Anlatıcının King‟s Thursday için “zamandan soyutlanmış ve unutulmuş kültürlerin acı çekmesiyle ortaya çıkan bu yeni doğmuş canavar” (183) şeklindeki yorumu da bu yok edilişi nitelemektedir. King‟s Thursday‟in modern görüntüsü, İngiliz toplumunun, önceden sahip olduğu estetik anlayışa ve değerlere yabancı hâle gelmesini yansıtır. Bu değerler yerine benimsenen umursamazlık, metaya önem aşırı önem verme ve bayağılaşma King‟s Thursday gibi değerli bir yapının yok oluşunun nedenidir. Margot‟un, King‟s Thursday‟i satın aldıktan sonra bu yapıyı eski haliyle ilk gördüğünde “Düşündüğümden daha kötü, çok daha kötü […] Liberty‟nin yeni binası bununla kıyaslanamaz bile” (155) demesi Margot‟un “imitasyonu gerçek olana tercih ettiğini” (McDonnell, 1989:159) gösterir. Modern toplumun, mimari yapılar da dâhil hayatın her alanında bayağı ve değersiz hale gelmesi, Waugh‟nun A Little Learning‟deki şu söyleminde de açıktır: “Güzellik dünyasında doğmuş olmak, çirkinliğin arasında ölmek sürgün olan bizlerin genel kaderidir” (Waugh, 1983:33). King‟s Thursday‟in, İngiliz aşırı değişim ve yenilik nedeni ile bozulmuş yapısını yansıttığı görüşü, Waugh‟nun Ocak 1938‟de kaleme aldığı “A Call To The Orders” adlı makalesinde, modern mimari yapılar üzerine olan düşünceleri ile bağdaşır. Waugh bu makalesinde, 1920‟lerin değişen mimarisini şöyle eleştirir: 62 Bu medeni bina modelleri İngiltere‟nin her yerinde […] Lağım çiftliği gibi villalar, yarısına kadar batmış kanallara benzeyen konaklar, büyük arı kovanlarına ve salatalık gövdelerine benzeyen ofisler, berbat, ufak mimarların ayaklarının dibinde ortaya çıktı; bu yapılar ayak bileklerini yakan elektrik şömineleri, gözü kör eden pencereler, yüzlerce daktilo ve telefonun vızıltısıyla inleyen „ses geçirmez‟ patentler ile döşendi. […] Babalarımızın ve dedelerimizin Tudor ve Jacob mimari yapılarına yaptıklarını biz on sekizinci yüzyıl mimarisine yapıyoruz. Bu ciddi bir tehlikedir çünkü imitasyon yapılar yeterli sayıya ulaştığında kişinin gerçek olana yönelik zevkini saptırır. (Waugh, 1984:216-217) Anlaşılacağı üzere, Waugh, geçmişten kalan değerli yapıların, estetik anlayıştan yoksun şekilde inşa edilen modern mimari ile yok edildiğini düşünmektedir. Waugh‟nun, modern toplumdan ve bu toplum tarafından oluşturulan yeni mimariden “dejenere nesil” olarak bahsetmesi de onun, bu toplumun, gerçek olana, estetik açıdan değerli olana karşı yabancılaştığını düşündüğünü gösterir. Dolayısıyla Waugh‟nun bu düşüncelerini, Decline and Fall‟da, Margot ve onun için çalışan mimar Otto Silenus tarafından tamamen yok edilen ve tüm değerini kaybeden King‟s Thursday ile yansıtmış olduğu söylenebilir. Margot‟un insani erdemlere ve duygulara yabancı olduğunu gösteren bir diğer yönü, onun, “Latin Amerika Eğlence Ltd. Şti.” adı altında “beyaz kadın tüccarlığı” işini yürütmesidir. Waugh, Margot‟un bu yönü ile modern toplumun sosyal ve ahlâki normalardan kopmuş yapısını eleştirir. Margot için, işe aldığı genç kadınlar, duyguları ve düşünceleri olan birer insan değil de, onun servetini arttırma potansiyeline sahip bir sermayeden ibarettir. Margot‟un, insanı meta yerine koyan bu bakış açısı ve zenginliğe olan düşkünlüğü onun giderek duygusuzlaşmasına neden olur. Bu özellikleri ile Margot Beste Chet-Wynde‟in, Bernard Shaw‟un 1893‟te 63 kaleme aldığı Mrs. Warren’s Profession adlı oyunun ana karakteri Bayan Warren ile benzerlik gösterdiği söylenebilir. Margot‟un, kadın vücudu üzerinden illegal şekilde kazanç sağlaması; sınır veya kural tanımaksızın sürekli servetini genişletmeyi amaçlaması ve bu durumu olağan bir yaşam tarzı olarak görmesi, bu karakterin, “elde etme” arzusunu kontrol edemediğini ve bu yüzden insani yönlerinden uzaklaştığını gösterir. Margot‟un, zenginliği hayatının merkezine koymuş olması onun şu sözlerinde açıkça görülebilir: “[…] dünyadaki tüm huzuru verseler bile fakir, hatta orta halli olmazdım” (Decline and Fall, 181). Anlaşılacağı üzere, Margot Beste-Chetwynde‟in, yozlaşmış toplumun bir temsilcisi olduğunu gösteren tüm özellikleri, onun, maddi kazanç sağlama ve toplumun en üst sınıfında bulunma gayesinin etrafında toplanır. Margot için estetik anlayışın ya da toplumsal değerlerin bir önemi yoktur çünkü bunlar, kendisine maddi bir çıkar sağlamayacaktır; dolayısıla Margot, King‟s Thursday‟i tereddüt etmeden “modernleştirir” ve bu binanın tüm saygınlığını yok eder. Bu durum, toplumun, her alanda olduğu gibi mimaride de yozlaşarak estetik anlayışının bayağılaşmasını yansıtır. Margot için evlilik kurumu ve aşk, kişiyi zenginleştirmedikçe önemsiz kavramlardır: Margot‟un, Maltravers ile sadece “arkasını sağlama almak için” evlenmeyi düşünmesi, fakat “‟Margot Maltravers‟ adı kulağa biraz fazla geldiği” (Decline and Fall, 178) için Maltravers ile evlenmekten vazgeçmesi, sonrasında ise Maltravers ile evlenip soyadını “Metroland” olarak değiştirmesi, Margot‟un evliliğe bakışını en iyi yansıtan örneklerdir. Margot için etik-ahlak kuralların, yasaların, dinin ve bütün erdemli davranışların bir önemi yoktur, çünkü bu kavramlar, özellikle modern toplum içinde çoğu durumda kişinin zenginleşmesini engeller; dolayısıyla 64 Margot, zenginleşmek ve toplumda daha da yükseğe çıkmak için genç ve çaresiz kadınların bedenlerini pazarlamakta bir yanlışlık görmez, saf ve duygulu insanları kullanmaktan çekinmez, sahte belge hazırlatmak gibi kirli işlerle uğraşır. Bütün bu durumlar, Margot‟un “insan” kimliğinden uzaklaşmış olduğunu ve adının da işaret ettiği gibi (beste:beast) canavarlaştığını gösterir. Sonuç olarak, Margot BesteChetwynde‟in Decline and Fall‟da resmedilen modern toplumun “açgözlü” ve “değersizleşmiş” yüzünü yansıtan, insani özelliklere yabancı bir karakter olduğu söylenebilir. Kaptan Grimes ve Margot Beste-Chetwynde modern toplumun yozlaşmasını yansıtan bir diğer karakter de Dr. Augustus Fagan‟dır. Dr. Fagan, sahibi olduğu Llannabba kolejini eğitim-öğretim amaçlı bir kurum olarak değil de kendisine maddi kazanç sağlayan bir kaynak olarak görür. Heath, The Picturesque Prison: Evelyn Waugh and His Writing adlı eserinde Dr. Fagan karakterinin kökeninin, Dickens‟in Oliver Twist adlı romanındaki Fagin karakterine dayandığını söyler. Heath‟e göre Fagan‟ın “edebiyattaki kökeni Oliver Twist’te yoksul çocuklara ve yetimlere yankesiciliği öğreten Dickens‟in Fagin‟idir” (Heath,1984:282). Dr. Fagan‟ın etik ve ahlaki değerlere yabancı olduğunu gösteren temel özelliği bu karakterin sahtekârlığı ve ikiyüzlülüğü tamamen benimsemiş olmasıdır. Fagan‟ın Paul‟a verdiği ”Biz öğretmenler sağduyuyu yalanla dengelemeliyiz” (Decline and Fall,24) şeklindeki tavsiyesi bu karakterin, aklıselim biri gibi görünen fakat iç yüzünde çıkarcı ve dolandırıcı bir kimlik barındıran kişiliğini göstermesi açısından önemlidir. Dr. Fagan‟ın, Llanabba‟daki diğer öğretmenleri çok düşük ücretler karşılığında çalıştırması ve onlara mümkün olduğunca fazla sorumluluk yüklemesi bu karakterin çıkarcılığını ve acımasızlığını gösterir. Bu durumu Fagan‟ın 65 kızı açık şekilde şöyle dile getirir: “-. O [Dr. Fagan], değişmez bir Tartardır, fakat şunu da bilin ki eğitimliler- insanlıktan çıkmış kişilerdir. Öyle değil misin? […] insanlıktan çıkmış değil misin?-” (Decline and Fall, 23). Bayan Fagan‟ın, babası hakkındaki bu görüşleri, Dr. Fagan‟ın, romanın ilk bölümünde Paul‟un güçsüzlüğünden faydalanarak maaşında kesinti yapması; okul sporlarının düzenlenmesindeki bütün sorumlulukları ona yüklemesi ve Bay Prendergast‟a çok düşük ücret ödeyerek onun sefalet içinde yaşamasına neden olması örnekleri ile desteklenebilir. Dolayısıyla Dr. Fagan‟ın, Llanabba‟daki öğretmenlere yönelik bencil ve “açgözlü” davranışı onun eğitimci ve işveren kimliğine yabancı olduğunu gösterir. Dr. Fagan‟ın, Llanabba‟daki öğrencilere yaklaşımı, bu karakterin çıkarcı ve sahtekâr kişiliğini gösteren başka bir yönüdür. Dr. Fagan, Margot‟un ve Leydi Circumference‟in aynı zamanda okulu ziyarete geleceğini öğrendikten sonra, zengin ve nüfuzlu olan bu aileleri etkilemek için Llanabba Spor Müsabakalarının düzenlenmesine karar verir; ayrıca Clutterbuck ve Hope-Browne aileleri, bölge Papazı ve yaşlı Belediye Başkanı Sidebotham gibi üst sınıf toplum mensuplarını da davet eder. Fagan, bu kişilerin gözüne girebilmek için hiçbir masraftan kaçınmaz “Galler‟in önerebileceği en pahalı çiçek buketi”ni (59) Leydi Circumference için yaptırmaya karar verir; etkinlikler için bando, fotoğrafçılar ve basın mensuplarını çağırır. Dr. Fagan‟ın şu sözleri ise, onun, spor müsabakaları, Leydi Circumference ve Margot Beste-Chetwynde hakkındaki gerçek düşüncelerini yansıtır: “Atletizm müsabakaları gösteriminden başka –belki halk oyunları dışında, içimi bu kadar büyük bir nefretle dolduran başka bir eğlence türü yoktur. Dünyada, arkadaşlığından tiksindiğim iki kadın varsa– ki ikiden fazla var, bunlar Bayan Beste-Chetwynde ve Leydi Circumference‟dir” (Decline and Fall, 75). Anlaşılacağı üzere Dr. Fagan, spor 66 müsabakalarını, öğrencilerin fiziksel gelişimi ya da eğlenmesi gibi güdülerle değil tamamen kendi çıkarlarını gözeterek, toplumda önemli yeri olan kişilerin gözüne girmek, kendisine sosyete içinde yer edinmek ve maddi kazanç sağlamak amacıyla düzenler. Fagan‟ın bu ikiyüzlü ve sahtekâr tavrı onun karakteristik özelliği haline gelmiş, aldığı kararlarda ve tüm davranışlarında belirleyici etken olmuştur. Fagan bu yönü ile hem eğitimci kimliğine hem de insani özelliklere yabancılaşmış bir karakterdir. Dr. Fagan‟ın, gerçekte çıkarcı ve bayağı biri olmasına rağmen kendini asil, eğitimli ve idealist biri olarak göstermesi ve tanıtması onun etik-âhlak anlayışa ve insani erdemlere yabancı olduğunu gösterir. Romanın ilk bölümünde Dr. Fagan ve Paul arasında geçen iş görüşmesinde, Fagan‟ın şu sözleri onun, idealleri olan, disiplinli ve dürüst bir eğitim adamı olduğu izlenimi verir: “İhtiyacım olan şey vizyondur […] okulumun üzerine kurulu olduğu ideal- hizmet ve arkadaşlık idealidir” (Decline and Fall, 15-16). Fagan‟ın bu sözleri, onun, romanın sonraki bölümlerinde daha açık şekilde ortaya çıkan kişiliği düşünüldüğünde oldukça ironiktir. Özünde dolandırıcı olan Dr. Fagan‟ın Kaptan Grimes‟ı, “beyefendi” olmadığı için sürekli eleştirmesi ve aşağılaması da ironik olan başka bir durumdur. Dr. Fagan‟ın, romanın sonlarında Llanabba‟yı satıp Üst-sınıf sağlık merkezi açması; bu merkezde ise, Margot‟un aracılığıyla, Paul‟un hapishaneden kaçmasını sağlayacak sahte ölüm belgesini hazırlatması, Fagan karakterinin bulunduğu kurumu ve mevkiyi kendi çıkarı uğruna kötüye kullanmasının bir başka örneğidir. Görüldüğü üzere Dr. Fagan zengin ve önemli kişilerin beğenisini kazanarak modern toplum içinde yükselme çabası içindedir; bu doğrultuda, sahip olduğu okulda eğitim gören öğrencileri ve görevli öğretmenleri sömürmekten kaçınmaz. Dr. 67 Fagan‟ın para ve mevki tutkusu onun, sağlıklı bir şekilde düşünüp karar almasını engeller; bunun yerine onu, sürekli aldatmaya, yalan söylemeye ve sahte davranmaya teşvik eder. Diğer “dinamik” karakterlerle benzer şekilde, Fagan için de etik-ahlak kuralların, geleneklerin ve değer verilen hiçbir manevi inancın önemi yoktur; onun için asıl önemli olan üst-sınıf kişilerin beğenisini kazanmak ve onlardan bir şeyler “koparmak”tır. Waugh, Fagan gibi tüm insani değerleri yok sayan bir karakter üzerinden hem görevini çıkarı doğrultusunda kötüye kullanarak otoriteleri hem de saygın görüntüsü altında “kirli” bir kişiliğe sahip olan “modern” insanı eleştirir. Dr. Fagan gibi, sahtekârlığı ve ikiyüzlülüğü hayat tarzı haline getirmiş olan başka bir karakter de Llanabba Kalesi‟nin kâhyası Solomon Philbrick‟tir. Gerçekte lüks otellerde kalıp sahte çek yazan ve aranan bir suçlu olan (Decline and Fall, 146) Philbrick‟in çevresindekilere kendi kimliği hakkında yalanlar söylemesi onun, sahtekârlığı ve çıkarcılığı benimsemesi nedeniyle “kimliksizleşen” modern toplumun bir yansıması olduğunu gösterir. Philbrick, roman boyunca, sürgün edilmiş bir Rus prensi (48), eski bir hırsız (70), roman yazarı, Portekiz Kont‟unu silahla vurmuş bir armatör (117) ve Metropole Oteli‟nin daimi müşterisi (130) gibi kimliklere bürünür. Philbrick‟in, romanın sonlarında, üzerinde kürk, ellerinde eldiven ile üstü açık bir Rolls-Royce içinde görülmesi modern toplumda çıkarcı ve sahtekâr olanın ayakta kalmasını ve yükselmesini yansıtır. Görüldüğü üzere, Philbrick, modern oplum içinde kendine saygın bir yer edinmiştir. Philbrick‟in kendisini sürekli farklı bir kişi olarak tanıtması hem onun yalan söylemeyi sıradan ve gerekli bir durum olarak gördüğünü hem de özgün bir kişiliğe sahip olmanın onun için önemsiz olduğunu gösterir. Çevresindeki herkesi kendi çıkarı için kandıran ve yasa dışı işlerle uğraşan Philbrick, Kaptan Grimes gibi 68 modern toplumun kaosu içinde ayakta kalmayı başarmış bir “yaşam gücüdür”. Philbrick‟in çok kolay ve sık şekilde farklı bir kimliğe bürünmesi ve gerçekte kim olduğunun anlaşılamaması onun, modern toplumun özgün ve gerçek bir kimlikten yoksun oluşunu temsil eden bir karakter olduğuna işaret eder. Diğer yandan Philbrick, normları olan uygar bir toplumda uyulması gereken etik-ahlak kuralları da diğer “dinamik” karakterler gibi yok sayar. Bando takımının yöneticisi ile arkadaş olan Philbrick, Paul ve Grimes‟a isterlerse arkadaşı aracılığıyla onlar için genç bir kadın bulabileceğini söyler (34). Bu durum, Philbrick‟in ahlaktan yoksun yapısını örnekler. Heath, The Picturesque Prison Evelyn Waugh and His Writing adlı eserinde Philbrick‟ten “[…] aslında gerçek bir kimliği yoktur ve özgün ahlaki değerlerden yoksun bir çağın özelliksiz değişkenliğini yansıtır” (Heath, 1982:67) şeklinde bahseder. Waugh‟nun, Philbrick karakterini ortaya çıkarırken, Yirminci Yüzyılın başlarında, İngiltere‟nin en “gizli saklı” ve “gösteriş düşkünü” figürlerinden biri olan Horatio Bottomley‟den esinlendiği söylenebilir. Şöyle ki, George Robb, White Collar Crime In Modern England adlı eserinde küstah bir havaya sahip olan Bottomley‟nin at yarışı, şov kızları ve şampanya bağımlısı olmasına rağmen parlamento üyesi olduğunu söyler (Robb,1992:109). Robb ayrıca, Bottomley‟nin “Victory War Bonds” adı altında başlatılan girişim aracılığıyla halkı dolandırarak küçük miktarlarda para toplayıp en az 150.000 paund‟u zimmetine geçirdiğini söyler (Robb, 1992:110). L.C.B. Seaman ise, Life In Britain Between The Wars adlı eserinde, başbakan Llyod George döneminde, para karşılığında, güvenilmez kişilere, şövalyelik, baronluk ve soyluluk unvanları verildiğini belirtir (Seaman, 1970:20). Bu durum Philbrick‟in “Sör” unvanını bu şekilde almış olabileceği ihtimalini doğurur. 69 Diğer yandan, Philbrick, hem dolandırıcı kimliği hem de kendine olan aşırı güveni nedeniyle Bottomley ile benzeşmektedir; Philbrick‟in bir süre, Bottomley gibi Old Bailey hapishanesinde bulunması ve tazı yarışlarıyla ilgilenmesi de Waugh‟nun Bottomley‟den esinlenmiş olabileceğine işaret eder. Philbrick karakteri ile Horatio Bottomley arasındaki bu paralellikler, modern toplumda Philbrick gibi, maddi çıkarlarına ulaşmak için masum insanları dolandıran; etik/ahlak ilkelerini ve devlet yasalarını çiğnemekten kaçınmayan ve canavarlaşarak insani kimliğine yabancılaşan sahtekârların var olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Waugh, “Careers For Our Sons: Crime” adlı makalesinde, savaş sonrasında kötüleşen ekonomi ve artan işsizlik oranları nedeniyle 1920‟lerin sonlarında aniden yükselen suç oranlarını hicvederek suç işlemenin iyi bir meslek olabileceğini söyler. Waugh, farklı kılıklara girerek insanları dolandırmanın (Philbrick‟in yaptığı gibi) sıklıkla başvurulan bir yöntem olduğunu şöyle belirtir: “Şaşırtıcı derecede sık işlenen başka bir suç ise kuyumcuya girip „Benim adım Lord Beaverbrook. Lütfen bana biraz elmas verin‟ demek ve kaçıp elmasları satmaktır. Buna „dolandırma amacıyla kişilik değiştirme‟ denir” (Waugh, 1984: 53-54). Waugh‟nun bu taşlaması göz önüne alındığında, Philbrick karakterinin, Waugh‟nun gözlemlediği çarpık ve kural tanımaz toplumun bir yansıması olduğu söylenebilir. Her biri, insani değerlerden yoksun olan, bozuk modern toplumun farklı bir yüzünü temsil eden bu “barbar” karakterlerin yanında, yine modern toplumun yozlaşmış yapısını yansıtan ancak romanda biraz daha geri planda kalmış bazı karakterlere de değinmek gerekir. Bu karakterler arasında en öne çıkanı, 1920‟ler İngiliz sosyetesinin sahte ve samimiyetsiz yapısını yansıtan Leydi Circumference‟dir. 70 Leydi Circumference‟in, oğlu küçük Lord Tangent‟e karşı sevgiden ve şefkatten yoksun yaklaşımı, onun insani duygulara yabancı olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Leydi Circumference, spor müsabakaları boyunca oğluna karşı güvensizdir ve onu sürekli aşağılar; oğlunun ayağından vurulmasına üzülmez. Romanın ilerleyen bölümlerinde ise, Leydi Circumference, oğlu Tangent‟in ölümünden çok sıradan bir şeymiş gibi bahseder ve onun, Margot‟un düğününden hemen önce ölmesine sinirlenir: “-Tangent‟in tam da şimdi ölmesi delirtici,- dedi. – İnsanlar düğüne gelmeyi reddetmemin nedeninin bu olduğunu düşünebilir […]-“ (198). Anlaşılacağı üzere, Leydi Circumference, üst sınıf toplum mensupları üzerinde bırakacağı izlenimi oğlunun hayatından daha çok önemsemektedir. 1920‟ler İngiltere‟sini çok iyi gözlemleyen Waugh, Leydi Circumference‟in, oğlu Tangent‟e karşı soğuk ve duygusuz yaklaşımı ile iki savaş arası İngiliz toplumunda, hem üst sınıf ailelerde ebeveynlerle çocukları arasındaki uzaklığı hem de bu toplumun, anneçocuk ilişkileri açısından duygusuzlaşmış yansıtır. Leydi Circumference‟in ve onun gibi, üst sınıf mensubu olan kişilerin etikahlaki değerlerden yoksun kişiler olduğunun en açık göstergesi, bu karakterlerin spor müsabakaları sırasındaki diyaloglarıdır. İlk olarak, Leydi Circumference‟in, küçük Clutterbuck‟ın yarışlarda hile yaptığı gerekçesiyle, ona ve Clutterbuck ailesine hakaret etmesi ve aşağılayıcı tavrı Circumference‟in, isminin önündeki “Hanımefendi” ünvanına “yabancı” olduğunu gösterir. Leydi Circumference ve diğer üst sınıf mensubu karakterlerin, Margot‟un siyâhi sevgilisi Chokey hakkındaki ırkçı düşünceleri, kendilerini toplumun saygın kişileri olarak gören bu karakterlerin insani erdemlere yabancı olduklarını kanıtlar. Bayan Clutterbuck, Chokey hakkındaki görüşlerini şöyle ifade eder: “-Bana göre, bir zenciyi buraya getirmek hakarettir.- 71 […]. –Bizim kendi kadınlarımıza bir hakarettir-“ (Decline and Fall, 100). Bölge Papazının bu konudaki düşünceleri de diğerlerinden farksızdır: “Şu zencinin görüntüsünden hoşlanmıyorum. [...] onlara özgürlüklerini vermek hataydı” (101,105). Bu tarz ırkçı görüşlere sahip olan “modern” karakterlerin, Margot ya da Chokey ile yüz yüze gelince gerçek düşüncelerini saklı tutup dostane davranmaları bu kişilerin ikiyüzlülüğünü ortya çıkarır. Waugh, özellikle Oxford‟u bıraktıktan sonra tanıklık ettiği aristokrasi sınıfının önyargı ve sahtekârlık üzerine kurulu yapısını bu karakterlerle okuyucuya aktarır. Ayrıca yazar, Chokey karakterinin abartılı şekilde kendi ırkını savunması ve siyahî insanları sürekli yüceltmeye çalışması ile modern toplum içinde siyâhi insanların aşırı bir hassasiyete büründüklerini ve aşağılık kompleksinden çıkamadıklarını ima eder. Decline and Fall‟un giriş bölümünde, modern toplumun “dejenere” gençliğini temsil eden Bollinger Kulübü üyelerinin alkolün de etkisiyle camları kırmaları, büyük bir piyanoyu parçalamaları ve Matisse‟nin bir tablosunu su kabına fırlatmaları toplumun uygarlıktan çıkmış, “anarşik” yapısına örnek teşkil eder. Waugh, Nisan 1929‟da kaleme aldığı “The War and The Younger Generation” adlı makalesinde, savaş sonrasında her anlamda alt üst olan İngiliz toplumunda gençlerin düştüğü boşluğu şöyle ele alır: “En geniş ahlak kavramları dışında, genç neslin baş kaldıracağı hiçbir şey kalmamıştı. Dolayısıyla onların baş kaldırışı bu kavramlara döndü. Birçok durumdaki sonuç, basındaki dedikodu yazarları tarafından her gün kaydedilen, topluma aykırı ve amaçsız düşkünlüktü” (Waugh, 1983:62). Bu durumda Waugh‟nun Bollinger Kulübü üyeleri ile bu “düşkün genç nesli” yansıttığı söylenebilir. George McCartney Confused Roaring: Evelyn Waugh and The Modernist Tradition adlı eserinde Bollinger‟lerin yozlaşmış toplumun temsilcisi 72 olduğuna işaret ederek bu kişileri “hem görünüşte hem de davranışta hayvanlaşmış insanlar güruhu” (McCartney,1987:9) şeklinde tanımlar. Dolayısıyla, her biri zengin ve “soylu” ailelerden gelen bu gençlerin, sahip oldukları maddi güç sayesinde sınır tanımayan ve kontrol edilemeyen birer zevk düşkünü haline geldikleri ve bu yüzden de insani yönlerinden uzaklaştıkları söylenebilir. Paul‟un, Bollinger Kulübü üyeleri tarafından taciz edilmesine tanıklık eden fakat cezalardan elde edilecek parayı düşünerek olaya müdahale etmeyen Dekan Yardımcısı Bay Sniggs ve okul muhasebecisi Bay Postlethwaite‟in, yozlaşmış toplumun temsilcileri olduğu söylenebilir. Hem kendi çıkarlarını toplumsal normların ve değerlerin önünde tutan hem de mesleki sorumluluk bilincinden uzak davranan Sniggs ve Postelthwaite, olayların ve meydana gelecek zararın büyümesi için ellerinden geleni yaparlar; bu iki karakterin şu diyalogu onların eğitimci kimliğine yabancı olmalarını açık şekilde yansıtır: “-Keşke onların tamamı Kolej üyesi olsa! Her biri on paund‟dan elli kişi. Aman!- -Şapel‟e saldırırlarsa daha fazla olur,- dedi Bay Sniggs. –Ah, lütfen Tanrım, onların Şapel‟e saldırmasını sağla-” (3). Bollinger üyelerinin “birini” yakalamaları üzerine Sniggs ve Postelthwaite‟in müdahele etmemesi bu karakterlerin çıkarcılığını ve acımasızlığını gösteren başka bir örnektir. Anlaşılacağı üzere, çarpık “modern” toplumun Oxford‟daki uzantısı olan Bay Sniggs ve Bay Postlethwaite, tıpkı Dr. Fagan gibi “bozulmuş” otoriteyi temsil eden, meslek etiğini yok sayarak maddi çıkarlarını her şeyden üstün tutan ve bu yüzden de insani yönlerini kaybetmiş kişilerdir. Waugh‟nun Oxford‟daki iki yıllık tecrübesi ve iyi gözlem yapabilme yetisi düşünüldüğünde, Bay Sniggs ve Bay Postlethwaite karakterlerinin 1920‟ler İngiliz toplumunun özellikle eğitim kurumlarındaki yozlaşmış yapısını yansıttığı söylenebilir. 73 Decline and Fall‟da modern toplum içindeki otoritelerin bozulmasını ve asıl işlevinin tersi yönde hareket ederek kaos içindeki toplum yapısını yansıtan başka bir karakter de Sör Wilfred Lucas-Dockery‟dir. Paul‟un gönderildiği ilk hapishane olan Old Bailey‟nin müdürü olan Lucas-Dockery, ceza sistemini “modernleştirmek” adına kendi ortaya çıkardığı yenilikleri, doğruluğunu sorgulamadan mahkûmlar üzerinde test eder. Lucas-Dockery, hapishane bünyesinde oluşturduğu “Sanat Okulu”nda kesici alet kullanımını serbest bırakır; bu durum, bazı mahkûmların intihar teşebbüsü ile sonuçlanır (Decline and Fall, 227). Benzer bir durum, başka bir “Lucas-Dockery yeniliği” olan Kitap Ciltleme Dükkânında yaşanır; mahkûmlar ciltleme işinde kullanılmak üzere kendilerine verilen macunu yerler (232). “Tüm suçların, estetik ifadeye yönelik arzuların bastırılmasından kaynaklandığını” (226) iddia eden LucasDockery‟nin “modernleşme” adına ortaya çıkardığı bu uygulamalar sonunda trajik bir olaya yol açar: daha önceden marangozluk yapan bir ruh hastasına, yaratıcı zanaatkârlığına devam ederek kendini ifade etmesi için kesici aletler verilir; bu girişim, hapishane rahibi Bay Prendergast‟ın kafasının testere ile kesilmesiyle sonuçlanır. Anlaşılacağı üzere, Sör Wilfred, getirdiği yeniliklerin bir işe yaramadığının farkında değildir ve bu yeniliklerin kötü sonuçlar doğuracağını öngöremez; mahkûmları birer denek olarak kullanır; hapishanenin gerçek sorunları ile ilgilenmek yerine “modern” bir hapishane yaratma hayalleri kurar. Lucas-Dockery ve Old Bailey Hapishanesi, bilinçsizce özgürleşen ve sorgulamadan modernleşen insanın, kontrolnü kaybederek insani niteliklere yabanacılaşmasını yansıtır. Waugh, LucasDockery üzerinden, İngiliz toplumunun modernleşerek köklü değişikliklere maruz kalmasının bir parodisini yapar; toplumun, önüne konulan her değişimi 74 sorgulamadan kabul etmesi ve benimsemesi toplumsal bozuklukları beraberinde getirir; aynı şekilde Dockery, doğruluğunu sorgulamadan, mahkumlara dayattığı yeniliklerle hapishanenin kaos ortamına sürüklenmesine neden olur. Bu açıdan bakıldığında, modernleşme sürecindeki Old Bailey hapishanesinin, modern toplumun bir minyatürü olduğu söylenebilir. Sonuç olarak, Evelyn Waugh‟nun 1920‟ler İngiltere‟sini yansıttığı Decline and Fall‟daki karakterler çevresine yabancılaşan ve insani özelliklerden yoksun kişiler olarak ayrılmıştır. Değişen ve “modernleşen” toplum düzeninin farkında olmayan ve bu yapı içinde güçsüz ve pasif kalan Paul, Bay Prendergast ve Küçük Lord Tangent karakterleri toplumdan ayrılarak çevrelerine yabancılaşmışlardır. Waugh‟nun, bu karakterler üzerinden, modern toplumda aşırı zayıf, duygusal ve saf özelliklere sahip kişileri eleştirdiği görülmüştür. Modern toplumun bozukluklarının temsilcisi olan Margot Beste-Chetwynde, Kaptan Grimes, Dr. Fagan ve Philbrick karakterleri ise bütün etik-ahlak ilkeleri ve geleneksel değerleri yok saymış, insani özelliklerden soyutlanmışlardır. Waugh‟nun bu karakterler üzerinden 1920‟ler İngiliz toplumunun kural ve gelenek tanımaz yapısını, estetik anlayıştan yoksun oluşunu, dinin ve kilisenin yozlaşmasını eleştirdiği görülmüştür. 75 II. BÖLÜM KINGSLEY AMIS’IN LUCKY JIM ADLI ROMANINDA YABANCILAŞMA ÜZERİNDEN TOPLUM ELEŞTİRİSİ Bu bölümün amacı Kingsley Amis‟in Lucky Jim (1954) adlı romanında yabancılaşma olgusunu ele almak ve yazarın yabancılaşma üzerinden yaptığı toplum eleştirilerini incelemek olacaktır. Bu doğrultuda, bir önceki bölümde yapıldığı gibi, karakterlerin tecrübe ettikleri yabancılaşma süreçlerinin hangi nedenlerle ortaya çıktığı, nasıl geliştiği ve onların davranışlarını nasıl şekillendirdiği açıklanacaktır. Karakterlerin yabancılaşmasının toplum eleştirileri ile bağlantısını tüm yönleriyle inceleyebilmek için hem yazarın hayat tecrübeleri ve benimsediği görüşler hem de romanın yazıldığı dönem olan 1950‟lerde İngiliz toplumunun geçirdiği değişimler incelenecektir. Kingsley Amis, Lucky Jim ile ortaya koymak istediği toplum eleştirilerini daha belirgin ve etkili şekilde göstermek için çevresine karşı yabancılaşan karakterleri ve etik-ahlak anlayıştan yoksun karakterleri kullanır. Amis‟in, ilk romanındaki karakterler ya çevresi ile uyuşamadığı için topluma ve onun bütün değerlerine yabancı kalan kişiler ya da çıkarlarına ve gösterişe olan düşkünlüğü nedeniyle insani duygulardan ve erdemlerden yoksun olan kişilerdir. Lucky Jim‟deki karakterler arasındaki bu zıtlık nedeniyle, bu bölümde, karakterler çevresine yabancılaşan kişiler ve bozuk toplum yapısının temsilcisi karakterler olmak üzere iki farklı gruba ayrılarak incelenecektir. Çevresine yabancılaşan karakterlerin, karşılaştıkları toplumsal bozukluklara verdikleri tepkiler, bir bakıma yazarın kendi 76 toplum eleştirilerine işaret eder; diğer yandan bu karakterlerin benimsedikleri değerler yazarın kendisinin desteklediği davranışların ve düşüncelerin bir yansımasıdır; dolayısıyla bu bölümde, bu karakterler ile çevreleri arasındaki çatışma, yazarın mektuplarında, makalelerinde ve diğer eserlerinde yer alan eleştirel görüşleri ile bağıntılı olarak ele alınacaktır. Bu bağlamda, romanın ana karakteri Jim Dixon çevresine yabancılaşan bir karakter olarak incelenecektir; Jim‟in yabancılaşması, onun sosyal çevresine ve mesleğine yabancı kalması olarak iki yönlü ortaya konulacaktır. Jim‟in dışında, Christine Callaghan da çevresine yabancılaşan bir karakter olarak ele alınacaktır. İnsani erdemlerden ve değerlerden yoksun karakterler ise Amis‟in çevresinde gözlemlediği ve yanlış olarak değerlendirdiği davranışların temsilcileri olarak, gerçek kişiliklerinin farkında olmayan, etik-ahlak anlayışa yabancı olan kişilerdir. Welch, Bertrand ve Margaret‟ten oluşan bu karakterlerin davranışları ve kişilik özellikleri, yazarın ortaya koymayı amaçladığı bozuklukların bir yansıması olduğundan, bu karakterler, yazarın çevresinde karşılaştığı, hoşlanmadığı ve eleştirdiği kişiler, olaylar ve davranışlar ile bağlantılı olarak ele alınacaktır. Ayrıca bu bölümde, her iki gruptaki karakterlerin yabancılaşması incelenirken, romandaki karakterler ve olaylar ile yazarın kendi hayat tecrübeleri ve ilgili dönemde meydana gelen olaylar arasında köprü kurulacaktır. Lucky Jim‟deki karakterler arasındaki çatışma çoğunlukla gerçek karşısında yapmacık, dürüst karşısında sahtekâr, alçak gönüllü karşısında gösteriş düşkünü, yardım sever karşısında çıkarcı davranışlar arasında gerçekleşir. Yazar, Lucky Jim ile, özellikle İngiliz üst sınıfında ve bunun bir yansıması olan akademi ortamında gözlemlediği yetersizlikleri ve bozuklukları, ana karakter Jim Dixon‟ın diğer karakterlerle olan ilişkileri ve karşılaştığı olaylar aracılığı ile hicveder. Duygularında 77 ve düşüncelerinde samimiyeti ve gerçekliği esas alan, işçi sınıfı mensubu Jim Dixon ile “sahte entelektüel” olarak adlandırılabilecek kişilerden oluşan üst sınıf karakterler arasındaki farklılıklar ve çatışmalar Lucky Jim‟in komik görüntüsünün altındaki ciddi ve eleştirel yapıyı oluşturur. Dolayısıyla bu bölümün amacı, hem Jim Dixon‟ın, sosyal ve kültürel değerlerini paylaşmadığı ve bu yüzden de aidiyet hissetmediği çevresine yabancılaşmasını hem de gerçeklikten ve doğruluktan yoksun üst sınıf karakterleri, Amis‟in toplum eleştirileri bağlamında elealmak olacaktır. Lucky Jim‟de karakterlerin yabancılaşmasını ve bunun, romandaki toplum eleştirileri ile bağlantısını daha iyi anlamak için öncelikle Kingsley Amis‟in hayata bakışından ve Lucky Jim‟i şekillendiren değer ve yargılarından bahsetmek gerekir. Kingsley Amis, Lucky Jim‟deki mizahi üslubu ve üst sınıf taşlamaları nedeniyle Angry Young Men (Kızgın Genç Adamlar) adlı yazarlar grubunun öncülerinden biri olarak gösterilir. John Osborne, John Wain, Kingsley Amis, John Braine ve Alan Sillitoe gibi yazarlardan oluşan Angry Young Men eserlerinde, alt sınıf veya işçi sınıfı mensubu kişilerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal ve ekonomik anlamda beklentilerinin karşılanamaması üzerine yaşadıkları hayal kırıklığı üzerine odaklanırlar. Çoğunlukla kendileri de alt sınıf veya işçi sınıfından gelen bu yazarların eserlerindeki olaylar genellikle “kimsesiz, dayanağı olmayan, otorite ile sürekli çatışma halinde olan ve onu aşağılayan […] erkek ana karakterler etrafında” (Ousby, 1993:27) gerçekleşir. The Angry Decade adlı eserinde, bu grubu “muhalifler” olarak tanımlayan Kenneth Allsop, bu yazarlar içinde çoğunluğun Kingsley Amis gibi “otoriteye ve „parlak barbarlığa‟ karşı aşağılayıcı, alaycı ve gülünç bir tavır […]” (Allsop, 1958:9) takınan kişiler olduğunu belirtir. Angry Young Men içinde önemli bir yerde duran Lucky Jim‟in, özellikle ana karakter Jim Dixon‟ın içinde bulunduğu 78 ortama ayak uyduramaması, etrafındaki hemen herkese eleştirel yaklaşması, hem kendisinden üst sınıfta olanlara hem de otoriteye tepki göstermesi ve çevresine yabancılaşması açısından bu akımın özelliklerini taşıdığı söylenebilir. Kingsley Amis ve Lucky Jim‟in dâhil olduğu bir diğer edebi akım da Angry Young Men ile benzer özelliklere sahip olan ve temelde Kingsley Amis, Donald Davie ve Philip Larkin tarafından oluşan The Movement‟tır. Dominic Head Modern British Fiction, 1950-2000 adlı eserinde The Movement akımının temel niteliğinin sınıf sistemine, kültürel elitizme ve metropol merkezine meydan okumak olduğunu belirtir. Head‟e göre Lucky Jim “bu üç alana da karşıt yapıya sahip bir roman olarak The Movement‟ın değerlerinin ve sınırlarının mükemmel bir toplamıdır” (Head, 2002:51). Lucky Jim‟deki sınıf çatışması, elit kültür eleştirisi ve taşra toplumunun desteklenmesi düşünüldüğünde Head‟in romanla ilgili görüşlerinde haklı olduğu anlaşılır. 1941 yılında İngiliz Komünist Partisi‟ne katılan ve Angry Young Men grubundaki diğer yazarlar gibi işçi sınıfını destekleyen Amis, Lucky Jim ile, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, özellikle üst sınıflarda ve akademi ortamında gözlemlediği bozuklukları ve çarpıklıkları yansıtmak ister. Amis, Barber‟a verdiği röportajında 1945‟te, iyimserlik ve özgürlük duygularıyla İşçi Parti‟sine oy verdiğini belirtir (Amis, 1975:44). Bu nedenle Amis‟in, Lucky Jim‟i yazdığı dönemde ve öncesinde İşçi Sınıfına ve sol kesime yakın olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Amis‟in hayat görüşünü daha iyi anlamak için özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sol kesimin ve işçi sınıfının temel niteliklerini anlamak gerekir. Richard Hoggart, The Uses of Literacy adlı eserinde dostluğun, yardım severliğin ve komşuluğun, işçi sınıfından gelen kişiler için önemli olduğunu belirtir (Hoggart, 1958:80). Hoggart‟a 79 göre işçi sınıfı “paranın ya da gücün insanları daha mutlu kılacağına inanmaz. „Gerçek‟ olan insandır ve samimi olan şeylerdir – ev ve aile yakınlığı, dostluk ve „keyfine bak‟ diyebilmektir: onlara göre „gerçek olan şey para değildir‟ […]” (Hoggart, 1958:83). Simon J. Charlesworth ise, A Phenomenology of Working Class Experience adlı eserinde işçi sınıfının “alçak gönüllü, etik, duyarlı, bilgili, yardım sever, cömert ve genellikle becerikli” (Charlesworth, 2003:151) olduğunu belirtir. Amis‟in, hem kendi hayatında hem de ilk romanı Lucky Jim‟de işçi sınıfının bu özelliklerinin önemli yeri olduğu söylenebilir. Bazı davranışların “takdire şayan” bazılarının ise “aşağılık” olduğunu düşündüğü için kendini bir “ahlakçı” olarak tanımlayan Amis için “çalışkanlık, nezaket, dürüst ve vicdanlı olmak, ağırbaşlılık, sadakat, tutumlu olmak ve özellikle sabırlı olmak” (Salwak, 1992:12) gibi erdemler büyük bir öneme sahiptir. Lucky Jim‟de işçi sınıfını destekleyen ana karakter Jim Dixon, Amis‟in benimsediği bu değerlerin bir temsilcisidir; Jim, roman boyunca çevresindeki, bu erdemlerden yoksun olan üst sınıf mensubu kişileri bencil, iki yüzlü ve yapmacık oldukları için aşağılar ve eleştirir. Bu nedenle, romanda Jim‟in kişilik özelliklerinin ve üst sınıfa karşı tutumunun Amis‟in kendi hayat görüşünü yansıttığı; onun eleştirilerinin de aslında Amis‟in kendi görüşleri olduğu söylenebilir. İşçi partisinin 1947‟de nükleer silah programını başlatması, toplumsal eşitlik ve refah beklentilerinin karşılanamaması barışçı ve anti-nükleer saftaki sol kesimin tepkisine neden olmuştur. Ayrıca, İşçi Partisi‟nin, iktidara geldikten sonra başlattığı reformlar, işçi sınıfının toplumsal ve kültürel anlamda değişiklikler geçirmesine ve bu sınıfın karakteristik özelliklerinden uzaklaşmasına yol açmıştır.10 Bu nedenlerle, toplumun tepkili kesiminde yer alan Amis‟in Lucky Jim ile toplumsal düzene ve 10 http://www.infobritain.co.uk/History_Of_The_Labour_Party.htm 80 zaman zaman yönetime eleştirel göndermelerde bulunduğu söylenebilir. Amis, Jim‟in sistemi değiştirmeyi ya da yıkmayı amaçlamadığını fakat ılımlı da olsa bir “isyan” içinde olduğunu söyler (Barber, 1975:45). Romanda Jim‟in alt sınıftan gelmesine ve maddi açıdan kötü durumda olmasına rağmen dürüst ve sade bir yaşam sürmek istemesi, üst sınıf karakterlerden biri olan Bertrand ile devlet politikası üzerine tartışarak İşçi sınıfını savunması ve üst sınıfı iğneleyici şekilde davranması gibi örnekler Amis‟in toplumsal ve siyasi görüşlerini yansıttığını gösterir. Amis bu görüşlerini daha açık ve etkileyici şekilde ortaya koymak için işçi sınıfının değerlerini temsil eden Jim Dixon‟ı, bu değerlerin yok sayıldığı üst sınıf toplum içine yerleştirerek bu karakter ile çevresi arasında bir çatışma oluşturur. Amis bu şekilde hem kendi desteklediği görüşleri ve davranışları yansıtır hem de çevresinde gözlemlediği bozuklukları eleştirir. Kingsley Amis‟in Lucky Jim‟de ortaya koyduğu olayların ve karakterlerin niteliklerini derinlemesine kavramak için Lucky Jim‟in yayımlanmasından önceki dönemde yazarın okuduğu ya da etkilendiği bazı edebiyatçılardan da bahsetmek gerekir. Dale Salwak Kingsley Amis Modern Novelist adlı eserinde Amis‟in, Fielding, Dickens ve Thackeray gibi yazarlardan etkilendiğini ve onların “ahlaki yorumlamalarına yönelik bir eğilimi” (Salwak, 1990:11) olduğunu belirtir. Rubin Rabinovitz ise The Reaction Against Experiment in The English Novel, 1950-1960 adlı eserinde Amis‟in, özellikle ilk romanı Lucky Jim ile on sekizinci yüzyıl pikaresk romanını hatırlattığını ve Amis‟in romanında “Shandean” özelliği bulunduğunu belirtir (Rabinovitz, 1967:43). İngiliz Edebiyatı eğitimi gören ve bir akademisyen olan Amis‟in onsekizinci yüzyıl İngiliz Edebiyatı alanında uzmanlaşmış olması Salwak ve Rabinovitz‟in görüşlerini güçlendirir. 81 Amis‟in Lucky Jim‟i yazdığı dönemde ya da daha öncesinde etkilenmiş olabileceği bir diğer yazar da Evelyn Waugh‟dur. Amis, Eylül 1975‟te yazdığı “Waugh‟s Warts” adlı makalesinde Evelyn Waugh‟nun “eserlerinin çoğuna hayat boyu hayranlık” duyduğunu ancak Waugh‟yu aşırı saldırgan ve küstah bulduğunu belirtir (Amis, 1991:80). Amis, aynı makalesinde, Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall adlı romanını “adaletten yoksun düzene yönelik umutsuzluğun hükmettiği hiddetli bir komedi” (Amis, 1991:80) olarak nitelendirir. Amis, 1978‟de kaleme aldığı “Fit to Kill” adlı makalesinde ise, Decline and Fall‟u defalarca okuduğunu belirtir. Decline and Fall‟un “zalimce olan şeylerin mümkün olduğunca komik gösterildiği” (Amis, 1991:72) bir roman olduğunu düşünen Amis‟in, Lucky Jim‟de Waugh‟nun komik-eleştirel yönünden etkilendiği söylenebilir. Şöyle ki, hem Decline and Fall hem de Lucky Jim, karakterlerin ve olayların komik görüntüsünün ardında, ana karakterlerin yalnız ve çaresiz kaldığı, toplumun da ciddi şekilde eleştirildiği romanlardır. Nitekim, Malcolm Bradbury No, Not Bloomsbury adlı eserinde Amis‟in 1950‟lerdeki etkisinin, Waugh‟nun 1920‟lerdeki etkisine benzediğini belirterek iki yazarı şöyle kıyaslar: Her ikisi de [Waugh ve Amis] romanlarındaki konu ve üslup açısından, yakın zamanda bitmiş bir savaşın oluşturduğu davranışları, ahlaki bozuklukları, kültürel değişimleri ve sosyal zayıflıkları iyi yakalamıştır. Her ikisi de, eserlerinde gizli, fakat gittikçe belirginleşen geçmişe özlem duygusu barındıran anti-romantik yazarlardır. […] Her ikisi de yıllar geçtikçe kararmış, hem sosyal dünyanın anlamsızlığının hem de insan hayatının içinde var olduğu ölümlülüğün gizli ağırlığının bilincini benimsemiş, bu yüzden de komedileri acı ile karışmış yazarlardır. […] (Bradbury, 1987:206) 82 Waugh ve Amis arasındaki bu benzerliklerden anlaşılacağı üzere her iki yazar da eserleri ile yaşadıkları dönemlerin toplumsal çarpıklıklarına, komik olduğu kadar “trajik” ya da ciddi olaylar ve karakterlerle ayna tutmayı amaçlamıştır. Amis, ilk romanı Lucky Jim‟de, Waugh kadar “kötümser” ve “hırçın” bir tutum sergilemese de, çevresinde gözlemlediği bozuklukları ele alırken Waugh‟nun, ilk romanı Decline and Fall‟da yaptığı gibi, çevresi ile bütünleşemeyen bir kahramanı, uyumsuz olduğu toplumun içine yerleştirmiştir. Amis bu şekilde, Waugh‟nun yaptığı gibi, çevresine yabancı kalan karakterler ve insani değerlerden yoksun, etik-ahlak anlayışa sahip olmayan karakterler üzerinden toplumsal ve kültürel aksaklıkları resmetmiştir. Amis‟in, Lucky Jim ile toplumun özellikle iki alanındaki çarpıklıklara ışık tutmayı amaçladığı söylenebilir. Amis, İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle alt ve işçi sınıfından gelen gençlerin üniversite eğitimi almasını sağlamak için açılan “Redbrick” üniversitelerindeki bozuk ve yetersiz akademik ortamı ele alır. Ancak, Amis‟in çizdiği tablo akademik camia ile sınırlı değildir, Lucky Jim‟de resmedilen üniversite ortamı tüm bozuklukları ve yetersizlikleri ile bir bakıma toplumun minyatürüdür; bu nedenle yazar, aynı zamanda çevresinde gözlemlediği sosyal, kültürel ve ahlaki çarpıklıkları da göstermeyi amaçlar. Dale Salwak Kingsley Amis Modern Novelist adlı eserinde, Amis‟in ahlaki düşünce yapısına sahip olduğunu ve bunu eserlerine yansıttığını şöyle belirtir: Amis, diğer birçok şeyin yanında babası örneğinden de ahlaki değer/yargıların doğasını ve uygulamasını öğrenmiştir; geleneksel İngiliz romancıların sanatından ise kendisine ahlaki bir duruş kazandıran kurmaca tekniklerini öğrenmiştir […] İçeriği ne olursa olsun, Amis‟in eserleri ılımlı bir ahlaki bilinçlilik ile örülüdür. Martin Green Lucky Jim‟in „ahlaki gerçekliği ve ahlak sorununun önemini ele aldığını‟ vurgular […] Babası aracılığıyla Amis‟in bilinçaltına yerleşen bu ahlaki ses 83 tekrar ve tekrar kendini gösterir; bu ses ana karaktere doğru tavsiyeyi verir […] (Salwak, 1992:11) Bu bilgiler ışığında, Lucky Jim‟deki olay örgüsü ve karakterlerin nitelikleri göz önüne alındığında Kingsley Amis‟in, ilk romanı ile akademide ve sosyal çevresinde gözlemlediği etik-ahlak ilkelerine aykırı davranışları eleştirdiği söylenebilir. Nitekim Amis, modern hicvi “bireyde görülen bozukluklara ve aptallıklara saldıran kurmaca” (Rubinovitz, 1967:59) olarak tanımlar. Lucky Jim‟deki hemen bütün olay örgüsü ana karakter Jim Dixon‟ın diğer karakterleri dürüst olmadıkları ve kendilerini olduklarından farklı göstermeye çalıştıkları için eleştirmesi ve aşağılaması üzerine kuruludur. Jim, çevresinden farklı olarak, olduğu gibi görünen ve dürüstlüğü ilke edinmiş bir karakterdir. Dolayısıyla Amis Lucky Jim‟de, Salwak‟ın bahsettiği “ahlaki duruşu”, Jim ile çevresi arasındaki çatışma ve karakterlerin yabancılaşması ile yansıtmayı amaçlar. Amis‟i Lucky Jim‟i yazmaya sevk eden önemli bir unsur onun, kendi mizah anlayışını somutlaştırmayı amaçlaması ve mizah aracılığı ile toplum eleştirilerini daha etkili bir biçimde ortaya koymak istemesidir. Amis, Michael Barber‟a verdiği röportajında çevresindekileri güldürme kapasitesine sahip olduğunu belirterek şöyle der: “On iki yaşındayken okuldaki öğretmenleri taklit edebilen kıvrak zekâlı bir öğrenciydim. … Her zaman için iyi bir taklitçi olmuşumdur. […] Bu durum, roman yazmak ile alakalı bir şey: bir romancı, tanım olarak bir tür taklitçidir. […] Yazmak, bana göre, büyük ölçüde kişinin kendini eğlendirmesidir” (Amis, 1975:42). Lucky Jim‟de, bir bakıma Amis‟in kendi “sesi” olan anlatıcının olaylar ve kişiler üzerine olan yorumlarında sık rastlanan gülmece öğeleri göz önüne alındığında, Amis‟in, ilk romanı ile sahip olduğu mizah gücünü dışa yansıtmayı amaçladığı savunulabilir. 84 Yazar bu şekilde, çevresinde gözlemlediği toplumsal ve kültürel bozuklukları daha etkileyici şekilde ortaya koyar ve eleştirir. 1949‟da Swansea Üniversitesi‟nde çalışmaya başlayan Amis hem buradaki hem de yakın arkadaşı Philip Larkin‟in çalıştığı Leicester Üniversitesi‟ndeki akademik ortamı her yönüyle iyi gözlemlemiş ve bu gözlemlerini Lucky Jim‟i yazarak yansıtmayı amaçlamıştır. Eric Jacobs Kingsley Amis A Biography adlı eserinde Amis‟in 1946‟da Leicester‟da Larkin‟i ziyaret ettiğini ve öğretim üyeleri odasında geçirdiği yarım saat sonrasında Lucky Jim ile ilgili ilk fikirlerini oluşturduğunu söyler (Jacobs, 1996:143). Amis, Barber‟a verdiği röportajında Leicester Üniversitesi‟ndeki tecrübesinden ve sonrasında, Swansea Üniversitesi‟nin romana etkilerinden şöyle bahseder: “Genç adamın [Larkin] çevresi, kendisinin bazı nedenlerden ötürü kızdırmayı göze alamadığı iç sıkıcı kişilerle doluydu- her şey ortadaydı. Swansea Üniversitesi‟nin katkısı ise üniversitedeki işlerin nasıl yürüdüğünü, kişilerin neler yaptığını anlamamı sağlamasıydı” (Amis, 1975:44). Anlaşılacağı üzere, Amis, Lucky Jim‟i yazarken sürekli tavsiye aldığı arkadaşı Philip Larkin‟in çevresini ve kendisinin Swansea‟deki tecrübelerini Lucky Jim‟e aktararak “Redbrick” üniversitelerindeki akademik ortamı yansıtmayı amaçlamıştır. Romanda hem Profesör Welch‟in hem de Jim‟in bilgi donanımı açısından yetersiz olması, Jim‟in kendi yazdığı makalesi üzerinde hiçbir hak iddia edememesi, Margaret‟in okula gelmediği halde maaşında kesinti yapılmaması gibi örnekler ile Amis, üniversite ortamındaki yetersizlikleri ve bozuklukları resmetmeyi amaçlamıştır. Bu durum, Lucky Jim‟in bir “kampüs romanı” olarak anılmasına neden olmuştur. Kingsley Amis, hem Larkin‟i ziyaretinde yaptığı gözlemler hem de kendi tecrübeleri sonucu “elit” toplumu ve akademi ortamını “yüzeysel” ve “sahte” olarak 85 değerlendirir (Jacobs, 1996:143). Amis, 1970‟te “A Short Educational Dictionary” adı altında kaleme aldığı ve belirli bazı terimlere kendi tanımlamalarını getirdiği kısa sözlükte burjuva kelimesini şöyle tanımlar: “Basmakalıp, zevksiz, faşist. İşçi sınıfı tarafından -daha genel anlamda Muhafazakâr, İşçi, Liberal ve (bazen) Komünist partilerini destekleyenler tarafından- ortaya konulan fikirleri ve görüşleri kullanan […]” (Amis, 1991:274). Amis, aynı makalesinde “Burjuva objektifliği” terimine ise şöyle bir tanımlama getirir: “Önemsiz, sıkıcı v.b. gerçeklere yönelik ilgi”(Amis, 1991:274) Bu bilgiler, Amis‟in, burjuva sınıfına yönelik eleştirel bakışını yansıtması açısından önemlidir. Amis, burjuva hakkındaki bu düşüncelerini ortaya koymak için, Lucky Jim‟de, alt sınıftan gelen Jim Dixon‟ı “basmakalıp ve zevksiz” karakterlerden oluşan burjuvanın içine yerleştirir; iki sınıf arasındaki farklılığı ve çatışmayı ise hem Jim‟in üst sınıfa yabancılaşması ile hem de bu sınıfın, tüm insani erdemleri ve etikahlak ilkelerini yok sayan yapısı ile göstermeyi amaçlar. Amis‟in Lucky Jim‟de, Jim‟in çevresine yabancılaşmasıyla yansıtmayı amaçladığı alt sorun, kişinin aşina olmadığı ve tamamen farklı değerlere sahip olduğu bir çevrede nasıl var olabileceğini anlaması ve kendini tanıması üzerine kuruludur. Jim‟i üst sınıftan ayıran temel farklılık şudur ki Jim yanlışları ve doğruları ile kim olduğunu bilir ve kendini olduğu gibi kabul eder; fakat üst sınıf karakterler yanlış ve eksik yönlerini yok sayarak yapmacıklığın ve bencilliğin oluşturduğu “sahte” bir kimliğe bürünürler. Amis, Dale Salwak tarafından yapılan bir röportajında romanlarındaki karakterleri şöyle ayırdığını belirtir: “Romanlarımda iyi ve kötü insanlar vardır […] kötü insanları gülünç duruma düşürmek önemlidir” (Amis, 2001:5). Amis‟in Lucky Jim‟deki karakterleri de, bu şekilde, “iyi” ve “kötü” kişiler olarak ayırdığını söylemek mümkündür. Romanda Jim, Christine ve Gore- 86 Urquhart olumlu davranışları ve kişilikleri ile “iyi” kişiler olarak görünürken Welch, Bertrand ve Margaret “kötü” kişiler grubunda yer alır. Philip Gardner, Kingsley Amis adlı eserinde, Lucky Jim‟in, kişinin kendini tanımasıyla ilintili bazı sorular üzerine kurulu olduğunu belirterek bu konuya şöyle değinir: “ „Burada ne yapıyorum?‟ „Burada olmak istiyor muyum?‟ ve „Yapabileceğim bir şey var mı? […] kim olduğunu bilmek ve ne istediğin konusunda dürüst olmak romanın en derin temasıdır” (Gardner, 1981:27-32). Lucky Jim‟deki karakterlerin kişilikleri ve davranışları göz önüne alındığında, Gardner‟in bu görüşlerinde haklı olduğu sonucuna varılabilir. Amis‟in “iyi” ve “kötü” kişiler şeklinde ayırdığı karakterler arasındaki temel farklılık da bu karakterlerin, Gardner‟in belirttiği “kimlik bilincine” sahip olmaları ya da olmamalarıdır. Dale Salwak, Kingsley Amis Modern Novelist adlı eserinde Amis‟in Lucky Jim‟deki karakterleri iki farklı “kutupta” oluşturduğunu belirtir: Amis, ahlâki duruşunu geliştirmek için romandaki karakterleri kolayca tanımlanabilen iki ayrı gruba ayırır: genel olarak övgüye lâyık, okuyucunun sempati ile karşıladığı karakterler; ve, iyi olanların şanslarını engelleyen kötü ya da en iyi ihtimalle dünyevi ve yozlaşmış kişiler. Jim (uyumsuz yabancı), Julius GoreUrquhart (onun yardımcısı ya da kurtarıcısı) ve Christine Callaghan (Jim‟i kusurlarına rağmen kabul eden alçakgönüllü kız) ahlaki dürüstlükleri, kişisel samimiyetleri ve sahte davranmamaları ile seçkin kişilerdir. Antagonistler arasında ise, tamamı asıl amaçlarını gizleyen ve sahte bir görüntü sunan Profesör Welch (Jim‟in işkenceci yöneticisi), Bertrand Welch (kendiyle övünen mağlup) ve sinir hastası Margaret Peel (istenmeyen „cadı‟) bulunur. (Salwak, 1992:63) Lucky Jim‟deki karakterlerin kişilik özellikleri, davranışları ve olaylara verdikleri tepkiler göz önüne alındığında, Salwak‟ın alıntıda belirtilen görüşlerinin 87 geçerli olduğu anlaşılır. Şöyle ki, romandaki karakterlerin bir kısmı, gerçek düşüncelerini ve hislerini davranışlarına ve konuşmalarına yansıtırken diğer kısmı gerçeklikten uzak, samimiyetsiz davranışları benimsemiştir. Bu doğrultuda, Amis‟in, ilk romanında oluşturduğu karakterleri “gerçek” ve “sahte” kişiler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Amis, daha önce bahsedilen “ahlâki duruş”una uygun olarak, hem kendi hayatında hem de Lucky Jim‟de kişileri dürüst, samimi ve etik/ahlak anlayışına sahip olanlar karşısında bencil, gösteriş düşkünü, sahte ve ikiyüzlü olanlar olmak üzere ikiye ayırır. Bu durum, Lucky Jim‟de karakterler arasındaki ana farklılığı oluşturur ve olay örgüsü çoğunlukla bu çatışma etrafında kuruludur. Özellikle ana karakter Jim Dixon ile çevresi arasındaki sürekli uyumsuzluk hali, romandaki gülmece öğeleri için gerekli ortamı sağlarken diğer yandan, dürüst ve iyi biri olmaya çalışan Jim‟in yabancılaşması toplumdaki ve akademideki bozuklukları ortaya çıkarır. Bu nedenle, romandaki karakterlerin yabancılaşması irdelenirken karakterler “gerçek” ve “sahte” kişiler olarak, ya da romanda ifade edildiği gibi “Jim‟in sevdiği ve sevmediği kişiler” (Lucky Jim, 119) olarak ele alınacaktır. Bu doğrultuda, çevresinin ikiyüzlü ve bayağı yapısına katlanmak zorunda kalan ve bu yüzden kendini çoğu zaman toplumdan soyutlayan (ya da çevresindekiler tarafından toplumdan soyutlanan) Jim Dixon çevresine yabancılaşan bir karakter olarak incelenecektir. Ayrıca, Jim‟in önem verdiği ideallere ve değerlere sahip olan, ancak erkek arkadaşı Bertrand tarafından kullanılan Christine Callaghan da çevresine yabancılaşan bir karakter olarak incelenecektir. Dixon ve Christine11 karşısında ise, davranışları ve görünümleri ile çevresindekileri etkilemeyi amaçlayan, entelektüel ve kültürlü görünmelerine rağmen aslında kibirli ve duygusuz kişiler olan, bu yüzden de 11 Eric Jacobs, Amis‟in Lucky Jim için önce “Dixon and Christine” adını düşündüğünü ancak daha sonra bu fikrinden vazgeçtiğini belirtir. (Jacobs, Eric, Kingsley Amis A Biography, 1995, s.145) 88 etik-ahlaki bir duruşa sahip olmayan Ned Welch, Bertrand Welch ve Margaret Peel iki yüzlü ve çıkarcı yönleri ile ele alınacaktır. İnsani değerlere ve davranışlara yabancı olan karakterlerin ortak özelliği, bu kişilerin “genel iyilik”, “dayanışma” ve “alçakgönüllülük” gibi insancıl özelliklerden yoksun olmalarıdır: Profesör Welch, Jim‟in üniversitedeki geleceği konusunda söz sahibi olmasını kendi çıkarı için kullanır; Bertrand, kız arkadaşı Christine‟i işinde yükselmek için kullanır ve Carol ile gizli bir ilişki yaşar; Margaret, Jim‟i ve Catchpole‟u etkilemek için sahte intihar girişiminde bulunur, sıkıcı ve romantik görünümünün arkasında “içten pazarlıklı” ve bencil bir kişiliğe sahiptir. Bu karakterlerin karşısında Jim ve Christine‟in dürüst ve gösterişten uzak olmaları onların çevrelerindeki kişilere tepkiler geliştirmelerine, fiziksel ya da zihinsel anlamda toplumdan ayrılmalarına ve çevrelerine yabancılaşmalarına yol açar. Şimdiki aşamada Jim‟in çevresine yabancılaşması, bu yabancılaşmanın hangi nedenlerle ortaya çıktığı ve onun davranışlarını nasıl şekillendirdiği Amis‟in toplum eleştirileri ile bağlantılı olarak ele alınacaktır. Bu doğrultuda, Amis ile Jim arasında yabancılaşma açısından bazı benzerlikler olduğu düşünüldüğünden, Amis‟in hayat tecrübelerinden ve Lucky Jim‟in yayımlanmasından önceki dönemde kendisini etkileyen bazı toplumsal değişikliklerden bahsetmek yerinde olacaktır. Amis, “Real and Made-up People” adlı makalesinde, her ne kadar Lucky Jim‟in otobiyografik bir roman olmadığını savunsa da, özellikle ana karakter Jim Dixon‟ın ve Amis‟in hayat görüşleri ve bir takım tecrübeleri birbiri ile paralellikler göstermektedir. Bu nedenle, Jim‟in tecrübe ettiği yabancılaşmayı ve Amis‟in toplum eleştirilerini daha iyi anlamak için bu paralellikleri irdelemek gerekir. Alt-orta sınıf bir aileden gelen, sonrasında ise, genellikle elit kesimle özdeşleşmiş olan Oxford‟da 89 burslu eğitim alan ve yine üst sınıfa özgü bir meslekte çalışan Amis‟in, hayatının belirli bir döneminde kendi görüşlerinden ve değerlerinden farklı niteliklere sahip bir çevre içinde bulunduğunu söylemek mümkündür. Şöyle ki, “Refah Devleti” girişimleri kapsamında işçi sınıfına ve alt sınıflara yönelik iyileştirmelerden biri de eğitim alanında görülmüştür. Bu sınıflardan gelen ve derslerinde başarılı olan öğrencilere devlet bursu verilerek onların özel liselerde ve sonrasında ise Oxford ve Cambridge gibi üst düzey üniversitelerde eğitim almaları sağlanmıştır. Bu üniversitelerden mezun olan öğrenciler yine üst sınıf toplumla özdeşleşmiş mesleklerde çalışmaya başlamışlardır. Bu süreçte, Kingsley Amis gibi, alt sınıf veya işçi sınıfından gelen öğrenciler alışkın oldukları değerlerden ve inançlardan farklı niteliklere sahip olan üst sınıf içinde birtakım sosyal ve kültürel çatışmalar yaşamışlardır. Richard Hoggart The Uses Of Literacy adlı eserinde işçi sınıfından gelen öğrencilerin eğitim bursları ile üst sınıf içine girmeleri üzerine yaşadıkları yabancılaşmadan bahseder. Hoggart, “kaygılı ve köklerinden sökülmüş” olarak adlandırdığı, bu öğrencilerin ailelerinden ve alıştıkları değerlerden uzaklaştıkları için gittikçe yalnızlaştıklarını belirtir (Hoggart, 1958:294). Hoggart‟a göre bu durumdaki bir öğrencinin önünde iki seçenek vardır: Ya farklı bir grubun [sınıfın] mensubu olmaya doğru ilerler ya da işçi sınıfı hayatının esas aile içi değerlerine ters düşen bir toplumda bulunduğu için yalnızlaşır (Hoggart, 1958:295). Bu öğrencileri “iki dünya arasında kalmış kişiler” olarak nitelendiren Hoggart onların, birbiri ile tamamen zıt olan iki farklı aksana, iki farklı karaktere ve farklı değer standartlarına sahip olmaya zorlandıklarını belirtir (Hoggart, 1958:296). Bu bilgiler ışığında, alt-orta sınıf bir aileden gelen Amis‟in, Londra Şehir Okulu‟nda (City of London School) burslu 90 okuduğu ve St. John Koleji, Oxford‟da yine burslu eğitim gördüğü göz önüne alındığında Amis‟in de, yetiştiği sosyal çevreden farklı niteliklere sahip bir toplum yapısı içine girdiği söylenebilir. Bu nedenle Amis‟in, ilk romanında ana karakter Jim Dixon‟ın, yazarın kendi tecrübesine benzer bir yabancılaşma süreci içinde olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Jim‟in roman boyunca içinde bulunduğu durum, Hoggart‟ın “iki dünya arasında kalmış” olarak tanımladığı işçi sınıfından gelen kişilerin durumuyla benzeşir. Jim, romanın genelinde, kendi içinde işçi sınıfının değerlerine bağlı kalır, ancak Welch ve diğer üst sınıf kişilerin arasındayken onların görüşlerine ve davranışlarına ters düşmeme mücadelesi verir. Bu durum, Jim‟in, roman boyunca yaşadığı sorunların ve çevresine yabancılaşmasının altında yatan temel nedendir. Jim‟in çevresi ile hangi yönlerden çatışma içinde olduğunu anlamak için öncelikle Jim‟in kişiliğinden, bağlı olduğu ideallerden ve önemsediği değeryargılardan bahsetmek gerekir. Gavin Keulks Father and Son Kingsley Amis, Martin Amis and The British Novel Since 1950 adlı eserinde Jim Dixon‟u şöyle tanımlar: “Jim‟in büyüsü ve kuvveti çoğunlukla onun sağduyusundan, kıvrak zekâlı olmasından ve kendini tanımasından gelir. O, Welch‟lerin kendini beğenmiş, bencil hallerini kabul etmez ve kızgınlığını başarılı şekilde taklide ve isyana taşır […]” (Keulks, 2003:108). Jim‟in sağduyulu olması onun “duyguların adamı”12 olmasıyla doğrudan ilintilidir. Şöyle ki, Jim, karşılaştığı birçok olayda ve kaldığı çoğu ikilemde duygularının sözünü dinler, vicdanının elvermediği hiçbir şey yapmaz. Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler genellikle kendi çıkarlarını ön planda tutarken 12 Eric Jacobs Kingsley Amis A Biography adlı eserinde Amis‟in, Jim‟in „daha fazla hissedecek şeyi‟ olduğunu söyleyerek Lucky Jim için daha önce The Man of Feeling (Duygunun Adamı) başlığını düşündüğünü sonrasında ise vazgeçtiğini belirtir. (Jacobs, 1996:145) 91 Jim kendisi yüzünden başkalarının zarar görmesini istemez ve hak etmedikleri sürece kimseyi incitmek istemez. Jim‟in, bazı durumlarda bu karakterleri taklit etmesi ve kandırması Jim‟in dürüstlüğünden ödün verdiği anlamına gelmez. Bu durum, tam tersine Jim‟in insani erdemlere ve etik-ahlak anlayışa sahip olmayan kişilere tahammül edememesinin ve onlara karşı oluşturduğu tepkilerin bir yansımasıdır. Jim‟in, akademik anlamda yetersiz ve faydasız olduğunun farkında olmasına rağmen üniversitede çalışmaya devam etmesi de onun, Welch ve Bertrand gibi iki yüzlü olduğuna işaret etmez. Jim, bu karakterlerden farklı olarak işçi sınıfından gelmektedir ve üniversitedeki işi dışında kendisine gelir getirecek bir kaynağı yoktur, bu nedenle üniversitede çalışmak zorundadır. Ayrıca, yine üst sınıf mensubu kişilerden farklı olarak Jim, hakkını veremediği bir meslekte bulunduğu için mutsuzdur; bu durum da Jim‟in dürüst kişiliğini yansıtır. Jim aşk, nefret ve acıma gibi duyguları gerçekten hisseden ve duyguları doğrultusunda davranan bir karakterdir; ancak onun çevresini saran üst sınıf karakterler tamamen çıkar ve gösteriş odaklı kişilerdir; bu durum Jim‟in çevresine karşı tepkiler geliştirmesinin ve kendini toplumdan ayırmasının altında yatan ana nedenlerden biridir. Jim‟in Christine‟e karşı saygılı ve içten yaklaşımı, Margaret‟a karşı yardım sever ve arkadaş canlısı tavrı onun, sağduyulu ve düşünceli bir karakter olduğunu gösterir. Margaret kendisiyle ilişkiye girmeye istekli olduğunda bile Jim etik davranıp davranmadığı konusunda şöyle ikileme düşer: “[…] fakat bu onun için adil miydi? […] Bu onun için adil miydi? Bu kendisi için adil miydi? Onunla sadece bir kız arkadaşı olarak geçinebilirdi. […]” (Lucky Jim,43). Anlaşılacağı üzere Jim, bağlı olduğu değerler ve benimsemiş olduğu düşünce sistemi doğrultusunda davranmaya çalışır. Amis, Jim‟in kişiliği ve davranışları üzerinden sağduyulu 92 olmanın önemini vurgular; diğer yandan Jim‟in karşısına Margaret, Welch ve Bertrand gibi herhangi bir ideale sahip olmayan “sahte” kişilikli karakterler yerleştirerek hem bu davranışları eleştirir hem de Jim‟in sahip olduğu erdemleri yüceltir. Jim‟in dürüst bir kişiliğe sahip olması ve çevresindekilerin iyiliğini kendi çıkarlarının önüne koyabilmesi onun, bu niteliklerden yoksun olan üst sınıf topluma yabancılaşmasına neden olur. Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler çıkarlarına ulaşmak için sahtekârlıktan ve yapmacık davranmaktan çekinmezken Jim, âşık olduğu Christine‟i elde etmek için dürüstlüğünden ödün vermez. Jim, Christine‟in erkek arkadaşı Bertrand‟ın, Carol ile yaşadığı gizli aşktan haberdardır ve Bertrand‟ın sahte ve gösteriş düşkünü kişiliği yüzünden ondan nefret etmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen Jim etik/ahlak kuralları dışına çıkarak kendi kişiliğine yabancılaşmaz. Christine‟in Bertrand‟la evlenme konusunda Jim‟e danışması üzerine Jim‟in aklından geçirdikleri ve Christine‟e verdiği cevap şu şekildedir: Açıkçası bu, Dixon‟ın Bertrand ile olan savaşında tam hedefe ateş etmesini sağlayacak bir andı, fakat o ateş etmek istemedi. Düşmanını mantıklı şekilde ihbar etmesi, Carol ile yaptığı konuşmadan bahsetmesiyle beraber bu aşamada ona tam bir zafer ya da düşmana ağır kayıplar verme şansı getirebilirdi. Fakat yine de öyle yapmak istemedi ve yavaşça sadece şöyle dedi: „İkinizi de iyi tanıdığımı sanmıyorum.‟ (Lucky Jim,119) Anlaşılacağı üzere, Jim sağduyulu davranarak, Christine‟in, Bertrand‟ı gerçekten sevebileceği ihtimalini göz önüne alır ve kendi menfaati için iki kişinin ilişkisini bozmak istemez. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Jim etik ve ahlak kuralları gözeterek yaşamayı ilke edinmiş dürüst bir karakterdir. Ancak onun 93 etrafındaki kişilerin bu özelliklere çok uzak olması ve kendisinin benimsediği değerlerin tam tersi şekilde hareket etmesi onun çevresine yabancılaşmasına neden olur. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, Jim‟in, özellikle Welch‟e ve Bertrand‟a karşı aşağılayıcı bir tavır takınması, Jim‟in çevresindekileri küçümseyen bir karakter olduğunu göstermez; tam aksine onun, kibirli ve “sahte” davranan kişilere karşı nefretini yansıtır. Jim‟in bu nefreti de yine onun çevresi ile çatışmasının bir sonucudur. Amis, Jim ile çevresi arasındaki bu uyumsuzluk üzerinden Jim‟in çevresine karşı duyarlı ve saygılı davranışlarını yüceltir; Jim‟in çevresine karşı hoşnutsuzluğu ve öfkesi ise Amis‟in, toplumun umursamazlığını ve sağduyudan yoksun oluşunu eleştirmesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim Amis, “Act Of Kindness” adlı şiirinde sağduyulu, yardım sever ve paylaşımcı olmanın önemini şöyle vurgular: “Nankör olana/Gerçekten değerli olanı verebilmek/Ya da dükkânlar kapandığında/Son sigarayı teklif edebilmek/Ya da bizden iyi olanları övebilmek […]” (Amis, 1979:49). Anlaşılacağı üzere, Amis, şiirinde tasvir ettiği erdemleri Lucky Jim‟de ana karakter Jim üzerinden yansıtmayı amaçlamıştır. Jim‟i çevresindeki diğer kişilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri kendi yetersizliklerinin ya da yanlışlarının farkında olması yani benlik bilincine sahip olmasıdır; bu durum, Jim‟in, “yapay” kişilerden oluşan çevresine yabancı kalmasına neden olur. Jim‟in, iş arkadaşı Beesley‟ye açık sözlü şekilde, diğer alanların kendisini zorlayacağını düşündüğü için Ortaçağ konularında uzmanlaşmayı seçtiğini söylemesi (Lucky Jim, 23) Jim‟in olumsuz ya da yetersiz yönlerinin farkında olduğunu gösterir. Benzer şekilde, Jim, makalesinin ilk cümlesini anlamsız ve gereksiz bularak kendi yazdığı metinle şöyle dalga geçer: 94 Dixon kendi makalesi gibi düzinelerce makale okumuştu ya da okumaya başlamıştı, fakat kendi makalesi yararlılık ve önemlilik açısından bunlardan çok daha kötü göründü. „Garip şekilde gözden kaçan bu konuyu ele alarak‟ şeklinde başlıyordu. Bu nasıl gözden kaçan konuyu? Bu garip şekilde ne olan konuyu? Bu garip şekilde gözden kaçan neyi? Bu yazıyı kırıştırıp yakmamış olduğunu düşünmesi kendisini ikiyüzlü ve aptal gibi görmesine neden oldu. (Lucky Jim, 9) Anlaşılacağı üzere Jim, eksik ve yanlış yönlerinin fakındadır ve kendini olduğu gibi kabul eder; bu durum Jim‟in çevresindeki çoğu kişinin sahip olmadığı bir özelliktir ki Jim onları genellikle bu nedenle eleştirir ve kendini çevresinden soyutlar. Welch, Bertrand ve Margaret olmadıkları gibi davranarak çevresindekileri etkilemeye çalışırken Jim‟in böyle bir çabası yoktur; sanattan anlayan, işinde çok iyi olan ya da kültür birikimi yüksek olan biri değildir ve böyle biri gibi görünmek için uğraş vermez. Diğer yandan Jim, iyi niyetli ve dürüst biri olduğunun farkındadır ve kendisi için asıl önemli olan da budur: “Gözlükleri, olduğundan daha büyük göründü. Yine de, her zaman ki gibi sağlıklı görünüyordu, dürüst ve iyi niyetli biri olduğunu umut ediyordu. Bununla mutlu oluyordu” (Lucky Jim,48). Amis, Jim‟in kendi kişiliği hakkındaki bu “farkındalığı” ile üst sınıf kişilerin “yapmacıklığını” yan yana getirir; bu şekilde, desteklediği ve eleştirdiği davranışları ortaya koyar. Yazar, alçak gönüllü ve kibirden yoksun olan Jim‟i, gösteriş düşkünü ve sahte kişilerden oluşan bir toplumun içinde tek başına bırakır. Bu yapıya yabancı olan Jim, çevresindekilere tepki gösterir, onları eleştirir ve aşağılar. Jim Dixon‟ın, kişiliğini oluşturan duyguları ve düşünceleri, onun içinde bulunduğu hem mesleki hem de sosyal çevresinden tamamen farklıdır; bu nedenle 95 Jim, romanın tamamında topluma, akademiye ve bu iki kurumun bütün değerlerine yabancı kalır. Jim‟in çevresine yabancılaşması iki yönlü olarak ele alınabilir. İlk olarak, Jim dürüst, alçakgönüllü ve yardımsever biri olamaya çalışması ile ön plana çıkar, ancak onun içinde bulunduğu çevre, alt sınıflardan gelenleri küçümseyen, tüm hayatı dış görünüşü ve çevresini etkilemek üzerine kurulu “sahte” kişilerden oluşan üst sınıftır. Bu nedenle, Jim üniversite dışındaki, üst sınıf mensuplarından oluşan sosyal çevresinde, bu çevreye ait olmayan bir yabancı konumundadır. İkinci olarak, Jim, yaptığı işten, yani üniversitede bir akademisyen olarak bulunmaktan mutlu değildir. Bunun nedeni Jim‟in kendini üniversiteye yararlı olacak yeterlikte görmemesi ve kitap okumak, makale yazmak ya da ders vermek gibi uğraşların kendisini sıkmasıdır. Ayrıca Jim, üniversitelerdeki eğitim sisteminin ve akademisyenlerin çoğunun niteliksiz olduğunu düşünür. Welch gibi, cümlelerinin sonunu tamamlayamayacak kadar cahil ve kültürsüz olan, fakat kendini entelektüel ve bilgili bir akademisyen olarak gören birinin Jim‟i baskı altına alması, Jim‟i üniversiteden ve akademisyenlikten iyice soğutur. Bu nedenlerle Jim‟in çevresine yabancılaşması bir bakıma onun akademiye ya da mesleki çevresine yabancılaşması olarak değerlendirilebilir. Şimdiki aşamada, Jim‟in, temelde sınıf farkından ve kültür çatışmasından kaynaklanan sosyal çevresine yabancılaşması ele alınacaktır. Angela Hague, “Picaresque Structure and the Angry Young Novel” adlı makalesinde Angry Young Men grubundaki yazarlardan bazılarının eserlerindeki yabancılaşma olgusu ile ilgili olarak şunları söyler: “Amis, Wain ve Murdoch gibi yazarlar […] ilk romanlarında orta sınıf dünyasından uzaklaşmış olan ve kendilerini, toplumun belirli bir kısmına karşı yabancılaşmayı seçmiş “dışarıda kalanlar” olarak gören karakterlerle ilgilenirler” (Hague, 1986:212). Lucky Jim‟de Jim‟in de, 96 Hague‟nin belirttiği “dışarıda kalanlar”dan biri olduğu söylenebilir. Ancak Jim‟in “dışarıda kalışı”, ironik şekilde, üst sınıf toplumun içinde bulunması ve bu toplumun sahte ve gösteriş düşkünü yapısına tahammül edememesi ile ilintilidir. Gavin Keulks, Jim Dixon‟ın üst sınıf topluma dâhil olmaya çalışmadığını belirterek onu “toplumun dışına çıkmayı isteyen ama içeride kalan kişi” (Keulks, 2003:107) olarak tanımlar. Jim‟in işçi sınıfından gelmesi ve kendisinin benimsemiş olduğu sosyal ve kültürel değerlere sahip olmayan üst-orta sınıf içinde bulunması onun çevresine yabancılaşmasına neden olan en önemli etkenlerden biridir. Bu doğrultuda, Jim‟in tecrübe ettiği yabancılaşmayı daha iyi anlamak için İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere‟de işçi sınıfının sosyolojik yapısından ve bu yapının Lucky Jim‟e nasıl yansıdığından bahsetmek gerekir. Raymond Williams, Culture and Society 1780-1950 adlı eserinde işçi sınıfını burjuvadan farklı kılan ve burjuvaya karşı çıkmasına neden olan iki temel özelliği olduğunu ve bunların “dayanışma etiği” ve “bireysel talepler yerine topluma hizmet” olduğunu söyler (Williams, 1960:348). Williams ayrıca, işçi sınıfının tüketici ve maddeleşmiş bir kimliğe bürünmesinin bu sınıf içinde çatışmalara yol açacağını (348), bunun burjuva sınıfının bir özelliği olduğunu ve insanları yalnızlaştırdığını ileri sürer (350). Williams‟a göre, insanların sürekli daha yükseği amaçladığı bu “merdiven fikri işçi sınıfının kendi içinde çatışmalara neden olmuştur. … bu durum ilk olarak, kesin bir değer olması gereken genel iyilik prensibini zayıflatır, ikinci olarak ise hiyerarşi zehrini güçlendirir […]” (351). Anlaşılacağı üzere, işçi sınıfının zenginleşmesi ve yaşam standartlarının değişmesi, önceden bu sınıfın karakteristik özellikleri olan dayanışma, genel iyilik, paylaşımcılık gibi değerlerin giderek yok olmasına; bunların yerine bireyselcilik, maddeleşme, sınırsız tüketme ve mevki hırsı 97 gibi burjuvazi özelliklerin gelmesine neden olmuştur. İşçi sınıfı içinde, bu durumdan hoşnut olmayan kişiler ise kendi sınıflarının bu değişen yüzünü kabul edememiş ve içinde bulundukları topluma karşı yabancılaşmışlardır. Bu bilgiler ışığında, Lucky Jim‟de ana karakter Jim Dixon‟ın işçi sınıfından gelmesi ve bu sınıfın karakteristik özelliklerine sahip olması göz önüne alındığında onun, “maddeye ve görünüşe” aşırı önem veren, “dayanışma ve paylaşım” yerine bireysel çıkarlarını ön planda tutan ve alt sınıftan gelenleri küçük gören üst sınıf ile uyuşmazlık halinde olduğu söylenebilir. Jim, Raymond Williams‟ın işçi sınıfının özgün nitelikleri olarak gördüğü, “genel iyilik”, “paylaşımcılık” ve “dayanışma etiği” gibi olumlu özelliklere sahip olan ve ideallerine bağlı kalan bir karakterdir. Amis, değer verdiği bu özelliklerin tamamını Lucky Jim‟de Jim Dixon karakteri ile somutlaştırır. Jim‟in çevresinde ise, sürekli etkileşim halinde olduğu Welch, Margaret ve Bertrand gibi karakterler bulunmaktadır ki bu kişiler bireysellik, maddeleşme ve sahte entelektüellik gibi yönleri ile üst sınıfı temsil ederler. Bu nedenle Jim, içinde bulunmaktan mutlu olmadığı akademik camiada ve üst sınıf kişilerin arasında kendi kişiliğine bağlı kalma mücadelesi verir; çevresi ile uyuşamaz ve topluma yabancılaşır. Jim‟in içinde bulunduğu çevreye yabancı olduğunu yansıtan en önemli durumlardan biri onun, üst sınıf ya da burjuva olmayan şeylere ya da kişilere duyduğu yakınlıktır. Jim, Welch ailesinin tüm üyelerinin sahte ve kötü niyetli olduğunu düşünür, Margaret‟i ise gerek kişiliği gerekse davranışları ve dış görünümü nedeniyle sıkıcı ve samimiyetsiz bulur. Buna karşın, Jim‟in alt sınıf ya da işçi sınıfı özelliklerini barındıran kişilere karşı sempatisi birçok örnekte görülebilir. Romanın ikinci bölümünde Jim ile Margaret‟in barda buluşmasında, Jim, barda çalışan kadın 98 garsondan etkilenir ve onunla göz göze gelmeye çalışır. Jim‟in bardan ayrılırken içinden geçirdikleri onun, Margaret gibi üst sınıf kişilere değil de işçi sınıfı mensuplarına yakın olduğunu yansıtır: Parasının üstü kendisine verilirken Dixon garson kızı inceledi; iriydi ve teni çok koyuydu, üst dudağı dardı, gözleri birbirine oldukça yakındı. Ondan ne kadar çok hoşlandığını ve onunla ne kadar çok ortak noktası olduğunu düşündü; onu tanısaydı kendisinden ne kadar çok hoşlanacağını ve aralarında ne kadar çok ortak nokta bulacağını düşündü. (Lucky Jim, 17) Anlaşılacağı üzere Jim, “aralarındaki tüm bariyerleri kaldırdıklarını” (17) düşünen Margaret yerine, gösterişten uzak, sade ve kendi hâlinde olan bir bar çalışanından etkilenir. Bu durum, üst sınıftan gelen kişilerin çoğunlukta olduğu bir çevrede Jim‟in yalnızlaşmasını yansıtır. Jim‟in, üniversitede kendine en yakın gördüğü iş arkadaşı Alfred Beesley‟nin kendisi gibi sözleşmeli bir çalışan olması ve işçi sınıfından gelmesi de romanda Jim ile işçi sınıfı arasındaki yakınlığı yansıtır. Bu örnekler göstermektedir ki Jim için asıl önemli olan kişinin yaptığı iş, sahip olduğu yetenekler ya da gösterişli dış görünümü değil, sahtelikten arınmış, dürüst ve sıradan olmasıdır. Ancak Jim‟in çevresinde bu özellikte çok az kişinin olması, onun, konuşmalarının ve davranışlarının üst sınıf tarafından belirlenmesine ve aklından geçirdiklerini kimseyle paylaşamamasına neden olur. Bu durum, Jim‟i, genel olarak kendisinden çok farklı niteliklere sahip olan çevresine yabancı olmasını yansıtır. Jim Dixon‟un çevresine yabancılaşmasını yansıtan en önemli özelliklerinden biri onun birçok durumda fiziksel ve zihinsel olarak çevresinden ayrı kalması, bulunduğu yerden ve etrafındaki kişilerden uzaklaşmak istemesidir. Eric Jacobs 99 Kingsley Amis A Biography adlı eserinde Amis‟in, Larkin‟i ziyaretinden sonra Lucky Jim için oluşturduğu taslakta Jim Dixon‟dan şöyle bahsettiğini belirtir: “Uyum sağlayamayan adam. Kültüre karşı görünür. Gerçekten ne düşündüğünü söyleyemez. Patron sıkıntısı. […]” (Amis [akt. Jacobs] 1996:144). Amis‟in, Jim Dixon karakterini oluştururken ona yüklediği bu özellikler de Jim‟in çevresinden farklı ve ayrı kaldığını doğrular. Jim‟in eski bir otel odasında yalnız yaşaması, genellikle dışarıda yemek yemesi ve geçinebildiği çok az arkadaşının olması onun yalnızlığını yansıtır. Benzer şekilde, Jim‟in üniversitedeki işine başlamadan önceki hayatından ve ailesinden bahsedilmemesi de onun üst sınıf toplum içinde tek başına olduğunu gösterir. Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterleri sıkıcı ve “sahte” kişiler olarak gören fakat, hem Welch‟in dayatmaları nedeniyle hem de Welch ve Margaret ile aynı yerde çalıştığı için zamanının çoğunu onlarla geçirmek zorunda kalan Jim, romanın genelinde, bulunduğu ortamdan kaçıp uzaklaşmak isteyen biri görünümündedir. Romanın ikinci bölümünde Margaret ile bara giden Jim, Margaret‟in romantik tavırlarından bunalır ve lavaboya gidip yalnız kalarak kendi kendine şöyle düşünür: “Çift yönlü arabulucu rolünü bırakıp buradan gitmek ne güzel olurdu diye düşündü. Welch‟e beş dakika boyunca telefonda küfretmek ve durumun gerçeklerini Margaret‟a kısa şekilde anlatmak fazlasıyla yeterdi. Daha sonra eve gidip birkaç elbise toplar ve on-kırk treni ile Londra‟ya giderdi” (Lucky Jim, 18). Jim‟in içinde bulunduğu çevredeki mutsuzluğu ve bu çevreden uzaklaşmak isteyişi onun şu düşüncelerinde de açıktır: “Çevresindeki bu kişiler neden kendisini yalnız bırakmıyorlardı? Neden onların her biri, istisnasız onun olduğu yerden uzaklaşıp onu yalnız bırakmıyordu?” (Lucky Jim,72). Jim‟in kendisi ile çevresi arasındaki uzaklığı 100 ve farklılığı yansıtan bu örnekler Jim‟in içinde bulunduğu üst sınıf toplumda huzursuz olduğunu ve kendini çevresinden ayrı biri olarak gördüğünü yansıtır. Başka bir deyişle Jim, sosyal çevresi içinde sürekli baskı halindedir; davranışları ve söylemek istedikleri çevresinin beklentileri tarafından sınırlanır. Romanın sonunda, Jim‟in işinden kovulduktan sonraki hisleri ve düşünceleri onun, toplum içindeyken “tutsak” olduğunu yansıtması bakımından önemlidir: “Neredeyse hiç üzülmedi; yaşadığı olayları göz önüne alarak, bu durumun kendisinin etkileyici yönünü gösterdiğini düşündü. Bu öğlenden sonra eve gidebilecekti […] Giyinirken, yapmak zorunda olduğu hiçbir şey olmamasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu düşündü” (Lucky Jim, 195-196). Anlaşılacağı üzere, Jim‟in işinden atılması ve bulunduğu çevreden ayrılacak olması onu sevindirir; çünkü artık üst sınıf kişilerin sahte ve ikiyüzlü davranışlarına katlanmak ve sevmediği bir işi yapmak zorunda kalmayacaktır. Bu durum, Jim‟in roman boyunca içinde bulunduğu çevreye yabancı olduğunu yansıttığı gibi onun mutsuz ve “tutsak” olduğu çevreden çıkarak kendi özüne ve “özgürlüğüne” kavuşması olarak değerlendirilebilir. Amis, Jim ile çevresi arasındaki bu “boşluk” ile, gerçekliği ve doğruluğu benimsemiş olan kişilerle “sahte” davranan, ikiyüzlü kişiler arasındaki çatışmayı yansıtır. Amis, Jim ile çevresini, birbirine tamamen zıt özellikleri ile yan yana getirerek olumlu ve olumsuz gördüğü davranışları belirgin şekilde ortaya çıkarır. Jim‟in çevresinde gördüğü “bozuk” toplum yapısına dâhil olmaması ve tam aksine bu yapıyı aşağılaması ve eleştirmesi bir bakıma Amis‟in kendi düşüncelerini ve topluma yaklaşımını yansıtır. Bu nedenle Amis‟in, Jim‟in kendini toplumdan ayırması ile eleştirilerini, bu topluma “dışarıdan bakan” ve yabancı kalan bir karakterin gözlemleri ile ortaya koymayı amaçladığı söylenebilir. 101 Jim‟in toplumdan ayrı kalmasını ve çevresine yabancılaşmasını yansıtan başka bir durum da onun hissettiklerini ve düşündüklerini çevresindekilere açıkça söyleyememesi ve kendine saklamasıdır. Jim‟in, işine devam edip etmeyeceği konusunda şüphelerinin olması, onun Welch ile girdiği diyaloglarda Welch‟i hoşnut edecek şekilde konuşmasına neden olur; Jim, aynı şekilde, Welch‟in bulunduğu ortamlarda davranışlarına ve üslubuna dikkat etmek zorundadır. Jim‟in işinde devam edip etmeyeceğini Welch‟e sorduktan sonra Welch‟in kesin bir cevap vermemesi üzerine ona bir şey diyememesi Jim‟in çevresindekilerle istediği gibi iletişim kuramadığını açıkça gösterir: “O (Jim) Welch‟e söylemek istediklerini asla söyleyemiyordu, Margaret ile de durum aynıydı” (Lucky Jim, 66). Jim‟in gerçek düşüncelerini ve hislerini açıklayamaması onu kızdırır ve mutsuzlaştırır, içinde bulunduğu ortamdan soğutur ve çevresine yabancılaşmasına neden olur. Jim‟in baskı altında olması onun hayal gücünün ve iç dünyasının ön plana çıkmasına neden olur. Jim‟in kendi içinde ayrı bir dünyası vardır ve yapamadığı ya da söyleyemediği şeyleri bu dünya içinde hayali olarak gerçekleştirir. Romanın birinci bölümünde Jim‟in, Welch‟in yeleğini yüzüne bastırarak onu nefessiz bırakmayı ve ağzına tuvalet kâğıdı tıkamayı hayal etmesi (Lucky Jim, 6) Jim‟in, gerçek çevresinin dışına çıkarak her istediğini yapabildiği iç dünyasına yönelmesini yansıtır. Ayrıca, Jim‟in, yalnız kaldığında bu hayal dünyasında çevresindekilerin baskısından kurtularak özgürce davranması onun toplumdan ayrılmasına işaret eder. Jim‟in, makalesinin yayımlanacağını öğrendikten sonra Atkinson‟un şapkasını takıp boş salonda dans etmesi (21) ve Welch‟i aşağılamak için uydurduğu şarkıyı yanında kimse olmadığında söylemesi (67) onun çevresindekilerden ayrı olduğunda daha özgür ve rahat olduğuna işaret eder. Bu durum, Jim‟in toplum içindeyken, hem 102 çevresini saran kişilerin “sahte” davranışları hem de işindeki belirsizlik nedeniyle kendini baskı altında hissettiğini gösterir. Bu baskı, onu, çevresinden ayrılmaya ve yalnız kalmaya zorlar. Dolayısıyla Jim‟in hem hayal dünyasının geniş ve zengin olması hem de yalnız kalmaya yönelik meyli onun çevresine yabancılaşmasının izleridir. Bu noktada, Jim‟in, roman boyunca, içinde bulunduğu ortama ya da karşısındaki kişiye göre kullandığı değişik yüzlerden bahsetmek gerekir. Kingsley Amis, 1973‟te kaleme aldığı “Real and Made-Up People” adlı makalesinde Lucky Jim‟de Jim‟in yaptığı suratlar üzerine şunları söyler: “Jim‟in kendi kendine yaptığı suratlar, düşman bölgesinde bulunan ve etkili müttefikleri olmayan bir adamın gizli protestoları ve sinir-azaltıcılarıdır” (Amis, 1991:6). Amis‟in bu açıklamasından anlaşılacağı üzere Jim‟in içinde bulunduğu üst sınıf toplum onun için bir tür “düşman bölgesi”dir. Jim, bu “bölge”de, işini kaybetmek istemediği ve ekonomik açıdan bağımsız olmadığı için kişiler ve olaylar karşısındaki gerçek düşüncelerini açıkça ifade edemez. Ancak Jim, kimseye belli etmeden değişik suratlar yaparak, gerçek duygularını ve düşüncelerini, içindeki kızgınlığı ve nefreti açığa çıkarmanın yolunu bulur: “Telefonun yanına oturdu, numarayı çevirdi ve birkaç saniye içinde Bayan Welch‟in sesini duydu. Bu onu tedirgin etmedi, fakat kızgınlığını çıkarmak için Hintli gemici suratını yaptı” (Lucky Jim, 159). Örnekten de anlaşılacağı üzere, Jim‟in yaptığı surat onun, üzerindeki baskı nedeniyle isteyip de söyleyemediği sözlerinin, yapmak isteyip de yapamadığı davranışlarının bir yansımasıdır. Başka bir deyişle Jim‟in kendi kendine yaptığı suratlar çoğunlukla onun, sahte ve “içi boş” kişilere tahammül edemeyen gerçek ve özgün kimliğinin dışa vurumudur. Jim‟in, işinden atılmasına neden olacak konferansı sırasında önce Welch‟i sonra da okul müdürünü, 103 tüm izleyenlerin karşısında, istemsiz şekilde taklit etmesi, onun, özellikle otorite sahibi kişilerin sahte davranışlarına karşı aşağılayıcı yaklaşımını bilinçaltına ittiğini gösteren başka bir örnektir. Bu nedenlerle, Jim‟in roman boyunca büründüğü değişik suratların ve taklitlerin, onun, toplum içinde “hapsedilmiş” olmasının ve çevresine yabancılaşmasının bir sonucu olduğu söylenebilir. Jim‟in sahip olduğu birtakım ahlaki değerlerin, üst sınıf toplumun “dünya görüşü” ile çatışması onun çevresine yabancılaşmasına neden olan önemli faktörlerden biridir. Jim, gerek kadın erkek ilişkilerinde, gerekse mesleği ve akademik çevresi içerisinde dürüst ve sağduyulu olmayı benimsemiş bir karakterdir. Ancak, onun çevresini saran Welch, Bertrand ve Margaret gibi karakterler herhangi bir ahlak anlayışına sahip olmadan, bencilce ve ikiyüzlü şekilde davranan kişilerdir. Jim, bu karakterlerin içyüzünü gördükçe kendisinin, benimsemiş olduğu ahlaki değerleri açısından, bu kişiler gibi olmadığını ve içinde bulunduğu toplumun tamamen farklı bir hayat anlayışına sahip olduğunu anlar. Jim‟in, Bertrand ve Carol arasındaki gizli ilişkiye tanıklık ettikten sonraki düşünceleri onun, çevresine yabancı olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “Gördüğü şey onu, bir bağlantı kuramayacak şekilde rahatsız etmişti. Teorik anlamda bu tür bir aktiviteye rastlamaya hazırlıklı olmasına rağmen bu yakınlık seviyesini uygunsuz buldu.” (Lucky Jim, 41) Jim‟i daha da şaşırtan ve çevresindeki kişilerin ahlaki açıdan kendisinden ne derece farklı olduğunu anlamasını sağlayan asıl nokta ise şudur ki Carol, Bertrand ile yaşadığı “yasak aşkı” eşi Cecil‟e söylemiş ve o, bu duruma tepki göstermemiştir: “ -Bu olan biten hakkında ona bir şey söylemediğimi sanmıyorsun, değil mi? Onun arkasından iş çevirmeyi düşünmem bile.- Çevresindeki bu insanlar 104 ya da onların hayatları hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmediğini bir kez daha düşünerek Dixon tekrar sessiz kaldı” (Lucky Jim, 100). Jim‟in, Margaret tarafından bencilce kullanılması ve kandırılması onun, çevresinin etik-ahlak kurallardan yoksun yapısına yabancılaşmasının nedenlerinden biridir. Margaret, romanın başından beri, kendi egosunu tatmin etmek için, Jim‟i, kendine âşık etmeye çalışmıştır ve intihara kalkıştığı konusunda Jim‟e ve Catchpole‟a yalan söylemiştir. Jim‟in, Margaret‟in içyüzünü gördükten sonra verdiği tepki onun, içinde bulunduğu toplumun aslında ne kadar uzağında olduğunu yansıtması açısından önemlidir: “[…] düşünemiyordu, tek yapabildiği aklından geçenleri belirsiz şekilde sıralamaktı. Kendisinin iyi tanıdığı birini, bir yabancının, kendisinden daha iyi tanımasının verdiği şaşkınlıktan henüz kurtulamamıştı […]” (Lucky Jim, 201). Alıntıdan anlaşılacağı üzere Jim, üst sınıf toplumda, kendisini en yakın hissettiği Margaret‟i bile aslında tanımamaktadır ve onun tarafından aldatılır. Bu durum, Jim‟in çevresini oluşturan üst sınıf toplumun güvenilmezliğini ve bu yapıya alışkın olmayan Jim‟in çaresizliğini yansıtır. Jim, çevresindekilerin gerçek kişiliklerini gördükçe kendisi ile toplum arasındaki “uçurum”un farkına varır. Jim‟in, iyi tanıdığını düşündüğü Carol ve Margaret gibi karakterlerin gerçek kişiliklerinden ve amaçlarından haberdar olmaması Jim ile bu karakterler arasındaki farklılığa ve uzaklığa işaret eder. Jim için dürüstlük, sadakat ve sağduyu gibi değerler önem arz eder; ancak Carol, Bertrand ve Margaret için önemli olan kendi çıkarları ve arzularıdır; Jim‟in önem verdiği ahlaki değerlerin bu karakterler için bir anlamı veya önemi yoktur. Bu nedenle Jim ahlaki açıdan çevresi ile çatışma içindedir. Amis, Jim‟in yabancılaşması üzerinden, kendi çevresinde gözlemlediği samimiyetsiz, düşüncesiz, ikiyüzlü ve bayağı davranışları eleştirir. 105 Jim‟in çevresine yabancılaşmasını yansıtan önemli bir özelliği onun ekonomik ve sosyal açıdan güçsüz durumda kalmasıdır. Jim, çevresindeki diğer kişilere göre maddi açıdan çok zor durumda olduğu için refah seviyesi daha düşük bir hayat sürer; bu durum onun, çevresi tarafından küçümsenmesinin ve çevresine yabancılaşmasının nedenlerinden biridir. Jim üniversitede sözleşmeli olarak çalıştığı için diğer meslektaşlarından daha az ücret alır; üniversitedeki işinde devam edip etmeyeceği belirsizdir; işini kaybetmesi durumunda kendisine gelir sağlayacak bir kaynağı yoktur. Bu nedenle Jim, “geleceği hakkında karar gücüne sahip olan” (Lucky Jim, 5) Welch ile girdiği tüm diyaloglarda ya da karşılaşmalarında Welch‟in istediği şekilde davranmak zorundadır. Jim‟in ekonomik açıdan güçsüz ve bağımlı olması onun Christine ile olan ilişkisinde de kendisini etkiler; Jim, zengin ve üst sınıf bir aileden gelen Christine ile kendisi arasında bir ilişki olmasına ihtimal vermez. Jim, ancak Carol‟un kendisini teşvik etmesiyle Christine için girişimde bulunur. Bu durumdan da anlaşılmaktadır ki Jim‟in ekonomik açıdan yetersiz olması onun davranışlarını ve ilişkilerini etkilediği gibi çevresinden uzaklaşmasına da neden olur. Jim‟in yaşadığı maddi sorunlar Lucky Jim‟in komik yüzeyinin altındaki ciddi ve eleştirel yapıyı oluşturur. Jim‟in sınırlı sayıda sigara içmesi ve ekstra gelir elde etmek için bira şişelerini biriktirmesi onun yaşadığı maddi sıkıntıları örnekleyen durumlardır. Amis‟in, Jim gibi ekonomik sorunları olan bir karakter oluşturarak temelde iki noktaya dikkat çekmek istediği söylenebilir. İlk olarak, Jim Dixon, İkinci Dünya Savaşı sonrasında zenginleşerek üst sınıfa benzemeye başlayan işçi sınıfına bir tepki ya da taşlama olarak değerlendirilebilir. Lucky Jim‟i yazdığı dönemlerde kendisi de maddi sıkıntılar yaşayan Amis, Jim Dixon gibi, fakir olmasına rağmen işçi sınıfı kimliğine bağlı kalarak dürüst ve iyi niyetli olmaya çalışan bir karakter 106 oluşturarak işçi sınıfına, zenginleşerek kaybettiği değerlerini hatırlatır. İkinci olarak Amis, Jim‟in yaşadığı maddi sorunlarla üniversitelerdeki yetersizliklere ve bozukluklara göndermede bulunur. Jim‟in çevresine yabancılaşmasını yansıtan durumlardan biri de onun, toplum içinde önemsiz biri olarak görülmesi, birçok kez çevresindekiler tarafından kâle alınmamasıdır; bu durum, Jim‟in sosyal ve ekonomik açıdan güçsüz biri olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Amis, bu şekilde, Jim‟in içinde bulunduğu toplumun kişileri ekonomik durumuna ve sosyal statüsüne göre değerlendirmesini; alt sınıftan gelenlere karşı önyargı ile bakmasını eleştirir. Romanın genelinde, Jim‟in adının unutulup kendisine “Faulkner”, “Jas Dickson”, “Bay Dickerson”, “Bay Jackson” gibi farklı isimlerle hitap edilmesi onun, içinde bulunduğu toplumda etkin bir rolü olmadığını ve aslında bu toplumun dışında kalmış bir “yabancı” olduğunu gösterir. Anlaşılacağı üzere, Jim, işçi sınıfından geldiği, kültürlü görünmediği ve maddi durumu iyi olmadığı için çevresindekiler için önemsiz bir kişidir; o, üst sınıf toplum içinde adı hatırlanacak ya da doğru telaffuz edilecek saygınlığa sahip değildir. Jim‟in, çevresindekilere oyunlar oynamasının, onları taklit etmesinin ve kendi içinde onları aşağılamasının bir nedeni de, onun, her zaman kendini üstün gören ve çevresindekileri önemsemeyen bu üst sınıf toplum içinde umursanmayan, sıradan bir figür olarak bulunmasıdır. Jim, içinde bulunduğu toplumda saygın bir yere sahip olmanın, yapmacık ve gösterişli davranmaktan geçtiğini bilir; bu, onun en çok tepki gösterdiği noktalardan biridir. Bu toplum düzeninde, Bertrand ve Welch gibi kişiler kendi “reklamlarını yaparak” çevresindekileri etkiledikleri için saygın birer “beyefendi” statüsündedir. Ancak Jim, doğrunun ya da yanlışın; iyinin ya da kötünün; gerçeğin ya da sahtenin ayırt edilemediği bu toplumda çevresindeki 107 sahteliği iyi gözlemler ve insanların iç yüzünü görebilir; bu durum onun birçok durumda sinirlenmesine ve isyan etmesine neden olur. Nitekim John McDermott Kingsley Amis: An English Moralist adlı eserinde Jim‟i “şarlatanlar tarafından kuşatılmış bir adam […]” (McDermott, 1989:56) şeklinde tanımlar. Jim, mutsuzluğunu hem kendisi ile hem de çevresindekilerle alay ederek hafifletmeyi amaçlar. Ancak romandaki gülmece öğeleri bir an için yok sayıldığında ya da ikinci planda tutulduğunda Jim‟in aslında, yabancısı olduğu toplum içinde ciddi şekilde yalnız ve bunalımda olduğunu gösteren davranışlar sergilediği sonucuna varılabilir. Üst sınıfın kültürü, kültürel formları ve sanatı gösteriş için kullanması Jim‟in bu öğelere karşı aşağılayıcı bir tutum göstermesine ve üst sınıftan oluşan çevresine yabancılaşmasına neden olur. Romanda Welch, klasik müziğe olan ilgisi ve kendi düzenlediği küçük “sanatsal” konserler üzerinden kültür birikimini “gösterirken” Bertrand, şapkası ve sakalı ile kendine entelektüel bir ressam görünümü verir. Jim‟in, yapmacık sanatı ve kültürü aşağılamasını yansıtan örneklerden en dikkat çekeni, Welch‟in, kötü şekilde Mozart melodisini söylediğini duyduktan sonra, Mozart‟tan “iğrenç Mozart” (47) şeklinde bahsetmesidir. Jim‟in bu tavrı, onun, Somerset Maugham gibi bazı eleştirmenler tarafından “zevksiz ve kaba” bir karakter olarak değerlendirilmesine neden olur. Ancak Eric Jacobs ve Meritt Moseley gibi diğer bazı eleştirmenler Jim‟in sanata ve kültüre yönelik “nefret” duygusunun aslında üst sınıfın sahteliğinden ve gösteriş merakından kaynaklandığını ileri sürer. Jacobs, Kingsley Amis A Biography adlı eserinde bu konuya şöyle yaklaşır: Jim Dixon‟ın Mozrat‟tan nefret edip etmediği bile açık değildir. Onun hiç hoşuna gitmeyen şey, Profesör Welch‟in sabah ilk şey olarak Mozart‟ın müziğini kötü şekilde söylediğini duymasıdır […] Dixon‟ın kültür olarak adlandırılan herhangi bir şeye karşı 108 hoşnutsuzluğu aslında yapmacık ve özel olanaProfesör Welch ve onun nefret verici çocuklarının sahipliğinde olan kültüre karşı nefretidir […] (Jacobs, 1995:151) Merritt Moseley Understanding Kingsley Amis adlı eserinde, bu konuyla ilgili olarak benzer şekilde düşünür: “Nefret ettiği kendini beğenmiş sanat koklayıcıları ve poz veren kişilerden oluşan arkadaş çevresinde Jim, ters yöne, üst sanatı reddetme yoluna gider, bu aslında çevresindekilere yüz çevirmesidir” (Moseley, 1993:22). Jim‟in sanatsal ve kültürel olguları sadece üst sınıf karakterlerle bağlantılı olarak aşağılaması Jacobs ve Moseley‟nin görüşlerini destekler. Dolayısıyla Jim‟in kültüre ve sanata karşı gösterdiği tepkilerin, onun çevresindeki üst sınıf toplumun “sahte entelektüel” yapısına yabancı kalmasıyla bağlantılı olduğu sonucuna varılabilir. Bu yüzden Amis‟in, Jim‟in yabancılaşması üzerinden, sanatla ve kültürle samimiyetsiz şekilde ilgilenen, bu kavramları kendini yüceltmek ve çevresindekileri etkilemek için kullanan üst sınıf kişileri eleştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Jim Dixon‟ın çevresine yabancılaşmasının ikinci boyutunu, onun üniversite kurumuna ve akademisyenlik mesleğine yabancı olması oluşturur. Jim‟in akademiye karşı yabancılaşmasını daha iyi anlamak için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere‟de üniversitelerin genel yapısından ve işçi sınıfından gelenlerin üniversiteye bakışından bahsetmek gerekir. 1944 Eğitim Yasası, İngiliz eğitim sistemine köklü değişiklikler getirmiş ve özellikle işçi sınıfı mensuplarının üniversiteye daha kolay girmesini sağlamıştır. Robert M. Blackburn ve Catherine Marsh “Education and Social Class: Revisiting the 1944 Education Act with Fixed Marginals” adlı makalelerinde, bu yasa ile ortaokul eğitiminin ilk defa herkes için ücretsiz olduğunu ve fakir ailelerden gelen 109 çok sayıda çocuğun dilbilgisi okullarında ve teknik okullarda eğitim alabildiğini belirtir (Blackburn, Marsh, 1991:508). Bu durum, işçi sınıfı mensubu gençlerin üniversitelere daha kolay yerleşmesini sağlamış ve sonrasında onların daha üst düzey işlere girmesine olanak tanımıştır. James Gindin, Postwar British Fiction New Accents And Attitudes adlı eserinde işçi sınıfının “sınıf atlayışını” ve bunun o dönemde yazılmış romanlara etkisini şöyle açıklar: İşçi sınıfının oğulları Oxford‟a gelip, sıkı çalışıp, kendilerini kitaplar ve kötü kahve ile odalarına kapatarak toplumdan ayrılabiliyorlardı, sonrasında İşçilerin Eğitimindeki kariyerleri için çalışkan bir şekilde hazırlanıyorlardı. […] Amis, Wain, Doris Lessing ve diğer yazarların eserlerindeki kahramanlar, üniversite bursu almış kişiler olarak, üniversite üzerinden, kendi alt ya da alt-orta sınıf kökenlerinden, açık bir işlevlerinin ya da sınıf tanımlamalarının olmadığı üst topluma geçiyorlardı. (Gindin, 1976:1-93) Alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Refah Devleti kapsamında, üniversite eğitimindeki eşitsizliği azaltmak ya da ortadan kaldırmak adına işçi sınıfından gelen kişilerin, üst sınıf ya da aristokrasi sınıfı mensuplarının çoğunluğu oluşturduğu üniversitelere ve sosyal çevreye “taşınması” işçi sınıfından gelen kişiler için bir tür “kültür şoku”na neden olmuştur. Bu durum, Lucky Jim‟de, Jim ile akademi camiası arasındaki çatışma ile kendini gösterir. Kingsley Amis, Lucky Jim‟de, adı verilmeden resmedilen üniversitenin, kendisinin çalıştığı Swansea Üniversitesi‟nde ve yakın arkadaşı Philip Larkin‟in çalıştığı Leicester Üniversitesi‟ndeki gözlemlerine dayalı olarak oluştuğunu söyler (Amis, 1975:44). Dale Salwak, Rubin Rubinovitz ve James Gindin gibi birçok eleştirmen Lucky Jim‟de tasvir edilen üniversitenin, gerek akademik yapısı gerek dış 110 görünüşü nedeniyle bu iki üniversite gibi bir “Redbrick” üniversitesi olduğunu belirtir. 1950‟lerde üniversite statüsüne ulaşan ve, Oxford ve Cambridge gibi üniversitelere göre yetersiz kalan “Redbrick” üniversiteleri genellikle düşük gelirli alt sınıf ya da işçi sınıfı ailelerden gelen öğrencilerin tercihi olmuştur.13 Lucky Jim‟de, Jim‟in, bu taşra üniversitelerinden biri olan Leicester Üniversitesi‟nden mezun olduğu ve çalıştığı üniversitenin de benzer yapıda bir kurum olduğu düşünüldüğünde, hem Jim‟in hem de çalıştığı üniversitenin üst düzey akademik donanıma sahip olmadığı söylenebilir. Kingsley Amis, Jim‟in mesleği ile ilişkisini şöyle açıklar: “Lucky Jim‟in kahramanı ne iş yapmak istediğinden emin değildir, fakat onu işte görürüz ve karşılaştığı zorlukların çoğu doğrudan onun işiyle bağlantılıdır” (Amis, 2001:3). Jim‟in mesleğine yabancılaşması iki aşamalı olarak ele alınabilir. İlk olarak, üniversite kurumunun ve akademisyenlerin kendilerinden beklenen düzeyde bir eğitim vermemesi, bozuk ve “amatör” bir yapıya sahip olması ve bu durumun eğitimciler tarafından yok sayılması Jim‟in akademi camiasına yabancılaşmasına neden olur. İkinci olarak, Jim hem karakteristik yönüyle hem de bilgi donanımı açısından akademisyen olmaya uygun bir kişi değildir; fakat üniversitedeki işi dışında başka bir maddi kaynağı olmadığından işine devam etmek zorundadır. Başka bir deyişle, Jim‟in mesleğine yabancılaşmasının ikinci aşamasında onun sevmediği bir işi yapıyor olması yatar. Dolayısıyla Jim‟in akademisyenlik mesleğine yabancılaşmasının temelinde hem kendi yetersizliği hem de çalıştığı kurumun “bozuk” yapısı yatar. Ancak Jim, diğer öğretim görevlilerinin aksine kendi yetersizliğinin farkındadır ve bunu kabul eder. Onun karşı çıktığı nokta ise 13 http://www.redbrickuniversity.co.uk/ 111 çevresindeki kişilerin, hem kendilerinin hem de üniversitenin eksik ve yanlış yönlerini görmezden gelmesidir ki bu durum, romandaki birçok örnekte görüleceği gibi Jim‟in akademik yapıya yabancılaşmasına neden olur. Jim‟in mesleğine yabancılaşmasında, onun Welch ile olan “patron-işçi” diyaloğu olarak tanımlanabilecek ilişkisinin önemli etkisi vardır. Jim‟in, sözleşmeli olarak çalıştığı mesleğine devam etmesi, onun içinde bulunduğu tarih bölümünün başkanı olan Welch‟e bağlıdır; bu durum Jim‟i Welch karşısında zayıf ve çaresiz bırakır. Amis, Welch ile Jim arasındaki, akademiye yakışmayan, profesyonellikten uzak bu ilişki üzerinden üniversitelerdeki çıkarcı ve yozlaşmış akademisyenlere yönelik eleştirilerini yansıtır. Welch‟in, kendi kitabı için kaynak tarama işini Jim‟e yüklemesi ve onu kütüphaneye göndermesi; uzun bir makalesindeki yanlışları bulması için Jim‟i görevlendirmesi; Jim‟i “sanatsal haftasonu” etkinliğine katılmaya zorlaması ve onu “Neşeli İngiltere” sunumunu yapmak zorunda bırakması gibi durumlar karşısında Jim, işinde devam edebilmek için Welch‟e karşı çıkmaktan ve onu kızdırmaktan kaçınır. Jim, Welch‟in kendisini sömürmesine karşı çıkamadığı gibi, hiç sevmediği bu kişiye hoş görünmek zorundadır; bu durum onu yalnız ve çaresiz bırakır. Jim‟in, Welch gibi yetersiz ve gösteriş düşkünü biri karşısındaki bu güçsüzlüğü ve bunun nedeni olarak ortaya çıkan kızgınlığı sebebiyle kendi içinde sürekli Welch ile dalga geçer, onun fiziksel özelliklerini ve hareketlerini alaya alır, onu aşağılayan kısa bir şarkı besteler. Jim‟in sadece kendiyle paylaştığı bütün bu reaksiyonları onun Welch karşısındaki güçsüzlüğünün bir sonucudur. Çevresindeki diğer kişilerle aynı standartları paylaşmadığı halde onların görüşlerine ve davranışlarına karşı çıkamayan Jim, kendini, çevresini saran kişilerden biri olarak görmez ve çevresine yabancılaşır. 112 Jim‟in, çalıştığı üniversitede eğitici ve “aydınlatıcı” bir akademik ortamın olmaması ve Welch gibi akademisyenlerin profesörlüğe kadar yükselmiş olmalarına rağmen sorumluluk bilincine sahip olamamaları Jim‟in mesleğine yabancılaşmasına neden olur. Romanın ilk bölümünde Jim, Welch‟in müzik ve enstrümanlar hakkındaki görüşlerini dinlemek zorunda kalır. Jim, bu durumu şöyle değerlendirir: “O (Jim) ve Welch, tarih hakkında iyi bir şekilde konuşuyor olabilirlerdi; hatta tarihin, Oxford ve Cambridge koridorlarında konuşulduğu gibi. Bunun gibi durumlarda Dixon, böyle bir konuşmayı yapıyor olmayı çok arzu ediyordu” (Lucky Jim, 4). Jim, Welch‟in, özellikle bir akademisyene uygun olmayan bilgisizliğini ve yapmacıklığını şöyle eleştirir: “Welch hala konseri hakkında konuşuyordu. O, böyle bir yerde bile nasıl Tarih Profesörü olmuştu? Yayımlanmış çalışmalarıyla mı? Hayır. Çok iyi öğreterek mi? İtalik harflerle mi? Hayır. O zaman nasıl?” (5). Anlaşılacağı üzere Jim, Welch‟in, bahsi geçen üniversite gibi düşük seviyedeki bir eğitim kurumunda bile profesörlüğe kadar yükselmiş olmasına anlam verememektedir. Jim, Gore-Urquhart ile girdiği diyalogda yüksek eğitimdeki aksaklıktan şöyle bahseder: “İyi ve duyarlı şekilde öğretildiğinde tarihin insanlara çok fazla yararı olabilir. Fakat pratikte böyle yürümüyor. Bazı engeller çıkıyor. Bunun için tam olarak kimin suçlanacağını bilemiyorum. Asıl sorun kötü öğretmek. Yani kötü öğrenciler değil” (Lucky Jim, 181). Jim‟in bu düşünceleri gösterir ki, o, üniversitedeki eğitimöğretimin yetersiz olduğunun ve akademisyenlerin gerekli yetkinliğe sahip olmadığının farkındadır. Jim‟in, yayımlanmasını beklediği makalesinin farklı bir dergide, makalesini yayımlayacak olan L.S. Caton‟ın kendi makalesi olarak yayımlanması da Jim‟in çıkarcı toplum karşısındaki güçsüzlüğünü yansıtır; bu durum 113 ayrıca, Jim‟in, üniversitelerin bozuk yapısından dolayı akademiye ve mesleğine yabancılaşmasını gösterir. Örneklerden anlaşılacağı üzere, Jim, üniversitenin ve akademisyenlerin “bozuk” ve “seviyesiz” yapısından dolayı işi ile ilgili hiçbirşeyi içinden gelerek yapmaz ve mesleğinden soğur. Makalesinin başkası tarafından basıldığını görmesi, Jim‟in akademiye olan nefretini doruk noktasına çıkarır. Amis, Jim‟in bu yabancılaşması üzerinden taşra üniversitelerindeki eğitim ve çalışma ortamının çok zayıf ve bozulmaya müsait olduğunu gösterir. Yazar ayrıca, hem Welch hem de L.S. Caton ile üniversitelerde Profesör ya da Doktor gibi ünvanların, hak etmeyen kişiler taraından kolayca alınabildiğini vurgular. Jim‟in bu bozuklukların ortasında, dürüst kalmaya çalışan biri olması onun tepkiler geliştirmesine ve mesleğine yabancılaşmasına neden olur; onun bu yabancılaşması ise akademideki bozuklukların daha belirgin görülmesini sağlar. Jim Dixon‟ın mesleğine yabancılaşmasının ikinci boyutunda onun, bir akademisyenin sahip olması gereken niteliklerin çok uzağında biri olması yatar. “Kendisine verilen herhangi bir kitabı mümkün olduğunca az okuma prensibine” (Lucky Jim, 10) sahip bir “akademisyen” olan Jim üniversitede ders verecek yeterli bilgi birikimine sahip değildir. Jim, çalışkan bir öğrenci olan Michie ile karşılaşmalarında kendi bilgisizliğini daha iyi anlar: Onun [Michie‟nin] bildiği ya da biliyor göründüğü şeylerden biri skolastik felsefenin ne olduğuydu. Dixon bu kelimeyi, anlamını bilmeden ama biliyor gibi görünerek, gün içinde defalarca okuyordu, duyuyordu ve hatta kullanıyordu. Fakat Dixon, Michie‟nin orada durup sorduğu, söylediği ve tartıştığı bu ve bunun gibi onlarca kelimeyi biliyormuş gibi görünemeyeceğini açıkça anlıyordu. (Lucky Jim, 20) 114 Alıntıdan da anlaşılacağı üzere Jim, kendi uzmanlık alanı ile ilgili konularda bile yetersiz kalmaktadır; onun yeterli bilgi donanımına sahip olmaması ve üniversite aktivitelerinden, sorumluluklarından hoşlanmaması işini isteksiz yapmasına neden olur. Merritt Moseley, Understanding Kingsley Amis adlı eserinde Jim Dixon‟ı mesleki açıdan şöyle değerlendirir: “Jim‟in üniversite ile olan bağlantısı tedirgin şekilde iş arayan kişi ile işveren arasındaki ilişkidir. Jim‟in gerçek ilgileri samimi ve ilginç adamlarla arkadaşlık, içki ve sigara içmek, az bir maaşla iyi bir hayat sürmek ve kadınlardır.” (Moseley, 1993:21) Anlaşılacağı üzere, Jim ile akademisyenlik arasındaki tek bağ Jim‟in işinden maddi gelir elde etmesidir. Jim‟in mesleğine yabancılaşmasını en iyi yansıtan örneklerden biri, onun, işinden kovulduktan sonra akademi ve işi ile ilgili olarak hissettikleridir: “Diğer yandan, kendisiyle alakalı olan başka bir gelecek sömestr olmayacağı için daha pozitif hissetmeye başlıyordu. En azından bir Üniversite sömestri olmayacaktı. […] Dixon Üniversite Yolu‟ndan yürüyerek uzaklaştı, Üniversite binalarına son bir kez bakmayı unuttu […]” (Lucky Jim,178-195). Jim‟in mesleğinden ayrıldıktan sonra üzülmemesi, tam aksine, istemediği bir işi yapmak zorunda kalmayacağı için rahatlaması onun, akademideki çevresine ve mesleğine uyuşamamış olduğunu gösterir. Bu nedenle Jim, üst sınıfa karşı yabancılaştığı gibi, hem kendi kişiliği hem de üniversite ortamının bozuk ve yetersiz yapısı nedeniyle mesleğine de yabancılaşmıştır. Amis, hatıralarını kaleme aldığı Memoirs adlı eserinde Swansea Üniversitesi‟nde çalışırken karşılaştığı yetersiz akademisyenlerden ve eğitim sistemindeki bozukluklardan şöyle bahseder: 115 […] 3000 öğrencinin „yeni‟ bir üniversite için tamamlayıcı rakam olduğunu söylüyordu. […] Ve şimdi duruma bakın. Standartları düşürürseniz sayıları her zaman yükseltebilirsiniz. Yanından bile geçmek istemediğim günümüz Swansea Üniversitesi şüphesiz başka bir yerden daha kötü durumda. (Amis, 1991:123) 1950‟li yıllarda, alt sınıftan gelen öğrencilerin üniversitelere girebilmesi için verilen devlet bursları hem taşra üniversitelerindeki öğrenci sayısını yükseltmiş hem de sınavsız giriş hakkı tanıdığı için yeterli bilgi seviyesine sahip olmayan öğrencilerin de üniversiteye yerleşmesine sebep olmuştur. Amis, hatıralarında değindiği bu sorunu Lucky Jim‟de, Jim ile onun en yakın arkadaşı Beesley arasında geçen şu diyalog ile yansıtır: -Baktığın her yerde durum aynı; sadece burada değil, tüm taşra üniversitelerinde işler aynı şekilde yürüyor. […] birçok yere git ve sadece, sınavlarını geçemeyecek kadar aptal olan birini bırakmayı dene- bir Prof.‟u kovmak bile daha kolay olurdu. Eğitim Yönetimi bursuyla buraya gelen birçok kişi ile ilgili bir sorun bu.[…] Dixon Beesley ile aynı fikirdeydi, fakat kendini, fikrini söyleyecek kadar ilgili hissetmedi. Akademik hayattan çekilmesinin yaklaştığına inandığı günlerden biriydi. Sonrasında ne yapacaktı? […] (Lucky Jim, 142) Anlaşılacağı üzere Amis, Jim‟in mesleğine yabancılaşması üzerinden taşra üniversitelerindeki düşük eğitim seviyesini ve yetersiz eğitimcileri resmeder. Jim‟in çalıştığı bölümün müdürü, Welch ve Margaret gibi akademisyenler üniversitede ciddi eğitim sorunlarının olduğu bilincine sahip değillerdir ya da bu durumu umursamamaktadırlar. Jim‟in kendisi de, mesleki açıdan diğer eğitmenler gibi yetersizdir; ancak o, kendisinin ve çevresindekilerin kusurlarının farkındadır ve üniversite “sistemini” eleştirir. Jim‟in mesleğine karşı mutsuz ve isteksiz olması, 116 onun akademi camiasına yabancı kalmasının bir sonucudur; bu nedenle Jim, işinden ayrıldığında bir tür rahatlama ve huzur hisseder. Jim, romanın sonlarındaki konferansı sırasında, hem akademik hem de sosyal açıdan sorunsuz ve mutlu bir toplum anlayışına aykırı düşüncelerini, alkolün de etkisiyle açıkça belirtir: “Dinleyin, size söyleyeyim. Neşeli İngiltere hakkındaki asıl nokta şu ki bu tarihimizin en Neşesiz dönemiydi. Her şey ev yapımı çanak çömlek yığını, organik çiftçilik yığını, blok flüt çalanlar sürüsü, Esperanto‟dan ibaretti […]” (Lucky Jim, 191). Jim‟in, çevresindekilerin “kendini aldatmasına” karşı bu kızgın ve eleştirel tavrı onun yaşadığı yabancılaşmanın dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Jim, bu konuşmasından sonra ait olmadığı çevreden ayrılacak ve şansının da yardımıyla, daha mutlu olacağı tahmin edilen bir hayata doğru yönelecektir. Amis, Jim Dixon ve çevresi arasındaki uyuşmazlık üzerinden temelde iki noktaya dikkat çeker. İlk olarak, kibirli davranarak kendini çevresindekilerden üstün gören, davranışları ve konuşmaları ile sadece çevresini etkilemeyi amaçlayan ve aslında sahip olmadığı entelektüelliğe ve kültürel birikime sahipmiş gibi görünen üst sınıf kişilerin tüm sahteliğini, ikiyüzlülüğünü ve samimiyetsizliğini ortaya koyar. İkinci olarak ise, gerçekten dürüst, nazik ve düşünceli olan fakat tüm etik-ahlaki ilkelerden yoksun kişiler arasında yalnız kalan, çevresindekilerle istediği gibi iletişim kuramayan ve çevresinin sahteliğine tahammül edemeyen Jim Dixon‟ın çevresine yabancılaşması resmedilir. Jim‟in, romanın başından sonuna kadar çevresindeki birçok kişi ile çatışma halinde olması onun, bir bakıma, içinde bulunduğu toplumda “var olma mücadelesi” verdiğini gösterir. Bu mücadele içinde, Jim‟in hem “patronu” Welch hem de üst-sınıfın diğer birçok mensubu karşısındaki “güçsüzlüğü” ve “yalnızlığı” onun yabancılaşmasına işaret eder. Jim‟in çevresindekilerle sürekli dalga 117 geçmesi ve onlara “tuzaklar” kurması onun toplum içinde güçsüz kalmasına verdiği bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir; bu durum aynı zamanda, Jim‟in çevresinde gözlemlediği sahte ve ikiyüzlü toplum yapısına “baş kaldırışı” olarak kabul edilebilir. Lucky Jim‟de çevresindeki kişilerle uyuşamayan ve topluma yabancılaşan bir karakter de Christine Callaghan‟dır. Christine‟in, gerek sade görünümü gerekse yapmacıklıktan uzak kişiliği nedeni ile üst sınıftan ayrı olduğu söylenebilir. Makyaj yapan ve çekici görünmeye çalışan Margaret ve onun gibi diğer kadınların tersine Christine kısa düz saçlıdır, dudakları rujsuzdur, sade bir etek ve süssüz bir bluz giymektedir. Christine‟in bu basit ve gösterişten uzak görünümü, onun, içinde bulunduğu üst sınıf toplumun kadınlarından görünüş itibariyle ayrı olduğuna işaret eder. Christine‟in yardımsever ve sağduyulu kişiliği de onun çevresindeki kişilerin gösteriş düşkünü ve sahte entelektüel yapısından çok uzakta olduğunu ortaya koyar. Christine‟in, Jim‟le yalnız kaldığında kendi istediği gibi davranması, üst sınıf içindeyken ise çevresindekilerin beklentilerine göre davranmak zorunda kalması onun, çevresinin baskısı altında olduğuna ve üst sınıf topluma yabancılaşmasına işaret eder. Christine‟in, Jim‟le beraberken kahvaltısını hızlı ve iştahlı bir şekilde yapması (Lucky Jim, 49) ve “ahenksiz” şekilde kahkaha atması (52) onun “özgürleşmesini” yansıtır; Bertrand ve onun çevresi içindeyken ise zoraki gülmesi, Bertrand‟ı dinlemek ve söylediklerini onaylamak zorunda olması onun, üst sınıfın “yapay” nezaketine ve “sahte” entelektüelliğine yabancı olduğunu gösterir. Christine‟in Jim‟e karşı olan tutumu Bertrand, Welch ve Margaret gibi karakterlerin ona yaklaşımından farklı şekilde daha cana yakın ve yardımsever olması Christine ile Jim arasındaki kişiliksel yakınlığı gösterir. Christine, Jim‟in, 118 Welch‟in evindeki nevresimleri ve halıyı kazara yakmasına tepki vermek yerine bu olayı komik bulur ve Jim‟e, Welch‟lerden azar işitmemesi için elinden gelen yardımı yapar. Bu ve romandaki diğer birçok örnek göstermektedir ki, Christine, çevresiyle uyuşamayan Jim ile aynı duyguları paylaşmaktadır ve tıpkı Jim gibi, sahte ve “riyakâr” olduğunu düşündüğü üst sınıf toplumla çatışma halindedir. Christine ile çevresi arasındaki bu uyumsuzluk ve çatışma durumu onun çevresine yabancılaşmasını yansıtır. Romanın ilerleyen bölümlerinde Christine‟in Jim ile yakınlaşması da yine onun uyum sağlayamadığı “sahte” üst sınıf toplumdan ayrılmasının göstergesidir. Christine‟in, sağduyulu olduğu için çevresindeki üst sınıf karakterlerden farklı olduğunu ve çevresine yabancı kaldığını gösteren bir özelliği onun Jim‟e karşı önyargısız ve yardımsever tutumudur. Margaret, Jim‟le barda buluşmalarında hesabı Jim‟e ödetirken (Lucky Jim, 14) Christine Jim‟in maddi durumunun farkındadır ve balo sonrasında taksi parasını ödemesi için ona bir paund verir (128); bu durum romanın genelinde var olan, düşünceli ve paylaşımcı davrananlar ile sağduyudan yoksun ve bencil davrananlar arasındaki zıtlığı yansıtması açısından önemlidir. Christine‟in kendi benlik bilincinin ve yetersiz yönlerinin farkında olduğu onun, Jim ile girdiği diyalogda söylediği şu sözlerinde açıktır: “İnsanlar her şeyi bildiğimi sanıyor. […] Sanırım bunun nedeni kendime tam bir özgüvenim varmış gibi görünmem. Sanki nasıl davranacağım konusunda ve diğer her şeyde tamamen bilgiliymişim gibi görünüyorum. İki ya da üç kişi böyle olduğunu söyledi, bu yüzden öyle olmalı. Fakat bu sadece benim nasıl göründüğüm” (Lucky Jim, 113). Örneklerden ve alıntıdan anlaşılacağı üzere Christine dürüst ve iyi niyetli bir karakterdir; yapmacık tavırlar sergileyerek çevresindekileri etkilemeyi amaçlamaz; 119 aristokrat bir aileden gelir fakat üst sınıf kişilerin yaptığı gibi Jim‟i küçümsemez. Christine, kim olduğunu, doğru ve yanlış yönleriyle bilir; zayıflıklarının ya da hatalarının bilincinde olması ve bunları açıkça söyleyebilmesi onun, Jim gibi alçakgönüllü bir karakter olduğunu gösterir. Ancak Christine‟in çevresini oluşturan Bertrand, Welch ve Bayan Welch gibi kişiler gösteriş düşkünü, maddiyatçı ve sağduyudan uzak kişilerdir; bu durum onların Jim‟e karşı “acımasız” ve bencil tavırlarında açıktır. Kendi karakteri ile çevresi arasındaki bu uyuşmazlık nedeniyle Christine, romanda ilk göründüğü andan romanın sonuna kadar, aşamalı olarak, kendini, içinde bulunduğu çevreden soyutlar; romanın sonunda ise kendi gibi çevresine yabancılaşan Jim ile “ait olmadıkları” toplumdan uzaklaşırlar. Christine‟in Bertrand‟ı ve tüm Welch ailesini terk etme kararı aldıktan sonraki ifadeleri onun, tıpkı Jim gibi, içinde bulunduğu çevrede “tutsak” olduğunu göstermesi açısından önemlidir: “Onların tamamından mümkün olduğunca çabuk uzaklaşmak istedim. Onlardan herhangi birine bir an bile katlanmaya tahammül edemiyorum” (Lucky Jim, 209). Lucky Jim‟de yansıtılan toplum yapısı, ilk aşamada, Jim ve Christine‟in, içinde bulundukları topluma yabancılaşmaları üzerinden ortaya konulur; bu yapının diğer parçasında ise Welch, Bertrand, Margaret ve ikinci planda kalan diğer karakterlerin etik-ahlak anlayıştan tamamen yoksun, insani duygulardan ve değerlerden soyutlanmış davranışları ile toplumdaki bozukluklar resmedilir. Şimdiki aşamada, Amis‟in, özellikle üst sınıf topluma yönelik eleştirel bakış açısını yansıtması açısından önemli bir noktada duran bu karakterlerin nasıl bir yabancılaşma içinde oldukları ele alınacaktır. Bu karakterlerden, olay örgüsü içinde 120 daha kritik bir noktada bulunan Profesör Ned Welch, davranışları ve kişilik özellikleri bakımından romanda, Jim‟den sonra en dikkat çekici karakterdir. Amis‟in Welch karakterini oluştururken temel olarak iki unsurdan etkilendiği söylenebilir. İlk olarak, Amis, Temmuz 1949‟da Philip Larkin‟e yazdığı mektubunda, “Daddy B.” olarak adlandırdığı kayınbabasına olan nefretinden bahseder ve onu romanındaki karakterlerden biriyle özdeşleştirerek onunla alay edeceğini söyler (Jacobs, 1995:148). Amis Lucky Jim‟in yayımcısı Victor Golancz‟a gönderdiği mektubunda da Welch‟in kısmen kayınbabasına dayalı olarak oluştuğunu söyler (Jacobs,1995:152). Amis‟in Welch‟i ortaya çıkarırken etkilendiği ikinci unsur ise, hem kendisinin hem de Larkin‟in akademik çevresindeki gözlemleridir. Amis, çevresinde gözlemlediği toplumsal bozuklukları Lucky Jim‟de sahte ve çıkarcı karakterlerin kişilikleri ve davranışları üzerinden yansıtır. Bu karakterlerden biri olan Profesör Welch kendi yetersizliğini ve üniversitenin eğitim sistemindeki bozuklukları göz ardı ederek umursamaz ve bencil davranır. Nitekim “Welch” kelimesinin sözlük anlamının “sözünde durmayan, umursamaz” (Oxford, 2000:1471) olması bu karakterin isminin alegorik olduğunu gösterir. Welch‟in akademisyenlik mesleğine yabancı olması iki yönlü olarak değerlendirilebilir. İlk olarak, Welch, kendi sorumluluklarını çevresindekilere, özellikle Jim‟e yükleyerek mesleğini ve otorite gücünü kötüye kullanır. İkinci olarak, Welch, tarih profesörü olmasına rağmen hem kendi alanıyla ilgili hem de genel kültür açısından cahildir; ancak bunun farkında değildir. Welch‟in, Jim‟in işinde devam edip etmeyeceği konusunda söz sahibi olmasını kendi çıkarları için kullanması Welch‟in akademisyen kimliğine 121 yabancılaşmasını yansıtır. Welch, kitabı için kaynak araştırmasını ve makalesindeki düzeltmeleri Jim‟e yaptırır; Jim‟i, hiç ilgisi olmamasına rağmen halk dansları14 konferansına göndermekle tehdir eder; Jim‟i nefret ettiği sanatsal hafta sonu etkinliğine katılmak zorunda bırakır (Lucky Jim, 63); bu örnekler Welch‟in, Jim‟i, kendi çıkarları için kullandığını gösterir. Welch, Jim‟e işindeki durumu ile ilgili kesin bir bilgi vermeyip onu muallakta bırakarak onun sürekli tehlikede olduğunu hissetmesini sağlar; bir bakıma ona “şantaj yapar.” Welch‟in, dürüstlükten ve iyi niyetten uzak bu tavrı onun, “amacı bir bilim, sanat ve edebiyat dalının gelişmesini ve korunmasını sağlamak, insanları belirli konularda eğitmek” (Oxford, 2000:6) olan akademi kurumunun kimliği ile çelişmektedir. Welch‟in “akademik kimliğine” yabancı olması yansıtan ikinci yönü, onun yeterli bilgi birikimine sahip olmamasına rağmen kendini kültürlü ve alanında uzman bir eğitimci olarak görmesi ya da göstermeye çalışmasıdır. Welch‟in, roman boyunca birçok kez, doğru sözcüğü bulamayarak cümlelerinin sonunu tamamlayamaması ve farklı bir konuya geçmesi onun kelime bilgisi ya da gramer açısından bile “eksik” olduğunu gösterir: “Seni bu konuda bilgilendirmem gerektiğini düşündüm, Dixon, böylece hareket edebileceğini düşündüğün… kendini düşündüğün…uygun düşündüğün, sen…” (Lucky Jim, 63). Anlaşılacağı üzere Welch, hem Jim‟e olan yaklaşımı hem de yetersiz bilgi donanımı açısından akademisyen kimliğine uymamaktadır; kendi eksiklerinin ya da yanlış yönlerinin ve eğitim sistemindeki bozukluğun farkında bile değildir. Ona göre çevresindekileri istediği gibi kullanmak yanlış bir davranış değildir. Welch, Jim‟in yaptığı gibi, davranışlarının doğruluğunu 14 Amis, “Daddy B” olarak adlandırdığı kayınbabasını halk dansları ile takıntılı olduğunu, onun bu özelliğinin Welch‟in madrigallere olan düşkünlüğüne kaynaklık ettiğini belirtir. (Jacobs, Kingsley Amis A Biography,1995:148) 122 ya da yanlışlığını sorgulamaz, onun için önemli olan tek şey kendi çıkarlarına ulaşmak ve çevresindekiler üzerinde etkileyici bir izlenim bırakmaktır. Bu nedenle Welch‟in “gerçek” akademisyen kimliğine yabancılaşarak “cahil” bir “işkenceci”ye dönüşmüş olduğunu söylemek mümkündür. Amis, Welch‟in mesleki açıdan açıdan etik-ahlak anlayıştan yoksun olması üzerinden Redbrick üniversitelerindeki akademik yetersizliği ve bozukluğu eleştirir. Amis, Memoirs adlı eserinde, Swansea Üniversitesi‟nde çalışırken karşılaştığı “niteliksiz” akademisyenlerden biri olan Fulton‟dan şöyle bahseder: “Üniversiteleri yıkıp onları mesleki eğitim merkezine dönüştürme konusunda gerçekten ciddi olan kişilerden biri de önce J.S., sonra Sör John, daha sonra ise Lord Fulton isimlerini kullanan, […] bir Oxford-Balliol-Lindsay-sosyolojik cahili olan Swansea Üniversitesi Kolej müdürü Lord Fulton‟du” (Amis, 2001:3). Anlaşılacağı üzere Amis, Welch gibi seviyesiz akademisyenlerle gerçek hayatında karşılaşmıştır; bu durum Savaş sonrası İngiliz akademik yapısı hakkında bilgi vermesi ve Amis‟in çevresinde gözlemlediği bozuklukları Lucky Jim‟e yansıttığını göstermesi açısından önemlidir. Mütevazı bir aileden gelen Amis‟in, çoğunlukla yüksek gelirli, “elit” ailelerin çocuklarını kabul eden Oxford‟da eğitim görmüş olması ona, üst sınıf kişilerin davranışlarını ve görünümlerini iyi gözlemleme olanağı vermiştir. Savaş sonrasında Oxford‟daki eğitimine kaldığı yerden devam eden Amis, bu dönemde Oxford‟un genel yapısından ve buradaki tecrübelerinden şöyle bahseder: […] her şey farklı bir şekilde iticiydi, dersler Oxford prensiplerine uygun olarak, gelecek öğrenci adaylarını, tamamen faydasızlıkla birleşmiş olan içsel can sıkıntısı ile uzaklaştırmak üzerine kuruluydu. Uyuşturucu bağımlısı David Nichol Smith tarafından verilen İngilizce çalışmaları tarihi dersinden tek aklımda kalan, „İngilizce çalışmalarının‟, Shakespeare’den önce, on 123 altıncı yüzyıl kadar erken bir zamanda tartışmacı bir papaz ile başladığını öğrendiğimde hissettiğim korku titremesidir. […] Zarafet (züppelik) yerini amaçlılığa (cehalete) bırakıyordu. […] 1946-48‟de bazen dünya sanki sadece sınavlarla doluymuş gibi oluyordu. […] fakat yine de değer sahibi olmak için, abartılı ve gösteriş düşkünü olmanın yanında bir şeylerde (genellikle tiyatro) iyi olmak gerekiyordu. (Amis, 1991:46) Anlaşılacağı üzere Amis, Oxford‟da eğitim gördüğü dönemde, üniversitede ders vermelerine rağmen “cahil” olan ve bunun farkında olmayan kişilerle karşılaşmıştır; bu durum, Lucky Jim‟de Welch karakterinin nitelikleri ile bire bir paralellik gösterdiği için önemlidir. Ayrıca Amis, Lucky Jim‟in temel eleştiri konularından olan “sahte” davranışlara ve eğitim alanındaki duyarsızlığa da Oxford‟daki eğitimi sırasında tanıklık etmiştir. Amis, çevresinde gözlemlediği bu bozuklukları, kişiliğindeki ve davranışlarındaki eksiklerin ve yanlışların hiçbirinin farkında olmayan, tam aksine kendini olduğundan daha bilgili ve kültürlü göstermeye çalışan Welch üzerinden yansıtır. Amis‟in Lucky Jim‟de en fazla eleştirdiği toplumsal çarpıklıklardan biri, kişilerin olduğundan farklı görünme ve çevresindekileri etkileme çabası içinde olmalarıdır. Romanda insani değerleri yok sayan kişilerin paylaştığı en önemli ortak özellik, kültürlü ve entelektüel görünümlerinin altında ikiyüzlü ve çıkarcı kişiliklere sahip olmalarıdır. Bu karakterlerden biri olan Welch‟in yapmacık ve gösteriş amaçlı davranışları, onun kişiliğini oluşturan temel nitelikler haline gelmiştir. Welch‟in, kültürlü ve entelektüel biri olduğu izlenimini vermeyi ve çevresindekileri etkilemeyi amaçladığı “sahte” davranışlara sahiptir. Romanın ilk sahnesinde Welch, verdiği bir konserle ilgili haber yapan gazetecilerin flüt ve blok flütü karıştırmalarına kızar ve müzik konusunda ne kadar bilgili olduğunu Jim‟e göstermek için bu iki enstrüman 124 arasındaki farklılıkları uzun uzadıya anlatır. Ayrıca Welch‟in, Jim‟in anlam veremediği bir balıkçı şapkası takması ve çocuk sanatı üzerine konuşması (Lucky Jim, 157) da Welch‟in çevresindekileri etkilemeye yönelik girişimleri olarak kabul edilebilir. Welch için çevresindekilerin, kendisini ve ailesini kültür seviyesi yüksek, entelektüel kişiler olarak görmesi çok önemlidir; öyle ki, Welch, bu amacına ulaşmak için çocuklarına Fransızca isimler olan Bertrand ve Michel adlarını verir; aynı amaçla, “sanatsal hafta sonu” etkinlikleri düzenleyerek çevresindeki herkesi bu etkinliklere katılmak zorunda bırakır. Welch, kendisinin ve bu etkinliğin mümkün olduğunca fazla kişi tarafından duyulması ve bilinmesi için 1950‟lerde sadece akşamları yayınlanan ünlü radyo programı “Üçüncü Program15”da çalışan birini, dönemin önde gelen fotoğraf gazetelerinden biri olan “Picture Post16”tan bir grup kameramanı ve bazı yöresel müzisyenleri etkinliğe katılmaları için ikna etmiştir. Anlaşılacağı üzere, Welch cahil ve anlayışsız biridir; ancak kendi “reklamını” yapmak ve egosunu tatmin etmek için sanatı kullanır. Welch‟in, kendi zevki ve gösterişi için düzenlediği bu etkinliklere Jim‟i ve diğer karakterleri istemedikleri halde katılmak zorunda bırakması onun çevresindekilere karşı duyarsız olduğunu, onların ne hissettiğini ya da düşündüğünü umursamadığını gösterir. Welch‟in, olduğundan daha “etkileyici” görünmeye yönelik bu çabaları onu kendisinin “gerçekte” nasıl biri olduğunu, ne istediğini, neye inandığını ve neye değer verdiğini bilmediğini, yani kendini doğru tanımadığını gösterir. Amis, Welch‟in yabancılaşması üzerinden çevresindeki kişilerde gözlemlediği samimiyetsiz ve “sahte” davranışları komik bir üslupla eleştirir ve bu 15 http://www.downthelane.net/growing-up-50s-60s/radio-1950s.php 16 http://www.paperworld.com.au/magazineinfo.php?Mag=Picture%20Post%20(UK) 125 kişilerle dalga geçer. Amis için asıl önemli olan ve “olması gereken” kişinin sadece içinden geldiği gibi, dürüst ve ikiyüzlülükten yoksun şekilde davranmasıdır ki Jim, bu şekilde davrandığı için romanın sonunda Gore-Urquhart tarafından ödüllendirilir. Amis, özellikle Oxford‟da ve Swansea Üniversitesi‟nde karşılaştığı, mesleki açıdan yetersiz olan, kişilik olarak samimiyetsiz ve çıkarcı olan ancak kültürlü ve entelektüel biri olduğunu düşünerek kendini beğenen kişilerin bu özelliklerini Lucky Jim‟de Welch karakterinde toplamıştır. Gilbert Phelps “The „Awfulness‟ of Kingsley Amis” adlı makalesinde Welch‟in, Oxford ve Cambridge‟de kültürsüz ve cahil akademisyenlerin genel özelliklerini yansıttığını belirtir: “[…] eski Oxbridge değerleri ve varsayımları Profesör Welch karakterinde açıkça somutlaşmıştır. O dönemde Oxbridge‟e gidenler, Welch‟liğin akademik çevrelerde yaygın olduğunu çok iyi bilirler. İngiltere‟nin toplumsal ve kültürel tarihindeki bu birleşme noktasında [Welch‟liği] yok etme işi Amis tarafından onun ilk romanında yerine getirildi” (Phelps, 1990:67). Anlaşılacağı üzere Amis, özellikle akademi çevresinde karşılaştığı “sahte” ve iki yüzlü davranan cahil kişileri, Lucky Jim‟de Welch‟in kendi kimliğinden bihaber olması aracılığı ile yansıtmaya çalışmıştır. Welch‟in, tavırları ve davranışları ile sürekli gülünç duruma düşmesini de Amis‟in, Welch gibi kişilere karşı olan nefreti nedeniyle bu kişilerle alay etmek, onları aşağılamak istemesi ile açıklamak mümkündür. Welch gibi, kültürü ve sanatı, kendini yüceltmek için kullanan ancak gerçekte sağduyudan yoksun ve kötü niyetli olan bir karakter de, Welch‟in oğlu Bertrand Welch‟tir. Bertrand kişiliği ve davranışları açısından babasına benzer; ancak Bertrand‟ın “yapmacıklığı” ve ikiyüzlülüğü Welch‟inkinden daha derindir. Amis, 126 Bertrand‟ı romana dâhil ederek, Welch üzerinden yaptığı toplum eleştirilerini daha geniş çaplı ve etkileyici şekilde Bertrand‟ın yabancılaşması üzerinden yapar. Bertrand karakteri, Amis‟in, Lucky Jim‟de “kötü kişiler” olarak ayırdığı grup içinde yer alır. Amis, Salwak‟a verdiği röportajında Bertrand‟tan şöyle bahseder: “Bertrand oldukça kötü bir kişidir, yapmacık davranır, insanların duygularını, özellikle kadınların duygularını kötüye kullanır. Fakat o, aynı zamanda gülünç bir kişidir” (Amis, 2001:5). Amis‟in Bertrand hakkındaki bu görüşleri ışığında ve Bertrand‟ın romanın genellinde sergilediği davranışları ve kişilik özellikleri göz önüne alındığında, Bertrand‟ın, temelde iki yönlü olarak insani değerlere yabancı olduğu söylenebilir. İlk olarak, Bertrand, ismi, konuşması, görünümü, davranışları, düşünceleri ve kişiliği bakımından tamamen yapmacık ve gösteriş düşkünüdür; çevresindekileri etkilemeyi amaçlar ve sahip olduğunu düşündüğü bilgi ve becerisi ile böbürlenir. Bu yönüyle Bertrand, gerçek kişiliğinin farkında olmayarak “sahteleşmiştir”. İkinci olarak ise Bertrand, özellikle kadınlarla olan ilişkilerinde, etik-ahlak anlayışından yoksun, ikiyüzlü ve çıkarcı bir kişiliğe sahiptir; çevresindekilerin duyguları ve düşünceleri kendisi için bir anlam ifade etmez; bu nedenle kendi menfaati doğrultusunda çevresindekileri “kullanmaktan” çekinmez. Bu özellikleri ile Bertrand, kendi arzularının ve “yükselme hırsının” esiri olur, davranışlarının doğruluğunu ya da yanlışlığını sorgulamaz; kendi menfaatine olan her şey onun için iyi ve yapılması gerekene, kendi çıkarına ters düşen her şey ise kaçınılması ya da yok edilmesi gerekene dönüşür. Başka bir deyişle Bertrand‟ın davranışları ve kişiliği, onun aklı ya da duyguları tarafından değil de “ilkel” olarak tanımlanabilecek arzuları tarafından şekillenmiştir; bu nedenle Bertrand‟ın hırs ve açgözlülük tarafından kontrol edilen bir karakter olduğu söylenebilir. 127 Bertrand‟ın, kendini ve ait olduğu üst sınıfı abartılı şekilde yüceltmesi; taşrada yaşayan toplumu ise ön yargılı şekilde aşağılaması Amis‟in, kendini beğenmiş, iki yüzlü üst sınıf topluma yönelik eleştirilerini yansıtır. Bu durumu onun, okul balosunda Gore-Urquhart ile yaptığı şu konuşma ile örneklemek mümkündür: Dünyanın bu kısmında insanların nasıl olduğunu bilirsiniz. Önlerine ünlü birini atarsınız ve kemiğin üzerine giden köpekler gibi onunla didişirler. Ben, özellikle sözde akademik toplum tarafından bu tür şeylere birçok kez maruz kaldım. Sadece babam profesör olduğu için, müdür yardımcısının eşi ile onun lanet torununun okulda yaşadığı zorluklar hakkında konuşmak isteyeceğimi düşünüyorlar. (Lucky Jim, 87) Bertrand‟ın bu sözleri onun iki açıdan insani değerlerden yoksun bir karakter olduğunu gösterir. İlk olarak, Bertrand, Gore-Urquhart gibi aristokrasi sınıfı mensubu olmamasına rağmen kendini böyle görür ve alt sınıf mensubu kişileri aşağılar. Bu durum Bertrand‟ın kendi kusurlarının ve yetersizliklerinin farkında olmadığını, başka bir deyişle kendini tanımadığını gösterir. İkinci olarak Bertrand, Gore-Urquhart‟ın da kendisi gibi sınıf bilincine sahip olduğunu ve alt sınıftan hoşlanmadığını düşünmektedir. Bu nedenle Bertrand, taşrada yaşayan insanları aşağılayarak Gore-Urquhart ile yakınlık kurmayı, sonrasında ise onun yanında işe girmeyi amaçlar. Yani Bertrand‟ın alt sınıf hakkındaki bu küçümseyici görüşleri aynı zamanda onun “içten pazarlıklı” biri olduğunun bir göstergesidir ki bu durum onun, gerçeklikten ve samimiyetten uzaklaşmış kişiliğini yansıtır. Bertrand‟ın, çevresindekilerin dikkatini kendisi üzerinde toplamaya çalışması ve çevresindekileri etkilemek için kendini ve yaptığı işi yüceltmesi onun dürüstlük ve alçak gönüllülük gibi etik-ahlaki değerlere yabancı olduğunu gösterir. Hem 128 görüntüsü hem de konuşmaları ile “kibar” ve “kültürlü” biri izlenimini veren Bertrand, Jim‟in okul balosundan Christine ile beraber ayrılmasına kızar ve Jim‟e oldukça kaba ve hakarete varan bir tepki gösterir: “-Senden bıktım artık, seni küçük piç. […] senin gibi berbat, önemsiz bir cahilin gelip işlerime burnunu sokması yeter. […] Böyle salakça davranarak ne yapmaya çalıştığını sanıyorsun?” (Lucky Jim, 154). Bertrand‟ın bu sözleri onun, “beyefendi” ve entelektüel görünümü altındaki bayağı ve nezaketten uzak kişiliğini göstermesi açısından önemlidir. Lucky Jim‟de yansıtılan üst sınıf toplumun temel “bozukluğu” bu toplumun, gerçek niyetini, duygularını ya da düşüncelerini saklayarak kendi menfaati doğrultusunda bir tür “gölgeye” bürünen kişilerden oluşmasıdır. Bu kişilerden biri olarak Bertrand, aslında sağduyudan yoksun ve kaba biri olmasına rağmen görünümü, konuşması ve diğer davranışlarıyla çevresindekileri, kendisinin, bir ressamın sanatsal ve entelektüel karakteristiğine sahip olduğuna inanmaları için çabalar. Bertrand, bu amacına ulaşmak için sakal bırakır ve sürekli, mavi bir bere takar; Jim, Bertrand‟ın bere takmasını şöyle sorgular: “O [Bertrand] mavi bir bere takıyordu […] Eğer böyle bir başlık korunmak içinse neye karşı korunuyordu? Eğer korunmak için değilse o neydi? O ne içindi? Ne içindi?” (Lucky Jim, 157). Bertrand‟ın çevresindekileri etkilemek (ya da kandırmak) için başvurduğu başka bir yol, konuşmalarına entelektüel bir hava katmak için “obviously” ve “see” gibi bazı kelimeleri “obviouslam” ve “sam” şeklinde telaffuz etmesidir. Anlaşılacağı üzere Bertrand, gerçekte olduğu gibi davranmak yerine, dış görünümü ve davranışları ile çevresindekilerin, kendisi hakkındaki düşüncelerini şekillendirmeyi amaçlar. Bu durum, Bertrand‟ın çevresinin beğenisine göre hareket etmesine ve iki yüzlü kişiliğinin farkında olmamasına işaret eder. 129 Bertrand‟ın, bozuk toplum yapısının temsilcisi olmasının ikinci boyutunda onun, Christine‟i aldatması ve onu “sınıf atlamak” için kullanması yatar. Amis, Bertrand‟ın bu yönü ile, aslında etik-hlak anlayıştan yoksun olan üst sınıf kişilerin “yapmacık” entelektüellik ve nezaket sayesinde olduklarından farklı görünmelerini eleştirir. Bertrand, Christine aracılığıyla Gore-Urquhart ile tanışıp onun yanında işe girmeyi ve böylece aristokrasiye dâhil olmayı amaçlar. Bertrand‟ın Carol ile gizli bir ilişkisinin olması onun Christine‟e karşı duygusal anlamda bir şey hissetmediğine, Christine‟i sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullandığına işaret eder. Bu nedenle, Bertrand‟ın entelektüel ve beyefendi görünümünün altında etik-ahlak kurallarını yok sayan, çıkarcı ve “sahte” bir kişiliğe sahip olduğu söylenebilir. Bertrand‟ın bu kişiliği, onun, Jim ile yalnız kaldığında söylediği şu sözlerde açıktır: “Bir şeyi gördüğümde onu isterim, onun için çabalarım. Senin gibi insanların yolumda durmasına izin vermem. […] Christine‟e sahibim çünkü o benim hakkım. […] Eğer bir şeyin peşindeysem onu almak için ne yaptığım umurumda değildir. Bu, uyduğum tek kuraldır; bu dünyada işler sadece bu şekilde yürür” (Lucky Jim, 175). Anlaşılacağı üzere Bertrand, Jim‟in ve Christine‟in aksine, sağduyudan ve iyi niyetten yoksun bir karakterdir; ancak kendi “bozuk” ve “sahte” kişiliğinin farkında değildir. Kültürel ve entelektüel birikimi ile alt sınıftan gelen kişilerden üstün olduğunu düşünen Bertrand için dürüstlük, yardımseverlik ve nezaket gibi kavramların bir anlamı yoktur; onun için asıl önemli olan toplum içinde yükselmek ve maddi olarak zenginleşmektir; bu doğrultuda ise Bertrand çevresindekileri duygusal ve maddi anlamda “sömürmekten” çekinmez. Bertrand‟ın Christine ile birlikteyken Carol ile gizli bir ilişkisinin olması onun hem toplumsal ahlak ilkelerini yok saydığını hem de aşk, sevgi ve sadakat gibi insani duygulardan uzaklaşarak 130 tamamen maddi çıkarları ya da ilkel güdüleri tarafından kontrol edildiğini gösterir. Bu özelliklerine rağmen Bertrand, dış görünümü, konuşmaları ve davranışları ile kibar ve düşünceli bir “beyefendi” olduğunu düşünmektedir; bu durum onun kendi kişiliğinin farkında olmadığını gösterir. Bertrand‟ın kendi kişiliğini yanlış tanıması, Jim‟in ona verdiği şu tepkide de açıktır: […] Sadece uzun olduğun ve kanvasın üzerine boya koyabildiğin için bir tür yarı tanrı olduğunu düşünüyorsun. […] Fakat öyle değilsin; sen bir yalancısın, züppesin, kabasın ve aptalsın. Duyarlı olduğunu düşünüyorsun ama değilsin: senin duyarlılığın sadece insanların senin için yaptığı şeylerde ortaya çıkıyor. Hassas ve gösterişçisin, evet, ama duyarlı değilsin. […] Büyük bir aşık olduğunu düşünüyorsun ama bu da yanlış […] o kadar haysiyetsizsin ki başka birisinin karısıyla ilişkinin olduğunu düşünmeden bana Christine‟in çok önemli olduğunu söyleyebiliyorsun. […] (Lucky Jim, 175) Jim‟in, Bertrand‟a karşı bu sözleri, Amis‟in, özellikle üst sınıf toplum mensuplarında gözlemlediği gösterişçi ve “sahte” davranışlara yönelik eleştirel görüşlerini yansıtması açısından önemlidir. Amis ve onunla aynı dönemde yaşamış diğer “muhalif” yazarlar, Allsop‟un da belirttiği gibi “üst sınıfın küstah rahatlığının ciddi şekilde bilincindedir” (Allsop, 1958:19) ve çevrelerinde gözlemledikleri ikiyüzlü ve çıkarcı tavırlar bu yazarları rahatsız etmektedir. Bu nedenle Amis, Jim‟in alıntıda verilen konuşmasıyla, Bertrand ve onun gibi “sahte” davranan diğer tüm kişilere açık şekilde, onların gerçek kişiliğini yanlış ve bozuk yönleriyle gösterir. Jim‟in alıntıda verilen konuşmasından sonra Bertrand‟ın ona fiziksel olarak saldırması, Bertrand‟ın kendi kişiliği hakkındaki gerçeklerle yüzleşmeye tahammül edememesini yansıtır. Bertrand ile Jim arasındaki bu kavga, ayrıca, iki karakter 131 arasındaki sınıf çatışmasının somut bir yapıya bürünmesi açısından önemlidir. Amis‟in deyişiyle “basmakalıp, zevksiz ve faşist” olan burjuva sınıfından gelen ya da kendini bu sınıfa ait hisseden Bertrand ile alçakgönüllü, yardımsever ve etik-ahlak kuralları çerçevesinde davranan işçi sınıfı mensubu Jim arasında gerçekleşen bu kavga Jim‟in üstünlüğü ile sonuçlanır; romanın sonunda ise Jim, Bertrand‟ın hem kız arkadaşını hem de istediği işi elinden alır. Bu durum, bir bakıma, Amis‟in hem “sahte” ve kendini beğenmiş olanı cezalandırması hem de dürüst ve alçakgönüllü olanı ödüllendirmesi olarak değerlendirilebilir. Lucky Jim‟de, Welch ve Bertrand gibi, toplum içinde göründüğünden farklı bir kişiliğe sahip olan ve çevresindekileri kendi bencil amaçları doğrultusunda kullanan bir karakter de Jim‟in iş arkadaşı Margaret Peel‟dir. Margaret hem çevresindekileri etkilemeyi amaçlayan dış görünümü ve davranışları hem de “içten pazarlıklı” olarak nitelendirilebilecek kişiliği ile etik-ahlaki değerlere yabancıdır. Margaret‟in Jim ile olan ilişkisinde gerçekte hissettiğini ya da düşündüğünü saklaması ve aslında kendi çıkarlarını ön planda tutması; bu davranışlarının yanlışlığının farkında olmaması onun, kendi gerçek kişiliğinin farkında olmadığını gösterir. Şöyle ki, Margaret, kendi duygusal boşluğunu doldurmak ve egosunu tatmin etmek için Jim‟in iyi niyetinden faydalanır ve onu kendine “bağlamaya” çalışır. Ancak Margaret çıkarcı ve ikiyüzlü davranışlarının farkında değildir ya da kendi eksik yönlerini kabul etmez; bu nedenle Margaret kendi sahte kişiliğinden habersizdir. Romanın son bölümlerinde anlaşıldığı üzere Margaret, çevresindekilerin ilgisini çekmek ve hem Jim‟i hem de eski sevgilisi Catchpole‟u duygusal anlamda kendine yakınlaştırmak için intihar girişiminde bulunduğunu söylemiş ve bu şekilde çevresindeki herkesi kandırmıştır. Anlaşılacağı üzere Margaret, kendi benliğini 132 tatmin etmek uğruna çevresindekilerin duygularını sömürmekte ve onlara yalan söylemekte bir sakınca görmez; onun için asıl önemli olan birilerinin kendisini beğenmesi ve onun peşinden koşmasıdır. Bu durum Margaret‟in umursamaz ve sağduyudan yoksun bir karakter olduğunu gösterir. Jim ile barda buluşmalarında Margaret‟in hesabı sürekli, maddi açıdan yetersiz olan Jim‟e ödetmesi üzerine Jim‟in aklından geçen şu düşünceler de Margaret‟in düşüncesiz bir kişi olduğunu gösterir: “Dixon daha ne kadar mavi etiketli içki parası ödeyeceğini merak ediyordu ve Margaret, işe gelmediği halde maaşında kesinti olmamasına rağmen ona içki ısmarlamakta neden bu kadar isteksizdi” (Lucky Jim, 14). Bu örnek de göstermektedir ki Margaret için çevresindekilerin sorunları ya da sıkıntıları önemsizdir; Jim‟in, Margaret‟in psikolojisini düzeltmek için ona sürekli destek olduğu düşünüldüğünde Margaret‟in Jim‟e olan yaklaşımının oldukça bencil ve çıkarcı olduğu söylenebilir. Ancak Margaret, kişiliğindeki ve davranışlarındaki yanlış yönleri göremez ve her durumda kendini savunur; bu nedenle Margaret kendi kimliğinden bihaberdir. Dolayısıyla Amis‟in, Margaret karakteri ile kendi kişiliğini, doğruları ve yanlışları ile sorgulamayan kişileri yansıttığı söylenebilir. Margaret‟in dürüstlükten ve iyi niyetten uzak tavırları onun tıpkı Welch ve Bertrand gibi “sahte” ve ikiyüzlü bir karakter olduğunu gösterir; Margaret kendini olduğundan daha güzel, kibar ve dürüst görür; bu durum Margaret‟in kendi sahte ve çıkarcı kimliğinin farkında olmadığını yansıtır. Margaret‟in Jim ile girdiği bir tartışmada onu “seni aşağılık, önemsiz baş belası köylü” (Lucky Jim, 132) şeklinde aşağılaması onun “masum” ve sevimli görünümü altındaki kibirli ve kaba kişiliğini yansıtır. Margaret, bu “sahte” kişiliğinin yanında dış görünümü ile de olduğundan farklı görünme ve çevresindekileri, özellikle Jim‟i etkileme çabasındadır. Parlak ve 133 ağır makyajı, küçük zil sesi gibi olan gülüşü, yeşil şal desenli elbisesi ve yarı kadife ayakkabıları ile Margaret çekici olma amacı gütmektedir. Anlaşılacağı üzere Margaret, hem davranışları ve kişiliği hem de dış görünümü ile samimiyetten, dürüstlükten ve iyi niyetten uzakta “yapmacık” bir kişidir. Welch ve Bernard gibi Margaret de kendi davranışlarını sorgulamaz; bu nedenle yanlışlarının ya da gerçekte nasıl biri olduğunun farkına varamaz; dolayısıyla çekici olduğunu, Jim‟in kendisine âşık olduğunu ve kendisinin Jim‟den ve Christine‟den üstün olduğunu düşünür. Bu nedenle Margaret‟in kendi gerçek kişiliğinin farkında olmadığı ve Amis‟in temel eleştiri konusu olan, “sahte” bir görünüme ve davranışlara sahip olduğu söylenebilir. Amis, Margaret‟in çıkarcı ve sahtekâr kişiliği üzerinden kadın-erkek ilişkilerindeki samimiyetsizliğe ve ikiyüzlülüğe ışık tutar. Jim ile Margaret arasındaki temel çatışma Jim‟in ilişkilerinde “dürüstlüğü ve açık sözlülüğü” (Lucky Jim, 6) ilke edinmesi, Margaret‟in ise tam tersine sürekli imalarda bulunması ve gerçek niyetini saklamasıdır. Amis, “sahte” ve ikiyüzlü davranışlara yönelik eleştirisini ortaya koyarken, etrafındaki insanlara yalan söyleyen, onları görünümüyle ve davranışlarıyla etkilemeye ya da “aldatmaya” çalışan, kendi çıkarlarını her şeyden üstün tutan ve bu özelliklerinin doğruluğundan şüphe etmeyen Margaret karakterini kullanır. Bu nedenle Amis‟in, toplumsal bozukluk olarak değerlendirdiği davranışları ve kişilik özelliklerini, kişiliğini sorgulamayan Margaret üzerinden gösterdiği söylenebilir. Sonuç olarak, Amis‟in Lucky Jim‟de, çevresine yabancılaşan ve etik-ahlaki değerlerden yoksun olan karakterlerle ile ortaya koymayı amaçladığı temel dört toplumsal çarpıklığın olduğu söylenebilir. İlk olarak Amis, insanların sadece kendi çıkarlarını düşünmelerini, karşılaştıkları her olayda ya da çevrelerindeki herkese 134 karşı kendi menfaatlerini ön planda tutmalarını yani bencil olmalarını eleştirir. Welch, Jim‟in geleceği ile ilgili verilecek kararda yetki sahibi olduğunu bilir ve onu, çıkarları için kullanarak kendi sorumluluklarını ona yükler; Bertrand, Christine‟i Gore-Urquhart‟ın yanında işe girmek ve bu şekilde sınıf atlamak için kullanır; Margaret, Jim‟i kendi egosunu tatmin etmek için kullanır. Amis‟in dikkat çektiği ikinci toplumsal bozukluk kişilerin, kültürü ve entelektüelliği kötüye kullanarak kendilerini diğer insanlardan ve özellikle alt sınıftan gelenlerden üstün tutmaları, onları aşağılamalarıdır. Romanda Welch sanatsal hafta sonu etkinlikleri düzenleyip müziğe ilgili görünerek, Bertrand ise kendini ressam olduğu için yücelterek Jim‟i, taşradan geldiği için önemsiz biri olarak görürler. Yazarın ele aldığı üçüncü toplumsal bozukluk kişilerin etik-ahlak kurallarını yok saymaları ve doğru-yanlış ayrımı yapmadan davranmalarıdır; Welch meslek ahlakına sahip değildir, Jim‟i mümkün olduğunca çok “kullanmak” için ona işinde devam edip etmeyeceği ile ilgili bilgi vermez; Bertrand, kız arkadaşı Christine‟i, evli bir kadın olan Carol ile aldatır; Margaret, intihar etmeye kalkıştığı izlenimi vererek çevresindeki herkese yalan söyler. Amis‟in ortaya koyduğu dördüncü çarpıklık ise kişilerin gerçeklikten ve samimiyetten uzak olmaları, asıl amaçlarının ve kişiliklerinin üzerini “sahte” bir nezaket ve duyarlılık ile örtmeleridir. Amis bu çarpıklıkları, birbirine tamamen zıt, iki uç noktada bulunan karakterlerin yabancılaşması üzerinden yansıtır. Jim ve Christine, Amis‟in desteklediği dürüstlük, alçak gönüllülük ve yardımseverlik gibi erdemlerin temsilcisi karakterler olarak içinde bulundukları bozuk toplum yapısına yabancılaşmışlardır. Welch, Bertrand ve Margaret ise kendi davranışlarını ve kişiliklerini sorgulama ihtiyacı duymadıkları ve kendi yanlışlarının farkına varacak bilince sahip olamayarak insani özelliklere yabancı kalmışlardır. 135 SONUÇ Yabancılaşma olgusunun, Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall ve Kinglsey Amis‟in Lucky Jim adlı romanlarındaki toplum eleştirileri ile bağlanıtılı olarak incelendiği bu çalışmada Waugh‟nun ve Amis‟in göstermek istedikleri toplumsal sorunlara benzer ve farklı açılardan yaklaştıkları görülmüştür. Waugh, Decline and Fall‟da, Amis ise Lucky Jim‟de, yaşadıkları dönemde tanıklık ettikleri toplumsal çarpıklıkları, çevresine yabancılaşan ve insani değerlere yabancı olan karakterler üzerinden yansıtmıştır. Waugh, her iki gruptaki karakterlere eleştirel açıdan yaklaşırken, Amis, Lucky Jim‟de “iyi kişiler” olarak nitelendirdiği karakterlere pozitif açıdan; aslında sahte ve çıkarcı olan kişiliğine yabancı olan karakterlere ise daha eleştirel bir yönden yaklaşmıştır. Her iki roman da İngiliz toplumunun yapısını büyük ölçüde değiştiren iki dünya savaşından belirli süreler sonra yazılmıştır: Decline and Fall Birinci Dünya Savaşı‟nın sona ermesinden on sene sonra 1928‟de, Lucky Jim ise İkinci Dünya Savaşı‟nın bitiminden dokuz sene sonra 1954‟te yazılmıştır. Bu durum, her iki romanda da, savaştan belirli bir süre sonra görülen radikal değişikliklerin benimsendiği toplumların ele alınmasına neden olmuştur. Her iki romanda da iki savaş sonrası kimliği değişen İngiliz toplumu yansıtılır ve yeni toplum yapısına ayak uyduramayan kişiler ana karakter olarak yer alır. 1920‟ler İngiltere‟si gece kulüpleri, kokteyl, caz müzik, sinema gibi yenilikleri tecrübe ederken toplumda kadınların özgürleşmesi, dine verilen önemin azalması toplumun kimliğini değiştiren durumlardır. 1950‟lerde ise “Refah Devleti” oluşumu kapsamında alt ve işçi sınıfları 136 ekonomik ve sosyal anlamda kalkınmıştır; bu durum, işçi sınıfının daha önceden eleştirdiği tüketici ve maddeci toplum yapısına bürünmesine neden olmuştur. Yaşadıkları dönemlerde meydana gelen birtakım sosyal ve kültürel değişikliklerle barışık olmayan Waugh ve Amis, bu yönlerini ilk romanlarına yansıtırken yabancılaşmış karakterler kullanmışlardır. Bu çalışma ile hem Waugh‟nun hem de Amis‟in temelde karşı durdukları noktanın, toplumun sosyal ve kültürel birçok yönüyle hakiki olana değil de sahte olana önem vermesi olduğu görülmüştür. Waugh, özellikle sanatın ve estetik anlayışın değerini kaybetmesini ve bayağılaşmasını eleştirirken Amis, kültürel formların ve entelektüelliğin gösteriş amaçlı kullanılmasını tenkit etmiştir. Her iki yazar da yarattıkları karakterlerle sahte değerlere sahip ikiyüzlü toplum yapısını eleştirmeyi amaçlamıştır. Waugh, bu yapının içine, tamamen güçsüz ve naif Paul‟u yerleştirirken Amis, Paul‟a göre daha tepkili ve kararlı olan Jim‟i kullanarak toplumsal bir panorama oluşturmuştur. Her iki yazarda da geçmişte sahip olunan değerlere yönelik bir özlem duygusu gözlenmiştir. Waugh, Viktorya döneminin ve Onsekizinci yüzyılın dürüst, çalışkan ve yardımsever kişilerden oluşan etik/ahlak kurallarının benimsendiği toplum yapısının yok edilmesine “kızarken” Amis, daha önceden bu özelliklere sahip olan işçi sınıfının bu değerleri yitirmesine ve İngiliz üst sınıfının, işçi sınıfını küçük gören, kendini beğenmiş ve sahte yapısına tepki göstermiştir. Decline and Fall‟un ve Lucky Jim‟in, yazarlarının düşünce yapısını ve hayata bakış açısını yansıttığı, yazarların günlüklerinden, mektuplarından ve makalelerinden edinilen bilgiler ışığında anlaşılmıştır. Bu doğrultuda, Evelyn Waugh‟nun ve Kingsley Amis‟in, etik-ahlak kurallarını benimsemiş, insani duyguların ve 137 düşüncelerin savunucusu yazarlar oldukları görülmüştür. Waugh‟nun Amis‟ten farklı olarak, aptallık derecesine varan saflığı ve hayalperestliği eleştirdiği görülmüştür. Ayrıca Waugh‟nun ölüm, yaralanma, hapsedilme gibi dramatik durumlara, görünürde komik bir açıdan yaklaşması onun, Amis‟e göre, hem daha karamsar olduğunu hem de kara mizahı daha derin bir tonda kullandığını göstermiştir. Amis‟in ise, Waugh‟dan farklı olarak, özellikle İngiliz toplum sistemindeki sınıf farklılığına ve üst sınıf toplumun yapmacık yapısına karşı durduğu anlaşılmıştır. İki romandaki ana karakterler Paul ve Jim, kişilik olarak dürüst ve iyi niyetli kişi görünümü çizmiş, ancak Jim, Paul‟dan farklı olarak daha akıllı ve güçlü kalmıştır. Waugh, Paul‟un aşırı saf, duygusal ve güçsüz kişiliği aracılığı ile bu davranışları ve özellikleri eleştirmiştir. Hem Paul hem Jim, benimsemiş oldukları değerler dolayısıyla içinde bulundukları topluma ait olamamıştır; Paul kendi halinde bir ilahiyat öğrencisiyken kendini bir anda modern dünyanın hızlı ve kural tanımaz yapısı içinde bulmuştur. Jim‟in geçmişi hakkında çok bilgi verilmese de işçi sınıfından geldiği ve çevresindekilerle sosyal ve kültürel açıdan tamamen farklı değerlere sahip olduğu anlaşılmıştır. Paul, Dr. Fagan tarafından “sömürülürken” Jim, Welch‟in “diktatörlüğü” altındadır, bu durum her iki karakterin de baskı altında olmasına, maddi sıkıntılar yaşamasına ve içinde bulundukları çevreden zihinsel olarak uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu nedenle her iki karakter de çevreleri içinde güçsüz ve yalnız kalmışlardır. Paul‟un güçsüzlüğü onun “sahte ölümüne” neden olurken Jim‟in güçsüzlüğü onun işinden atılmasına neden olmuştur. Ancak her iki karakterin de bir noktada şanslarının yardımıyla yabancılaştıkları çevreden çıktıkları görülmüştür. Paul, Margot‟un “sahte ölüm belgesi” ile aşina olduğu “korunağı” Oxford‟a dönmüş; Jim ise, Gore-Urquhart‟ın sekreteri olarak Londra‟ya gimiştir. 138 Fakat yine bu durum göstermiştir ki, her iki karakter de trajik sonuçlar yaşamaktan son anda kurtulmuştur. Şöyle ki, Paul, Margot‟un yardımı olmasaydı hapishanede yitip giden biri olacaktır; Jim ise Gore-Urquhart olmasaydı fakir ve işsiz biri olarak kalacaktır. Bu durum, iki karakterin yabancılaşmış oldukları toplum içindeki korunaksızlığını ve güçsüzlüğünü yansıtması açısından önem arzetmiştir. Hem Paul hem de Jim, çevrelerine yabancılaştıkları için sürekli toplumdan uzaklaşmak istemişler, çevrelerinden ayrılınca üzerlerindeki baskıdan kurtulup huzurlu olmuşlardır. Bu durum, her iki karakterin de toplum içinde “hapsedilmiş” olduklarını ortaya koymuştur. Decline and Fall‟da ve Lucky Jim‟de insani değerlerden ve etik-ahlak ilkelerden yoksun karakterler, Waugh‟nun ve Amis‟in eleştirilerini yönelttikleri toplumsal bozuklukları yansıtan kişiliklere ve davranışlara sahip olmuştur. Waugh, Llanabba okulundaki aksaklıklar ve bu okulun yöneticisi olan Dr. Fagan karakterinin bencil kişiliği ve yaptığı sahtekârlar üzerinden alt düzey eğitim sisteminin bozukluklarını yansıtmıştır. Amis ise, romanda adı verilmeyen üniversitenin çarpık yapısı ve Welch karakterinin umursamaz ve çıkarcı davranışları ile özellikle Redbrick Üniversiteleri‟ndeki yetersizlikleri ve aksaklıkları ortaya koymuştur. Hem Dr. Fagan hem de Welch kendi yanlışlarını sorgulamayan ve iç yüzlerini göremeyen karakterler olarak kendi kimliklerine yabancılaşmışlardır. Bu nedenle hem Waugh hem Amis eğitim sistemindeki bozuklukları eleştirirken tüm insani değerleri yok sayan karakterler kullanmışlardır. Waugh, Margot Beste-Chetwynde karakteri ile Amis ise Margaret Peel karakteri ile kadın-erkek ilişkilerindeki bencil ve çıkarcı davranışları eleştirmiştir. Her iki karakter de ilişkilerinde gerçek amaçlarını saklı tutarak ana karakterler Paul 139 ve Jim‟in iyi niyetinden faydalanmışlardır. Bu durum Waugh‟nun ve Amis‟in evlilik, aşk ve sevgi gibi olgulara benzer açıdan baktıklarını, bu konularda dürüstlüğü ve gerçekliği esas aldıklarını, bunun tersi davranışları ise eserlerinde eleştirmeyi amaçladıklarını göstermiştir. Bu çalışma ile hem 1920‟ler hem de 1950‟ler İngiliz toplumunda, değişime ayak uyduramayan ve içinde bulunduğu toplumun bir parçası olamayarak bu topluma yabancılaşan kişilerin var olduğu anlaşılmıştır. Bir bakıma bu kişilerden ikisi olan Waugh ve Amis, yarattıkları karakterlerle, iyilikten ve doğruluktan çıkmış kişilerin oluşturduğu topluma yansıtmışlardır. yabancı kalan bireyin toplumdan soyutlanmasını İki romandaki ana karakterin birçok yönden benzer zorluklarla karşılaşmsı ve yalnızlaşması, iki savaş sonrası İngiliz toplumunda değişimin her zaman olumlu yönde olmadığını göstermiştir. Sonuç olarak bu çalışma, Evelyn Waugh‟nun ve Kingsley Amis‟in yaşadıkları dönemlerde tanıklık ettikleri toplumsal bozukluklara yönelik eleştirilerini, yabancılaşma sürecindeki karakterlerle ortaya koydukları görüşünü ortaya koymuş ve savunmuştur. Bu çalışmanın literatürde Evelyn Waugh‟ya ve Kingsley Amis‟e yönelik farklı bir bakış açısı kazandırması, bu yazarların yabancılaşma olgusuna yaklaşımlarını ortaya koyması ve 1920‟ler-1950‟ler İngiliz toplumu hakkında açıklayıcı bilgi vermesi amaçlanmıştır. 140 KAYNAKÇA Allsop, Kenneth, The Angry Decade, British Book Centre, 1958. Amis, Kingsley, Memoirs, Hutchinson, 1991. ___________, Lucky Jim, Book Designer (e-book), 2009. ___________,The Amis Collection, Penguin, 1991. ___________, Collected Poems 1944-79, Hutchinson Of London, 1979. ___________, “The Art Of Fiction No.59”, (Ed. Barber, Michael), The Paris Review, 1975. ___________, An Interview With Kingsley Amis, (Ed. Salwak, Dale), University of Wisconsin Press, 2001. Baines, Dudley “The Onset Of Depression”, (Paul Johnson) Twentieth-Century Britain: Economic, Social and Cultural Change, Longman, 1998. Barrett, William, “The Decline of Religion”, (Eric, Mary Josephson) Man Alone: Alienation in Modern Society, Dell Publishing, 1962. Berberich, Christine, The Image of The English Gentleman in Twentieth Century Literature, Ashgate, Cornwall, 2007. Beaty, Fredrick L., The Ironic World of Evelyn Waugh A Study of Eight Novels , Northern Illinois University Press, 1992. Black, Jeremy, Modern British History Since 1900, Macmillan, 2000. 141 Blackburn, Robert M., Marsh, Catherine, “Education and Social Class: Revisiting the 1944 Education Act with Fixed Marginals”, The British Journal of Sociology, Cilt. 42, No. 4, 1991. Bourke, Joanna, Working Class Culture In Britain 1890-1960, Routledge (Taylor & Francis e-Library) 2009. Bradbury, Malcolm, No, Not Bloomsbury, Andre Deutsch, 1987. Caedel, Martin, “Attitudes to War: Pacisifism and Collective Security”, (Paul Johnson) Twentieth-Century Britain: Economic, Social and Cultural Change, Longman, 1998. Charlesworth, Simon J., A Phenomenology of Working Class People, Cambridge University Press, 2003. David Gervais, “Literary Englands Versions of „Englishness‟ in Modern Writing”, Englands Within England: Waugh and Orwell, Cambridge University Pres 1993. Durkheim, Emile, Suicide, (Çev: A. Spaulding, George Simpson) Routledge, 2005. Gardner, Philip, Kingsley Amis, Twayne Publishers, 1981. Garnett, Robert R. , From Grimes To Brideshed The Early Novels Of Evelyn Waugh, Associated University Presses, 1990. Gindin, James, Postwar British Fiction New Accents And Attitudes, Greenwood Press, Publishers, 1976. Gladstone, David, British Social Welfare Past, Present and Future, Routledge (Taylor & Francis e-Library), 2005. 142 Gorra, Michael, “Through Comedy toward Catholicism: A Reading of Evelyn Waugh's Early Novels”, Contemporary Literature, Vol. 9,No.2, s.2012-220 University of Wisconsin Press, 1988. Greenblatt, Stephan Jay, Three Modern Satirists: Waugh Orwell and Huxley, Yale University Press, 1976. Hague, Angela, Picaresque Structure and the Angry Young Novel, Twentieth Century Literature içinde Cilt. 32, No. 2, 1986. Head, Dominic, The Cambridge Introduction To Modern British Fiction, 1950-2000, Cambridge University Preess, 2002. Heath, Jeffrey, The Picturesque Prison Evelyn Waugh and His Writing, McGillQueen‟s University Press, 1982. Hobart, Charles W., “Types of Alienation: Etimology and Interrelationships”, Canadian Review of Sociology & Anthropology Yayın 2, ss. 92. Mayıs 1965. Hoggart, Richard, The Uses Of Literacy, London, Chatto and Windus, 1958. Jacobs, Eric, Kingsley Amis A Biography, Sceptre, 1996. Keulks, Gavin, Father and Son Kingsley Amis, Martis Amis and The British Novel Since 1950, The University Of Wisconsin Press, 2003. Lawrence, Jon, “The First World War and Its Aftermath”, (Paul Johnson) TwentiethCentury Britain: Economic, Social and Cultural Change, Longman, 1998. Leopold, David, The Young Karl Marx: German Philosophy, Modern Politics, and Human Flourishing, Cambridge, 2007. 143 Lodge, David, “Evelyn Waugh”, (Ed. George Stade) Six Modern British Novelists, Columbia University Press, 1974. Marx, Karl, The Economic and Philosophic Manuscripts of 1844, Prometheus Books, 1988. McCartney, George, Confused Roaring: Evelyn Waugh and The Modernist Tradition, Indiana University Press, 1987. McDermott, John, Kingsley Amis: An English Moralist, Macmillan Press, 1989. McDonnell, Jacqueline, Waugh On Women, Duckworth, Londra, 1989. Meckier, Jerome, “Cycle, Symbol, and Parody in Evelyn Waugh's Decline and Fall” Contemporary Literature, Cilt. 20, No. 1, s. 51-75, 1979. Mestrovic, Stjepan, “Durkheim‟s Concept of Anomie Considered as a „Total‟ Social Fact”, The British Journal of Sociology, Cilt. 38, No. 4, 1987. Merton, Robert K., Social Theory and Social Structure, The Free Press, New York, 1968. Moseley, Merritt, Understanding Kingsley Amis, University Of South Carolina Press, 1993. Nichols, James W., “Romantic and Realistic: The Tone of Evelyn Waugh‟s Early Novels”, National Council of Teachers of English-College English, Vol. 24, No. 1, s. 46-51-56, 1962. Ousby, Ian, The Cambridge Guide To Literature In English, Cambridge University Press, 1993. 144 Oxford Advanced Learner‟s Dictionary: 6th ed. 2000. Phelps, Gilbert, “The „Awfulness‟ of Kingsley Amis” (Ed. Salwak, Dale), Kingsley Amis in Life and Letters, Macmillan, 1990. Robb, George, White Collar Crime In Modern England, Cambridge University Press, 1992. Robinson, Daniel, “Evelyn Waugh “In The Best Of All Possible Worlds”: Decline and Fall, A Comedy Of Theodicy”, English Language Notes s.77, 1996. Rubinovitz, Rubin, The Reaction Against Experiment in the English Novel, 19501960, Columbia University Press, 1967. Salwak, Dale, Kingsley Amis Modern Novelist, Rowman & Littlefield Publishers, 1992. Seaman, L.C.B, Life In Britain Between The Wars, B.T. Batsford Ltd. Londra, 1970. Seeman, Melvin , “On The Meaning of Alienation”, American Sociological Review Vol.24 No.6, s.784, 1959. Stannard, Martin, Evelyn Waugh The Early Years 1903-1939, W.W.Norton and Company, 1987. Stuart, Mews, “Religion, 1900-1939”, (Chris Wrigley) A Companion To Early Twentieth Century Britain, Blackwell, s.474, 2003. Waugh, Evelyn, Decline and Fall, Little, Brown and Company, Boston, 1999. ___________ , A Little Learning, Penguin Books, 1983. 145 ___________, (Ed. Armory, Mark), The Letters of Evelyn Waugh, Penguin Books, 1980. ___________, (Ed. Davie, Michael), The Diaries of Evelyn Waugh, Penguin Books, 1976. ___________, “The War and The Younger Generation” (1929), “What I Think of My Elders” (1930), “Tell The Truth About Marriage” (1930), “Careers For Our Sons: Crime” (1930), “A Call To The Orders” (1938), (Ed. Gallagher, Donat), The Essays, Articles and Reviews of Evelyn Waugh, Little Brown & Co. 1984. Wiliams, Raymond, Culture and Society: 1780-1950, Anchor Books Doubleday and Company, 1960. 146 TEZ ÖZETİ “Evelyn Waugh‟nun Decline and Fall ve Kingsley Amis‟in Lucky Jim Adlı Romanlarında Yabancılaşma Üzerinden Toplum Eleştiri” adlı bu çalışmanın amacı adı geçen romanlardaki toplum eleştirilerini karakterlerin yabancılaşması üzerinden incelemektir. Çalışmanın her iki bölümünde de yabancılaşma süreci içindeki karakterler, sahip oldukları kişilik ve davranış özelliklerine göre çevrelerine yabancılaşan ve insani niteliklere yabancı karakterler olarak ikiye ayrılmıştır. Birinci bölümde, Evelyn Waugh‟nun, ilk romanı Decline and Fall‟da toplumsal bozuklukluklara yönelik getirdiği eleştirilerini aktarırken yabancılaşma sürecindeki karakterleri nasıl ve ne amaçla kullandığı ele alınmıştır. Bu doğrultuda karakterler çevresine yabancılaşan ve insani niteliklere yabancı olarak ayrılmıştır. Çevresine yabancılaşan karakterlerin geçmişte sahip oldukları insani ve uygar değerlerden kopamadıkarı için bu değerlerin yok edildiği topluma yabancılaştıkları açıklanmıştır. İnsani niteliklere yabancı karakterlerin, değişen toplum yapısının bir parçası olarak insani kimliklerini yitirip canavarlaştıkları gösterilmiştir. İkinci bölümde Kingsley Amis‟in Lucky Jim adlı romanında, birinci bölüm ile paralel şekilde, karakterler çevrelerine yabancılaşan ve insani özelliklerden yoksun karakterler olarak ayrılmıştır. Yazarın, insani değerlere sahip olan ana karakteri uyuşamadığı bir toplum yapısının içine bırakarak onu çevresine yabancılaşması üzerinden toplumsal bozukluklara ışık tuttuğu gösterilmiştir. Yazarın, etik-ahlaki değerlerin, toplumun geneli tarafından unutulmasını ve kaybolmasını, insani niteliklere yabancı karakterler üzerinden yansıtmayı amaçaladığı açıklanmıştır. 147 SUMMARY The aim of this dissertation, entitled “Social Criticism Through Alienation in Evelyn Waugh‟s Decline and Fall and Kingsley Amis‟s Lucky Jim” is to investigate the social criticism through the concept of alienation in the two aforementioned novels. In both parts of the dissertation, according to their personal and behavioral characteristics, the characters that are in the process of alienation are divided into two groups as the characters alienated from society and the characters alienated from humane values. In the first part, it is explicated how and why Evelyn Waugh, in his first novel Decline and Fall, makes use of the characters in the process of alienation while mirroring the social follies and shortcomings of his time. In this respect, the characters are divided to two groups as already mentioned above. It is explained that as the characters can‟t give up their moral and ethical values, they are alienated from society, remaining as strangers in the society where all the values are destroyed. It is seen that the characters alienated to humane values lose their humane identities, becoming a part of the corrupted and dehumanized society. In the second part, the characters in Kingsley Amis‟ Lucky Jim, parallelling the first part, are divided to the characters alienated from society and the characters alienated to humane values. It is indicated that, by a protagonist with humane values in a society which he is unfit to, Amis mirrors to the social corruption through the alienation of the protagonist. It is investigated that the author aims to criticize the society‟s forsaking moral and ethical values through the characters alienated to humane values. 148
Similar documents
AHMED ADNAN SAYGUN SANAT MERKEZ‹`N‹N M‹MARLARININ
Bir binan›n performans› nas›l ölçülür? Mesleki söylemimize hakim estetik, teknolojik ve ekonomik aç›klamalar›n ötesinde, bir binan›n kendisini nas›l sundu¤unu sorgulayabilir miyiz; hele ki bu bina ...
More information