İndir - Marmara Üniversitesi
Transcription
İndir - Marmara Üniversitesi
Marmara İletişim Dergisi Ocak 2009 - Sayı: 14 Marmara İletişim Dergisi • Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul © Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ISSN: 1300-4050 Sahibi Proprietor Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi adına Prof.Dr.Ahmet L. Orkan Sayfa Düzeni ve Tasarım Page Setting and Design Arş.Gör.Behlül Çalışkan E-Posta E-Mail [email protected] Editör Yardımcısı Arş.Gör.Barış Tavukçuoğlu Assistant Editor Web Adresi Web Adress iletisim.marmara.edu.tr Kapak Tasarımı Sertaç Öğüt Cover Design Baskı Printed at Doğa Sektörel Yayın Grubu 0 216 327 80 10 Yayın Danışma Prof.Dr.Ahmet L. Orkan Kurulu Prof.Dr.Filiz Balta Peltekoğlu Yazışma Adresi Marmara Üniversitesi Editorial Board Prof.Dr.Uğur Dai Correspondence İletişim Fakültesi Nişantaşı Kampüsü Prof.Dr.Melda Cinman Şimşek Prof.Dr.Şükran Esen 34365 İSTANBUL Editör Editor Yrd.Doç.Dr.N.Emel Dilmen Hakem Kurulu Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Prof.Dr. Ahmet Bülent Göksel, Ege Üniv. Alaeddin Asna, Marmara Üniv. Asker Kartarı, Hacettepe Üniv. Asuman Yalçın, Marmara Üniv. Demet Gürüz, Ege Üniv. Dilruba Çatalbaş, Galatasaray Üniv. Esra Biryıldız, Marmara Üniv. Güngör Uras, Marmara Üniv. Haluk Gürgen, Bahçeşehir Üniv. Hülya Yengin, Kocaeli Üniv. Işık Özkan, Yeditepe Üniv. Korkmaz Alemdar, Gazi Üniv. Levent Kılıç, Anadolu Üniv. Merih Zıllıoğlu, Galatasaray Üniv. Metin Kazancı, Ankara Üniv. Murat Özgen, İstanbul Üniv. Nükhet Güz, Kültür Üniv. Nurçay Türkoğlu, Marmara Üniv. Nurdoğan Rigel, İstanbul Üniv. Prof.Dr. Nurşen Mazıcı, Marmara Üniv. Prof.Dr. Özden Cankaya, Galatasaray Üniv. Prof.Dr. Peyami Çelikcan, Maltepe Üniv. Prof.Dr. Semra Atılgan, Marmara Üniv. Prof.Dr. Şengül Özerkan, Marmara Üniv. Prof.Dr. Simten Gündeş, Kültür Üniv. Prof.Dr. Suat Gezgin, İstanbul Üniv. Prof.Dr. Şükran Esen, Marmara Üniv. Prof.Dr. Tayfun Akgüner, Kültür Üniv. Prof.Dr. Uğur Demiray, Anadolu Üniv. Prof.Dr. Ümit Atabek, Akdeniz Üniv. Prof.Dr. Yaman Öztek, Galatasaray Üniv. Prof.Dr. Yasemin İnceoğlu, Galatasaray Üniv. Prof.Dr. Zafer Kesebir, Marmara Üniv. Doç.Dr. Ahmet Kalender, Selçuk Üniv. Doç.Dr. Cem Pekman, Marmara Üniv. Doç.Dr. Cem S. Sütçü, Marmara Üniv. Doç.Dr. Mete Çamdereli, Kocaeli Üniv. Doç.Dr. Özhan Tıngöy, Marmara Üniv. © Telif hakkı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne aittir. Dergide yayınlanan fikir ve düşüncelerden doğacak sorumluluk makale yazarlarına aittir. İçindekiler Celalettin Aktaş 7 Çevrimiçi Ortamda Yayınlanan Türk Gazetelerinin Etkileşimin Farklı Boyutlarında Bulunan Özelliklerini Kullanma Düzeyleri Üzerine Ampirik Bir Çalışma Bora Ataman 21 Türkiye’de İlk Basın Yasakları ve Abdülhamid Sansürü Burçe Çelik 51 Rethinking the Technoscape and Contextualizing Cellular Telephony in Turkey Mustafa Yılmaz 69 Türkiye’de Metro Gazeteciliği Tolga Dursun 79 Marka Kişiliği Yaratma Süreci ve Marka Kişiliği Üzerine Bir Araştırma Belma Güneri Fırlar & Bengü Emine Çolakoğlu 93 Sürdürülebilir Rekabet Avantajı Yakalamada Kurumsal Sosyal Sorumluluk Kampanyaları ve Planlanma Sürecinin Önemi Hakan Tunçel 109 Halkla İlişkilerin Adlandırma Sorunsalı Üzerine Bir Değerlendirme Mehmet Arslantepe 125 Türk Romanı ve Türk Sineması İlişkileri Basri Barut & İhsan Kurtbaş 143 2000 Yılı Sonrası Bazı Hollywood Filmlerinde Kullanılan Ürün Yerleştirme Uygulamalarına “İçerik Analizi Yöntemiyle” Eleştirel Bir Bakış “Örneklem Film: Die Another Day” Sedat Cereci 163 İnsan Biyolojisinin İletişim Refleksleri Nihan Gider Işıkman 175 Amerikan Sinemasının İdeolojik Yapısı Bağlamında Arap Temsili Günşad Özger 193 İletişim Sürecinde Alıcı Anlamlandırmalarının Kuramsal Etkileşimi Pencereden Sarkan Sepetlerden Sanal Sepetlere Online Alışveriş Rıdvan Şentürk 217 Fiske ve Hartley’in Televizyon Teorisi Tunç Yıldırım 235 II. Dünya Savaşı Sonrasında Türkiye’deki Fransız ve Anglosakson Kültürel Etkinliklerinde Sinemanın Yeri (1944–1953) Editörden Marmara İletişim Dergisi 14. sayısıyla yine sizlerle beraber… Temmuz 2008’de yayınlanan 13. sayımıza gelen olumlu tepkiler bir yandan adımlarımızın doğruluğuna inancımızı pekiştirirken diğer taraftan çalışmalarımızın arkasındaki itici güç oldu. Bu yeni sayımıza gelen yazıların on ayrı iletişim fakültesinden olması, dergimizin içeriğini zenginleştirirken, doğru yolda olduğumuzun bir başka göstergesi gibi göründü bizlere. İşte bu duygularla 14. sayımızla bir kez daha sizlerle birlikteyiz. Dergimizin içeriğini sizlerle paylaşmadan önce, hazırlık aşamasında yanımızda olan, yazıları büyük titizlik ve özenle inceleyerek bize destek veren tüm hakemlerimize ve derginin hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Şimdi de bu sayımızın yazarları ile değerli çalışmalarını tanıyalım. Dergimizde yer alan çalışmasında, Celalettin Aktaş, Türkiye’de çevrimiçi ortamda yayınlanan gazetelerin okuyucularıyla etkileşimlerini ölçme amaçlı bir ampirik çalışma yaparak, çevrimiçi gazetelerde özellikle yer alması gereken öğeleri tespit etmeye, Bora Ataman, ilk basın yasaklarından bahsederek Abdülhamid dönemi sansürünü mercek altına almaya, Burçe Çelik “teknolojik alan” kavramını ele alarak ve cep telefonu örneğinden yola çıkarak konuya çeşitli farklı yaklaşımlarda bulunmaya çalışıyorlar. Mustafa Yılmaz, dünyada ücretsiz gazetelerin ortaya çıkması, gelişimi ve metro gazetesi diye adlandırılan bu sürecin Türkiye’deki yansımalarını incelemekte, Tolga Dursun, marka kişiliğini tanımlayarak, marka kişiliğinin özelliklerini ve önemini ortaya koymakta, Belma Güneri Fırlar ve Bengü Emine Çolakoğlu ise kurumsal sosyal sorumluluk kampanyalarının rekabet avantajını yakalama adına gittikçe artan önemine vurgu yapmaktalar. Hakan Tuncel, çağdaş halkla ilişkiler kavramı ve halkla ilişkilerin ihtiyaçları üzerinden yola çıkarak, halkla ilişkiler kavramını yeniden adlandırma konusunda çeşitli önerilerde bulunmakta. Mehmet Arslantepe aslında hepimizin ilgilendiği bir konuya akademik bir yaklaşımla, Türk sinemasının ilk yıllarından başlayarak kullandığı Türk romanlarının incelemesini yapmakta. İhsan Kurtbaş ve Basri Barut, Hollywood sinemasında son yıllarda sıkça rastladığımız “ürün yerleştirme kavramı”nı bir örnek film ışığında incelerken, Sedat Cereci ise, insanın iletişim kurma süreci içerisinde yalnızca bedeni ve ruhsal yapısıyla değil aynı zamanda biyolojik yapısıyla da bu sürece katıldığını dile getirmekte. Nihan Gider Işıkman, Amerikan sinemasının ideolojik bir sinema olduğunun altını çizerek, Amerikan politikasıyla paralel olarak nasıl hareket ettiği gerçeğine vurgu yaparken, Günşad Özger, iletişim sürecinde alıcı anlamlandırmala- rının farklılığını vurgulayarak çevrimiçi mağazalar üzerinden yeni açılımları tartışmaktadır. Rıdvan Şentürk ise TV konusundaki çeşitli teorileri ortaya koymakta özellikle Fiske ve Hartley’in bu konuya getirdiği yeni yaklaşımları tartışmaktadır. Son olarak, Tunç Yıldırım, çalışma- sında, II. Dünya Savaşı sonrasında Fransız, Amerikan ve İngiliz propagandasının sinema aracılığıyla Türkiye’deki kültürel hayata etkilerini değerlendirmektedir. 15. sayımızda buluşmak dileği ile… Saygılarımızla, Marmara İletişim Dergisi Öğr. Gör. Dr. Celalettin Aktaş* Çevrimiçi Ortamda Yayınlanan Türk Gazetelerinin Etkileşimin Farklı Boyutlarında Bulunan Özelliklerini Kullanma Düzeyleri Üzerine Ampirik Bir Çalışma Özet Abstract Bu çalışmada; Türkiye’de günlük olarak yazılı yayınlanan 39 ulusal gazeteden çevrimiçi sürümü olan 33 tanesinin etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeyleri üzerine ampirik bir araştırma yapılmıştır. 2007 Mayıs ayında, Türkiye’de yazılı yayınlanan 33 ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümlerinin açılış sayfasında veya ana sayfasında yer alan reklâmlar dışında, hemen hemen her bir hiper-bağlantılı başlık tıklanmıştır. Çevrimiçi gazetelerin ana sayfalarında yer alan bu hiper-bağlantılı başlıklar, ikinci sayfalara kadar takip edilmiştir. İçerik analizi yöntemi ile etkileşimin 29 özelliğinin, çevrimiçi yayınlanan bu gazetelerin Web sitelerinde bulunabilirliği araştırılmıştır. Bu araştırma kapsamında kullanılan etkileşimin bu 29 özelliği ise daha önce gerçekleştirilen çevrimiçi yayınlanan gazetelerin etkileşim potansiyeli araştırmalarından elde edilmiştir. Etkileşimin farklı boyutlarında yer alan bu özelliklerin bulunabilirliği değerlerinden, Türkiye’de yazılı yayınlanan her bir ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümünün etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeyi belirlenmiştir. Bu araştırma ile Türkiye’de yayınlanan ulusal günlük gazetelerin İnternet’in en önemli özelliği olan etkileşimi, çevrimiçi yayınladıkları gazetelerinde ne oranda kullandıklarının ölçülmesi amaçlanmıştır. Böylece İnternet’in en önemli özelliği olan etkileşimin çeşitli boyutlarındaki özelliklerinin, Türkiye’de yayınlanan her bir ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümünde kullanılıp kullanılmadığı belirlenebilmiştir. Araştırma sonucunda elde edilen değerler, Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin, çevrimiçi yayınlanan sürümlerinde etkileşimin farklı boyutlarında yer alan özelliklerini düşük oranlarda kullandığını ortaya koymuştur. In this investigation, an empirical research study was conducted on 33 of the 39 print Turkish national daily newspapers that have online editions to determine the usage levels of interactivity features found in different dimensions. In May 2007, almost every title hyperlinked excepting advertisements on the main pages or the front pages of these 33 online editions was clicked. The titles hyperlinked on the main pages of these newspapers were followed up to the secondary pages. The availability of 29 features of interactivity of these online newspaper editions was researched through the use of the content analysis method, and these 29 features of interactivity were derived from previous studies conducted on the potential interactivity of online newspapers. Interactivity levels of online editions of 33 print national daily newspapers in Turkey were determined by considering the degree of availability of these 29 features of interactivity in different dimensions. This study aims at describing the extent to which online editions of print national daily newspapers in Turkey utilize interactivity vis-à-vis the most important features of the Internet. At the conclusion of this study, the usage levels of interactivity features found in different dimensions of 33 print Turkish national daily newspapers was found to be significantly low. Anahtar Kelimeler Key Words Etkileşim, çevrimiçi yayınlanan gazeteler, İnternet. * İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölümü [email protected] Interactivity, online newspapers, Internet Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul 1. Giriş lerin sayısının zaman içerisinde artması ve her geçen gün daha çok sayıda insanın gazete ya da dergi okumak, haber indirmek amacıyla internete bağlanması, yazılı basın kuruluşlarının, çevrimiçi ortamda yayınlanan gazetelerinin etkileşim düzeylerini tespit etmelerini önemli bir hale getirmiştir. Çevrimiçi yayınlanan gazetelerin gelecekteki başarısı, onların Web sitelerinin etkileşimini maksimum düzeye çıkarmalarına ve sonuçta daha büyük kullanıcı kitlelerini etkilemelerine bağlıdır (Rafeeq, 2006). İletişim Bilimciler arasındaki yaygın bir kanı, arttırılan etkileşim düzeyinin büyük bir olasılıkla bir Web sitesine geri dönme, diğerlerine bu Web sitesini önerme ve bir Web sitesinden alışveriş yapma gibi davranışların artmasına yol açabileceğini ileri sürmektedir (Bezjian-Avery vd., 1998; Cooley, 1999; Rodgers & Thorson, 2000; Singh & Dalal, 1999; Sunder vd., 1998) (aktaran, McMillan, 2002: 271279). Dolayısıyla çevrimiçi yayınlanan bir gazetenin etkileşim düzeyinin yüksek olması, internet kullanıcılarının haberlere ulaşmak için bu çevrimiçi gazeteyi diğer medya araçlarına tercih etmesine neden olabilecektir. Bu noktadan hareketle bu çalışmada; ilk olarak etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerinin Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin çevrimiçi sürümlerinde bulunabilirliği içerik analizi yöntemi ile belirlenecektir. İkinci olarak da internetin en önemli özelliği olan etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerinin, Türkiye’de yazılı yayınlanan her bir ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümünde hangi düzeyde kullanıldığı araştırılacaktır. Diğer bir değişle bu araştırma sonucunda elde edilecek olan veriler, Türkiye’de yayınlarını çevrimiçi or- İnternetin etkin küresel bir iletişim ortamına dönüşmesiyle beraber 1990’ların ortalarından itibaren interneti kullanan medya kuruluşlarının sayısı hızla artmaktadır. Bu süreç içerisinde yazılı basın kuruluşları, yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla geleneksel anlamda yayınlanan gazetelerinin çevrimiçi sürümlerini internet ortamına taşımaktadır. 1997 yılında NewsLink’in gerçekleştirdiği bir araştırma, dünyada 3.622 gazetenin çevrimiçi olarak yayınlandığını gösterirken (Boczkowski, 1999); Newspaper Association of America 2002 yılında dünya çapında 5.000’den fazla günlük, haftalık ve diğer gazetelerin çevrimiçi olarak yayınlandığını belirtmektedir. Türkiye’de de 1995’den itibaren çok sayıda ulusal ve yerel düzeyde günlük olarak yayın yapan yazılı basın kuruluşları, gazetelerinin çevrimiçi sürümlerini internet ortamına taşıyarak okuyucularına hizmet sunmaktadır. Türkiye’de günlük olarak yazılı yayınlanan 39 ulusal gazetenin 33 tanesi 14 Şubat 2007 tarihi itibarıyla yayınlarını internet ortamına taşımıştır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun en son 2005 yılı Nisan-Haziran döneminde gerçekleştirdiği Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanımı Araştırması, Türkiye’de 6,71 milyon insanın internet kullandığını ve internet kullanan hanehalkı bireylerinin, interneti ikinci sırada en çok (% 55,77) gazete ya da dergi okumak, haber indirmek amacıyla kullandığını ortaya koymuştur. Çevrimiçi yayınlanan günlük gazeteTÜİK verilerine göre 16–74 yaş grubu 48 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına göre bu değer hesaplanmıştır. 1 8 etkileme kapasitesi” (Rafaeli, 2005: 111) olarak tanımlamışlardır. Süreç bağlamında gerçekleştirilen etkileşim kavramının bu tanımları; yanıt verme, iki yönlü iletişim ve gerçek zamanlı katılım üzerinde odaklanmaktadır. tama taşıyan yazılı ulusal günlük gazetelerin sadece dağıtımını gerçekleştirdikleri gazetelerinin birebir bir kopyasını çevrimiçi ortamda yayınladıklarını mı yoksa teknolojinin onlara sunduğu olanakları kullanarak çevrimiçi ortamda gazetelerinin yeni bir sürümünü mü yayınladıkları sorusunun cevabının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Diğer taraftan özellikler üzerinde duran bilim adamları ise etkileşim kavramını “bir telekomünikasyon kanalı aracılığı ile kişiden kişiye iletişim (örneğin; telefon) ve kişi ile makine arasındaki etkileşimi (örneğin; elektronik bankacılık işlemleri) sağlayan teknolojiler” (Carey, 1989: 328) ve “bir ortamın özelliği olarak kullanıcının, dolayımlanmış bir sunumun veya tecrübenin biçimini ve/veya içeriğini etkileyebilmesi” (Lombard & SynderDuch, 2001) olarak açıklamışlardır. Etkileşim kavramının özellikler bağlamında yapılan bu tanımları; kullanıcı kontrolü ve iki yönlü iletişim üzerinde yoğunlaşmaktadır. 2. Etkileşim Kavramı Geçen 20 yıldır etkileşim kavramı, reklâmcılık, pazarlama, psikoloji, sosyoloji, bilgisayar bilimleri, eğitim ve kitle iletişimi gibi farklı alanlarda yaygın olarak tartışılmaktadır. Bilim adamları, etkileşim kavramının bu denli yaygın kullanımına rağmen ya tanımlanamadığını ya da yetersiz tanımlandığını fark etmişlerdir (Heeter, 2000; Shultz, 1999). Etkileşim kavramının yapılan tanımları; yazarların birincil olarak odaklandıkları süreç, özellikler, algılama veya bu üç unsuru içeren alanlara göre değişkenlik göstermektedir (McMillan & Hwang, 2002). Bu sebeple etkileşim kavramının makale içerisinde daha iyi anlaşılabilmesi gereği, farklı disiplinlerden gelen bilim adamlarının yaptığı tanımların verilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Etkileşim kavramını özellikler ve süreç bakış açılarından tanımlayan bilim adamlarının yanı sıra diğerleri etkileşim kavramı tanımının, etkileşimli medyayı kullanan kişilerin algılarında yattığına inanmaktadır. Algılama üzerine odaklanan bilim adamları etkileşim kavramını “cevap verme ve sörf yapma bileşenlerinin oluşturduğunu” (Wu, 1999) ve etkileşim kavramının “psikolojik duyu iletisi gönderenlerin, kendilerinin ve alıcılarının etkileşimi üzerine temellendirildiğini” (Newhagen vd., 1995) vurgulamışlardır. Algılama bağlamında etkileşim kavramının yapılan bu tanımları; internette sörf yapma ve cevap verme algısını ön plana çıkarmaktadır. Süreç üzerinde yoğunlaşan bilim adamları etkileşim kavramını, “kaynak ile alıcı arasındaki veya daha geniş anlamda herhangi bir sayıda kaynak ve alıcı arasındaki çok yönlü iletişim” (Pavlik, 1998: 137); “gerçek zamanda kullanıcının çevrimiçi iletişim ortamında, iletişimin biçim ve içeriğini değiştirme ve etkilemedeki katılımı” (Steur, 1992) ve “bir iletişim sürecinde herhangi bir üçüncü iletimin (veya mesajın) bir öncekileri Etkileşim kavramının tanımlarının dayandırıldığı bu üç unsuru içeren tanımlar, internet ortamında yayınlanan 9 gazetelerin etkileşim düzeylerinin tespit edilebilmesi bakımından önem taşımaktadır. Yapılan bu tanımlar içerisinde konumuz açısından en önemlisi, İletişim Bilimci Carrie Heeter’ın yapmış olduğu etkileşim kavramının tanımıdır. Heeter etkileşim kavramının tanımını, medyanın kaç tane ve ne tür özelliklerinin etkileşimli iletişime izin verdiği temeline dayandırarak yapmıştır. Heeter (1989) “etkileşimin, var olan seçeneklerin karmaşıklığı, kullanıcının enformasyona ulaşmak için gösterdiği çaba, kullanıcıya cevap verme, enformasyon kullanımının izlenmesi, kullanıcıya sağlanan enformasyon ekleme kolaylığı ve kullanıcılar arasında kişiler arası iletişim kurma kolaylığını içeren çok boyutlu bir kavram” olduğunu belirtmiştir. Heeter’ın yapmış olduğu etkileşim kavramının bu tanımı, bir medyayı diğer bir medyadan daha fazla neyin etkileşimli yaptığını ölçen bir standart sağlamıştır. Heeter’ın yapmış olduğu bu kavramsal tanıma çok sayıda araştırmacı (Massey & Levy, 1999; Kenny, vd., 2000; Gerpott & Wanke, 2004; Rafeeq, 2006) başvurarak bir ortamın etkileşim düzeyini tespit etmiştir. 2.1. Çevrimiçi Yayınlanan Gazetelerde Etkileşim Etkileşim, çevrimiçi yayınlanan gazeteleri geleneksel yöntemler ile yayınlanan gazetelerden ayıran temel bir özellik (Massey & Levy, 1999; Shultz, 1999) olarak belirtilmektedir. Çevrimiçi yayınlanan gazeteler, internetin sahip olduğu etkileşim özelliğini iki farklı şekilde kullanırlar. İlk olarak etkileşim, tartışma listeleri, sohbet odaları veya elektronik posta gibi yollarla iletişim süreçlerine dâhil olur (Beyers, 2004). Bu tür bir etkileşim, ‘kişiler arası etkileşim’ veya ‘izleyici katılımıdır’. Kişiler arası etkileşim, bir okuyucunun bilgisayar aracılığıyla diğer okuyucularla, gazetecilerle ve editör ile sahip olduğu iletişim kurabilirlik derecesi olarak tanımlamaktadır (Mass & Levy, 1999). İnternet üzerinden gerçekleştirilen iletişimde kullanıcı, iletişim süreçlerinde aktif olarak rol alan bir öznedir. Kullanıcı, internet üzerinden yayınlanan bir gazete haberini kaleme alan gazeteci ile başka bir iletişim aracına gerek duymaksızın, aynı kanal üzerinden iletişim kurarak üretilen mesaj hakkında, kendi düşüncelerini anında aktarabilme ve fikir alışverişinde bulunabilme imkânına sahiptir. İnternet, kullanıcılar ve enformasyon üreticileri arasında çevrimiçi ortamda etkileşimli linkler sağlayarak (Wilson, 1994: 4) bunu gerçekleştirir. Bugün etkileşim denildiği zaman, kullanıcının düşüncesini anında başka bir iletişim aracına gerek duymaksızın elektronik posta, sohbet odaları ve çevrimiçi sürekli anketler ya da forumlar aracılığı ile iletmesi anlaşılmaktadır (Mannteufel, 2002). Diğer taraftan internet’in etkileşim özelliği, gazeteciler ve okuyucular arasındaki dolaysız iletişim olanaklarını arttırdığı gibi aynı zamanda okuyucuların, içeriği ve enformasyonu daha fazla kontrolüne de olanak sağlar. Bu bağlamda ikinci olarak etkileşim, okuyucuların kendi içeriklerini seçmeleri yoluyla gerçekleştirilir (Beyers, 2004). Genel olarak içerik ile olan etkileşim, çevrimiçi gazete okuyucularının içerik üzerinde kontrole sahip olabilirlik derecesi olarak tanımlanmaktadır (Mass & Levy, 1999). Bu tür bir etkileşim, gazete okuyucularına hem içeriğin oluşturulması hem de içeriğin seçil- 10 3. Çevrimiçi Ortamda Yayınlanan Türk Gazetelerinin Etkileşimin Farklı Boyutlarında Bulunan Özelliklerini Kullanma Düzeyleri Araştırması mesinde daha fazla kontrol verir. Bu bağlamda kontrol, “kullanıcının bir iletişim faaliyetinin zamanını, içeriğini ve sırasını seçebilmesi, alternatif seçenekleri araştırabilmesi ve diğer kullanıcılar için belleğe mesaj içeriğini girebilme derecesidir” (Rogers & Allbritton, 1995). Geleneksel yöntemlerle basılan gazeteler, medya içeriğini belirli bir merkezde üreterek aynı medya içeriğini kitle olarak tanımlanan heterojen toplumsal kesimlere doğrusal bir yolla iletir. Dolayısıyla okuyucu, kendisine sunulan içeriği belirli bir düzen içerisinde almak zorundadır. Örneğin; gazetelerde genel yayın yönetmeninin önemli bulduğu haberler, manşette yer alırken diğer haberler ise önemliden önemsize doğru sıralanır. Diğer sayfalar ise ekonomi, sağlık, turizm ve seri ilanlar gibi bölümler şeklinde düzenlenir. Öte yandan internet sahip olduğu etkileşim özelliği sayesinde kullanıcılarına, medya içeriğinin sunumunu kişiselleştirebilmesi, bireyselleştirebilmesi (Carlson, 2005) yetkisini verir. Örneğin; bir kullanıcı sadece ekonomi haberleri ile ilgileniyorsa o kullanıcı ekonomi haberleri ile ilgili medya içeriklerine süratle ulaşabilir. Çevrimiçi sayfaların sıralanması o kullanıcının ihtiyaçlarına göre düzenlenebilir. Böylece kullanıcılar, ilgilendikleri konularla ilgili haberleri yapay gündemlerin etkisi altında kalmadan takip edebilme yeteneğine kavuşur. 3.1. Araştırmanın Amacı Bu araştırmanın amacı; ilk olarak etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerinin, Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin çevrimiçi sürümlerinde bulunabilirliğinin araştırılması; ikinci olarak internetin en önemli özelliği olan etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerinin, Türkiye’de yazılı yayınlanan her bir ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümünde hangi düzeyde kullanıldığının ölçülmesidir. 3.2. Araştırmanın Metodolojisi Bu çalışma kapsamında değerlendirilen, Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin isimleri IV. Kuvvet Medya’nın yayınladığı 22 Ocak 4 Şubat 2007 tarihli tiraj raporundan (http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=7852) ve Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün (2007: http://www. byegm.gov.tr/TURKBASINI/gazeteturkce.htm) Web sitesinden alınmıştır. IV. Kuvvet Medya’nın tiraj raporunda ve Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün Web sitelerinde bulunan toplam 39 yazılı ulusal günlük gazetenin sadece 33 tanesinin çevrimiçi sürümlerinin olduğu, deneme yanılma yöntemiyle tespit edilmiştir. Do- 11 layısıyla bu çalışma kapsamında Hürriyet, Zaman, Sabah, Takvim, Vatan, Milliyet, P. Fotomaç, Fanatik, Türkiye, Akşam, Güneş, Bugün, Yeni Şafak, Star, A. Vakit, Cumhuriyet, Yeniçağ, Milli Gazete, Radikal, H. O. Tercüman, Bulvar, Referans, Ortadoğu, Yeni Asya, Birgün, Önce Vatan, Dünya, G. Evrensel, Today’s, Zaman Sunday’s Zaman, Yeni Mesaj, Turkish Daily News, Anayurt ve The New Anatolia gazetelerinin çevrimiçi sürümlerinin etkileşim düzeyleri araştırılabilmiştir. Bu araştırmada yöntem olarak içerik analizi yöntemi benimsenmiştir. İçerik analizi yöntemi ile 2007 Mayıs ayında, Türkiye’de yazılı olarak yayınlanan 33 ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümlerinin açılış sayfasında veya ana sayfasında yer alan, reklâmlar dışında hemen hemen her bir hiper-bağlantılı başlık tıklanmıştır. Gazetelerin ana sayfalarında yer alan bu hiper-bağlantılı başlıklar, ikinci sayfalara kadar takip edilmiş ve çevrimiçi yayınlanan bir gazetenin etkileşimli olabilmesi için sahip olması gereken 29 tane özelliğin var olup olmadığı araştırılmıştır. Yapılan bu analizde, ikinci sayfadan sonra gelen bağlantılar doğrudan çevrimiçi yayınlanan bir gazetenin ana sayfası ile bağlantılı olmadığı için takip edilmemiştir. Bu araştırma kapsamında kullanılan etkileşimin 29 özelliği (tablo-1), daha önce gerçekleştirilen çevrimiçi yayınlanan gazetelerin etkileşim potansiyeli araştırmalarından (Massey & Levy, 1999; Schultz, 1999; Tankard & Ban, 1998; Kenny vd., 2000; Gerpott & Wanke, 2004) elde edilmiştir. Bu özellikler, etkileşimin beş farklı boyutu (seçeneklerin karmaşıklığı, editörlerden alınan ve editörlere verilen geri bildirim, kullanıcı katkılarının yayınlaması, kulla- nım alışkanlıklarının izlenmesi ve kullanıcıların profillerinin oluşturulması) altında gruplandırılarak, alt kümeler oluşturulmuştur. Gazetelerin çevrimiçi sürümlerinde yapılan içerik analizlerinde, varlığı tespit edilen etkileşimin her bir özelliği için 1 puan verilmiştir. Böylece etkileşimin farklı boyutlarında yer alan her bir özelliğinin o site (yazılı yayınlanan ulusal günlük bir gazetenin çevrimiçi sürümü) içerisinde bulunup bulunmadığı belirlenmiştir. Daha sonra etkileşimin her bir boyutunda elde edilen bu puanların tamamı toplanıp etkileşimin farklı boyutlarında yer alan toplam özellik sayısına (29 özellik araştırılmıştır) bölünerek; çevrimiçi yayınlanan her bir gazete için 0 ile 1 aralığında standartlaştırılmış bir puan elde edilmiştir. Bahsedilen bu yöntem, araştırma kapsamında değerlendirilen bütün gazetelerin Web sitelerine tek tek uygulanmıştır. Bu ölçüm, özellikle bir Web sitesinde etkileşimin herhangi bir boyutunda yer alan özelliklerinin gerçekte hangi oranda kullanıldığını yansıtmaktadır. Elde edilen bu değerler ile Türkiye’de yazılı yayınlanan her bir ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümünde, etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerinin hangi düzeyde kullanıldığı tespit edilmiştir. Diğer bir deyişle araştırma kapsamında değerlendirilen Türkiye’de yayınlanan her bir yazılı ulusal günlük gazetenin çevrimiçi sürümünün etkileşim düzeyi (tablo-2) bulunmuştur. 3.3. Araştırma Kapsamında Kullanılan Etkileşimin Boyutları Etkileşimin, ‘seçeneklerin karmaşıklığı’, 12 ‘editörlerden alınan ve editörlere verilen geri bildirim’, ‘kullanıcı katkılarının yayınlanması’ ve ‘kullanıcı etkileşimi’ boyutlarında 29 tane özelliği bulunmaktadır. Editörlerden alınan ve editörlere verilen geri bildirim alt kümesini meydana getiren özellikler (tablo-1), çevrimiçi ortamda yayınlanan bir gazetenin temsilcileri ile okuyucuları arasında kurulan iletişimi tespit etmeye yöneliktir. Okuyucular ve gazeteleri arasında gerçekleşen bu iletişim, zaman zaman okuyucuların çevrimiçi yayınlanan içeriğe doğrudan cevap vermesi veyahut okuyucuların, çevrimiçi ortamda yayınlanan içerik ile ilgili olarak elektronik posta yoluyla gazetecilere kendi kişisel görüşlerini bildirmeleri şeklindedir. Bu sebeple çevrimiçi yayınlanan gazetelerde; içeriği kaleme alan gazetecinin elektronik posta adresinin verilmesi, kullanıcının içeriği okuduktan hemen sonra o gazeteci ile iletişim kurabilmesi açısından önemlidir. 3.3.1. Seçeneklerin Karmaşıklığı Boyutu Etkileşimin bu boyutu 11 özellikten meydana gelmektedir (tablo-1). Bu özellikler; (a) bir Web sitesine bireysel olarak tercih edilen içeriği yerleştirmek; (b) bir kullanıcı tarafından seçilen içeriğe erişmek ve (c) medya formatları arasından içeriğin yayınlanma şeklini seçmek (örneğin; metnin hareketli görüntüler ile zenginleştirilmesi) konularında kullanıcı seçeneklerini belirler (Heeter, 1989). Etkileşimin bu boyutunda yer alan özellikler, çevrimiçi ortamda yayınlanan içeriğin seçilebilmesinde kullanıcılarına kontrol imkânını sağlar. Örneğin; arama fonksiyonu özelliğinin çevrimiçi yayınlanan bir gazetede bulunması, okuyucuların istediği habere süratle ulaşabilmesine ve arşivleri tarayabilmesine olanak tanır. Diğer taraftan ses dosyalarının (içeriğin seslendirilmesi) ve hareketli görüntülerin (içeriğin video veya animasyonlar ile zenginleştirilmesi) çağrılması ve dil seçimi özelliklerinin çevrimiçi yayınlanan bir gazetede bulunması ise, kullanıcının içeriğe istediği bir formatta erişebilmesine imkân vermektedir. I. Seçeneklerin karmaşıklığı Arama fonksiyonu Dil seçimi Arama motoru seçimi desteği Ses dosyalarının çağrılması Hareketli görüntülerin çağrılması Haberlerin bireyselleştirilmesi Haberlerin ücretsiz bireyselleştirilmesi Web sitesine erişim sağlandığında en yeni haberlere ulaşma (son dakika) Aynı site içerisinde diğer alanlara başvuru (hiper bağlantılar) 3.3.2. Editörlerden Alınan ve Editörlere Verilen Geri Bildirim Boyutu Diğer Web sitelerine (URL) hiper bağlantılar Çevrimiçi oyun (kayıt yapılmaksızın, herhangi bir ödül olmaksızın) Etkileşim potansiyelinin bu alt kümesi Heeter’ın (1989: 222) ‘kullanıcıya cevap verme’ boyutundan türetilmiştir. 13 II. Editörlerden alınan ve editörlere verilen geri bildirim Editör veya yazara elektronik posta yoluyla bağlantı Teknik personele (Web master) elektronik posta yoluyla bağlantı Farklı editoryal bölümlerin elektronik posta adreslerinin listesi V. Kullanım alışkanlıklarının takibi/kullanıcıların profillerinin oluşturulması Kullanıcılar hakkında veri toplanması (cookies) Sitenin içeriğini ilk defa kullanacaklar için zorunlu kayıt (ücretsiz) Güncel kullanıcı sayısının gösterilmesi Bir hafta içinde editöre gönderilen kişisel elektronik postaya cevap verilmesi Diğer iletişim kanallarının bulunabilirliği (faks ve/veya telefon numaraları) III. Kullanıcı katkılarının yayınlanması Editöre gönderilen mektupların yayınlandığı bölüm Okuyucuların sık sık sorduğu soruların cevaplarının yayınlandığı forum Kullanıcı bülten tahtası Kullanıcılar tarafından sitenin değerlendirilmesi (içeriğin puanlanması) IV. Kullanıcı etkileşimi Sohbet odaları Düzenli olarak editörlerin ev sahipliğinde gerçekleştirilen sohbet odaları Haber grup forumları Editörlerin ev sahipliğinde gerçekleştirilen haber grup forumları Güncel konular hakkında okuyucu anketleri Okuyucu anketlerinde çok sayıda oy kullanmanın mümkün olmaması Tablo-1: Etkileşimin Farklı Boyutlarında Bulunan 29 Özelliği 3.3.3. Kullanıcı Katkılarının Yayınlanması Boyutu Etkileşim potansiyelinin kullanıcı katkılarının yayınlanması alt kümesinde yer alan özellikleri (tablo-1); bir sitenin kullanıcılarına, ne dereceye kadar diğer çok sayıda kullanıcıyla kişisel görüşlerini paylaşmasını mümkün kılan çevrimiçi kullanıcı teknolojilerini sunduğunu tespit eder. Kişisel görüşlerin kullanıcılar arasında paylaşılması, kullanıcılar tarafından siteye gönderilen mektuplara, yorumlara ve makalelere her kullanıcının erişiminin sağlanması ile mümkün olur. Etkileşim potansiyelinin bu alt kümesi Heeter’ın (1989: 224) ‘enformasyon ekleme kolaylığı’ boyutundan türetilmiştir. 3.3.4. Kullanıcı Etkileşimi Boyutu Etkileşim potansiyelinin bu alt kümesi Heeter’ın (1989: 224) ‘kullanıcılar arasında kişiler arası iletişim kurma kolaylığı’ boyutundan türetilmiştir. Bu alt kümede bulunan altı özellik (tablo-1), okuyucu grupları arasında fikir alışverişini ko- 14 laylaştıran teknolojilere odaklanır. Çevrimiçi ortamda yayınlanan bir gazete, okurların birbirleri ile iletişim içerisinde olabilmesi için senkron veya asenkron özelliğe sahip iletişim kanallarını hizmete açar. yutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeylerinin yüzde 50’nin altında olduğu görülmüştür. Çevrimiçi yayınlan bu gazeteler içerisinde, etkileşim düzeyleri en düşük olan iki gazetenin Tercüman ve Yeniçağ olduğu tespit edilmiştir. Bunlara ek olarak araştırma kapsamında değerlendirilen çevrimiçi yayınlanan gazetelerin hiçbiri sitelerinin içeriğini ilk defa kullanacak olanlara, ücretsiz kayıt uygulamasını zorunlu tutmamaktadır. Dolayısıyla internet kullanıcıları, kayıt olma zorunluluğu bulunmaksızın ücretli abonelik sistemi olmayan çevrimiçi gazetelere erişim sağlayabilir. Bununla beraber Cumhuriyet ve Vakit gazetelerinin çevrimiçi sürümlerine ulaşabilmek için ücretli abonelik sistemi bulunmaktadır. İnternet kullanıcısı bu gazeteleri çevrimiçi ortamda okumak isterse; abonelik işlemini, siteye kayıt olduktan sonra belirlediği abonelik süresi karşılığı olan ücreti ödeyerek tamamlayabilir. Böylece internet kullanıcısı, bu gazetelerin çevrimiçi sürümlerini belirlediği abonelik süresi boyunca okuyabilir. Ayrıca çevrimiçi yayınlanan bu 33 gazetenin tamamında, etkileşimin ‘kullanıcı etkileşimi boyutunda’ okuyucuların birbirleri ile doğrudan görüş alışverişine imkân sağlayan sohbet odalarının hiç bulunmadığı tespit edilmiştir. Daha önce gerçekleştirilen çevrimiçi yayınlanan gazetelerin içerik analizlerinde, Kenny vd. (2000), Massy ve Levy (1999), Tankard ve Ban (1998), Shultz (1999) ve Gerpott ve Wanke (2004) etkileşim boyutunun en önemli özelliklerinden birisi olan sohbet odalarının çevrimiçi yayınlanan gazeteler tarafından kullanıldığını tespit etmişlerdir. 3.3.5. Kullanım Alışkanlıklarının Takibi Etkileşim potansiyelinin bu alt kümesi Heeter’ın (1989: 224) ‘enformasyon kullanımının izlenmesi’ boyutuna yakındır. Bu alt kümede bulunan üç özellik (tablo-1), bir siteyi ziyaret eden kullanıcılar hakkında bilgi elde edilmesi ve kullanıcıların içerik seçme davranışlarının izlenmesi üzerine odaklanır. 3.4. Bulgular ve Tartışma Çevrimiçi ortamda yayınlanan Türk gazetelerinin, etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeyleri araştırması, Türkiye’de yazılı olarak yayınlanan günlük ulusal 33 gazetenin çevrimiçi sürümlerinin etkileşim düzeylerini belirlememizi sağlamıştır. Bu araştırma kapsamında elde edilen değerler (tablo-2), Türkiye’de yalnızca Zaman, Hürriyet, Milliyet, Radikal, Dünya, Turkish Daily News ve Sabah gazetelerinin çevrimiçi sürümlerinde, etkileşimin farklı boyutlarında bulanan özelliklerini yüzde 50’den daha büyük bir oranda kullandığını ortaya koymuştur. Diğer bir değişle çevrimiçi yayınlanan bu gazetelerin etkileşim düzeyi diğerlerine nazaran daha yüksektir. İçerik analizi yöntemiyle araştırma kapsamında etkileşim düzeyi belirlenen diğer 27 çevrimiçi gazetenin ise etkileşimin farklı bo- 15 Gazeteler % Ortadoğu 17,2 Zaman 65,5 Yeni Asya 17,2 Hürriyet 58,6 Tercüman 13,8 Milliyet 58,6 Yeniçağ 10,3 Radikal 58,6 Dünya 58,6 Turkis Daily News 55,2 Sabah 51,7 Today’s Zaman 44,8 Yeni Şafak 41,4 Referans 41,4 Önce Vatan 41,4 Vatan 37,9 Akşam 34,5 Bugün 34,5 Star 34,5 Sunday’s Zaman 34,5 The New Anatolian 34,5 Fotomaç 31,0 Cumhuriyet 31,0 Takvim 27,6 Türkiye 27,6 Milli Gazete 27,6 Birgün 27,6 Yeni Mesaj 27,6 Anayurt 27,6 Fanatik 20,7 Evrensel 20,7 Güneş 17,2 Vakit 17,2 Tablo-2: Türkiye’de Yazılı Olarak Yayınlanan 33 Günlük Ulusal Gazetenin Çevrimiçi Sürümlerinin Etkileşim Düzeyleri Çevrimiçi ortamda yayınlanan Türk gazetelerinin, etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeyleri araştırması kapsamında değerlendirilen gazetelerin çevrimiçi sürümlerinin büyük bir kısmı okurlarına, editöre veya yazara elektronik posta yoluyla ulaşabilme (% 93,8) imkânını vermektedir. Burada dikkat çeken konu, çevrimiçi yayınlanan bu gazetelerin büyük bir kısmının haberi kaleme alan gazeteciye doğrudan elektronik posta bağlantısı vermemesidir. Çevrimiçi yayınlanan haber başlıkları tıklandığında; zaman zaman o haberi kaleme alan gazetecinin ismi görülmesine rağmen, o gazeteciye doğrudan elektronik posta bağlantısının verilmediği tespit edilmiştir. Bunun yerine ise editöre elektronik posta, ‘bize ulaşın’ veya okur temsilcisi bağlantıları verilmiştir. Çevrimiçi yayınlanan bu gazetelerin çok büyük bir kısmı ise okurlarına, köşe yazarları ile iletişim içerisinde olabilmesi için doğrudan elektronik posta bağlantısı sağlamıştır. Bu araştırma kapsamında dikkat çeken diğer bir konu da; araştırma kapsamında değerlendirilen gazetelerin editörlerine gönderilen kişisel elektronik postalara, editörlerin bir hafta içerisinde cevap verme oranının (% 21,9) çok düşük olmasıdır. Ayrıca araştırma kapsamında değerlendirilen çevrimiçi gazetelerin yüzde 31,3’ünün güncel konular hak- 16 kında okuyucu anketlerini düzenlemesine rağmen; düzenlenen bu okuyucu anketlerinin sadece yüzde 21,9’unda kullanıcıların, aynı ankete birden fazla oy vermesi engellenmektedir. bu gazetelerin, etkileşimin en önemli kazanımlarından birisi olan sohbet odalarını hiç kullanmadıkları tespit edilmiştir. Okuyucuların, çevrimiçi yayınlanan bu gazetelere ulaşmaları için elektronik posta bağlantısı verilmesine rağmen editörlere gönderilen kişisel elektronik postalara, editörlerin bir hafta içerisinde cevap vermeme oranın çok yüksek olduğu görülmüştür. Bu durum gazeteler ve okurları arasında bir iletişimin probleminin yaşanmasına neden olmaktadır. Bunlara ek olarak çevrimiçi yayınlanan bu gazetelerde, okuyucuların güncel konular hakkındaki görüşlerinin tespit edilmesini mümkün kılan okur anketlerinin çok düşük oranda kullanıldığı belirlenmiştir. Hatta bazı çevrimiçi gazetelerin birden fazla oy kullanma imkânını okuyucuya vermesi, bu anketlerin güvenirliliğinin sorgulanmasına neden olmaktadır. 4. Sonuç Çevrimiçi ortamda yayınlanan Türk gazetelerinin etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeyleri araştırması, Türkiye’de günlük olarak yazılı yayınlanan 39 ulusal gazeteden çevrimiçi sürümü olan 33 tanesinin çevrimiçi yayınlanan sürümlerinde etkileşimin farklı boyutlarında yer alan özelliklerinin (tablo-1) bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu araştırma kapsamında değerlendirilen çevrimiçi gazetelerin küçük bir kısmında; etkileşimin ‘kullanıcı katkılarının yayınlanması’, ‘kullanıcı etkileşimi’, ‘kullanım alışkanlıklarının izlenmesi ve kullanıcıların profillerinin oluşturulması’, ‘seçeneklerin karmaşıklığı’ ve ‘editörlerden alınan ve editörlere verilen geri bildirim’ boyutlarında bulunan özelliklerinin yüzde 50’den daha fazla bir oranda kullanıldığı belirlenmiştir. Bu çalışmada değerlendirilen çevrimiçi yayınlanan gazetelerin etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma oranının düşük olması, çevrimiçi yayınlan bu 33 gazetenin geleneksel anlamda yayınlanan içeriğini çevrimiçi ortama taşıdığının bir göstergesidir. Ortaya çıkan bu durum, Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin, çevrimiçi yayınlanan sürümlerinde teknolojinin onlara sunduğu olanakları etkin ve etkili bir şekilde kullanamadığını doğrular niteliktedir. Çevrimiçi ortamda yayınlanan Türk gazetelerinin, etkileşimin farklı boyutlarında bulunan özelliklerini kullanma düzeyleri araştırması, Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin, çevrimiçi sürümlerinde internetin en önemli özelliği olan etkileşimin farklı boyutlarındaki özelliklerini düşük oranlarda kullandığını tespit etmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de yazılı yayınlanan ulusal günlük gazetelerin çevrimiçi sürümlerinin etkileşim düzeylerinin yükseltilebilmesi için daha çok sayıda multimedya özelikler ile zenginleştirilmiş içeriği okuyucularına sunmalıdır. Çevrimiçi ortamda okuyucuların, diğer okuyucularla, gazetecilerle ve editörlerle iletişiminin sağlanabilmesi için iletişim kanallarının sayısı arttırılmalıdır. Böylece okuyucuların, kendilerini gazetelerinin bir parçası olarak hissetmeleri sağlanabilir. Dolayısıy- Diğer taraftan çevrimiçi yayınlanan 17 la okuyucuların aynı siteyi tekrar ziyaret etmeleri ve diğer insanlara bu siteyi önermeleri mümkün olabilir. Ayrıca okuyucuların güncel konular hakkında görüşlerinin alınabileceği okur anketleri daha sık düzenlenerek, okuyucuların gazeteleri ile etkileşim içerisinde olması sağlanmalıdır. Okur anketlerinin güvenirliliğinin sağlanabilmesi için mükerrer oy kullanımının önüne muhakkak geçilmelidir. Yapılan bu çalışmada çevrimiçi yayınlanan bu gazetelerin ana sayfalarında yer alan hiper-bağlantılı başlıklar, ikinci sayfalara kadar takip edilmiş ve reklâmlar hiçbir şekilde tıklanmamıştır. Bu çalışmanın yeni versiyonlarında, çevrimiçi yayınlanan gazetelerde yer alan etkileşim özelliğine sahip reklâmların da bu araştırmaya dahil edilmesini ve hiper-bağlantılı başlıkların ikinci sayfayı takip eden diğer sayfalarda da göz önüne alınmasını öneririm. Ayrıca köşe yazarları ile okuyucular arasında gerçekten etkileşimli bir iletişimin var olup olmadığının tespiti, köşe yazarlarına gönderilen ve dönüşü gerçekleşen elektronik posta oranları ile tespit edilmelidir. Gerçekleştirilen bu araştırmada sadece editörlere elektronik posta gönderilmiştir. Bunlara ek olarak bu araştırmanın yeni versiyonlarının yapılabileceği dönemlerde kullanılabilecek olan yeni internet teknolojileri, etkileşimin farklı boyutlarındaki yerlerine yerleştirilerek araştırma yenilenmelidir. Teknolojik kullanımlar sürekli güncel tutulmalıdır. Kaynakça Basın Enformasyon Genel Müdürlüğü (2007). “Türk Basını: Gazeteler.” http:// www.byegm.gov.tr/TURKBASINI/ gazete-turkce.htm, 4.02. 2007. Beyers, H. (2004). “Interactivity and Online Newspapers: A Case Study on Discussion Boards.” Convergence 10 (4): 11–20. Bezjian-Avery, A., Calder, B., & Iacobucci, D., (1998). “New Media Interactive Advertising vs. Traditional Advertising.” Journal of Advdertising Research 38 (4): 23-32. Boczkowski, P. (1999). “Understanding the Development of Online Newspapers.” New & Media Society 1 (1): 101– 126. Carey, J. (1989). Interactive Media. New York: Oxford University Press. Carlson, D. (2005). “The News Media’s 30-Year Hibernation.” Nieman Reports 59 (3): 68–71. Cooley, J. W. (1999). “Interactive Communication-Public Relations on the Web.” Public Relations Quarterly 44 (2): 41-42. Dibean, W. & Garrison, S. J. (2000). “How Six Online Newspapers Use Web Technologies. Newspaper Research Journal 22 (2): 79-93. Gerpott, J. T. & Wanke, H. (2004). “Interactivity Potentials and Usage of German Pres-Title Web Sites: An Emprical Investigation.” Journal of Media Economics 17 (4): 241-260. Heeter, C (1989). “Implications of New Interactive Technologies for Conceptualizing Communication.” Media Use in the Information Age: Emerging Patterns of Adoption and Computer Use. L. Salvaggio & J. Bryant (Eds.) içinde. Hills- 18 dale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates: 217-235. Heeter, C. (2000). “Interactivity in the Context of Designed Experiences.” Journal of Interactive Advertising 1 (1): http://www.jiad.org/vol1/no1/heeter/ index.htm, 2.4.2007. IV. Kuvvet Medya (2007). “Tiraj Raporu: Gazetelerin 22 Ocak-4 Şubat 2007 Tarihleri Arası Artış Sıralaması.” http:// www.dorduncukuvvetmedya.com/ dkm/article.php?sid=7852, 4.02.2007. Kenny, K., Gorelik, A., & Mwangi, S. (2000). “Interactive Features of Online Newspapers.” First Monday 5 (1): http:// www.firstmonday.org/issues/issue5_1/ kenney/index.html, 4.02.2007. Lombard, M. & Snyder-Duch, J. (2001). “Interactive Advertising and Presence: A Framework.” Journal of Interactive Advertising 1 (2): http://www.jiad. org/vol1/no2/lombard/index.htm, 4.02.2007. Mannteufel, I. (2002). “Deutsche Welle ve 31 Dilde İnternet Yayını.” İnternet Çağında Gazetecilik. Serhan Yedig ve Haşim Akman (der) içinde. İstanbul: Metis Yayınları: 105–107. Massey, B. L. & Levy, M. R. (1996). “Interactivity, Online Journalism at English-Language Web Newspapers in Asia.” Journalism and Mass Communication Quarterly 76 (1): 138-151. McMillan, J. S. & Hwang, J. S. (2002). “Measures of Perceived Interactivity: An Exploration of the Role Direction of Communication, User Control, and Time in Shaping Perceptions of Interactivity.” Journal of Advertising 31 (3): 29–42. McMillan, J. S. (2002). “A Four-Part Model of Cyber-Interactivity.” New Media & Society 4 (2): 271–291. Newhagen, J. E., John, W., Levy, M. R. (1995). “[email protected]: Audience Scope and the Perception of Interactivity in Viewer Mail on the Internet.” Journal of Communication 45 (3): 164-171. Newspapers Association of America (2004). “Facts About Newspapers 2004.” http://www.naa.org/info/facts04/interactive.html, 4.02.2007. Pavlik, J. (1998). New Media Technology: Cultural and Commercial Perspectives. (2nd edn). Boston: Ally and Bacon. Rafaeli, S. (2005). “Interactivity from New Media to Communication.” The Social Net: Understanding Human Behavior in Cyberspace. Yair Amchai Hamburger (der.) içinde. Oxford: Oxford University Pres: 111–133. Rafeeq, A. (2006). “New Zealand Newspapers on the World Wide Web: Few Online Newspapers Use Interactive Features.” 2nd Joint JEANZ/JEA, December 4-7, 2006. Auckland, New Zealand. Rodgers, S. & Thorson, E. (2000). “The Interactive Model: How Users Perceive and Process Online Ads.” Journal of Interactive Advertising 1 (1): http://jiad. org/vol11/no1/rodgers/index.html, 4.02.2007. Rogers, M. E. & Allbritton, M. M. (1995). “Interactive Communication Technologies in Business Organizations.” The Journal of Business Communication 32 (2): 177–195. Schultz, T. (1999). “Interactive Options in Online Journalism: A Content Analysis of 100 U.S. Newspapers.” Journal of 19 Computer-Mediated Communication. 5 (1): http://ascusc.org/jmc/vol5/issue1/ schultz.html, 4.02.2007. line Newspapers: Living Up to Their Potential?” 81st Annual Meeting of the Association for Education in Journalism and Mass Communication, 5-8 August 1988. Baltimore, Maryland. Singh, S. N. & Dalal, N. P. (1999). “Web Pages as Advertisements.” Communications of the ACM 42 (8): 91-98. Türkiye İstatistik Kurumu (2005). “Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanımı Araştırması.” TÜİK Haber Bülteni, Sayı: 179. Steuer, J. (1992). “Defining Virtual Reality: Dimensions Determining Telepresence.” Journal of Communication 42 (4): 73–93. Wilson Dizard, Jr. (1994). Old Media/ New Media: Mass Communications in the Information Age. NY: Longman. Sunder, S. S., Narayan, R., Obregon, and Uppal, C. (1998). “Does Web Advertising Work? Memory for Print vs. Online Media.” Journalism and Mass Communication Quarterly 75 (4): 822-835. Wu, G. (1999). “Perceived Interactivity and Attitude Tward Web Sites.” 1999 American Academy of Advertising Conference, 26 March 1999. Albuquerque, NM. Tankard, J. W. & Ban, H. (1998). “On- 20 Dr. Bora Ataman* Türkiye’de İlk Basın Yasakları ve Abdülhamid Sansürü Özet Abstract Bu makalede, üzerinden 100-130 yıl geçtikten sonra bile yoğun tartışmalara konu olabilen Sultan II. Abdülhamid’i ve onun kurumsallaştırıp genişlettiği sansür mekanizmasını mümkün olan en geniş perspektifle ve bilimsel nesnelliğe uygun şekilde değerlendirebilmek amaçlanmaktadır. Bu türden bir girişim, çoğunlukla siyasî saflaşmaların bilim dışı tarihsel nesnesi konumuna indirgenen bu konuya diyalektik bir perspektifle yaklaşmayı bir ön gereklilik hâline getirmektedir. Dolayısıyla İstibdat sansürü, bugünün gözlükleriyle tarihe bakarak değil, kendi toplumsal ve tarihsel bağlamından koparılmadan, uluslararası / ulusal siyasi arka planıyla birlikte ele alınmaya çalışılacaktır. Osmanlı/Türk basın tarihinde sansürün doruğunu simgeleyen II. Abdülhamit sansürünü tarihsel derinliği içinde anlamlandırabilmek için evvelki dönemlerin sansür düzenlemelerine de değinilmesi gerekmiştir. In this article, Sultan Abdulhamid II and his institutionalised and gradually widened censorship mechanism will be argued from a broader perspective and evaluated in regards to scientific objectivity, since these issues has been significantly controversial not only in the Ottoman History but also in Turkish Media History even after more than hundred years passed. This sort of effort should approach to the subject and analyzed it from a dialectical perspective, which mostly degraded to an unscientific historical object of the polarized debates in the politics. Accordingly, the censorship of the autocratic regime will tried to be discussed within its historical and social context and also without forgetting the international and national background. Additionally, in order to understand the Abdulhamid censorship in historical depth -a symbol represented the zenith of the Ottoman/Turk journalism history- previous regulations in terms of censorship needed to be touched upon. Anahtar Kelimeler Key Words Abdülhamid, sansür Abdulhamid, censorship * [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Osmanlı Tanzimatçılığının doruk noktası (Georgeon, 2006a: 40) olarak anılan döneme Fransız modeli ve yasaları damgasını vurmuştur. İmparatorluğun ilk Basın Kanunu ile(1864), basına dair ilk yasaklamaların yer aldığı 1858 tarihli ceza yasaları da Fransız menşelidir. (İskit, 1939: 19; Kabacalı, 1990: 19; İnuğur, 1993: 199-200)1 Bu kanuna imzayı, seçimle iktidara gelip, başkanı olduğu cumhuriyete son vererek imparatorluğunu ilan eden III. Napoléon (1852–1870) atmıştır.2 (Goldstein, 2000: 160) Parlamentoyu etkisizleştirip sansürü yerleştirerek kamuoyunu sessizliğe mahkûm eden Louis Napoléon Bonaparte’ın, 17 Şubat 1852 tarihli Basın Kanunu,3 (Goldstein, 2000: Bu kanunda esasen bir ön sansür bulunmamaktadır. Koloğlu, bu nizamnameyi basın rejimini uygar ülkelerin düzeyine getirdiği ve basın suçlarının yargılanması için özel bir mahkeme kurulmasını sağladığı için övmektedir. Ayrıca 1 Ocak 1865’de yürürlüğe giren bu kanunun Türkçe basın tarafından da olumlu karşılandığını belirtir. Bkz. Orhan Koloğlu, Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İstanbul: İletişim Yayınları, s.79–80. 1 Fransa’da muhalif bir yasama meclisi üyesi olan Jules Favre şöyle demiştir: “Fransa’da sadece bir tek gazeteci vardır, o da imparatorun kendisidir. 2 Napoléon’un imparatorluğunu ilan etmeden 10 ay kadar önce yürürlüğe soktuğu Basın Kanunu’nda, basın ön sansüre tabi değildi. Ancak gerek yasal gerekse de idari öylesine baskı altındaydı ki, bu, gazetelerin kendilerini sansür (oto-sansür) etmelerine sebep oluyordu. Bu kanun 11 Mayıs 1868’de, gazetelerin lisans alma zorunluluğunu kaldır3 149-154) her ne kadar Fransa’da kısa ömürlü olmuşsa da, Osmanlı’da, kısa bir süre dışında, çeşitli değişikliklerle birlikte, II. Meşrutiyet’e kadar 45 yıl yürürlükte kalmıştır. Türkiye’nin Batılılaşma serüveninde 19.yy.ın bir reformlar çağı olarak önemi büyüktür. (Ortaylı, 1983: 9-14) Giderek demokratikleşen modern çağın, kitlelerle eklemlenmesini sağlayan en büyük güçlerden biri ise, kamuoyu oluşturmadaki becerisi sebebiyle, Türkiye’de de, kuşkusuz basın olmuştur. Ancak basının doğumu ve gelişimi Batı’da olduğu gibi bu topraklarda da sancısız değildir. Biz de bu makalede, 19.yy. Türkiye’sinde basın ve basın sansürünü, mümkün oldukça siyasi arka planıyla birlikte incelemeye çalışacağız. Miadını doldurduğu halde yaşamak için direnen bir imparatorluğun elindeki en gözde araçlardan biri olarak basın üzerine uygulanan baskının, basit anlamda gerici ve yasakçı bir zihniyetin tezahürü olmadığı görülmektedir. Sansür, çağa ayak uyduramamış bir imparatorlukta emperyalizme karşı bir savunma ve statükonun devamını sağlama aracıdır. Özellikle Abdülhamid devrinde kurumsallaşan sansür, devletin en aciz kaldığı durumlarda bile, ancak tozpembe tablolara geçit vererek, iktidarın halk için neyi rıza görüyorsa ona inanması gerekliliği mantığında çalışmıştır. Osmanlı’da ilk basın yasakları ve özellikle II. Abdülhamid dönemi basın sansüründen söz edeceğimiz bu makalenin başında, Karl Marks’ın, Napoléon’u iktidara taşıyan koşulları irdelediği esedı. Aynı zamanda gazeteler artık idare tarafından uyarılamayacak, tatil edilemeyecek ve kapatılamayacaktı. 22 danlık dönemini (1876–1909) de kapsayan 1875–1914 arasını “İmparatorluk Çağı” olarak adlandırır ve ardından bunun yeni türde, sömürgeci bir imparatorluk dönemi olduğunu belirtir. Endüstri devrimlerinin etkisiyle dünya ekonomisi muazzam büyümüş, sanayi mallarının üretimine ayrılan alanların genişlemesi ve dünya pazarlarıyla bütünleştirilmesi sonucu, bu malların ticaretteki hacmi 1880–1913 arasında yaklaşık üç katına çıkmıştır. Bu dönemde Britanya, dünyanın endüstrileşmiş tek hâkim gücü olma özelliğini yitirmiş, yarışa başta ABD, Almanya, Fransa olmak üzere diğer endüstrileşmekte olan ülkeler katılmıştır. Ekonominin dönüşümü; coğrafi açıdan daha geniş bir tabana yayılması, teknoloji devrimi, kitle pazarının tüketim mallarıyla genişlemesi, sermayenin yoğunlaşması, siyaset ve ekonominin giderek artan yakınlaşması gibi etkilerle, kapitalizmin serbest ticaret ülküsünü kökten sarsmıştır. Hobsbawm şöyle diyor: “1875’ten sonra şu ya da bu şekilde devletin ya da kamu otoritesinin yardımı olmadan, özerk ve kendini düzenleyen (Adam Smith’in ünlü ‘gizli el’i) piyasa ekonomisinin etkililiği hakkında şüpheler duyulmaya başlandı. El, her alanda görünür olmaya başlıyordu. (1999: 65) rindeki şu sözlerini hatırlamakta fayda var: (Marx, 1990: 13-14) “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” Marks’ın tarih anlayışının özeti olarak ifade edilen bu cümledeki teorik yaklaşım, tüm padişahlar için olduğu kadar özellikle de II. Abdülhamid’i, dönemini ve yıllardır bitmek bilmeyen tartışmalara sebep olan uygulamalarını idrak edebilmenin de bir önkoşuludur. Bu makalede temel amaç, üzerinden 100-130 yıl geçtikten sonra bile yoğun tartışmalara konu olabilen Sultan II. Abdülhamid’i ve onun kurumsallaştırıp genişlettiği sansür mekanizmasını mümkün olan en geniş perspektifle ve bilimsel nesnelliğe uygun şekilde değerlendirebilmektir. Bu türden bir girişim, çoğunlukla siyasî saflaşmaların bilim dışı tarihsel nesnesi konumuna indirgenen bu konuya diyalektik bir perspektifle yaklaşmayı bir ön gereklilik hâline getirmektedir. Dolayısıyla İstibdat sansürü, bugünün gözlükleriyle tarihe bakarak değil, kendi toplumsal ve tarihsel bağlamından koparılmadan, uluslararası / ulusal siyasi arka planıyla birlikte ele alınmaya çalışılacaktır. Osmanlı/Türk basın tarihinde sansürün doruğunu simgeleyen II. Abdülhamit sansürünü tarihsel derinliği içinde anlamlandırabilmek için evvelki dönemlerin sansür düzenlemelerine de değinilmesi gerekmiştir. Bu dönemde, Dünya’nın Avrupa ve Amerika kıtası dışında kalan dünyanın büyük bölümü, Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, ABD ve Japonya’nın resmi yönetimi ya da gayrı resmi siyasal egemenliği altındadır. (Hobsbawn, 1999: 67-68) Emperyal güçlerin ekonomik çıkarları ile siyasi hırsları atbaşı gitmektedir. Devletlerarasındaki siyasal rekabetin ve bu devletlerin sömürgelerdeki girişimci gruplarının ara- Arkaplan Hobsbawm, II. Abdülhamid’in hane- 23 sındaki çekişmelerin yoğunlaşması emperyalizmi geliştirdi ve sonunda sömürgeleri paylaşmakta anlaşamayan “Büyük Devletler” arasındaki ihtilaflar, Birinci Dünya Savaşı’nı doğurdu. Bilindiği üzere şeklen de olsa sahip olduğu Ortadoğu petrolleri, demiryolları, telsiz-telgraf hatları, kara ve deniz ticaret yolları ile bu paylaşımın başlıca nesnesi Osmanlı Devlet’iydi. Britanya’nın dünyanın en büyük ekonomisi ve deniz gücü olduğu dönemde, Osmanlı üzerine hesabı, kapitülasyonlara dayalı imtiyazların sağladığı faydalarla birlikte, daha çok bu devletin varlığının korunmasına dayanıyordu. Doğu’nun büyük gücü Rusya’yı sıcak denizlere indirmemek, Britanya’nın en kıymetli mücevheri Hindistan’ı tehlikeye düşürmemek, vb. amaçlar, Britanya önderliğinde diğer Avrupa güçlerini de, Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı Osmanlı safında savaştırdı. Ancak endüstrileşmeyle birlikte emperyalistler arası rekabet kızıştı, gerek ekonomik gerekse de askeri açıdan hızlı ilerlemeler sağlayan Rusya’yı Osmanlı’ya karşı durdurmak son derece güçleşti. Öte yandan büyük bir endüstri devi haline gelen ve bir kara imparatorluğu olduğu halde, Britanya’nın deniz gücünü sarsacak bir hızla donanmasını geliştiren Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı üzerindeki etkisini giderek güçlendirmesi, Britanya’yı çıkarları gereği Rusya’ya yakınlaştırıyordu. Bu süreçte Britanya’nın Osmanlı politikası değişti ve Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması, Londra için birincil önemdeki değerini yitirdi. 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan ağır yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti artık paylaşım hesaplarının açık hedefi, Avrupa’nın ‘Hasta Adam’ıydı. Azınlık- lar sorununu, Avrupa’nın ‘yardımlarıyla’ 1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı’yla aşmaya çalışmış olan Osmanlı Devleti’ne artık yardım eli uzatan yoktu. Avrupa kamuoyu koparılan yaygaralarla, Osmanlı’nın, Hıristiyanlara yaptığı zulümlerle inliyordu. Azınlıkların hakları hatta özerklik ve neticesinde de bağımsızlık talepleri karşılanmalıydı. Osmanlı tebaasından sayılan azınlıklar, teorik düzlemde 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden, pratikte de 1848 devrimlerinden ve yeni tip milliyetçilik cereyanından büyük ölçüde etkilendiler. (Hobsbawm, 1993: 125-126) Bu süreçte kiliselerin rolü de, birer kültür taşıyıcısı ve eğitim kurumu olarak çarpıcıdır. 4 Gerek Balkanlarda gerekse de Doğu Anadolu’da kiliseler, etnik unsurlara değil, dini unsurlara göre biçimlenmiş Osmanlı Devleti’nin siyasi ve idari yapılanmasında, ‘milli bilinci’, etnik temellere dayalı olarak, yüzlerce yıl bünyelerinde taşıdılar. Emperyalist devletlerin kışkırtmalarıyla birlikte alevlenen Balkan halkları ve Doğu Anadolu Ermenileri, Fransız Devrimi’nin aksine, dinsel dogmaya önemli bir düşmanlık beslemediler ve boyunduruğunda bulundukları Müslüman bir devletten kurtuluşun anahtarını, halkın dini duygularını domine etmedeki iktidarı sebebiyle, kilisede gördüler. Bu yüzden de milliyetçi örgütler, kiliseyle aralarındaki ilişkiyi genellikle sıcak tuttular ya da en azından düşmanca görmediler. Daha sonra Birinci Dünya Savaşı’nda görüleceği üzere Daşnaklar, Hınçaklar gibi sosyalist/milliyetçi Ermeni örgütleri kiliseleriyle birleştiler ve Ulus devletlerin inşası ve yeni tip milliyetçilik hakkında daha geniş bilgi için bkz. Hobsbawm, s.159–182. 4 24 bağımsız devlet idealleri uğruna, emperyalist orduların emri altına girdiler. lik” adlı eserinde, İngilizlerin, Katolikler aleyhine Osmanlı İmparatorluğu’nda nasıl Protestan nüfuzu geliştirmeye ve yaymaya çalıştıklarını, hatta Ortodoks unsurları nasıl himayelerine almaya çalıştıklarını anlatır.(Berkes, 2005:19-23) Anglosakson liberalizmi ve Protestan ahlâkın, dünya üzerine girişilen bu egemenlik oyununda sadece birbirlerinin en büyük destekçileri değil, aynı zamanda bu dönemin en başarılı, en verimli birlikteliğini de sergilemiş oldukları ifade edilir. Yeni sömürgeciliğin ruhunu, Katolik Cizvitler, Fransiskenler, Lazaristlerden ziyade, Britanya İmparatorluğu ve ABD emperyalizminin başı çektiği ve onların peşi sıra hedef ülkelere sızan Protestan misyonlarında aramak gerekir.5 Niyazi Berkes, “Patrikhane ve Ekümenik- Burada dikkat çekilmesi gereken bir hususun da, Protestanlarla bu döneme kadar yakın ilişkisi olmayan Ortodoksların, kısa zaman içinde, onların, bir ekonomik ve siyasi uydusu haline gelmiş olabilecekleridir.6 Bunun Hobsbawm’daki cevabının giderek sağa kayan yeni tipteki milliyetçilikle ilintili olduğunu görebiliriz. Berkes, eserinde bir Rum yazardan şu alıntıyı yapıyor: Ortaylı, İmparatorluğun eğitim hayatında en faal unsurun Amerikan misyon okulları olduğunu belirtiyor. Bu okulların sayısının, 20.yy.ın başında 400 civarında olduğunu ve Ermeni ve Hıristiyan Arap nüfus arasında Protestanlığı yayabildiklerini söylüyor. Balkanlar gibi henüz ulusal bilincin gelişmediği bu bölgelerde misyoner eğitimin Balkanların aksine başarılı olduğunu da ekliyor. Bkz. Ortaylı, s.140–141. İngiliz Konsolosluklarının Osmanlı İmparatorluğu’ndaki emperyalist işlevleri hakkında bkz. Uygur Kocabaşoğlu, Majestelerinin Konsolosları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.160–163, 168, 174, 179, 201, 211–213. Osmanlı’daki “Azlık ve Yabancı Mektepleri ve Müesseseleri” ve “Yabancı Kültür Teşekkülleri ve Müesseseleri” hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul: Eser Kültür Yayınları, Cilt 1–2,s.725–785, 803–815. Hobsbawm, 1876–1902 arasının Protestan misyonerliğinin tepe noktasını oluşturduğunu söyler. Ancak yazar misyonerliğin hiçbir biçimde emperyalist politikaların bir mümessili olmadığını belirtir. Ancak burada kanımızca ortaya çıkan paradoksu şu cümlesiyle bir ölçüde kendisi de açığa vurur: ”Ne var ki, Tanrı’nın başarısı, emperyalist ilerlemenin bir işleviydi.”Hobsbawm, s.84. 5 İstanbul’un zaptından sonra, Rumlar hayli din özgürlüğüne kavuştular. Bu özgürlüğü, hem eğitsel, hem yurtsever amaçlar için kullanma açıkgözlülüğünü gösterdiler. Her Rum Kilisesi bir gizli okul, her papaz bir öğretmen oldu… Herkesin bildiği olay şudur ki, Rum Kilisesi olmasaydı bir Yunan ihtilalı ve bir Yunan bağımsızlığı olamazdı. Bu olay bize Rum milletinin neden kiliselerine bu kadar bağlı olduğunun nedenini de gösterir. Aynı hususta Osman Ergin’in üç ciltlik “Türk Maarif Tarihi” adlı eseri de önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Berkes’in alıntısına temel olacak faaliyetlerin ayrıntılarını, söz konusu eserin, özellikle Ermeni ve Rum kilise ve mekShaw, Protestanların başlattıkları Ermeni etnik kişiliğini özendiren, dil ve tarih çalışmalarının ve bu milleti koruyucu tutumlarının, Ermeni milliyetçi duygusuna destek olduğunu belirtmektedir. Bu misyoner çalışmalarının ayrıntıları için bkz. Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, İstanbul: E Yayınları, 2006, Cilt 2, s.163–164. 6 25 tepleriyle ilgili satırlarında tespit etmek mümkündür. (Ergin, 1977: 739, 750-760)7 Kısaca, Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıkları, kiliselerinin ve her türlü kültürel teşekküllerinin uzun zamana yayılan faaliyetleri sayesinde “kimliklerini” korumuş ve geliştirmeyi başarmıştır. Böylelikle, yeni sömürgecilikle birlikte, merkezden çevre ülkelere doğru yayılan milliyetçilik, geleneksel dini önderlerin dirençlerine karşın, tutunabilmiştir.8 Farklı din ve etnik kökenlerden oluşan ve siyasi gücünü uluslararası arenada uzun zamandır yitirmiş ancak çıplak bir sömürge ülkesi haline de getiril(e)memiş Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu emperyalizm destekli yeni milliyetçiliğin doğurduğu trajik sonuçlar olacaktır. 19.yy. Aynı zamanda Protestan ve Katolik müesseselerinin tarihi, teşkilatlanma yapısı, ekonomik dayanakları, sömürge faaliyetleri ve birbirleriyle rekabeti açsından da bkz. s.803– 815. Ayrıca kilise ve milliyetçilik arasındaki bağ için bkz. François Georgeon, OsmanlıTürk Modernleşmesi (1900–1930), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s.2. 7 İlber Ortaylı, geleneksel eğitimin, gayrimüslim azınlıklar arasındaki yeni burjuvazinin, Avrupa ile ilişkiler ve ulusalcılık gibi olguların iç içe geçtiği bir dönemde, ihtiyaçları karşılamaktan uzak olduğunu belirtir. Bu sebeple azınlıklar, Yahudi din adamlarının tepkisine rağmen laik nitelikli eğitim veren Alyans okulları gibi, kendi laik okullarını açmaya başlamışlardır, der. Ortaylı ayrıca, Balkanların diğer bölgelere göre, azınlıkların laik eğitim ve uluslaşma sürecinde diğer bölgelere göre üstünlüğünü belirtiyor. Bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayın, 1983, s.139–140. Misyon okullarının başarısı ve Osmanlı Devleti’ne zararları hakkında ayrıca bkz. Shaw, s.146, 148. 8 sonundan Birinci Dünya Savaşı’na kadar karışıklıkların hiç bitmediği Balkanlar, görece az nüfuslu ve küçük bir toprak üstünde yaşayan etnik unsurların, ulusal kiliselerinin de desteğiyle geliştirdiği, ayrılıkçı bir milliyetçilik modeli oluşturur. Tarihi, kültürel, ekonomik, siyasi, etnik niteliklerin kaynaşıp -Fransa, Almanya, İtalya örneklerinde olduğu gibi- yeni bir ulus devlet yaratması yerine, özellikle etnik ve dilsel farklılıkların bölünmeye hizmet ettiği yeni tip bir milliyetçilik. Osmanlı’nın muazzam savaş makinesinin eski caydırıcılığını yitirmesinin ve giderek gözden düşmesinin temelinde, Avrupa’da yüzyıllardır yaşanan gelişmeler ve Osmanlı’nın bu gelişmelere ayak uyduramaması bulunmaktaydı. Avrupa’nın ilerlemesi 18.yy.dan itibaren hız kazandı ve bilimsel devrimleri, sanayi devrimleri ve teknolojik gelişmeler izledi. Osmanlı ise, geleneksel reform hareketlerini bir yana bırakarak, II. Mahmud’la (1808–1839) birlikte 19.yy.ın hemen başlarında, bir türlü ayak uyduramayacağı ve genellikle dinsel referanslı güçlü muhalefetlerin tehdidiyle karşılaşacağı, istese de istemese de nefes nefese peşinden sürüklenmek zorunda kaldığı “yenileşme” hareketlerine girişti. (Ortaylı, 1985: 137) 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın altındaki Gülhane alanında Mustafa Reşit Paşa’nın okuduğu padişah fermanıyla açılan ve II. Abdülhamid’in tahta çıkışına kadar süren Tanzimat Çağı ise, yenileşme hareketlerinin kapsamını tüm Osmanlı kurumlarına varıncaya dek genişletti. (Shaw, 2006: 86-216) 1876 yılında tahta çıkan ve 1909’da “31 Mart Vakası” olarak bilinen gerici ayaklanmanın bastırılmasının ardından tahttan in- 26 dirilen II. Abdülhamid de, birçok bakımdan bu yenileşme hareketlerinin takipçisi olmuştur.9 (Kılıçbay, 1985: 152) Ancak Osmanlı’nın yıkılışına kadar süren II. Meşrutiyet dönemi de (1908–1922) dahil olmak üzere hiçbir yenileşme hareketi, Osmanlı’yı Avrupa’nın karşısında eşit muamele gören bir devlet konumuna yükseltmeyi başaramadı. Hatta İttihat ve Terakki’nin, I.Dünya Savaşı sırasında, yüzlerce yıldır Osmanlı’nın ekonomik ve siyasi bağımsızlığını ayaklar altına alan Kapitülasyonları, tek taraflı olarak kaldırdığını açıklamasından, müttefiki Almanya bile, emperyal çıkarları tehlikeye girdiği için rahatsız olmuştu. (Akşin, 2006: 411) 1908 Jön Türk Devrimi ve II. Meşrutiyet’in kazanımlarını, Mustafa Kemal önderliğinde Bağımsızlık Savaşı’nı kazanan yeni Türkiye Cumhuriyeti değerlendirebilecekti. imparatorluğun temelindeki İslami harcı, kâfirlerin her yönden sızan güçlü ve ayrılıkçı etkisinden koruma gerekliliği; Osmanlı’nın, Hobsbawm’nın “İmparatorluk Çağı” olarak adlandırdığı dönemde, siyasi geleceğini kesin olarak belirleyecek bir hal almıştır. Bu yüzden de acelesi olan Osmanlı’da “Batılılaşma”, nerdeyse her alanda sergilenen bir ithal seferberliği görünümündedir. Fakat emperyal çıkarlarından zerre kadar taviz vermeye yanaşmayan Batı’nın karşısında “Batılılaşmak” ise neredeyse imkânsızdır. Batı’nın Osmanlı’dan talepleri zaman içinde bir kısır döngü yaratmıştı. Gayrimüslim tebaa için talep edilen her reformu, önce özerklik sonra da bağımsızlık mücadeleleri izliyordu. Bitmeyen çete faaliyetleri, irili ufaklı savaşlar, ardından gelen savaş tazminatları, sürekli elden ya da kontrolden çıkan toprakların yarattığı mali kayıplar, Büyük Güçler’in her seferinde türlü türlü tavizler kopardıkları konferanslar, hoşlarına gitmeyen durumlarda başvurdukları gövde gösterileri ve dayatmaları… Osmanlı ise, Batı’ya rağmen Batılılaşmasının yarattığı paradoksal duruma cevaben, halifelik makamını, özellikle II. Abdülhamid’in siyasi manevraları ve müttefiki Alman İmparatoru II. Wilhelm’in de desteğiyle, uluslararası bir denge siyasetinde koz olarak kullanma yoluna gitmiştir.10 İlber Ortaylı, Osmanlı’nın modernleşme çıkmazını şöyle özetlemektedir: “19. Yüzyıl dünyasının gerektirdiği siyasi ve idari yapıyı kurmak için çabalayan reformcular, çağlarına uygun olmayan bir iktisadi alt yapı devralmışlardı. Bir başka deyişle; dünya görüşleri ve uygarlık anlayışları ve devlet geleneklerinin onlara gösterdiği yol, iktisadi engelleri aşamıyordu. Geciken Osmanlı modernleşmesinin çıkmazı buydu.” (1983: 169) Bir yanda sömürgecinin karşı konulamaz askeri, siyasi ve ekonomik gücünü adapte etme zorunluluğu, öte yanda ise, Ortaylı, Hilafet unvanının ısrarla kullanılmasının 1789 “Aynalı Kavak Tenkihnamesi” ile başladığını söyler. Osmanlı Hükümdarı, Kırım elden çıktığı halde buradaki Müslüman nüfuz üzerindeki hilafetten kaynaklanan dini haklarının korunmasına çalışmaktadır. 19.yy.da halifelik unvanı, hem halk hem de tüm dünya Müslümanları tarafından benimsenmiştir. Ancak Ortaylı, özel- 10 Mehmet Ali Kılıçbay, istibdat döneminin çok ilginç bir biçimde Osmanlı batılılaşmasının en yoğun dönemi olduğunu belirtir. Bu paradoksal görünen durumun başlıca sebebi, istibdadın azimli bir muhalefet ortaya çıkarmasıdır. 9 27 Kısaca, Batı’nın çok korktuğu “Panislamizm”, gerçekte yine Büyük Güçler’in ve başta da Rusya’nın Panslavizm akımına bir tepki olarak doğmuştur dersek çok yanıltıcı olmayacaktır.11 Özellikle Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü korumayı uzun yıllar dış politikasının başat unsurlarından biri olarak benimseyen İngiltere’nin, Rusya ile yakınlaşmasının ertesinde, bu politikasını eskisi kadar önemsememesi, Osmanlı’yı Büyük Güçler karşısında çaresiz bırakmış ve bir anlamda izole etmiştir. II. Abdülhamid’in dış politikası gibi, sınırları içinde kurduğu istibdat rejiminin de, söz konusu izolasyona ve Büyük Güçler’in emperyal emellerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Bu dönemin yarattığı başta siyasi sonuçların yarar ve zararları, likle II. Abdülhamid’in halifelikten kaynaklanan “Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi” unvanını ısrarla kullandığını belirtmekte ve padişahın, siyasi amaçlarla, İngiltere ve Rusya İmparatorluğu’na ait topraklardaki Müslüman halkların üzerinde ruhani otoritesini devam ettirmek peşinde olduğunu söylemektedir. Bkz. Ortaylı, s.128–129. Georgeon, Panislamizm ve Pantürkizm’in birlikte geliştiğini ve birbirini hiç dışlamadığını söyledikten sonra, Pantürkizm’in özellikle Rusların Kafkasya ve Orta Asya’da giriştikleri fetih siyasetine bir tepki ve Panslavizm’e karşı bir muhalefet hareketi olarak görünmekte olduğunu belirtir. Bkz. Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900–1930), s.5–6. Ayrıca Takvimi Vekayi’deki hilafete dair haberleri değerlendiren Koloğlu, halifelik siyasetinin pasif yapılı bir siyaset olduğunu haberlerden örnekler vererek söyler. Bkz. Orhan Koloğlu, Takvimi Vekayi Türk Basınında 150 Yıl 1831–1981, Ankara: Çağdaş Gazeteciler Derneği Yayınları, s.80–84. 11 son zamanlarda yapılan yeni araştırmalarla birlikte, farklı bir perspektif kazanmaya başlamıştır. “Ulu Hakan”–“Kızıl Sultan” ikiliği, artık Abdülhamid tartışmalarının ana eksenini belirlemiyor.12 Kanımızca, Türkiye’nin, Batı’ya rağmen sürdürdüğü “Batılılaşma” serüveni neticelenmediği müddetçe, özellikle Tanzimat, II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki dönemleri aynı yoğunlukla incelenmeye, irdelenmeye devam edecektir. Bunun başlıca sebebi, II. Abdülhamid döneminin, günümüzde bile sadece tarih biliminin değil, belki de daha çok, güncel siyasetin konusu olmasıdır. Sansür denilince ilk akla gelen Osmanlı Sultanı, toplumsal belleğimizde yerini halen saptayamadığımız II. Abdülhamid’dir.13 Uyguladığı reformlarla Tanzimatçıların devamı; emperyalizmle mücadelesinde yönettiği devletin gücünü aşan kurnaz bir politikacı; çağın koşullarını anlamayan bir gerici; reformların içini boşaltarak ülkeyi emperyalizmin oyuncağı haline getiren bir hain; bir katil ya da bir ulu hakan… Bugüne kadar kendisi hakkında birçok tanımlama yapılmıştır. Abdülhamid’in gerçekte kim olduğunu tartışmak her ne kadar makalemizin sınırlarını ve amacını aşsa da, 33 yıllık uzun iktidar döneminde (1876–1909) basın alanındaki uygulamalarını izleyerek tarihsel rolüne de bir anlamda değinmiş olacağız. Benzer fikirler için bkz. Erol Üyepazarcı’nın çevirenin önsözü bölümü. Paul Fesch, Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul, İstanbul: Pera, 1999, s.XIII-XXI. 12 Erol Üyepazarcı, Yalçın Küçük’ün, “…devrimci olmak açısından II. Mahmud ile Kemal Atatürk arasında II. Abdülhamid vardır” sözünün önemli bir varsayım olduğunu söylüyor. Bkz. Üyepazarcı, s.XX. 13 28 II. Abdülhamit’ten Önce Osmanlı’da Basın Sansürü14 yin Cahit Yalçın, Türk basının tarihinde II. Abdülhamid dönemi basın sansürünün önemli bir yer alması gerektiğini ifade etmiştir. (Yalçın, 2002: 118) Elbette bu fikre katılmamak mümkün değil. Ancak, Cevdet Kudret’in de ifade ettiği gibi, Abdülhamid’in bu konuda kendinden önceki kuşağın zengin birikiminin mirasçısı konumunda olduğunu hatırlatmakta da fayda var. (Kudret, 1977: 5) Sultan, bu mirası 33 yıllık uzun iktidarı süresince modernleştirmiş, kurumsallaştırmış ve iktidarının etkin bir gücü haline getirmiştir. (Demirel, 2007: 153-154) Ancak Abdülhamid’in basın rejiminden önce, devraldığı mirası özetlemek, Türkiye’deki ilk basın yasaklarına değinmek lazımdır. II. Abdülhamid, sansür konusunda ilk akla gelen Osmanlı sultanıdır. Hüse14 Sansürün, dar ve geniş olmak üzere iki tarifi bulunmaktadır. Dar anlamıyla sansür, herhangi bir haber, fikir ya da sanatsal bir ifadenin yayınlanmadan önce devletin yetkili organları tarafından muayeneden geçirilmesi, zararlı görünen yerlerinin kırpılarak onaylanması ya da hepten yasaklanması anlamına gelir. Ancak geniş anlamıyla, yayımlanmadan önce bir muayene söz konusu olmadığı hallerde bile, devletin her türlü baskısını ve ifadeyi engelleyici yasaklamalarını ifade eder. Hasan Refik Ertuğ; “bilimsel açıdan sansür, fikirlerin ve haberlerin toplanması ve yayılması hareketlerine karşı yöneltilen bütün engellemelerdir” der. Hasan Refik Ertuğ, Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi, İstanbul: İ.Ü.İ.F.G.E., 1970, s.198–203. Ayrıca bkz. Encyclopedia International, Cilt 4, s.205 ve New Grolier Multimedia Encyclopedia’nın ilgili maddesi. Ayrıca Kabacalı, s. 5–10. Bu noktada Ali Birinci’nin, Alpay Kabacalı’nın adı geçen eserini yermek amacıyla kaleme aldığı makaledeki sansür tanımı yetersiz kalmaktadır. Sayın Birinci makalesinde, görebildiği en geniş tanımın, yukarıda bizim en dar olarak verdiğimiz tanım olduğunu söylüyor. Bkz. Ali Birinci, Kebikeç, Hassas Bir Mevzuda Hassasiyetten Uzak Bir Kitap: Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Ankara: Kebikeç Yayınları, Yıl 1, Sayı 1, 1995, s.92–93. Sansür kavramının modern karakteri ve Abdülhamid sansürünün önceki dönem yasaklarından farkı hakkında faydalı bir tartışma için Şükrü Hanioğlu’nun Fatmagül Demirel’in kitabına yazdığı sunuş bölümü ve aynı eserin sonuç bölümüne bakılabilir. Fatmagül Demirel, II. Abdülhamid Döneminde Sansür, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2007, s.11–19, 153–154. Gazete de diğer Batı kurumlarına benzer şekilde, gecikmiş -200 sene kadarbir ithal üründür. Geleneksel kamuoyu oluşturma araçlarının başında gelen kiliselere, Avrupa’da uzun yıllardır gazeteler de eşlik etmektedir. Gazetelerin ilk çıkış amaçlarına ve işlevlerine bakıldığında daha çok iktisadi yönelimli olduklarını söylemek doğru olsa da, zaman içinde toplumu ilgilendiren her türlü meselenin şiddetle tartışıldığı bir mecra, bir kamuoyu oluşturma aracı halini almıştır. (Ataman, 2003: 49-50) Palmira Brummett, II. Meşrutiyet ve Fransız Devrimi gazeteciliğinin, bu konuya ilişkin olarak, ortak yanlarını şöyle özetliyor: (Brummet, 2003:58-59) “İstanbul’daki gazeteciler, devrim sürecindeki Paris gazetecileri gibi, kamuoyunu oluşturan çok önemli bir gruptu; ideolojiyi yayar ve yansıtırlardı.” Modern çağın laik imparatorluklarında, farklı siyasi kamplar, çoktandır kendilerini halka gazeteleriyle anlat- 29 maktadır. Avrupa modelini aynen takip etmeyen Rusya ve Japonya gibi, demokrasi ve laiklik konusunda direnç gösteren daha geleneksel toplumlarda da, gazetelerin sansüre rağmen toplumun dönüşümünde önemli rolleri olmuştur. Osmanlı da ise, kiliseler ve misyoner örgütleriyle birlikte, azınlıkların bağımsızlık mücadelelerinde, gerek Avrupa’dan Osmanlı’ya giren gazetelerin, gerekse de bir süredir azınlıkların kendi çıkardıkları yayın organlarının etkisinin küçümsenmeyecek kadar çok olduğu bilinir. (Koloğlu, 1981: 13) Türkiye’de, Fransız Elçiliği tarafından yayınlanan ilk süreli yayın olan “Bulletin de Nouvelles’ten (1795) sonra 22 ayrı dilde onlarca gazete Osmanlı topraklarında yayınlanmıştır. (Alemdar, 1998: 38) Savaşların, ayaklanmaların, karışıklıkların birbirini izlediği yıllarda, Osmanlı’nın yenilikçi Padişahı II. Mahmud, Batı’nın bu ülke topraklarına çoktan sızmış ve etkin bir güç haline gelmiş bu aracını da benimsemenin zamanı geldiğini anlar.15 Böylece, devletin ilk Yakın yıllarda II. Mahmud’un idrakini kuvvetlendiren iki önemli olay vardır. Birincisi, birbirleriyle bağıntılı olan Yunan isyanı, 1827 Navarin baskını, 1828–1829 Rus Savaşı ve Yunanistan’ın bağımsızlığı sürecinde İzmir’de yayınlanan Fransız kolonisinin yayınladığı gazetelerin tutumlarıdır. Bu süreçte Osmanlı’yı hararetle savunan Alexandre Blacque’ın yazdığı gazetelerin olumlu etkisi ve basının gücü görülmüştür. Ancak kapitülasyonlara dayanarak Fransız Elçiliğinin Blacque’ın Spectateur Oriental gazetesini kapattırması ve Osmanlı Devleti’ni baskı altına alması rahatsız edici olmuş, devleti yeni çözümlere sevk etmiştir. İkincisi de Vekayi el- Mısriye adıyla 1828 yılında Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı yarısı Türkçe ya15 resmi gazetesi Takvimi Vekayi, 1 Kasım 1831’de yayın hayatına başlar. Takvimi Vekayi, Sultan’ın tebaasının ülkede ve dünyada olup bitenden haberdar kılınmasını, yanlış haberlerin devletin düzenine zarar vermesinin engellenmesini ve dünyada bilim, sanat, sanayi ve ticari gelişmelerin aktarılmasıyla halkın eğitilmesini amaçlamaktaydı. (Koloğlu, 1981: 2-11)Ayrıca devletin resmi sözcüsü olan gazete, Türkçe hariç Fransızca, Rumca, Ermenice, Arapça ve Farsça olarak da farklı isimlerle yayınlanmıştır. (Kabacalı, 1990: 14; Koloğlu, 1981: 32-44) Beklenti, bir taraftan, devletin resmi politikası doğrultusunda ülkeyi düzenleyebilmesi ve uygun bir kamuoyu yaratabilmesi, diğer taraftan da yabancı devletlere ve kamuoyuna derdini anlatabilmesidir. Ayrıca, II. Mahmud’un ismini bizzat koyduğu Takvimi Vekayi, daha sonra II. Abdülhamid’in geliştireceği ve yaygınlaştıracağı, tartışmasız ortamda “olayları tek bir gerçeğe bağlı olarak açıklamak hedefinin” (Koloğlu, 1981: 9; Jeltjakov, 1979: 46) ilk hamlesi olmuştur denilebilir. Basını düzenleyen herhangi bir yasanın bulunmamasına rağmen, Takvimi Vekayi, resmi bir organ olarak II. Mahmud’un onayı alınmadan basılamadığı için sansüre tabii olarak değerlendirilebilir. Koloğlu, Osmanlı ordusunun Mısır karşısında aldığı yenilginin gazetede yer almadığını, Mısır’la bir sorun olduğunun ancak bir süre sonra Padişah’ın Mehmet Ali Paşa’yı affettiği açıklamasıyla halka rısı Arapça gazetenin Paşa’ya faydalarıdır. A.D.Jeltjakov, Türkiye’nin Sosyo-Politik ve Kültürel Hayatında Basın, Basın Yayın Genel Müdürlüğü, 1979, s.45. Ayrıca bkz. Demirel, s.27–29. 30 aktarıldığını yazmaktadır. (1981: 71-74) bacalı, 1990: 10-12) Bununla birlikte Müteferrika Matbaası’nın da, Şeyhülislamın matbaayla ilgili fetvasında görülebildiği üzere dinen bir sakınca görmemesine rağmen, dini içeriği olan yazılar basması yasaktı. Basılması planlanan bütün eserler, ulema ve kadılardan oluşan dört kişilik bir heyet tarafından denetlenecek ve düzeltilecekti.17 (Babinger, 2004: 13-14) Geç kalan modernliğin ve Batı’ya rağmen Batılılaşmanın dayattığı ithaller, biraz da içerdeki gelenekçi muhalefeti yatıştırmak amacıyla, ister istemez ithal edilen kurumların alaturkalaşmasına neden olmaktadır. Buna rağmen gazete ne istendiği gibi tek sesli olarak kalmış, ne de eğitsel rolünü sürtünmesiz bir ortamda yerine getirebilmiştir. Batının kurumlarını şeklen taklit edip, içini ise arzu edildiği gibi tasarlamak mümkün olmamıştır. Osmanlı’da gazetelerin modern anlamıyla birer gazete haline dönüşmeye başlamalarıyla; yani çeşitlenip, çoğalıp, farklı fikirleri de tartışmaya açtıkça sınırlamalar, yasaklar ve sansür de devreye girmiştir. Ülkede, hali hazırda gazetelerden önce de, matbaaları ilgilendiren sınırlamalar ve sansür uygulamaları bulunmaktadır. “Osmanlı Devleti’nde sansürün ilk kez görülmesi, matbaanın ülkeye girişi ile ortaya çıkmışsa da, gerçek anlamdaki uygulamalar, Tanzimat dönemi ile başlamıştır.” (Demirel, 2007: 23) Osmanlı’da uzun süre Türkçe basım yapan özel matbaa girişimi olmadığından, bu alanda hukuki bir düzenlemeye de gerek duyulmadığı belirtilmektedir. (Demirel, 2007: 26) Basım ve basın alanında ilk hukuki düzenleme olarak kabul edilen 1857 tarihli Matbaa Nizamnamesi’ne kadar, matbaayla ilgili 1840–1857 yılları arasında çıkmış yedi irade göze çarpmaktadır. Fark edileceği üzere bu iradeler, II. Mahmud’un tahtta bulunduğu yıllarda değil, Tanzimat döneminde çıkartılmıştır. Tanzimat dönemi, genel olarak, adli, hukuki, idari, sosyal, mali, dini, vs. her alanda reformların, düzenlemelerin yürürlüğe sokulduğu yıllardır. Konumuz olan iradeler ise, kitap tabettirmeden önce padişahtan izin alınması, söz konusu dönemde sayıları artan ruhsatsız matbaaların ellerine geçeni basmalarının önüne geçilmesi, bu matbaaların bastığı kitaplar yüzünden işleri azalan devlet matbaasının zarar etmemesi ve Darülfünun’da okutturulacak kitapların tetkik edilme- İlk Türkçe kitap basan Müteferrika Matbaası’nın kuruluşundan (1727) önce azınlıkların Arap harfleriyle kitap basmamaları koşuluyla matbaa açmalarına izin veriliyordu. Buna rağmen Hıristiyanlıkla ilgili kitapları Osmanlıcaya çevirip yayınladığı anlaşılan Cizvitlerin matbaasının, 18.yy başlarında birçok kez kapatıldığı yazılmaktadır. Ayrıca Katoliklerin Ermeniler arasında yayılmasıyla ilgili girişimlerini engellemek için II. Mustafa da bir matbaa yasağı çıkarmıştır.16 (Ka- Fransızlar ve Cizvitleri nasıl rahatsız ettiğinden bahseder. Franz Babinger, 18.Yüzyılda İstanbul’da Kitabiyat, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004, s.8 Babinger ayrıca, Protestan ve Ortodoks Rum kiliselerini birleştirme girişiminin öncüsü İstanbul Patriği Kyrillos Lukarias’ın İngiltere’den getirdiği matbaadan ve bunun Kabacalı bu yasağın III. Selim döneminde, 1803 yılında basılan ilk din kitabı “Risale-i Birgivi” ile kalktığını söylemektedir. Bkz. Kabacalı, s.12. 16 17 31 si gibi amaçlarla çıkartılmışlardı. (İskit, 1939: 837-845, 8-10) 19.yy.ın ilk yarısı biterken matbaalarla birlikte ülkede çıkan gazetelerin de sayısısın artığı görülüyor. Takvimi Vekayi’ye, 1840’da gazete çıkarma imtiyazı alan “Morning Herald”ın İstanbul muhabirliğini de yapan İngiliz William Churchill’in, reklam ve devletten aldığı ödentiyle çıkardığı yarı resmi gazetesi Ceride-i Havadis eklenmiştir. Bunun dışındaki gazeteler ise yabancı dillerde yayınlanmaktadır. İzinsiz açılan matbaaların sayısının da bu dönemde arttığı tespit edilmiştir. 1857’de diğer alanlarda olduğu gibi basım alanında da, bu sektördeki gelişmelere paralel, daha kapsamlı bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuş olmalıdır ki, ilk matbaa nizamnamesi hazırlanmış ve 8 Şubat 1857’de yürürlüğe girmiştir. Daha çok kitap ve risale basımıyla ilgili olan bu nizamnameden amaç, matbaaların denetim altına alınması, ruhsatsız çalışmalarının engellenmesi ve basacakları her şeyden önce izin almalarının sağlanmasıdır. Nizamname, yabancıların da ancak Hariciye Nezareti’nden ruhsat alarak gazete çıkartabileceklerini belirtmiştir. Kurallara uymayanların matbaalarının kapatılacağı ve sorumluların da cürümlerinin derecesine göre cezalandırılacakları belirtilmiştir. (İskit, 1939: 846-847) 1858 yılının Ceza Kanunu’nda ise yasaklar ve uygulanacak yaptırımlar 3 maddeyle daha belirgin kılınmıştır. (İskit, 1939: 846, 10-11, 19; Topuz, 2003: 44; Kabacalı, 1990: 1820; Demirel, 2007: 30; Koloğlu, 2006: 59) Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi ilk basın kanunu ise, Fransız Basın Yasası’ndan devşirilen ve Abdülmecid’in 1861’deki ölümü üzerine tahta geçen kardeşi Abdülaziz döneminde (1861– 1876) hazırlanan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’dir. Bu nizamname yürürlüğe girmeden önce Türk Basını’nda gerçekleşen en büyük yenilik Agâh Efendi ve Şinasi’yle başlayan ilk özel gazetecilik girişimleridir. Agâh Efendi, gazetesini yayınlayabilmek amacıyla, 1860 yılında, o yıllardaki usule göre önce Maarifi Umumiye Nezareti’ne (Eğitim Bakanlığı) başvurmuş, sonra da başvuru belgesi burada onaylanarak Sadaret eliyle Meclisi Vükela’ya (Bakanlar Kurulu) gönderilmiş ve müsaade oradan çıkmıştır. (İskit, 1939: 14-15) 1862’de Şinasi Tercüman-ı Ahval’den ayrılarak kendi gazetesi Tasvir-i Efkâr’ı kurmuştur. Basında rekabet artmış, reformların yarattığı Türk aydını, ülkesinin geleceğinde söz sahibi olmak için ilk atılımlarını yapmaya başlamıştır. Bu uğurda halkı bilgilendirmek, aydınlatmak ve kamuoyu oluşturmak adına, ülke sorunlarını dile getiren ve zaman zaman devlet politikasıyla uyuşmayan yayınlarıyla cesur girişimlerde bulunmuşlardır. Bu aydınlar daha sonra Yeni Osmanlılar adıyla anılacak ve yurtdışına kaçarak zamanla şiddetlendirecekleri muhalefetlerini, gazetecilik faaliyetleriyle sürdürecek ilk Jön Türk kuşağını oluşturacaklardır. 1864 Nizamnamesi’nin basındaki hareketliliğin ve giderek dozajı artan muhalefetin neticesinde ortaya çıktığı söylenmiştir.(İskit,1939: 17; Topuz, 2003: 44; Kabacalı, 1990: 26; Demirel, 2007: 33) Söz konusu nizamnamede bir sansür düzenlemesi yoktur. Ancak gazete çıkartmak ruhsata tabidir ve bu ruhsat her an geri alınabilecek mahiyettedir. Bu kanunla ihdas edilen Matbuat Müdürlüğü’ne, gazetenin bir nüshası im- 32 zalanarak verilecek ve satışa çıkan gazeteler bu imzalı nüshanın kopyaları olacaktır. Basın suçları ve cezaları da yine yasada tespit edilmiştir. Gazetelerin geçici ya da süresiz kapatılmalarına Meclisi Ahkâmı Adliye ve bazı basit suçlarla ilgili davalarına da Zaptiye ve Polis Mahkemesi karar verebilmektedir. İlaveten, gazetecinin kararı temyiz etme şansı yoktur.18 (İskit, 1939: 691-695; İnuğur, 1993: 201; Kabacalı, 1990: 26; Topuz, 2003; 44, Demirel, 2007: 32) Velhasıl, ziyadesiyle sıkı, yasaklarla dolu bir kanun olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İnuğur ve Topuz aynı ifadeyi kullanarak, Namık Kemal’in Tasvir-i Efkâr’da yayınladığı ve Mısır sorununu irdelediği “Şark Meselesi” isimli makalenin bardağı taşıran son damla olduğunu söylemektedir. (İnuğur, 1993: 205; Topuz, 2003: 46; Tevfik, 2006: 46-49) İşte Sadrazam Âli Paşa’nın, henüz üç yaşını doldurmamış Matbuat Kanunu’nu bir anlamda ‘bypass’ eden ve Türk Basın hayatında bugüne kadar bir kara leke olarak anılan kararnamesi bu koşullarda yürürlüğe girmiştir. Kararnamenin etkisini Enver Ziya Karal şöyle ifade ediyor: “Babıâli, bir kararname ile devletin menfaatine zararlı şekilde neşriyat yapan gazeteleri geçici veya müddetsiz olarak idareten kapatmak yetkisini elde etti. Bu suretle, basın hürriyeti ve teminatı ortadan kalkmış oldu” (Karal,: 218) Hâlbuki bu kararnameden önce de bir basın hürriyetinden söz etmek mümkün değildir, gazeteler tatil ediliyor ya da kapatılıyordu. Muhbir Gazetesi, kararname çıkmadan sadece bir hafta önce bile, 8 Mart 1867 tarihinde Belgrat Kalesi’nin bir damla kan dökülmeden Sırplara teslimini eleştiren tutumundan dolayı, Maarifi Umumiye Nazırı’nın (Eğitim Bakanı) emriyle hemen ertesi gün kapatılmıştı. 1909’a kadar yürürlükte kalacak olan bu kanundaki yasaklar bile bir süre sonra hükümete yeterli gelmediğinden, 1867 yılında yayınlanan Âli Kararname ile idare, basına karşı elini daha da kuvvetlendirecektir. Kararname, özellikle Girit İsyanı’nda izlediği politika nedeniyle şiddetle eleştirilen Sadrazam Âli Paşa’nın muhalefetten kurtulma çabası olarak gözükmüştür. Kabacalı, Ali Suavi’nin dönemin en etkin yayınlardan biri olan Muhbir Gazetesi’nde, Girit’te baskı ve tehdit altında kalan Müslümanlar için yardım kampanyası başlatmasını ve bunda başarı göstermesinin, hükümet tarafından bir meydan okuma olarak algılandığını belirtir.19 (Kabacalı, 1990: 28) 16 Mart 186720 tarihinde yayınlanan 18 Ayrıca II. Mahmud’un ilk olarak kurduğu ve Tanzimat döneminde yasama kurumlarının çekirdeğini oluşturacak olan Meclis-i Ahkam-ı Adliye’nin ortaya çıkışı ve dönüşümü ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Shaw, s.110–115. Sırbistan politikasında hükümetin aczini gösterdikleri ve dış güçlerin emperyalist tutumlarına karşı sert bir politika izleyerek kamuoyunu etkiledikleri, böylece bir muhalefet odağı haline geldiklerini yazmaktadır. Bkz. Jeltyakov, s.57–58. İskit, “İlk Opinyon Gazeteleri ve Tenkidkar Neşriyat” başlıklı bölümde bunun sebeplerini biraz daha ayrıntılı vermektedir. Ayrıca Jeltyakov, Muhbir ve Tasvir-i Efkâr’ın, sadece Girit meselesinde değil aynı zamanda Bu tarih İskit’te Hicri Takvim’e göre 10 Zilkade 1283 olarak verilmiştir ve Miladi Takvim’e çevirisi 16 Mart 1867’dir. Ancak Demirel, 17 Mart 1867; Kabacalı, 12 Mart 1867; Topuz, 10 Kasım 1867; İnuğur 27 Mart 19 20 33 Âli Kararname, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durumu, yeni yeni oluşmaya başlayan kamuoyundan saklamak ve muhalefetin tepkisini sıfırlamak amacındaydı. Muhalif basını “düşmanlara fesat aracı olarak birtakım zararlı fikirler ve yanıltıcı haberler yayımlayanlar” (Kabacalı, 1990: 31)olarak tenkit ediyor ve muhakeme edilmeksizin tamamen hükümetçe kapatılabileceğini beyan ediyordu. (İskit, 1939: 26) Söz konusu kararnameyle hükümet, Matbuat Nizamnamesi’yle sınırlı kalmayacağını; hükümetçe cezalandırma ve önleyici tedbirler alma yoluna gidilebileceğini beyan ediyordu. Ancak, bu kararnamenin şartlar dolayısıyla çıkartıldığını, geçici olduğu ve zamanı gelince yürürlükten kaldırılacağı belirtilmişti. Ancak böyle olmadı. Hatta çok kısa ömürlü de olsa, 1876 yılında İskit, Topuz ve İnuğur’un “ilk sansür”, Demirel’in “yeni bir sansür”, Kabacalı’nın “dar anlamda sansür”, Jeltyakov’un “ön sansür” düzenlemesi olarak farklı farklı ifade etme ihtiyacı duydukları yeni bir kararname yayınlandı. (İskit, 1939: 38; Topuz, 2003:47; İnuğur, 1993: 252; Demirel, 2007: 36; Kabacalı, 1990: 44; Jeltyakov, 1979: 92) 1867 ve 1876 tarihlerinde yayınlanan Âli Kararnameler arası dönemde Türk basını açısından çok önemli bir gelişmeyi burada hatırlatmakta fayda vardır. 1865’de, daha sonra “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” olarak anılacak ve Agâh Efendi, Namık Kemal, Ziya Bey, Ali Suavi gibi muhalif yazarların öncülük ettiği bir hareket doğmuştu. Birincil amaçları, ülkeyi meşruti bir monarşi haline dönüştürmek ve buna uygun özgürlükçü 1867 tarihlerini vermektedir. bir anayasa hazırlanmasını sağlamaktı. Hücre örgütlenmesi biçiminde çoğalan bu muhalif cemiyetin önde gelen mensupları, deşifre olmaları ve bir yandan da yayınladıkları gazetelerin sürekli baskı altında bulunması, yazı yazmaktan alı konulmaları, bir kısmı halen devlet memuriyetinde bulundukları için farklı görevlerle İstanbul’dan uzaklaştırılmaları vb. sebeplerin birleşmesiyle, çareyi Avrupa’ya kaçmakta buldular. Bu vaka, basın tarihimizdeki en önemli dönemeçlerden birine işaret eder: “1867–1870 yılları arasında, Avrupa’nın değişik şehirlerinde Muhbir, Hürriyet, Ulûm, İttihad gibi gazeteler yayınlayan Yeni Osmanlılar, “sürgünde bir Türkçe basın” ortaya çıkarmıştır.” (Demirel, 2007: 35) Muhalefetin bu sert sözcüleri, içerde büyük oranda susturulmuş, kontrol altına alınmış basının aksine, arzu ettikleri gibi özgürce fikirlerini dile getiriyorlardı. Sürgün basının her nüshası, kapitülasyonlardan yararlanan, dolayısıyla denetlenemeyen yabancı postaneler yoluyla da ülke içine sokuluyorlardı. Yeni Osmanlıların başlıca finans kaynağı Mustafa Fazıl Paşa’nın,21 Avrupa seyahati sırasında Padişah’la anlaşması üzerine, Paşa payitahta avdet etmişti. Böylece sıkıntıya düşen cemiyetin önde gelenleri de 1870 yılının sonundan itibaren ülkeye geri dönmeye başladı. Sadrazam Âli Paşa’nın 1871’deki ölümü üzerine hafifleyen basın üzerindeki baskı da yeni gazetelerin çıkmasına ve hâlihazırda yayınlananların da daha özgürce yayın yapmalarına vesile oldu. Başyazarlığını Namık Kemal’in yaptığı Ahmet Mithat Efendi’nin yönetiminde çıkan İbret Ga21 34 Mısır Valisi İsmail Paşa’nın kardeşidir. zetesi, bu dönemde muhalefetin merkezi ve radikal Yeni Osmanlıların sözcüsüdür. (Koloğlu, 1985: 83) Kısa tarihinde birkaç kez tatil edilen ve toplam 132 sayı yayınlanabilen İbret Gazetesi, 1873 yılında Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” piyesinin sahnelenmesinden sonra yarattığı kamuoyu etkisinin de endişesiyle, bu olayın üzerinden bir hafta geçmeden, külliyen kapatılmıştır. Namık Kemal, Nuri Bey, Ebuzziya Tevfik, Hakkı Efendi ve Ahmet Mithat Efendi tutuklanmış ve daha sonra da sürgün edilmişlerdir.22 (Tevfik, 2006: 437-465) Bu dönemde, Teodor Kasap tarafından çıkarılan ve Türk Basını’nın ilk mizah dergisi olan Diyojen, ardılı Çıngıraklı Tatar ve Hayal de dahil olmak üzere birçok başka gazete ve dergi de tatil edilmiş ya da süresiz olarak kapatılmıştır. çenin kaldıramayacağı askeri harcamalar yaparken, devlet, özellikle Balkanlar’dan kaçarak Anadolu’ya sığınan muhacirlerin mali yükünün yarattığı sorumluluğun altında ezilmiştir. 1873–1874 yılını kapsayan büyük kuraklık da Anadolu’yu aç, devleti ise vergisiz bırakarak, kötü gidişata tuz biber ekmiştir. Bu sırada Balkanlar, uzun bir süredir alışılageldiği üzere kaynamaya devam etmektedir ve ağır vergilere karşı 1875’te önce Hersek’te başlayan isyan hızla Bosna’ya yayılmış, perdenin arkasında olan uluslararası aktörler işler çığırından çıkıyor bahanesiyle hemen sahne almışlardır. Rus yanlısı tutumuyla bilinen ve “Tanzimat Paşaları”nın sonuncusunun (Âli Paşa) ölümüyle iktidarı devralan kadronun en önemli simalarından olan Mahmud Nedim Paşa, 1871–1876 yılları arasında iki kez sadrazamlık yapmıştır ve ülkenin dış politikasını daha çok Rusya’nın lehine olarak dönüştürmekle suçlanmaktadır. Mahmud Nedim Paşa, söylentilere göre Rus Elçisi İgnatiev’in yönlendirmesiyle, (Georgeon, 2006a: 51) Osmanlı Devleti’nin borç ödemelerini kısmen durdurmak zorunda olduğunu ilan etmiştir. Bu Avrupa mali çevrelerinde bir infiale yol açmış, özellikle İngiltere’de, liberallerin başı William Gladstone’un bayraktarlığını yaptığı Osmanlı aleyhtarı kampanyalara zemin sağlamıştır. (Georgeon, 2006a: 50-54; Karal, 237-240; Shaw, 2006: 197-206) Bu kampanyaların kamuoyundaki etkisi, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana olan Disraeli Hükümetini, Osmanlı lehine işlere karışmaktan uzak tutmuştur. Rusya’nın böylece eli daha da güçlenmiş ve Sırpları kullanarak Balkanlar’da Panslavizm politikaları- Osmanlı Devleti bu dönemde her taraftan kuşatma altındadır. Uluslararası baskı, dozajını sürekli artırmakta; Balkanlar, Büyük Güçler’in müdahaleleri sayesinde, yeni isyan hareketleri ve bağımsızlık talepleriyle kaynamaktadır. Devlet ise mali açıdan son derece zayıftır. Yeni istikrazlar hep eskisini kapatmak için alınır hale gelmiş, yatırımlar yetersiz kalmış, paralar borçların faiz ödemelerinde tükenmiştir. Tanzimat idealinin içinde yer alan iltizam usulünün kaldırılması fikri gerçekleştirilememiş, dolayısıyla düzenli bir vergi reformu yapılamamıştır. Bunlara ilaveten, Abdülaziz, orduyu ve deniz kuvvetlerini geliştirmek için bütEbuzziya, Ahmet Mithat Efendi’nin olan bitenle alakası olmadığını söylemektedir. Ahmet Mithat Efendi o sıralarda Dağarcık dergisini çıkartmaktadır ve İbret’in yazı işleri ile ilgisi yoktur. Ayrıca bkz. İskit, s.30–33. İnuğur, s.232–233, Koloğlu, s.83–84. 22 35 na hız vermiştir. İsyan kısa sürede Sırbistan ve Bulgaristan’a yayılmıştır. Bunca karışıklık ve kriz ortamında Mahmud Nedim Paşa’ya 1867 tarihli basın kararnamesi yeterli gelmeyecek ve basının ön denetime tabi tutulmasını sağlayacak yeni bir kararname yayınlatacaktır. Bu sırada Bulgaristan bunalımı had safhadadır ve Hıristiyan ve Müslümanlar karşılıklı kırıma başlamış, Avrupa kamuoyu ise Osmanlı Devleti’ni yine barbarlar olarak suçlamış ve sanki sadece Hıristiyanlar katlediliyormuş gibi bir hava yaratmışlardır. Bir yandan da Payitaht huzursuzdur ve Müslüman köylerinden gelen endişe verici haberler İstanbul’u karıştırmıştır. Softalar (medrese öğrencileri) 8 Mayıs 1876’da okullarından çıkmış, hükümeti şiddetle eleştirmiş ve şeyhülislamın görevinden alınmasıyla yetinmeyeceklerini, sadrazamı da istemediklerini Padişah’a duyurmuşlardır. Böylece, 12 Mayıs 1876’da “ilk sansür” kararnamesini yayınlatan Sadrazam, aynı gün görevini Mütercim Rüştü Paşa’ya bırakmak zorunda kaldığından bu sansür kararnamesinin ömrü de başlamadan son bulmuştur denilebilir. Yeni sadrazam sansürün kalktığını bildiren yeni kararnameyi 14 Mayıs’ta neşrettirmiştir. İstanbul’da basılan gazetelerin Matbuat Müdürlüğü, vilayetlerde basılanların ise yerel yönetimlerin ilgili mercileri tarafından ön denetime tabi tutulmadan basılmasını yasaklayan bu kararnameden önce de basınla ilgili kısıtlayıcı düzenlemeler yapılmıştı. 1874’te gazeteleri mali yönden zorlamak amacıyla pul yapıştırma zorunluluğu getirildi. 1875’te Matbuat Kanunu’na eklenen maddeyle gazetelerin verdiği ilavelerin içeriği kısıtlandı, siyasi makaleler yazmaktan menedildi- ler. Sansür kararnamesinden hemen önceki günlerde de gazetelere bir dizi yasak tebliğ edildi. Gazetelerin siyasi makale yazmaları, ilave vermeleri hatta müvezzilerin gazetenin içeriğinden bahsederek satmaları yasaklanmıştı. (İskit, 1939: 3442; Kabacalı, 1990: 44-47; Koloğlu, 1985: 85-86) Devletin içinde bulunduğu çıkmaz Abdülaziz’in 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmesine yol açtı. Liberal fikirleriyle tanınan ve Yeni Osmanlıların manevi lideri olarak görülen ve kabinede bulunan Midhat Paşa ve yeni Seraskerliğe getirilmiş Hüseyin Avni Paşa, padişahın hal’ edilmesinin baş mimarları arasında gösterilmektedir. (Karal, 104-110; Shaw, 2006: 206-207; Georgeon, 2006a: 52-53) Abdülaziz’in yerine V. Murad padişah oldu. Ancak dertler bitmedi. Abdülaziz, hal’inden birkaç gün sonra, yerleştirildiği Çırağan Sarayı’nda intihar etti. Bir komployla tekrar tahta çıkartılmasının önlenmesi amacıyla, Hüseyin Avni Paşa ve Midhat Paşa’nın bu işte parmağı olduğu söylentileri yayıldı. V. Murad’ın bozuk olan psikolojisinin bu olayla daha da sarsıldığı söylenmektedir. Daha on gün geçmişti ki bu sefer başka bir olay patlak verdi ve siyasi bir kan davasının neticesinde Hüseyin Avni Paşa ve Dışişleri Bakanı Reşit Paşa suikasta kurban gittiler. Anayasaya karşı olan Hüseyin Avni Paşa engeli kalkınca, Midhat Paşa anayasa hazırlıklarına hız verdi. Bu arada Temmuz’da Balkanlar iyice karışmış ve Sırbistan ve Karadağ Osmanlı’ya savaş ilan etmişti. Devlet, yaşanan mali bunalımın altından kalkılmayacak bir haldeydi ve borç ödemelerini durdurduğunu açıkladı. Bu Avrupalılar için kabul edilemezdi. Üç ay süren padişahlığı döneminde, 36 eğitmeyi kendine önemli bir görev olarak addetmiştir. Sultan, haliyle ve ziyadesiyle, Vygotsky henüz doğmamışken bile, onun yukarıdaki sözlerinin ne anlama geldiğini iyi bilmektedir. Osmanlı Devleti’ni yıkıma uğratacağını düşündüğü her türlü siyasi oyunun, aynı zamanda gazetelerle desteklendiğini görmektedir. Zamanının ağır bilgi bombardımanı, gazetelerin tekelindedir. Ayrıca Sultan, imparatorluğa yönelik tüm siyasi iç ve dış tehditlerin, okuryazar elitlerin önderliğinde tertiplenmekte olduğunu düşünmektedir. V. Murad’ın haleti ruhiyesi ülkeyi idare edecek vaziyette hiç olmadı. Bu sebeple anayasayı ilan edeceğinin garantisini Midhat Paşa’ya vermiş olan şehzade Abdülhamid, Ağustos’un sonunda V. Murad yerine tahta çıkartıldı. V.Murad’ın tahtta bulunduğu bu kısa sürede, ülkenin savaş halinde olması sebebiyle basın üzerinde baskılar devam etmiştir. Hatta bir tembihnameyle, basında hafiyelik kurumunun temelinin atıldığı görülmektedir. Yasaklanmış konularda yazanların adeta vatan haini olarak cezalandırılacakları tehdidi de aynı belgede yer almıştır. (İskit, 1939: 42) Olayların sıra dışı gelişimi neticesinde ve ancak inanmadığı anayasal monark rolünü sürdüreceğini taahhüt ederek padişah olma şansını yakalayan II. Abdülhamid, daha en başından kontrolü tamamen ele geçirmek için girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Georgeon, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dan yaptığı bir alıntıya dikkat çekerek, padişahın Osmanlı’yı kurtarmak konusunda ne kadar da idealist olduğuna işaret eder. (2006a: 46) Hülasa, padişah, cahil halkına tek başına babalık etmek, iyi bildiğini düşündüğü idare becerisini tüm imparatorluğa yayarak devletini güçlendirmek ve geliştirmek istemiştir. Önüne çıkan her engeli de devletin bekasını tehdit ettikleri, yıkmaya çalıştıkları gerekçesiyle bertaraf etmeye çabalamıştır.23 Abdülhamid üzerine ya- II. Abdülhamit Döneminde Basın Sansürü Ahmet Oktay, “Toplumsal Değişme ve Basın” adlı eserine ünlü Sovyet gelişim psikologu Vygotsky’den bir alıntıyla başlıyor: “Sözcükler, yalnızca düşüncenin gelişmesinde değil, bir bütün olarak bilincin tarihsel büyümesinde de merkezi bir rol oynarlar.” (1987: 11) Oktay, daha sonraki satırlarında, insanın doğayı ve toplumu yeniden üretmesinde ve dönüştürmesinde bilginin bir önkoşul olduğunu hatırlatmaktadır. Yazar, bu gerçeğin, yöneticilerin neden bilgiyi ve bilme süreçlerini mütemadiyen manipüle etmeye çalıştıklarını açıkladığını düşünmektedir. İşte II. Abdülhamid de, bu yazının ilk satırlarında belirttiğimiz gibi hem döneminin koşulların ürünüdür hem de bir anlamda makamının gerekliliklerini yerine getirdiğini düşünmektedir. Bilgiye, eğitime aç cahil halkını bir baba olarak, kendi bilgi birikimi ve düşünceleri doğrultusunda ve elbette Büyük Osmanlı Devleti’nin bekası için II. Abdülhamid’in tebaasının cahilliği ve çocuk muamelesi etmek gerekliliği ile ilgili sözleri ve sansürü savunusu için bkz. Haz: Ali Vehbi Bey, Sultan Abdülhamit Siyasi Hatıratım, İstanbul: Hareket Yayınları, 1974, s.104–105. Yönetim anlayışı için ise bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat’tan Cumhuriyete Ülke Yönetimi, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:1, s.225–226. 23 37 zılanlarda, padişahın, her yerde ya şahsına ya da devlete düşmanlık besleyenlerin pusu kurduğuna inanacak derecede vesveseli olduğu sıklıkla ifade edilmektedir. Anlaşılan o ki, devletin içinde bulunduğu çıkmazlar, zaten vesveseli olduğu bilinen padişahın huzurunu giderek bozmuş ve bu da istibdat rejimini mütemadiyen körüklemiştir. Söz konusu basın sansürü olduğunda da durum değişmemektedir; sansür, şiddetini yıllar içinde bozulan siyasi durum ve ekonomiye paralel olarak, giderek artırmıştır. Her ne kadar Abdülhamid’in padişahlığı süresince yeni bir basın kanunu yapılmamışsa da, eskisinin de yürürlükte kaldığını düşünmek hatalı olacaktır. Tahta çıkışından yaklaşık 4 ay sonra ilan olunan (23 Aralık 1876) ve henüz 1,5 ay geçmeden meclisin süresiz tatil edilmesiyle askıya alınan Kanuni Esasi gibi, 1864 tarihli Basın Kanunu da, sözde yürürlükte kalmıştır. Dönemin basın rejiminin, salt bir sansür rejimi olduğu söylenir. Abdülhamid kısa zaman içinde, hayalindeki mutlakiyet idaresini kurabilmek maksadıyla olsa gerek, başta kendini iktidara taşıyan Midhat Paşa olmak üzere, gücünü sınırlayabilecek herkesi bertaraf eder. Midhat Paşa’nın kendisini destekleyen İngilizler nezdinde bile gözden düşürülmesi oyunu, Sultan’ın ileriki yıllarda nasıl kurnaz bir politik aktör olacağının ilk işaretlerini verir. (Georgeon, 2006a: 72-81)Ancak bu kurnazlıkların ülkeye maliyeti de yüklü olmuştur. Bülent Tanör, “Anayasalar” başlıklı makalesinde “Abdülhamid İstibdadı” başlığı altında, söz konusu rejimi şöyle özetlemektedir: “Başta Midhat Paşa olmak üzere, meşrutiyetçiler şu ya da bu yolla saf dışı bırakıldı, başkentten uzaklaştırıldı ya da satın alındı. Kişi güvenliği ve özgürlüğü tamamen yok edilerek, hafiyelik ve jurnalcilik ağıyla tam bir “korku devleti” kuruldu. (Tanör, 1985: 21) Elbette böylesi bir korku iktidarı altında, uzun dönemde ne siyasi ne de ekonomik bir istikrar ve ilerleme beklenemez. Tarihsel süreç bunu kanıtlayacak, Abdülhamid’in korku iktidarı Jön Türk Devrimi’yle 1908 Temmuz’unda yıkılacaktır. Kanuni Esasi’nin 12. maddesine göre, “basın kanun dairesinde hürdür.” (Karal, 222) Ancak, bu hürriyeti yaşayabildiği iddia edilemez. Her ne kadar Abdülhamid rejiminin ilk 1,5 yılının “haylice liberal” olduğu söylense bile. (Koloğlu, 2006: 61) Daha en başında, Abdülhamid’in istediği yasaklamalar yeterince yerine getirilmediği için Mecliste uzun tartışmalara vesile olan ve sonunda kabul edilen Basın Kanunu tasarısı, padişah tarafından onaylanmadığı için yürürlüğe girememiştir. Bu sözde liberal döneminde, hatta Kanuni Esasi henüz ilan olunduğu günlerde bile, gazetelerin serbestliğe sığınarak hadlerini aştığını ifade etmiş, serbestliğin bu kötüye kullanımını hemen bir soruşturma açtırtarak engellemek arzusunda olduğunu belirtmiştir. (İskit, 1939: 49; Kabacalı, 1990: 49) Abdülhamid’in basın alanındaki ilk icraatlarından biri de, Teodor Kasap’ın Hayal adlı mizah dergisinde yayınladığı ve Kanuni Esasi’nin 12.maddesine gönderme yaptığı karikatür yüzünden 3 yıl hapis cezasına çarptırılmasıdır. Yine bu “liberal döneminde”, daha sonra başvuracağı, kendisine sıkıyönetim ilanı ve sürgün etme yetkisini tanıyan 113. maddeyi Kanuni Esasi’ye ısrarları sonucunda koydurtmayı başarmıştır. (Georgeon, 2006a: 71-72) Abdülhamid bu maddeye dayanarak, 38 Meşrutiyet’in ve Kanuni Esasi’nin babası sayılan Midhat Paşa’yı 5 Şubat 1877’de sadrazamlıktan azlederek sürgüne gönderecektir. Böylece yeni rejimin liberalliği de, liberal sadrazamla birlikte birkaç ay içinde sönüp gidecektir. Ancak bu geçiş döneminin sonunu getiren hadise, Meclis’in süresiz tatil edilmesidir. Sultan, Osmanlı-Rus savaşının sorumluluğunu Meclis’e yüklemiş, halkının meşruti idare için yeterli düzeye erişmediğini iddia ederek I. Meşrutiyet’e noktayı koymuştur. Basın sansürünün kurumsallaşmasını sağlayan düzenlemenin dayanağı ise 2 Ekim 1877 tarihli İdare-i Örfiye Kararnamesi ile ilan edilen sıkıyönetimdir. Bu sayede hükümet, gazeteleri gerekli gördüğünde tatil etmeye ve hatta kapatmaya yetkili kılınmıştır.24 (İskit, 1939: 52; De- mirel, 2007:38) II. Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarında 3 ayrı dönemden söz edilir. (Karal, 407) Birincisi, Koloğlu’nun haylice liberal olarak adlandırdığı ve padişahın tahta çıkışından, Meclis’in süresiz tatil edilmesine kadar geçen (13 Şubat 1878) 1,5 yıllık dönemdir. Bu tarihten II. Meşrutiyet’in ilanına (24 Temmuz 1908) kadar süren baskı ve korku rejimi ise, Abdülhamid döneminin esasını oluşturur ve yaklaşık 30 yıl devam etmiştir. Üçüncü ve son döneminde ise tahtta kalmasına karşın, iktidarı, İttihat ve Terakki’nin önderlik ettiği 1908 Devriminin ertesinde Babıâli’ye devretmek zorunda bırakılmıştır. Bu dönem ancak 9 ay kadar sürmüş ve “31 Mart Vakası” (13 Nisan 1909) olarak bilinen gerici ayaklanmanın ertesinde, sultan, tahttan indirilmiştir (27 Nisan 1909). Kısacası, istibdat rejimi denildiğinde, padişahın bir mutlakiyetçi, bir “müstebit” olarak davrandığı bu 30 yıllık iktidar dönemi kastedilir. Ancak kanımızca ilk 1,5 yıllık dönemi de, haylice liberal olarak adlandırılmaktansa, sultanın kurguladığı rejim için bir “hazırlık dönemi” olduğunu ifade etmek daha doğru olacaktır. İnuğur, sıkıyönetim ilanının 20 Eylül’de olduğunu yazmaktadır. İnuğur, s.258. Georgeon ve Shaw ise Osmanlı-Rus Savaşı’nın başladığı ilk aylarda alınan kötü sonuçlar ve özellikle Ardahan’ın düştüğü haberi üzerine, Meclis’in hareketliliği ve bir kaç bin softanın Meclis önündeki protestolarının ertesinde 24 Mayıs 1877’de sıkıyönetim ilan edildiğini söylüyorlar. Georgeon, s.92. Shaw, s.232. Ancak sıkıyönetim ilan etme yetkisinin hükümete ancak Meclis’in açık olmadığı zamanlarda tanındığı bilgisiyle bu tarih çelişmektedir. Mayıs’ta Meclis’in 1. Dönemi devam etmektedir. İskit’in Hicri takvime göre verdiği tarih 24 Ramazan 1294, Rumi takvime göre ise 20 Eylül 1293’dür. Bunun Miladi takvimdeki karşılığı 2 Ekim 1877 olmaktadır. Sanırız İnuğur’un tarih hatası, Rumi ve Miladi takvimleri karıştırmış olmasından ileri gelmektedir. Ancak Shaw ve Georgeon’un bu konudaki ortak kaynakçası George Devereux’un “The First Ottoman Constitutional Period, A Study of the Midhat Constitution and Parliament” isimli eserine dayanmaktadır. 24 30 yıllık baskı ve korku rejiminin de gerek uluslararası olaylara gerekse de giderek güçlenen Jön Türk muhalefetine karşın zaman içinde dozajını artırdığı söylenir. (Jeltyakov, 1979: 116) Georgeon, Yeni Osmanlıların önde gelen isimlerinden “Sarıklı İhtilalci” olarak anılan Muhbir gazetesinin yayıncısı Ali Suavi’nin tertiplediği “Çırağan Vakası” adıyla bilinen saray darbesinin (20 Mayıs 1878), Abdülhamid’in istibdat rejiminin başlangıcı olarak kabul edildiğini söyler. (2006a: 109)Bu olayın ardından, başka tertiplerden korkan ve İngiltere’ye bile 39 sığınmayı düşünecek kadar korkuya kapılmış padişah, sansür konusunda giderek amansızlaşacaktır. Bunun genel olarak sansür, özel olarak basın sansürü alanında da farklılık göstermediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta, bu sansür uygulamaları zaman içinde öyle trajikomik haller alacaktır ki, Osmanlı Devleti’ne emperyalist gözlükleriyle bakanların acımasız ve abartılı eleştirilerini, alaylarını mütemadiyen artıracaktır. Gerçi padişahtan kurtulup devleti kurtarmak isteyen Jön Türklerin eleştiri ve alaylarının da bundan eksik kalmadığını söylemek gerek. Tek bir farkla elbette… Emperyalistler için Türkler genellikle hükmü altında bulunan milliyetlere zulmeden, uslanmaz bir uygarlık düşmanı barbarlar iken; (Georgeon, 2006a: 318) Jön Türkler, bu devleti kurtarmanın yolunu arayan Osmanlılardır. Abdülhamid sansürü konusunda bugüne kadar yazılmış neredeyse tüm yerli ve yabancı eserlere kaynak olmuş, 1907 yılında yayımlanan, “Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul” adlı eseriyle, Fransız Paul Fesch’in tavrı, Avrupalının çifte standardını görebilmek açısından değerlidir. Aynı zamanda da, farsa kaçan sansür uygulamalarının o günlerin basılı eserlerindeki ve kamuoyundaki etkisini algılayabilmek açısından da söz konusu eserin önemi belirtilmelidir.25 Erol Üyepazarcı, Paul Fesch’in Türklerle ilgili birçok konudaki bakışının, Batılılara çoğu zaman egemen olan “çifte standart” uygulamasının tipik bir örneği olduğunu belirtir. Bkz. Üyepazarcı, s.VI-VIII. Ayrıca 1907 yılında yayınlanmış, Abdülhamid dönemini konu alan “Sansür Eğlenceleri” isimli bir eser daha mevcuttur. Osmanlı’nın Ya- Abdülhamid yukarıda da değindiğimiz üzere, kurguladığı rejimin sinyallerini hazırlık döneminde vermeye başlamıştır. Padişah, gerek Mahmut Paşa’nın sadrazamlığı gerekse de onun yerine atadığı Edhem Paşa’nın sadrazamlığı dönemlerinde yayınlanan resmi tebliğlerde, İskit’in belirttiği gibi, “matbuata reva göreceği muameleyi ilan ediyordu.” (İskit, 1939: 50) Bu muamelenin uygulayıcısı, zaman içinde geçirdiği değişikliklerle statüsü dönüştürülen Matbuat Müdürlüğü’dür. 1862 yılında Maarif-i Umumiye Nezareti’ne bağlı olarak kurulan Matbuat Müdürlüğüne, 1864 tarihli Basın Kanunu’nda yeni görevler ihdas edilmiş, önce Dâhiliye sonra da Hariciye Nezaretlerine bağlanmıştır. Ancak 1 Mart 1877 tarihinde müdürlük tekrar Dâhiliye Nezareti’nin uhdesinde görev yapmaya başlar. Sultanın sadık adamlarından oluşturduğu sansür heyeti de 1878 yılında kurulmuş ve Matbuat Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. (İskit, 1939: 63) Sansürün bu dönemdeki yasal dayanağının, 1864 tarihli Basın Kanunu, 1867 tarihli Âli Kararname ve 1877 tarihli Sıkıyönetim Kararnamesi olduğu belirtilmektedir. Bu sözde yasal zeminde faaliyet gösteren müdürlüğün, öncelikli sorumluluğu ise her zaman mabeyne, yani padişaha karşı olmuştur ve matbuat müdürleri direktiflerini buradan almışlardır. Bu dönemde her ne kadar yeni bir Basın Kanunu hazırlanmamış olsa da, Mat- 25 hudi Milleti’nden Jacques Loria’nın, “Comte de Persignac” mahlazıyla kaleme aldığı, önce Paris’te “La Revue” isimli dergide, daha sonra da buradan çevrilerek Şura-yi Osmanî gazetesinde tefrika edilen risalesinde, sansürün yarattığı trajikomik uygulamalarla alay edilmektedir. 40 baaları daha sıkı şekilde denetleyebilmek amacıyla önce, 1857 tarihli Matbaalar Nizamnamesini geçersiz kılan, yeni bir Matbaalar Nizamnamesi (22 Ocak 1888) yürürlüğe girmiştir.26 Bu yasa hükümleri itibariyle; matbaacıları, kitapçıları, dizgi harfi dökümcülerini, kitap ve süreli yayın çıkartacak olanları kapsamına almaktaydı. Kabacalı, önceden izin almak koşulu getirdiği için nizamnamenin sansür yasası niteliğinde olduğunu belirtir. (Kabacalı, 1990: 54) Bu yasaya göre hiçbir eser Maarif Nezareti’nden ruhsat alınmadan basılamazdı. Hatta, her türlü resim, tasvir, madalya, arma, vb. basıp satanlar da bu kurala uymak zorundaydılar. Dışarıda basılan kitap, gazete, vb. ruhsat verilmedikçe ülkeye giremezdi. Kitapçılar ve gezgin satıcılar, dağıtımcılar, matbaalarda çalışan mürettipler, ilan yapıştırıcıları belediyeden ruhsat almadan bu işleri yapamazlardı. Kitapçı dükkânları her zaman zaptiyelerin ve teftişçilerin kontrolüne açık tutulmak zorundaydı. Nizamnameye aykırı suçların araştırılıp soruşturulması, adli, zabıta, Maarif Nezareti ve Matbuat İdaresi memurlarına aitti. (İskit, 1939: 54-55, 849-855; Kabacalı, 1990: 54-55) Kitapların basılmadan önce denetleme işine Meclis-i Maarif, Encümeni Teftiş ve Muayene, Tetkiki Müellefat Komisyonu, Kütübü Diniye ve Şer’iye Tetkik Heyeti adlı kurullar bakmıştır. Bunların kadrolarının da her geçen sene artırıldığı ve 1881’deki 7 kişilik kadronun, 1907 yılına gelindiğinde 75 kişiye ulaştığı görülmektedir. (İskit, 1939: 70-71; Kudret, 1977: 20-21; Kabacalı, 1990: 56-57) Matbuat Müdürlüğü’nün de iç basının denetimini yerine getirmeye çalışırken dış basını denetleme işini layıkıyla yapamadığı ortaya çıkmış ve muhtemelen 1882 sonu ya da 1883 yılının ilk ayında Matbuat-ı Ecnebiye Müdürlüğü kurulmuştur. Bu müdürlüğün görevi Avrupa’da yayınlanan Osmanlı aleyhindeki yazılara cevap vermek ve devletin Avrupa nezdindeki olumsuz önyargılarını kırmak amacıyla, gelişmeleri, yenilik hareketlerini tanıtmaktır. Bu görevlerinde en büyük yardımcıları Osmanlı Elçilikleri olmuştur. Elçiler vakitlerinin önemli kısmını, yabancı basındaki aleyhte yayınları tespit etmeye, gerektiğinde resmi mercilere başvurarak bu yayınları engellemeye, hukuki yollarla bu yayınlara karşı çare aramaya, nakdi yardımlarla susturmaya, bazı yayınlara abone olarak dolaylı yoldan finansman desteği sağlayarak aleyhte yayınların önüne geçmeye, vs. vakfetmişlerdir. (Fesch, 1999: 57; İskit, 1939: 68; Karal, 414; Kudret, 1977: 71; Demirel, 2007: 107-108) Osmanlı aleyhindeki haber ve makalelerin geneli siyasi konulardır. Gayrimüslim cemaatlerin durumu, Ermeni meselesi, Makedonya sorunu vb. konular, “Hasta Adam”ın hastalıklı uzuvlarının kesilerek iyileştirilmesi noktasında bir Avrupa kamuoyunun yaratılmasına yardımcı olmaktadır. Hariciye Müdürlüğü’nün kurulmasının ardından Matbuat Müdürlüğü’nün adı, devlet salnamelerinde Matbuat-ı Dâhiliye Müdürlüğü olarak geçmeye başlamıştır (Demirel, 2007: 48) Bu müdürlüğün kadrosu da birkaç kişiden zaman içinde 25 kişiye kadar yükselmiştir. Basın tarihçileri, Matbuat Müdürlüğü’nün sansür uygulamalarının dayanağını, gizli bir Bu nizamnamede 18 Aralık 1894 tarihli daha baskıcı yeni bir nizamnameye yerini bırakacaktır. 26 41 talimatnameden söz ederek açıklamak geleneğini sürdürmektedirler.27 Bu dönemde, daha önceleri Maarif Nezareti’ne bağlı Encümen-i Teftiş ve Muayene başkanlığını yürüten ve kitapların sansürü işiyle ilgilenen Ahmet Arifi Bey Matbuat müdürüydü (10 Kasım 1888–19 Mayıs 1892). Söz konusu talimatnamenin düzemece olabileceği uyarısını yapan ve elinde herhangi bir kanıt bulunmadığı bilgisini veren, bizzat bu talimatnameden ilk bahseden kişi olarak Paul Fesch’dir. (1999: 53) Yine de Demirel, 24 Kasım 1888 tarihli “Daily Telegraph” ve 26 Kasım 1888 tarihli “La Republique Française” gazetelerinde, çok az farkla, benzer bir talimatnameden bahsedildiğini, hatta Fransız gazetesinde, Fesch’in aktardığı talimatnameyle büyük benzerlikler bulunan bu 7 maddelik talimatnamenin yayınlandığını yazmaktadır. Aynı gazetenin haberine göre, gizli talimatname gazete müdürlerine imza ettirilmiştir. “La Republique Français”de, yabancı dilde yayınlanan gazete müdürlerinin bu şartlara karşı bir araya gelerek, saraya bir dilekçe vermeyi tasarladıklarından da söz edilmiştir. Talimatnameyi, basın tarihimizde işgal ettiği yer itibariyle buraya da aktarmanın gereğine inanıyoruz. (Fesch, 1999: 52-53) Demirel, Fransız gazetesinin bu haberini doğrulayan, 6 Aralık 1888 tarihli Zaptiye Nazırı’nın bir yazısını Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde tespit etmiştir. Kısaca, bunca yıldır herhangi bir kanıta dayanmaksızın tekrarlanan gizli talimatnamenin spekülatif varlığı, Demirel’in tespit ettiği birkaç yeni belgeyle birlikte biraz daha desteklenmiştir. (2007: 55-58) Kabacalı, Kudret, Demirel gibi Basın Tarihçileri eserlerinde, hemen hemen aynı konu sıralamalarının ardından, Paul Fesch’in kitabındaki 9 maddelik gizli talimatnameyi aktarırlar. 1. Basın; haberlerinde önceliği hükümdarın sağlık durumuna, tarım ürünlerindeki rekoltenin iyiliğine ve Türkiye’deki ticaret ve sanayin gelişmesine verecektir. 2. Ahlak bakımından Maarif Nazırı ve Ahlak Komisyonu tarafından onaylanmayan hiçbir tefrika yayınlanmayacaktır. 3. Gazetenin bir sayısında yayınlanamayacak kadar uzun hiçbir edebi ve bilimsel makale yayınlanmayacaktır. “Devamı var” veya “Arkası yarın” sözcükleri kullanılmayacaktır. 4. Bir makalede boş beyaz yerler olmayacak, nokta, nokta çizgiler bulunmayacaktır; çünkü bu şekilde ifadeler hatalı varsayımlara neden olabilir ve fikirleri karıştırabilir. 5. Her türlü kişisel suçlamalardan en büyük dikkat gösterilerek kaçınılacaktır ve eğer size şu vali veya bu mutasarrıf hırsızlık, zimmetine para geçirme, cinayet gibi yüz kızartıcı fiillerle suçlanıyor denilirse olayı kanıtlanmamış bir vaka gibi kabul ediniz ve mutlaka saklayınız. 6. Sorumluların kötü yönetimlerinden şikâyet eden ve hükümdara sunulan kişilerin veya vilayetlerdeki çeşitli toplulukların dilekçelerinin yayınlanması katiyetle yasaktır. 7. Bütün tarihi ve coğrafi isimlerin ve özellikle “Ermenistan” sözcüğünün zikredilmesi yasaktır. 8. Yabancı hükümdarlara karşı yapılan suikast denemelerinin ve yabancı ülkelerde hangi koşullar altında olursa 27 42 yısı arta arta öyle bir toplama çıkmıştır ki, basın alanı artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış, kullanılabilecek sözcüklerin dili, ilkel bir kavramın dili kadar küçülmüştü. … ilk önce ‘hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet’ gibi elli, yüz sözcük ile başlayan yasak sözcüklerin gün geçtikçe toplamı kabaran yeni kovulmuş eşlerini öğrenmeli ve bunları her zaman hatırda tutarak, kalemin ucuna geldikçe pis bir böcek gibi fırlatıp atmalıydınız. olsun vuku bulan isyan teşebbüslerinin yayınlanması yasak edilmiştir. Çünkü böyle haberlerin bizim yasalara uyan ve barış içinde yaşayan halkımızca duyulması iyi değildir. 9. Bu yeni kuralları gazetenizin sütunlarında yayınlamanız da yasaklanmıştır, çünkü eleştirilere neden olabilir ve bazı kötü niyetliler tarafından başka yöne çekilebilir. Fesch, sansür uygulamasının her ne kadar herkes için geçerli olduğunu söylese de Türkçe basılan gazeteler için olağanüstü şiddetli olduğunu belirtmektedir. Yanlış anlaşmalara sebep olabileceği için yasak edilen birçok kelimeden (Anayasa, devrim, özgürlük, anarşi, vs.), halkı zararlı fikirlere yöneltecek olabileceği için haber olamayan birçok olaydan (Yeni İran Anayasası, Rus Meclisi Duma’nın toplantıya çağrılması, Amerikan Başkanı ve Fransız Cumhurbaşkanlarının suikasta kurban gitmeleri, vs.) söz etmektedir. Demirel de, Münif Paşa’nın yeniden çıkarttığı Mecmua-ı Fünun dergisinin daha ilk sayısında kapatılması örneğini verir. Kapatılma gerekçesi “Bir Yıldız Böceği ile Bir Yolcu” adlı hikâyenin ismidir. “Yıldız Böceği” pekâlâ, sarayını Yıldız’a taşıyan Abdülhamid’i ima ediyor olabilir! (2007, 58)Yazar, edebiyatta dahil geniş bir alanda uygulanan sıkı sansürün, gazeteleri adeta “resmi bülten” haline getirdiğini söyler. Halit Ziya’nın anılarına başvuran Cevdet Kudret, şu satırları aktarmaktadır: (1977:41-44) Halit Ziya daha sonraki satırlarında da birçok yasak kelimeye neden yasak olduğuyla birlikte değinmektedir. Örneğin Murat sözcüğünün yasaklanması Sultan Murat yüzünden, Reşat ismi Abdülhamid’in kardeşi veliaht şehzade olan Reşat Efendi sebebiyle, boya ya da sakal padişahın boyalı sakalına işaret ettiğinden yasaklanmıştı. Sansürün trajikomik hallerine tanıklık eden benzeri anılarda sözü edilen yasak kelimelerle ilgili bugüne kadar çeşitli listeler yapılmıştır. Ancak yasak kelimelerden oluşan resmi bir listenin varlığına dair henüz bir tespit yoktur. Yakılan, yasaklanan kitaplar ve gazetelerle ilgili bazı listeler ise bilinmektedir. (Demirel, 2007: 167-185) Yasak kelimelere ilişkin olarak söylenebilecek, muhtemelen listelerden ziyade, Matbuat Müdürü ve memurlarının okuduklarını ister anlasınlar ister anlamasınlar, metnin bağlamı içinde değerlendirerek sözcüklerin üstünü çizdikleri, yasakladıklarıdır. Bunun yanında elbette yukarıda andığımız kelimeler gibi, bağlama bakılmaksızın, hatta bazen sırf ses benzeşiminden yasaklanmış sözcüklere de rast gelinmiştir. Örneğin tahtakurusu, “tahtın kurusun” biçiminde algılanabileceğinden yasaklanmış kelimeler arasında gösterilir. (Kudret, 1977: 53) Marzî-i âlîye (yüce rızaya, Padişahın isteğine) uymaz düşüncesiyle, günden güne değinilemeyecek konuların ve kalemin ucuna geldikçe atılacak sözcüklerin, hele ne türden olursa olsun saraya, yönetime, olup bitene işaret denebilecek sözlerin sa- 43 Zihinlerdeki oto-sansürün ve içinde yaşanılan korku rejiminin bizatihi kendisi etkin bir sansür mekanizmasıdır. Ancak sansörler de nihayetinde işi çok sıkı tutmak zorundaydılar, çünkü her zaman işgüzar hafiyeler tarafından gözden kaçırdıkları bir kelime yakalanabilir ve saraya jurnal edilebilirdi. Böyle bir durumda Mabeyn’den fırçayı yiyecek, belki de görevinden olacak, sürgüne gönderilecek, zindana atılacak kişi –ki bu yöntemlerin hepsi zamanının genel uygulamalarıydı- sansürcünün kendisi olabilirdi. Ayrıca, gazeteciler yayın izni alabilmek için, birçok başka şartın yanında, uygun olmayan kelimeleri kullanmayacaklarına dair garanti vermekle de yükümlüydüler. Bu kelimelerin Osmanlı’nın siyasi tarihi ve Abdülhamid’in vesveseli haletiruhiyesi çerçevesinde şekillendiği ve zaman zaman Abdülhamid’den bile daha fazla sansörleri, hafiyeleri ve jurnalcileri rahatsız ettiği tarihçilerin ortak kanısıdır. Sansürün şiddetinin, dönemin siyasal olaylarına paralel olmakla birlikte, matbuat müdürlerinin şahıslarında cisimleştiği de sıklıkla değinilen bir konudur. Örneğin sansür işlerini evindeki konağından yürüten, Mehmed Rauf’un “Saray’ın şiddetinden korkuyu hayatına sindirmiş” olarak tanıttığı Hıfzı Bey’in (1901–1905), en gaddar sansörlerden olduğu söylenmektedir. (Demirel, 2007: 51) Hıfzı Bey, kendinden önceki Matbuat Müdürü Behçet Bey (1892–1901) zamanında henüz yardımcılık görevindeyken bile, sansürün iyi işlemediğini öne sürecek ve eğer kendisi müdürlüğe getirilirse alacağı tecrübeli memurlarla gazetelere arzu edildiği şekilde yayın yaptıracağını iddia edecek kadar hırslı bir sansördür. Abdülhamid dönemi sansürünün son yıllarda, Jön Türk muhalefetinin artan baskısı ve uluslararası açmazlara paralel olarak şiddetlendiğini daha önce belirtmiştik. Muhtemeldir ki Hıfzı Bey’in ölümünden sonra yerine atanan Ebulmukbil Kemal Bey’in (1905–1908) de icraatlarındaki sertlik, bu dönemin genel uygulamasının bir yansımasıdır. Ahmet İhsan Tokgöz anılarında şöyle yazmaktadır:(Tokgöz, 1993:100-101) Matbuat Müdürü Hıfzı bu ara öldüğü için, yerine gelen Kara Kemal Bey yayınlarımızın başına bir kara kuş kesilmişti. Sözgelimi Rus-Japon Savaşı’nda çarlığın yenilmesinden duyduğumuz sevinci bile yansıtmamıza Hıfzı izin vermedi diye kızarken, şimdi Kara Kemal padişahı ve sarayı alkıştan başka hiçbir şey bırakmıyordu. Kara Kemal, Avrupa’nın teknik buluşlarına, keşiflerine ilişkin yazılarımıza bile “saye-i âtıfet-vâye-i hazret-i padişahîde” (padişahın iyiliklerinden yararlanma sayesinde) sözlerini eklemekten çekinmiyordu. Demirel’in de aktardığı, Kemal Bey döneminin ilginç örneklerinden biri de, Hamidiye sularının çeşmelere verilmesine mukabil, konuyla ilgili bir habere, çeşme başında dua eden bir adamın resmini basmak isteyen Servet-i Fünun’daki bu resmin sansür edilmesidir. Bundan maksat ise, işimiz duaya kaldı şeklindeki algılamayı önlemekmiş. (Demirel, 2007: 51; Tokgöz, 1993:118) Otuz yıllık sansür rejiminde iç basın uyarılar, gazetecilerden istenen teminatlar, tatiller ve kapatmalarla kontrol altına alınmaya çalışılmıştı. Ancak Abdülhamid’in sansür rejimine itirazın cezası varsa, padişahın ve memurlarının rızasına boyun eğmenin de mükâfatı bu- 44 lunuyordu. Para yardımları, şartlı basın oluşturabilmenin önemli araçlarından biriydi. Padişahın bu konuda oldukça cömert olduğu belirtilir. (Demirel, 2007: 84) Bu dönemde sadece iç basın değil, yabancı gazete ve gazeteciler de ekonomik yardımlarla kısmen de olsa denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Ancak araştırmacılar, bunun pek işe yaramadığı gibi, tersine, şantajcıları ortaya çıkardığı ve beslediğini düşünmektedir. Dış basın için de izlenen yöntem temelde iç basına reva görülenden farklı değildi. Elbette yabancı gazetelere karşı fazlaca bir yaptırım olanağı bulamadığından, ancak elinden gelen bu muzır yayınların ülkeye girişlerini yasaklamaktan ibaretti. Fakat bu konuda da tam bir başarı sağlanamıyordu. Türk muhalefetini ve onların gazetelerini engelleyemedi, yok edemedi. Koloğlu, dış basının Abdülhamid’in karabasanı olduğunu ifade eder ve Yıldız Sarayı’ndan çıkmayacak kadar toplumla bağlarını koparmış, aşırı vesveseli padişahın, çalışma dairesine kurdurduğu telgrafla Avrupa yayınlarını günü gününe takip ettiği ve gerekli gördüğü anda ivedilikle tedbir almaya çalıştığını belirtir. (2006: 69) Ancak bu karabasandan kurtulamayan Abdülhamid’in, iç basını, bilinçli bir şekilde tekdüzeleştirdiği, dışarıya karşı etkisizliğini bir anlamda ikame etmeye çalıştığı düşünülmektedir. Bu yüzden de Sultan’ın elinin altındaki iç basın ezilmiş, güçsüzleşmiş, bağımlılaşmış, muhalefet yeteneğini kaybetmiş ve sayıca çok azalarak, içine kapanmıştır. Kapitülasyonlar, yabancı postanelerin denetlenmesini engellediği için, birçok zararlı ve yasaklanmış yayının ülkeye giriş noktaları kontrol altında tutulamıyordu. (Demirel, 2007: 116, 118-119)28 Bu postanelerin başlarına dikilen hafiyeler, bir Osmanlı tebaası buralardan elinde herhangi bir evrakla çıktığında, hemen harekete geçiyor ve gerektiğinde postaya el koyuyorlardı. Yabancı gazeteler genellikle paket halinde değil zarflar içinde isme gönderiliyordu. Çünkü, paket gönderileri yabancı postanelerin değil, Osmanlı gümrüklerinin yetki alanındaydı. Zararlı yayınların ülke içine sokulmasında başat rol postanelerde, sonraki dağıtım görevi ise konsolosluklardaydı. (Demirel, 2007: 119,123; Fesch, 1999: 55-56) Özetle, Abdülhamid ne yaptı ettiyse de, emperyalist çıkarlarına hizmet eden yayınları ya da yurtdışındaki Jön Dönemin başlıca önemli gazete ve dergilerine, Abdülhamid’in rızası dışına çıkamadıkları halde, sansür memurlarının uyarılarına aldırış etmemek, dizgi hataları yapmak, yasak kelimeleri kullanmak, halkı korku ve endişeye sevk edecek -deprem gibi- haberler vermek, zararlı fikirlerin yayılmasına yataklık etmek, devlet memurlarıyla ilgili haber yayınlamak, yabancı devletler aleyhine yazmak, Hıristiyanlıkla ilgili uygunsuz ifadeler kullanmak, vs. sebeplerden ötürü onlarca kapatma cezası verilmiştir. (Demirel, 2007: 67-77) Bütün bu olumsuzluklara rağmen, siyasetten bahsetmenin sakıncalı olduğu bu dönemde bilim, teknik, edebiyat, vb. alanlarda halkın anlayabileceği dilde yayınlar yapılmış, özellikle yabancı popüler edebiyat ürünlerinin çevrilerek tefrika edilmesiyle okuma zevki daha geniş kesimlere yayılmıştır. Koloğlu, 30 yıllık bu baskı dönemini, çıkan gazetelerin ve dergilerin sayı- Ayrıca aynı eserin 121. Sayfasında, posta müdürlerine gönderilen gizli emirler vardır. 28 45 sı açısından ikiye ayırmanın doğru olduğunu; 1879–1887 arasındaki yıllarda İstanbul’da ortalama 9–10 yeni yayın (çoğunluğu dergi) her yıl piyasaya çıkarken, 1888’den 1908’e kadarki ikinci kısımda ise yılda ortalama ancak bir yeni yayın görüldüğünü söylüyor. II. Meşrutiyet’in ilanından önce ise, payitahtta yalnızca 4 gazete yaşamını sürdürmektedir.29 Halbuki, sürgündeki Jön Türk gazeteleri tiraj bakımından olmasa bile, sayıca daha çoktur. 1894’ten sonra yılda ortalama 5-6 yeni gazetenin çıktığı görülmüştür. Yazar, İstanbul gazeteleri için tirajların, olağanüstü durumlardaki 30 binli rakamlara rağmen, günlük seyrinin 12–15 bin arasında olduğunu belirtiyor.30 (2006: 63-64) 24 Temmuz 1908’de Jön Türklerin çabaları sonunda meyvesini verdi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Makedonya’da başlattığı devrime karşı duramayan Sultan, Kanuni Esasi’yi ilan etmek zorunda kaldı ve böylece II. Meşrutiyet dönemi açıldı. Sadece devrimin ilk iki ayında 200’ün üstünde gazete imtiyazı verildi. 1908–1909 arasında 353 gazete ve dergi yayınlanmıştır.31 (İskit, 1939: 76; KoBunlar Ahmet Cevdet’in İkdam’ı, Mihran Efendi’nin Sabah’ı, Ahmet Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat’i ve Mehmet Efendi ile oğlu Fethi’nin malı olan Saadet adlı gazetelerdir. Bkz. İskit, s.76. Topuz, s.82. 29 Jeltyakov’da İkdam gibi modern makinelere sahip olanlar için aynı rakamları vermektedir. Ancak gazetelerin büyük çoğunluğunun bin nüsha civarında basıldığını söyler. Bkz. Jeltyakov, s.116. 30 1908 başında tüm ülkede 120 olan gazete ve dergi yerine, Meşrutiyet’in ilk yedi ayında 730 imtiyaz başvurusu yapılmıştır. İstanbul’da ise imtiyaz başvurusu 52’den 377’ye çıkmıştır. Bu dönem çıkan gazetelerle ilgili ayrıntı- 31 loğlu, 1985: 90) Daha Meşrutiyet’in ilk günü, İstanbul’da çıkan bir avuç gazete, kendi aralarında sansürcüleri içeri sokmama ve gazetelerini sansüre yollamadan basma kararı vermişlerdir. Bu olay, 24 Temmuz’un, Türk Gazeteciler Cemiyeti tarafından alınan kararla “Basın Bayramı” olarak kutlanmasına vesile olmuştur. 31 Temmuz’da istibdat rejiminin temel unsuru hafiyelik kaldırıldı. Temmuz 1909’da ise yeni basın yasası onaylandı ve yürürlüğe girdi. Yeni basın kanununda da kısıtlamalar olmasına rağmen gazetelerin önceden muayenesine dair bir ibare yoktu. Kanun, Anayasa’nın 12 maddesine uygundu. Yani basın, hiçbir şekilde baskıdan önce kontrole tabi tutulamazdı.32 Koloğlu, aynen Server İskit gibi, Meşrutiyet’in ilanından 31 Mart Vakası’na kadar geçen süreyi, özgürlüklerin sınırsızlığından kaynaklanan bir anarşi ortamı olarak nitelendirir. (Koloğlu, 2005: 16, 189) Zafer Toprak ise, söz konusu dönemi de içine alan daha uzun bir zaman aralığına ilişkin olarak şunları söyler: “Cemiyetlerin, partilerin yarıştığı II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında çoğulcu bir fikir ortamı egemendir. Her türlü görüş serbestçe ifade edilebilir. Dergiler, risaleler, fikir tartışmalarını körükler. II. Abdülhamid’in yasakçı ortamından kurtulan Osmanlı aydını devlete sahip çıkar; yol gösterir, çözüm önerir.” (Toprak, 1985: 126-127) Abdülhamid bu süreçte tahtta oturmaya devam etti. Anlar için bkz. Koloğlu, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Basın Tarihi, s.87–88. Önceden 12. Madde sadece “Basın kanun dairesinde hürdür” şeklindeyken, bu madde 4 Nisan 1908’de değiştirilmiştir. Yeni halinde basının baskıdan önce muayene edilemeyeceği hususu da maddeye eklenmiştir. 32 46 cak ayaklanmanın “Hareket Ordusu” tarafından bastırılmasının ardından 27 Nisan 1909’da hal’ edilerek yerine kardeşi Mehmed Reşad padişah oldu ve böylece bir devir kapandı. likçi fikirlerin ve Dünya’daki gelişmelerin halka aktarılmasında, dolayısıyla halkın zihinsel faaliyetlerinin canlanmasında en etkin güçlerden biri olan basın, istibdat döneminden diğer kültür kurumları gibi istibdat rejiminden nasibini almış, “siyasetten maada” her şeyden bahsetmiştir! (Varlık, 1985: 113) Sonuç II. Abdülhamid’i ve yarattığı istibdat rejimini, yukarıda özetlemeye çalıştığımız geniş perspektif içinde değerlendirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Osmanlı’nın son gerçek sultanı, bir yandan imparatorluğu modernleştirirken bir yandan da statükoyu korumak ve Osmanlı’nın parçalanmasını engellemek adına anakronizmine yenilmiş; atalarının bile çeşitli iktidar odaklarıyla paylaştığı gücü tekelinde toplayarak, çağın zararlı bulduğu gelişmelerini, özellikle kurduğu korku iktidarına dayanan hafiyelik ve jurnalcilik rejimiyle, en azından Osmanlı sınırları içinde durdurmaya, dondurmaya çabalamıştır. Abdülhamid’in belki de en büyük zararı ise yarattığı toplumsal nevrozdur. Ancak bu bir yandan da Jön Türk muhalefetini kemikleştirmiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni devrim yapabilecek bir irade ve siyasi güce kavuşturmuştur. Böylece II. Meşrutiyetle birlikte ilk defa, Osmanlı modernleşmesi, içinde aktığı dere yatağını değiştirebilmiş, 19.yy. reformculuğuyla yollarını ayırmış, milliyetçi ve antiemperyalist karakteriyle, 20.yy Türk modernleşmesinin ilk hamlelerini gerçekleştirmişlerdir. Jön Türk Basını, bu dönemde yüzlerce yayınla gerçek bir basın patlaması yaratmış; Zafer Toprak’ın da belirttiği gibi, Osmanlı aydını, elinde kalan son topraklar üzerindeki devletine, bu fikir zenginliği ve tartışma ortamı içersinde sahip çıkmaya çabalamıştır. Gayrimüslim unsurların Avrupa’nın da etkisiyle hızla milliyetçilik cereyanına kapıldığı, eğitim ve kültür alanında süratle ilerlediği bir çağda; Padişah Halife’nin Müslüman tebaası, tüm şekli yenileşme hareketlerine rağmen, ayrılıkçı unsurlar kadar fikri gelişme imkânı bulamamış; büyük oranda, bir tarafta gericilerin ve öte tarafta da taklitçilerin yarattığı kısır dünyanın içinde hapis kalmıştır.33 Yeni- Kaynakça Akşin, Sina (2006). Jön Türkler ve İttihat ve Terakki. Ankara: İmge Kitabevi. Alemdar, Korkmaz (1998). “Türkiye’de Yabancı Dilde Basın.” Tarih ve Toplum 57: 38–43. II. Abdülhamid’in modern eğitime verdiği kısa süreli destek ve sonrasında uyguladığı rejimle eğitimi nasıl baskı altına aldığı hakkında bkz. Osman Ergin, Cilt:3–4, s.839–843. Ayrıca dönemin eğitim hayatıyla ilgili ünlü kişilerin Abdülhamid’in icraatlarını anlattıkları anılarına başvurulabilir. Örneğin: Tokgöz, s31–32. Munise Başikoğlu, Babam Rıza 33 Ataman, Bora (2003). “Fransız Devrimi ve Aksak Ulaklar.” Bilim ve Ütopya 110: 48–50. Tevfik, Tarih ve Toplum Dergisi, İstanbul: İletişim Yayınları, Sayı:57, Eylül 1988, s.140. 47 Babinger, Franz (2004). 18.Yüzyılda İstanbul’da Kitabiyat, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası. Çev., Nedret Kuran Burçoğlu. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Georgeon, François (2006a). Sultan Abdülhamid. Çev.,Ali Berktay. İstanbul: Homer Kitabevi. Başikoğlu, Munise (1998). “Babam Rıza Tevfik.” Tarih ve Toplum 57: 9–14. Goldstein, Robert Justin (2000). The War For The Public Mind: Political Cencorship in Nineteen Century Europe, Connecticut: Greenwood Publishing Group. Berkes, Niyazi (2005). Patrikhane ve Ekümeniklik. İstanbul: Kaynak Yayınları. Hobsbawm, Eric (1999). İmparatorluk Çağı 1875–1914. Çev.,Vedat Aslan. Ankara: Dost Kitabevi. Birinci, Ali (1995). “Hassas Bir Mevzuda Hassasiyetten Uzak Bir Kitap: Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü.” Kebikeç 1: 91–96. Hobsbawm, Eric (1993). 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik. Çev.,Osman Akınhay. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Brummett, Palmira (2003). İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm 1908–1911. Çev., Ayşen Anadol. İstanbul: İletişim Yayınları. İnuğur, M. Nuri (1993). Basın ve Yayın Tarihi. İstanbul: Der Yayınları. Çadırcı, Musa. (1985) “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ülke Yönetimi.” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 1: 210–230. Demirel, Fatmagül (2007). II. Abdülhamid Döneminde Sansür. İstanbul: Bağlam Yayınları. Ergin, Osman (1977). Türk Maarif Tarihi Cilt 1–2. İstanbul: Eser Kültür Yayınları. Ertuğ, Hasan Refik (1970). Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi. İstanbul: İ.Ü.İ.F.G.E. Fesch, Paul (1999). Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul. Çev., Erol Üyepazarcı. İstanbul: Pera. Georgeon, François (2006b). OsmanlıTürk Modernleşmesi (1900–1930). Çev., Ali Berktay. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. İskit, Server R (1939). Türkiye’de Matbuat Rejimleri. İstanbul: Matbuat Umum Müdürlüğü. Jeltjakov, A.D (1979). Türkiye’nin Sosyo-Politik ve Kültürel Hayatında Basın. Çev.,Orhan Koloğlu. Basın Yayın Genel Müdürlüğü. Kabacalı, Alpay (1990). Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti Yayını. Karal, Enver Ziya. Büyük Osmanlı Tarihi, TTK Yayınları Cilt: 3. Kılıçbay, Mehmet Ali. (1985) “Osmanlı Batılılaşması” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 1: 147–152. Kocabaşoğlu, Uygur (2004). Majestelerinin Konsolosları. İstanbul: İletişim Yayınları. Koloğlu, Orhan. (1985) “Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi.” Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1: 68–93. 48 Koloğlu, Orhan (1981). Takvimi Vekayi Türk Basınında 150 Yıl 1831–1981. Ankara: Çağdaş Gazeteciler Derneği Yayınları. Tanör, Bülent. (1985) “Anayasalar Gelişmelere Toplu Bir Bakış.” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 1: 10–26. Koloğlu, Orhan (2005). 1908 Basın Patlaması. İstanbul: Bas-Haş. Tevfik, Ebuzziya (2006). Yeni Osmanlılar. İstanbul: Pegasus Yayınları. Koloğlu, Orhan (2006). Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Basın Tarihi. İstanbul: Pozitif Yayınları. Tokgöz, Ahmet İhsan (1993). Matbuat Hatıralarım. İstanbul: İletişim Yayınları. Toprak, Zafer. (1985) “II. Meşrutiyet’te Fikir Dergileri.” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 1: 126–132. Kudret, Cevdet (1977). Abdülhamid Devrinde Sansür. Milliyet Yayınları. Marx, Karl (1990). Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i. Çev., Sevim Belli. Ankara: Sol Yayınları. Topuz, Hıfzı (2003). II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Oktay, Ahmet (1987). Toplumsal Değişme ve Basın. B/F/S Yayınları. Varlık, Bülent. (1985) “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri.” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1: 112–125. Ortaylı, İlber. (1985) “Batılılaşma Sorunu.” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 1: 134–138. Vehbi Bey, Ali (Haz.) (1974). Sultan Abdülhamit Siyasi Hatıratım. İstanbul: Hareket Yayınları. Ortaylı, İlber (1983). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: Hil Yayın. Shaw, J. ve Shaw, Ezel Kural (2006). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye. Çev.,Mehmet Harmancı. İstanbul: E Yayınları. Yalçın, Hüseyin Cahit (2002). Edebiyat Anıları. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 49 Öğr. Gör. Burçe Çelik* Rethinking the Technoscape and Contextualizing Cellular Telephony in Turkey Özet Abstract Bu makale, cep telefonunu belli toplumsal bağlamlarda oldukça popüler olan bir kültürel ürün olarak anlama arayışı içinde bir kavram geliştirme çabasındadır ve Appadurai’nin teknolojik-alan kavramını bu bağlamda tekrar düşünmeyi önermektedir. Bu çalışma teknolojik-alanın toplumsal deneyimleri içinde birbirleriyle ilişkili olan kavramlar olarak hayalin, bağın ve duygunun ne kadar önemli boyutları olduğunu vurguluyor. Teknolojik-alanı toplumsal deneyimler için hem küresel hem de yerel bir alan olarak göz önüne alırken, onun hayali ve duygusal deneyimlerine yönelik analitik bir duyarlılığın gerekliliğini iddia ediyor. Türkiye’deki ‘teknolojiler’ üzerine gelişen önemli dinamikler ve konular üzerine giriş niteliğinde ve tarihsel nitelikteki kimi açıklamaların ardından, teknolojik-alanın neden Türkiye’de tarihsel bir oluş hayali olarak kavramsallaştırılması gerektiğini ve neden bu kavramın dışında cep telefonu pratiğinin etkili ve etkin olarak ele alınamayacağı iddiasıyla bitireceğim. Bunu yaparken de, cep telefonu kullanıcılarıyla onların bu makinayla kurdukları ilişkiler hakkında yaptığım röportajlardan kimi örnekler sunacağım. This paper seeks to develop a conceptual understanding for the search of cellular telephony as an artifact, which has become incredibly popular in particular social contexts and also proposes to rethink Appadurai’s concept of technoscape. It stresses how relational concepts such as imagination, attachment and emotion define inherent dimensions of social experiences of technoscape. It argues for an analytical sensitivity when considering the technoscape –and its attendant imaginational and emotional experiences –as both a global and a local site for social practices. After providing historical and introductory accounts of key dynamics and issues with regards to ‘technologies’ in Turkey, I will conclude by demonstrating why the technoscape in Turkey should be conceptualized as an historical dream of presence, outside of which cellular telephony cannot be effectively and affectively thought. By doing this I will also use some of the statements of my informants with whom I conducted interviews about their relationships with cellular telephony in their everyday lives. Anahtar Kelimeler Key Words Cep telefonu, duygulanım, teknolojikalan, habitus Cellular telephone, affectivity, technoscape, habitus * Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul A technology becomes popular, mainly because it is meaningful and useful. Its meaning and instrumentality are largely shaped through practices of people within certain social, political, and cultural contexts. Thus what transforms a tool into a meaningful technology is its capacity to “respond to or even anticipate our own wishes and capacities” (Sofia, 2000: 187). In what follows, I will attempt to develop an understanding, which aims to situate cellular telephony as a contemporary collective practice of individuals in Turkey within larger historical, social, political and cultural context. I will propose to work with the concept of technoscape, which I believe has the potential to open up an analytical site in which we can comprehend the relations between the local and the global, between the individual body and the social structure. By extending the concept of technoscape into more imaginational, emotional field of experiences, this paper seeks to contextualize cellular telephony as a kind of technological “response” to collective desires, wishes, purposes and imaginations. After providing historical and introductory accounts of key dynamics and issues with regards to “technologies” in Turkey, I will conclude by demonstrating why cellular telephony in Turkey should be investigated through understanding of the technoscape. Certain examples that are drawn from my larger ethnographic research on Turkish cellular telephony including the qualitative interviews with the cell-phone users1 in Turkey will demonstrate why and how we need to rethink the concept of technoscape as a historical dream of presence. Movement and imagination are two key concepts, describing the promises, potentialities and experiences of the technoscape. Arjun Appadurai (1990) first used the term technoscape, along with other scapes like ethnoscape, finanscape, ideoscape and mediascape, to describe the fluidity of globalization. His account of globalization is based on an argument that something has changed in the world; that “the imagination has become a collective and social fact” as a result of the technological changes over the past century (1990: 5). For him, electronic technologies’ mediation of everyday life has turned imagination into global social practice. Following Appadurai, the term now circulates in recent work, ranging from globalization studies and transportation research to urban, media and cultural studies. The landscape is often considered as a kind of technoscape in which movement of bodies and things are largely organized and regulated by technologies and technological configurations (see e.g. Sheller and Urry, 2006). Sheller and Urry (2006) conceptualize contemporary experiences of space as multiple engagements with the technoscape that occur “whenever people ride in a train, make a phone call, read a computer scre- As a part of my larger project on Turkish cellular telephony, I conducted interviews with 50 cellphone users, with different demographic characteristics who live in Istan- bul and Ankara in 2007. In these interviews, I asked the cellphone users to analyze their own relationship to the cellphone. Movement and imagination in the technoscape 1 52 en, simply step off a pavement to cross a road, or hike one marked trail. Data, pictures and sounds also flow through technoscapes” (8). Importantly, Sheller and Urry (2006) highlight the technoscape’s association with specific equipment, how “a car, a mobile phone, a camera, a screen, a hiking boot and so on” can enable a particular production and consumption of space (ibid). the condition that not all bodies nor all objects and images have an equal relationship to movement. Globality depends on the movement and circulation of some bodies, images and objects and not others (Ahmed, 2004). For those who are able, an attachment to movement becomes a new form of social bonding (ibid). This attachment links one to others, forming a “global community” which consists of the those who can move - virtually and physically - in contrast to others who cannot (see Nussbaum, 1996). The technoscape refers to both mechanical and informational technologies which facilitate “movement” or “action” that is not limited by the physical deterritorialization of the body. Movement is not restricted to images, data, information but also the virtual and imaginative movement of the body. Through generating new practices in time-space, the technoscape drastically changes traditional understandings of distance and proximity, absence and presence. For instance, by providing the mean of virtual travel, digital technologies have transformed what we think of as closeness, creating a feeling of co-presence while bodies remain physically distant (Licoppe, 2004; Urry, 2000). The whole promise of technoscape derives from its capacity for displacement and circulation. The technoscape, which comprises the means of physical, virtual, and imaginative movement, plays a significant role in this attachment to movement. The quality of the technoscape, the degree of its absence or presence in an era when global cultural forces prevail, marks differences between regions, countries, or even collectives. As Doreen Massey (1993) argues, power geometries play a critical role in the perception of technoscapes, so that space-time relations vary across different geographies. Differentiated mobility is integral to the social construction of space and time in an age when imagination is available to all, but the very experience of movement (virtual and physical) varies among different groups, collectives and nations. As Massey stresses, the issue is not just if one has access to the flow or movement but also how people engage with the means of mobility. Attachment and movement in the technoscape In the “culture of circulation”, as an effect of globalization (Lee and LiPuma, 2002), mobility becomes a sign of liberty and modernity. In an era of globality, bodies become more attached to “movement” as an ideal and as a requirement of the global world (Ahmed, 2004). However, “movement” becomes an ideal on Many recent studies show that in particular regions of the world, the mode of engagement with the technoscape determines the sense of and the feeling about the “landscape” in which people live (see Chakravarty, 2004; Rafael, 2003; Bull, 53 2006). Larkin (2004) demonstrates how the use of second-hand videos, as the only possible film-viewing practice in Nigeria, generates among Nigerians the sense that Nigeria lives outside of “history”. The inability to adopt technological novelties translates into a collective feeling of resentment. Conversely, the ability to adopt the newest technologies can engender a collective pride, such as in the Philippines (see Rafael, 2003). The technoscape thus opens up a site where different people come to imagine and feel together, yet it also demarcates the very distances between different geographies by inserting new boundaries and barriers. The technoscape connects, attaches one to the other, frames kinship as different people are brought together by the same social practice. However, it also separates one from another on the basis of language differences, class differences, and gender disparities. These diverse issues tell us that the technoscape is not only a collection of materialities that produce collective imaginations but also a plane of affect2 where social attachments and detachments affectively take place, where bodies and collectives affectively take shape. Emotion and imagination: Affectivity of the technoscape The issue of the affectivity of the techHere I rely on Grossberg (1990), who wrote, “affect is the plane or mechanism of belonging and identification (of which identity, constructed through either ideological or psychoanalytical interpellations, is only one form)…affect defines a structure and economy of belonging” (84). 2 noscape is critical to a social study of technology, and it can be investigated through different scales ranging from the feeling of the individual body with the technological tool to the regional and national technoscape. When trying to grasp why some technologies are particularly popular, why and how they become objects of collective attachments, and even of addictions, we need to take into account the affective possibilities and experiences of these technologies. For both the individual and the collective, from their physiological to sociological aspects, technologies necessarily speak to the world of emotions, affective relations. Emotion and affect are generally differentiated in both sociological and philosophical works. While emotions are described as more cognitive experiences of the body, affect refers to non-cognitive, almost unconscious, “irreducibly bodily and autonomic” intensifications (Massumi, 2002: 28). We feel the physiology of being affected and then emotionally respond through the resources of our memory. Emotion then “represents the assemblage of any affect with our previous experience of that affect” (Nathanson, 1996: 13). Affect emerges out of transition (various means of contact) between bodies, between body and space or between body and thing. Affect is contextual, situational, trans-situational (Massumi, 2002), and always involves “potentiality” and “excess” (Anderson, 2006). Being affected and affecting are two aspects of the bodily movement that point to the openness of the body to the other, the world or the object (Massumi 2002; Anderson, 2006; Ahmed, 2004). However, in contrast to emotions, af- 54 fect affords a potentiality and an excess which can transcend the boundaries of the social (Anderson, 2006). Affect can shake up the body, may realize the potentialities that are described by bodily intensities and might outrun the cognitive limit of the body. The potentiality and excess of affect is precisely what might threaten the social, political, historical foreclosures that make up the subject or the social body (see Probyn, 2004; Anderson, 2006). ing and emotion, with their physical, psychological and social dimensions, are highly useful to understand how the body relates to the technoscape and to technologies. Affectivity introduces the power of creativity and possibility into the life worlds of bodies, in contrast to socially constructed structures, ideas, representations and identities. The affectivity of technologies transfers affective “power” from the object to the body (Levy, 1997). Technologies become promises of “exit” and “arrival” by triggering the affective potentialities of the body (see Ronell, 1989). Technology becomes a call for the experience of imagined as it triggers the potentiality of the feeling body that essentially feels out-of-space. Thus, the affectivity of the technoscape is not only bound up in historically and socially shaped emotions and feelings, but also promises to actualize affective potentialities. Although affects are recognized, judged and interpreted according to what we already know, their “potentiality” and “excess” still linger even as technologies organize the bodily practices of everyday life. Thus, the affectivity of technology needs to be studied alongside an historical understanding of technoscape (i.e. how technologies have been imagined, idealized, experienced and sensed in particular society). Perceived and experienced affective potentialities of technology “can only be comprehensible within that specific cultural frame of meaning and style and larger historical frames of power and discipline” (Appadurai, 1990: 148). As Grossberg (1990) puts it, “the same object, with the same meaning, giving the same pleasure is very different in In other words, affectivity resonates with the possibility of being beyond identity, beyond the social closures of the body, beyond collective feelings and shared emotions. The promise of technology exists in direct relationship with the affective possibilities of living in reality. Technologies alter the very basis of our sensory experience and drastically affect what it means to live as embodied human agents (see Hansen, 2004; Hayles, 2002). Experiences with technologies are also grounded in the biological potential of human beings. For instance, the source of virtual reality is not technological, but rather a biologically grounded adaptation to newly acquired technological extensions provided by new media (Hansen, 2004). Yet what is physiological is also psychological and social; the source of meaning in technology is the affective body itself. In his theory of techniques of the body, Marcel Mauss (1979) tells us that the body, “the total man” and his actions need to be understood with a triple consideration instead of a single consideration. This tripartite approach requires one to consider the body as a physiological, psychological and social instrument. In my view, the concepts of affect, feel- 55 different affective contexts. Or perhaps it is more accurate to say that different affective contexts inflect meanings and pleasures in very different ways” (80). A particular technology or technological artifact becomes localized in social practices by making connections to what is assumed as local. How a particular technology responds to historical imaginations, idealizations, and feelings; what kind of affective potentialities it suggests a body might experience in relation to historically and socially constituted emotions; how it promises to alter the current space-time relations of the collective or of the individual; how it can be used in social struggles, for positioning oneself within social space; and how it connects and separates people are all integral to the process of localizing a global technology. Producing particular performances of technologies involves opening up new possibilities for bodily feelings and feeling for how the local or national technoscape relates to the global technoscape and the “others” that are part of it. Just like any technology, the performance of cellular telephony is mediated and largely determined by the historical imaginations, idealizations and collective feelings. That is to say, a cellular telephone, with its standard features and capabilities is only a thing, a tool or a gadget. The cellular telephone becomes a technology when it is socially and culturally appropriated; as it is affectively domesticated (for countries that do not produce but export it); as it serves collective imaginations, idealizations and dreams; and as it promises an exit from the historically constituted foreclosures that limit the possibilities of the body. How a technology is used, to what extent it becomes a social practice for collectives, and how it becomes an object of collective attachment or addiction are all determined by social, cultural, affective, economic and political conditions (see Sterne, 2003a). For countries that export technologies, the domestication of a particular technology entails a series of appropriation strategies and techniques that speak to the historical imaginations, collective ideals, dreams and patterns of affective relations and dominant collective feelings. To work on historically contingent organizations of local technoscapes, we need a conceptual approach that reflects the specific cultural, historical, political, and social conditions within which technologies are effectively and affectively domesticated. Jonathan Sterne (2003b) recommends working with Pierre Bourdieu’s social theory in order to grasp how history and social structures come into play in transforming a tool into a technology that is socially practiced and produced. Habitus and social space Bourdieu’s social theory encourages us to look at how and why the social enters into our bodies. This includes analyzing how and why historical, structural, and objective realities determine the way we think, feel and act, whether we are conscious of what we are doing or not. His concept of habitus designates how social structures are embodied in everyday practice. Habitus refers to understanding bodily practice as one in which social structures (e.g. ideas or representations of abstractions like class and gen- 56 der) are incorporated by agents and “delimit how they can move and in which spaces they can move” (Probyn, 2004: 336). The habitus is formed and reformed through interactions with material and social worlds. It is not simply the reproduction of social structures; individuals develop habitus through processes of socialization and classification, and are constantly changing based on their interactions with social structures. Sterne (2003b) suggests that “technologies are subjects of habitus, they are organized forms of movement” (370). Technologies involve embodied social knowledge and the body acts with them (technologies), most of the time by not being distinctly alerted about their presence. Although each technology refers to different bodily practices and social dispositions, technologies are in general integral to the habitus in the sense that they generate practices, are made up by these practices, and become means for positioning oneself in the world. and cultural capital, symbolic capital is a means of socially recognized legitimization which “works partly through the control of other people’s bodies and belief that is given collectively recognized capacity to act in various ways on deeprooted linguistic and muscular patterns of behavior, either by neutralizing them or reactivating them to function mimetically” (Bourdieu, 1990: 69). Finally, social capital functions to show one’s networks of family, friends and contacts. Each form of capital works to establish one’s position in social space. Agents are located in social space “according to their position in statistical distributions based on the two principles of differentiation…economic capital and cultural capital” (Bourdieu, 1990: 6). In other words, social space is where differentiation takes place based on “a set of distinct and coexisting positions which are exterior to one another and which are defined in relation to one another through their mutual exteriority and their relations of proximity, vicinity, or distance as well as through relations of order, such as above, below and between” (ibid). The main idea of being in social space is to be different from others. The position one occupies, by possessing different kinds of capital, is integral to the struggles to conserve or transform representations of social space (ibid, 12). Crucially, while social structure regulates position, one’s position is not fixed; there is always room for spontaneity, improvisation and creative social action. Yet, spontaneity and improvisation are bounded by cultural memory, by history. Potentialities are inscribed in dispositional relationships, ones of body and of situations The habitus refers both to incorporating social structures like a “genetic knowledge,” and to the spontaneity which enables agents to operate within social space according to “one’s position in a field and one’s access to and possession of certain kinds of capital resources” (Sterne, 2003b: 375). Capital is integral for maintaining distinctions between classes, collectives in social space. While economic capital refers to money and property, cultural capital defines cultivated dispositions, such as aesthetic values, academic credentials, and material objects that require specific knowledge to appropriate them materially and symbolically. Closely related to economic 57 (Sterne, 2003b). The struggle to realize the potentialities and exceed the historical boundaries is what gives character to social space and practice. Technologies occupy a significant place in social positioning and struggle. Sterne writes “a technology is always at any given moment, socially located. It is always implicated in social struggle” (2003b: 383). As embodied practices and also as possessions, technologies may serve to distinguish one group from another and to produce commonalities between different people or groups in the same social space. A technology may well function as cultural and symbolic capital, becoming a form of agency, prestige and control. Bourdieu’s conception of habitus – capital and taste – is essentially based on categorizations of different classes, groups or collectives. The question of how technology comes into play in the social struggle of different groups can only be answered by looking at how particular performances are organized through technologies, and to their basis in historical embodied knowledge, collective feelings and emotions. To understand the particular habitus in relation to a particular technology, we need to take into consideration how imaginations and idealizations, embedded in historical knowledge and belief that affect the technological practices. Now, I will try to provide historical accounts of the key dynamics and issues that have been effective in shaping the perception, imagination and experience of technologies in Turkey. The Technoscape in Turkey Since Turkey first started dreaming of modernity, notions of technology have been integral. The Turkish Republic was founded in the early 1900s with the aim of instituting a modern and secular nation-state. Some authors in Turkey argue that the might of modernity was first recognized by the Ottoman rulers and elites through interaction with technologies and techniques of the Europeans (see Tekelioğlu, 1996; Ahıska, 2005). However, while there are numerous studies of Turkish modernity, only a few focus on technology. Thus our historical analysis of the technoscape in Turkey is tied to a search for hints that can reveal how the technoscape was envisioned in Turkey throughout its modern history. One area that opens up a relatively rich site to grasp how the early technoscape was imagined and experienced on daily level during the transition from Ottoman to Turkish Republic is canonic Turkish literature (including the works of Ahmet Hamdi Tanpınar’s Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Recaizade Mahmud Ekrem’s Araba Sevdası etc). Before providing an introductory account of “technology” in Turkish literature through the writings of literary critics, we shall talk a bit about the social, political, economic structure of the transition period which becomes evident in the collective feeling of people at the time as it is insightfully described by Orhan Pamuk. Orhan Pamuk who won the 2006 Nobel Prize in literature often describes the feeling of this landscape as melancholia. Pamuk (2003) writes that the founding of the new country, the “Turkish Republic”, often seems to him as show- 58 ing desire to get rid of the saddening memory of the objects that are mindful of the empire being lost rather than of the joyful desire for modernization. He writes that rather than mourning for the loss of the empire, this new construct called “Turkey” simply rejected the empire (and rejected its loss) but could not escape from its remains, which is manifested in everyday life in the shared melancholia of early Turkish citizens. The national technoscape was one of the sites that people of Turkey, especially urban dwellers, have felt the intensity of melancholia which came to the fore as the “feeling of defeat and loss” and “the pain of poverty”. ward modernity), and to make the nation “catch up with the western civilization” (the motto of modern Turkey since it was founded). The technoscape in Turkey can be approached as a “dream of presence” which defines a process of imagining that engenders becoming. However, the technoscape as a dream of presence is also “real” in that it binds “various inclinations, sensations, and responses into particular imaginations of presence” (Rose, 2006: 545). For Turkey, the technoscape as a dream of presence imbricates a connection between self and other, body and collective, body and world, and local and global. The technoscape is a “performative and emotive” (see Reddy, 2001) dream of presence which provides infrastructures, communication pathways, narratives and stories to orient and inspire becoming for a collective as well as for an individual. As an historical dream of presence, the technoscape has performed its task in Turkey, of accommodating the landscape’s presumed “lack”. The gap between the Ottoman and European technoscape “marked” the time-lag between the east and west, for the technoscape has historically been a site that “shows” temporal differences between the two. As such, it has also been a site of valuable investments, economically and affectively. The technoscape has always been both the source and the means of overcoming melancholia. Not only has the technoscape been crucial in terms of “showing” the irrecoverable distance between the east and the west, now the local and the global, but it has also played a key role in Turkey in demarcating elitists and the “people”, Islamists and secularists. In short, the technoscape has always been crucial to the political, In the transition period from the empire to the modern republican nation-state, encounters with technologies involved interacting with the western power. In the late Ottoman period, large cities were filled with post offices. Those that were working properly, enabling safe and fast communication, were the European ones in the Ottoman territory, while the Ottoman postal system was disorganized and slow; one of the first things the new republic modernized was the postal system. Reforming and modernizing the “backward” Ottoman technoscape has been one of the main ideals and accomplishments of the new country. For “technology” has always been the twin sister of modernity, progress, and development in the national imaginary. In that respect, the technoscape in Turkey has been shaped as a sort of messianic plane which has been imagined to transform the landscape, to bring the spatio-temporal movement (progress to- 59 the cultural and the social in Turkey. As Ronnel (1989) suggests, technology has ruled – and continues to rule - the power (81). Jale Parla (2003), a renowned literary critic, suggests that Turkish novelists have been preoccupied with cars (along with other vehicles such as carriages, buses and tractors) from the very beginning, which fostered a subgenre of car novels.3 Parla argues that in all these car novels, the vehicle appears as trope rather than as a means for transportation (2003: 535). She writes, “the trope of car becomes important at least two ways: in its relationship to the machine and in its signification of a particular kind of space that has become meaningful in Turkish modernization” (ibid). Nurdan Gürbilek (2003) suggests that the car in these novels is “the symbol of not only changing places but also changing identities. It represents the promise of a second life, the effort of being someone other than one’s inadequate self, to imagine and show oneself as the other, the attempt to close the distance between” the east and the west, the local and Europe (613). Technology was a strange land in the social imaginary because it was imagined and experienced as such. Its imagined social and historical alienness mediated the very bodily practice of technologies, so that hesitancy, anxiety and fear characterized bodily relationships to techAmong the novels, Parla examines, there are: Araba Sevdası by Recaizade Mahmut Ekrem, Sarı Traktör by Talip Apaydın, Fikrimin Ince Gülü by Adalet Ağaoğlu; Sevgili Arsız Ölüm by Latife Tekin, Mach I’dan Mektuplar by Sevim Burak. 3 nologies for a long time. For instance, household appliances, such as pressure cookers, washing machines, vacuum cleaners, and water heaters were appealing both as symbols of modern domestic spheres and for the speed and comfort they brought to domestic life, yet they also spread anxiety and fear. Pressure cookers and water heaters were used as home mains in Turkey. Murathan Mungan, a well-known Turkish poet, writes, “we were so used to hear the news of explosions of pressure cookers during my childhood” (2000). Once people became familiar with using pressure cookers and water heaters, those that ran on gas started to explode and kill family members. In addition, Turkey has always been a land of frequent traffic accidents, killing of hundreds of people every year. Mungan argues that because we used to feel so alien even to these “user friendly technologies”, we could become clumsy, panicky and silly very easily. Things that were supposed to ease life were actually taking lives due to user faults. All of these incidents - traffic accidents, exploding pressure cookers and water heaters were actually intensifying the historical belief that the technoscape is a foreign territory, of which we want to be part, and yet pushes us back to where we were (see Mungan, 2000). Although Turkey adopted many technologies almost simultaneously with Europe, the feeling of being late to the land of technology has never left its landscape. This sense of belatedness also draws upon desires, aspirations and fears, envies and resentments (Gürbilek, 2003). Perhaps motivated by the fear and anxiety of being latecomers, and by a “guilt” 60 inherited from the lost past, any adoptable technology has entered some people’s lives at high speed. While technologies were fascinating to all, their actual uses were limited to a small segment of society for so long. On the one hand, in the social imaginary, which is fueled by the historical imaginations, idealizations and collective feelings, technology has been the name of the western civilization and modernity. On the other hand, its use in the national territory has historically been limited to a certain segment, which differs from others through their financial capabilities (economic capital), through their educational qualifications (cultural capital) and through their hegemonical power over others (symbolic capital). In other words, the use of western technologies has historically been limited with elites, rulers and wealthy segment of Turkey. crucial for achieving the dream of making Turkey a body that could communicate and be compatible with its western counterparts. “Highways are liberty”, announced Turgut Özal, the prime minister at the time, who initiated the liberal market economy and started the privatization of state institutions.4 He promised new highways, a high penetration rate of telephone lines and electricity, and water to areas that have always been economically and socially marginalized (the Kurdish districts especially). Transforming the technoscape was a necessary part of imagining and idealizing a civilized, modernized and unified Turkey. However, transforming the technoscape simply meant commodifying the means of engagement with technologies. Where the state was unable to unify, mobilize and modernize the country, commodification would do the job. Commodified spaces and practices were there to open up sites where bodies could do things, could move in opposition to the cultural policies of the state. The commodified technoscape started to run counter to the state technoscape. As radio was the voice of the state’s strict modernizing policies, commodified sound technologies enabled alternative social practices of listening (see Özbek, 1997). While state-run television was a medium of pedagogical state-power, video technologies provided entertainment. While telephone technology was Roughly starting from the 80s, as the structure of social space has altered due to the internal migrations from rural areas to big cities, due to the newly adopted liberal market economy system, and due to the fact that consumption has become a new drug for masses, the use of technologies has spread to different classes including the new comers of the urban spaces, periphery, or “people”. The motto of the 1980s, “Turkey is opening to the world,” was implying the role of technologies in this ambition. Turkey was becoming another country, shifting from an inwardto an outward-looking social structure. The strict modernization and secularization policies of the state have partly dissolved due to the new state policy of “opening to the world”. The organization of a national technoscape was seen as Turgut Özal’s statement was highlighted in a newspaper advertisement in an exhibition entitles “Lifestyles of Turkey from the 80s to 2000s” which was organized by Meltem Ahıska, Zafer Yenal and Bülent Erkmen in sponsorship of Osmanlı Bankası in 2005. 4 61 restricted to the privileged, wireless emerged to integrate the scattered agents of the periphery. In opposition to the state-run technoscape, the commodified technoscape was pointing to the possibility of intimate experiences between the social body and technology. These commodified technologies shaped sites where the “people” can speak as well as hear themselves. Not only did they open up a possibility for migrants, the poor, children, youth, or any ‘other’ (such as Islamists –the political Islam has become apparent in the political landscape after the 80s through communication technologies) in society, but they also engendered new social practices in which urbanized, middle-class people found ways to express and recognize their own “others” which have been repressed under the strict modernization policies of the state (Gürbilek, 2001). Video technologies, music listening technologies, and television, among other technologies, concomitantly produced distinct social practices for different individuals that familiarized “technologies” with “culture”, with what is assumed as our own. These technologies were imagined and inserted in social practices of everyday life which helped to make all others recognizable, acceptable and even loveable both by themselves and by others. By using the power and authority of technology, things could become more decipherable for social body. Appropriating technologies for the production of “local” has worked to make “local” or “what is our own” acceptable to show. came a collective through their exclusion from the state-run telecommunications technoscape, wireless also came to define a certain class’ taste and habitus which was degraded and considered as backward by elitists. Technological practices have always been integral to social struggle. More importantly, social practices of technologies in Turkey trigger the historically embodied desire to “express” or to “show” what we, as people of Turkey, are lacking. The technological habitus of “people of Turkey” has come to reflect and reproduce a Turkey imagined as in between the east and the west, with a disgraced image of “homelessness”, the landscape where a collective inferiority complex prevails. Journalistic representations of cellular telephony continue to reproduce a degrading attitude towards the so-called periphery’s habitus. One newspaper column states that technology functions as a mirror in which we can see ourselves objectively, and our people’s use of cellular telephony shows what we lack compared to any western country; in essence we are ignorant (Berberoğlu, Hürriyet, 06/02/99). According to this common understanding, not only do we lack the scientific reason to produce technology, but we also lack the very knowledge to use technologies properly. Yet paradoxically the technoscape remains the force that will transform lived Turkey into the landscape of imagined Turkey. Recognition of the other did not occur peacefully in social space. For instance, while “friends of wireless” be- 62 Cellular telephony: The popular performance of the contemporary technoscape the visions of self and individual identity by promising a certain sociality as well. Social status, lifestyle, economicsocial-cultural capital are all integral to individual identity and to cellular telephony’s meaning for the self. One of my informants told me, “it contains all of my memories, my photos, messages, telephone numbers of my friends…it is like me… one can tell what kind of person I am by looking at inside of my cell…” (E). Despite rigid budgets, many people in Turkey purchase this object and renew it whenever they can, making both economic and affective investments. Understanding the extent of users’ desire for cellular telephones might help us to grasp the intensity of this attachment. Cellular telephony has come to Turkey, when Turkey experienced one of the major economic crises in its history (1994). Most of my informants told me that they have purchased their cellphones with credit cards by dividing the fee into payable installments. Today, it is no more a luxurious item but a ubiquitous object that half of the population owns. Today, half of Turkey’s population of Turkey owns a cellular telephone and many express that they feel lacking something as if they miss something essential to their bodies. “If I don’t have my cellular with me, I feel empty. I can lose my lover, but I don’t want to lose my cell. My cellular is my everything!”5 says a street perfume seller in Istanbul. “I think if there is a nation that would never detach from cellular telephones, it is Turks. Perhaps we should change our motto from “horse, woman, weapon” to “horse, woman, weapon and cellular telephone” (M. Ali Yılmaz, Milliyet, 2004) When the cellular telephone was first introduced in 1994, it was defined as a personal technology. Above, I have tried to designate that “technology” is a sort of messianic word for melancholic bodies in Turkey. Therefore it was implausible that the people of Turkey would be indifferent to a personal, purchasable technology. A technology that would not only connect a Turkish body to a global –western- community but also would possibly transform one’s position in the social space and give the affective and imaginational experience of bodily movement and social connection to its users when departure from the landscape of Turkey has been one of the collective desires and the dream of mythic unity of nation has been one of the impossible dreams of the collective. Moreover, a technology which is “user friendly” not only in the sense that its use is simple and functional, but also in the sense that it allows one to upload one’s narrative (that is desired to be told both to oneself and to others) in its containing virtual space (see Sofia’s analysis on containing technologies). Today, cellular telephony in Turkey is not only associated with life – as a technology which connects one to life- Cellular telephony offers more than a display of one’s desired social status and lifestyle; it articulates and reflects Radikal. February. 24. 2007. p. 3. Taken from a published interview with a street perfume seller in Istanbul in Radikal. 5 63 but it is also imagined and experienced as an affective and instrumental protector of its users from diverse risks of the city life. Although most of the time, one is consciously aware of the fact that the cellular telephone might not work when one desperately needs its connection, or that using the cellular telephone might be too late in the face of any possible threat, feeling of a cellular telephone in one’s hand or close to the body still gives this sense that one is safe. It is an affective and psychic protector, a talisman with which one feels secure, still connected even when alone and vulnerable to the hazards of the city. The cellular telephone has become the “national organ”6 in Turkey when the social space is extremely fragmented into enclaves of different identity politics such as Kurdish nationalists, Turkish nationalists, Islamists and Secularists. Just as cellular telephony functions in a way to differ one body from another in the social space, so too its work can be interpreted as a performance as well, one that becomes meaningful insofar as it promises a certain sameness or commonality between different collectives. An engagement with cellular telephony is also a social practice through which these diverse, polarized groups can form and display certain social bonds. Vicente Rafael (2003) invites us to think of cellular telephone politics as a messianic disMehmet Ali Yılmaz, a columnist in Milliyet, wrote that the cellular telephone has become a national organ of Turkish society (published on 24 February, 2004). See also Zülfü Livaneli’s 2005 novel, Leyla’nın Evi, where he calls the cellular telephone as the third ear of Turkish bodies. 6 course replete with promises of justice, commonnalities, an integrated collective and a crowd of equal people. Many authors have conceptualized communication technologies as social instruments that can integrate a large collective, like a nation or society. For instance, Avital Ronell writes for the telephone, “The telephone connects where there has been little or no relation, it globalizes and unifies, suturing a country like a wound” (1989: 8). In a similar vein, we can surmise that the cellular telephone as a “connecting” medium has become an object of collective attachment in contemporary Turkey where the means of relations with “others” are largely precluded. Cellular telephony as a technology which promises experiences of movement –virtual, imaginative and physical- has become an object of collective attachment when people of Turkey, especially youth, dream to migrate to another country which is far from the territory of Turkey. The cellular telephone as a “portable”, “pedestrian” and “personal” technology (Okabe, et. al. 2005) gives the sensation, imagination and affective experience of movement to the individual bodies. The cellular telephone pervades the distinction between spaces –the spatial difference between indoor and outdoor, the spatial experience of being on the street and being in the space of transportation vehicle, between familiar and unfamiliar spaces. It is immersive -it takes the body in it, holds the body during its connection, opening up an exteriority, a certain exit from where the body is. The cellular telephone generates a hybrid space that merges physical and digital spaces that immerses the body by 64 excluding the surroundings (Plant, 2000). Adriana de Souza e Silva writes, “most of all immersion depends on imagination” (2006: 30). The user of the cellular telephone as s/he connects with it to the other, s/he immerses into the hybrid space of cellular telephone where imaginational movement, exit, exteriority is possible. Asuman Suner (2001) searched for an answer to the question of “why in a country where the income per capita is very low compared to other OECD countries, the cellular telephone has become popular as it is in some European countries?” Rather than look to more traditional formulations of social status or modern lifestyle, she suggests that it is perhaps because the cellular telephone gives its owners a feeling of movement, departure, or migration to another time and space. She writes that in a landscape where the majority of young people dream to leave Turkey for somewhere else, the cellular telephone’s associations –as a global, mobile technology- of mobility, liberty, and freedom speak to the imagination and virtual experience of departure. ined Turkish stamp on global cellular telephony represents what differs Turkish cellular telephony from others as an ability to creatively adapt the technology. One humorous television advertisement for Akbank banks is an exemplary reflection of how cellular telephony is envisioned as marking an imagined difference between the local and the global. On a fast train, an American, a Japanese, and a Turkish guy sit a table, having their lunch. The American with a cowboy hat shows off his cellular telephone and expresses his pride at having invented this technology. The Japanese fellow, who has a flying cellular, says that he is proud of developing and improving this technology. The Turkish guy, who wants to end the discussion with his display, says that he will pay for their lunch - he removes his cellular from his pocket, contacts his bank, takes out a loan (apparently, a lunch on that Turkish fast train is prohibitively expensive) and pays the bill immediately. He declares that he is proud of inventing new ways to efficiently use this technology. In the end, both his American and the Japanese friends accept that the Turkish invention is the greatest. The Turkish guy recommends that in their own countries they work harder to catch up with Turkish inventions. As a global technology that is produced and invented somewhere else cellular technology is a foreign technology. When cellular telephony is recognized as part of the global network whose felt and perceived center is not Turkey, it continues to foster historical resentment, anger, or melancholia. As one of my male informants says, “I regret that we couldn’t invent such a thing” and the reason is that “we lack the self-confidence”. Cellular telephony shows what “we lack” insofar as it allows for varieties in its use, in shape, in its performance. Yet at times the imag- We can read this ad as a result of an unsuccessful advertising strategy which could not predict its own reception, as the ad implies that Turkish difference, stamp would appear when it came to finding new ways to take bank loans. Yet even as a poor ad, it represents core aspects of my previous discussions of the technoscape, melancholia, and the ways 65 in which cellular telephony is seen as a means to overcome the historical melancholia in the social imaginary. This ad illustrates how as a contemporary performance of the historical dream of presence, cellular telephony opens up a site where the gap between the local and the global is imagined and accommodated. Historical melancholia and the historically imagined western gaze pervade the commercial, contributing to the popular perception that cellular telephony can only become a means of national pride when it garners the approval of the imagined western gaze –in this case the imagined global gaze of the global community. Locality becomes meaningful insofar as cellular telephony can link Turkey to the global network in ways that allow for Turkish national pride to enter the sphere of globality, a vision that we have long dreamt. Conclusion The technoscape as a multilayered concept can open up a rich domain through which we can contextualize the potential material functioning and meanings of the cellular telephone within particular historical and socio-technical imaginations and idealizations. In that respect, I have tried to designate that what transforms cellular telephony from being a tool into a technology is not merely its instrumental work and potential meanings as majority of researches on cellular telephony suggest. Rather it is precisely the social, historical, cultural conditions, including the collective imaginations, feelings and idealizations that give rise to popularity of cellular telephony in Turkey. When the cellular telephone is understood as one of the performances of the technoscape that promises certain affectivity to bodies through which different experiences of movement and connection are possible, its popularity in particular socio-technical contexts where the means of bodily movement and social connection lack might be more fairly examined. Cellular telephony, as a performance of the technoscape, “gathers” when relation, connection between the different collectives, and individuals do not seem very possible. It becomes a part of the historical dream of presence in the form of unity of a nation, when the “nation” feels fragmented, divided, has lost the ability to connect. In a similar manner, the technoscape becomes a consolidation for melancholia where melancholia emerges out of an affectation with the landscape that is positioned as non-west, as “outside” of global community –be it European Union or larger western community. References Ahıska, M (2005), Radyonun Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik, İstanbul: Metis. Ahmed, S (2004), “Collective Feelings: Or, the Impressions Left by Others”, Theory, Culture and Society, Vol. 21 (2). Appadurai, A (1990) “Disjuncture and difference in the global cultural economy”, in M Featherstone (ed.), Global culture: Nationalism, globalization and modernity, London: Sage. Anderson, B. (2006) “Becoming and be- 66 ing hopeful: towards a theory of affect”, Environment and Planning D: Society and Space, vol. 24(5). Lee and LiPuma (2002) “Cultures of Circulation: The Imaginations of Modernity” in Public Culture, 14(1). Bourdieu, P (1990), The Logic of Practice, Oxford: Polity. Levy, P (1997) Collective Intelligence: Toward an Anthropology of Cyberspace, trans. R. Bull, M. (2004) “Sound Connections: an aural epistemology of proximity and distance in urban culture”, Environment and Planning D: Society and Space, Vol. 22. Bononno. New York: Plenum. Licoppe, C (2004) “ ‘Connected’ presence: the emergence of a new repertoire for managing social relationships in a changing communication technoscape” in Environment and Planning D: Society and Space, vol. 22. Chakravarty, P (2004) “Telecom, national development and the Indian State: a postcolonial critique” in Media, Culture and Society, Vol 26 (2). Ling, R. (2004) The Mobile Connection: The Cell Phone’s Impact on Society, Boston: Morgan Kauffmann. De Souza e Silva, A (2006) “Interfaces of Hybrid Spaces” in A. Kavoori and N, Arceneaux (eds) The Cell Phone Reader: Essays in Social Transformation, New York: Peter Land, 2006. Livaneli, Z (2007), Leyla’nin Evi, Istanbul: Remzi. Massey, D (1993) “Power Geometry and a Progressive Sense of Place”. in T. Bird, B. Curtis, T Putnam and G Robertson (eds) Mapping the Futures: Local Culture, Global Change. London: Routledge. Grossberg, L (1990) We Gotta Get Out of This Place: Popular Conservatism and Postmodern Culture, New York: Routledge. Gürbilek, N (2003) “Dandies and Originals: Authenticity, Belatedness, and the Turkish Novel”, The South Atlantic Quarterly, Vol. 102(2/3). Massumi, B. (2002) Parables for the Virtual: Movement, Affect, Sensation, Durham: Duke University Press. Mauss, M. (1979) Sociology and Psychology, trans. B Brewster, London: Routledge. __________(2001) ) Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis Hansen, M (2004) “The Time of Affect, or Bearing Witness to Life” in Critical Inquiry, Vol. 30. Mungan, M. (2000) Teknoloji ve Ideoloji, Radikal Iki, 04. 06. 2000. Hayles, K (2002) “Flesh and Metal: Reconfiguring the Mindbody in Virtual Environments”, Configurations, Vol. 10. Nathanson, D. L. (ed.) (1996) Knowing Feeling: Affect, Script and Psychotherapy, New York: Norton. Larkin, B (2004) “Degraded Images, Distorted Sounds:Nigerian Video and the Infrastructure of Piracy” in Public Culture, 16(2). Nussbaum, M. (1996) “Patriotism and Cosmopolitanism” in M Nussbaum For the Love of Country: Debating the Limits of Patriotism, Boston: Beacon Press. 67 Okabe, M., Ito D., Matsuda, M. (eds) (2005) Personal, Portable Pedestrian: Mobile Phones in Japanese Life, MIT Press. Rose, M (2006) Gathering ‘dreams of presence’: a project for the cultural landscape” in Environment and Planning D: Society and Space, vol. 24. Özbek, M. (1997) “Arabesk Culture: A Case of Modernization and Popular Identity” in R. Kasaba and S. Bozdoğan (eds) Rethinking Modernity and National Identity in Turkey, London: University of Washington Press. Sheller, M and Urry, J (2006) “Introduction: Mobile Cities, Urban Mobilities” in M, Sheller and J, Urry (eds) Mobile Technologies of the City, New York: Routledge. Pamuk, O. (2003), Istanbul: Hatıralar ve Şehir, Istanbul: Iletişim. Parla, J. (2003) “Car Narratives: A Subgenre in Turkish Novel Writing” in The South Atlantic Quarterly, 102 (2-3), Summer. Plant, S (2000) “On the Mobile: The Effect of Mobile Telephones on Social and Individual Life” [http://www.motorola.com/mot/documents/0,1028, 333, 00.pdf]. Probyn, E. (2004) “Everyday Shame”, Cultural Studies, Vol. 18 (2/3). Rafael, V (2003) “The Cell Phone and the Crowd: Messianic Politics in the Contemporary Philippines” in Public Culture, 15(3). Reddy, W, M, (2001) The Navigation of Feeling: A Framework for the History of Emotion, Cambridge: Cambridge University Press. Ronell, A (1989), The Telephone Book: Technology, Schizophrenia, Electric Speech, Nebraska: University of Nebraska Press. Sofia, Z (2000) “Container Technologies”, Hypatia, Vol. 15(2). Sterne, J (2003a) The Audible Past: Cultural Origins of Sound Reproduction, Durham: Duke University Press. _______(2003b) “Bourdieu, Technique and Technology”, Cultural Studies, Vol. 17 (3/4). Suner, A (2001) “Bir Bağlantı Koparma Aracı Olarak Türkiye’de Cep Telefonu”, Toplum ve Bilim, Vol. 90. Tekelioğlu, O. (1996) “The Rise of a Spontaneous Synthesis: The Historical Background of Turkish Popular Music” in Turkey: identity, democracy, politics ed by S Kedourie, London: Frank Cass&Co. Verbeek, P. P. (2005) What Things Do: Philosophical Reflections on Technology, Agency, and Design, Penn State: Penn State Press. Winner, L. (1993) “Artifact/Ideas and Political Culture” in A. Teich (ed) Technology and the Future, New York: St. Martin Press. 68 Dr. Mustafa Yılmaz* Türkiye’de Metro Gazeteciliği Özet Abstract Küreselleşme birçok alanda olduğu gibi iletişim sahasında da çeşitli değişim ve dönüşümlere yol açtı. Son yıllarda görülen en büyük yenilik ise ücretsiz gazetelerin ortaya çıkışı ve hızla büyümesi, gazetelerin internet üzerinden okunuşundaki artış ile gazetelerin kompakt ya da bulvar gazetesi biçiminde yani tabloid boyutta yayımlanmaya başlaması oldu. Bu makalede de dünyada ücretsiz gazetelerin ortaya çıkışı ve gelişimi, metro gazeteciliği diye adlandırabileceğimiz bu medya türünün Türkiye’deki yansımaları incelenmiştir. Şubat 2008’de yayım hayatına başlayan Gaste adlı ücretsiz gazete Türkiye’de bu alandaki ilk ürün olma niteliğini taşıyor. Bu çalışmada Gaste’nin içerik özellikleri, gazeteye yöneltilen eleştiriler ve Türkiye’de yeni oluşmaya başlayan ücretsiz gazete piyasasında yaşanan rekabet ortaya konmaya çalışıldı. As in many other fields, globalization has led to various changes and transformations in communications. The biggest change of recent years has been the emergence and the rapid expansion of free newspapers, the increase in the internet readership of newspapers, and the trend towards compact or tabloid-sized newspapers. This article examines the worldwide rise and expansion of free newspapers and the reflections of this type of journalism, which may be called “metro journalism”, in Turkey. The free newspaper Gaste, which started publication in February 2008, is the first publication in this category in Turkey. This study explores the contents of Gaste, criticisms directed at the paper, and the ongoing competition in the newly emerging free daily newspaper market in Turkey. Anahtar Kelimeler Key Words Metro Gazeteceliği, ücretsiz gazeteler, Gaste Metro journalism, free newspapers, Gaste * Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Dünya Gazeteler Birliği’nin (World Association of Newspapers – WAN) Mayıs 2005’de Güney Kore’nin başkenti Seul’de yapılan toplantısında, 215 ülkeyi kapsayan bir araştırmanın raporu yayımlandı. Raporda 2004 yılında ücretsiz gazetelerin dağıtımında önemli bir artış meydana geldiği açıklandı. Böylece küresel sürecin etkisiyle uluslararası medya kuruluşlarının gelişmekte olan ülkelerdeki potansiyeli çok daha fazla dikkate alacakları öngörüsü ortaya kondu (Pazarbaşı, 2007: 207). Gerçekten de bu alandaki büyüme hızla devam etti ve daha önceki çok ciddi olmayan girişimleri bir kenara koyduğumuzda Şubat 2008’de Türkiye’de ilk ücretsiz gazete olan Gaste yayım hayatına başladı. Bu girişim konuya ilişkin tartışmalara ve yeni bir pazar olan ücretsiz gazete piyasasında da rekabete yol açtı. Gaste’nin yayımlanmaya başlamasından on gün sonra bu kez Doğan Grubu 20 dk adıyla ücretsiz bir gazeteyi okuyucuyla buluşturdu. Bu basılı ürünler gerek içerikleriyle gerekse sahiplik durumları ve tabloid formlarıyla çok çeşitli eleştiriler almaya devam ediyor. Ücretsiz Gazetelerin Ortaya Çıkışı Metro gibi insan yoğunluğunun fazla olduğu yerlerde ücretsiz olarak dağıtılmaya başlanan gazeteler bu tür yayımcılığın ortaya çıkmasına neden oldu. Pers Anders Anderson, Robert Braunerhielm ve Monica Anderson’un bir yatırım şirketi olan Kinnevik Group’un Başkanı Jan Stanbeck’in “Daha önce bu hiç yapıldı mı?” sorusuna “Hayır” yanıtını alması ve Stanbeck’in “Hadi onu yapalım” söz- leriyle hayata geçirdikleri ücretsiz gazete “Metro” ilk defa Şubat 1995’de İsveç’in başkenti Stockholm’de metro önlerinde dağıtılmaya başlandı (http://www.metro.lu/about/metro_history). Kolay ve hızlı okunabilir bir formda hazırlanan gazetenin içeriği büyük uluslararası haber ajanslarından (AFP, Reuters, AP) gelen kısa haberlerin sayfaya yerleştirilmesiyle oluşturulmaktaydı. Metro bir sayısının okunması için 19,5 dakikanın yeterli olduğunu savunmaktaydı. Tabloid formda olduğu için kolayca taşınabilen ve okunabilen gazetede bol renk kullanılmasına rağmen boyalar iz bırakmıyordu. “Metro” sayılarının beyaz bir elbise üzerinde hiçbir leke bırakmayacağını garanti ediyordu (Pazarbaşı, 2007: 206). İlk çıktığı yıllarda alaya alınan gazete 200 bin tirajdan 8 milyon 700 bin tiraja sadece 12 yıl içinde ulaştı. Metro, dört kıtada 23 ülkede 100’den fazla şehirde 19 dilde yayımlanıyor. Günde 23,1 milyon kişinin takip ettiği gazetenin okuyucularının yüzde 51’i bayan, yüzde 74’ü 49 yaşın altında, yüzde 40’ı 18-35 yaş arasında, yüzde 82’si ise öğrenci ya da çalışıyor (http://www.metro.lu/about/metro_facts). Metro’da 400 kadrolu gazeteci ve serbest muhabir görev yapıyor. İnsan yoğunluğunun fazla olduğu; caddelerde, metroda, tren istasyonlarında, otobüs duraklarında, perakende mağazalarında, üniversitelerde, yüksek okullarda, hava alanları ve otellerde dağıtımı yapılıyor (http://www.metro.lu/about/distribution). Dünya üzerinde 54 ülkede 245 ücretsiz gazete yayımlanıyor, bu gazetelerin toplam tirajı 41,6 milyon, tüm dünyada yayımlanan ücretsiz gazetelerin yüzde 25’i Metro International’e bağlı. Avrupa’da yayımlanan gazetelerin yüz- 70 de 25’i ücretsiz dağıtılıyor (Metro Annual Report, 2007: 2). Ücretsiz gazete piyasasında en yoğun rekabetin yaşandığı ülkelerin başında İngiltere geliyor. Metro International’dan bağımsız olarak Mart 1999’da kurulan Associated Newspapers Grubu’na bağlı ücretsiz “Metro” gazetesi ilk önce Londra’da okurla buluştu. Daha sonra İngiltere’nin 16 büyük kentinde de haftanın her günü 1,3 milyon adet dağıtılmaya başlandı. Metro dünyanın en büyük ücretsiz gazetesi ve İngiltere’nin en büyük dördüncü gazetesi (http://www. metro.co.uk/about). Metro, Daily Mail ve Evening Standard’ın sahibi Associated Newspapers, Ağustos 2006’da London Lite adında bir başka ücretsiz gazete daha çıkardı (http://www.thelondonlite.co.uk/advertising/about.html). 400 bin tirajlı bu gazetenin yayımlanmaya başlaması medya devi Rupert Murdoch’ı harekete geçirdi. Murdoch’ın News Corporation şirketinin İngiltere ayağı olan ve The Times, The Sunday Times, The Sun gibi çok satan ve önemli gazetelerin sahibi News International Group, Thelondonpaper adlı gazeteyle Kasım 2006’da ücretsiz gazete piyasasına girdi. Başlangıçta 400 bin tiraja sahip olan Thelondonpaper Mart 2008’de 500 bin tiraja ulaştı (http://www.thelondonpaper.com/advertising/circulation_traffic.html). Ücretsiz gazetelerin ortaya çıkması basın hayatına hareketlilik ve rekabet getirmesinin yanında ücretli gazetelerin tirajlarında da önemli düşüşlerin görülmesine yol açmıştır. 1999’da İngiltere’de yayımlanmaya başlanan Metro, iki ünlü İngiliz tabloidine, Sun ve Mirror’a, yüzde 4 okur kaybettirmiştir. Yine İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgesinde yayımlanmaya başlanan ücretsiz “20 Minuten” popüler Blick gazetesinin okurlarının yüzde 14’ünü ele geçirmiştir (Pazarbaşı, 2007: 206). Türkiye’de Ücretsiz Gazeteler Dönemi Türkiye de ücretsiz gazeteyle 11 Şubat 2008’de tanıştı. Metro gazeteciliğinin fikir babası İsveçli Pelle Anderson’un üst düzey yöneticiliğini (CEO) yaptığı “Gaste” adlı hafta içi beş gün yayımlanan ücretsiz gazete, bu alanda bir ilki oluşturuyor. Yayın sahibinin Free News İletişim Ticaret Anonim Şirketi olduğu belirtilen Gaste’nin künyesinde tüzel kişi temsilcisi olarak Lale Hürrem Şenay, sorumlu yazı işleri müdürü olarak da Vedat Diriker gösteriliyor. İstanbul Ticaret Odası’ndaki sicil kaydına göre de 31 Ocak 2008’de kurulan 500 bin YTL sermayeli şirketin ortakları Pelle Evert Anderson, Ahmet Pandır, Zuhal Elver, Rengin Keresteci, Neşet Murat Dörtbudak, Mehmet Alp Erkaya (Özkan, 2008). Gaste ilk sayısında; her zaman ücretsiz olacaklarını, herhangi bir dini ya da politik bir grupla ilgileri olmadığını herhangi bir grubun sözcüsü de olmadıklarını ileri sürüyor. Yerel, ulusal ve uluslararası haberler içeren, tabloid boyutta, tamamen renkli ve ortalama 32 sayfalık İstanbul’daki en büyük gazete olduklarını ifade eden ücretsiz gazetenin genç, iyi eğitimli ve geleneksel basına oranla daha fazla kadın ve daha fazla şehirli bir okuyucu kitlesini hedeflediği, İstanbullular için günlük aktivitelere de rehber olacak bir nevi İstanbul şehrinin gazetesi olmayı amaçladıkları belirtiliyor. İstanbul’da dağıtılan gazetenin en fazla yüzde 50’sinin reklamdan oluşacağı da kaydediliyor (http://www.Gaste.biz/in- 71 dir.php?ay=2). Gaste, Ipsos KMG adlı kamuoyu ve pazar araştırma şirketine “Gaste Okur Oranları ve Profili” adlı bir araştırma yaptırmıştır. 13, 15, 19, 20, 22, 26, 27, 29 Şubat ve 4, 5 Mart 2008 tarihlerinde İstanbul’un belirli merkezi noktalarında tesadüfi örnekleme yöntemiyle ve yüzyüze görüşme tekniği ile yapılan araştırmada Gaste okurlarının yüzde 47,9’unun kadın 52,1’inin ise erkek olduğu yine aynı sonucun ücretli gazete okuyucularında da elde edildiği görülmüştür. Gaste okuyucularının yüzde 69,7’sinin 18-44 yaş aralığında olduğu ücretli gazetelerin okurlarının ise 64,6’sının aynı yaş diliminde olduğu görülmüştür. Dolayısıyla Gaste’nin daha genç bir nüfus tarafından okunduğu anlaşılmaktadır. Araştırmaya göre Gaste okurlarının dörtte birinin düz lise mezunu olduğu, beşte birinin ilkokul, yine beşte birinin üniversite mezunu olduğu görülmektedir. Ücretli gazetelerin okurlarının ise dörtte birinin üniversite, yine dörtte birinin düz lise mezunu oldukları görülmektedir. İlkokul mezunlarının oranı ise yüzde 15,8 olmaktadır. Araştırma bulgularına göre ücretli gazete okuyucularının nisbeten daha eğitimli oldukları sonucuna varmak mümkündür. Gaste okurlarının yüzde 67,3’ü ücretli çalışanlardan yüzde 8,8’i ise öğrencilerden oluşmaktadır, ücretli gazete okurlarının ise yüzde 53,3’ü ücretli çalışan yüzde 8,9’u öğrencidir. Bu bulgulara göre, Gaste’nin daha çok çalışan ve öğrenciler tarafından okunduğu görülmektedir (http://www.Gaste.biz/ reklam/). Gaste, bilgi veren ve önyargısız içeriğe sahip olduğunu ileri sürmekte; yerel, ulusal, dünya haberleri, ekonomi, spor, eğlence, kültür sanat konularında en taze günlük içeriğe sayfalarından ulaşılabilineceğini ifade etmektedir. Bizim yaptığımız çalışma da Türkiye’nin ciddi anlamda ilk ücretsiz gazetesi olan Gaste’nin içeriğini hangi tür haberlere ne oranda yer verdiğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Çalışmamız 11-15 Şubat 2008, 25-29 Şubat 2008, 10-14 Mart 2008, 24-28 Mart 2008, 07-11 Nisan 2008 tarihlerinde Gaste adlı ücretsiz gazetenin 25 sayısının incelenmesiyle gerçekleşmiştir. Bu sayılarda hangi tür haberlere ne kadar yer verildiği araştırılmıştır. 11-15 Şubat 2008 tarihleri arasında yayımlanan ilk beş sayısında Gaste’nin toplam 660 haber 460 da fotoğrafa sayfalarında yer verildiği görülmüştür. Bu zaman diliminde gazetede ortalama günde 132 haber ve 92 fotoğraf yer almaktadır. Bunların 75’i iç haber 10’u dış haber 24’ü de spor haberi olmaktadır. İç haberlerin ortalama 25’i magazin, 22’si kültür sanat, 14’ü ekonomi, 9’u sağlık, üçü polis adliye, ikisi siyaset, biri ise eğitim konulu haberlerden oluşmaktadır. İstanbul’u konu eden haberler ise 23’ü bulmaktadır. Gazete bu dönemde 32 sayfadan oluşmakta reklam ve ilanlar 10 tam sayfayı kaplamaktadır. 25-29 Şubat 2008 tarihleri arasında incelenen beş sayısında ise toplam 605 haber, 435 de fotoğraf yer almaktadır. Bu dönemde gazetede günde ortalama 121 habere ve 87 fotoğrafa yer verilmiştir. Bu haberlerin 78’ini iç haberler, 10’unu dış haberler, 20’sini spor haberleri, 13’ünü de İstanbul haberleri oluşturmaktadır. 78 iç haberin 27’si magazin, 23’ü kültür sanat 12’si ekonomi, 8’i sağlık, dördü polis adliye, ikisi siyaset ikisi de eğitim konuludur. Gazetenin sayfa sayısı bu dönemde 32’den 28’e düşmüş, reklam ve ilan- 72 lışmamızın zaman aralığında olmayan 16 Nisan 2008 tarihli sayı 24 sayfa yayımlanacaktır. Böylece yayım hayatına başladığı 11 Şubat 2008 tarihinden 16 Nisan 2008’e kadar geçen sürede gazete dörtte bir oranında küçülecek, günde ortalama 10 tam sayfa yer kaplayan ilan ve reklamlar ise 6 tam sayfalık bir alana kadar gerileyecektir. ların kapladığı alan da 10 tam sayfadan 8 tam sayfaya gerilemiştir. 10-14 Mart 2008 tarihleri arasında Gaste’de toplam 652 habere yer verilmiş 476 da fotoğraf kullanılmıştır. Günde ortalama 130 haberin yer bulduğu gazetede 95 fotoğraf da okurlara sunulmuştur. Bu zaman aralığında günde ortalama 82 iç habere, 10 dış habere, 22 spor haberine ve 16 İstanbul konulu habere yer verilmiştir. İç haberlerin 28’ini magazin haberleri, 26’sını kültür sanat haberleri, 14’ünü ekonomi haberleri, 9’unu sağlık haberleri, üçünü polis adliye yine üçünü siyaset, birini de eğitim haberi oluşturmaktadır. Bu dönemde 28 sayfalık gazetenin 7,5 sayfası reklam ve ilanlara ayrılmıştır. Gazetenin incelendiği 25 günlük süreç bir bütün olarak ele alındığında 3284 haber, 2348 de fotoğrafın bu zaman diliminde Gaste’nin sayfalarında yer aldığını görüyoruz. Yine bu süreçte, 2036 iç haber, 456 İstanbul haberi, 248 dış haber ve 544 spor haberi gazetede yer bulmuştur. İç haberlerin 679’u magazin, 604’ü kültür sanat, 351’i ekonomi, 221’i sağlık, 100’ü polis adliye, 54’ü siyaset, 27’si ise eğitim haberlerinden oluşmaktadır. Bu verilerden yola çıkıldığında, günde ortalama 131 haber ve 94 fotoğraf kullanıldığı görülmektedir. Günde kullanılan 131 haberin ortalama 81’i iç haber, 10’u dış haber, 22’si spor haberi, 18’i de İstanbul haberleri olmaktadır. İç haberlerin 27’si magazin, 24’ü kültür sanat, 14’ü ekonomi, 9’u sağlık, 4’ü polis adliye, ikisi siyaset ve biri de eğitim haberlerinden oluşmaktadır. İlk çıktığında 300 bini tirajı olan Gaste, Nisan ayından beri günde 500 bin adet basılmaktadır. Sırasıyla en fazla magazin, kültür sanat, spor, İstanbul, ekonomi, dış haberler, sağlık, polis adliye, siyaset ve eğitim haberlerine yer vermektedir. Gaste’de ayrıca hergün üç karikatür, üç bulmaca, bir köşe yazısı, burçların yer aldığı bir astroloji köşesi, ortalama 7 okurun görüşlerini dile getirdikleri okur köşesi, biri İstanbul diğeri de ülkenin önemli yerleşimlerindeki hava durumu tahmin raporlarının yer 24-28 Mart 2008 tarihleri arasında yayımlanan Gaste’nin beş sayısında toplam 667 haber, 486 da fotoğraf yer almaktadır. Günde ortalama 133 haber, 97 fotoğraf kullanılmıştır. 84 iç haber, 10 dış haber, 21 spor haberi, 18 de İstanbul konulu haber sayfalarda yer bulmuştur. İç haberlerin 28’i magazin haberlerinden, 25’i kültür sanat, 13’ü ekonomi, 9’u sağlık, 5’i polis adliye, ikisi siyaset biri de eğitim haberinden oluşmaktadır. Bu zaman diliminde gazete 28 sayfa çıkmaya devam etmektedir ancak reklam ve ilanların kapladığı alan 7 tam sayfaya düşmüştür. 07-11 Nisan 2008 tarihleri arasında ise Gaste’de toplam 700 haber, 98 de fotoğraf yer almıştır. Günde ortalama 87 iç haber, 10 dış haber, 22 spor haberi ve 21 İstanbul haberi okuyucuyla buluşmuştur. İç haberlerin 28’i magazin, 25’i kültür sanat, 17’si ekonomi, 9’u sağlık, 6’sı polis adliye, ikisi siyaset haberidir. Bu beş günlük süre içinde de gazetede reklam ve ilanlara ayrılan yer azalarak 6 tam sayfaya düşmektedir. Nitekim ça- 73 aldığı kısımlar bulunmaktadır. Gazetede ünlülerin doğum günlerinin yer aldığı ve özlü sözlere yer verilen tarihte bugün tarzı bir köşe ile hergün değişik bir sorunun okuyucuya sorulduğu ve beş okurun bu soruya verdikleri yanıtların yer aldığı soru cevap köşesi bulunmaktadır. Gaste’nin piyasaya çıkmasından 10 gün sonra Doğan Grubu, küresel ekonominin medya pazarındaki yeni trendine kayıtsız kalamadı. Ücretsiz gazetelerin 20 dakikada okunabileceği yaklaşımına atıfta bulunarak 20dk adlı bir gazete yayımlamaya başladı. 21 Şubat 2008’de ilk sayısı okuyucuyla buluşan 20dk’nın, Genel Yayın Yönetmenliği’ni Hürriyet Gazetesi Yazıişleri Müdürü Emre İskeçeli yapıyor. İskeçeli hedeflerini ve yapmaya çalıştıklarını şöyle özetliyor: “Bizim en önemli hedefimiz, İstanbullulara şehrin kargaşası içinde bir nefes olmak, işlerine, okullarına giderken okumalarına katkı sağlamak. İstanbullular ücretsiz ulaşan bir gazeteye tepkili yaklaşırlar diye bekliyorduk; ama korktuğumuz olmadı. Gazete, sabah 6:00’dan 11:00’e kadar ana arterlerde, duraklarda ve şehir meydanlarında dağıtılıyor. ’20 dk 120 haber’ sloganı ile gündemi özetliyoruz”. 20dk Hürriyet gazetesinin haber kanallarını kullanabiliyor (Güray, 2008). Günde 300 bin basılan ve dağıtılan gazete, yaygın medyada yer bulamayan şehir ilanlarını yayımlamayı, kent ve dünya gündeminden haberleri derin analizlere girmeden okura sunmayı amaçlıyor (Çambel, 2008) 20dk’nın Genel Yayın Yönetmeni İskeçeli, kolay okunan, gündemi özetle verebilen, genelde genç insanlara hitap eden bir gazete olduklarını, hafta içi hergün 97 noktada okurla buluşan gazetenin tirajını 750 bine ulaştırmayı hedeflediklerini söylüyor (Şarlıoğlu, 2008). Türkiye’de ücretsiz gazetelerin yayım hayatına başlaması eleştirileri de beraberinde getirdi. En çok eleştiriyi alansa Gaste oldu. Gaste hem sahiplik hem de içerik açısından çokça eleştirildi. Gazetenin künyesinde yayın sahibinin Free News İletişim Ticaret Anonim Şirketi olduğu belirtilse de Mart 2008’e kadar iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yedi yıl Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliği yanında AKP’nin Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın danışmanlığını da yapan Cüneyd Zapsu’nun ve ağabeyi Geylan Abdülaziz Zapsu’nun gazetenin gerçek sahibi oldukları iddia edildi (Özkan, 2008). Buna kanıt olarak da, geçmişte Zapsu ailesinin sahibi olduğu BİM marketler zincirinin Operasyon Komitesi Başkanlığı’nı yapan Vedat Diriker’in Gaste’nin Sorumlu Yazıişleri Müdürü olması ve Gaste’nin Sanat Direktörlüğü’nü Aziz Zapsu’nun oğlu Ömer Zapsu’nun yapması gösteriliyor (http://www.sol. org.tr/index.php?yazino=28544). İletişim profesörü Nurşen Mazıcı’nın eleştirisi ise gazetenin adı ve içeriği üzerine; “İlk başta baktığınızda ‘gazete’ yerine ‘Gaste’ yazılması konuya nasıl bir ciddiyetle yaklaştıklarını gösteriyor. Derinliği olmayan haberlerle aynı oranda derinliksiz kitle yaratma planının bir parçası olduğu çok açık. Çağdaş, aydınlık kafalar yetiştirme gibi dertleri olmayan odakların, kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebilecekleri uyuşturulmuş kitleler yaratılıyor” (Avcı, 2008). Gaste’ye yöneltilen eleştirilerden biri de “AKP’nin İstanbul’a ilişkin kentsel dönüşüm başta olmak üzere tasarılarının propagandasını yaptığı”. Gaste’de hem İstanbul Büyükşe- 74 nıt veriyor. Doğan Grubu’na ait Hürriyet Yazıişleri Müdürü Emre İskeçeli sorumluluğunda çıkarılan 20 dk için yapılan eleştirilerin odağında da 20 dk’nın üçüncü sayfa diye adlandırılan haberlere çok fazla yer vermesi bulunuyor. İskeçeli bu eleştirileri “20 dk’da siyasi haberlere yer verilmediği için adli haberler ön plana çıkmış gibi görünüyor. Ama spor, teknoloji, ajanda ve magazin sayfaları okuyucularımızdan çok övgü alıyor” diye yanıtlıyor (Güray, 2008). hir Belediyesi’nin icraatlarından hem de İstanbul için AKP’nin öngördüğü kentsel dönüşüm gibi uygulamalardan övgüyle bahsedildiği ve bunu da fazla göz tırmalamadan yapma çabasının hakim olduğu iddia ediliyor (http://www.sol.org. tr/index.php?yazino=28544). Özkan ise; Gaste’nin şehir haberlerinde eleştiri üslubunu tercih etmediğini, İstanbul’un yönetimsel sorunlarını konu etmeyen bir yayımcılık sergilediğini ileri sürüyor ve şu örnekleri veriyor: “Ceneviz Surları’nın altından metro geçecek, 90 müfettiş kayıt dışı işyeri arayacak, İstanbul trafiğine müfettişli çözüm, Kâğıthane Belediyesi’nden iki kitap, Aksaray Meydanı yayalara açılıyor, Yenikapı’ya müze yapılacak” (2008). Ücretsiz gazetelerin piyasaya çıkması, ücretli gazetelerin tirajlarında düşme yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasını da gündeme getirdi. Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu, bu tür gazetelerin rekabete katkı yapacağını ancak bu durumun ücretli gazeteleri kapattıracak derecede olamayacağını söylerken, Posta Gazetesi Yazıişleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz ise “Bizim halkımız para verip aldığı gazetenin daha kaliteli olduğunu düşünür. Kolay okunan bir gazetede çalışıyorum ve içeriği çok daha iyi olan gazetelere göre daha çok satıyoruz. Kolay okunmak her zaman ilgi çeker” (Güray, 2008) sözleriyle hem ücretsiz gazetelerin gelecek vaat ettiğini hem de ücretli gazetelerin kaliteli imajının bu rekabet ortamından zarar görmeden çıkmalarını sağlayacağını ifade ediyor. Gerçekten de Gaste ve 20 dk yayımlanmaya başlandığından beri ücretli gazetelerin tirajlarında çok ciddi dalgalanmalar gözlenmiyor. Gaste adlı ücretsiz gazeteyi incelediğimiz zaman dilimi içerisinde sadece 18-24 Şubat 2008 tarihleri arasında Star Gazetesi’nin tirajında 28 bin 097 adetlik bir düşüş ve sonraki hafta 40 bin 960 adetlik bir yükseliş görülüyor. Sonraki haftalarda da bu gazetenin Gaste’nin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Vedat Diriker ise bu eleştiri ve iddialara şöyle yanıt veriyor: “Büyükşehir Belediyesi ya da yerel belediyelerin yanlış işler yaparlarsa yanlışlarını doğru işler yapmışlarsa doğrularını haber yapıyoruz. Vatandaşların şikayetlerini de dile getirebildikleri ve sorunlarla sorun çözücüleri bir araya getirecek bir platform olmayı da hedefliyoruz. Trafikten depreme, susuzluktan çevre sorunlarına, hayvan katliamından gecekondu sorunlarına ya da Sulukule’ye kadar, 31 günlük kısa tarihimizde gururla dile getirebileceğimiz pek çok haber yaptık” (Şarlıoğlu, 2008). Gaste’nin çıkışında AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Cüneyd Zapsu’nun yer aldığı bu nedenle Gaste’nin 2009 yılında yapılacak yerel seçimlerde propaganda aracı olarak kullanılacağı iddialarına ise Diriker, “Hiçbir politik grubun sözcüsü ve taraftarı olmayacaklarını, tarafsızlık çizgisini her zaman sürdüreceklerini” söyleyerek ya- 75 tirajlarında dalgalanmalar yaşanmaya devam ediyor. Star Gazetesi 3-9 Mart 2008 tarihleri arasında 26 bin 515 adet, sonraki hafta da 43 bin 188 adet tiraj kaybına uğruyor. 17-23 Mart 2008 tarihleri arasında da 2 bin 103 adet gibi ufak bir düşüş yaşayan gazete, 24 Mart 2008’den 14 Nisan 2008’e kadar olan sürede tirajını 18 bin 464 adet artırıyor. Tirajlarda kayda değer bir değişim de 07-13 Nisan 2008 tarihleri arasında meydana geliyor. Posta Gazetesi 12 bin 754 adet okuyucu kaybına uğrarken, Takvim Gazetesi de 11 bin 190 adetlik bir okur kitlesini kaybediyor (http:// www.medyatava.com/tiraj.asp). Ücretsiz gazetelerin ücretli gazetelerin tirajlarında çok önemli değişikliklere neden olmadığı görülüyor. Bu durum ücretsiz gazetelerin hafta sonu yayımlanmamasından veya bu gazetelerin kendi okur kitlelerini oluşturmuş olmalarından kaynaklanabilir. bul, ekonomi, dış haberler, sağlık, polis adliye, siyaset ve eğitim haberlerine yer verdiği görüldü. Gaste’nin yayımlanmaya başlamasından on gün sonra ikinci bir ücretsiz gazete İstanbullularla buluştu. Doğan Grubu’nun 20 dk adıyla piyasaya sürdüğü gazete ise üçüncü sayfa diye adlandırılan haberlere çok fazla yer vermesi nedeniyle eleştirildi. Ücretsiz gazetelerin piyasaya çıkması, ücretli gazetelerde tiraj kaybının yaşanabileceğine dair tartışmaları gündeme getirdi. Ancak üç aylık bir zaman diliminde ücretli gazetelerin tirajlarında ciddi dalgalanmalar görülmedi. Türkiye’de medya alanına bir canlılık katan ücretsiz gazeteler, yakın gelecekte de çokça tartışılmaya devam edilecek. Bu gazetelerin özellikle seçim dönemlerinde nasıl hareket edecekleri, çıkar grupları karşısındaki tutumları, yaygın medyada yol açabilecekleri değişiklikler ilgiyle izlenecek. Sonuç Kaynakça Ücretsiz gazeteler İsveç’in metrolarında ilk kez ortaya çıktığı zaman çok ciddiye alınmamıştı. Ancak bugün, 54 ülkede 245 ücretsiz gazete yayımlanıyor, bu gazetelerin toplam tirajı 41,6 milyon, Avrupa’da yayımlanan gazetelerin yüzde 25’i ücretsiz dağıtılıyor. Türkiye’de de dünya medyasındaki bu eğilime daha fazla sesiz kalınamadı ve ilk ücretsiz gazete 11 Şubat 2008’de Gaste adıyla yayımlanmaya başladı. Dünyadaki benzerleri gibi tamamı renkli, tabloid boyutta yayımlanmaya başlanan gazete; sahipliği, içeriği ve iktidarın propaganda aracı olacağı iddialarıyla çokça tartışıldı. Yaptığımız incelemede Gaste’nin sırasıyla en fazla magazin, kültür sanat, spor, İstan- “About Lite.” (2008). http://www.thelondonlite.co.uk/advertising/about. html 20.04.2008 Avcı, Onurkan (2008). “Halkı uyutma broşürü mü?.” http://www.birgun.net/bolum-56haber-60907.html 17.03.2008 Çambel, Cengiz (2008). “Cüneyt Zapsu’nun sağ kolu Gaste’nin başında.” http://www.bugun.com.tr/haber_detay.asp?haberID=15628 13.02.2008 “Gaste.” (2008). http://www.Gaste.biz/ indir.php?ay=2 11.02.2008 “Gaste Okur Oranları ve Profili.” (2008). http://www.Gaste.biz/reklam/ 76 05.03.2008 ronu oldu.” http://www.radikal.com. tr/haber.php?haberno=247232&tar ih=12/02/2008 12.02.2008 “Gazete Net Satışları.” (2008). http:// www.medyatava.com/tiraj.asp 13.04.2008 Pazarbaşı, Betül (2007). “Küreselleşme Sürecinin Medya Endüstrilerine Yansıması.” İletişim Yansımaları Gerçekler ve Uygulamalar. Vedat Demir ve Pınar Eraslan Yayınoğlu (der.) içinde. İstanbul: Anahtar Kitaplar. “Getting the right news to the right place at the right time.” (2008). http://www. metro.lu/about/distribution 17.04.2008 Güray, Dilek Cihan (2008). “Bu Gaste’ler 20 dk’lık.” http://cumaertesi.zaman. com.tr/?hn=5345 15.03.2008 Şarlıoğlu, İpek (2008). “Bedava gazete baldan tatlı.” http://taraf.com.tr/haberv.asp?HaberNo=3761 27.03.2008 “Metro Annual Report.” (2007). http:// www.metro.lu/ 14.04.2008 “Thelondonpaper Distribution.” (2008). “Metro Facts.” (2008). http://www.metro.lu/about/metro_facts 17.04.2008 http://www.thelondonpaper.com/ advertising/circulation_traffic.html 20.04.2008 “Metro’s Story How Metro created media history.” (2008). http://www.metro. lu/about/metro_history 17.04.2008 “Zapsu İstanbul’u ‘bedavaya’ pazarlıyor.” (2008). http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=28544 17.02.2008 Özkan, Funda (2008). “Zapsu gazete pat- 77 Arş. Gör. Tolga Dursun* Marka Kişiliği Yaratma Süreci ve Marka Kişiliği Üzerine Bir Araştırma Özet Abstract Tüketiciler genellikle markaları kendi benlikleri ile ya da birtakım ünlü kişilerle ilişkilendirebilirler. İnsan ve marka kişilikleri kavram olarak birbirlerine benzese de biçim olarak birbirlerinden farklıdırlar. Bazı kategorilerde ürünler birbirlerine çok benzediğinden ya da ürünlerin net bir fiziksel özelliği olmadığından ayrıştırma tamamen marka kişiliği üzerinden yapılabilir. Bu makalede marka kişiliği yaratma sürecini ortaya koymak amaçlanmaktadır. Bu bağlamda marka kişiliği tanımlanmakta, marka kişiliğinin özellikleri ve önemi ortaya konmakta, marka kişiliğinin boyutları açıklanmaktadır. Consumers generally associate the brands with either their minds or publicly known people. Although the personality of the people and brand look alike to each other as a concept, they are different in form. In some categories, either the products look alike to each other or the deficiency of a clear physical character of the products, the decomposition of the products can be done through brand personality. The aim of this article is to show the process of creating brand personality. To achieve this, firstly the brand personality is briefly defined, and than the characteristics of the brand personality and its importance are mentioned. And finally the dimensions of the brand personality is explained. Anahtar Kelimeler Key Words Marka kişiliği, marka kişiliğinin boyutları, marka kişiliği yaratma süreci Brand personality, dimensions of brand personality, process of creating brand personality * Maltepe Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Pazarlamacılar tarafından bir ürün tasarlanırken, o ürünün markaya ilişkin çalışmaları arasında kişiliğin yaratılması da vardır. Marka kişiliği; pazar konumu, reklamcılıkta kullanılan temel satış önerisi kadar önemli ve rekabet avantajı yaratan özgün bir elemandır. Marka açısından tüketiciyle ilişkinin sürekliliğinin sağlanmasında markanın sahip olduğu kişilik önem arz etmektedir. Marka kişiliği tüketicilerin çeşitli markaları birbirinden ayırt edebilmesini sağlayan kişilik özelliklerinin markalara atfedilmesiyle yaratılır. İster bir ürün markası ister bir kuruluş markası olsun, işletmenin sahip olduğu markanın hangi kişilik özelliklerine sahip olacağına karar vermesi gerekir. Üreticilerin marka kişiliğini ne şekilde oluşturduklarına çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Çünkü bir markanın tüketicinin hayatındaki anlamı markanın konumlandırılmasından ve yarattığı imajdan kaynaklanır ve markanın tüketicide oluşturacağı imaj marka kişiliğine bağlıdır. ça sabit özelliklerini ve davranış örüntülerini içine alır. Bu tanımdaki “kendine özgü” deyimi ile her bireyin kişilik özelliklerinin diğerlerinden bir dereceye kadar farklı olduğu kastedilmektedir. Kişilik kavramı, ayrıca bireyin, çevreye uymasını sağlayan diğer özelliklerini de içine alır. Örneğin, bireyin görünüşü, yetenekleri, dürtüleri, kıymetleri, inançları, duygusal tepkileri birer kişilik özellikleridir (Özkalp;1983:44). Kişilik ile ilgili yukarıda verilen tanım ve kişiliği yapılandıran etmenler dikkate alındığında, tüketici davranışları ile ilgilenenler için kişilikle bağlantılı üç önemli konu ön plana çıkar. Bunlar (Uztuğ;2003:191): Kişilik bireyi diğerlerinden ayırır. Bireyin kişiliği kalıtsal özelliklerinden ve kişisel deneyimlerinden kaynaklanıp onu benzersiz kılar. Kimse bir başkasının benzeri olamaz. Bununla birlikte, belirli kişilik özelliklerinde birçok kimse benzerlikler gösterir. Örneğin, bazılarımız rekabetçidir, bazılarımız içe dönük ve çekingendir, bazılarımız ise dışa dönük ve sosyaldir. Kişilik, kişinin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer kişilerden ayırt edici, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir (Odabaşı ve Barış;2003:189). Kişilik tutarlıdır ve süreklidir. Tutarlı olma ile kişinin benzer durumlarda davranışını değiştirmediği anlaşılır. Bu özellik pazarlamacılar için önemlidir. Pazarlamacıların, tüketicilerin kişilik özelliklerini, kendi ürünlerini almaya yöneltecek şekilde değiştirmeye uğraşmaları anlamsız ve başarısız olacak bir çalışmadır. Bunun yerine, hangi kişilik özelliklerinin belli ürünlerin alınmasında etkili olduğunu belirleyerek, ona uyum gösterecek stratejiler geliştirmek anlamlıdır. Kişilik kavramı, bireyin çevreye olan kendine özgü uyumunu saptayan olduk- Kişilik değişebilir. Yukarıdaki özellikle de kişiliğin dengeli ve sürekli oldu- Bu makalenin ana amacı marka kişiliği hakkında genel bir literatür taraması yaparak, marka kişiliği yaratma sürecini ortaya koymaktır. Kişilik Kavramı 80 Şekil 1: Marka Kimlik Sistemi (David Aaker) ğu belirtilmesine karşın, kişilik bazı farklı koşullarda değişebilir. Ayrıca, kişi olgunlaştıkça, yaşamın ona sunduklarına bağlı olarak kişiliği de değişir. şımıza çıkar (Şekil1). Aaker Marka kimliğini kurum, ürün, kişi ve sembol olarak 4’e ayırmıştır. Marka Kişiliği ve Özellikleri Yine literatürde marka kişiliği Kapfferer’in Marka Piramidinde de karşımıza çıkmaktadır (Şekil2). Marka kişiliği, literatür taramasında Aaker’ın Marka Kimlik Sisteminde kar- Marka Özü: Markanın genetik kodudur. Zaman içerisinde sabit kalır. Şekil 2: Marka Pramidi “ Peter Doyle” 81 Marka Tarzı: Marka özünü ifade etmeye yöneliktir ve Marka Tarzını yaydığı kültür, kişilik, imaj vasıtasıyla yapar. Marka Teması: Reklamı, basın açıklamaları, ambalajı, vb. yoluyla yaptığı iletişimdir. Markanın tarzı ve özünden daha esnektir. Modayla ve teknolojik gelişmelerle beraber değişebilir. Temalar: • Markanın fiziksel görünümü (renk, logo, ambalaj) • Yansımaları • İlişki tarzı (prestij, vs) • Nitelikler • Faydalar • Değerler • Kişilik olarak dört temel anlamda tüketiciye ulaşır. Marka kişiliği • İnsani karakter özelliklerinin markaya atfedilmesidir (Keller;1993) • “Marka, bir kişi olsaydı, nasıl biri olurdu?” sorusunun yanıtı marka kişiliğidir (Uslu,Erdem ve Temelli; 2006). • Örneğin: Harley Davidson sert ve dışsal (açık havada yaşamayı seven) bir kişiliğe sahiptir (Phau ve Lau; 2001). • Marka kişiliği; pazarlama iletişimi uygulamalarına ve mesajlarına rehberlik eden markaya yüklenen, tüketicileri duygusal açıdan uyaran, insana özgü karakteristik özellikler ve nitelikler bütünüdür. Markanın bir insan gibi değerlendirilmesidir. • Reklamcıların kullandıkları pek çok yöntemle kolaylıkla insan kişiliğine benzetilebilir: olarak üç gruba ayrılır. Her markanın tıpkı insanlar gibi bir kimliği, kişiliği vardır. Marka kişiliği insani karakter özelliklerinin markaya atfedilmesidir (Keller;1993:5). Başka bir deyişle “Marka, bir kişi olsaydı, nasıl biri olurdu?” sorusunun yanıtı marka kişiliğidir (Tığlı; 2003:68). Örneğin Mr.Coffee markası güvenilir, arkadaş canlısı, yetenekli, zarif ve entelektüel olarak tespit edilmiştir. Harley Davidson ise sert ve dışsal (açık havada yaşamayı seven) bir kişiliğe sahiptir(Phau ve Lau; 2001:428). Marka kişiliği, markanın rakiplerinden farklılaşmasını sağlamada çok önemli bir kavram olarak görülmektedir. Kotler’a göre de bir markanın inşasında zorunlu olan bir elemandır (Kotler; 2000:233). Marka kişiliği kavramı, temelde markaların da insanlar gibi kişilik özelliklerine, belli duygular ya da izlenimlere sahip olduğu varsayımına dayanır (Uztuğ;2003:41). Marka kişiliği son olarak karşımıza Kotler’in ayrımında karşımıza çıkar. Kotler’e göre Marka (Uslu,Erdem ve Temelli; 2006): - Hayali karakter (user imagery): Özgür kız, Ayşe teyze, Axess Kızı - Kişileştirme (personification): Persil adam, Mr.Proper - İnsanbiçimcilik (anthropomorphization): Aymar’ın yağ damlası, Cif adamlar, Vadalar. Tüketiciler genellikle markaları kendi kişilikleri ile ya da birtakım ünlü kişiler- 82 dım etmekle kalmayıp, reklamın daha etkili olmasına ve hatırlanmasına katkıda bulunmaktadır. le ilişkilendirebilirler. İnsan ve marka kişilikleri kavram olarak birbirlerine benzese de biçim olarak birbirlerinden farklıdırlar (Melewar;2005:379). Marka kişiliği işletmelerin markalarını rakiplerinden farklı olarak konumlandırmalarında da yararlanabilecekleri bir elemandır. Örneğin Absolut votka çağdaş, genç, soğukkanlı bir marka iken, Stoli’s tutucu, yaşlı ve entellektüel bir markadır. Coca-cola ise gerçekçi, soğukkanlı bir kişilikle kendini, genç, heyecanlı bir kişiliği olan Pepsi’den farklılaştırmıştır (Aaker; 1997:346). Bazı kategorilerde ürünler birbirlerine çok benzediğinden ya da ürünlerin net bir fiziksel özelliği olmadığından ayrıştırma tamamen marka kişiliği üzerinden yapılabilir. Örneğin, sigara markaları tamamen marka kişilikleri ile vardır. Burada tüm fiziksel özellikler neredeyse aynı olduğu için, kişilik markayı farklı kılmaktadır (Çetin; 2003:31). Firmalar markaya atfettikleri kişilik faktörlerini, tutundurma faaliyetlerinde, özellikle de reklamlarında vurgulayacaklardır. Örneğin, Virginia Slim reklamlarında feminen iken Marlboro maskülendir. J&B viski kendine renkli bir kişilik seçmiş, bunu reklamlarından ambalajına kadar birçok yerde vurgulamıştır. Bir modacı olan Kenzo ise, Flowerbykenzo adlı parfümü için belirlediği sade, kırılgan ve güçlü kişiliğini reklamlarında özellikle belirtmiştir. Marka Kişiliğinin Önemi Pazarlamacılar tarafından bir ürün tasarlanırken, o ürünün markaya ilişkin çalışmaları arasında kişiliğin yaratılması da vardır. Marka kişiliği; pazar konumu ve reklamcılıkta kullanılan temel satış önerisi (USP-Unique Selling Proposition) kadar önemlidir. Marka kişiliği rekabet avantajı yaratan özgün bir elemandır (Tığlı; 2003:67). Marka açısından tüketiciyle ilişkinin sürekliliğinin sağlanmasında markanın sahip olduğu kişilik önem arz etmektedir (Ar; 2004:66). Aynı şekilde Nike atletik ve dışsallık içeren kişiliğini reklamlarına yansıtmıştır. Givenchy Pour Homme adlı parfümü için centilmen bir kişilik tespit etmiştir. Opel otomobil firmasının Corsa Njoy modeli için belirlediği kişilik; farklı, dinamik ve havalı gibi özellikleri içermiştir (Tığlı; 2003:68). Markanın önemini, bir markaya kişilik katmanın üç önemli nedenini sayarak başlayabiliriz (Yavuz; 2004:47). İlk olarak, gün geçtikçe sahneye birbirine benzer daha fazla ürün çıkmaktadır ve bu noktada markanın kişiliği onun rakiplerinden ayırt edilmesini sağlayacak tek unsuru olmaktadır. İkinci neden ise; bir satış kararının duygusal bir tepkiye bağlı olması durumunda, markanın beğenilen bir kişiliğe sahip olmasının duygusal bağı kurmayı sağlayacak en önemli faktör olmasıdır. Son nedene gelince; tutarlı bir marka kişiliği sadece markaya yar- Harley-Davidson kişiliği bir inanç ve değerler sisteminin parçası olmuştur. Böyle bir durumda fiyat/performans ve güvenilirlik gibi konular gündeme gelmemektedir. Alıcı delicesine aşık olan birinin özelliklerini sergileyerek markayla sarhoş olmakta bu durumda satın alma kararı ihtiyaca değil isteğe dayanmakta- 83 dır. Bu durumda duygusallık değil, mantık hakimdir (Ar; 2004:72). Marka Kişiliği Yaratma Süreci Marka kişiliği tüketicilerin çeşitli markaları birbirinden ayırt edebilmesini sağlayan kişilik özelliklerinin markalara atfedilmesiyle yaratılır (Tığlı; 2003:68). İster bir ürün markası ister bir kuruluş markası olsun, işletmenin sahip olduğu markanın hangi kişilik özelliklerine sahip olacağına karar vermesi gerekir. Üreticilerin marka kişiliğini ne şekilde oluşturduklarına çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Çünkü bir markanın tüketicinin hayatındaki anlamı markanın konumlandırılmasından ve yarattığı imajdan kaynaklanır ve markanın tüketicide oluşturacağı imaj marka kişiliğine bağlıdır (Upshaw; 1995:110). Marka kişiliği, markanın bütüncül yapılandırmasında temel bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Buna göre marka kişiliği; marka için anlamı, yönelimi ve amacı belirlemeye yardımcı bir çerçevedir (Aaker; 1996:68). Dolayısıyla marka kişiliği yaratılırken, rekabetçi ortamda markanın gelişimini sürdürmesi ve karlı bir büyüme sağlanması için marka kişiliğinin markanın bütünüyle uyumlu olmasına dikkat edilmelidir. Kişiliğin marka yaratma ve yönetim süreçlerinde bütünlükçü bir strateji kaygısı ile gündeme geldiği söylenebilir (Kapferer; 1992:42). Yaratılan marka kişiliğinin tüketicilere olduğu kadar örgüt kültürüyle de uyumlu olması güçlü bir marka olabilmenin anahtarlarından biridir (Eren; 1998:86). Marka kişiliği, hem uygulamacılar hem de akademisyenler tarafından mar- ka oluşturma ve yönetiminde stratejik bir araç olarak görülür. Güçlü bir marka yaratma, doğru ve etkin bir marka kişiliği tasarımı ve yürütülmesi ile ilgilidir. Günümüz Pazar yapılarının değişken ve dinamik koşullarında zorlu bir rekabet yaşanmaktadır. Şirketler de bu koşullara uyum sağlamak için doğru ve etkili eksenlere sahip markalar yaratmaya çalışmak durumundadırlar (Keller;2003:638). Stratejik bir marka yaratmak ve pazarda rakiplerin önüne geçebilmenin ön koşulu markanın diğer tüm rakip markalardan farklı bir konumunun olmasıdır. Yaratılan farklılık, müşterilerin markaya sadakatini arttırıp, markanın güçlenmesini sağlayacak ve uzun dönemde marka değerliliği yaratılabilecektir. Marka kişiliğinin oluşumunda dikkat edilmesi gereken konulardan biri de tüketicilerin manevi dünyalarında ihtiyaç duydukları şeyleri nesnel bir şekilde ortaya dökmelerini sağlayan en önemli araçlardan birinin marka oluşudur (Fourner:1998). Buradan yola çıkarak tüketicilerin kendilerini dışa vurmak için bir araç olarak kullandıkları markalara kişilik yüklerken tüketicilerin ihtiyaçlarından destek almak gerektiğini söyleyebiliriz. Marka kişiliği yaratılırken dikkate alınması gereken en önemli konulardan biri de hedef tüketicinin kişilik özellikleridir. Çünkü tüketiciler kendi kişiliklerine uyan markaları daha fazla tercih etmektedirler. Tüketicilerin birey olarak nasıl görülmek istedikleri hakkında kendilerine ait fikirleri vardır. Kendilerine benzeyen ve hayran oldukları kişileri sevme eğili- 84 ğin yeni ve üst kesime hitap eden bir otomobil, “mavi yaka” bir kişiliğe uygun değildir. mi göstermektedirler. Dolayısıyla, belli bir tüketici grubunun kişilik özelliklerine uygun bir marka kişiliği yaratmak etkili bir strateji olmaktadır. Marka kişiliği tüketicinin veya onların hayran olduğu birinin kişiliğine ne kadar benzerse o markayı satın alma isteği ve marka sadakati de o kadar fazla olur. Bir diğer deyişle, tüketiciler kendileriyle özdeşleşen markalara eğilim içindedirler. • Marka kişiliğinin yaratılması aşamasında aşağıdaki yol gösterici olan üç faktöre de değinmekte fayda vardır. Bunlar rakip markalar, varsa markanın önceki kişiliği ve hedef kitle özellikleridir (Ar; 2004:65): • • Hedef Kitle: Hedef kitlenin özellikleri değerlendirilirken marka kişiliğinin tüm özellikleri taklit etmek zorunda olmadığı unutulmamalıdır. Özellikler farklı veya uyumlu olabilir. Ürünün tüketicinin hayatındaki yeri ve hangi duygusal ihtiyaçları karşıladığı düşünülmelidir. Böylece hedef kitle marka kişiliğinin önemli bir kriteri olarak karşımıza çıkmaktadır ve marka kişiliği anlamlı olmalıdır. Tüm bu unsurlardan yola çıkarak marka kişiliğinin yaratılması sürecinde marka kişiliğinin: Rakip Markalar: Marka kişiliğinin amaçlarından biri de markanın diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamak olduğuna göre, marka kişiliğini tanımlayacak sıfatları belirlerken ilk olarak her bir rakip markayı düşünmek gerekmektedir. Daha sonra markanın onlara karşı durabilmesi için çeşitli yolların değerlendirilmesi doğru olacaktır. Markanın Önceki Kişiliği: Eğer yepyeni bir ürün yepyeni bir marka adıyla sunulmuyorsa, markanın mutlaka var olan bir kişiliği ve kalıtımsal özellikleri mevcuttur. Bu noktada, iyi veya kötü, söz konusu sıfatların bir kağıda yazılması gerekmektedir. Bu özelliklerden biri veya birkaçı değiştirilmek istense bile, bunlar yeni kişilik için bir referans noktası olacaktır. Yeni bir ürün söz konusuysa, belirli nitelikleri ve yararları marka kişiliğinin yaratılmasında belirleyici olacaktır. Örne- • marka ile bütüncül bir yaklaşım içerisinde olması gerektiğini, • marka kişiliğinin tüketiciye ulaşmadaki misyonunun önemi dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiği, • marka kişiliğinin pazar ve rekabet koşullarına uygun bir şekilde geliştirilmesi gerektiğini, • tüketiciye dost bir yaklaşım içerisinde olması gerektiğini • en önemlisi seçilen hedef kitledeki tüketici ile benzer kişilikte oluşturulması gerektiğini söyleyebiliriz. Sonuç olarak denilebilir ki hangi sektörde olursa olsun tüm firmalar markaları için bir kişilik yaratmalı ve bu kişiliği reklam olsun, PR olsun, kişisel satış olsun tüm iletişim çabalarında yansıtmalıdır. Nasıl bireyleri birbirinden farklı kı- 85 lan kişilik özellikleri ise, bu farklılaştırma markalar için neden geçerli olmasın? (Tığlı; 2003:72) • Heyecan Verici (kışkırtıcı, canlı, cesur, hayal gücü kuvvetli, çağdaş): Bu sıfata da örnek olarak Dünya markalarından Absolut, Diesel, MTV, Benetton’u, Türkiye’den de Hazır Kart’ı verebiliriz. • İşinin Ehli (güvenilir, zeki, başarılı, ciddi): Bu sıfata dünya’dan CNN ve IBM’i, Türkiye’den de Arçelik’i verebiliriz. • Seçkin (üst sınıf, büyüleyici, göz kamaştırıcı, eşsiz): Bu sıfata Dünya’dan Mercedes ve BMW’yi Türkiye’den de Vakko ve Beymen’i verebiliriz. • Sert (dışa dönük, güçlü, maskülen): Bu sıfata da Dünya’dan Marlboro ve Nike, Türkiye’den de BMC ve Derby ile örnekleyebiliriz. Marka Kişiliğinin Boyutları Aaker (1997:349) tarafından geliştirilen marka kişiliği boyutlarına ilişkin bu yapının amacı marka kişiliğini beş çekirdek boyut doğrultusunda ölçmek ve tanımlamaktır (Tablo1). Bu model birtakım insani özellikler yüklenen marka profilini tanımlamak için kullanılan, anlaşılması kolay bir modeldir. Sözü edilen bu beş boyut ve bunlara ilişkin yönleri tanımlayacak olursak (Aaker; 1997:352): • Samimiyet(gerçekci, dürüst, neşeli, sağlıklı): Bu şekilde nitelendirilen markalara örnek olarak Dünya markalarından Kodak, Nestle ve Coca Cola’yı, Türkiye’den de Komili ve Solo’yu verebiliriz. Her bir yön, bir dizi özellikler doğrultusunda değerlendirilmektedir. Bu Tablo 1: Aaker’ın Marka Kişiliğini Oluşturan Unsurların Çatısı 86 ölçütler birden beşe kadar olan ve ilgili markayı hangi özelliğin tanımladığını ölçen bir cetvelde yer almaktadır. Sözkonusu edilen yönler için kullanılan özellikler ise: • Ayakları yere basan (ailesine düşkün, küçük şehirlerde oturan) • Dürüst (dürüst, içten, gerçek) • Sağlıklı (sağlıklı, original) • Neşeli (neşeli, arkadaş canlısı, duygulu) • Cesaretli (cesaretli, modern, heyecanlı) • Canlı (canlı, beğenilen, genç) • Hayal gücü kuvvetli (hayal gücü kuvvetli, eşsiz) • Çağdaş (çağdaş, özgür, çağa ayak uyduran) • Güvenilir (güvenilir, çalışkan, güvenli) • Zeki (zeki, teknik, işbirlikçi) • Başarılı (başarılı, lider, özgüvenli) • Üst sınıf (üst sınıf, iyi görünüşlü, cesur) • Büyüleyici (büyüleyici, kadınsı, pürüzsüz) • Dışadönük (dışadönük, erkeksi, batılı) • Zor (zor, dayanıklı) O sesi duyduğumuzda ya da oyuncuyu gördüğümüzde aklımıza hemen reklam filminde oynayan marka aklımıza gelir. Bu aslında markanın daha kolay hatırlanması için bir taktiktir (http:// ilef.ankara.edu.tr/reklam/bolum. php?bodb=56&alt=1, 2006). • Yaklaşık 15 yıldır Alev Gündoğdu’yu Ayşe Teyze rolü ile Ace reklamlarında görmemizin nedenidir. • Türkiye’de bir markanın en uzun süre sesi olmuş isim ise Itri Koşar. Yaklaşık 10 yıldır Bosch reklamlarına ses veren Itri Koşar’ı, altı yıldır Beko’yu seslendiren Günyol Bakoğlu izliyor. Aynı ses ve aynı yüz insanda güven uyandırır ve marka hatırlanırlığını yükseltir. Marka Kişiliği Ölçümü ve Marka Kişiliği Üzerine Bir Araştırma Marka Kişiliği Ölçümü Markanın Sesi ve Yüzü Marka kişiliği farklı yöntemlerle ölçülebilmektedir. Marka kişiliğinin tüketiciye nasıl yansıdığını belirlemek için genellikle açık uçlu soru tekniklerinden yararlanılmaktadır. Belkide en basit ve direkt yöntem budur. Örneğin, eğer marka yaşayan bir insan haline gelseydi, nasıl görünürdü? Ne iş yapardı? Nerede yaşardı? Ne giyerdi? Bir partiye katılsaydı kimlerle ne hakkında konuşurdu? (Erdem; 2004:90) Markanın kişiliğini oluştururken birçok unsurdan yararlanılıyor. Örneğin; markanın çoğu zaman bir sesi ve yüzü olur. Eğer tüketiciler açıklamalarına başlarken zorluk çekiyor yada soruyu iyi kavrayamıyorsa, onlara kolay anlaşılabile- olarak sıralanır. 87 cek örnekler verilebilmekte yada bir rehber gibi yönlendirilmektedir. Diğer bir yöntemde de tüketicilerin olası görüş açısı yakalanmaya çalışılmaktadır. Örneğin tüketicilere birçok çeşitte resim veya bir yığın dergi verilebilmekte ardından markanın profilini bu resimlerden yola çıkarak bir araya getirmesi istenmektedir. Bu resimler ünlü kişilerin veya herhangi bir şeyin resmi olabilmektedir. Sık sık gerçekleştirdikleri resim sınıflandırma çalışmalarıyla reklam ajansları markanın kullanıcı profilini belirlemeye çalışmaktadırlar (Erdem; 2004:90). Marka Kişiliği Üzerine Bir Araştırma Araştırmanın Amacı: Kullanıcıların gazetelerinin markasını hangi kişilikte gördüklerini tespit etmektir. Araştırma Yöntemi: Yöntem olarak “Tanımlayıcı Araştırma” kullanılmıştır. Tablo 2: Öğrenci Sayıları Veri toplama yöntemi olarak da anket kullanılmış, veriler SPSS’de değerlendirilmiştir. Araştırmanın ana kütlesini, zaman ve maliyet kısıtı nedeniyle Maltepe Üniversitesi İİBF’de öğrenim gören İşletme ve İktisat öğrencileri içindeki Posta ve Milliyet okuyucuları oluşturmaktadır. Toplam öğrenci sayısı 277’dir. Bunlar içe- Tablo 3: Marka kişilik özellikleri ve boyutları 88 risinden; Posta okuyucusu ve Milliyet okuyucusu öğrenciler seçilmiş ve araştırmanın ana kütlesi oluşturulmuştur. en yüksek değerleri alan kişilik özellikleri, markanın kişilik özelliği olarak ortaya çıkmıştır. Araştırmada her marka için, Aaker’in 5 marka kişiliği boyutu içinde yer alan 41 adet kişilik özelliği standarttır. Maltepe Üniversitesi İİBF’ de okuyan 277 öğrenciye yapılan anket sonucu Posta gazetesi ve Milliyet gazetesi okuyucuları tespit edilmiş ve onlara okudukları gazetenin marka kişilik özellikleri sorulmuştur. Yapılan araştırma sonucunda her iki gazete içinde ortaya çıkan kişilik özelliklerinin boyutları aşağıdaki gibi olmuştur. Araştırmada yanıtlayıcılara tek bir soru yöneltilerek 41 adet değişkeni 5’li likert ölçeğine göre derecelendirmesi istenmiştir. Soru “Sizce POSTA/MİLLİYET bir insan olsaydı hangi kişilik özelliklerine sahip olurdu?” şeklindedir. Milliyet için; 41 adet kişilik özelliği ise dağınık bir şekilde sıralanmıştır. Anket formunda bu kişilik özelliklerinin hangi boyutta yer aldığı belirtilmemiştir. Aşağıda ankette kullanılan kişilik özellikleri ve boyutları bulunmaktadır. • Ciddi bir kişi (Ustalık) • Bilimsel ve Başarılı (Ustalık) • Güvenilir (Ustalık) Posta için; Araştırmada 41 değişkenin aritmetik ortalamalarına bakılmıştır. Sonuçlara göre en yüksek ortalama değerleri şu şekilde belirlenmiştir: • Neşeli (Samimiyet) • Heyecanlı (Coşku) • İçten (Samimiyet) POSTA için: En yüksek ortalama değerleri alan 5 kişilik özelliği aşağıdaki gibidir. Kırk bir adet kişilik özelliği içinden; ilk beş özelliğin alınmasının nedeni altıncı kişilik özelliğinden itibaren ortalama değerlerinin çok ciddi şekilde düştüğünün gözlenmesidir. Bundan dolayı en yüksek değerleri alan kişilik özellikleri, markanın kişilik özelliği olarak ortaya çıkmıştır. • Arkadaşça (Samimiyet) • Mütevazi (Samimiyet) Sonuç Marka kişiliği, pazarlama iletişimi uygulamalarına ve mesajlarına rehberlik eden markaya yüklenen, tüketicileri duygusal açıdan uyaran, insana özgü karakteristik özellikler ve nitelikler bütünüdür. Markanın bir insan gibi değerlendirilmesidir. MİLLİYET için: En yüksek ortalama değerleri alan 4 kişilik özelliği aşağıdaki gibidir. Kırk bir adet kişilik özelliği içinden; ilk dört özelliğin alınmasının nedeni beşinci kişilik özelliğinden itibaren ortalama değerlerinin çok ciddi şekilde düştüğünün gözlenmesidir. Bundan dolayı Marka kişiliği, markanın rakiplerinden farklılaşmasını sağlamada çok önemli bir kavram olarak görülmektedir. Kotler’a göre de bir markanın inşasında zorunlu olan bir elemandır (Kot- 89 ler; 2000:233). Marka kişiliği kavramı, temelde markaların da insanlar gibi kişilik özelliklerine, belli duygular ya da izlenimlere sahip olduğu varsayımına dayanır (Uztuğ;2003:41). İnsanların kişilik özelliklerinin algılanması, kişinin davranışları, inançları ve yaklaşımları, çeşitli demografik ve fiziksel özellikleri ile biçimlenirken bir markanın kişiliğinin algılanması tamamen o markanın iletişimsel biçimine bağlıdır. Bu noktada markanın kişiliğinin belirlenmesi, marka adı, semboller, tutundurma, dağıtım ve marka ile ilgili çeşitli çağrışımlar ile şekillenir (Aaker; 1997:34). Eğer bir marka için uygun bir kişilik yaratılırsa, tüketicileri markaya çekmek de kolaylaşacaktır. Hem ürünler hem de hizmetler bir kişiliğe sahip olarak tüketici piyasasında farklılıklarını ortaya koyarlar. Buna en iyi örnek olarak HarleyDavidson’u verebiliriz. Reklam aracılığıyla marka kişiliği doğrudan oluşturulabileceği gibi dolaylı olarak da oluşturulabilir. Bunun için insan özellikleri markaya aktarılır ve dolaylı olarak ürünün anlamından kişiliği çıkartılır. Marka kişiliği ve ürün arasında ilişki kuracak olan tüketicinin kendisidir. Bu kişilik ile kendi kişiliği arasında bağlantı kurulduğunda ise tüketici-marka ilişkisi oluşacaktır. Reklamın marka kişiliği ve imajı yaratmadaki başarısı, tüketicinin mesajı algılama ve anlamlandırmasıyla ilişkilidir. Zira, mesaj anlaşılmaz veya planlanan şekilde anlamlandırılamazsa ifade edilmek istenen marka kişiliği ve imajı oluşmayacaktır (http://markailetisim.blogcu. com/459203, 2006). Marka kişiliği yaratılırken, rekabetçi ortamda markanın gelişimini sürdürmesi ve karlı bir büyüme sağlanması için marka kişiliğinin markanın bütünüyle uyumlu olmasına dikkat edilmelidir. Kişiliğin marka yaratma ve yönetim süreçlerinde bütünlükçü bir strateji kaygısı ile gündeme geldiği söylenebilir (Kapferer; 1992:42). Yaratılan marka kişiliğinin tüketicilere olduğu kadar örgüt kültürüyle de uyumlu olması güçlü bir marka olabilmenin anahtarlarından biridir (Eren; 1998:86). Marka kişiliği yaratırken en çok dikkat edilmesi gereken stratejilerden biri de; marka kişiliğini, tüketicilerin sahip olduğu veya hayranlık duyduğu kişilik özelliklerine benzer bir şekilde oluşturmaktır. Bunun içinde hedef kitle belirlenmeli daha sonra tüketicinin ihtiyacı ve ne istediği belirlenmelidir. Buradan yola çıkarak da tüketicinin kişilik özellikleri belirlenmeli ve bu kişilik özellikleri doğrultusunda marka kişiliği oluşturulmalıdır. Böylece hedef kitledeki tüketicilerin markayı algılamaları sağlanmaktadır. Özellikle birbirine benzer yapıdaki ürünlerin bulunduğu pazarlar için bu strateji fayda sağlamaktadır. Marka kimlik sistemine göre (Aaker 1996), oluşturulan ve iletilen marka kimliği tüketiciler tarafından marka imajı olarak algılanmaktadır. Marka kişiliği, markaya bir fark katmasından dolayı oldukça önemlidir. Ürünlerin çok fazla farklılaşamadığı pazarlarda marka kişiliği farklılaşmada tüketici tarafından kullanılan tek özellik olmaktadır. Tüketicinin bu unsur doğrultusunda karar vermesi marka kişiliğini marka değeri yaratmada da önemli bir faktör haline getirmektedir. Dolayısıyla, markanın farklılaştırılmasında, duygusal özelliklerinin oluşturulmasında ve tüketici için kişisel bir anlam ifade etmesinde marka kişiliği etkili 90 olmaktadır(http://www.marketingturkiye.com/ BilgiBankasi/ Arsiv/?Tur=1, 2006). Based Equity”. Journal of Marketing. January. Volume 62. KELLER, K.L.(2003). “Strategic Brand Management: Building, Measuring and Managing Brand Equity”, 2nd edn, Prentice Hall, Upper Saddle River, NJ. Kaynakça AAKER, D.(1996). Building Strong Brands. NewYork: The Free Pres. KOTLER, P.(2000). Kotler ve Pazarlama, Çeviren: Ayşe Özyağcılar, Sistem Yayıncılık, İstanbul. AAKER, D.(1997). “Dimensions of Brand Personalty”. Joaurnal of Marketing Research. Vol:34 MELEWAR, T. C., Hussey, G. And SRIVORAVILAI, N.(2005). “Corporate visual identity: The rebranding of France Telecom”, Journal of Brand Management, Vol. 12. AAKER, D. and JOACHİMSTHALER, E.(2000). “Brand Leadership”, NewYork: The Free Pres. AR, A.A.,(2004). Marka ve Marka Stratejileri. İstanbul: Detay Yayınevi. ODABAŞI, Y., BARIŞ, G.(2003). Tüketici Davranışı. İstanbul:Mediacat Yayınları. ÇETİN, M.(2003). Marka Yönetiminin Satın Alma Davranışı Üzerine Etkisi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi. ÖZKALP, E.(1983). Davranış Bilimleri ve Organizasyonlarda Davranış. Eskişehir: Eskişehir İktisadi ve İdari İlimler Akademisi Yayınları. ERDEM, Ş.(2004). Marka Değerini Oluşturan Faktörlerin Müşteri Odaklı Ölçümlenmesi ve Süt Ürünleri Sektörüne Yönelik Bir Araştırma. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi. PHAU, I.; LAU, K.C.(2001). “Brand Personality and Consumer SelfExpression: Single or Dual Carriageway?”, The Journal of Brand Management, Vol.8. EREN, E.(1998). Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi. 5. Baskı. İstanbul:beta Yayımevi. SCHULTZ, M. AND DE CHERNATONY, L.(2002). “Introduction: The challenges of corporate branding”, Corporate Reputation Review, Vol.5, No.2/3. FOURNER, S.(1998). “Consumer and Their Brands: Developing Relationship Theory in Consumer Research”. Journal of Consumer Research. TIĞLI, M.(2003). “Marka Kişiliği”. Marmara Üniversitesi, İ.İ.B.F., İşletme Bölümü, Öneri Dergisi, Sayı:20. KAPFERER, J.N.(1992). Strategic Brand Management: New Approaches to Creating and Evaluating Brand Equity. USA: The Free Pres. UPSHAW, L.(1995). Building Brand Identity: The Strategy for Succes In A Hostile Environment. NewYork: John Willy&Sons. KELLER, K.L. (1993). “Conseptualizing Measuring and Managing Customer USLU, A., ERDEM, Ş. ve TEMELLİ, 91 A.(2006). İşletmelerin Tüketici Odaklı Marka Stratejisi. İstanbul Ticaret Odası, Yayın No: 2006-7, İstanbul. UZTUĞ, F.(2003). Markan Kadar Konuş: Marka İletişimi Stratejileri. İstanbul: Mediacat Yayınları. YAVUZ, E.(2004). Marka kişiliğinin Tüketici Algısına Etkisi ve Bir Uygulama. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi. İnternet Kaynakları Marketing Türkiye” (2006). http:// www.marketingturkiye.com/BilgiBankasi/Arsiv/?Tur=1 “Marka farklı olmaktır” (2006). http:// markailetisim.blogcu.com/459203/ “Reklamların bağımlılık yaratan yüzleri ve sesleri…” (2006). http:// ilef.ankara.edu.tr/reklam/bolum. php?bodb=56&alt=1 92 Doç.Dr. F. Belma Güneri Fırlar* Öğr.Gör.Bengü Emine Çolakoğlu** Sürdürülebilir Rekabet Avantajı Yakalamada Kurumsal Sosyal Sorumluluk Kampanyaları ve Planlanma Sürecinin Önemi Özet Abstract Günümüzde örgütlerin kalite ve maliyet kadar, sosyal sorumluluklara uygun hareket etmeleri rekabet edebilmeleri için önemli bir koşul haline gelmiştir. Sosyal sorumluluk temelinde örgütlerin üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirmeleri örgütün değerini artırmaktadır. Bugün örgütlerin tutundurma faaliyetleri çerçevesinde kullanıldıkları bütçenin büyük bir kısmı kurumsal sosyal sorumluluk kampanyalarına harcanmaktadır. Bu da kampanyaların önemini artırmakta, planlama sürecini de önemli bir yere koymaktadır. Örgütün stratejik kararlarından biri olan kurumsal sosyal sorumluluk kampanyaları rekabet avantajı yakalanması açısından iyi hazırlanmış planları gerektirmektedir. Bu çalışma sürdürülebilir rekabet avantajı kavramı üzerinde durmakta, kurumsal sosyal sorumluluk kampanyalarının rekabet edebilirlikle olan ilişkisine değinerek planlama sürecinin önemine vurgu yapmaktadır. At present days organizations should take care of their social responsibility as much as quality and costs. If the organizations follow the rules of social responsibility, the organizational value would increase. Today the largest part of budgets, which organizations spend to hold on market share, is used for the campaigns of social responsibility. This trend increases the related campaigns and their planning process. The campaigns of social responsibility, one of strategic decisions of the organization, must have a well-drafted plan in order to grasp competitiveness. This study aims to clarify the importance of planning process comparing with the relationship between the campaigns of institutional social responsibility and competitiveness. Anahtar Kelimeler Key Words Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Rekabet, Sürdürülebilir Rekabet Avantajı, Kampanya Planı Corporate Social Responsibility, Competitive, Sustainable Competitive Advantage, Planning of Campaign * Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü [email protected] ** Adnan Menderes Üniversitesi Kuyucak MYO Pazarlama Programı [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul 1.Giriş 1980’lerden günümüze değin yaşanmakta olan değişim süreci ve yeniden yapılanma çabaları dikkate alındığında, ekonomik yapının kılcal damarlarını teşkil eden örgütler açısından oyunun kurallarının farklılaştığı görülmektedir. Bugün örgütler, sadece yaşamlarını sürdürmek için değil, gelecekte de dimdik ayakta durabilmek için stratejik savaşlar vermektedir. Dolayısıyla geçmişin adaptasyon modellerine uygun olarak olaylara reaktif yaklaşılması ve odaklanması yeni paradigmalara ters düşmektedir, çünkü bu paradigmanın temelini bütünü görme disiplini olan sistem düşüncesi teşkil etmektedir. Farklı bir ifade ile bugünün örgütlerinin dönüm noktalarında; yenilikleri önceden görerek, uygun kaynak dağılımı gerçekleştirmek ve değişime sürekli liderlik ederek rekabet gücünü elde tutmak bulunmaktadır. Rekabet gücünün ele geçirilmesi veya rekabet avantajı yakalanması, tabii ki yeterli görülmemekte ve bunun sürdürülebilirliği ana ölçüt olarak dikkate alınmaktadır (Senge, 1993: 79). Dünya genelinde yaşanan gelişmeleri yaratan ve yönlendiren küreselleşme, buluş oranındaki artış, buluşların ticari yaşama geçiş sürecinin kısalması, ürün ömürlerinin kısalması, yatırımda rekabet edilebilir ömür, üretim hammadde ilişkileri gibi değişiklikler örgütsel dinamizmi tetiklemektedir. Bu bağlamda da neredeyse bir saat önce sektörün rakipsiz lideri gibi değerlendirilen bir örgüt, bir saat sonra rekabet gücünü kaybedebilmektedir. Bir örgütün rekabet gücünü kaybetmesi demek, kâr payının da düşmesi anlamına geldiğinden rekabet avantajı yakalamada, ürün ve markadan ziya- de taklit edilemeyen stratejilere ağırlık verilmesi gerektiği bir kez daha gözler önüne serilmektedir (Elmacı, 2002: 209). Yaşamakta olduğumuz çağa damgasını vuran teknolojik gelişmeler ve bilgi akışının kazandığı ivme ile kalkan duvarlar, yıkılan sistemler, günlük yaşantımızın birer parçası haline gelen yenilenmeler doğal olarak düzenin önemli parçalarından biri olan örgütleri de etkisi altına almıştır. Herkes, hesap sormak ve talep etmek noktasında ustalaşmıştır (Porter ve Kramer, 2007). Örgütlerin rekabet avantajı yakalama yöntemleri gibi araçları da değişmiştir. Yakın zamana kadar rekabet üstünlüğünün belirleyicileri; üretim hacmi, düşük maliyet, esnek üretim ve toplam kalite iken günümüzde bunların yerini; “Bilgi, Sürekli Yenilik, Pazara En Kısa Sürede Tepki Verme, SaygınlıkTanınmışlık ve Değer” almıştır. Tüm bu çabaların merkezine de, sürdürülebilir rekabet avantajı yerleştirilmiştir. Dört bir yanımızı iletilerin sarmaladığı dünyamızdaki değişimler, değerler çerçevesinde irdelendiğinde ise; sağlıklı yaşam, temiz çevre, gelecek kuşaklara yaşanır bir dünya bırakmak, zamanı iyi planlamak ve kullanmak gibi konuların ön plana çıktığı görülmektedir. Tüm bu değerler dizinini tek başlık altında toplayacak olursak; toplumsal sorumluluk ve toplum bilinci yaratılması, çağımızın en önemli belirleyicileri olarak özetlenebilir. Toplumsal yaşamda aidiyet duygusunun yaratılmasından kabul süreçlerinin hızlandırılmasına kadar hemen her noktada karşımıza çıkan bu değerler dizini, doğal olarak örgütlerin rekabet avantajı yakalamak ve sürdürmek adına şekillendirdikleri stratejik iletişim planlarının da ana hareket noktalarından birini teş- 94 sı” olarak tanımlanmaktadır. Endüstride birden fazla örgüt, rekabetçi avantaja sahip olabilir. Örneğin herhangi bir örgüt bu avantajı, ürünlerini farklılaştırarak yakalarken bir diğeri, ürününü daha düşük maliyetle müşterilere sunarak sağlayabilir. Buradaki en kritik nokta, yakalanan avantajın süreklilik arz etmesidir. Tabii ki, süreklilik ile ifade edilmeye çalışılan şey yakalanan avantajlı konumun sonsuza dek sürmesi değildir (Fahy, 2001), çünkü bu da ilgili örgüt açısından tekdüzeliktir ve zaman içinde revize edilse bile etkinin zayıflayarak yok olması riskini taşımaktadır. Gerçekte rekabet avantajı yakalayarak sürdürebilme adına belirlenebilecek örgüte dair her türlü değişken böylesi bir risk taşımaktadır. Dolayısıyla örgütün öyle bir değişkeni merkeze yerleştirerek avantaj yakalaması gerekir ki, hiç eskimesin. Ve günümüzün bilgi, yenilik, yaratıcılık, teknoloji, strateji belirleyicileri bağlamında şekillenen dünyamıza baktığımızda da karşımıza tek faktör çıkar; Müşteri… kil etmektedir, çünkü örgütler değer yaratmak adına mesajlarını kodlarken müşterileriyle aynı dili konuşmak durumundadırlar. Ve bunun yolu da sosyal olaylar ve değerlerin dikkate alınmasında yani kurumsal sosyal sorumlulukta saklıdır. 2. Sürdürülebilir Rekabet Avantajı ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk Sürdürülebilir rekabet avantajı birçok yönetim araştırmasının temel konusudur. Sözlük anlamı dikkate alındığında avantajın göreceli bir kavram olduğu ve dolayısıyla bir başka kavram ile bütünleştirildiğinde anlam ifade eder hale geldiği görülmektedir (Fahy, 2001). Konumuz itibarıyla rekabetçi avantaj dikkate alındığında ise, söz konusu kavram ile bir örgütün rakibine veya rakipler grubuna kıyasla belli bir alanda yakaladığı fırsatlar veya farklılıkların ifade edilmekte olduğu anlaşılmaktadır (Kay, 1993). Üstün üretim sistemi, düşük ücretler, daha kaliteli ürün, müşterilere kaliteli, dinamik hizmet sunumu vb. herhangi bir örgütün rekabet avantajı yakalama araçlarından sadece bir kaçıdır. Ancak bu araçlar, günümüz koşulları itibarıyla değerlendirildiğinde, oyunun kurallarının değişmiş olması nedeniyle geçmişteki kadar etkili olmadıkları görülmektedir. 3. Rekabet Avantajını Belirleyen Faktörler 3.1. Değer Bilindiği üzere, ilgili örgütün pazara arz etmekte olduğu ürün ve markaları satın almakta olan ve/veya satın alma olasılığı bulunan bireyler topluluğu olarak müşteri, günümüzün kilit ve anahtar belirleyicilerinden biridir. Dolayısıyla sadece rekabet avantajı yakalanmasında değil pazarlamadan üretime, markalamadan iletişime kadar hemen her noktada, örgütsel kararları etkileme ve yönlendirme etkisi hissedilen bir belirleyicidir. Barney ’in vurgulamış olduğu üzere; şayet bir örgüt başarıyı hedefliyorsa, kaynak ve ye- Bugünün yapıları ve gereklilikleri paralelinde avantaj kavramı, strateji literatürü dikkate alınarak irdelendiğinde, “Müşterinin verdiği değerin derecesi” (Fahy, 2001) olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu çerçevede rekabetçi avantaj da; “Örgütlerin mal ve hizmetleri üzerine endüstride rekabet ettikleri rakiplerinden daha fazla değer katma- 95 teneklerini bir yandan firmanın etkinlik ve etkenliğini arttırmaya sevk ederken diğer yandan da müşterilerine değer yaratmak üzere planlarını yapılandırmalıdır. Aksi takdirde varlığını gelişerek koruması mümkün olamaz (Barney, 1991). Özetle, rekabet avantajının yakalanarak sürdürülmesi söz konusu olduğunda, müşterilerine daha fazla değer veren örgütlerin üstünlük yakaladıkları belirlenmiştir. Pazar değerlerinin (pazar payı, müşteri tatmini gibi) yanı sıra finansal kriterler (yatırımın getirisi, ortaklara kâr sağlama gibi) ile de ölçülebilen (Fahy, 2001) üstünlük ile pazar payı artarken kâr marjı da yükselmektedir. Stratejik yönetim araştırmacıları, sürekli olarak örgütlere rekabet avantajı sağlayacak kaynakları araştırmaktadırlar. Rekabet avantajı kavramının şekillendiricisi olan Porter, örgütün yarattığı değerin, firmanın bu değeri yaratmak için yaptığı harcamaları aşması durumunda rekabetçi avantajın ortaya çıktığını belirtmektedir (Porter, 1980). 3.2. Konumsal Rekabet Konumsal rekabetçi avantaj, ilgili örgütün içinde bulunduğu endüstride kendini nasıl konumlandırdığı ile ilgili olup hem ürünlerini arz etmekte olduğu pazar ortamı hem de müşterisi olan bireylerin zihnindeki pozisyonu ile ilişkilidir. Örneğin herhangi bir örgüt, markasını bir statü göstergesi olarak kodlayıp pazara arz eder ve bunu hedef kitlesinin zihnine yerleştirirse, yıllarca sürdürülebilecek önemli bir rekabet avantajı yakalamış olacaktır. Diğer yandan, örgüt ürününü sektörde ilk olarak kodlayabilirse de, konumsal farklılaşmayı sağlayabilir ve piyasada böylesi örneklere çokça rastlamak mümkündür. Örneğin, renkli giysilerden yıpratmadan ve bozmadan leke çıkaran marka, dendiğinde bireylerin büyük çoğunluğu hemen “Kosla” yanıtını vermektedir. Öte yandan, bilindiği üzere “Klorak” çamaşır beyazlatıcıları ürün grubunda bir markadır. Ancak müşteri, alış-veriş listesine her zaman “Klorak” yazmaktadır çünkü o marka, kendisinin zihninde ürün konumundadır. Özetle, konumlandırma doğru yapılırsa ilgili örgütün rakipleri karşısında ciddi üstünlük sağlamasına yardımcı olacaktır. Diğer taraftan, ilgili örgütün yenilikçi, araştırma ve geliştirmeye önem veren bir yönetim anlayışına sahip olması da konumsal farklılığa bağlı rekabet avantajı yakalanmasında önemli rol oynayacaktır. Bunun en bilinen örneklerinden biri, Toyota’nın otomobil emisyonlarıyla ilgili kaygılar karşısında ürettiği, elektrik ve benzinle çalışan Hibrit Prius modelidir. Rekabet avantajı ve çevresel yarar sağlayan bir dizi yeni otomobil modelinin ilki olan Hibrit motorlar, geleneksel araçların ürettiği zararlı kirleticilerin yalnızca yüzde 10’unu dışarıya salarken yüzde 50 oranında benzin tasarrufu sağlamaktadır. Ayrıca diğer otomotiv şirketleri, bu teknolojinin lisansını almak zorunda kalmışlardır. Böylece Toyota, bir yandan müşterileri nezdinde benzersiz bir konuma yerleşirken, diğer yandan da kendi teknolojisini bir dünya standardı haline getirerek birçok örgütün hayalini kurduğu inanılmaz bir rekabet avantajı yakalamıştır. 3.3. Saygınlık Sürdürülebilir rekabet avantajı, örgütün nadir, değerli, yerine konamayan 96 nin en önemli sermayesi ve rekabet aracı haline gelen değer kavramı, sosyal sorumluluk kampanyalarıyla büyük ölçüde oluşturulabilmektedir. ve kopyalanamayan kaynaklarından ortaya çıkmaktadır (Barney, 1991). Böylesi bir avantajın yakalanması, Grant’a göre, kaynakların ekonomik, yoğun ve kârlı kullanımı ile gerçekleştirilebilecektir. Bir diğer rekabet avantajı yakalama kıstası da, saygınlık ve tanınmışlıktır ki uzun zamanda kurulan bu bileşen, bir kez yapılandığında kısa sürede zedelenmesi veya ortadan kalkması oldukça zordur (Grant, 1991). Başka bir ifadeyle, teknoloji ve bilgi yörüngelerinde hareketini sürdürmekte olan dünyamızda, rekabet avantajının yakalanarak sürekliliğinin sağlanması söz konusu olduğunda, gerek stratejik yönetimin esasları gerek müşteri merkezliliğin gereklilikleri ve gerekse rekabet sürecinin basamakları bağlamında “İletişim Planları” olmaksızın hareket edilmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. 3.4. Etkin İletişim Bir kaynaktan değer yaratıldıktan sonra bunun uygunlaştırılması ve kimin uygunlaştıracağı sorunsalı gündeme gelmektedir. Herhangi bir zaman diliminde, ilgili örgütün elinde çok çeşitli sayıda kaynak olabilir ama burada önemli olan örgütün rekabet avantajı sağlayabilecek şekilde kaynaklarını kullanmasıdır. Fahy örgüt kaynaklarını; dokunulabilir ve dokunulamaz kaynaklar olmak üzere ikili bir sınıflandırma çerçevesinde değerlendirmektedir (Fahy, 2001). Dokunulabilir kaynaklar; fabrika, donanım, teçhizat gibi sabit ve güncel firma kaynaklarıdır. Göreceli olarak sınırsız kapasiteleri olan dokunulamaz kaynaklar ise firmanın markaları, patentleri, sırları, ağları, veritabanları ve şirket saygınlığı gibi kaynaklardır ve örgütler, bu kaynakları kendileri kullanabildikleri gibi, kiralama hakkına da sahiptirler (Fahy, 2001; Wernerfelt, 1984). Öte yandan; müşteriler, tedarikçiler, çalışanlar, hisse sahipleri ve hükümetler bu yaratılan değerden pay istemektedirler (Collis ve Montgomery, 1995). Böylesi bir beklenti, istek, talep vb. dizini de açık olarak “Etkin İletişim”i gerekli kılmaktadır. Günümüz örgütleri- 4. Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS), kurumun kendi sorumluluklarının dışında kalan sorumluluğu ifade etmekte ve içinde yaşadığımız toplumun yaşam kalitesini iyileştirmek için gönüllülük temelinde yapılmaktadır (Aydede, 2007:135). Günümüzde örgütlerin başarısı sosyal sorumluluk kavramıyla ölçülmektedir. Dolayısıyla örgütler de toplumsal sorumluluklarına iş stratejilerinin bir parçası olarak bakmakta, stratejik planlarını bu kavram ile şekillendirmektedir. Örgütler marka değerlerini yani piyasa değerlerini artırmak, risk yönetimini etkinleştirmek, toplumun ve kural koyucuların örgütün görüşlerine önem vermesini sağlamak amacıyla bu faaliyetleri yürütmektedirler (Tığlı vd., 2007:3; Tatari, 2003:5). Örgütün iş yaptığı toplum üzerinde dürüstlük ve güvenilirlik konularında kötü bir ünü varsa, müşteriler örgütün çevreye yaptığı etkiler hakkında olumsuz şeyler düşünüyorsa, satış yapı- 97 lan pazar gelişim göstermiyorsa, yerel yetkililerin olumsuz görüşleri işin genişlemesine ilişkin plan yapmayı zorlaştırıyorsa, örgütün geleceğinden dolayısıyla da rekabet edebilirliğinden söz etmek günümüzün şartlarında mümkün görülmemektedir (Porter ve Kramer, 2007). Sürdürülebilir rekabetin ilk adımı rekabet edebilirliktir. KSS kampanyaları örgütün toplum nezdindeki konumunu değiştirerek konumsal farklılığa bağlı rekabet avantajı sağlamaktadır. Yani rekabet edebilirliği sürdürülebilir kılmaktadır. Örgütlerin KSS’ye ve bunları duyurmak için hazırladıkları kampanyalara önem vermeleri, ortaya çıkan ve beklemedikleri toplumsal tepkilerle karşılaşmaları sonucunda olmuştur. Örneğin, Nike, 1990’ların başında, New York Times ile başka medya organlarında Endonezya’daki tedarikçilerinin işçileri kötü koşullarda çalıştırdıklarına ilişkin haberlerin çıkmasından sonra, yaygın bir tüketici boykotuyla karşılaşmıştır. 1995’te Shell’in Kuzey Denizi’ndeki eski bir petrol kulesi olan Brent Spar’ı batırmaya karar vermesi, Greenpeace’in protestolarına ve konunun uluslararası medyanın manşetlerine taşınmasına yol açmıştır (Porter ve Kramer, 2007). Bu örnekler neticesinde KSS, yarınlarını düşünen yani sürdürülebilir rekabeti dikkate alan örgütlerin vazgeçilmezi haline gelmiştir. Bu noktada örgütlerin sorumluluk alanlarının belirlenmesi büyük önem arz etmektedir. Ancak günümüzde, örgütlerin topluma karşı sorumluluklarını ifade eden kurumsal sosyal sorumluluk kavramının hangi alanlarda öncelikle sürdürülmesi gerektiği tartışma konusudur. Carr ve Friedmen örgütlerin KSS alanlarını ekonomik sorumluluk olarak belirlemeleri gerektiğini söylerken, Carroll ise önceliğin gönüllülük temelinde kamu yararı için biçimlenen sosyal sorumluluk olduğunu dile getirmektedir (Lantos, 2001:11). Goodpaster ise KSS kavramı içerisinde altı büyük gruba işaret etmekte ve bu gruplarla kurulacak aktif iletişimin etkinliğin belirleyicisi olduğunu söylemektedir (Goodpaster, 1989: 89–90). Goodpaster’ın söz ettiği bu gruplar; hisse sahipleri, çalışanlar, tüketiciler, yerel halk, ulusal ve uluslararası toplumdur. Her anlamda topluma geri vermekle yükümlü olan örgütlerin görevlerini yerine getirirken ortaya koydukları kurumsal sorumluluk faaliyetlerinin örgüt içi ve dışı olmak üzere iki cephesi ortaya çıkmaktadır. Örgütler bunlardan hangisine öncelik vereceklerine kendileri karar vermekle birlikte, her ikisi de KSS girişimleri için karşılıklı bir fayda sağlamaktadır. Genel olarak örgütüler kendilerini ekonomik, hukuki, etik ve toplumsal sorunların çözümünden sorumlu olarak görmektedirler. Uygulamalar itibarıyla dikkate alındığında kurumsal sosyal sorumluluğun etik ve toplumsal sorunların çözümü ile ilgili olanları kapsadığı görülmektedir (Tatari, 2003). Hatırlanacağı üzere, rekabetin temel değişkenlerinden biri müşteri, diğeri stratejik yönetim ve sonuncusu da iletişimdir. Kesişme noktalarında ise değerler dizini olarak kurumsal sosyal sorumluluk vardır. İşte bu nedenlerden dolayı bugün örgütler, toplam iletişim planları için ayırdıkları bütçenin büyük bir kısmını, kurumsal sosyal sorumluluk kampanyalarına harcamaktadır. Dolayısıyla günümüzün yeniden yapılanan dünyasının kilometre taşlarından biri olarak kurumsal sosyal sorumluluk kampanyalarının ta- 98 şıdığı stratejik önemin yanı sıra rekabet avantajı yakalanması bağlamında yaratacağı değer nedeniyle de planlamasının bir sürece bağlanması gerekmektedir. lenmiştir. Kampanyanın konusu, kapsama alanına giren bölgenin ve toplumun genel duyarlılıklarına yönelik olmuştur. Kampanyanın ana kıstasları ve stratejisi, ilgili örgütün misyonu, vizyonu ve hedefleriyle örtüşmüştür. Kampanya başta üst yönetim olmak üzere kurumun tüm çalışanları tarafından sahiplenilmiştir ve kampanyalardaki iletişim çalışmaları bütünleşik bir şekilde gerçekleştirilmiştir (Kadıbeşegil; 2008 ). 5. KSS Kampanya Planlama Süreci Kurumsal sosyal sorumluluk kampanyası “Bir örgütü ya da markayı, ilgili bir sosyal amaç veya soruna karşılıklı fayda sağlamak üzere bağlayan stratejik bir konumlandırma ve pazarlama aracıdır”. Sosyal sorumluluk kampanyaları, genelde örgütün faaliyet gösterilen alanlarda (çevre, sağlık, eğitim gibi), gerçekleştirdikleri projelerle kamuoyunda fark yaratmak ve topluma karşı olan sorumluluklarını yerine getirmek için uygulanmaktadır (H.İ.P., 2006). Sosyal kampanyalar söz konusu olduğunda diğer iletişim kampanyalarından farklı olarak belli iletişim formları dikkate alınmaktadır. Örneğin halkla ilişkiler, hedef kitle için güvenilen otantik bir araç olarak dikkate alınması nedeniyle bütünleşik plana dâhil edilmektedir. Özel etkinlikler, büyük halk toplantıları vb. halkla ilişkilerin kapsamındadır. Stantlar kurulması, sergiler düzenlenmesi, vitrinlerin kullanımı, halk buluşmaları, çocuklara odaklanan yarışmalar vb. sunumlarla karşımıza çıkan çalışmaların KSS kampanyaları açısından taşıdığı önemin temelinde, farklılık yaratma fırsatını içermesi bulunmaktadır. Hedef kitleyle doğrudan iletişime geçebilme imkânı sunan ve dolayısıyla güçlü ilişkilerin kurulmasına olanak tanıyan halkla ilişkiler faaliyetlerinin yanı sıra reklam çalışmalarıyla da toplumun geneline erişim hedeflenir. Öte yandan mesajların kişiye özel formatlanması söz konusu olduğunda doğrudan pazarlamanın araçları devreye girerek güncel bilgilerin aktarımına ivme kazandırılır. Basılı materyaller; özel tanıtım öğeleri, kampanyanın başlatılması ya da bir program mesajının iletilmesi için kullanılır. Stratejik bağlamda, kalıcı ve işlevsel olmak üzere tasarlandıklarında bu öğeler uyarma ve hatırlatma işlevlerini yerine getirmektedirler. Uygulanmış ve uygulanmakta olan kampanyalar dikkate alındığında bu kampanyalarda kullanılan yöntemlerin farklı olduğu görülmektedir. Tığlı’ya göre bir ürün satışından elde edilen gelirin tamamını ya da bir bölümünü sosyal bir projeye aktarmak, bina veya ekipman desteği sağlamak, örgüt çalışanlarını bir sivil toplum kuruluşunda sosyal bir proje adına çalıştırmak, eğitim desteği vermek, bağış yapmak ya da hibe etmek bu farklı yöntemlerden bir kısmıdır (Tığlı vd., 2007:3). Genel olarak başarılı olmuş sosyal sorumluluk kampanyaları incelendiğinde bazı ortak özellikler dikkat çekmektedir. Bu kampanyaların hepsi “gerçekçi” hedefler belirlendiği sürece başarılı olmuşlardır. Kampanyaların hepsi uzun soluklu ve ölçülebilir sonuçlar hedeflemiştir. Kampanya bütçesi, kaynakları, ortakları, sözleşmeleri, teslimatları ve zamanlamaları doğru belir- 99 Tablo 1: Kurumsal SSK’da kullanılan bütünleşik iletişim süreci bileşenleri ve araçları Kaynak: Kotler ve Lee, 2007 :193-194 Yollar, havaalanları, postaneler, okullar, kütüphaneler, parklar, toplum merkezleri gibi yerlerdeki işaretler ve levhalar ise oldukça geniş bir kitleye düşük maliyetle, sürekli ve sık erişim fırsatı tanımaktadır. Pazarlama uzmanlarının ağızdan ağza pazarlama dedikleri görece yeni bir kategoriyi, günümüzde birçok alanda kullanmaları bağlamında değerlendirildiğinde, SSK’da da, kişisel iletişim kanallarının ayrı bir öneme sahip olduğu görülmektedir (Kotler ve Lee, 2007: 194-202). Bilindiği üzere plan, zamanlama yapma ve kimin neden sorumlu olduğunu belirleme yoluyla birlikte daha etkin çalışmayı sağlayan, elde etmeyi umduğumuz sonuçları belirlemede daha gerçekçi olmamıza yardımcı olan bir yol haritasıdır. Planlama süreci, dokuz aşamadan oluşmaktadır. Stratejik planlamanın basamaklarının esas alınmasını gerekli kılan ve iletişim planlarının bir bileşeni olarak dikkate alınan sosyal sorumluluk kampanyaları söz konusu olduğunda da söz konusu süreç geçerlidir. Diğer planlama modüllerinde olduğu gibi sosyal sorumluluk kampanyalarında da planlama, durum analizi ile başlamaktadır. İkinci 100 Tablo 2: Kurumsal Sosyal sorumluluk kampanya planlama süreci aşamaları adım, hedef kitleyi belirlemek ve özelliklerini analiz edilmesidir. Üçüncü adımda kampanyanın amaçları saptanır. Dördüncü adım kampanya stratejisi ile ilgilidir. Diğer adımlarda sırasıyla; ortaklık kurma, yaratıcı çalışmalar, iletişim kanallarının ve araçlarının seçimi, bütçenin belirlenmesi ve kampanyanın tamamlanmasıdır. 5.1. Durum Analizi Kampanya planlama sürecinin ilk adımı olan durum analizi ile örgüt, mevcut pazar şartlarında sahip olduğu üstünlükleri kullanıp, mevcut zaaflarından kaçınarak, hangi hedef pazar veya pazarlarda rakiplere kıyasla müşteri memnuniyeti sağlamada daha etkin olabileceğine karar verebilecek bilgi birikimine sahip olur (Huntchinson, 1992: 14-17). 5.2. Hedef Kitlenin Özelliklerinin Saptanması Sosyal sorumluluk kampanyalarında genel olarak amaç, hedef kitleye ait bir davranışın değiştirilmesidir (Eser ve Özdoğan, 2006:56). Davranış değişikliğinin önündeki engellerin kaldırılabilmesi, hedef kitlenin demografik, sosyolojik, ekonomik, politik, psikolojik vb. gibi özellikleriyle tanımlanmasını gerektirir (Kotler ve Lee, 2007: 250-251; Güleç, 2006). 5.3. Kampanya Hedeflerinin Saptanması Hedef kitleye ilişkin tanımlama haritaları oluşturulduktan sonra sıra kampanya hedeflerin belirlenmesine gelmektedir ki burada dikkate alınması gereken en önemli unsur ortaya konan hedeflerin ulaşılabilirliğidir. Örgütlerin toplumun tüm sorunlarına çözüm getirebilecekmiş gibi ortaya koydukları hedefler ger- 101 çeklikten uzak iddialardan başka bir şey değildir. Bu nedenle örgütler kampanya hedeflerini gerçekçi, kendi faaliyet alanlarıyla kesişen konu başlıklarından seçmelidir. Porter, örgütleri etkileyen sosyal başlıkları, jenerik, değer zincirli ve rekabet temelli olmak üzere üç kategoriye ayırmaktadır. Jenerik başlıklar sadece toplum için önem arz eden, örgütün faaliyetlerini etkilemediği gibi uzun vadeli rekabet gücünü de etkilemeyen başlıklardır. Değer zincirli sosyal başlıklar doğrudan örgütün yaptığı işi, rekabet temelli sosyal başlıklar ise örgütün faaliyet gösterdiği yerlerdeki rekabet gücünü etkileyen başlıklardır. Örgüt hangi sosyal başlığı seçeceğine ve hangi ulaşılır hedefi belirleyeceğine kendisi karar vermektedir. Bu arada unutulmaması gereken önemli bir nokta vardır ki o da bu sosyal başlıkların örgütlere göre değiştiğidir. Örneğin; Bir dans topluluğunu desteklemek, Southern California Edison gibi bir elektrik şirketi için jenerik sosyal başlıkken; pahalı eğlencelere ve turizme bağımlı olan American Express’in için rekabet temelli bir sosyal başlıktır. Sosyal başlıklar açık ve olumlu bir kurumsal sosyal gündem yaratmak ve kampanya hedefini belirlemek için önemlidir (Porter ve Kramer, 2007). 5.4. Kampanya Stratejisinin Saptanması Kampanya stratejisinin saptanabilmesi için hedef kitlemiz olan müşterinin net biçimde tanımlanması gerekmektedir. Rakiplerimizin ve tabii ki bizim duruşumuzun netleştirilmesinin yanı sıra gelecek hedeflerin kesinleştirilmiş olması gerekir ki, tüm bunlar ayrı stratejik planları, programları, kararları içermektedir. Hepsinin bütünleştirilebilmesi için de öncelikle stratejiyi bir karar cümlesi olmaktan çıkarıp sürece dönüştüren bileşenlerin tanımlanması şarttır. Örgüt stratejisi bağlamında belirlenen pazarlama stratejisi ile hedeflerin iletişim planlarına etkisi ve dolayısıyla kampanya perspektifinden stratejiye yaklaşıldığında, çalışma konusunu teşkil eden sosyal başlığın öneminin, değerinin veya faydasının aktarılması suretiyle hedef kitlelere yönelik çözümler üretilmesi adına mesajların kodlanmasına ilişkin süreç karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla öncelikle “ Neden reklâm kampanyası yapacağız?” ve “Reklam kampanyası ile neyin ve/veya nelerin başarılması hedeflenmekte?” sorularına yanıtlar aranmalıdır. Söz konusu yanıtlar ışığında da, “Belirlenen hedefe nasıl ulaşabiliriz?” sorusu gündeme gelecektir. İlgili sorunun cevabı, kampan- Tablo 3: Kampanyanın hedefine uygun kullanacağı başlık çeşitleri Kaynak: Porter ve Kramer; 2007 102 ya stratejisinin ana hatlarını belirlemektedir. Belirleme esnasında (Aydede, 2007: 63); örgütsel ve kurumsal hedef tanımlamaları, stratejinin proaktif mi yoksa reaktif mi olacağı, örgütü toplum önünde kim veya kimlerin temsil edeceği, değiştirilmek istenenler, örgütün master stratejisi itibarıyla kısa, orta ve uzun vadede ulaşmak istediği noktalar ile rakiplere kıyasla sahip olunan avantaj ve dezavantajlar vb. temel kısıtlayıcılar olarak dikkate alınmalıdır. 5.5. Bütçenin Tespiti KSS kampanyası uzun vadeli stratejik yaklaşımı gerektirmektedir çünkü kurum imajının oluşumu ve sosyal sorunun çözümü geniş zamana yayılmış çalışmalardan oluşmaktadır. Kampanya planının parasal olarak ifadesi olan bütçe, kampanya süresi boyunca nerelere, hangi zamanlarda ve hangi miktarlarda ödemeler yapılacağının belirlenmesi, tüm harcamaların ayrıntılarından oluşan bir liste düzenlenmesi ve sonuçta toplam olarak kampanyanın ne kadar mali yük getireceğinin saptanmasıdır (H.İ.P, 2006). 5.6. Kampanyanın Doğru Ortağını Seçme, Ortaklığı Kurma SSK planlama sürecini etkinliğinin en önemli anahtarlarından biri; doğru ortakların bulunarak sözleşmelerin yapılmasıdır. Ortak seçimi için önceden bir araştırma yapılması bir tercih değil, zorunluluktur. Ayrıca araştırma, sadece ortağı bulmak için değil, muhtemel ortakların alanındaki konumlarını, saygınlıklarını, hukuki konumlarını, ölçmek için- dir ve genellikle anket yöntemiyle saptama yapılmaktadır. Ortak seçiminde böylesi ayrıntılı çalışılmasının en önemli nedeni; misyon, ürün-hizmet, müşteri tabanı, çalışan istekleri gibi unsurlar bağlamında da bütünleşmeye ve birlikteliğe duyulan ihtiyaçtır (Ciğerdelen, 2006). Değerlendirilebileceği üzere ortaklık kurulması ve yürütülmesi, bazen ana çalışmadan daha uzun bir zaman dilimini kapsar, çünkü pek çok ilişkide olduğu gibi ortaklıkların başarısı için uzlaşma gerekmektedir. Geçmişteki örnekler itibarıyla böylesi ortaklıklarda gerginliğin temelinde, zarar veya kayıp olasılığı nedeniyle ortakların daha sonradan nezaketini yitirmesi veya önemsiz bir saptamayla da olsa olumsuz bilinirliğe maruz kalması gibi gerekçelerin bulunduğu görülmektedir. Lider olarak dikkate alınabilecek örgütün, sosyal sorumluluk kampanyasına ilişkin ayrıntılı bir program hazırlamış ve/veya hazırlatmış olması da ortak bulmakta ve/veya ortaklık kurmakta, işleri zorlaştırıyor gibi gözükebilir, çünkü kuralları önceden belirlenmiş bir oyunda oyuncu olmanın tercih edilir bir durum olmadığı düşünülebilir. Ancak alana ilişkin araştırmalar nihaî nitelikte değildir ve dolayısıyla ortaklık yapılacak kurumla tekrar müzakere edilip değerlendirme yapılabilir. Ortağın belirlenmesinden sonra, ilgili örgütle sivil toplum kuruluşu arasında, iki tarafın da taahhütlerini ve yükümlülüklerini belirleyen imzalı bir sözleşme hazırlanır. Bu sözleşme, ortaklığın herhangi bir aşamasında, tarafların taahhütlerini belgelendirmesi açısından sağlıklı bir yoldur ve para, bütçe ve finansal taahhüt, zamanlama, ortaklık süresi gibi çeşitli konulara açıklık getirerek sorumluluk ve yetki alanlarının belirlenmesini sağlar (H.İ.P, 2006). 103 5.7. Yaratıcı Çalışmalar Kampanyanın çerçevesi belirlendikten ve neden, kime, ne için söyleneceği kararlaştırıldıktan sonra mesajın belirlenerek kodlanması aşamasına geçilir. Kampanyanın özünü teşkil eden konunun, fikrin, oluşumun hedef kitlelere nasıl söyleneceğinin belirlendiği ve yaratıcı süreç olarak kavramsallaştırılan bu aşama; mesaj, stil, ton, sözcük ve slogan gibi unsurların birleşiminden oluşmaktadır. Özellikle sosyal kampanyalarda planlama sürecinin belki de en zor aşamalarından biridir. Çünkü insanlardan keyif aldıkları bir şeyden vazgeçmelerini, zahmete katlanmalarını, daha fazla zaman harcamalarını, kötü haber alma olasılıklarının ne kadar yüksek olduğunu, yeni alışkanlıklar edinmelerini, rahat yaşam tarzlarını değiştirmelerini, reddedilmeyi göze almalarını, yeni bir beceri edinmelerini veya unutmak istedikleri bir şeyleri hatırlamalarını istenmektedir. Buradaki asıl sorun ise, bu değişikliği yaptığı takdirde özellikle de kısa vadede verebileceğiniz ya da vaat edebileceğiniz bir şeyin olmamasıdır (Kotler ve Lee, 2007:246). Geçmiş dönemlerdeki kampanyaların genelde korku öğelerini kullandıkları görülmektedir. Her ne kadar tutum ve davranış değişikliği yaratılması yani insanların belli bir yönde tepkide bulunmaya ikna edilmesi söz konusu olsa da, araştırmalar göstermektedir ki; bunun dozu oldukça önemlidir, çünkü mesajın etkinliği paralelinde bireylerde farkındalık yaratılmakta, farkındalığın düzeyi arttırılabilmekte ve bilgi aktarımı gerçekleşmektedir. Buna karşın, mesaj bileşenlerinin dozunun yanlı ayarlanması nedeniyle kimi zaman da olumsuz veya beklenmedik etkiler de açığa çıka- bilmektedir. Örneğin, uyuşturucu karşıtı bir reklâm uyuşturucu deneyiminin ve/veya kullanımının artmasına da neden olabilmektedir. Amerika’da gerçekleştirilen bir araştırma sonuçlarına göre sigara karşıtı reklâmların sigara içmeyen gençlerin sigaraya başlamasını engellemede olumlu etkiler yarattığı; buna karşın sigara içen gençler üzerinde ise etkili olamadığı, hatta onları rahatsız ettiği, zaten bildikleri şeyleri tekrarladığı için kızdırdığı ve hatta sigaraya daha fazla teşvik ettiği görülmektedir. Dolayısıyla kampanyalarda tehdit ve korku temalarından ziyade kişileri yargılamayan ve onlara sigarayı bırakmak konusunda destek ve cesaret veren mesajların daha başarılı olduğu görülmüştür (Kotler ve Lee, 2007: 125). Bu bağlamda, diğer iletişim kampanyalarından farklı olarak sosyal sorumluluk kampanyaları için mesaj yapılandırırken bazı değişkenlerin dikkate alınması gerektiği işaret edilmiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir (Bozkurt, 2004: 40–41): Yaratılan mesaj, tüm medya ve pazarlama iletişimi unsurları tarafından aktarılabilir olmalıdır (Uyarlanabilirlilik-Adaptability), zamana karşı koyabilmeli ve sürekli olmalıdır (Devamlılık-Durability), taklit ve kopya olmamalıdır (Yenilik-Newness), birden fazla unsuru ve teklifi içermemelidir (Tek mesaj-Oneness), yaratıcı düşüncenin hedeflenen kitlenin problemlerine çözüm olması ve bu çözümün geçerli, nesnel dayanaklarına mesajda yer verilmesi (Gerçekçilik-Reliability), sloganın kolay hatırlanabilir olması (Hatırlanabilirlilik-Memorability) ve karmaşık veya anlaşılmaz değil ilginç, farklı ve yalın unsurların harmanlanmış olmasıdır (Basitlik-Simplicity). 104 Tüm bu faktörler dikkate alınarak hazırlanan bir kampanyanın hâlâ başarılı olamama riski mevcuttur. Yol haritanızı istediğiniz kadar alternatifsiz belirlemiş ve mesajınızı dilediğiniz gibi etkili, çarpıcı, harekete geçirici kodlamış olsanız bile şayet iletinizi hedef kitlenize ulaştıramazsanız, bütün çabanız boşa gidecektir. Bir diğer ifadeyle, mesajınız görülmez, okunmaz, işitilmez ise dikkat çekemez, algılanması sağlanamaz ve özetle hedef etki yaratılamaz. Böylesi bir durumun önündeki en önemli engel ise, medya planıdır. Bilindiği üzere iletişim kampanyaları itibarıyla medya planı, hazırlanan mesajın doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişilerle buluşturulması adına gerçekleştirilir. SSK, söz konusu olduğunda da durum farklı değildir. 5.8. İletişim Kanallarının ve Araçlarının Seçimi Medya planı hazırlarken dikkate alınması gereken sınırlayıcılar yani örgütün profili ile mesajın yer alacağı ortamın editoryal çevresi, hedef kitlemizin medya tüketim alışkanlıkları ve mesajın yansıtılma kıstasları ile belirlenen araçların teknik özellikleri, SSK için de geçerlidir. Medya planlama süreci itibarıyla ilgili kampanyaların diğerlerinden en önemli farkı; kitle iletişim ortamlarında herhangi bir ücret ödenmeden yayınlanmasıdır. Buna karşın reklâmın yayınlanacağı ortam ve çalışmanın ortamda yer alacağı yer ve zaman konusunda kontrole sahip olunamaması da ciddi bir dezavantajdır. Denetimin zorlaşmasına karşın SSK açısından böylesi bir uygulama yönteminin katkısı, bütçeleme aşamasında belirginleşir. Kampanya süresi boyunca nerelere, hangi zamanlarda ve hangi mik- tarlarda ödemeler yapılacağının belirlenmesi, tüm harcamaların ayrıntılarından oluşan bir liste düzenlenmesi ve sonuçta toplam olarak kampanyanın ne kadar mali yük getireceğinin saptanmasına ilişkin ayrıntılı rakamsal dökümler olarak bütçenin, kampanya için ayrılan fonun yüzde 25’ini aldığı öngörülür. SSK’daki ayrıcalıklı uygulama sayesinde ise, medya satın alımlarından sağlanan artı fayda, kampanya etkinliğini arttırmaya destek olacak diğer faaliyetlere aktarılır. Tüm aşamalar tamamlandıktan sonra kampanya, uygulamaya konur ve doğal olarak etkinlik denetimi yapılır. Kampanyanın başlangıcında belirlenen hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığının, ulaşılamadıysa gerekçelerinin, ulaşıldıysa başarı yüzdesinin denetimi adına gerçekleştirilen araştırma sonuçlarını içeren ölçümlemelerin doğru yapılabilmesi için baştan planların tutarlı ve gerçekçi hazırlanması gerekmektedir (Ciğerdelen, 2006). Aynı zamanda, diğer iletişim kampanyalarını etkinlik denetiminde esas alındığı gibi SSK’da da, başarı ve değerlendirme ölçütlerinin ilk basamaklarda belirlenmesine özen gösterilmelidir. Ölçümleme yöntemleri, kampanyada yer alan niceliksel ve niteliksel kriterlere göre belirlenir. İkiye ayrılmış araştırma kriterlerinin ölçümlenmesi yapılmalıdır. Genellikle araştırma sorularının içeriği (Paksoy, 2007). Ele aldığımız sorunla ilgili kampanyanın toplamda gerçek erişimi nedir, Kampanyanın ulaştığı kitlenin yaş grubunu, eğitim durumu, cinsiyeti, sosyoekonomik profili nedir, Erişim sağlanan kitlenin tüketim alışkanlıkları nedir (Niceliksel Araştırma Soruları) ve kampanyanın marka, ürün / hizmet bilinirliğine, kalite ve insan kaynakları, finansal 105 güç ve kârlılık algısına ve kurumsal itibara etkisi nedir (Niteliksel Araştırma Soruları), şeklinde belirlenir. 6. Sonuç Günümüzde örgütlerin rekabet ortamına ayak uyduracak şekilde kendilerini yeniden şekillendirmeleri gerektiği kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Örgütler yaşanan değişim ve yeniden yapılanma ile beraber rekabet avantajı sağladıkları üretim hacmi, düşük maliyet, esnek üretim ve toplam kalite gibi araçlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Bunların yerini; “Bilgi, Sürekli Yenilik, Pazara En Kısa Sürede Tepki Verme” almıştır ki, bunlar bile yoğun rekabetin yaşandığı küresel çevre içerisinde yeterli olmamaktadır çünkü günümüzün müşterisi ürün ve hizmet tercihlerinde kalitenin ötesinde kriterler beklemektedir. Bu kriterlerin başında örgütlerin kurumsal sosyal sorumluluk alanlarında gösterdikleri performansları gelmektedir. Örgütlerin güven ve istikrar temelli vaatleri kampanyalardan geçmektedir. Bu kampanyalar rekabet avantajının yakalanarak sürekliliğinin sağlanmasında önemli rol oynamaktadır. Ancak gerek stratejik yönetimin esasları gerek müşteri merkezliliğin gereklilikleri ve gerekse rekabet sürecinin basamakları bağlamında “İletişim Planları” olmaksızın hareket edebilmenin mümkün olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla sürdürülebilir rekabet için önemli bir yere koyduğumuz kurumsal sosyal sorumluluk kampanyalarının planlanmış bir iletişim sürecine ihtiyacı vardır. Uygulanmış ve uygulanmakta olan kampanyalar dikkate alındığında KSS kampanyaların- da kullanılan yöntemlerin farklı olduğu görülmektedir. Başarılı KSS kampanyaları, uzun soluklu ve ölçülebilir sonuçlar hedefleyen, bütçesi, ortakları ve zamanlamaları doğru belirlenmiş, başta üst yönetim olmak üzere kurumun tüm çalışanları tarafından sahiplenilmiş, iletişim çalışmaları bütünleşik bir şekilde gerçekleştirilmiş kampanyalardır. Kaynakça Aydede, Ceyda (2007). Yükselen Trend, Kurumsal Sosyal Sorumluluk. İstanbul: MediaCat. Barney, Jay (1991). “Firm Resources and Sustained Competitive Advantage.” Journal of Management 17 (1): 99-120. Bozkurt, İzzet (2004). İletişim Odaklı Pazarlama, Tüketiciden Müşteri Yaratmak. İstanbul: MediaCat. Ciğerdelen, Tümay (2006). “STK, Özel Sektör, Halkla İlişkiler ve Sosyal Sorumluluk Kampanyaları”. http://www. usakgundem.com/makale.php?id=238 .17.10.2007 Collis, David .J. ve Montgomery, Cynthia.A. (1995). “Competing on Resources: Strategy in the 1990s.” Harvard Business Review. July-August: 118-128. Elmacı, Orhan (2002). Stratejik Yönetim Açısından Yönetim Muhasebesi. Kütahya: Ekspres Matbaası. Eser, Zeliha ve Özdoğan.F Bahar (2006). Sosyal Pazarlama, Toplumun Refahı ve Kaliteli Yaşamı İçin. Ankara: Siyasal Kitabevi. Fahy, John. (2001) Role of Resources in Global Competition. London:Routledge. 106 Goodpaster, Kenneth E.,(1989).”Note on the Corparation As Moral Enviroment.” Ethics in Practice, Kenneth R. Andrew (der.)içinde. Boston: Harward B.S. Grant, Robert M. (1991) “The Resource Based View of the Firm: Implications for Strategy Formulation.” California Management Review. Spring: 114-135. Güleç, Banu (2006). “Reklâm Kampanyası Planlama Süreci.” Pazarlama Dünyası”, Temmuz. H.İ.P. (Halkla İlişkiler Platformu) (2006). “Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derken.” http://www.halklailiskiler.com.tr/detay.asp?id=1880. 30.04.2008. Kadıbeşegil, Salim (2008). Stratejik İletişim Danışmanı, Sürdürülebilir Rekabet. http://www. orsa.com.tr/cgi-bin/asp/content. asp?type=normal&lang=TR&id=179. 18.04.2008. Kay, John (1993). “The Structure of Strategy.” Business Strategy Review 4 (2): 1737. Kotler, Philip ve Lee, Nancy (2007). Kamu Sektöründe Pazarlama, Kamu Kuruluşlarını Performansını Geliştirmek İçin Bir Yol Haritası. Çev., Zeynep Kökkaya Chalar. İstanbul: MediaCat. Lantos, Geoffrey P.(2001). “The Boundaries of Strategic Corporate Social Responsibility” http://faculty.stonehill.edu/glantos/Lantos1/PDF_Folder/ Pub_arts_pdf/Strategic%20CSR.pdf . 12.03.2008. Paksoy, Fadile (2007). “K S S ve PR analiz KSS projemiz hedefine ulaştı mı? PR analiz.” http://www.prbu.com/ pr-yorum/kss-projemiz-hedefine-ulastimi/. 18.10.2007. Porter, E. Michael ve Kramer R.Mark (2007). “Strateji & Toplum Rekabet Avantajı ile Kurumsal Sosyal Sorumluluk Arasındaki Bağlantı.” http://www. sucsr.com/kurumsal-sosyal-sorumluluk/ makaleler/kurumsal-sosyal-sorumluluk. php. 28.10.2007. Porter, Michael E. (1980). Competitive Strategy: Techniques for Analyzing Industries and Competitors. New York: Free Press Senge, Peter M.(1993). Beşinci Disiplin. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Tatari Begüm (2003). “Şirketlerin Toplumla İlişkisinde Yükselen Değer: Kurumsal Sosyal Sorumluluk.” http:// www.izto.org.tr/IZTO/webdocs/yayinlar/5246_begum.pdf. 28.10.2007. Tığlı Mehmet, Pirtini Serdar ve Çelik Candan (2007). “Sosyal Sorumluluk Kampanyalarının Genç Tüketicilerin Marka Farkındalığı Üzerindeki Etkisinin İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma.” http://www.prbu.com/k-s-s/ sosyal-sorumluluk-kampanyalari-vemarka-farkindaligi/ . 10.11.2007. Wernerfelt, Birger (1984) “A Resource Based View of the Firm.” Strategic Management Journal 5(2): 171-180 107 Öğr. Gör. Dr. Hakan Tunçel* Halkla İlişkilerin Adlandırma Sorunsalı Üzerine Bir Değerlendirme Özet Abstract Halkla ilişkiler disiplini, geçen yüzyılın başlarından beri, hem uygulamacılar hem akademisyenler tarafından birçok defa yeniden tanımlanmaya, yeniden adlandırılmaya ve yeniden konumlandırılmaya çalışılmıştır. Halkla ilişkilerin adı uzun yıllardır küresel bağlamda, bir sorunsal konu olmuş, halkla ilişkiler bir kimlik bunalımı yaşamıştır. Bu makalede, çağdaş halkla ilişkiler kavramı ve halkla ilişkilerin ihtiyaçları tartışılarak, kimlik bunalımının bazı nedenleri gözden geçirilmiş ve günümüz yaklaşımıyla bazı öneriler geliştirilmiştir. Since the early years of last century, the discipline of public relations has been tried to be redefined, renamed and repositioned many times by both of practitioners and scholars. The name of public relations has been such a problematic issue for ages in a global context, so public relations has suffered from an identity crisis. In this article the concept of modern public relations and its needs are discussed, some reasons of the identity crisis are reviewed, and some suggestions are developed with a contemporary approach. Anahtar Kelimeler Key Words Halkla ilişkiler kavramı, halkla ilişkilerin tanımları, halkla ilişkilerin yeni adları Public relations concept, public relations definitions, public relations’ new names * Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş 20. yüzyılın bir fenomeni olarak kabul edilen halkla ilişkiler disiplinini açıklamaya çalışan yüzlerce tanım yapılmıştır. Ne olduğuna ve ne olmadığına dair sorgulamalar, uzun yıllar hem teorik hem pratik literatürün renkli tartışma konularının başında gelmiştir. Çağdaş anlamıyla halkla ilişkiler disiplini, Türkiye’de ilk kez 1960’lı yıllarda devlet sektöründe uygulanmaya başladığından, muhtemelen devletin vatandaşlarıyla kurduğu ilişkiyi ifade etmek amacıyla İngilizcedeki public relations terimi Türkçeye önceleri amme münasebetleri sonra halkla münasebetler ardından halkla ilişkiler olarak çevrildi ve günümüze kadar bir sorunsal oluşturacak şekilde adı öyle kaldı. Halkla ilişkiler teriminin kavramsal olarak İngilizcedeki public relations teriminin anlamını tam karşılamadığı, zorlama bir çeviri olduğu yönündeki eleştiriler, pratik ve akademik literatürde yıllar boyu sürmüştür. Aslında İngilizcedeki public, sadece vatandaşlar anlamındaki halkı değil, bir kurumun, grubun veya kişinin bilerek veya bilmeyerek etkileşimde bulunduğu bütün hedef kitlelerini ifade etmektedir. Öte yandan farklı isimlerle halkla ilişkileri yeniden konumlandırma çabaları, sadece Türkiye’de değil, disiplinin doğduğu ülke Amerika Birleşik Devletleri’nde de görülmüştür. Halkla ilişkiler disiplininin tanımlanması, işlevlerinin ve boyutlarının belirlenmesi çabaları, tartışmaları, geçen yüzyılın başlarından itibaren 2000’li yıllarda da sürmektedir. Halkla ilişkilerin sürekli olarak kendini yeniden ifade etme, yeni ad arayışları, adeta efsanevi bir sorunsal haline gelmiştir. Bu makalede, klasik sorunsalın, kimlik bunalımının nedenleri, ana hatlarıyla tartışıl- mış ve öznel bir yorum çerçevesinde günümüz bakış açısıyla analiz edilerek bazı öneriler geliştirilmiştir. Kavramsal Açılımın Uzantıları Halkla İlişkiler terimini oluşturan halk ve ilişki kavramlarını gerçek ve yan anlamlarıyla ayrı ayrı inceleyerek bazı tespitlerde bulunabiliriz. Halk, günlük yaşamda en yoğun kullanılan kavramlardan biridir. Sosyal bilimlerin her dalında kullanılan bu kavram aslında sosyolojiye aittir. Belli örgütlü yer ve zamanda yaşayan ortak özelliklere sahip insan topluluğunu anlatmak için kullanılır. Günümüzde halk sözcüğü farklı bağlamlarda farklı anlamlarda kullanılır. Kullanım, örgütlü ilişkilerin doğasına ve ideolojik biçimlendirmeye göre değişir. Örneğin siyaset sosyolojisinde halk, ülke olarak betimlenen bir siyasal birimi oluşturan insan kitleleri veya seçmenler olarak ele alınır; yönetici sınıfların (üst tabakanın) dışında kalanlar ve yönetilenler olarak da tanımlanır (Erdoğan, 2006: 13). Hatta daha da ileri gidip, halk sözcüğüne belli bir durumu, davranışı, olguyu, insanı, insan gruplarını küçümsemek, hor görmek amacıyla avam, vasat, düşük kalitede, basmakalıp, sıradan, ucuz gibi olumsuz anlamlar yüklendiği de olur. Örneğin; “halk işi” gibi. Türk Dil Kurumu’nun tanımlamalarına göre; halk belli bir ülkede yaşayan, kan birliği taşıyan, aynı dili konuşan, benzer yaşama alışkanlıklarını sürdüren, ortak bir tarihi olan insanların oluşturdukları büyük birliktir. Halk terimi aynı zamanda; birbirlerinden dil ve köken bakımından ayrı olan, ama ortak bir dev- 110 let yönetimiyle birleşmiş bulunan ahali için de kullanılır. Daha geniş anlamda, bir ulusun belli bir çevresi içinde yaşayan bölümü de bu terimle karşılanır. Örneğin, Anadolu halkı gibi. Halk, diğer bir tanımlamayla, ekinleri (kültürleri) ortak olan bireylerin, kümelerin oluşturduğu nüfustur.1 Oysa halkla İlişkiler disiplinindeki “halk”, bir ülkenin vatandaşlarının tümüne verilen isim veya siyasetteki yöneten-yönetilen durumunda yönetilen kalabalıklar anlamında değildir. Gerçi girişte bahsedildiği gibi, Türkiye’de disiplinin kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda halkla ilişkiler, devletin vatandaşlarıyla kurduğu olumlu ilişki anlamındadır. Ancak daha sonraları bu anlamını yitirmiştir. “Halk”ın halkla ilişkiler terimindeki anlamı; bir kurum, kişi veya grubun bir şekilde ulaşmayı, iletişim kurmayı, davranışlarını etkilemeyi istediği, ona karşı kendini ifade etmeye, anlatmaya, ikna etmeye çalıştığı ya da ondan etkilendiği, bilerek veya bilmeyerek, doğrudan veya dolaylı etkileşimde bulunduğu, başarısının veya başarısızlığının bağlı olduğu çeşitli kişiler veya gruplardır. Bunlar kimi zaman müşteriler veya çalışanlar, üyeler kimi zaman ise devlet organları, basın mensupları, tedarikçiler, iş ortakları veya yerel topluluklar olabilir. Duruma göre kimi zaman dar, homojen kimi zaman ise geniş kapsamlı, dağınık, heterojen gruplar şeklinde görülebilir. Öte yandan halk, bazen kurumu destekleyici, kurumun işini kolaylaştırıcı konumdayken bazen kurumla yarışan rakipler, kurumun çeşitli faaliyetlerini kamuo- yunda sesli olarak protesto eden, sınırlamaya çalışan, eleştiren, kötüleyen aktivist, muhalif gruplar konumunda da olabilir. Halk yerine bazen kamu sözcüğü de kullanılır, ancak bu sözcük, “devlet”i (bazen de “kamuoyu”nu) çağrıştırdığı için kafa karışıklığına ve kavram kargaşasına yol açabiliyor. Bu doğrultuda, halk sözcüğünün diğer anlamlarının karışıklık yaratabileceği kaygısıyla pratik ve akademik literatürde halk yerine – her ne kadar “public”in tanımlanmış belli bir kesimini içerse de – hedef kitle (hedef grup da denir) veya daha geniş kapsamı olan sosyal paydaşlar gibi terimler tercih edilmektedir. Halkla ilişkiler terimindeki diğer kavram ilişki (İngilizcedeki relation), genel olarak olaylar ve nesneler arasında var olan karşılıklı bağlılığı ifade eder.2 En azından iki tarafı içeren amaçlı faaliyetle kurulan ve yürütülen, geçici veya sürekli olan, gerektiğinde tekrarlanarak desteklenen, çeşitli yoğunlukta duygu, düşünce, tutum ve inanç taşıyan bağı anlatır. Örgütlü yaşamın ve günlük hayatın her anı insanların birbiriyle ilişkisiyle doludur (Erdoğan, 2006: 16). İlişki yönetimi teorisi, halkla ilişkiler tanımlarıyla bazı ortak özellikler taşır. İlişki yönetimi yaklaşımı; bir kişinin çeşitli ihtiyaç ve amaçlarını tatmin edeceği diğer kişilerle karşılıklı yarar sağlama üzerine kurduğu bağı, düzenli ve sürekli yürütebilmesi ilkesine dayanır. Bir ilişkinin türü, çok çeşitli ihtiyaçlar ve amaçlar üzerine kurulabilir. İlişkiler; güven, açıklık, katılım, yatırım ve vaatler üzerine kuruludur (Ledingham ve Bruning, 1998: 55-65). Ayrıntılı bilgi için bkz.: http://tdkterim. gov.tr 2 1 Ayrıntılı bilgi için bkz.: http://tdkterim.gov.tr 111 İlişki yönetiminde, tarafların başarıları birbirlerine bağlıdır, karşılıklı yarar elde etme, kazan-kazan durumu, bir tür işbirliği, etkileşim vardır. Bu durumu kısmen biyolojideki simbiyotizme benzetebiliriz, yani iki canlı organizmanın hayatta kalmak için birbirlerine ihtiyaç duymaları, ortaklaşa beslenmeleri gibi, zira yaşamlarının devamı birlikteliklerine bağlıdır. Güçlü bir ilişkinin kurulması, taraflar arasında düzenli iletişim kurulmasını destekleyebilir. İletişim, kişiler arası ilişkinin her türünü, örgütleri ve giderek toplumları yaratan ve bir arada tutan adeta bir “harç” işlevi görür (Gürgen, 1997: 9). Latince commun (halk, topluluk) kökünden türetilmiş olan communication (İngilizce ve Fransızca başta olmak üzere Batı dillerindeki kullanımıyla) bilgi ve düşüncelerin değiş tokuşunu ifade eder, ayrıca Latincede “ortaklaşa” veya “paylaşmak” anlamına gelen communicatio, communis ve communico sözcükleri de communication sözcüğünün kökenini oluşturur (Türkoğlu, 2004: 19; Gökçe, 2002: 7). İletişim, kavramsal kökenlerinde de görüldüğü gibi paylaşmak, ortaklık kurmak, mesaj göndermek, mesaj almak gibi insanların bir takım semboller aracılığıyla karşılıklı etkileşimde bulunma eylemidir. Ancak şu da var ki, iletişim süreci sonunda tarafların iletişimde bulundukları konu hakkında mutlaka uzlaşmaları, anlaşmaları, bir tarafın diğer tarafın fikrini kabul etmesi gerekmez, ayrıca iletişim eyleminin oluşumunun hemen ardından karşı taraftan anında tepki alınmayabilir, ama öte yandan uzlaşamadıklarını, anlaşamadıklarını anlamaları bile aslında bir iletişim kurma eylemidir. İletişimden bahsedebilmek için öncelikle iki tarafın da bir- birlerine ne anlattıklarını anlamaları gerekir. Yani karşılıklı ortak anlam yaratmak ve paylaşmak iletişimin kalbidir diyebiliriz. Halkla ilişkiler, özünde bir iletişim disiplinidir. Ancak halkla ilişkiler eyleminin sonunda sadece enformasyon değiş tokuşunun, karşılıklı anlamanın ötesinde, kaynağın söylemine alıcının ikna olması, alıcının kaynağın arzu ettiği şekilde tutum ve davranış değişimine uğraması beklenir. Ama ideal olarak sadece alıcı değil, kaynağın da alıcının geri bildirimlerinden etkilenerek çevresine uyum sağlayacak şekilde değişmesi istenir. ABD’de halkla ilişkiler alanındaki araştırmalar 1950’li yıllarda kitle iletişim araştırmalarının kapsamında başlamıştır. O dönemlerde kitle iletişiminin etkileri üzerine araştırma yapmak oldukça yaygındı. İçinde akademisyenlerin de bulunduğu çeşitli kesimlerden pek çok kişi, medyanın siyasi seçimleri güçlü biçimde yönlendirebildiğine, çocuklar üzerinde büyük etkisi olduğuna, toplumdaki suç ve şiddetin artmasına katkı sağlayabildiğine, popüler kültürü yarattığına, tüketici tercihlerini etkilediğine, savaş veya barış kararlarının üzerinde bile etkili olduğuna inanıyorlardı. Halkla ilişkiler uygulamacılarının çoğu 1950’li ve 1960’lı yıllarda halkla ilişkileri temel olarak gündelik medya ilişkileri faaliyetleri ve planlı kamuoyunu bilgilendirme kampanyaları aracılığıyla güçlü medya kuruluşlarını etkilemek olarak görüyorlardı. Bu nedenle halkla ilişkiler araştırmacıları, halkla ilişkilerin etkisini belgelemek için kitle iletişim araştırmacılarının arasına katıldılar. Ancak yıllar boyu yapılan kitle iletişimi araştırmalarıyla aslında medyanın sanıldığı kadar etkili olmadığı sonucuna varıldı. Medyanın etkisinin tu- 112 tumsal ve davranışsal boyuttan çok bilişsel olduğu ve medyanın insanların nasıl düşünmesini değil, daha çok ne hakkında düşünmesini etkileyebildiğini, ayrıca medyanın kültürü etkilediği gibi kültürden etkilendiğini de ortaya koymuşlardır. Medya etkileri hakkındaki bu yeni teoriler, bazı izleyicilerin bazı durumlarda medyadan gerçekten öğrendiğini, ama medyanın her halkla ilişkiler problemine çözüm olmadığını göstermişti. Halkla ilişkiler daha çok kurumların hedef kitleleriyle farklı durumlarda farklı yollarla iletişim kurma süreciydi. Halkla ilişkiler sürecinin etkili olması için yönetilmesi gerekiyordu (Grunig vd., 2006: 22-23). Halkla ilişkiler disipliniyle ilgili yapılan yüzlerce tanımda, karşılıklı yarar ilişkisine benzer özellikler ön plandadır. Örneğin, ABD’de ilk kez 1952’de yayınlanan ve 2008’de 10. baskısı yapılan Effective Public Relations (Etkili Halkla İlişkiler) adlı ünlü ders kitaplarında Scott Cutlip, Allen Center ve Glen Broom, günümüze değin literatürü etkileyen şu tanımı yapmışlardır: “Halkla ilişkiler, bir kurumun başarısının veya başarısızlığının bağlı olduğu halkları (publics) ile kurum arasında karşılıklı faydaya dayalı ilişkileri kuran ve sürdüren bir yönetim işlevidir.” (2000:1) Genellikle kurumlara (organizasyonlara/örgütlere) ait bir alan olarak kabul edilen halkla ilişkiler, oysa bir kuruma bağlı olmadan da çeşitli amaçlardaki bireyler, gruplar, topluluklar tarafından kullanılabilir. Hemen her birey ve grup farklı amaçlarına ulaşmak, kendine taraftar toplamak, çeşitli konularda çevresini ikna etmek için halkla ilişkiler disiplininden faydalanabilir. Günümüzde yasal ve etik olmak koşuluyla her tür fiziksel mal, soyut hizmet, ülke, fikir, ideoloji, inanç, kişi, grup, topluluk, davranış, uğraş, durum, olay ve eylemin tutundurulmasında, ticari, sosyal, kültürel, sanatsal, sportif, teknik, tıbbi, siyasi, diplomatik bağlamlarda halkla ilişkilerden faydalanılabilir. Ancak Cutlip vd.’nin tanımında olduğu gibi, diğer birçok tanımda, kurumsal bağlamda yaklaşılarak halkla ilişkilerin özellikle yönetsel işlevine vurgu yapılmıştır. 1976 yılında Harlow, Foundation for Public Relations Research and Education (Halkla İlişkiler Araştırma ve Eğitim Fonu) desteğiyle yaptığı incelemede, İngilizce literatürde 472 farklı tanımın olduğunu tespit etmiştir (Warnaby ve Danny, 1997: 7). Halkla ilişkilerin ilk dönem tanımlarından olan PR News dergisindeki tarife göre; halkla ilişkiler, kamu yararı doğrultusunda, halkın tutumlarını değerlendirerek bir kişinin veya bir kurumun politikalarını ve süreçlerini tespit eden, halkın anlayışını ve onayını kazanmak için eylem programı planlayan ve uygulayan bir yönetim işlevidir (Wilcox vd., 2001: 3). Dünya çapında halkla ilişkiler örgütlerinin temsilcilerinin Mexico City’de toplandıkları 1978 yılındaki kongrede yayınlanan Meksika Bildirisi’ndeki sosyal bilim özelliği öne çıkan tanım ise şöyledir: “Halkla ilişkiler, eğilimleri analiz eden ve bu eğilimlerin sonuçları konusunda önceden tahmin yürüten, kurum liderlerine danışmanlık yapan, hem kurum hem kamu yararına hizmet edecek planlı eylemleri uygulayan bir sanat ve sosyal bilimdir.” (Warnaby ve Danny, 1997: 7) Cutlip ve Center’in (1952), halkla ilişkilerin iki yönlü bir iletişim süreci ve yönetim işlevi olduğuna dair önermelerinden sonra James Grunig’in (1976) örgüt- 113 sel teorileri halkla ilişkilere uyarlaması ve simetrik iletişim konseptini geliştirmesiyle ve ardından Broom ve Smith’in (1978, 1979) halkla ilişkiler yöneticisi rolünü gündeme getirmesiyle halkla ilişkilerin hem yönetim hem de iletişim disiplini olduğu yönündeki ortak görüş özellikle akademik çevrelerde güçlenmiştir (Grunig vd., 2006: 23). Bu doğrultuda Grunig ve Hunt (1984), basın ajansı, kamuyu bilgilendirme, iki yönlü asimetrik ve iki yönlü simetrik adlarıyla tarihsel gelişim sürecine göre sınıfladıkları halkla ilişkilerin dört modelini önerdikleri, Managing Public Relations (Halkla İlişkiler Yönetimi) adlı ünlü kitaplarında, halkla ilişkileri, bir kurum ve hedef kitleleri arasındaki iletişimin yönetilmesi olarak tanımlamışlardır (1984: 7). Öte yandan Avrupa’da İngiliz Halkla İlişkiler Enstitüsü (CIPR), halkla ilişkiler uygulamasını, bir kurumla hedef kitleleri arasındaki karşılıklı anlayışı tesis etmek ve devam ettirmek üzere kasıtlı, planlı ve sürekli bir çaba olarak ifade etmiştir (Warnaby ve Danny, 1997: 7). gelen ve halka ilişkilere iş hedefi boyutunu katan 2000’li yılları etkilemiş bir tanımda, Caywood, halkla ilişkileri “bir kurumla marka ve itibarın yaratılması ve korunmasını sağlayan tüm kontakları arasındaki her türlü iletişimin yönetilmesi yoluyla, bir kurumun müşterileri de dahil sosyal paydaşlarıyla yeni ve süregelen ilişkilerinin kâr sağlayan bütünlüğüdür” şeklinde tanımlamıştır (1997: xi). Ayrıca Caywood, halkla ilişkilerin, yönetsel strateji ve taktiklerinin yaygın bir biçimde kullanılmasını içeren, kurum dışında olduğu kadar kurum içinde de ilişkiler geliştirmede yeni bir yönetim liderliği düzeyi olduğunu savunmuştur (Sharpe, 2004: 81-82). Türkiye’den kabul görmüş bir tanıma bakacak olursak, akademisyen Peltekoğlu’na göre halkla ilişkiler, “kişi veya kuruluşun amaçlarını gerçekleştirmesine yardımcı olan, önem sırası kimi zaman tüketici, kimi zaman dağıtımcı ve çalışanlar gibi, kuruluşun yapısına göre değişkenlik gösteren hedef kitlelerle gerçekleştirilen stratejik iletişim yönetimidir.” (2004: 6) Son yıllarda kabul gören tanımlardan birinde Long ve Hazelton, halkla ilişkilerin “bir kurumun, kurumsal hedeflere ulaşmak amacıyla iç ve dış çevresine kendini uyarlama, değiştirme veya mevcut varlığını sürdürme çabalarını destekleyen bir iletişim yönetimi işlevi” olduğunu belirterek halkla ilişkilerin sadece tek taraflı olarak hedef kitlesini ikna etmekten öte kurumun hedef kitlesi ve sosyal paydaşlarıyla karşılıklı anlayışı, iki yönlü açık, etkileşimli besleyici iletişimi destekleyen, kurumun bu doğrultuda kendi tutumunu ve davranışını değiştiren bir işlevi olduğunun altını çizmişlerdir (Wilcox vd., 2001: 3). Diğer önde Görüldüğü üzere değişik kaynaklar tarafından yapılan halkla ilişkiler tanımlarında aslında bazı ortak noktalar vardır. Grunig ve Hunt’ın dikkat çektiği gibi, tanımlarda, halkla ilişkilerin ne olduğunun açıklanmaya çalışılmasının yanısıra; 1) halkla ilişkiler uygulamacılarının ne yaptıkları, 2) halkla ilişkilerin nasıl bir etkisi olması gerektiği ve 3) halkla ilişkilerin belli bir sorumlulukla nasıl uygulanması gerektiği de tarif edilmeye çalışılmıştır (1984: 7). Halkla ilişkiler, reklamdan farklı olarak doğrudan satışa yönelik değildir, propagandadan farklı olarak tek taraflı dayatmacı değildir, medyada tanıtımdan (publicity) farklı olarak 114 kurumun, ürünün sadece basında haber olması değildir. Tanımlarda halkla ilişkilerin öne çıkan özellikleri; uzun vadeli, düzenli, sürekli, kasıtlı, planlı yapılan, iknaya, itibarı korumaya, kamu yararına dayalı çift yönlü, etkileşimli bir yönetim işlevi ve iletişim disiplini olduğu yönündedir. Tanımların ortak özelliklerinden yola çıkarak, kurumsal bağlamda halkla ilişkileri şöyle açıklayabiliriz: Bir kurumun iş hedeflerine ulaşmak için desteğine ihtiyaç duyduğu iç ve dış hedef kitlelerinin ve sosyal paydaşlarının tutumlarını, algılarını etik kurallar çerçevesinde, karşılıklı yarara ve etkileşime dayalı olarak biçimlendirmek, değiştirmek, pekiştirmek; onları bilgilendirmek, anlayışlarını, sempatilerini kazanmak ve gönüllü olarak kurumun lehine davranışa geçmeye ikna etmek, iç ve dış iletişimin kurum politikalarına uygun akışını düzenleyerek çatışmaları önlemek, uzlaştırmak, kurumsal itibarı korumak ve artırmak amaçlarıyla doğrudan ve dolaylı iletişim yöntemlerinin ve araçlarının planlanması; sürekli, düzenli, uzun vadeli, bütünleşik uygulanarak ölçülebilir iletişim hedefleri doğrultusunda stratejik yönetilmesidir. Ancak bu ideal tanımın bütün kurumlarda tam karşılığını bulduğunu söyleyemeyiz. Halkla ilişkiler disiplininin yaşadığı adlandırma sorunsalının veya kimlik bunalımının muhtemel nedenleri, yapılan tanımlarla uygulamanın birbirine uymamasından kaynaklanmaktadır. Kimlik Bunalımının Yansımaları Bütün toplumlarda yöneten-yönetilen, satıcı-müşteri ikilisinin ortaya çıkmasın- dan bu yana halkla ilişkiler uygulamasına rastlanır. Ancak halkla ilişkilerin planlı, kurumsal alt yapısı olan bir çaba olarak ortaya çıkması çok daha yenidir. Günümüzdeki uygulamayı oluşturan, ona rengini veren, onu büyük ölçüde etkileyen ve kuramının oluşturulduğu ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bir başka anlatımla günümüzde, daha birçok alanda olduğu gibi halkla ilişkilerin de anavatanı, kuramsal zenginliği, uygulamadaki çeşitliliği ve yaratıcılıktaki gücüyle ABD’dir (Kazancı, 2002: 5). ABD’de çağdaş halkla ilişkilerin başlangıcı olan 20. yüzyılın ilk yıllarından beri, halkla ilişkiler alanı, büyük ölçüde kendinden kaynaklanan bir kimlik bunalımı yaşadı. Hem teoride hem uygulamada, temel amacı, egemen metaforu, kapsamı veya boyutları bakımından uzun yıllar genel anlamda kabul görmüş bir tanıma ulaşamadı. Halkla ilişkiler alanının doğası ve amacıyla ilgili açıkça ortaya konmuş bazı kavramların var olmasına rağmen, özellikle ilk yıllarında, toplumsal, siyasal ve ticari işlevi bakımından temel ilkelerinin geliştirilmesi ve somutlaştırılmasında çok az bir ilerleme kaydedildi. Çağdaş halkla ilişkilerin kısa tarihi incelendiğinde alanla ilgili birçok tanım, metafor ya da yaklaşım olduğu görülür (Hutton, 1999: 199-214). Üniversitede eğitiminin verilmesi ise diğer sosyal disiplinlere göre çok yakın bir tarihte; 1920’li yıllarda ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde başlamıştır. İlerleyen yıllarla birlikte meslek standartları, akademik yaklaşımları, teorileri ve modelleri oluşturulmaya çalışıldı. Uluslararası meslek örgütlerinin çabalarıyla halkla ilişkilerin bir uzmanlık işi olarak belli bazı evrensel standartlara uygun icra edilmesi için çeşitli ilkeler, ölçütler ortaya konsa da hukukta oldu- 115 ğu gibi herkesin kabul etmek zorunda olduğu kanunları, kuralları yoktur. Ayrıca ABD ve Batı Avrupa kaynaklı olan standartlar diğer ülkelerin kültürel ve ekonomik koşullarına kimi zaman uymayabilir. Yine de uygulamacıların deneyimlerine dayanarak halkla ilişkilerin etkili kullanımı üzerine çeşitli meslek örgütleri ve akademisyenler tarafından bazı evrensel ortak standartlar geliştirilmiştir, ama bu standartlara uymadan da halkla ilişkiler yapıldığı günümüzde sıklıkla görülen, kanıksanmış bir durumdur. Kendine özgü dinamikleriyle halkla ilişkilerin belki de en önemli özelliği uygulamadan ortaya çıkmasıdır. Yani akademik bir disiplin olarak doğmamış, toplumsal gelişim süreçleri içinde, çeşitli ihtiyaçlar doğrultusunda tıpkı ustadan çırağa öğretilerek geçen bir çeşit maharet, zanaat olarak kendini göstermiştir. Halkla ilişkilerin keşfini, ateşin, tekerleğin, aynanın insanlık tarihindeki zamanla keşfine benzetebiliriz. Kim tarafından ve ne zaman halkla ilişkiler yöntemlerinin bulunduğunu kesin olarak söylemek mümkün değildir. Halkla ilişkiler disiplininin kavramsal gelişimiyle tarihsel gelişimi birbirine paraleldir; kapsamı, işlevleri tarihsel bir süreç içinde zamanla gelişerek oluşmuştur. Public relations terimi, bugünkü anlamına en yakın biçimde ilk kez 1882 yılında ABD’de Yale Hukuk Fakültesi’nde yüksek lisans sınıfındaki bir derste Dorman B. Eaton tarafından “halk yararını” dile getirmek amacıyla kullanılmıştır. 1880’li yılların Birleşik Devletleri’nde serbest ticaret gittikçe büyüyordu, işçiler iş sahiplerine karşı örgütleniyorlar, sendikalar kuruyorlardı. Ticari işletmelerin sayısı çoğaldıkça rekabet artıyordu. Böy- lesine bir dönemde public relations teriminin kullanılmaya başlaması dönemin ruhuna uygun görünmektedir (Baskin vd, 1997: 29). ABD’de halkla ilişkilerin öncüsü Ivy Lee, yaptığı işi nasıl adlandıracağından tam olarak emin olamamıştı. Ancak halk ve iş arasındaki “ilişkilerin doğru biçimde düzenlenmesi” adına dürüstlüğe, anlayışa ve uzlaşmaya önem verdi. Sık sık kendini bir bilgi sağlayıcısı ve müvekkillerini kamuoyu mahkemelerinde temsil eden bir “avukat” olarak düşündü (Hutton, 1999: 200). 19. yüzyılın sonlarında ABD’de public relations terimi profesyonel anlamda ilk olarak kullanılmaya başladığında, bu terim yerine tanıtım anlamına gelebilecek publicity ve promotion terimleri çoğunlukla kullanılıyordu. Çok az şirket iç bünyesinde public relations adında bir birim kurmuştu. Merkezi Pennsylvania’da bulunan elektrik ve inşaat sektöründe çalışan Westinghouse adlı şirket, 1889’da bünyesinde halkla ilişkiler adı altında bir departman kuran ilk büyük şirketlerden biriydi. Diğer pek çok büyük şirket publicity department (tanıtım bölümü), press office (basın ofisi), literary bureau (yazı işleri bürosu) gibi isimleri kullanmaya devam ettiler (Turney, 2008). Edward Bernays’in 1920’li yıllarda public relations counsel (halkla ilişkiler danışmanı) sıfatını ilk kez kullanmasına kadar public relations terimi, günümüzdeki iletişim mesleği anlamında kullanılmıyordu. Bundan önce press agentry (basın ajanlığı) ve publicity direction (tanıtım yönetimi) olarak biliniyordu (Grunig ve Hunt, 1984: 14). Çağdaş halkla ilişkilerin babası olarak kabul edilen Bernays, disipline şu tanımı getirmişti: “Halkla ilişkiler, bilgi, ikna ve düzenleme yo- 116 luyla, bir eylem, amaç, hareket ya da kurum için halk desteğini oluşturma girişimidir.” (Hutton, 1999: 200) Daha sonraları Bernays, halkla ilişkiler için rıza mühendisliği terimini kullanmıştır. 20. yüzyılın ilk 20-30 yıllık döneminde halkla ilişkilerdeki yaygın görüş, iletişim aracılığıyla iyi niyeti kurma ve koruma üzerineydi. 1940’lı yıllarda adlandırmalar çoğaldı; sosyal davranış kılavuzu, sosyal ve siyasal mühendislik, iyi niyet geliştiricisi, kamuoyu yaratıcısı, motive edici, ikna edici, netleştirici. 1950’lerde ve 1960’larda ise başka metaforlar listeye eklendi; yumuşatıcı, pilot, katalizör, odak noktası, yorumlayıcı, daha sonraları ise sembollerin yaratıcısı, iş yönlendiricisi, haber mühendisi, tanıtım doktoru gibi sıfatlara rastlanır. Halkla ilişkilerle ilgili tanım ve terimlerin diğer sosyal alanlardan daha fazla ve çeşitli olmasının nedeni yaratıcılığın ve farklı felsefelerin varlığından çok, yanlış anlamalardan, karışıklıklardan, yüzeysellikten, iş bilgisi yoksunluğundan ve halkla ilişkiler teriminin uğramış olduğu anlam kaymasından kaynaklanmıştır. Hatta daha da ileri gidip halkla ilişkiler uygulamacılarının yağlı kuyruk piyonları, madrabazlar, papağanlar, parazitler, bunaklar, yalancılar, şeytanın avukatı (Hutton, 1999: 199-214) veya sahibinin sesi gibi bir dizi aşağılayıcı, hakarete varan isimlerle adlandırıldığı bile görülmüştür. Öte yandan halkla ilişkiler terimiyle yan yana kullanılan önde gelen terimlerden biri imaj (image) olmuştur. İmaj yaratıcılığı (image maker), imaj yöneticisi (image manager) gibi adlandırmalar halkla ilişkiler için sıklıkla kullanılmıştır. Ancak bazı halkla ilişkiler akademisyenleri ve uygulamacıları buna karşı çıkmışlar, imajın olumsuz bir çağrışımı olduğunu, halkla ilişkilerin işlevini ifade etmek için kullanılmaması gerektiğini savunmuşlardır. James Grunig ve Jon White, bu konuda en çok dikkat çeken eleştiriyi şu şekilde ortaya koymuşlardır: “… Halkla ilişkiler uygulayıcıları imaj terimini pek çok farklı kavramı ifade etmek için kullanırlar: İtibar, algı, tutum, mesaj, isnat, değerlendirme, idrak, algı, güvenilirlik, destek, inanç, iletişim ve ilişki gibi. Ortalama insan, imajı gerçekliğin zıttı olarak görür. Günlük dilde, imajların yansıtılmasından, manipüle edilmesinden, cilalanmasından ya da lekelenmesinden söz edilir. Biz bu karışıklıktan kaçmanın tek yolunun bu terimi kullanmamak olduğunu düşünüyoruz. Bunun yerine imajın ifade ettiği diğer terimlerden birini kullanmayı tercih ediyoruz; itibar ya da algı gibi…” (1992: 33) Diğer sıfatlara göre nispeten yeni olan ve Türkçe literatüre de geçen döngü (spin), döngü kontrolü (spin control) veya döngü doktorluğu (spin doctoring) metaforları özellikle 1980’li yıllarda halkla ilişkiler yerine kullanılmaya başlamıştır. Anlamı; gerçeği olduğu gibi vermeden, ancak yalan da söylemeden, bir kurum, ürün veya kişiyle ilgili haberlerin halkla ilişkiler çalışanları tarafından basına, tıpkı yün eğirir gibi olumluya çekilebilecek biçime getirilerek sunulmasıdır. Ayrıca ABD’de argoda “basın temsilcisi” anlamına gelen flack veya flak sıfatları, gazeteciler tarafından halkla ilişkiler çalışanları için biraz alaycı ve kinayeli şekilde söylenmektedir. Bu tür istenmeyen sıfatlar, algılar, yakıştırmalar, halkla ilişkileri hem adlandırma hem içerik açısından her zaman değişime ve yeni arayışlara açık hale getirmiştir. 117 Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan halkla ilişkiler disiplini, gerek isim olarak gerek ifade ettiği anlam, içerik ve teorik yaklaşımlar bakımından başta Avrupa ülkeleri olmak üzere 20. yüzyıl boyunca bütün dünya ülkelerini etkilemiştir. Ancak halkla ilişkiler disiplinine yapısı gereği nispeten endüstrileşmiş, demokratik, serbest girişime olanak tanıyan ekonomisi gelişmiş, ortalama eğitim düzeyini yükseltmiş, bağımsız medya organlarına sahip toplumsal yapılarda daha çok ihtiyaç duyulur. Tarıma dayalı, az gelişmiş, milli gelirin, eğitim düzeyinin düşük olduğu, totaliter, demokratik olmayan, tekel anlayışında medya sistemi olan toplumlarda halkla ilişkiler değil daha çok propaganda etkilidir. Bu bağlamda, halkla ilişkiler 1990’lı yıllara kadar özellikle Batı Avrupa ülkelerinde yaygınlaşma imkanı bulmuştur. ABD’de gelişmeye başlamasının hemen ardından 1900’lerin ilk 20 yılında başta İngiltere olmak üzere diğer Batı Avrupa ülkelerinde de halkla ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Ancak özellikle Kıta Avrupası’nda yavaş ilerlemiştir. 1991 yılında Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde gerçek anlamıyla kendini bulmaya başlamıştır. Almanya’da 1951 yılında Carl Hundhausen, halkla ilişkileri, “güven oluşturmak için kamuya ya da onun bazı bölümlerine kendinizi tanıtmak” olarak tanımlıyordu. 1950’lerde Albert Oeckl 1917’de kullanılan Öffentlichkeitsarbeit terimini yeniden keşfederek halkla ilişkileri karşılıklı anlayışı inşa etmek için planlı ve sürekli olarak “kamuyla birlikte, kamu için, kamu içinde çalışmak” olarak tanımladı. Öffentlichkeitsarbeit terimi bilgi, uyum ve birleştirme sözcüklerinin toplamı olarak tanımlandı (Bentele ve Wehmeier, 2003: 204; aktaran: Becerikli, 2005: 80). Günümüzde Avrupa’da halkla ilişkiler terimi yerine kurumsal iletişim ve iletişim yönetimi gibi terimler kullanılmaktadır. 1996’da Avrupa’daki en büyük danışmanlık firmasının 13’ü ABD ya da İngiltere kökenlidir. İngiltere’deki halkla ilişkiler pazarı, Avrupa’daki diğer ülkelerden daha büyüktür (Miller ve Schlesinger, 2000: 678, 680; aktaran: Becerikli, 2005: 78). Diğer batı dillerinde, İngilizcedeki Public Relations terimiyle benzer yazım ve eşanlam görülmektedir. Örneğin Fransızcada Le Relations Publiques, İspanyolcada Relaciones Publicas, İtalyancada Relazioni Pubbliche, Portekizcede Relacoes Publicas gibi. Bu dillerin konuşulduğu diğer ülkelerde de terim aynı şekilde geçmiştir. Uzak Doğu’da olmasına rağmen ekonomik açıdan Batılı ülkeler liginde yer alan Japonya’da halkla ilişkiler teriminin bir karşılığı yoktur, onun yerine ko-ho terimi vardır. Ko-ho’nun anlamı, bugün artık halkla ilişkilerin ilk aşaması olarak kabul edilen “kamusal enformasyondur” (Kelly vd., 2002: 275; Inoue, 2003: 69-70; aktaran Becerikli, 2005: 149-150). Halkla ilişkiler kavramı Japonya’ya ilk kez kamu yönetimi politikasının bir parçası olarak 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan işgal kuvvetleri tarafından sokulmuştur. “Kamu” sözcüğünün Japoncaya çevrilmesiyle, halkla ilişkiler, hükümet duyurma kampanyalarının bir parçası olarak tanımlanmıştır. Hızlı ekonomik gelişim dönemi süresince kitle tüketim toplumunun yükselişiyle, Japonya’da “PR” terimi genellikle pazarlama iletişimi bağlamında kullanılır. Ko-ho terimi ise kamu yararına ve kamuya hizmet 118 etme anlamındadır (Kelly vd., 2002: 269270; aktaran: Becerikli, 2005: 153). Günümüzde İngilizcedeki Public Relations veya kısaca PR terimi, dünya çapında bir şemsiye terim görevini görmektedir. Arab Public Relations Society’den Zimbabwe Institute of Public Relations’a kadar 69 ulusal meslek örgütünden 64 tanesi kendini bu İngilizce terim ve onun kendi dillerine karşılık gelen sözcükle tanımlamaktadırlar (Wilcox vd., 2001: 9). Buna rağmen 2000’li yıllara değin halkla ilişkilere alternatif isim bulma çabası - üstelik doğduğu ülke ABD kaynaklı bir şekilde - sürmüştür. Yeniden Adlandırma ve Konumlandırma Çabaları ABD’de ve İngiltere’de public relations teriminin özellikle uygulama sahasında kullanılmasından duyulan çekinceler, yerine alternatif açılımların önerilmesi eğilimleri, 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’ye de yansımıştır. Adeta “şehir efsanesi” haline gelen manken görünümlü güzel hanımların yer aldığı etkinliklere ve “basında haber çıkarmaya” dayalı, sadece kurum yönetiminin aldığı kararları uygulayarak yürütülen geleneksel halkla ilişkiler yaklaşımı, birçok idealist meslek mensubunu, gazetecileri ve tabii büyük ticari kurumları rahatsız ediyordu. Ayrıca halkla ilişkilerin yıllar boyu propaganda ile karıştırılması veya bir tutulması, manipülasyona imkan tanıyan, olmayan şeyleri oldu gibi gösteren, ayıpların üstünü örten, kimi zaman etik davranmayan bir uğraşmış gibi algılanması da diğer bir sorunsaldı. Sanki “halkla ilişkiler” dendiğinde yapılan işin değeri- nin, inandırıcılığının azalacağı, saygınlığının yıpranacağı düşünülüyordu. Ona başka bir ad verilirse, yapılan işin değerinin ve saygınlığının artacağı, stratejik danışmanlık ve yönetim fonksiyonu yönünün daha çok benimseneceği sanıldı. Örneğin; İtibar Yönetimi (Reputation Management), Algılama Yönetimi (Perception Management), Kurumsal İletişim (Corporate Communication), Stratejik İletişim Yönetimi (Strategic Communication Management) gibi adlandırmalar 1990’lı yıllarda daha fazla duyulur oldu. Bu arada halkla ilişkilerin İngilizce karşılığı olan Public Relations teriminin kısaltılmış ifadesi olan PR’ın Türkiye’de resmen kullanılması da öneriler arasındaydı. 1992 yılında ABD’de ilk 500 şirketten sadece 75’inin halkla ilişkiler terimini bir şekilde kullandıkları, 1997 yılında ise en önemli 50 halkla ilişkiler firmasından sadece 6’sının bu terimi başlıklarında kullandıkları tespit edilmiştir. Yeniden adlandırma ve konumlandırma çabasını, Edelman PR firmasından Daniel Edelman şöyle açıklıyordu: “Misyonumuz halkla ilişkiler terimini bir kenara itmek değil, ona onur ve saygınlık kazandırmaktır.” (Hutton, 1999: 202) Halkla ilişkilerin yerine kullanılan diğer önde gelen terimler şunlardır: public information (kamuyu bilgilendirme), public affairs (kamu ilişkileri), communication (iletişim), corporate relations (kurumsal ilişkiler), kurumsal kamu ilişkileri (corporate public affairs), community relations (yerel topluluk ilişkileri). Public information, çoğunlukla sosyal hizmet kuruluşları, üniversiteler, devlet kuruluşları tarafından kullanılırken, community relations terimi, sosyal hizmet kuruluşları tarafından, public affairs ise ordu tarafından tercih edilmek- 119 tedir. Bazı kurumlar ise halkla ilişkilerle pazarlamayı birleştirerek corporate marketing (kurumsal pazarlama) veya marketing communications (pazarlama iletişimi) terimlerini kullanmayı tercih etmişlerdir (Wilcox vd., 2001: 9). Türkiye’de 1960’lı yılların başında devletin vatandaşlarını nüfus planlaması gibi çeşitli sosyal konularda gönüllü davranışa geçirmek, ikna etmek üzere kullandığı halkla ilişkiler disiplini, 1970’lerde özel sektör tarafından ticari amaçlarla kullanılmaya başlamıştır. Kamu kurumlarında halkla ilişkiler görevini yapan bölümler zaman içinde birçok değişik isimler aldılar: Basın bürosu, basın müşavirliği, yayın temsil şubesi, propaganda, basın, yayın ve halkla ilişkiler, tanıtma şubesi, enformasyon şubesi, basın ve halkla ilişkiler dairesi, yayın müdürlüğü, basın temsilciliği, halkla ilişkiler şubesi, halkla ilişkiler ve yayın bürosu, halkla ve basınla ilişkiler ve istatistik müdürlüğü, kamu münasebetleri müdürlüğü, halkla ilişkiler müdürlüğü (Tortop, 1998: 21). Günümüzde ise giderek iletişim sözcüğü daha sık kullanılmaktadır. Örneğin; Genel Kurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, TBMM İletişim Daire Başkanlığı, Başbakanlık İletişim Merkezi gibi. Her alanda olduğu gibi halkla ilişkiler konusunda da özel sektör, kamunun açtığı yoldan yürümüş ve 1969 yılında ülkenin önde gelen işletmelerinden Koç Holding’de ilk kez bir “halkla ilişkiler bölümü” kurulmuştur. O zamana kadar Mobil, Shell gibi yabancı petrol şirketlerinin “Dış İlişkiler”, “Kamu İlişkileri” gibi adlarla sürdürdükleri ve genelde sadece şirketlerinin yurt dışındaki merkezleriyle, basın ve devlet kuruluşlarıy- la ilişkilerini içeren bu fonksiyon, Koç Holding’de gerçek niteliğine kavuşmuştur (Asna, 2005: 32). Günümüzde halkla ilişkiler alanında danışmanlık ve uygulama hizmetleri veren firmaların birçoğu isimlerinde “halkla ilişkiler” yerine bir genellemeye giderek “iletişim danışmanlığı” ifadesini kullanmayı tercih ediyorlar. Benzer şekilde geçmiş yıllarda kurumlarda, adı; “halkla ilişkiler” ya da “basın ve halkla ilişkiler” olan bölümler, çağımızda genellikle “kurumsal iletişim” adını alıyorlar. Kurumsal iletişim, kurumsal iletişimci, kurumsal iletişim yönetimi kavramlarının Türkiye’de ve dünyada gittikçe yaygınlaştığını görüyoruz. Sonuç ve Öneriler ABD’de ve İngiltere’de olduğu gibi, Türkiye’de de sektörlerinin lider halkla ilişkiler ajansları, rakiplerinden farklılaşmak, müşterilerinden aldıkları danışmanlık ücretlerini artırmak, reklamcılarla eş değerde olduklarını kabul ettirmek, kendilerini daha saygın bir imgeyle konumlandırmak amaçlarıyla ve verdikleri ileri danışmanlık hizmetlerini artık halkla ilişkiler adının karşılamadığı gerekçesiyle 1990’lı yıllar boyunca farklı adlandırmaları halkla ilişkilerin yerine bilinçli olarak kullanmaya ve sektörde yerleştirmeye çabaladılar. Oysa ki bu isimler, halkla ilişkiler disiplininin zaten kendi alt alanları ya da yöntemleriydi. Öte yandan halkla ilişkiler kavramının içini boşalttığı düşünülen, halkla ilişkilerin sadece operasyonel/uygulama kısmında ya da İngilizce jargonla “Dining and Wining” işinde çalışan, organizatörlük yapan bazı şirketlerin ve kişilerin de 2000’li 120 yıllarda kendi konumlarını tanımlarken “iletişim danışmanı” ve “stratejik iletişimci” sıfatlarını kullanmaya başlamasıyla aslında “halkla ilişkiler” demekten kaçınmakla kargaşanın sona ermeyeceği anlaşıldı. Oysa kuşkusuz hem stratejik hem operasyonel halkla ilişkiler uzmanlarına her iş kolunda ihtiyaç bulunmaktadır. Bugün Türkiye’de ve dünyada iletişim fakültelerinde halkla ilişkiler adı altında birçok lisans ve lisans üstü bölümler bulunuyor, değişik fakültelerde halkla ilişkiler adıyla dersler okutuluyor, sosyal bilim enstitülerinde halkla ilişkiler bilim dalı kapsamında çeşitli akademik araştırmalar yapılıyor; halkla ilişkiler başlıklı uluslararası hakemli bilimsel dergiler, kitaplar yayımlanıyor. Yani halka ilişkiler adı özellikle akademik literatürde yerleşmiş, kabul edilmiş durumda. Halkla ilişkiler elbette bir pozitif bilim değildir, ama halkla ilişkiler dalında çalışan akademisyenler, sosyal bilimlerdeki çeşitli araştırma ve sınıflama yöntemlerini kullanarak bilimsel bir disiplin içinde halkla ilişkilerin daha iyi anlaşılmasına, uygulamacılara faydalı veriler sağlanmasına uğraşırlar. Halkla ilişkiler sadece bir meslek ve kurumlardaki bir iş disiplini değildir, aynı zamanda akademisyenlerin araştırma ve öğretim alanı olan, diğer dallara göre oldukça genç olduğu kabul edilen uygulamalı bir sosyal bilimdir. Halkla ilişkiler, disiplinler arası bir iletişim sahası, çağdaş bir meslek ve kurumlarda bir yönetim işlevi ve bir yönetim bilimi olarak - uygulamada kimi zaman farklı adlarla da olsa - gelişimini sürdürüyor. Bu bağlamda, halkla ilişkiler teriminin adını değiştirme, sürekli yeniden tanımlama çabalarından artık vazgeçilmesi gerekmektedir, çünkü aksi takdirde her yeni kuşağa aynı sorunsal aktarılmaktadır. Önemli olan isim değil, bu alanda yapılan işlerin kalitesi, etkisidir demek en iyi çözüm olarak görünmektedir. Halkla ilişkiler birçok alanda, farklı amaçlardaki kişilerin, grupların, kurumların hatta hükümetlerin faydalandığı bir disiplindir. Özenle “halkla ilişkiler” demekten kaçınmak, onun yerine başka ifadeleri kullanmak, yapılan işin daha saygın ve etkin olacağı garantisini kuşkusuz vermez. Halkla ilişkiler disiplininin istenmeyen algısından kurtarılması, bir üst konuma terfi edilmesi için adının değiştirilmesi gibi çabalar yerine günümüzde kavramın altını hem teorik hem pratik başarılı, doğru çalışmalarla doldurmak, uluslararası standartlardaki halkla ilişkiler mesleğini, yeterli donanıma ve yeteneğe sahip, entelektüel alt yapısı sağlam, eğitimli gerçek uzmanlara teslim etmek çok daha makul ve mantıklı olacaktır. Öte yandan kurumlarda halkla ilişkiler yerine kullanılan kurumsal iletişim terimi, halkla ilişkilerin kurumlardaki uygulamasında medya ilişkileriyle ve etkinlik yönetimiyle sınırlı, geleneksel dar yapısını aşmak, genişletmek, kurumsal gelişime, iş hedeflerine ulaşmaya, kabul görmüş saygın bir yönetim işlevi olarak daha fazla destek olmak, iletişim olgusuna daha fazla vurgu yapmak yönelimindedir. Kurumsal iletişim, kurumun dış ve iç çevresinde, sadece hedef kitleler değil, bütün sosyal paydaşlar nezdinde kurumu temsil etme görevini üstlenmiştir. Kurum kimliği ve kurumsal markalamadan, itibarı korumaya, kurumu tanıtmaya, devletle ilişkilerden, sosyal sorumluluk anlayışıyla kurumsal vatandaşlığa, çalışanlarla verimli iletişimden, muhalif gruplarla uzlaşı sağlamaya ve hatta pazar- 121 lama iletişimi faaliyetlerine destek olmaya kadar pek çok kurumsal alanda etkili olmak amacındadır. Ancak halkla ilişkiler isminin altının boşaltıldığı gerekçesiyle halkla ilişkiler disiplinini sadece kurumsal iletişimle özdeşleştirmenin doğru olmayacağını belirtmekte de fayda bulunmaktadır. Kurumsal iletişimcileri, bir iletişim disiplini ve yönetim işlevi olan halkla ilişkileri kurumsal yapılarda kullanan profesyoneller olarak kabul edebiliriz. Halkla ilişkiler sadece kurumsal iletişimde değil, ürünlerin pazarlanmasında yani pazarlama iletişiminde, ayrıca siyasette, diplomaside, devlet yönetiminde de kullanılmaktadır. Halkla ilişkilerin adlandırma ve tanımlanma sorunsalıyla ilgili yıllarca süren tartışmalardan halkla ilişkilerin operasyonel ve stratejik olmak üzere iki boyutunun ayrıştırılması sonucu ortaya çıkmıştır. Stratejik halkla ilişkiler, uzun vadeli öngörüye, planlamaya, araştırmaya, ölçümlemeye dayalı, kurum yönetiminin kararlarında söz sahibi olan, bilimsel düşünce odağında bir yönetim işlevi olarak konumlanırken; operasyonel halkla ilişkiler ise kısa vadeli, uygulamaya dönük, ustadan çırağa geçen bireysel maharete dayalı, medyada duyurma, tanıtma yönü ağır basan, kurumların karar alma mekanizmalarında söz sahibi olmayan bir yan işlev olarak konumlanmıştır. Bilişim çağında hızla değişen iş hayatının dinamikleri içinde pek çok kurum için stratejik halkla ilişkiler boyutuna geçmek kurumsal başarı için artık bir zorunluluk olarak görünmektedir. Ancak öte yandan sadece stratejik düşünmek yeterli değildir, stratejilerin hayata geçirilmesi için operasyonel faaliyetle- re de ihtiyaç vardır. Çağımızda rekabetin son derece yoğun yaşandığı ticari ve sosyal bir çevrede, stratejik yönetim anlayışıyla halkla ilişkiler planlaması, araştırması ve ölçümlemesi çalışmaları ile operasyonel halkla ilişkiler faaliyetlerinin etkili uygulamalarıyla elde edilecek başarılı iş sonuçları, halkla ilişkilerin güvenilir, bilirkişi konumunu, olumlu algılanışını, itibarını güçlendirecektir. “İletişim uzmanı” veya “stratejik iletişim yönetimi” gibi ifadeler halkla ilişkilerin içeriğini yeterince yansıtamamaktadır. Zira iletişim son derece geniş kapsamlı bir kavramdır. Bu bağlamda, halkla ilişkiler disiplini yerine başka adlar kullanmak yerine halkla ilişkilerin fonksiyonlarını stratejik halkla ilişkiler ve operasyonel halkla ilişkiler olarak ayırarak ifade etmek, altını buna göre doldurmak günümüz dünyasında çok daha doğru ve işlevsel görünmektedir. Kaynakça Asna, Alaeddin (2005). “Halkla İlişkilerin Tarihsel Gelişimi”, Halkla İlişkiler 3, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları No: 483, 10. bs. Baskin, Otis; Aronoff, Craig; Lattimore, Dan (1997). Public Relations: The Profession and The Practice. 4 bs. McGrawHill. Caywood, Clarke L.(1997). The Handbook of Strategic Public Relations and Integrated Communications. Clarke L. Caywood (der.) içinde. McGraw-Hill. Cutlip, Scott; Center, Allen; Broom, Glen (2000). Effective Public Relations. 8. bs. New Jersey: Prentice Hall. 122 Erdoğan, İrfan (2006). Teori ve Pratikte Halkla İlişkiler. Ankara: Erk Gürgen, Haluk (1997). Örgütlerde İletişim Kalitesi. İstanbul: Der. Gökçe, Orhan (2002). İletişim Bilimine Giriş: İnsanlar arası İlişkilerin Sosyolojik Bir Analizi. 4 bs. Ankara: Turhan. Grunig, James E., Grunig, Larissa A.; Dozier David (2006). “The Excellence Theory”. Public Relations Theory II. Carl H. Botan, Vincent Hazleton (der.) içinde. New Jersey: Lawrence Erlbaum. Grunig, James E.; Todd Hunt (1984). Managing Public Relations. ThomsonWadsworth. Grunig, James E.; White, Jon (1992). “The effect of worldviews on public relations theory and practice”. Excellence in Public Relations and Communication Management. James E. Grunig (der.) içinde. Lawrence Erlbaum. “Relationship management and public relations: Dimensions of an organizationpublic relations”. Public Relations Review. no: 24: 55-65. Peltekoğlu Balta, Filiz (2004). Halkla İlişkiler Nedir? İstanbul: Beta. Sarpe, Melvin L.(2004). “Halkla ilişkiler uygulaması için davranışsal bir paradigma geliştirmek”. Halkla İlişkilerde Seçme Yazılar: Alana İlişkin Bir Derleme. Hanife Güz; Sema Yıldırım Becerikli (der.) içinde. Çev.; Babacan Taşdemir, Rabia Arlı. Ankara: Ablan. 81-82. Turney, Michael (2008). “The Changing Name of Public Relations.” http://www.nku.edu/~turney/ prclass/readings/pr_names.html. 26.12.2008 Türkoğlu, Nurçay (2004). İletişim Bilimlerinden Kültürel Çalışmalara Toplumsal İletişim: Tanımlar, Kavramlar, Tartışmalar. İstanbul: Babil. Heath, Robert L.; Coombs, W. Timoty (2006). Today’s Public Relations: An Introduction. Sage. Tortop, Nuri (1998). Halkla İlişkiler. Ankara: Yargı Yayınları. 7. bs. Hutton, James G.(1999). “The Definition, Dimensions, and Domain of Public Relations”. Public Relations Review. 25 (2): 199-214. Warnaby Gary; Moss Danny (1997). “The role of public relations in organisations”. Public Relations: Principles and Practice. Philip J. Kitchen (der.) içinde. Thomson-Learning. Kazancı, Metin (2002). Kamuda ve Özel Kesimde Halkla İlişkiler. 4. bs. Ankara: Turhan. Ledingham, J. A.; Bruning, S. D.(1998). Wilcox, Dennis L.; Ault, Phillip H.; Agee, Warren K.; Cameron, Glen T. (2001). Essentials of Public Relations. Longman. 123 Yrd. Doç. Dr. Mehmet Arslantepe* Türk Romanı ve Türk Sineması İlişkileri Özet Türk sineması da başlangıç yıllarında tanınmış eserleri kullanarak başarıya ulaşmayı denemiştir. Bu uygulama zamanla sistemleşmiştir. Türk sinemasının büyük bir bölümü yabancı film, oyun, roman ve yerli edebiyat uyarlamalarından oluşmaktadır. Bu çalışmada Türk sinemasının ilk yıllarından başlayarak kullandığı Türk romanları incelenmektedir. İncelemede yönetmenler değil, romanlar temel alınmıştır. Uyarlanan romanların nitelikleri saptanmış ve bu romanların Türk sinemasına nasıl bir katkıda bulunduğuna ulaşılmak istenmiştir. Sonuç olarak, senaryo yazarlarından daha çok romanların popülerlik anlamında Türk sinemasına katkıda bulunduğu belirlenmiştir. Türk filmlerinin görsel dilden çok söze dayalı olmasında da romanların katkısı olduğu ileri sürülmüştür. Anahtar Kelimeler Türk sineması, Türk romanı * Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve TV Bölümü [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Ülkemizde Batılı anlamda roman Tanzimat edebiyatı ile başlamıştır. Önce çeviriler yapılmış, daha sonra yerli yazarların eserleriyle kimliği oluşmuştur. (Kudret, 1998: 11). Türk romanı kendi yapıtlarını ortaya çıkarırken toplumun kültürünü ve sorunlarını da dışavurmaya başlamıştır. Edebiyat ürünleri takip edilerek toplumumuzun temel sorunları hakkında yazarların görüşlerini anlamak mümkündür. Batılı edebiyattan sonra ülkemizin hayatına girecek sinema da aynı şekilde bir dışavurumu gerçekleştirmiştir. Dünya sineması başlangıçta edebiyat ve tiyatrodan yararlanmış, yüzyılların birikimi sinemaya güç ve saygınlık kazandırmıştır. Ülkemizde de dünya sinemasındakine benzer gelişmeler yaşanmıştır. Düzenli film çeken ilk yönetmenimiz Muhsin Ertuğrul yaptığı tiyatro ve roman uyarlamaları ile ülkemiz için yeni olan bu aracı popülerleştirme yoluna gitmiştir. Ertuğrul’dan sonra da uyarlama bir yöntem olarak sinemamızda devam etmiştir. Sinema tarihimizde çok sayıda yabancı filmden uyarlama –ya da alıntı- yapılmış, yabancı romanlar ve tiyatro oyunları kullanılmıştır. Yerli edebiyattan uyarlamalar 1950’lerden başlayarak ülkemizde artış göstermiştir. Popüler yazarlarımızın hemen tüm romanları sinemada kullanılmıştır. Roman ve sinema bir dışavurum aracı olarak düşünüldüğünde toplumun yaşadığı sorunları gösteren ve yeni sanat anlayışlarını halkına sunan pratikler olarak açıklanabilir. Her iki aracın birbirlerine göre üstünlükleri bulunmaktadır. Bu çalışmada Türk romanı, ele aldığı konulara göre sınıflandırılmış, daha sonra da Türk sinemasının bu konuları ele alıp almadığı ve nasıl ele aldığı incelenmiştir. Filmlerin çekildiği dönemlerde Türkiye’nin sahip olduğu sosyal ortam kısaca özetlenmiş, bu dönemlerde Türk sinemasının ilk kez kullandığı yazarlara dikkat çekilmiştir. Çalışmanın sonunda, sinema-edebiyat ilişkisinin ne şekilde geliştiği ve nereye gelindiği vurgulanmıştır. 1920’den 1960’a Kadar Türk Romanı 1920–1960 yılları arasında Türk romanı ele alınan konular açısından şu şekilde sıralanabilir: Sosyal ve siyasi olayları esas alan romanlar, Anadolu romanları, tarihi romanlar, aşk romanları. Sosyal ve Siyasal Olaylarla İlgili Romanlar Sultan II. Abdülhamit devrini anlatan romanlar: Reşat Nuri’den Ateş Gecesi, Halide Edip’ten Sinekli Bakkal, Nahit Sırrı Örik’ten Abdülhamit Düşerken, Yakup Kadri’den Sürgün (Yalçın, 2002a: 34–44). İttihak ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetlerini anlatan romanlar: Mithat Cemal Kuntay’dan Üç İstanbul, Burhan Cahit’ten Dünkülerin Romanı, Zeki Mesut Alas’tan Hürriyet Pervanesi. Burada en dikkat çeken roman Üç İstanbul Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının romanıdır. İttihat ve Terakki kurtuluşu Batı emperyalizminde arar; sonuç tam bir çürüyüştür (Balabanlılar 2003: 164). Yolsuzluk, rüşvet ve ahlak düşkünlüklerini anlatan romanlar: Reşat Nuri’den Yaprak Dökümü, Gizli El, Refik Halit Karay’dan İstanbul’un Bir Yüzü, 126 Yakup Kadri’den Kiralık Konak ve Nur Baba, Peyami Safa’dan Mahşer ve Sözde Kızlar, Yakup Kadri’den Sodom ve Gomore, Şükufe Nihal’den Yalnız Dönüyorum, Mahmut Yesari’den Çulluk (Yalçın, 2002a: 70–118). Sınıflandırma çok kesin yapılamamakta, bazı romanlar birkaç sınıfa girebilmektedir. Bazı romanların sınıflandırma tanımları da farklı yapılabilmektedir. Kiralık Konak, Sözde Kızlar, Üç İstanbul gibi romanlar 1912–1918 yılları arasındaki olayları konu alan romanlar olarak “savaşlar dönemi romanları” şeklinde de tanımlanabilirler. II. Meşrutiyet ile ortaya çıkan batılı özentili yaşam, I. Dünya Savaşı ve Mütareke yılları ile 1920’lerin başında yaşananlar roman yazarları tarafından eleştirilmiştir. Mütareke yıllarını anlatan romanlar savaşa ve yıkıma sadece Şişli, Nişantaşı ve Pera gözlüğünden bakmasıyla eleştirilmektedir. Yakup Kadri, Cemal Kuntay, Peyami Safa sosyal-siyasal durumu eksik göstermişlerdir. (Çavdar, 2007: 25–29). Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba isimli romanı kutsal değerlerin hırs için kullanılmasını konu alarak tartışmalara neden olmuştur. Bektaşiliğin istismar edilmesini anlatan eser önce gazetede tefrika edilmiş 1922’de kitaplaştırılmıştır (Aytaş, 2008: 137). Emek sorunlarını ve işçi dünyasını anlatan romanlar: Orhan Kemal’in Murtaza, Bereketli Topraklar Üzerinde, Devlet Kuşu, Vukuat Var isimli romanları işçi dünyasını ele almaktadırlar. Murtaza, fabrikadaki aşırı sömürüyü, patrona hizmet yarışında olan ustabaşının işçiler üzerindeki baskıyı, bekçi Murtaza’nın kendi kızını bile kurban etmesini anlatmaktadır. Bereketli Topraklar Üzerinde, Çukurova’daki göçmen işçileri, Vukuat Var işçi mahallelerini konu almaktadır (Çavdar, 2003: 60, 77). Anadolu Romanları Anadolu’yu işleyen romanlarda özelikle iki aydın kesim olan öğretmen ve subay üzerinde durulduğu görülmektedir. Anadolu’da öğretmen temasını ele alan Reşat Nuri’den Yeşil Gece, Çalıkuşu, Acımak, Halide Edip’ten Vurun Kahpeye, Zeynonun Oğlu, Anadolu’da subayı ele alan romanlar ise Halide Edip’ten Ateşten Gömlek, Kalp Ağrısı, Yakup Kadri’den Yaban gibi romanlardır (Yalçın, 2002a: 168–200). Aydın ve köylü yabancılaşmasını anlatan 1932’de yayınlanan Yaban, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet ve İdeal Yarın bölümlerinden oluşmaktadır. Kurtuluş Savaşı denildiğinde ilk akla gelen romanlardandır. Yeşil Gece, insanların mutluluğu yolunda dinin bir çıkar yol olmadığını anlatmaktadır (Balabanlılar, 2003: 100, 155). Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek Milli Mücadele romanları olarak da tanımlanabilmektedir. Milli Mücadele romanlarında temel öğe silahlı savaştır; Anadolu’yu anlatma amacında değildirler. Tüm boyutlarıyla savaşı da ortaya koyamamışlardır. İstanbul tutkusunu kırarak Anadolu’yu gerçek olarak anlatan ilk yazar Reşat Nuri Güntekin olmuştur. Çalıkuşu isimli romanında aşk teması perde gerisinde varlığını gösterirken, Anadolu köyü tüm gerçekliği ile öne çıkmaktadır. (Çavdar, 2007: 36, 49). Ateşten Gömlek, İzmir’in işgalinin insanımızda nasıl bir sarsıntı yarattığını anlatmaktadır. Roman, insanımızın ruhsal derinliklerini irdelemesi, olaylara bakışı ve savaşın bireyler üzerindeki etkisini yorumlaması açısından önemli bulunmaktadır. Vu- 127 run Kahpeye, Çalıkuşu’ndan dört yıl sonra yazılmıştır. Öğretmen Aliye ile Öğretmen Feride birbirlerine benzemektedirler ve her iki romanın temel konusu gericilikle yeniliğin savaşıdır (Balabanlılar, 2003: 29, 67). Bu sınıflar içinde yer alan romanlardan Yaprak Dökümü ve Çalıkuşu geniş kitleler tarafından en sevilenlerdir. Yaprak Dökümü II. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda uzun süre sergilenmiştir. Çalıkuşu ise önce oyun olarak Darülbedayi’e sunulmuş, kabul edilmeyince romana dönüştürülmüştür (Çavdar, 2007: 54). Tarihi Romanlar Tarihi-serüven romanlarının çoğu Osmanlı tarihinden dönemleri ve çeşitli kahramanlık konularını, Bizans saray entrikalarını ve Bizans’a giden Türkler konularını kapsamaktadır. Abdullah Ziya Kozanoğlu, Murat Sertoğlu, Nihat Atsız bu konularda yazan romancılardır. Aşk Romanları Bu dönemde çok sayıda aşk romanının yazıldığı görülmektedir. Romanların %70’e yakın kısmı aşk romanlarıdır (Yalçın, 2002a: 223–229). Ethem İzzet Benice, Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Vala Nurettin, Güzide Sabri en tanınan aşk romanı yazarlarıdır 1960–2000 Döneminde Çağdaş Türk Romanı 1960’lardan başlayarak Türk romanı büyük bir değişime girmiştir. Bu tarihten sonra romanları konularına göre sınıflandırmak zorlaşmaktadır. Bununla be- raber dikkat çekici bazı yeni konular bulunmaktadır. Köy, toprak ağası, göçmen işçiler, işçi sorunları, büyük şehir aydınları ve gençlik eylemleri en başta gelen yeni konular olarak görülmektedir. Dünyada ortaya çıkan sosyal ve siyasal gelişmeler nedeniyle 1960’lı yıllar edebiyatımız için bir kavşak noktasıdır. Yazarların köye bakış açılarının geliştiği ve kökleştiği yerlerden biri de Köy Enstitüleri olmuştur. Kendilerinden önceki Anadolu yaklaşımını (Yaban ya da Çalıkuşu) şiddetle eleştirmişlerdir (Yalçın, 2002b: 17, 84–85). Türk yazarı kendi kırsalını 1950’lerden sonra tanımaya başlamıştır. Kemal Tahir, Talip Apaydın ve Fakir Baykurt öncülük etmişlerdir (Çavdar, 2007: 90). Fakir Baykurt’un romanlarının neredeyse tamamı köy ve köy çevresinde geçmektedir. Köy romanı geleneğinin en önemli isimlerinden biri de Yaşar Kemal’dir. 1970’lerin sonunda köy romanı sosyalist yazarlar tarafından daha çok ele alınmıştır. Örneğin Kemal Tahir’in romanlarındaki köylü, kentten soyutlanmış bir köylü değildir. Romanlarını diğer köy romanlarından ayıran en önemli nokta, köyün tarihine inmesi ve ülke genelinde ortaya çıkan sosyal ve siyasal olaylarla köy ilişkilerini birbirine bağlamış olmasıdır (Yalçın, 2002b: 154, 158). Toprak ağası, aşiret hikâyeleri Fakir Baykurt, Mahmut Makal ve Yaşar Kemal romanlarında yer bulmuştur (Çavdar, 2007: 83). İşçi ve sorunları bu dönemde ele alınan diğer konulardandır. Bu konuda yazan Orhan Kemal öncelikle Toroslar’dan Çukurova’ya inip işçilik yapan insanların hayatını ele alarak anlatmış, büyük 128 şehre göç eden insanın dramını ele almış, üretim ilişkileri ve sosyal bağlantıları gittikçe daha çok karmaşıklaşan insanların uyum ve uyumsuzlukları problemi üzerinde durmuştur (Yalçın, 2002b: 194, 204). 1970’li yıllardan sonra İslamcı mesajlar taşıyan bir anlayış ortaya çıkmıştır. Bu romanların bir kısmı uzun süre popüler olmuştur. Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı en tanınmış olanıdır. Romanda okuyucunun duygusal boyutta bir taraf olması sağlanmıştır. Bu akım içinde yer alan bir başka roman da Hekimoğlu İsmail tarafından yazılan Minyeli Abdullah’tır (Yalçın, 2002b: 594–598). Çoğunlukla toprak işçisi ve ağalık düzeni romanlara konu edilmiştir. Fabrika işçisi, işçi direnişleri ve grevlerin olduğu dönemlerde bunları konu alan tek bir roman yayımlanmamıştır. Siyasal travma dönemi olarak da isimlendirilen 1960–1980 döneminde işçi eylemlerine ve sorunlarına ilgi göstermeyen yazarlarımız silahlı gençlik eylemleri konularına eğilmişlerdir. Fakat bu romanların hemen hepsinde sosyo-ekonomik tahliller bulunmamaktadır (Çavdar, 2007: 157). Ahmet Altan, Füruzan, Pınar Kür, Sevgi Soysal, Erdal Öz, İlhan Selçuk ve Kaan Arslanyürek sayılabilir. Daha farklı konular da ortaya konulabilir. Uzak ve yakın tarihe bakan Orhan Pamuk, yakın tarihimize bakan romanlarıyla Tarık Buğra dikkat çekmektedir. 1960 ve 1970’li yıllarda büyük şehirde aydını ve yine şehirli kadını ele alan yazarlarımız ortaya çıkmıştır. Büyük şehirde aydını inceleyen Selim İleri, kadın ve kadın sorunlarını ele alan Duygu Asena romanlarıyla dikkat çekmiş ve popüler olmuşlardır. Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları Türk sinemasında ilk film çalışmaları Şehzadebaşı’nda tiyatro topluluklarını yöneten Weinberg ile başlamıştır. Weinberg’in iki film çalışması olmuş; fakat ikisini de tamamlayamamıştır. Her iki filmde Benliyan’ın Milli Operet Kumpanyası’nın oyunlarından kaynaklanmıştır. Leblebici Horhor ve Himmet Ağa’nın İzdivacı (1916) isimlerini taşıyan bu filmler Benliyan tarafından oynanan ve halk tarafından ilgi gösterilen oyunlardır (Özön, 2003: 48). Söz konusu oyunlar operet türündedir (Pekman, 2004: 23) . Sessiz sinema dönenimde operetlerin filme çekilmeye çalışılması bu sahne oyunlarının popülerliklerinden kaynaklanmaktadır. Burada önemli olan popülerlik kriterinin gözetilmiş olmasıdır. İlk konulu Türk filmi Sedat Simavi’nin, Mehmet Rauf’un sahne oyunundan uyarladığı Pençe (1917) isimli film olmuştur. Simavi’nin aynı yıl çektiği ikinci filmi Casus kayıptır ve hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır (Scognamillo, 1998: 40–41). Tamamlanmış konulu ilk Türk filmi bir tiyatro oyunu uyarlamasıdır. Ahmet Fehim tarafından çekilen Mürebbiye (1919) Hüseyin Rahmi’nin romanından, Binnaz (1919) Yusuf Ziya’nın sahne oyunundan uyarlanmıştır. Mürebbiye’den bazı bölümler sahnede de oynanmıştır. Binnaz isimli oyun ise bir sanat olayı sayılmaktaydı (Özön 2003: 55–56, 60). Ahmet Fehim’in filmlerinin başarısını temel aldığı eserlerin ünlerinden sağlamaya çalıştığı düşünülebilir. 129 Şadi Karagözoğlu tarafından çekilen Bican Efendi (1921) yine bir sahne oyunundan uyarlanmıştır (Özön, 2003: 62). Popülerlik kriteri tekrar önde tutulmuştur. Sinema filmi çekme işine süreklilik getiren Muhsin Ertuğrul ile uyarlama bir yöntem olarak sinemamıza yerleşmiştir. Muhsin Ertuğrul’un filmlerine genel olarak bakıldığında halka yönelik, popüler bir anlayışına sahip olduğu görülmektedir. Türk sineması başlangıçta popüler sahne oyunlarını filme çekmiştir. Muhsin Ertuğrul da bu tutumu sürdürmüştür. Ertuğrul’un özgün senaryolara dayanan filmleri de bulunmaktadır. Muhsin Ertuğrul, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Peyami Safa, Nizamettin Tepedelenlioğlu, Mebrure Alevok, Ziya Şakir Sado ve Nazım Hikmet’ten uyarlamalar çekmiştir. Muhsin Ertuğrul daha önce Weinberg’in tamamlayamadığı Leblebici Horhor’u da ele almıştır. Operet tarzındaki bir sahne oyunundan uyarlanan bu film sessiz sinema döneminde iş yapmamıştır. Filme eşlik eden bir orkestra olsa da canlı piyesin bıraktığı etkiyi yapmamıştır (Pekman 2004: 24). Ertuğrul, Türk romanı uyarlamalarına Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Nur Baba’yı çekerek başlamıştır. Tartışmalar yaratan roman yayınlandığı tarih içinde (1922) filme çekilmiştir. Çekim sırasında stüdyo basılmış ve bir yıl sonra Boğaziçi Esrarı adıyla gösterilebilmiştir (Onaran, 1994: 22). Ertuğrul’un sansasyon yaratan bir romanı seçmesi dikkat çekmektedir. Karaosmanoğlu’nun bu eserinden başka II. Abdülhamit devrini ele alan Yaban isimli eseri 1996’da sinemaya uyarlanacaktır. Yakup Kadri Kara- osmanoğlu sinemamızın en az yararlandığı yazarlarımızdandır. Muhsin Ertuğrul, Peyami Safa’nın İstanbul’daki ahlak düşkünlüklerini konu aldığı Sözde Kızlar romanını 1924’de filme çekmiştir; fakat başarısız bir edebiyat uyarlaması olarak görülmektedir (Onaran, 1994: 25–26). Daha sonra Sözde Kızlar, Nejat Saydam (1967) ve Orhan Elmas (1990) tarafından iki kere daha filme çekilmiştir. Romanda bulunan batılılaşmanın getirdiği yozlaşma tezi her iki filmde de kendi çağlarına göre yeniden yorumlanmış, abartılı olaylara ve tiplere melodramatik boyutlarda yer verilmiştir. Uyarlamalar herhangi bir ideolojik yenilik sunmamakta, romanda anlatılan sorunları iyi-kötü çatışması içersinde vermektedir. Ertuğrul’un, Kurtuluş Savaşını ele aldığı iki roman uyarlaması bulunmaktadır. Halide Edip’ten uyarladığı Ateşten Gömlek (1924) milli duyguları coşturmaya yönelik yapılmış ilk sinema filmidir (Onaran, 1994: 24–25). Asıl önemli yanı ise ilk Kurtuluş Savaşı filmi olmasıdır (Scognamillo, 1998: 68). Romanda, vatan aşkı ile ferdi aşk arasında kalan Peyami’nin durumu anlatılmaktadır. Kahramanlar aşklarını ateşten gömlek gibi taşırlar; öncelikli görevleri vatanın kurtarılmasıdır. Yazar, bir Milli Mücadele çerçevesinde ideal kahramanlara dayanan bir roman meydana getirmiştir (Yalçın 2002a: 193–196). Ateşten Gömlek, ulusal duyguların en son sınıra vardığı bir zamana rastlamıştır. Film tüm ilkelliğine rağmen iyi karşılanmıştır (Özön, 2003: 81). Ateşten Gömlek, Vedat Örfi Bengü tarafından 1950’de yeniden sinemaya aktarılmıştır. Bengü’nün bu uyarlaması 1948’de başlayan Kurtuluş savaşı 130 filmleri furyası içinde yapılmıştır. Nizamettin Tepedelenlioğlu’ndan uyarladığı Bir Millet Uyanıyor (1932) filmi ile Muhsin Ertuğrul yine Kurtuluş Savaşı’nı ele almıştır. Gerçek kişi ve olaylara dayanmasına rağmen film bir heyecan taşımamaktadır. Romanın yazarı tarafından kaleme alınan senaryo karışıktır ve rastlantılar birbirini kovalamaktadır (Scognamillo, 1998: 76–77). Mütarekesavaş fonunda bir aşk öyküsünün de anlatıldığı film gelecekteki Kurtuluş Savaşı filmlerinin prototipini de (olay örgüsü ve karakter olarak) oluşturmaktadır (Onaran, 1994: 29). Mili mücadeleyi anlatan romanlar yazılmıştır; fakat bu romanlar genellikle olay ağırlıklıdırlar. Gözleme ve psikolojik ruh tahlillerine bu romanlarda rastlanmamaktadır. Milli mücadele konusunun geniş kitleler üzerindeki etkisine güvenerek sanat özelliklerinin ikinci plana atıldığı iddia edilebilir (Yalçın, 2002a: 210–211). Sinemamız Kurtuluş Savaşı’nı ele almış önemli bir yapımdan yoksun görülmektedir. Milli Mücadele romanları Yunan işgaline dayanmaktadırlar. Savaşın boyutlarını ortaya koymamışlardır. Söz konusu romanlardan yapılan filmlerde de işgal ve işgalle mücadele kahramanlıkları anlatılmıştır. Muhsin Ertuğrul ilgi çekecek, tanınmış romanları sinemaya uyarlamıştır. Türk edebiyatı dışında da uyarlamalar yapmıştır. İlk köy filmi de Ertuğrul tarafından çekilmiştir. Aysel Bataklı Damın Kızı (1934) isimli filmi İsveçli yazar Lagerlöf’ün bir öyküsünden uyarlanmıştır. Film, iğfal edilmiş genç kız edebiyatını sürdüren, ağdalı, gerçekle ilgisi olmayan, köyün sadece folklorik bir mekân olarak kaldığı, köy sorunları ile bağlantısı olmayan bir melodram olarak görül- mektedir (Scognamillo, 1998: 85). Türk sinemacılığı toplumsal gerçekler dışında kalarak üretim yapmaya daha ilk yıllarda başlamıştır. Toplumsal gerçekler ve sanatlar ile ilişki kurmanın dışında kalarak sansasyon yaratmanın, ilgi çekmenin yanında yer almıştır. Örneğin, Muhsin Ertuğrul’un Aysel Bataklı Damın Kızı filminde toplumsal gerçekler dışında kalınarak yıldız oyuncu Cahide Sonku ile gerçekte olmayan bir köylü kızı yaratılmıştır. Cahide Sonku’nun filmde kullandığı eşarp ile bir moda bile başlamıştır. Yıldız olgusu filmde kendini göstermektedir. Sinemamızın bu ilk dönemlerindeki Türk romanı uyarlamaları yukarıda görüldüğü gibi, üretim sayısına da bağlı olarak, çok az sayıdadır. İleriki yıllarda film sayısı arttıkça roman uyarlamaları da artacaktır. 1940’ların Türk Sineması’nda görülen eğilimler oyun uyarlamaları, melodramlar, burjuva melodramları, köy melodramları, vodviller, yabancı film uyarlamaları, güldürüler, folklordan yararlanma, 1948’den başlayarak Kurtuluş Savaşı filmleri furyası olarak belirmektedir (Özön, 1968: 10). Tarihsel olaylar melodram ya da macera ile harmanlanmıştır. Savaş filmleri tecimsel bir yaklaşım içinde kalıplaşmıştır. 1939–49 yılları arasında Reşat Nuri Güntekin’den Taş Parçası, Şüküfe Nihal’den Dağların Yolcusu, İhsan Koza’dan Senede Birgün, Kerime Nadir’den Seven Ne Yapmaz, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Efsuncu Baba, İhsan Koza’dan O Gece, Halide Edip Adıvar’dan Vurun Kahpeye sinemaya uyarlanmıştır. Muhsin Ertuğrul’un tek yönetmenliğinin bitip yeni yönetmenlerin orta- 131 ya çıktığı Geçiş Çağı (1939–1950) döneminde ağırlıklı olarak melodram, Kurtuluş Savaşı ve tarihsel filmler görülmektedir (Teksoy, 2007: 27). Bu dönemin yönetmenlerinden Faruk Kenç’in filmleri Taş Parçası Güntekin uyarlaması, Yılmaz Ali Vala Nurettin uyarlaması ve Kıvırcık Paşa Sermet Muhtar uyarlaması olarak dikkat çekicidir. Özgün senaryo yerine romanlar tercih edilmiştir. Geçiş döneminde yapılan roman uyarlamalarına bakarsak, 1946’da Şakir Sırmalı, Şuküfe Nihal’den Dağlar Yolcusu’nu Domaniç Yolcusu adıyla, Ferdi Tayfur, İhsan Koza’nın Senede Bir Gün romanını filme çekerler. Domaniç Yolcusu, Kurtuluş Savaşı yıllarında işlenen bir cinayetin soruşturulmasını anlatırken, Senede Bir Gün ise aşk ve ince hastalık üzerine temellenmiştir. 1947’de Turgut Demirağ, Reşat Nuri’den Bir Dağ Masalı’nı, Şadan Kamil, Kerime Nadir’den Seven Ne Yapmaz’ı sinemaya taşırlar. Her iki film de aşk konuludur. 1948’de Seyfi Havaeri, Fikret Arıt’ın Güzel Yuana isimli romanını Damga adıyla, Ferdi Tayfur, İhsan Koza’nın İstiklal Madalyası romanını, Baha Gelenbevi, Vedat Örfi Bengü’nün Bir Yuva Böyle Yıkıldı romanını Çıldıran Kadın ismiyle sinemaya uyarlarlar. Damga aşk, İstiklal Madalyası kahramanlık, Çıldıran Kadın aşkintikam konuludur. 1949’da Aydın Arakon, Reşat Nuri’den Efsuncu Baba, Baha Gelenbevi, İhsan Koza’nın O Gece romanını Kanlı Döşek ismiyle çekerler. Efsuncu Baba macera-aşk, Kanlı Döşek aşk konuludur. Geçiş döneminde sinemacıların seçtiği romanlara bakarsak aşk, kahramanlık konulu oldukları görülmektedir. Bu çalışmada yerli roman uyarlamalarına ba- kılmaktadır. Türk romanı uyarlamalarından sayıca daha fazla olarak yabancı film, sahne oyunu ve film uyarlamaları bulunmaktadır. Kısaca değinmek gerekirse, çok satan yerli romanlardan ve yabancı kaynaklardan yapılan filmler arasında dikkat çeken bir fark bulunmamaktadır. Hem Türk müziğini, hem de Türk sinemasını etkileyen önemli bir olay olarak şarkılı Mısır filmlerinin sinemalarımızda gösterilmeye başlamasından söz edilebilir. II. Dünya Savaşı nedeniyle Amerikan filmleri Mısır üzerinden ülkemize gelmeye başlamıştır. Bu yol açılınca Mısır filmleri de sinemalarımıza ulaşmıştır. 1938 yılında Aşkın Gözyaşları (Damu al-hubb) isimli film ile Mısır filmleri furyası başlamıştır. 1938–50 yılları arasında 100’e yakın Mısır filmi gösterilmiştir (Cantek, 2000: 30-38). Bu Arap filmlerinden kurtulmak isteyen yönetmenler, yerli versiyonlar üretmeye başlamışlardır. Alternatif olarak hiçbir sanatsal kriteri olmayan piyasaya romanlarını çözüm olarak görmüşlerdir (Tunalı, 2006: 196). Şarkılı Mısır filmleri, şarkılı Türk filmlerini biçim ve içerik olarak kendine benzetmeye başlatmasından ayrı, piyasada çok satan yerli romanların sinemacılar tarafından hazır senaryolar olarak görülmesine de yol açmıştır. 1950–1960 yılları sinemacılar dönemi olarak tanımlanmaktadır. Çok partili düzene geçilmiş, iktidar değişimi yaşanmıştır. Sinema için 1939 tarihli sansür tüzüğü devam etmektedir. Yeni iktidar ile yayılan gericilik eğilimleri sinemaya da sıçramıştır. Ezan, mevlit, cami, dua sahneleri gereksiz yerlere filmlerde serpiştirilmiştir. Savaştan sonra Mısır filmleri azalmışsa da dini duyguları sömüren bazı Mı- 132 sır filmleri yine de görülmektedir. Savaş sonrası Avrupa filmleri tamamen bitmiş, Amerikan filmleri yeniden sinemaları doldurmuştur (Özön, 2003: 142–143). Sinemacılar döneminden başlayarak yerli piyasa roman uyarlamaları artış gösterecektir. Bu dönemin belirleyici yönetmenleri de öncelikle yerli romanlardan yararlanmışlardır. Lütfü Akad’ın ilk filmi de Halide Edip’ten uyarlanan Vurun Kahpe’ye (1948) olmuştur. Metin Erksan, Server Bedii’den (Peyami Safa) Beyaz Cehennem (1953), Halide Edip’ten Yol Palas Cinayeti (1955) uyarlamalarını çekmiştir. Osman Seden, Murat Sertoğlu’ndan Bulgar Sadık’ı, Memduh Ün, Orhan Elmas’ın bir öyküsünden Zeynebin İntikamı’nı sinemaya taşımıştır. Uyarlamaların hemen hepsi kahramanlık ve macera türündedir. Sinemacılar dönemi yönetmenlerinden Atıf Yılmaz melodram ağırlıklı filmleri ve yerli roman uyarlamaları ile kendini göstermektedir (Teksoy, 2007: 31). Yerli roman uyarlamalarının asıl yönetmeni Atıf Yılmaz olmuştur. Oğuz Özdeş’ten yaptığı Aşk Izdıraptır (1953) ile başlayan uyarlama çalışmaları 1950’lerde Kerime Nadir (Hıçkırık), Esat Mahmut Karakurt (İlk ve Son, Kadın Severse, Dağları Bekleyen Kız), Ethem İzzet Benice (Beş Hasta Var), Kemal Bilbaşar (Gelinin Muradı) ve Aka Gündüz (Bir Şoförün Gizli Defteri) ile devam etmiştir. Seçilen yapıtlar aşk konulu piyasa romanlarıdır. Melodram sineması ağırlıklı olarak kendini göstermektedir. Sinemacılar döneminin belirleyici yönetmenleri de piyasa romanlarını ele almışlardır. Kurtuluş savaşı yıllarında geçen olaylar, kahramanlık hikâyeleri, acı aşk hikâyeleri sinemacılar döneminde başta gelen konulardır. Tanzimat romanlarına, Milli Mücadele yıllarında yazılan romanlara ya da Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan romanlara ilgi gösterilmemektedir. Mısır filmlerinin getirdiği melodram furyası ile yerli sinemacılar yeni yazarlara yönelmişlerdir. 1950’lerde başlayan yeni iktidar ile edebiyatımıza bir ızdırap edebiyatı da yükselişe geçmiştir. 1950, tek partinin yerini, serbest bir seçimle ikici partiye bıraktığı tarihtir (Toker, 1998: 12). Yeşilçam, Demokrat Parti (DP) ile başlamaktadır. DP’nin uyguladığı popülist siyasetle, sinemamız popülist çizgiye girmiştir (Dinçer, 1993: 45). 1950’lerde yerli roman uyarlamalarında çok büyük bir artış yaşanmıştır. Esat Mahmut Karakurt, Refik Halit Karay, Muazzez Tahin Berkant, Kerime Nadir, Aka Gündüz, Oğuz Özdeş, Ethem İzzet Benice, Güzide Sabri, İhsan Koza, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Murat Sertoğlu romanları ilk kez bu dönemde sinemaya uyarlanmıştır. Kozanoğlu dışındaki yazarların tümü aşk romanlarıyla tanınmışlardır. 1950’lerde yukarıda adı geçen yazarlardan farklı olarak Yaşar Kemal’i görmekteyiz. Onun ise bu dönemde sadece öyküleri sinemaya uyarlanmıştır. 1955–59 arasında beş öyküsü filme çekilmiştir. 1950’lerden başlayarak sayılara bakarsak; 1950’lerde Esat Mahmut Karakurt romanları önde gelmektedir. Dokuz adet romanı 1952–59 arasında filme çekilmiştir. Aşk ve serüven romanlarıyla tanınan romancı, olaya dayalı aşk ve serüven romanlarıyla geniş bir okur kitlesine ulaşmıştır. Kerime Nadir’in 1953–59 yılları arasında beş romanı sinemaya uyarlanmıştır. 1950–59 arasında dört roma- 133 nı sinemaya uyarlanan Aka Gündüz de halk çevrelerine bağlı, sade, sıcak bir dille yazdığı romantik-realist, popüler romanlarıyla tanınmıştır (Necatigil, 1975: 21). Esat Mahmut Karakurt’un 1951– 1991 arasında yirmi dört romanı, Muazzez Tahsin Berkant’ın 1956–1972 arasında on yedi romanı, Aka Gündüz’ün 1952–1967 arasında beş romanı sinemaya aktarılmıştır. Söz konusu yazarlar popüler roman yazarları olarak tanınmaktadırlar. Tarihi serüven romanlarının popülerliğine sinemamız kayıtsız kalmamıştır. Bu yazarlara bakarsak; Murat Sertoğlu ve Abdullah Ziya Kozanoğlu romanlarından en çok yararlanılan isimlerdir. Murat Sertoğlu’ndan yapılan uyarlamalar: Bulgar Sadık (1954), Atçalı Mehmet (1964), İmamın Gazabı (1967). Abdullah Ziya Kozanoğlu’ndan yapılan uyarlamalar: Kızıltuğ (1952), Cengiz Han’ın Hazineleri (1962), Kolsuz Kahraman (1966), Gültekin (1967), Cengiz Han’ın Hazineleri (1972). Bu çalışmada yönetmenlere göre değil de, sinemaya uyarlanmış romanlar üzerinden giden bir yol tercih edilmiştir. Sinemamızın ilk yıllarındaki yönetmenlere değinilmiş, daha sonra tek yönetmen olarak Muhsin Ertuğrul’dan da söz edilmiştir. Sinemamızda tiyatro etkisinden uzak filmlerin yapılmaya başlandığı sinemacılar döneminin öncü yönetmenlerine de değinilmiştir. Bundan sonra Türk sineması daha tutarlı ve sinema anlatımının daha güçlü olduğu filmler üretmeye başlamıştır. Buradan sonra sinemacılar tarafından en çok kullanılan romanlar ele alınacaktır. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpe- ye isimli romanı 1949, 1964 ve 1973 yılları arasında üç kere sinemaya uyarlamıştır. Vurun Kahpeye’nin başkahramanı Aliye, sadık, idealist bir öğretmen olarak çizilmiştir. İyi ve kötü karakterlerin ruh dünyaları yüzlerine yansıtılmıştır. Romanın başlarında güzel yüzlü Tosun Bey ile Aliye birbirine layık olarak görülmektedir. Milli mücadele dönemi anlatılmaktadır; ama bu dönem tarihi gerçeklerle bağlantılı olarak geniş bir perspektiften verilmemektedir (Yalçın, 2002a: 177–181). Sinemamızın temel formüllerinden biri olan keskin iyi-kötü karakter ayrımı romanda dikkat çekmektedir. Halide Edip Adıvar’ın Yol Palas Cinayeti (1955), Döner Ayna (1964) ve Sinekli Bakkal (1967) isimli romanları da sinemamıza uyarlanmıştır. Sözü geçen uyarlamalar içinde Sinekli Bakkal (Mehmet Dinler, 1967) en tanınmışıdır. II. Abdülhamit dönemindeki gelişmeleri, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği tarihe kadar anlatan Sinekli Bakkal’da kahramanların değişiminin sosyal ve psikolojik sebepleri izah edilmemektedir. İyiler ve kötüler fiziksel görünümleriyle de güzel ve çirkin olarak çizilmişlerdir (Yalçın, 2002a: 35–36). Söz konusu romanlar ele aldıkları dönemleri ve sorunları tüm boyutları ile sunmamaktadırlar. Uyarlamalar yapılırken yıldız oyuncu üzerine ağırlık verildiği görülmektedir. Halide Edip’in kadın kahramanlı romanları sinemaya uyarlanırken yıldız kadın oyuncu öne çıkarılmıştır. Sinekli Bakkal filminin afişinde yıldız oyuncu Türkan Şoray türbanlı ve elinde kitap ile geniş bir kitleye yönelik olarak da tasarlanmış olarak görülmektedir. Reşat Nuri Güntekin’in romanları iki kümeye ayrılabilmektedir. İlk dönemde bireylerin duygusal ilişkileri üze- 134 rinde durduğu duygusal romanları Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi ve daha sonra toplumsal olayları öne çıkardığı Yeşil Gece, Yaprak Dökümü, Miskinler Tekkesi romanları (Kudret, 1987: 310). Sinemamızın yaptığı uyarlamalara baktığımızda Taş Parçası (1939), Dudaktan Kalbe (1951), Yaprak Dökümü (1958), Dudaktan Kalbe (1965), Çalıkuşu (1966), Bir Dağ Masalı (1967), Yaprak Dökümü (1967) ve Değirmen (1986) ile karşılaşmaktayız. Sinemamızca yazarın duygusal romanları öncelikle kullanılmıştır. Batılılaşmanın yanlış anlaşılması üzerine kurulmuş olan Yaprak Dökümü’nde Batılı bir yaşama özenen bir ailenin çöküşü gösterilmiştir. Bu roman yazarın toplumsal roman yolundaki en başarılı yapıtlarındandır (Kudret, 1987: 340). Çalıkuşu (Osman Seden, 1966) gösterildiği yılda büyük ilgi gören roman uyarlamalarındandır. Filmin temel aldığı romanda yazar, Feride’nin İstanbul’dan sevdiği adama kırılarak ayrılması ve üzerinde kurulan öğretmenlik, okul ve bulunduğu çevre olarak bir kişi üzerinde iki farklı olay omurgası kurmuştur. Okuyucu, Feride’nin öğretmen olarak gittiği her yeni şehirdeki gelişmelerden etkilenmektedir. Kamuran’a olan aşkı da yazar tarafından ustalıkla yaşatılmaktadır (Yalçın 2002a: 183–184). Romanda aşk teması perde gerisinde varlığını gösterirken, Anadolu köyü tüm gerçekliği ile öne çıkarılmaktadır. Roman, sinema için popülist bir tarzda tasarlanmıştır. Kadın kahraman ve aşk önde tutulmuştur. Romanın ününden çok, yıldız kadın oyuncu dikkat çekmektedir. Zamanında ilgi gören bir roman bu filmle adeta tekrar hatırlatılmıştır. Hüseyin Rahmi Gürpınar romanla- rında iki ana mesele, sosyal değişmelerin getirdiği züppelik ve kozmopolitlik havası ve bu havaya karşı tavır alan mutaassıp çevreler veya gelişen bilim ve teknoloji karşısında değerini yitirmiş bazı inanışların peşinde koşan insanlar yer almaktadır (Yalçın, 2002a: 127). Sinemamızda yazarın Efsuncu Baba (1949), İffet (1969), İç Güveysi (1970) ve Gulyabani (Süt Kardeşler, 1976) isimli yapıtları kullanılmıştır. Efsuncu Baba’da büyücülüğe inanıp define arayan bir babayla, kızına âşık olan bir gencin öyküsü anlatılmaktadır. Yazarın Gulyabani isimli romanından uyarlanan Süt Kardeşler ise Türk komedi sinemasının klasikleri arasına girmiştir. Yazarın yarattığı canlı halk tipleri ve boş inançları ele alışı filmde başarılı bir şekilde anlatılabilmiştir. Kerime Nadir romanları melodram sinemamız için verimli bir kaynak olmuştur. Seven Ne Yapmaz (İlhan Arakon, 1946) ile başlayan uyarlamalar 1973 yılına kadar toplam yirmi uyarlamayla son bulmuştur. 1920–46 yılları arasında yazılan romanların %70’e yakın kısmı aşk romanlarıdır. Okunmasındaki kolaylık, insanların duygularını olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilmeleri bu ilginin en önemli sebeplerindendir. Tanzimat ile birlikte Fransız edebiyatından, önce aşk romanları çevrilmiş, II. Meşrutiyet ile de Türk edebiyatının aşk roman yazarları yetişmiştir (Yalçın, 2002a: 219–223). Aşk romanları, Türk sosyal hayatında değişmenin birer itici unsuru olarak görülebilmektedir. Bu romanlar, geniş aileden çekirdek aileye geçişi özendirmiştir. Görücü usulüne, baba otoritesine karşı çıkılmış, kadının ekonomik ve sos- 135 yal bakımından kendi ayakları üzerinde durabileceği gösterilmiştir. Edebi değeri yüksek, dar bir aydın çevresine yönelik romanlara göre daha etkili oldukları iddia edilebilir. Son otuz yıldır aşk romanı yazarlığı ilgi görmemektedir. 80’lerden bu yana bu boşluğu çeviri aşk romanları doldurmuştur (Yalçın, 2002a: 227–228, 245-246). Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt, Ethem İzzet Benice, Muazzez Tahsin Berkant, Vala Nurettin, Güzide Sabri edebiyatımızın en tanınmış aşk romanı yazarlarıdır. Refik Halit Karay’ın 1951–1974 yılları arasında altı eseri sinemaya uyarlanmıştır. Yazarın, Osmanlı’nın son yıllarındaki yolsuzlukları konu aldığı İstanbul’un Bir Yüzü ya da II. Abdülhamit dönemindeki rüşvet, yolsuzluk konularını ele aldığı Cehennem Yolcuları yapıtlarına (Yalçın, 2002a: 90-91, 96) karşı sinemamız yazarın ikinci dönemindeki eserlerine, değişik ülkelerde ve zamanlarda geçen, çoklukla kurmaca olaylarla örülü egzotik havalı macera romanlarına ilgi göstermiştir (Kudret 1987: 200-201, 207). Sürgün (1951), Nilgün (1954), Karlı Dağdaki Ateş (1969), İkibin Yılın Sevgilisi (1973). Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’nde yer alan Yatık Emine (Ömer Kavur, 1974) sinemamızın düzeyli yapımlarındandır. Yazar, söz konusu hikâyesinde olayların ruhlar üzerindeki etkilerini çözümleme yoluna gitmiştir (Kudret, 1987: 201). 1960’ların başı Türk Sinemasının değişiminde önemli bir nokta olarak görülmektedir. Bu dönemin en önemli özelliğinin 27 Mayıs’ın getirdiği siyasal/toplumsal oluşumlarla sinemacıların toplumsal gerçekler üzerine düşüncelerini ortaya koyabilmişlerdir. 1960’larda Or- han Kemal, Fakir Baykurt, M. Kamil Su, Ümit Deniz, Özdemir Hazal, Peride Celal, Vala Nurettin, Kemalettin Tuğcu, Halid Ziya Uşaklıgil, Peride Celal, Selami İzzet Sedes’in eserleri ilk kez sinemaya uyarlanmıştır. Özelikle Orhan Kemal ve Fakir Baykurt uyarlamaları sinemamıza yeni bir soluk getirmiştir. Toplumsal gerçekçilik akımına sinemamızda katkıları olmuştur. 1960’ların sonunda Türkiye ekonomisi ve toplum yapısı değişiklik geçirmiştir. 1960’lardan önce Türkiye tarımsal ağırlıklıyken, 1960’larda ise güçlü bir özel sanayi bulunmaktadır. Sanayileşme toplumun tüketim alışkanlıklarını değiştirmiş ve bir tüketim toplumu ortaya çıkarmıştır. Dönemin en önemli özelliği 1961 Anayasası olarak görülmektedir. 1961 Anayasası ile halk medeni haklardan daha çok yararlanmaya başlamıştır (Ahmad, 1995: 189-191, 195). 1961 Anayasasının en önemli özelliği, kamu gücü karşısında, yönetilenlere geniş bir güvence sağlanmasıdır. 1950’lerde başlayan köyden kente göç hızlanmış, sanayi yatırımları artmış, gecekondulaşma yaygınlaşmış, dış ülkelere işçi göçü başlamış ve sonuç olarak toplumun değer ve davranışlarında değişimler görülmüştür. Bu ortamda sinema toplumsal olaylara ilk kez ilgi göstermiştir (Güçhan, 1992: 10-11). 1960’ların Türk Sineması, 27 Mayıs Devrimi’nin toplumsal yaşama getirdiği tartışma ortamı, hoş görü ve özgürlükten yararlanmıştır. Bu dönemde kültürel hayat canlanmış ve sinema yeni konulara el atabilmiştir. Film sayısı ve türler artmış, yeni sinemasal deneylere girişilmiştir (Dorsay, 1989: 12). Bu dönemde sinemacıların yararlandığı yazarlara yenileri eklenmiştir. Top- 136 lumsal gerçekçiliğin çok konuşulduğu bu yıllarda farklı konular da sinemamıza girmiştir. Sinemamızın yararlandığı yazarlardan olan Orhan Kemal, Adana’daki fabrika işçileri, küçük memurlar, ırgatlar arasından seçtiği karakteri anlatmıştır eserlerinde (Moran, 1994: 78). Yazar, yaşamı, okurun rahatça anlayabileceği sıradan kişiler ve günlük olaylarla anlatmıştır. Romanlarını sınıflarsak, otobiyografik romanlar, Adana Çukurova’daki fabrika ve tarımda çalışan emekçilerin dünyasını ve İstanbul’da küçük adamların yaşamını sergileyen romanlar olarak üç sınıfa ayırmak mümkündür (Moran, 1994: 58). Orhan Kemal’in 1960-1993 arasında sekiz eseri sinemaya uyarlanmıştır. Suçlu (1960), Devlet Kuşu (Avare Mustafa, 1961), El Kızı (1966), Sokaklardan Bir Kız (1974), Bereketli Topraklar Üzerinde (1979), Devlet Kuşu (1980), Kaçak (1982), Murtaza (Bekçi, 1984) ve Tersine Dünya (1993). Köy enstitülerinde yetişen Fakir Baykurt’un romanlarının neredeyse tümü köy ve köy çevresinde geçmektedir. Dönemin siyasal olayları romanlarında aktif rol oynamıştır (Yalçın 2002b: 110). Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü isimli köy romanı 1961 ve 1985’te olmak üzere iki kere sinemaya uyarlanmıştır. Roman yazarları toplumsal değişimleri sinemacılardan daha önce işlemişler ve yapıtları sinemada malzeme olarak kullanılmıştır. 1970–80 arası Türkiye’nin çalkantılı, tedirgin, huzursuz bir dönemi olarak görülmektedir. Siyasal iktidar tablosu oldukça karışıktır. Bir yandan da sansür, sinemacıları zorlamıştır. 1974’den başlayarak TV’nin etkisi sinemadaki krizi önemli boyutlara getirmiştir. Sonuç ola- rak TV’nin veremediklerini yani renkli filmi, cinselliği vermek düşüncesi uygulanmış ve sinema büyük bir yozlaşmaya düşmüştür (Dorsay, 1989: 13-14). 1979’da yüz doksan beş yapımdan, yüz otuz biri seks, on dokuzu türkülü ve kırk beşi de çeşitli konularda film çekilmiştir (Scognamillo, 1998: 207-216). 1970’lerin ikinci yarısının politize ortamı içinde siyasal tavırlı, zamanının tanımıyla devrimci filmler modası yaşanmıştır (Dorsay, 1989: 204). 70’lerin ortalarından itibaren seks filmleri kadar olmasa da toplumcu gerçekçi filmler bir moda oluşturmuştur (Scognamillo, 1998: 41-42). 12 Mart’ta edebiyat bir direnme aracı olmayı başarmıştır. Slogancı sanat baskıya uğrar; yüksek estetik düzeye ve anlatım sadeliğine ulaşan edebiyat yapıtları ise bunu aşmıştır (Kayalı, 1994: 27). Türk Sineması için 70’ler gerçekte pek de parlak olmayan bir dönemdir. Uluslararası düzeyde sesini duyuramamaktadır. Türkiye’de önemli toplumsal değişimler ve olaylar yaşanırken sinemamız bunları görememektedir. Melodramlar, romantik masallar, kavga dövüş filmleri ilk sıralarda gelmektedir (Dorsay, 1985: 19). 1970’lerde yapılmış roman uyarlamalarında önemli bir değişiklik görülmemektedir. Yeşilçam yine Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir ve Esat Mahmut Karakurt uyarlamalarına devam etmiştir. Sadece uyarlanan roman sayılarında azalma olmuştur. Muazzez Tahsin Berkant ve Kerime Nadir’in yedişer romanı, Esat Mahmut Karakurt’un dört romanı sinemaya uyarlanmıştır. 1970’lerin sonuna doğru edebiyatımızda görülen sosyalist akımlar, işçi konuları, yakın tarihimize bakış, büyük şehirde aydın konuları sinemamızda bu denli kendini 137 göstermemektedir. 1970’lerde romanları sinemaya ilk kez uyarlanan roman yazarları: Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Kemal Bilbaşar, Kerim Korcan, Nemci Onur, Yaman Koray, Necati Cumalı, Necati Haksun ve Şule Yüksel Şenler olmuşlardır. Yaşar Kemal’in daha önce hikâyeleri sinemaya aktarılmışken bu dönemde ilk kez bir romanı sinemaya uyarlanmıştır. Ağrı Dağı Efsanesi (1975) bu dönemde sinemaya uyarlandıktan sonra 1980’lerde iki romanı daha sinemaya uyarlanacaktır: Yılanı Öldürseler (1981) ve Yer Demir Gök Bakır (1987). Yaşar Kemal eserlerinde karakterlerini köylülerden, aşiret beylerinden, Yörüklerden, eşraftan seçmiştir. Yaşadıklarını, gördüklerini başka tür bir gerçekliğe dönüştürmüştür. Simgeleşen ve arketipleşen kişiler ve olaylarla destan anlatımlı yapıtlar türetmiştir. Yaşar Kemal eserlerinde köylü sınıfı için değişmeyen sorunları işlemiştir (Moran, 1994: 78). Bu dönemde Kemal Bilbaşar’dan uyarlanan Cemo (1972) dikkat çekmektedir. Yazar, mekân olarak çoğunlukla Batı Anadolu kasabalarını seçmiştir. İnançlar, töreler, çatışan menfaatleri yerli tasvirlerle gelenekçi bir anlatışla vermiştir (Necatigil, 1975: 68). Dönemim en belirgin uyarlamaları olarak şu yapımlar görülmektedir: Kerim Korçan’dan Linç (1970), Kemal Bilbaşar’dan Cemo (1972) ve Necati Cumalı’dan Derya Gülü (1979). Melodram yapılı, İslami değerlerin övgüsünün yapıldığı filmlerin başlaması da 1970’lerde gerçekleşir (Teksoy, 2007: 39). İslami kesimin yazarı olan Şule Yüksel Şenler, Yeşilçam’ın dikkatini çekmiştir. Şule Yüksel Şenler’in popüler romanı Huzur Sokağı İslamcı mesajlar taşımaktadır. Birleşen Yollar (1970) adıyla sinema- ya uyarlanan film Yeşilçam kalıplarını İslami mesajlarla birleştirmiştir. Yine yıldız kadın oyuncu kullanımı ve melodram öğeleri ile geniş bir kitle hedeflenmiştir. Sinemamızın durumu 12 Eylül’den sonra daha da kötüleşmiştir. Yapım sayısı azalmış, farklı türler ve konular kalmamıştır (Adanır, 1996: 7). Toplumsal çelişkileri anlatan filmlere de kısıtlamalar getirilmiştir. Seks filmlerinin yerini arabesk ve şarkıcı filmleri almıştır. Toplum sorunlarını işleyen filmler de yerini birey sorunlarını işleyen filmlere bırakmıştır. 80’lerde yapılan filmler iki kategoriye ayrılabilmektedir. Birinci kategori arabesk filmler ve ticari amacı ön planda tutan diğer Yeşilçam filmleri, ikinci kategori kadının bir insan olarak ele alındığı filmlerdir. 80’den sonra klasik Yeşilçam kadınları –melek ve şeytan dişi- arabesk filmlerde devam etmiştir. Bir de kadına ve sorunlarına gerçek yaşamdaki gibi bakan filmler yapılmıştır. Bu kadınlar düşünür, başkaldırır, cinsel istek duyar, çalışır (Esen, 2000: 41–42). 12 Eylül filmleri olarak tanımlanan yapımlarda da kişisel dramlarla karşılamaktayız. 80’lerin ikinci yarısında ve 90’larda inceleme türü birey üzerine kurulu ruhbilimsel sinemadır. Hedefi kentsoylu olabilmek için uğraşan bir kesittir; gösterilen ise Türkiye’nin kendisi değildir, mega kent İstanbul vitrin Türkiye’sidir (Scognamillo, 1998: 512). Edebiyat uyarlamaları 1980’lerde de devam etmiştir. Fakat artık yeni dönem edebiyat yapıtları kullanılmaktadır. Yeni anlatım denemeleri belirgin olarak öne çıkmıştır. Biçimsel sorunlar tartışılmaktadır. 80’lerde çevre ve feminizm üzerinde durulmuştur; feminizm Türk Sinema- 138 sının merkezine o dönemde yerleşmiştir (Kayalı, 1994: 24–25). 1980’lerde sinemamız kadın yazarlarımızın eserlerinden de yararlanmaya başlamıştır. Feride Çiçekoğlu, Pınar Kür, Duygu Asena, Adalet Ağaoğlu ve Günseli İnal romanları ilk kez perdeye çıkarken, bir de Peride Celal uyarlaması yapılmıştır. Yararlanılan romanlarda büyük bir yenilenme görülmektedir. Önceki dönemlerden kalan yazarlar Esat Mahmut Karakurt (1984’de iki romanı) ve Reşat Nuri Güntekin (Değirmen, 1986) olarak görülmektedir. Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, Tarık Dursun K., Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Zeyyat Selimoğlu, İrfan Yalçın, Erhan Bener, Ömer Polat, Oktay Akbal, Burhan Arpad, Çetin Altan, Kemal Tahir, Hekimoğlu İsmail bu dönemde ilk kez romanları sinemaya uyarlanan diğer yazarlardır. Aziz Nesin’den Gol Kralı (1980) ve Zübük (1980), Sabahattin Ali’den Kuyucaklı Yusuf (1985), İrfan Yalçın’dan Genelevde Yas (1985), Kemal Tahir’den Karılar Koğuşu (1998), Yusuf Atılgan’dan Anayurt Oteli (1986), Erhan Bener’den Böcek (1994), Tarık Dursun K.’dan t Kurşun Ata Ata Biter (1985), Hekimoğlu İsmail’den Minyeli Abdullah (1988), Pınar Kür’den Asılacak Kadın (1986) ve Yarın Yarın (1987), Feride Çiçekoğlu’ndan Uçurtmayı Vurmasınlar (1989), Duygu Asena’dan Kadının Adı Yok (1987), Adalet Ağaoğlu’ndan Fikrimin İnce Gülü (Sarı Mersedes, 1987) sinemamızdaki önemlerini korumaktadırlar. 1990’larda yapılan edebiyat uyarlamalarının oldukça çeşitli olduğu görülmektedir. Önceki dönemlerin yazarlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Yaban (1996), Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Yaz Yağmuru (1993) oldukça düzeyli yapımlardır. Tarihimize bakan romanlarımızın uyarlaması hem sinema, hem de tarihimiz konusunda ciddi tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Tarık Buğra’dan Yağmur Beklerken (1992), Yılmaz Karakoyunlu’dan Salkım Hanımın Taneleri (1999) ve Nihat Sırrı Örik’den Abdülhamit Düşerken (2002). Melih Cevdet Anday’dan Aylaklar (1994) ve Raziye (1990), Muzaffer İzgü’den Zıkkımın Kökü ve Bedii Faik’ten Yalancı (1993) içersinde hem mizah, hem de nostalji bulunan filmler olarak sinema tarihimizdeki yerlerini almışlardır. Orhan Pamuk’tan Kara Kitap (Gizli Yüz, 1990) ve Metin Kaçan’dan Ağır Roman (1997) gibi toplumun her kesimi tarafından tanınan iki romanın sinemaya aktarılması Türk sinemasına izleyiciyi geri kazandırmak adına da önemli bir başarı sağlamıştır. Her iki roman da adından çok söz ettirmiştir. Sinemamız, durgun bir dönemde bu romanların ünlerinden başarıyla yararlanmıştır. Siyasal içerikli ve darbe yıllarını konu alan romanlarımız da bu dönemde sinemaya aktarılmıştır: Ümit Kıvanç’tan Bekle Dedim Gölgeye (1990), Bekir Yılmaz’dan Darbe (1990), Habib Bektaş’tan Gölge Kokusu (Eylül Fırtınası, 1999), Rıfat Ilgaz’dan Karartma Geceleri (1990) ve Mehmet Eroğlu’ndan (1990) ve Mehmet Eroğlu’ndan Yarım Kalan Yürüyüş (80. Adım, 1996). 1990’lı yıllar biterken dönemin belirleyici özellilerinden biri de İslami mesajlar taşıyan filmler olmuştur. Hekimoğlu İsmail’den Minyeli Abdullah (1990) ve 139 Emine Şenlikoğlu’ndan uyarlanan Bize Nasıl Kıydınız (1994) bu tür filmler içinde kendinden en çok söz ettiren ve tartışma yaratan yapımlar olmuştur. Türk sineması, kaynağı belli ve kaynağı belirsiz uyarlamalar ve alıntılarla doludur. Dünya edebiyatından ve sinemasından yararlandığı gibi yerli kaynaklardan da yararlanmıştır. İlk yıllardan başlayarak zamanla da gelenekselleşen bir uygulamaya dönüşmüştür. Türk sineması daha başlangıçta farklı kaynaklardan yararlanmıştır. Dünya sinemasında önemli çalışmaların ve önemli sinemacıların görüldüğü yıllarda Türk sinemacılar da kendilerine bir yol aramaktaydılar. İlk çalışmalara baktığımızda sahnede başarılı olan operetlerin sinemaya uyarlandığı görülmektedir. Sessiz sinema döneminde operet tarzındaki oyunların filme çekilmesi sadece o oyunların popülerliğinden yararlanmak olduğunu bize göstermektedir. Filmlerin yanında müzik çalınmış olsa bile bu yeterli olmayacaktır. Bu gibi çıkış yolları daha da aranmıştır. Muhsin Ertuğrul ilk uyarlama çalışması olarak olay yaratan bir romanı seçmiştir. Burada da çekeceği filmden çok romana güvenmiş olduğu düşüncesi akıllara gelmektedir. Sonuç olarak film çalışması yeterince kendini duyurmuştur. Sinemacılarımızı uyarlamalara yönelten başka bir neden de ülkemize giren ve halkın kendine yakın bularak sevdiği Mısır filmleri olmuştur. Mısır filmleri basit, sıradan melodram konuları, şarkıları ve dekorları ile izleyiciyi kendine çekmiştir. O yıllarda kısıtlanan Türk Sanat müziğine ulaşamayan halk müzikli bu filmlere ilgi göstermiştir. Aynı yıllarda aşk roman yazarları halk tarafından okunmaktadır. Popü- lerliği yakalayan acılı aşk hikâyeleri anlatıcılarından sinemacılarımız da yararlanma yoluna gitmiştir. Yazarlardan senaryo yazarlığı konusunda değil, romanlarının sinemaya aktarılması konusunda yararlanmışlardır. Zaten kolay anlatımlı bu romanlar senaryo metinlerine yakınlık göstermektedirler. Yıldız oyuncu kullanımı ile de popüler filmler yaratmak çok zor olmamıştır. Mısır filmlerine karşı, popüler yazarların başarılarından yararlanmak alternatif bir yol olmuştur. Sadece aşk hikâyeleri değil, macera ve kahramanlık konularındaki romanlar da sinemacılar tarafından kullanılmıştır. Türk sinemasında kimi dönemler bazı konular ağırlık kazanmıştır. 1950’li yıllarda roman ve sinema birliğinin yoğunlaştığı ileri sürülebilir. Sinemacılar döneminde popüler Türk romanları sinemaya çok sayıda uyarlanmıştır. Önceki dönemde tiyatrocuların hâkimiyeti söz konusuydu. Filmleri ağır, hareketsiz ve özentisizdi. Sinemacılar dönemi yönetmenleri sinema filmi yaptıklarının bilincinde, tiyatrodan uzakta çalışmışlardır. Görsel bir dil geliştirmişlerdir; fakat Türk sineması her zaman söze dayalı olmasıyla eleştirilmiştir. Bunun kökeninde romanların neredeyse olduğu gibi filme çekilmesi aranabilir. Senaryo yazımına çok önem verildiği görülmemektedir. Senaryo yazarlığı gelişmemiş, onun yerine uyarlama, aktarma, alıntılama gelişmiştir. Bu da söze dayalı bir sinemaya doğru gidişe neden olmuştur. Roman dili sinemaya bu yıllarda girmiş ve Türk sinemasını anlatım bakımından olumsuz etkilemiştir. Konu seçimlerinde fazla seçenek bulunmamaktadır. Aşk, intikam ve kahramanlık her zaman önde gelmiştir. Kurtu- 140 luş Savaşı filmlerinde de kahramanlık ve aşk üzerine hikâyeler anlatılmıştır. Söz konusu filmlerde sadece işgal açısı bulunmaktadır. Savaşın boyutları bu filmlerden öğrenilmemektedir. Hemen hemen her on yılda bir sinema yeni yazarlarla ilgilenmiştir. Türkiye’nin değişen şartlarına göre yeni yazarlar değişik fikirlere sahip romanlar ortaya çıkarmışlardır. Roman yazarlarının Türkiye’nin değişimine göre anlatımlar yaptıkları ileri sürülemez. Bununla birlikte bazı önemli çıkışlar da görülmektedir. Örneğin köye ve ağalık sorununa eğilen yazarlara sinema da ilgisiz kalmamıştır. Türkiye’yi takip eden senaryo yazarlarımızın olmaması nedeniyle roman yazarlarına sinemamızın ihtiyacı bulunmaktadır. Özellikle Türkiye’nin tarihsel, politik tahlillerini yapan yazarlar sinema için de önem taşımaktadır. Sinemamız gerçekte bu tür romanlara başlarda ilgisiz kalmış olsa da 1960’lardan günümüze kadar olan bir zamanda kimi örneklere de rastlanmaktadır. Fakat gene eğilim popüler olanın sinemaya taşınmasıdır. Bu çalışmada verilen kısa Türk roman tarihi ile Türk sinemasında yapılan roman uyarlamaları ile bu sonuca ulaşılmaktadır. 1990’larda politik romanlar da sinema uyarlanmıştır. Yine de, sözü geçtiği gibi, popüler olanın sinemaya aktarılması geleneği değişmemiştir. 1990’larda yapılan uyarlamalara bakıldığında bu durum görülebilmektedir. Sonuç olarak, Türk sineması ünlü romanların başarısından yararlanmıştır. Kendi senaryo yazarları ile bir sinema anlatımı geliştirmeye bu uygulama yıllarca engel olmuştur. Roman dili, Türk sinemasını etkisi altında bırakmıştır. Bu durum, yazılı kültür ürünlerinin, sözlü kültür ürünlerine dönüştürülme çabası olarak da açıklanabilir. Söze dayalı Türk film anlatımının nedenlerinden biri de “yanlış” yapılan roman uyarlamalarında aranabilir. Kaynakça Ahmad, Feroz (1995). Modern Türkiye’nin Oluşumu. İstanbul: Kaynak Yayınları Aytaş, Gıyasettin (2008). Tematik Roman İncelemeleri. Ankara: Akçağ. Balabanlılar, Mürşit (2003). Türk Romanında Kurtuluş Savaşı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Cantek, Levent (2000). “Türkiye’de Mısır Filmleri”, Tarih ve Toplum Dergisi, Aralık, 34. Çavdar, Tevfik (2007). Türkiye’nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı. İstanbul: Yazılama Yayınevi. Dorsay, Atilla (1985). Sinemayı Sanat Yapanlar. İstanbul: Varlık Yayınları. Dorsay, Atilla (1989). Yönetmenler, Filmler, Ülkeler. İstanbul: Varlık Yayınları. Dinçer, Süleyma Murat (1993). Türk Sineması Üzerine Düşünceler. İstanbul: Doruk Yay. Esen, Şükran (2000). 80’ler Türkiyesi’nde Sinema. İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş. Kayalı, Kurtuluş (1994). Türk Düşünce Dünyası. İstanbul: Ayyıldız. Kudret, Cevdet (1998). Edebiyatımızda Hikâye ve Roman II Meşrutiyetten 141 Cumhuriyete Kadar 1911 – 1922. İstanbul: Varlık. Kudret, Cevdet (1987). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman 1. İstanbul: İnkılâp. Necatigil, Behçet (1975). Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü. İstanbul: Varlık. Onaran, Alim Şerif (1994). Türk Sineması Cilt: 1. İstanbul: Kitle Yayınları. Özön, Nijat (2003). Türk Sinema Tarihi. Ankara: Artist Reklâm Ortaklığı Yayınları. Moran, Berna (1994). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İnkılâp. Pekman, Cem (2004). Görüntünün Mü- ziği Müziğin Görüntüsü. İstanbul: Pan. Scognamillo, Giovanni (1998). Sinema Tarihi. İstanbul: Kabalcı Teksoy, Rekin (2007). Rekin Teksoy un Türk Sineması. İstanbul: Oğlak. Tunalı, Dilek (2006). Batıdan Doğuya, Hollywood’dan Yeşilçam’a Melodram. İstanbul: Aşina Kitaplar. Toker, Metin (1998). Tek Partiden Çok Partiye. Ankara: Bilgi Yayınevi. Yalçın, Alemdar (2002a). Cumhuriet Dönemi Türk Romanı. Ankara: Akçağ. Yalçın, Alemdar (2002b). Cumhuriet Dönemi Türk Romanı. Ankara: Akçağ. 142 Dr. Basri Barut* Öğr. Gör. İhsan Kurtbaş** 2000 Yılı Sonrası Bazı Hollywood Filmlerinde Kullanılan Ürün Yerleştirme Uygulamalarına “İçerik Analizi Yöntemiyle” Eleştirel Bir Bakış “Örneklem Film: Die Another Day” Özet Abstract Günümüzde üretim gücü ne olursa olsun hızla değişen rekabet ortamında ürün ve tüketiciyi bir arada buluşturmak isteyen işletmeler, giderek daha da artan miktar, çeşit ve yöntemle tüketiciye “hey sen” diye seslenmektedir. Ancak, reklamlardan usanan tüketiciye ulaşma noktasında geleneksel iletişim araçlarının ve yöntemlerinin etkinliğinin azaldığı bilinmektedir. Çünkü günde 1500 ticari mesaja maruz kalan tüketiciler; bu bombardımana karşı bir savunma mekanizması olarak doğrudan ilgililik derecelerinin en yüksek olduğu ve dikkatlerini çeken mesajlar dışındaki her şeye sinikleşmişlerdir. Buna karşın reklâm verenler, pazarlamacılar ve/veya reklâm ajansları bir adım öne geçmek ve tüketiciyi etkilemek için hedef kitlelerinin karşısına çıkmanın değişik yöntemlerine her gün yenisini eklemektedirler. Ürün yerleştirme de bunlardan sadece biridir. Nowadays all kind of enterprises tried to speak consumers “hey you” within the various ways and methods in a fast changing environment of competition to meet consumers and producers. However, it has known that using the traditional ways of communication reduced its effects to reach consumers as they tired with advertisements. Because everyday consumers exposed to 1500 commercial messages and they are going to develop a kind of defense mechanism against to this by never give their attention except the highest level of their interests. Contrary to this owner of the advertisements, agencies, and marketing experts tried to develop new ways to meet with their target groups, as the product Placement is one of among them. Bu çalışmada, pazarlama dünyasında 1930’lardan beri var olduğunu bildiğimiz; ancak 1990’lardan sonra amaçlı, planlı ve örtülü bir şekilde tüketiciye ulaşmanın yeni ve yaratıcı yolu olarak karşımıza çıkan ürün yerleştirme yöntemi ele alınmıştır. Bu bağlamda, 110 milyon dolar bütçeli Die Another Day adlı James Bond filminde 20 değişik şirket markasına yer verilmesi ve bu markalardan 120 milyon dolarlık gelir elde etmesi nedeniyle bu film bu yönüyle dikkat çekmiş ve çalışmamızda örneklem olarak irdelenmiştir. Yapılan çalışmada, ürün yerleştirmenin uygulanma şekilleri ve etkileri ile bu uygulamanın etkinliği, yöntemi ve sayılabilen niceliksel bazı unsurları içerik analizi yönteminin frekans analizi modeliyle irdelenmiştir. In this study product Placement method examined as it’s known in marketing world from 1930s, but after 1990s it’s the new and creative way to meet with customers in a planned, intentional and latent manner. In this context, we studied a James Bond film called Die Another Day with a budget of 120 million dollar which revenue 120 million dollar by giving place to 20 different company brands. This study examined the implementation way of product Placement and its effects by using frequency analysis model of content analysis. Anahtar Kelimeler Key Words Reklâm, gizli reklâm, ürün yerleştirme, Başka Gün Öl. Advertisement, latent ddvertisement, product placement, Die Another Day * İletişim Uzmanı Melburn/Avustralya ** Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Günümüzde yoğun iletişim mesajlarının, hedef kitlelere ulaşım güçlüğünün artması ve medya planlamalarında klasik anlayıştan uzaklaşıp farklılık yaratma ihtiyacının duyulmasıyla birlikte; reklâmcılık, tüketiciyi bilgilendirmek ve bunun paralelinde ikna etme gibi temel işlevlerini geleneksel metodların dışına taşıma arayışına girmiştir. Bu sürecin bir sonucu olarak karşımıza çıkan gizli reklâm, ürün yerleştirme gibi uygulamalar örtülü bir şekilde tüketicinin belleğini yoklarken bunu başta sinema olmak üzere, edebiyat, bilgisayar oyunları, sitcomlar, gazete metinleri, müzik klipleri, her türlü haber, show ve eğlence programlarının içine örtülü bir şekilde, belirli bir markayı yedirmek suretiyle yapmaktadırlar. Ürün yerleştirme, markaların, büyük ekranda ve oturma odalarında reklâm zamanı satın almaksızın çok daha ucuz ve etkili şekilde görünmelerini sağlamaktadır. Ayrıca ürün yerleştirme, reklâm mesajlarından kaçmak için kumandalarını kullanan seyirciye ulaşmak için profesyonel iletişimcileri, ürünlerini ve mesajlarını programlar veya içerikleriyle bütünleştirmeye zorlamıştır. Bu çerçevede bu uygulama filmlere yaratıcı ve/veya doğal olmak üzere iki şekilde entegre edilebilmektedir. Doğal yerleştirmelerde, ürünler (markalar) sanki o anın doğal bir gereğiymiş gibi tüketicinin dikkatine sunulurken; yaratıcı yerleştirmelerde filmlerin senaryosuna dolaylı olarak yerleştirilirler. Bu işlem ise; görsel, işitsel ve görselişitsel olmak üzere üç şekilde hayata geçirilir. Görsel yerleştirmeler; ürünün kendisini ya da marka kimliğine ilişkin görsel belirleyicileri içermektedir. Ürün yerleştirmelerin ikinci türünü oluşturan işitsel yerleştirmeler ise; ürün ya da markanın sözlü olarak tüketiciye sunulması ve iletişim içeriğinde yer alan karakterlerin markaya ilişkin mesajları tüketicilere sözel bir şekilde iletmesi anlamına gelmektedir. Son yerleştirme türünü tanımlayan görsel-işitsel yerleştirme ise, hem ürün ya da markanın gösterilmesi, hem de telaffuz edilmesi şeklinde hayata geçmektedir. Bu çalışmada, geleneksel pazarlama stratejilerini öğrenen ve bunlara savunma mekanizması olarak televizyon reklâmlarını izlemeyen, radyo “jingle”larına kulak tıkayan, her türlü açık reklâm sunumlarını reddeden tüketicilere hiç beklemedikleri anda ve mecralarda/mekanlarda reklam yapan bir uygulama olan ürün yerleştirme yöntemi araştırılmıştır. Bu doğrultuda, 2002 yılında gösterime giren, filme 20’den fazla şirket markasını yerleştiren ve bu yolla 120 milyon dolar gelir elde eden yönetmenliğini Lee Tamahori’nin yaptığı, Başka Gün Öl filmi (Die Another Day, 2002) örneklem alınmıştır. Çalışmada Die Another Day filmi dışında 2000 yılı sonrası gösterime giren bazı Hollywood filmlerinde kullanılan ürün/marka yerleştirmelerin uygulanma şekilleri ile bu uygulamaların yöntemi ve sayılabilen niceliksel bazı unsurları içerik analizi yönteminin frekans analizi modeliyle irdelenmiştir. 2. Reklâmın İşlevleri ve Sunuluşu Açısından Türleri 2.1. Reklamın İşlevleri Reklâm; satış amacına yönelik ilgi ve istek yaratmak, tanıtıcı bilgi vermek, satış 144 düzeyinin korunmasını ve geliştirilmesini sağlamak, dağıtım kanallarının ve satıcıların etkinliğini arttırmak, yeni malların pazarlanmasını kolaylaştırmak, gerektiğinde işletmenin de reklâmını yaparak o işletme için tüketiciler nazarında olumlu izlenimler yaratmak gibi temel işlevleri yüklenir (Teknecioğlu 1988: 53). Ancak, asıl olarak pazarlama ve iletişim aracı olarak reklâmların iki temel işlevi vardır (Kavas 1988: 66-67): Reklâmın birinci işlevi tüketiciyi bilgilendirmek, ikinci işlevi ise tüketiciyi ikna etmektir. İkna etme işlevi modern reklâmcılığın ana amacı olarak görülmektedir. 2.2. Sunuluşu Açısından Reklam Türleri Reklâmlar hedef kitleye sunuluşu, sunulduğu mecra açısından çeşitli ayrımlara tabi tutulmakla birlikte konumuz çerçevesinde reklâmları açık ve gizli reklâmlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. 2.2.1. Açık Reklam Açık reklâmda asıl amacın reklâm olduğu bellidir. Zaten reklâm deyince akla ilk gelen bu reklâm türleridir (http://www. dtm.gov.tr). Milletlerarası Ticaret Odasının ahlak yasası metinlerinin 11. maddesi reklâmların açıklığı ilkesine atıfta bulunarak, “biçimi ve yayınlandığı mecra ne olursa olsun, bir reklâmın “reklâm” olduğu açıkça anlaşılmalıdır; reklâm mesajı, haber, makale, v.b. unsurlar bulunduran bir mecrada yayınlandığında “reklâm” olduğu kolaylıkla anlaşılmalıdır” der. Temel ilkeler kısmında da “bütün reklâmların, yasalara ve adaba uygun, dürüst ve doğru olması gerektiği be- lirtilerek, her reklâm, toplumsal sorumluluğun bilincinde olarak hazırlanmalı ve iş hayatında genel kabul gören dürüst rekabet ilkelerine uygun olmalıdır. Hiçbir reklâm, halkın reklâma güvenini sarsacak nitelikte olmamalıdır” (Bir ve Maviş 1988: 413-414) denilmektedir. Ayrıca, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 16. maddesinin ikinci fıkrasına göre gizli reklâm yapılması yasaklanmıştır. Aynı Kanun’un 17. maddesince verilen yetkiye dayanarak Reklâm Kurulu’nun oybirliği ile benimsediği Ticari Reklâm ve İlanlara İlişkin İlkeler ve Uygulama Esaslarına Dair Yönetmeliğin 5/d maddesine göre “biçimi ve yayımlandığı mecra ne olursa olsun, bir reklâmın “reklâm” olduğunun açıkça anlaşılması; bir reklâmın haber ve yorum öğeleri içeren bir mecrada yayımlanması halinde “reklâm” olduğu kolaylıkla algılanacak biçimde belirtilmesi gerekmektedir” denilmektedir. Diğer taraftan, 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları hakkında Kanun’un 4/j maddesinde ilan ve reklâm niteliğindeki yayınların bu niteliklerinin şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklanması hüküm altına alınmış olup, 21. maddesinin son fıkrasında da her türlü yayında gizli reklâm yapılmasının yasak olduğu hükme bağlanmıştır (Pektaş, www.sanayi.gov.tr). Bu kanunların ihlalinin hem etik hem de yasal olarak suç kabul edilmesine rağmen; bu ve bunun gibi kural, yasa ve teamüllerin uygulama noktasında gerekli hassasiyetten uzak olunduğu görülmektedir. 2.2.2. Gizli Reklam Tüketicinin, reklâmların olumsuz etkile- 145 rinden korunması ihtiyacının, özellikle ticari faaliyetlerin gelişmiş olduğu ülkelerde daha şiddetli olduğu muhakkaktır. Milletlerarası ticari ilişkilerin gelişmesine paralel olarak, reklâmcılık uygulamalarında da milletlerarası geçerli asgari kurallar konulması ihtiyacı, reklâmcılıkla ilgilenenleri bu konuyu ele almaya sevk etmiştir. Bunun üzerine, çeşitli ülkelerde mevcut reklâmcılık kuralları da göz önünde tutularak ilk önce 1937 yılında “Reklâmcılıkta Dürüst Uygulama Yasası” adı altında bir kurallar dizisi yayımlamıştır (Kılkış 1988: 90). Ülkemizde de Radyo ve televizyon yayınlarının Esas ve Hükümleri Hakkında Yönetmeliğin 4. maddesinde gizli reklâm; yayıncı tarafından reklâm yapma maksadıyla malların, hizmetlerin, ismin, markanın üretici veya hizmet sağlayıcının faaliyetlerinin, para karşılığı veya benzer sebeplerle, programlarda logo, ticari unvan, tescilli marka, görüntü, sözlü ifade veya bunları çağrıştırabilecek imalarla tanıtımı olarak tanımlanmıştır (Özcan, www.sanayi. gov.tr). Gizli reklâmdan söz edilebilmesi için ise, her şeyden önce reklâm yapma iradesinin bulunup bulunmadığının tespiti önem taşımaktadır. Daha açık bir anlatımla, bir mal, hizmet, marka, isim veya faaliyetin herhangi bir radyo veya televizyon programında reklâm yapma amacı dışında zikredilmiş olması veya ekranda bir anlığına görünmesi gizli reklâm yapıldığı anlamına gelmemektedir. Gizli reklâm, mesajları örtülü bir şekilde tüketiciye sunar. Bu tanıma göre ise, bunun bir şekli bilinçaltı reklâmdır. “Bilinç, farkındalığın farkındalığıdır ve karmaşık bir toplum içinde uyumlu bir yaşam sürebilmemiz için bir önkoşuldur (Zaltman 2003: 94)”. Seçim yapma yeteneğimizi etkileyen bilinçaltı algılama, kişinin bilinçli olarak farkına varamadığı uyarıcıların bilinç altında algılandığı varsayımına dayanır (Odabaşı ve Barış 2002: 146). Bilinçaltı zihin, pazarlamacıların üzerinde çıkarma yaptığı ve rekabete dayalı avantaj elde ettiği önemli bir bölgeyi temsil eder. Hiçbir firma, bu fırsatlar bölgesini egemenliği altına almadıkça tüketicileri anladığını iddia edemez. Gerçekten de firmalar, eğer bu bölgedeki gizli hazineleri ortaya çıkarmak istiyorsa bilinçli ve bilinçaltı düşünme şekillerinin nasıl etkileştiğini ve birbirlerini nasıl şekillendirdiğini iyi kavramalıdır. Aynı derecede önemli olan başka bir şey ise pazarlamacıların kendi bilinçaltı zihinlerinin pazarlama karışımını ve diğer önemli kararları etkilediğini bilmeleri gerektiğidir (Zaltman 2003: 112). Bu doğrultuda psikoloji ilmini pratik hayata uygulamaya çalışanlar, eninde sonunda Freud’un derinlik psikolojisinden de faydalanacaklardı. Freud ve diğer psikoloji uzmanlarının belirttiklerine göre, eğer günlük hayattaki davranışlarımızın kaynağı şuuraltı ise, şuuraltına seslenmek, satışları arttırabilecek davranışlar üretebilmek bakımından da yararlı olacaktır. Çünkü satın alma davranışlarının yönlendirilmesinde şuuraltı bir hayli fonksiyoneldir (Çetinkaya 1992: 111). Örneğin; bir ürün 10,00 dolar yerine 9,99 dolar olarak fiyatlandırıldığında daha çok satmaktadır. Yapılan tasarrufun sadece penny olması bu durumu gerçekte açıklamadığı ortadadır (Zaltman 2003: 89). Pazarlama ve etik ile ilgili bilinçaltı algılama konusu sorgulanırken, mağazalarda “ben dürüst biriyim”, “hırsızlık yapmam” türü mesajları insanların duyamayacağı bir eşikte yayınlan- 146 masını yöntem olarak kullanıp mağazalarda hırsızlık olaylarının azaldığı bulunmuştur (Odabaşı ve Barış 2002: 146). Sinema filmlerinde daha çok ürün yerleştirme yoluyla hedef kitleye ulaşma yoluna gidilse de, bilinen örnekleri az olmakla birlikte bilinçaltı reklâm unsurları da kullanılmaktadır. Bu çerçevede kişi, bilinçli olarak farkına varamadığı uyarıcıları bilinçaltında algılayabilir varsayımından hareket edilir. Yani sadece bir milisaniye için ortaya çıkan ve bilince ulaşmayan bir uyarıcı, tepkiyi veren kişinin gelecekteki davranışını etkileyebilir. “Örneğin, Jim Vicary isimli Amerikalı bir pazarlama uzmanı ABD’de “şuuraltını hedef alan reklâmcılık” konusunda bazı uygulamalar yapmış ve bir hayli başarılı da olmuştur. Vicary New Jersey’de bir sinema sahibiyle anlaşarak, özel bir projektör yardımıyla film oynatıldığı esnada perdeye (Çetinkaya 1992: 111)”, “binlerce kişinin seyrettiği bir film içerisine saniyenin 1/3000’ü kadar kısa sürelerde mesajlar yerleştirilmiş ve göstermiştir. Mesajlar, “Kola İç” ile “ Patlamış mısır ye” olup, altı haftalık süre her beş saniyede bir tekrarlanmıştır. Ancak bu mesajlar seyredenlerin bilinçleriyle algılamayacakları kadar kısa sürede görünmüştür. Sonuç olarak, kola satışları %20’ye yakın, patlamış mısır satışları ise %60’a yakın bir artış göstermiştir (Odabaşı ve Barış 2002: 146). Bu çalışmalardan sonra, bilinçaltı reklamın etkisiyle ilgili değişik fikirler öne sürülmüş ve araştırmalar yapılmıştır. Bu örnekleriyle bilinçaltı reklamlar sunuluşu açısından gizli reklamdırlar ve etkisi ne/ne kadar olursa olsun bu uygulama, kullandığı yöntem açısından etik ve yasal değildir. 3. Stratejik Pazarlama İletişiminde Farklı Bir Yöntem: “Ürün-Marka Yerleştirme” “Coca-Cola Co.’nun operasyondan sorumlu murahhas yöneticisi Steven Heyer, 5 Şubat 2003’de Madison&Vine Konferansında, eğlence ve reklâm sektörlerinin önde gelen yetkililerine yönelik yaptığı bir konuşmada “artık kuşaklar halinde yayınlanan reklâmlardan uzaklaşıyoruz, ana mecra olarak televizyondan uzaklaşıyoruz. Çünkü bugünün pazarlama ve medya ortamında yalnızca saflar, “bulunma” ile “etkili olmayı” birbirine karıştırıyorlar. “Bulunmak kolay. Etkilemek zordur”. Hedeflerimiz, müzik, spor, görsel eğlence, oyunlar gibi bir avuç şey konusunda çok tutkuludur. Her bir tutku noktası kültürel akçeye bağlanıyor. Kuşaklar halinde yayınlanan geleneksel reklâm filmleri, neyin yanlış olduğunu yakalamak için, muhteşem bir yoldur. Eğlence materyalinin içine gömülü veya güçlendirilmiş bir mesaj, ‘bulunmadan’ çıkarıp, “etkiye” götürür. (Donaton 2003: 35)” diyerek bir anlamda reklâmcılığın dünü ve bugününün kısa bir özetini yapmaktadır. Günümüzde önemli olan tüketiciye seslenmek değil; ilettiğiniz mesajla etki yaratmaktır. Sinema filmlerine ürün yerleştirme şekli reklamlarda ana mecra olan televizyon, ürün yerleştirme ise, kuşaklar halindeki reklamların etkili olma yolunda iyi birer alternatifidirler. “Sinema filminin herhangi bir yerine, belirli bir markanın yedirilmesine, pazarlama iletişiminde teknik olarak, “ürün yerleştirme” denilmektedir. Avrupa Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi’ni esas alan RTÜK’ün kitabında ise, bunun adı “gizli reklâm”dır (Bir, Hürriyet Gazete- 147 si 03 Ekim 2004)”. “Ürün yerleştirme, tüketicilerin ürüne yönelik inançlarını ve/veya davranışlarını olumlu etkileyebilecek şekilde ürünlerin filmlere ya da televizyon programlarına planlı bir şekilde girmesidir. Başlangıçta iki noktanın altını çizmek önemlidir. Sanatçıların filmlerde belirli markaları kullanmaları film endüstrisinin başlangıcından beri olan bir durumdur. Yeni olan, markalı ürünlerin filmler içinde amaçlı ve planlı bir biçimde kullanılması, yani yerleştirilmesidir. Diğer nokta ise filmler içine yerleştirilenin aslında ürün değil, bir marka olmasıdır (Donaton 2003: 114)”. “Bir filmde kahve yerine kolalı bir içeceğin yer almasında tüketici dikkati açısından bir şey fark etmeyebilir. Fakat içeceğin Coca Cola ya da Pepsi Cola gibi markalı bir ürün olması durumunda, tüketici üzerindeki etkisi daha farklı olabilir (Odabaşı ve Oyman, 2002: 377)”. Ancak pazarlama yazınında marka yerleştirmeden çok ürün yerleştirme (product placement) kavramı kullanıldığı için genel eğilime uygun olarak bu çalışmada da ilgili yerlerde ürün yerleştirme kavramı kullanılacaktır. Ürün yerleştirme markalı bir ürünün bir filme (ya da televizyon programına) planlanmış ve çok çarpıcı olmayan girişiyle sinema ya da televizyon izleyicisini etkilemeyi hedefleyen, parası ödenmiş bir ürün mesajıdır. Ürün yerleştirme işlemi, film yapımcısı (bir filmde bir ürünün görünebilme olasılıklarını kontrol eden) ve bir ürün sponsoru (taşıdığı önem dolayısıyla bir ödeme karşılığında bu tür fırsatlar kollayan) arasındaki ortak ilişkiyle işler. Ürün yerleştirme fırsatlarını verimli bir şekilde kullanmak için ürün sponsoru genellikle uzman bir firmadan, film stüdyoları ile arasında irtibatçı olması ve film senaryolarında filmin üretimi öncesinde yer alabilmek için hizmet alır. Bu senaryolar belirli bir ürünü yerleştirebilecek ortamlar bulabilmek için dikkatle incelenir (Öztürk 2003: 2). Buna göre öncelikle stüdyo yetkilisi senaryoları okur ve analiz eder. Bunun sonunda yapım ekibi iki liste hazırlar. Birincisi “Olması Gerekenler” listesidir. Liste filmin çekimi için gerekli olan ürünlerin tamamını içerir. Örneğin, bu listede beyaz bir Ferrari Testarossa veya 2000 model spor arabalar şeklinde senaryoda belirtilmiş ve filmde olması gereken ihtiyaçlar sıralanabilmektedir. Yapım ekibinin hazırladığı ikinci liste “istek” listesidir ki bu liste, yapımın sahip olmayı isteyeceği ek gereçleri içermektedir. “İstek” listesi, senaryoda net olarak belirtilmemiş ama varolması halinde filmin öyküsünü güçlendirebilecek nitelikte ürünleri içermektedir. Hazırlanan iki liste, stüdyonun ürün yerleştirmeden sorumlu birimine aktarılır. Bu noktadan sonra ürün yerleştirme bölümü veya yapım kaynakları bölümü, notları kıyaslamak için yapım ekibiyle toplantı yapar. Stüdyo yetkilisi listelere ilişkin gerekli değerlendirmeleri yaptıktan sonra, ürünleri bulmak ve gerekli sözleşmeleri yapmak için stüdyo dışına yönelir. Bunun sonucunda ya ürün yerleştirme ajansları ya da firmaların ilgili departmanıyla görüşülür ve ortak bir karara varılır. Kararın alınmasından sonra ürün yerleştirme sözleşmesi iki taraf arasında imzalanır. Sözleşme firmanın markasını filme ne şekilde sokacağını belirler ve yerleştirmeyi garanti altına alır. (www.danismend.com). Örneğin, Mirimax, Green Hornet filminde kendi araçlarını kahramanın otomobi- 148 li yaparak bir “karakter” haline getirmek isteyen oto üreticilerinden 35 milyon dolar gibi rekor düzeyde bir para istemiştir. Stüdyonun pazarlama bölümü piyasayı turlamaya başladığında filmin senaryosu henüz başlamamıştı bile (Donaton 2003: 24). Yine, çalışmanın örneklemini oluşturan Die Another Day (Başka Gün Öl) isimli James Bond filmlerinde kullandığı BMW’nin yerini alabilmek için 20’den fazla otomobil firması film senaryo aşamasındayken yarışmış, sonuçta filmde 35 milyon dolar ödeyen Ford firmasının Aston Martin marka otomobili kullanılmıştır. Yine yıllarca filmlerinde Rolex marka saat kullanan Pierce Brosnan, bu filmde Omega saat kullanmış ve sözleşmesi gereği kendisiyle yapılan söyleşilerin fotoğraf çekimlerinde bile Omega kol saatini göstermiştir. Bond, bu filmde içkisini ve havayolu şirketini değiştirmenin yanında modacısını da değiştirmiş ve 300 bin dolarlık ödeme yapan Brioni Roman Style’ın takım elbiselerini giymeye başlamıştır (Uzun 2007: 240). Peki tüketiciler izledikleri sinema filmlerini neresinde bu kadar reklâma maruz kalmaktadır. Bunun iki şekli vardır: Birincisi doğal ortamında markayı ileterek, diğeri ise yaratıcı yaklaşımlarla ürünü yerleştirerek. 3.1. Yaratıcı Ürün Yerleştirme Yaratıcı yerleştirmede izleyici maruz kaldığı markayı; mekanın veya o an’ın doğal bir gereksinimi gibi algılar. Yaratıcı yerleştirmelerde ürünler filmlere dolaylı olarak sokulur. Sözgelişi, yağmurlu bir günde metro istasyonunda beklemekte olan film yıldızının tam arkasında duran reklâm panosunda bir markanın reklâmının yer alması. Ya da filmde aktör elinde kumandayla televizyon seyrederken belirli bir markanın reklâmının televizyonda gösterilmesi yaratıcı ürün yerleştirme uygulamalarına örnektirler (Öztürk 2003:25). Çalışmada ele alınan filmde, başrol oyuncusu James Bond karakteriyle izlediğimiz Pierce Brosnan’un kalmak istediği otelin açıkça The Rubyeon Royal Hotel olduğunun görülmesi, aynı filmde Gustav Grayds karakterini canlandıran Toby Stephens’ın paraşütle inmek gibi gösterişli bir şekilde geldiği basın toplantısını Backingham Palace’nin karşısında yapması, adı geçen markaların filme yaratıcı olarak yerleştirildiği sahnelerdir. Buna benzer uygulamaları son dönem hemen hemen her sinema filminde görebilmekteyiz. Başka bir örnekse, 2000 yılında gösterime girmiş, yönetmenliğini Jay Roach’ın yaptığı Zor Baba filmidir (Meet The Parents: 2000). Filminde havaalanında geçen bir sahnede arka planda yer alan Atlantis billboardı yaratıcı ürün yerleştirmeye iyi bir örnektir (http://www.danismend.com). Aynı uygulamaya 2004 yılında gösterime girmiş yönetmenliğini Tony Scott’un yaptığı Gazap Ateşi (Man of Fire: 2004) filminde de, Creasy roluyle başrol oyuncusu Denzel Washington korumalılığını yaptığı Pita karakterini canlandıran Dakota Fanning’i okula götürürken yolda Coca-Cola billboardının karşısından geçtiğinde rastlamaktayız (Uzun 2007: 240). 3.2. Doğal Ürün Yerleştirme Doğal yerleştirmede kullanılan ürünler filmde olması gerekenler ve istekler listesine göre filmin öyküsünü güçlendirebilecek ürünlerden oluşur. Bu süreçte, “Doğal her zaman daha uzun etkili olur” 149 diyor Hollywood’un eskilerinden biri. Yani önemli olan, “Ürünü doğal bir biçimde senaryoya örebilmek, yani kimsenin gözüne gözüne sokmadan bunu yapmaktır (Donaton 2003: 114). Bunun için ürün, doğal çevresi içine yerleştirmeye çalışılır. Mesela; mutfakta geçen bir sahnede masanın üzerinde öylesine duruyor izlenimi veren bir A marka cola şişesi, B marka cips markası ya da buzdolabı açıldığında kapağındaki C marka süt şişesi. Banyodaki markası belli şampuanlar, sabunlar, temizlik malzemeleri gibi kullanım mekanında, ortamın doğal ürünü, oyuncunun sıradan aracı gibi sunulan doğal ürün yerleştirme şekilleri bunlardan bazılarıdır. Doğal ve yaratıcı yerleştirme şekilleri, stratejik ve planlı bir çalışmasının sonucudur. Bu uygulamayla eğlence sektörüyle işbirliği yapan reklam disiplininin bundan sonra hangi değişik uygulama alanlarına yöneleceği, muhtemel tüketicisine hangi değişik yoldan sesleneceği merak konusudur. Tüketicinin reklamcılık söylemlerine yaklaşım açısı, reklamcıları ve pazarlama bilimcileri bu arayış ve farklı uygulamaları yapma noktasında mecbur bırakmaktadır. 4. Ürün Yerleştirme ve Sinema: “Sinemada Reklam Vardı!” “Ürün yerleştirmenin en fazla kullanıldığı ve en etkili olduğu medya kuşkusuz kitle iletişim araçları içerisinde en eski olanlarından birisi olan “sinema”dır. Sinema filmleri yüksek bir hatırlama yaratır (Yüksel 1994: 118)”. Görüntülerin büyük bir perdeye yansıtılıp insanlara seyrettirilmesi ilk defa 1895 yılında Fransa’da Auguste ve Louis Lumie- re tarafından icat edilen “cinematographe” adı verilen aygıtla gerçekleştirilmiştir. İlk sinema 1905 yılında ABD’de Pittsburg şehrinde “Nickelodeon Tiyatrosu” adıyla açılmıştır. O tarihten bu zamana kadar yaklaşık bir asır geçmesine ve diğer kitle iletişim araçlarının icat edilmesine rağmen sinema filmleri, duygu ve düşüncelerin etkin bir şekilde kitlelere aktarılması işlevini hala sürdürmektedir (Çiftçi 2001: 17). Yirminci yüzyılın ikinci yarısının büyük bölümünde filmler, New York ve Los Angeles’da açılırdı, haftalarca gösterildikten sonra yavaşça diğer kentlere gönderilirdi. Çok salonlu-multiplex-sinemaların popüler olması ve çoğalması her şeyi değiştirdi; bir filmin ülkenin her yerinde aynı tarihte başlamasına ve filmi o gece görmek isteyenlerin bilet bulabilmesine olanak sağlamıştır. Sinema derneği Motion Picture Association’a göre, 1980’de ABD’de 17.590 perde vardı. 2002’ye gelindiğinde, bu rakam 6000 sinema salonunda 35.280 perdeye çıkmıştır. Filmlerin toplam hasılatı içinde, ilk hafta satışlarının önemi büyüktür. Örneğin, 2002’de yüksek hasılatlı filmlerden Spider Man, ilk haftada 115 milyon dolar hasılat yapmıştır. Bu da toplam ABD hasılatı olan 403 milyon doların %25’inden fazlasına denk gelmektedir (Donaton 2003: 70). Sinema salonlarının sayısal olarak bu artışı sinemanın birçok yönden televizyona alternatif olmasına neden olmuştur. Geleneksel reklam uygulamalarının dışında yeni bir uygulama olan ürün yerleştirme medyası öncelikle sinemadır günümüzde. Sinemanın ilk dönemlerinden beri ürün filmlere ürün yerleştirilmesine rağmen; bunu biliçli ve planlı yapıldığı tarih yeni sayılmaktadır. “Sinema- 150 da, 1982 yılında E.T. filminde kilit sahnelerden birinde Hershey’s çikolatalarının yer almasından günümüze kadar ürün yerleştirmeye dair birçok örnek sıralayabiliriz: Minority Report - Gap, Tomb Raider/The Cradle of Life - Panasonic; Türk sinemasından örnek vermemiz gerekirse: Karışık Pizza-Domino’s, Herşey Çok Güzel Olacak-Renault.... vb. çeşitli dizi ve filmlerin içinde bazı ürünlerin görüntülerinin yer alması gizli reklâmı doğurmakta ve haksız rekabet gibi bir sonucun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çünkü izleyici filmi izlerken kendini kahramanlarla özdeşleştirmektedir. Onun yaptıkları ve kullandıkları izleyici tarafından da arzu edilen haline gelmektedir (Pulp Fiction filmiyle beraber siyah ojenin ve kırmızı rujun popülaritesi artmıştır. Hershey’s’in ürettiği bir şekerin E.T.’de bir sahnede kullanılmasından sonra filmin vizyona girdiği ilk iki haftada satışları üç katına çıkmıştır) (http://ilef.ankara.edu.tr)”. Belch ve Belch’e göre Tom Cruise Risky Business filminde Ray-Ban gözlükleriyle gözüktüğünde ürünün satışları kısa sürede 18000’den 360000’e çıkmıştı. Firma ürün yerleştirmeyi tüm iletişim stratejisinin bütünleşik bir parçası olarak kullanmaya devam etmiştir. Aktör Don Johnson Miami Vice dizisinde bu gözlüğü takmıştır. Sonuç satışların ikiye katlanması olmuştur. Bruce Wills tarafından Mavi Ay dizisinde kullanıldığında satışları 860 bine çıkmıştır. Tom Cruise’in ülkemizde de gösterilen Top Gun filminde kullanılan gözlüğün satışları 1.5 milyona ulaşmıştır (Öztürk 2003: 3). Pazarlamacıların ilginç bir iletişim stratejisi olarak ürün yerleştirmeyi göz önüne almalarının üç nedeni var görün- mektedir: Birincisi film seyretmenin yüksek dikkat ve ilgilenim içeren bir faaliyet olmasıdır. İkincisi başarılı filmler çok izleyici çekerler. Dolayısıyla izleyici başına maliyeti düşünüldüğünde ürün yerleştirme gerçek bir pazarlık olarak görülebilir. Sonuncusu, ürün yerleştirme firmanın ya da markanın tutundurulmasının doğal, agresif olmayan ve zorlayıcı olmayan bir yoludur Turcotte ise ürün yerleştirmenin üç anahtar pazarlama faydasını ifade etmektedir. Birinci olarak ürün yerleştirmelerinin uzun bir yaşam dönemi vardır. Kısa bir yaşam süresi olan geleneksel televizyon reklâmlarından farklı olarak başarılı filmlerde yer alan ürün yerleştirmeler, bu filmlerin uluslararası dağıtımından, televizyonlarda tekrar tekrar yayınlanmalarından ve videodaki sınırsız yaşamı gerçeğinden fayda sağlarlar. İkincisi sinema çevresindeki bağlam evdeki izlemeye göre çok daha az kesintiye uğrar. İzleyicinin dikkatini çekmek için rekabet eden diğer reklâmlar ve telefon kesintileri ve evde yapılacak ufak tefek işler sinemada bulunmamaktadır. İzleyici tutuklu bir durumdadır. Sonuncu olarak sinemanın resim kalitesi, ekran büyüklüğü ve ses kalitesi hiçbir ev içi izleme sistemiyle karşılaştırılamaz (Öztürk 2003: 4). 5. Araştırmanın Yöntemi ve Modeli İçerik analizi sözlü, yazılı veya görsel mesajların incelenmesinde kullanılan bir yöntem olup, “mesajın görünen, kolayca yakalanan, sergilenmiş ve ilk bakışta algılanan içeriği yerine, gizli, üstü örtülü içeriğini ortaya çıkarmayı sağlamaktadır. Dolayısıyla içerik analizi, mesajda, bireyi 151 görünmeden etkileyen öğelerin belirlenmesine yönelik “ikinci bir okuma”dır.” (Bilgin, 2006: 1). Bu doğrultuda bu çalışmada içerik analizi yöntemi ve bu yöntemle elde edilen sayılabilecek nitelikte birimler ve bu birimlerin analiz göstergeleri frekans türünde ifade edilerek içerik analizinin frekans analizi modeli uygulanmıştır. İçerik analizinin bize sağlayacağı en büyük fayda, kitle iletişim araçları (TV, Radyo, yazılı ve basılı medya, vb..) ile yapılan yayınların içeriğinin mümkün olduğunca sistematik, nicel ve nesnel bir sınıflamaya tabi tutmasıdır. Bu doğrultuda çalışmanın oluşması sürecinde içerik analizi yöntemi uygulanırken öncelikle, çalışmanın hedefleri ortaya konulmuştur. İkinci aşamada örneklem ortaya konulmuştur son aşamada ise örneklemin bölüneceği kategoriler saptanmıştır. Nihayetinde ise, kategorilerin frekansları nicel olarak belirlendikten ve kategoriler arası ilişkiler çözümlendikten sonra değerlendirme, çıkarsama ve yorumlama aşamasına gelinmiştir. 6. 2000 Yılı Sonrası Bazı Hollywood Filmlerinde Kullanılan Ürün Yerleştirme Yöntemine İçerik Analizi Yöntemiyle Eleştirel Bir Bakış: Örneklem Film “Die Another Day” Pazarlamacılar yerleştirmeleri markalarını ölümsüzleştirmek ve popülerleştirmek için eşsiz bir yol olarak görmektedirler. Çünkü sinema filmleri mükemmel bir mesaj ulaşımı ve çok uzun bir mesaj yaşamı sunmaktadırlar. Bazı iletişim ve pazarlama iletişimciler tarafından filmlere marka yerleştirilmesi, markanın sadece filmde görünmesi, markalı ürünün filmde oyuncular tarafından kullanılması, markanın filmde anılması ve oyuncuların filmde ürünü bizzat kullanması ve markadan bahsetmesi (Odabaşı ve Oyman, 2002: 379) gibi değişik kategorize şekillerine gitmesine rağmen; “uygulama açısından ele alındığında ürün yerleştirmelerin; görsel (visual-VIS), işitsel (audio-AUD) ve görselişitsel (audio/visual-AV) olmak üzere üç şekilde hayata geçirildiği görülmektedir (Gürel ve Alem, www.ilet.gazi.edu.tr)”. Şekil 1: Ürün Yerleştirme Şekilleri 152 Görsel Yerleştirmeler: Dikkati doğrudan ürün ya da markaya yöneltecek herhangi bir sözlü mesaj olmaksızın, ürünün kendisini ya da marka kimliğine ilişkin görsel belirleyicileri -brand identifiers- içermektedir. Dolayısıyla bu tür yerleştirmelerin, markaya ilişkin mesajları görsel yöntemlerle tüketicilere ilettiklerini ve marka imajını tüketici zihnine görsel boyutta kazıdıklarını ifade etmek mümkündür (Gürel ve Alem, www.ilet. gazi.edu.tr). “D’Astous ve Chartier’in (2000) çalışmalarından çıkan sonuçlar da karar vericilere ürün yerleştirmenin etkileri hakkında ışık tutmaktadır. Ürün yerleştirmeye ilişkin tüketici belleği başrol oyuncusu ürünün görüldüğü sahnede mevcut olduğunda ve yerleştirme uygulaması izleyici tarafından olumlu olarak değerlendirildiğinde artmaktadır. Tüketicilerin yerleştirmeleri değerlendirmeleri başrol oyuncusu bulunduğunda, yerleştirme açık, belirgin olduğunda ve filmde geçtiği sahneyle iyi bütünleştiğinde daha olumlu çıkmıştır. Diğer taraftan tüketici yerleştirmeleri kabul edilmez olarak değerlendiğinde ve yerleştirilen ürün filmdeki sahneyle iyice bütünleştiğinde tüketici belleği zayıflamaktadır (sadece anımsama). Yerleştirmelerin belirginliği tanıma belleğini artırırken anımsamada olumsuz etkisi vardır (Öztürk 2003: 5 ). 2003 yılında gösterime giren İtalyan İşi filmi, (Italian Job: 2003) cüretkar bir soygundan sonra, kendilerini aldatan arkadaşlarından intikam almak isteyen bir grup hırsızın ona tuzak kurmasının öyküsünü anlatır. Planın anahtarı, başka otomobillerin, hele hele ABD’de popüler olan Jumbo SUV’lerin asla sığamayacağı yerlerde bile hızla manevra yapabilecek küçük bir dizi otomobil “Mini’ler” filmde adeta bir karakterdir. Sırf fiziki ni- telikler yüzünden bile, başka hiçbir otomobilin oynayamayacağı bir rol ile filmde yer almıştır. Çok az otomobilin gerçekleştirebileceği tehlikeli sahnelerde oynamakta, daracık iç mekanlarda kritik daireler çizmekte, bir metro istasyonunun merdivenlerinden çevikçe tırmanmakta, hatta rayların üzerinde bile gitmektedirler. “Filmin (Italian Job) başrolünde, ufacık İngiliz spor otomobili Mini’nin olması gerçekten çok önemli bir ürün gösterme başarısıydı. Jeo Morgenstern “gelmiş geçmiş en iyi otomobil reklâmı” diye yazıyordu, Wall Street Journal’da. Film bu yönüyle “senaryoya ürün koymanın ulaşabileceği en büyük başarı” eleştirisini de almıştır, çok eğlendirici bir film olmasının yanında. BMW, 1 milyon doları aşan maliyete sahip 32 adet otomobili film için özel üretmişti” (Donaton 2003: 73). Görsel yerleştirmelere ilişkin bu ve bunun gibi örnekler arttırılabilirler. Hangi ürünün filmin neresinde, görsel mi, işitsel mi ya da görsel/ işitsel mi yerleşeceği çok yaratıcı bir yaklaşımı gerektirir. “Başka Gün Öl” filminde yerleştirmelerin büyük çoğunluğu görsel yerleştirmeler yoluyla yapılmıştır. Omega, Sony-Sony Ericsson, Ford, Jaguar, Volvo, Range Rover, Samsonite, Philips, The Rubyeon Royal, High Dergisi, Kodak gibi markalar özellikle bu yolla yerleştirilmişlerdir. Özellikle bu tür yerleştirmelerin doğal yolla filme yerleştirildiği görülmektedir. İşitsel Yerleştirmeler: Ürün ya da markanın ekranda gözükmeksizin, sözlü olarak tüketiciye sunulması ve iletişim içeriğinde yer alan karakterlerin markaya ilişkin mesajları tüketicilere sözel bir şekilde iletmesi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda görsel yerleştirmelerin aksi- 153 ne bu tür yerleştirmelerde; ürün ya da marka herhangi bir görsel katkı olmaksızın, yalnızca sözlü ifadelerin yardımıyla tüketicilerin zihnine konumlanmaktadır (Gürel ve Alem, www.ilet.gazi.edu. tr). Filmde başrol oyuncusuna söz etme yoluyla çeşitli markaların reklâmı yapılmak suretiyle, izleyicinin filmi izlerken kendini kahramanlarla özdeşleştirmesi sağlanır. “Başka Gün Öl” filminde James Bond karakterini canlandıran Pierce Brosnan birçok işkenceden sonra geldiği otelde kendini ödüllendirme edasıyla 61 BOLLINGER marka şarabı sözlü olarak özellikle istediğini belirtmesi, yine aynı filmde Gustav Grayds karakterini canlandıran, Toby Stephens, filmdeki James Bond karakteriyle karşılaştığında OXFORD ve HARWARD üniversitelerinden övgüyle söz ederek bu üniversitelerden mezun olduğunu sözlü olarak dile getirmesi bu uygulamalara iyi birer örnektirler. “Başka bir örnekse, 2003 yılında gösterime girmiş yönetmenliğini Clint Eastwood’un yaptığı Gizemli Nehir (Mystic River: 2003) filminde Tim Robbins’in oynadığı Dave karakterinin sorguya başlamadan önce Kevin Bacon’dan ısrarla Sprite istediği sahne söz etme yoluyla, ürün yerleştirme için örnektir” (http://www.danismend. com). Görsel-işitsel yerleştirme ise, ilk iki yerleştirme türünün bir kombinasyonu olarak nitelenebilmektedir. Dolayısıyla bu tarz ürün yerleştirmeler; hem ürün ya da markanın gösterilmesi, hem de telaffuz edilmesi şeklinde hayata geçmektedir. Her iki tür ürün yerleştirmenin avantajlarına sahip olması nedeniyle görselişitsel yerleştirmelerin, son derece etkili olduklarını ve marka mesajının diğer iki türe kıyasla daha kolay ve daha başarılı şekilde tüketiciye ulaşmasını sağladıklarını ifade etmek mümkündür. Bu nedenle de görsel-işitsel yerleştirmeler, reklamverenler tarafından sıklıkla kullanılmakta ve diğer iki tür ürün yerleştirmeye kıyasla daha çok tercih edilmektedir (Gürel ve Alem, www.ilet.gazi.edu.tr). James Bond karakterini canlandıran Pierce Brosnon’ın 61 BOLLINGER marka şarabı sözlü olarak özellikle istediği anda aynı zamanda yakın çekim tekniğiyle 61 BOLLİNGER marka olduğu açıkça görülen şaraptan bardağına kendi döküp yudumlaması buna örnektir. Tom Hanks’in başrolünde oynadığı Yeni Hayat (Cast Away: 2000) filminde, film boyunca yerleştirmesi yapılan FedEx, filmin başrol oyuncusu ve diğer oyuncuları tarafından hem kullanılmış hem de diyaloglarda yer almıştır. Markanın filmde oyuncular sözle, görüntülü ve/veya sözlü-görüntülü olarak uygulama açısından ürün yerleştirmenin şekilleridir ve bu uygulamalar başrol oyuncusu tarafından yapılırsa etkisi daha fazla olabilmektedir. Bu uygulama yöntemleri sinemanın sunum şekilleriyle de birebir örtüşmektedir. Bu yönüyle sinema, çok önemli bir kitle iletişim aracı konumundadır ve Hollywood’da özellikle sinemalarda ürün yerleştirme stratejisi standart bir işletme prosedürüdür. “Bazı araştırmalara göre ortalama 30-40 dakika (%33) ekran zamanı ürün yerleştirmeye ayrılmaktadır (http://ilef.ankara.edu.tr)”. Çalışmada ele alınan Die Another Day filminde de doğal ve yaratıcı yolla görsel, işitsel, görsel/işitsel tekniklerle yerleştirilmiş değişik marka yerleştirmeleri bulgulanmıştır. Filmde yer alan bu yerleştirmeler süre açısın- 154 OMEGA SONY / SONY ERICSSON ARABALAR ( FORD, JAGUAR, VOLVO, RANGE ROVER) SAMSONITE PHILIPS THE RUBYEON ROYAL THE RUBYEON ROYAL 61 BOLLINGER KODAK KODAK BUCKINGHAM HIGH OXFORD, HARWARD 61 BOLLINGER UNIVERSAL TOPLAM SÜRE YERLEŞME VE GÖSTERİM ŞEKLİ 00:04:51 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY 00:04:55 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY 00:05:37 00:05:41 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY KOL SAATİ 00:09:50 00:09:54 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY KOL SAATİ 01:21:00 01:21:07 7’’ YARATICI-GÖRSEL-DETAY KRONOMETRE ALETİ 01:30:01 01:30:07 7’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY DUVAR SAATİ 01:44:12 01:44:18 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY CEP BİLGİSAYARI 00:05:55 00:05:59 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY CEP BİLGİSAYARI 00:06:02 00:06:07 5’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY CEP BİLGİSAYARI 00:06:34 00:06:38 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY CEP BİLGİSAYARI 00:08:02 00:08:07 5’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY PROFESYONEL CEMERA 00:29:46 00:29:53 8’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY PROFESYONEL CEMERA 00:30:01 00:30:06 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY PROFESYONEL CEMERA 00:50:35 00:50:41 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY PROFESYONEL CEMERA 00:51:24 00:51:30 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY PROFESYONEL CEMERA 00:51:34 00:51:42 8’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FOTOGRAF MAKİNESİ MOBESA GÜVENLİK CAMER CEP TELEFONU 00:50:35 00:50:41 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY 00:42:05 00:42:09 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY 00:45:44 00:45:50 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY CEP TELEFONU 00:45:49 00:45:51 2’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY MASAÜSTÜ TELEFON 00:49:00 00:49:06 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY RANGE ROVER 00:05:02 00:05:10 8’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY ARABALAR (GENEL ÇEKİM) 00:06:40 00:06:47 7’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY RANGE ROVER 00:19:05 00:19:13 8’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD CAR 01:07:04 01:07:08 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD 01:07:25 01:08:00 35’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD CAR 01:07:33 01:07 55 22’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY VOLVO CAR 01:09:30 01:09:41 11’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD CAR 01:14:55 01:15:00 5’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD CAR 01:21:25 01:21:30 5’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY VOLVO CAR 01:29:00 01:30:00 10’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD-JAGUAR (KAPIŞMA) 01:34:43 01:41:00 7’ 13’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY-GENEL ARABALAR (GENEL ÇEKİM) 01:59:54 02:00:00 6’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY FORD CAR 02:01:40 02:01:45 5’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY SAMSONITE (ÇANTA) 00:04:45 00:04:48 3’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY MONİTÖR 00:25:58 00:26:03 5’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY OTEL 00:26:15 00:26:19 4’’ YARATICI-GÖRSEL-DETAY OTEL 00:28:00 00:28:02 2’’ YARATICI-GÖRSEL-DETAY ŞARAP 00:28:53 00:29:00 7’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY KODAK FILM (LOGO) 00:48:23 00:48:30 7’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY KODAK FILM (LOGO) 00:48:38 00:48:41 3’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY BUCKINGHAM PLACE 00:49:35 00:49:44 9’’ YARATICI-GÖRSEL-DETAY HIGH DERGİ 00:49:56 00:50:00 4’’ DOĞAL-GÖRSEL-DETAY ÜNİVERSİTELERİ 00:06:37 00:06:41 4’’ DOĞAL-İŞİTSEL ŞARAP 00:28:44 00:28:47 3’’ DOĞAL-GÖRSEL-İŞİTSEL İHRACAT ŞİRKETİ 00:31:00 00:31:06 6’’ YARATICI-İŞİTSEL MARKA ÜRÜNLER BAŞLANGIÇ BİTİŞ KOL SAATİ 00:04:47 KOL SAATİ 00:04:51 KOL SAATİ Tablo 1: (Die Another Day, Time Code) Başka Gün Öl, Zaman Çözümlemesi dan da önemli bir yer tutmaktadır. Filmde kullanılan markalar yerleştirilme yöntem ve süreleri tabloda verilmiştir. bütünleştiğinden (doğal ve/veya yaratıcı yerleştirme) en dikkat çeken markalardan biri olmuştur. Sony Electronics: Filmde 15 ayrı yerde Sony Electronics’in değişik kullanım alanlarına hitap eden elektronik cihazları çoğunlukla amblemi, logosu ve/veya ürünün tamamı görülecek şekilde tam ekrana yansıtılmak suretiyle, bu markanın değişik ürünleri filme yerleştirilmiştir. Filmin değişik karelerinde Sony Ericsson görüntülü cep bilgisayarları; mobese güvenlik kameraları, bilgisayar monitörleri, handsfree masaüstü telefonları, profesyonel kameralar (filmdeki televizyon muhabirleri kullanmıştır), cep telefonları, fotoğraf makineleri vardır. Filmde Sony Ericsson’un değişik kullanım alanlarına hitap eden bu ürünlerinin hepsi amblemi açık bir şekilde görülecek şekilde filmdeki baş ya da yardımcı roldeki oyuncuları tarafından kullanılmıştır. Arabalar: Filmde 16 değişik yerde Ford, Jaguar, Range Rover, Volvo marka otomobiller filmin birçok yerinde birbiriyle yarıştırılmıştır. Bu yarışlar esnasında bu otomobillerin iç dizaynları, çeşitli aksanları yakın çekimlerle gösterilme yoluna gidilmiştir. Film boyunca James Bond karakterindeki başrol oyuncusu Pierce Brosnan, Ford markasının Aston Martin otomobilini; Jıetteta Janson karakterindeki aktirist Halle Berry Volvo marka otomobili; Zao karakterinin oyuncusu Will Yun Lee ise, Jaguar marka otomobilleri kullanmışlardır. Bu otomobillerin filmde kapışması tıpkı bir reklam filmini andırmaktadır. Detay çekimlerle arabaların belli yerlerine ve teknik özelliklerine dikkat çekilmiştir. Omega: Filmde James Bond karakterini canlandıran başrol oyuncusu Pierce Brosnan’un film boyunca bazen bir patlayıcıyı ateşleyen kumanda cihazı, bazen içinden lazer ısınlarıyla büyük bir buz kütlesini kesebildiği çok fonksiyonlu alet olarak kullanabildiği ve filmin bazı yerlerinde yaratıcı bazı yerlerinde doğal olarak yerleştirilmiş Omega kol saati film boyunca 11 değişik yerde izleyicinin dikkatine sunulmuştur, Bunun dışında Omega’nın duvar saati ve kronometresi de amblemi açık bir şekilde görülecek şekilde film içinde yer almıştır ve yine filmde başrol oyuncusu tarafından kullanılmıştır. Özellikle Omega markası başrol oyuncusu tarafından kullanıldığından, yerleştirmeler açık, belirgin olduğundan ve filmde geçtiği sahneyle iyi Giysi ve Ayakkabılar: Filmde başrol ve yardımcı rollerdeki oyuncular, Donetella Versage, Giorgio Armani, Tiffany&Co., Hugo Boss gibi giysileri başrol karakteri James Bond araba kullanırken gaza basışında Gina Shoes marka ayakkabının logosu açıkça görülmüştür. Diğer: Pierce Brosnan’ın British Airways’e ait uçakla seyahat etmiş, uçakta High Life adlı dergiyi okumuş, Zippo marka çakmak kullanmış, filmin bir yerinde elinde taşıdığı çantayı açtığında çantanın Samsonite marka olduğu görülmüş, filmde kötü karakterlerle iyiler arasında çatışma unsurunu oluşturan elmasların içinde açıkça Kodak logosu yer almıştır. Time Codeler DVD’den takip edildiğinden toplam jenerikler, fragmanalar ve filmin ekran süresi dahil toplam 156 süre, 00:00:00-02:08:49 dur. Time code ler bu aralık üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Die Another Day filmi aksiyon/dedektif türü bir film olup toplam 123 dakikadan ibarettir. Tabloda görüldüğü üzere toplam 742 saniyesi, (12’ 37’’) yani filmin yaklaşık %10’unda ürün yerleştirme-entegrasyonu vardır. Filmin muhtelif yerlerinde çalışmada ve tabloda adı geçen marka ve bu markalar ait ürünlerine ait detay çekimlerin time code’lerine ait kareler tabloya taşınmıştır. Örneğin, detay çekilmiş, Omega markasına ait üç ürün 7 aralıkta tabloya taşınmasına rağmen, bu aralıkların dışında filmin birçok karesinde, başrol oyuncusu James Bond rolündeki Pıerce Brosnan’un kolunda bu saat görülebilmektedir. Tabloya taşınan ekran aralıkları detay görüntülere aittir. Bundan dolayı detay görüntüler filmin yaklaşık % 10’unda yer almışken diğer görüntülerle birlikte bu oran, daha da artacaktır. 6. Ürün Yerleştirme Yönteminde De Kullanılan Yöntem ve Uygulamalara Getirilen Eleştiriler Senaryoya ürün entegrasyonu, kötü yapıldığında, gerçek bir risk getiriyor: Tüketicinin hem reklâmverenle hem medya kuruluşuyla ilişkisini zedeleme tehlikesi bu risklerden bir tanesidir. İyi yapıldığında ise ürün entegrasyonu hem ürünün imajını hem eğlence deneyimini sağlamlaştırabilir. En iyi örneklerde ürün, eğlence materyaliyle rahat bir uyum içindedir, hatta iyi bir gerçeklik duygusu katmaktadır. Kötü ürün entegrasyonu anlaşmaları, genellikle yapay tüketicilerce de benimsemediği gibi, tüketici- nin reklâmverene ve çöp olduğu bu kadar belli şeyleri sunan medya şirketine güvenini de yitirebilmektedir (Donaton 2003: 110). Eleştirilerin önemli bir bölümü tüketicinin bu tür mesajlar karşısındaki durumuna ilişkin iken, bir kısmı ise sanatın bu tür mesajlara ticari bir ortam olmasıyla ilgilidir. Sinema eleştirmenleri, ürün yerleştirmelerin filmlerin sanatsal bütünlüğünü tehlikeye soktuğuna ilişkin görüşlerini açıklamaktadırlar. Sözgelişi; Miller, film sektörünü aşırı marka yerleştirmeler için eleştirip filmlerin uzun reklâmlar haline geldiğini iddia etmektedir. Tüketici taraftarları ise ürün yerleştirmeleri aldatıcı reklâm olarak görmektedirler, Çünkü; marka yerleştirmelerinin ikna edici içeriğini bilmeyen sinema izleyicisinin satın alma davranışları içinde yer alabileceğini iddia etmektedirler. Bazılarını ürün yerleştirme konusunda rahatsız eden konu ise, bilgilendirilmemiş bir izleyiciye bir ürünün satışından başka bir amacı olmayan mesajların iletilmesidir. Konuyla ilgili, Consumers Union kuruluşu raporunda şunu ifade etmektedir. “Reklâm bireyi şüpheciliğe davet etmektedir. Başkaları kişiyi istediklerini yapmaya zorlarlarsa, birey onların isteklerinin her zaman kendi en yüksek çıkarları için olmadığı olasılığına karşı uyarılır.” Ürün yerleştirmeler ise bizim savunmamızı zayıflatarak çalışmaktadırlar. Miller’e göre; “Çıplak gözle görülmelerine rağmen bilinçaltı teşvikler gibi işlemektedirler, Çünkü gösterildikleri bağlam bir reklâm değil görünüşte bir filmdir”(Öztürk 2003: 7). Ürün yerleştirmenin bu etik dışı görülen uygulamasının yanında tüketicideki etkisine yönelik şüpheli duruş ve eleştiriler devam etmektedir. 157 Bu çerçevede tartışmaların bir boyutu da, reklâm mesajının eğlence içeriğine katılmasının, izleyiciler tarafından daha sunum aşamasında reddedilip edilmeyeceği etrafında dönmektedir. Böylesi bir ret, tüketiciler, reklâmverenler ve içerik üretenler için “kaybet-kaybet-kaybet” durumu yaratmaktadır. Piyasa kötü yapılmış veya çok bariz ürünleri kabul etmeyeceğini daha şimdiden kanıtlamış durumda. Time Warner’in WB kanalında CocaCola’nın fonladığı, Young Americans programının pilot yayınının iptali bunun bir örneği. Program, Coca-Cola’yı, senaryoya arsız bir biçimde koymuş ve izleyicilere itici (hoşlandığı kıza, iki elinde iki soğuk Coca-Cola şişesiyle yaklaşan birini düşünün) gelmişti (Donaton 2003: 26-27). Ayrıca, yerleştirilen ürünün dikkat çekmeme olasılığı her zaman için bulunmaktadır. Özellikle de filmin rahatsız edici ya da aksiyon içeren kısımlarında yer alıyor ise. Ayrıca ürün yerleştirme sonucu kesin olmayan bir yatırım olabilir, çünkü; hem ürüne maruz kalma hem de harcanan para eğer film başarısız olursa havaya gidebilir. Diğer bir değişle marka yerleştirmenin, pazarlamacının ya da aracılık eden firmanın marka yerleştirme sürecinde kontrolünün olmamasından kaynaklanan zayıflıkları bulunmaktadır. Bunlar; belirli bir filmin gösterime girme tarihini ya da başarısını garanti edememeyi, markanın filmden çıkarılma olasılığını, sinema ortamında markanın olumsuz ya da açık olmayan tasvirini, etkinliği ölçmenin zorluğunu ve sinema ortamında izleyici seçiciliğinin olmamasını içerir. Ürün yerleştirmeler konusundaki endişelerin önemli bir bölümü de, filmlere yerleştirilen sigara markaları ve içimine yöneliktir. İçerik analizleri yeni gösterime giren filmlerin % 80’ininde sigara içimi gösterildiğini ve filmlerdeki sigara içiminin genç görünüm, sağlıklı görünüm ve kişisel/profesyonel kabul ile özdeşleştirildiğini ortaya koymaktadır. Sigara endüstrisi 1920’lerden beri ürünlerini filmlere yerleştirmektedirler. 1990’da ABD’de kongre sigara yerleştirmelerini yasaklamakla korkutunca sigara pazarlayıcıları parası ödenmiş yerleştirmelerden vazgeçmeye karar vermiştir. Ancak buna rağmen filmlere sigara içiminin para karşılığında yerleştirildiği konusundaki inanç devam etmektedir. Sinema filmlerinde sigara markalarının görünümünü inceleyen bir araştırmada 1988-1997 arasında gösterime giren 250 sinema filmi incelenmiştir. Filmlerin % 85’inde sigara içilmekte iken 70 filmde sigara markası görülmektedir. ABD’nin en çok reklâm veren 4 sigara markası bu filmlerde de en çok görünen markalardır. Bu filmlerin gelirlerinin % 49’unun ABD dışında oluşması filmlerin geniş bir uluslar arası kitleye ulaştığını göstermektedir. Araştırmacılar, arada finansal bir mübadele olmasa da Amerikan sigaralarının sinema filmleri aracılığıyla küresel bir izleyiciye ulaştığını öne sürmektedirler (Öztürk 2003: 9). Ayrıca, “Erwin Ephron’un Mediaweek’teki bir yazısında: “Ürün yerleştirme büyük markalar için geçerli bir yöntem. Daha az bilinir markaların filmin içine yerleştirilmesi izleyici için bir anlam taşımıyor (Öztürk Eda, www.marketingturkiye.com)” demektedir. Çünkü, ürün yerleştirmeyle tanınırlık oluşur. Ve bilinirlik tanınırlıktan daha önce gelişen bir markalaşma sürecidir. Bilinmeyen bir marka için ürün yerleştirme yöntemi uygun bir strateji olmayacaktır. 158 Sonuç Pazarlamanın en güçlü araçlarından biri kuşkusuz reklamdır/reklamcılıktır. Ancak geleneksel pazarlama formüllerinin bolca uygulanması tüketiciyi çoktan bilgili hale getirmiş ve kaba saba manipilasyon çabalarını hemen fark ederek çoğunlukla bu çabalara kapalı kalması, ilgi göstermemesi gibi temel sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu da bildiğimiz (geleneksel) reklamcılığın etkisinin azalmasına, piyasanın ve ticaretin kurallarının değişmesine neden olmuştur. Artık hiçbir medyanın 1960’larla 1990’lar arasında televizyonun yaptığı gibi hüküm süremeyeceği bilinmektedir. Ancak, daima kitle pazarları mevcut olacak, fakat reklamcılar onlara, muazzam izleyici yığınları toplayan çok az sayıda etkinliğin dışında erişme olanağı bulamayacaktır. Bu süreç, ele alınış şekilleri açısından değişik ayrımlara tabi tutulan reklamcılığın, sunuluşu açısından da açık ve gizli reklamlar olarak bölümlere ayrılmasını sağlamıştır. Açık reklam: biçimi ve yayınlandığı mecra ne olursa olsun, reklam olduğu açıkça belli olan iletilerdir. Gizli reklamlarsa yayıncı tarafından reklâm yapma maksadıyla malların, hizmetlerin, ismin, markanın üretici veya hizmet sağlayıcının faaliyetlerinin, para karşılığı veya benzer sebeplerle, programlarda logo, ticari unvan, tescilli marka, görüntü, sözlü ifade veya bunları çağrıştırabilecek imalarla tanıtımı olarak tanımlanmıştır. Gizli reklâmdan söz edilebilmesi için, her şeyden önce reklâm yapma iradesinin bulunup bulunmadığının tespiti önem taşımaktadır ve 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 16. maddesinin ikinci fıkrasına göre gizli reklâm yapılması yasaklanmıştır ve çalışmanın konusunu oluşturan ürün yerleştirme de bu yaklaşımlar çerçevesinde bir gizli reklam uygulamasıdır. Gizli reklâmın yeni ve yaratıcı yolu olan ürün yerleştirme, kumanda cihazını elinden aldığı, diğer sayfaya geçmek gibi bir özgürlüğünün olmadığı bir ortamda, -sinemada- filmlerin içine belirli mesajların, markaların örtülü bir şekilde yedirilmesi, o anda mesaja karşı hazırlıksız olan izleyicinin filmin büyülü dünyasına dalmışken tüketiciyle markanın aynı yerde buluşturulduğu etkili bir pazarlama yöntemidir. Ürün yerleştirme, sinema filminin herhangi bir yerine, planlanmış ve çok çarpıcı olmayan bir yolla belirli bir markanın yedirilmesiyle yapılmakta olup yaratıcı ve/veya doğal olmak üzere iki şekilde senaryolara entegre edilebilmektedir. Doğal yerleştirmelerde, ürünler sanki o anın doğal bir gereğiymiş gibi tüketicinin dikkatine sunulurken; yaratıcı yerleştirmelerde, ürünler filmlerin senaryosuna dolaylı olarak yerleştirilirler. Bu işlem ise; uygulamada görsel, işitsel ve görsel-işitsel olmak üzere üç şekilde filmde hayata geçirilir. Ürün yerleştirmenin amacı, ürünün özel marka olarak konumlandırılmasına katkıda bulunmaktır. Markanın, belli bir hayat tarzı ve demografik özellikleri olan müşteri grubu oluşturmasına yardım eder “Zenginler BMW otomobil kullanır” ya da “kahvaltıda corn flakes yer” gibi benzetmelerle tüketici, bu ürünleri almaya özendirilir. Ya da belli sosyal gruba ait olmak isteyen tüketiciler, kendileri ile özdeşleştirdikleri oyuncuların kullandıkları ürünleri satın almaya yönlendirilirler. Bu çerçevede, ürün yerleştirme iyi yapıldığında ürünün imajını ve marka de- 159 ğerini güçlendirdiği gibi, kötü yapıldığında, marka açısından gerçek bir risk de olabilmektedir. Tüketicinin, markayı fark etmemesi ya da yerleştirilen markanın dikkat çekmemesi olasılığı gibi. Buna ilaveten ürün yerleştirme uygulamalarında gerçekçilik boyutuna dikkat edilmesi, ürünün film ile bütünleşmesine önem verilmesi ve gereksiz tekrarlara gidilmemesi, hem filmin sanatsal niteliğinin zedelenmemesi, hem de izleyicide film bağlamında reklâm izliyor duygusu yaratılmaması açısından önemlidir. Ürün yerleştirmeye ilişkin tüketici belleği, başrol oyuncusu ürünün görüldüğü sahnede mevcut olduğunda ve yerleştirme uygulaması izleyici tarafından olumlu olarak değerlendirildiğinde artmaktadır. Bu çalışmada, 2002 yılında gösterime giren, 20’den fazla şirket markasını ürün yerleştirme tekniğiyle izleyiciyle buluşturan yönetmenliğini Lee Tamahori’nin yaptığı, Başka Gün Öl (Die Another Day, 2002) filminde kullanılan ürün yerleştirme uygulamaları içerik analizi yönteminin frekans analizi metoduyla incelenmiştir. Filmde, senaryoda doğal ve yaratıcı yolla yerleştirilmiş, görsel, işitsel, görsel/işitsel izleyicinin dikkatine sunulmuş birçok değişik marka/ürün yerleştirmeleri bulgulanmıştır. Filmde yer alan bu yerleştirmeler süre açısından da önemli bir yer tutmaktadır. Time Codeler DVD’den takip edildiğinden toplam jenerikler, fragmanalar ve filmin ekran süresi dahil toplam süre 02:08:49’dur. Time code ler bu aralık üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Die Another Day filmi aksiyon/dedektif türü bir film olup toplam 123 dakikadan ibarettir. Filmin toplam 742 saniyesi, (12’ 37’’) yani filmin yak- laşık %10’unda ürün yerleştirme yoluna gidilmiştir. Bazı araştırmalara göre bu oran son dönem Hollywood yapımlarında ortalama olarak bazı 30-40 dakikaya (%33) kadar çıkmaktadır. Ürün yerleştirme, günümüzde başta sinema olmak üzere, edebiyat, bilgisayar oyunları, sit comlar, gazete metinleri, müzik klipleri, her türlü haber, show ve eğlence programlarında kullanılan sıradan bir uygulama haline gelmiş olup artık sıradan bir reklamcılık uygulaması olarak kabul görmektedir. Ancak etkisiyle, yöntemleriyle ve etik değerleriyle bu uygulamaya yönelik eleştiriler devam etmektedir. Bu eleştiri ve değerlendirmelerin içinde en çok önemsenmesi gereken ise özelliği etik değerleridir. Çünkü ürün yerleştirme bir gizli reklam uygulamasıdır ve gizli reklam yapmak çeşitli ulusal-uluslararası kural, yasa teamül ve etik çerçevelerle yasaklanmıştır. Buna rağmen; bunlar gibi kural, yasa ve teamüllerin uygulama noktasında gerekli hassasiyetten uzak olunduğu görülmektedir. Kaynakça Ak Mehmet (1998), Firma / Markalarda Kurumsal Kimlik ve İmaj, Işıl Ofset Basımevi, İstanbul. Ali Atıf Bir ve Fermani Maviş (Der.) (1988), Dünyada ve Türkiye’de Reklâmcılık ve Reklâmın Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara. Arslan, Eylem, Filmlerin Parlayan Yıldızı: Ürünler, http://www.danismend. com/konular/pazarlamayon/paz_filmlerinyildizi.htm, 09.04.2007. Bilgin, Nuri (2006), Sosyal Bilimlerde 160 İçerik Analizi “Teknikler ve Örnek Çalışmalar”, Siyasal Yayınevi, Ankara. Bir Ali Atıf, Hürriyet Gazetesi, 03 Ekim 2004. Cast Away; 2000; Yapım: Amerika, Yönetmen: Robert Zemeckis; Oyuncular: Tom Hanks, Helen Hunt. Çetinkaya Yalçın (1992), Reklâmcılık ve Manipülasyon, Bilgi Yayınevi, İstanbul. Çiftçi Ahmet, Mukayeseli Hukuk Açısından Film Denetim Sistemleri ve 3257 Sayılı Sinema, Video ve Müzik Eserlerini Kanunlarının Getirdiği Sistem, Selçuk İletişim Dergisi, Cilt:2, Sayı:1, Temmuz 2001. Die Another Day, 2002; Yapım: İngiltere, Amerika; Yönetmen: Lee Tamahori, Oyuncular; Pierce Brosnan,Halle Berry, Rosamund Pike, Rick Yune ve Will Yun Lee. Donaton Scott (2003), Zoraki Dostlar Madison Avenue & Vine Street Kavşağı, Çev: Haluk Mesci, Media Cat Yayınları, İstanbul. Elden Müge, Uluslararası Reklâmda Tüketicinin Davranışını Etkileyen Bir Faktör Olarak Kültürel Farklılıkların Önemi, http://www.manas.kg/pdf/ sbdpdf9/Elden.pdf), 09.04.2007. Gürel Emet ve Jale Alem, http://www. ilet.gazi.edu.tr/iletisim_dergi/20/gurelalem.pdf, 25.08.2008. http://ilef.ankara.edu.tr/reklâm/yazi. php?yad=2533, 09.04.2007. Fransa - İngiltere ; Yönetmen : F. Gary Gray Oyuncular : Charlize Theron , Mark Wahlberg. Kavas Alican, Reklâmın Toplumsal Etkileri, Reklâmcılıkta Toplumsal ve Ahlaki Sorumluluk Düşüncesi (1988), Ali Atıf Bir ve Fermani Maviş (Der.), Dünyada ve Türkiye’de Reklâmcılık ve Reklâmın Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara. Keleş Yıldırım, Reklâmda Uluslararası Ahlak Yasası (1988), Ali Atıf Bir ve Fermani Maviş (Der.), Dünyada ve Türkiye’de Reklâmcılık ve Reklâmın Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara. Kılkış Yıldırım, Reklâmcının Sosyal Sorumluluğu (1988), Ali Atıf Bir ve Fermani Maviş (Der.), Dünyada ve Türkiye’de Reklâmcılık ve Reklâmın Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara. Man of Fire; 2004; Yapım: Amerika, Meksika; Yönetmen: Tony Scott; Oyuncular: Denzel Washington, Dakota Fanning, Marc Anthony, Ratha Michell, Christopher Walken. Mystic River, 2003; Yapım: Amerika; Yönetmen: Clint Eastwood; Oyuncular: Sean Penn, Tim Robbins. Odabaşı Yılmaz/Barış Gülfidan (2002), Tüketici Davranışı, Madia Cat yayınları, İstanbul. Odabaşı, Y. ve M. Oyman (2002), Pazarlama İletişimi Yönetimi, Kapital Medya, İstanbul. http://www.dtm.gov.tr/pazaragiris/ulkeler/avt/avt-rap-dig-ga5.htm, 09.04.2007. Öztürk Ayşe Sevgi, Etkileri ve Etkiledikleri Açısından Sinema Filmlerine Ürün Yerleştirme, PI Pazarlama ve İletişim Kültürü Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, 2003, 10.03.2003. Italian Job; 2003; Yapım: Amerika - Öztürk Eda, Markalar Hollywood’a or- 161 tak oldu! http://www.marketingturkiye.com/BilgiBankasi/Detay/?no=250, 25.08.2008. de Reklâm’,Dünyada ve Türkiye’de Reklâmcılık Reklâmın Gücü’, Bilgi Yayınevi, Ankara. Pektaş Özcan, www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=2242, 09.04.2007. Tenekecioğlu Birol (1988), Reklâmın Rolü, Ali Atıf Bir ve Fermani Maviş (Der.), Dünyada ve Türkiye’de Reklâmcılık ve Reklâmın Gücü, Ankara, Bilgi Yayınevi, İstanbul. Rosen Stanley, www.asianfilms. org/china/pdfiles/rosen_pdf1.pdf, 09.04.2007. Someting’s Gotta Give ;2004; Yapım; Amerika, Yönemen; Nancy Meyers; Oyuncular; Jack Nicholson, Diane Keaton, Amanda Peet, Keanu Reeves. Sutherland Max, Sylvester Alice (2000), Reklâm ve Tüketici Zihni, Çeviri: Kalınyazgan Berna, Media Cat yayınları, Ankara. Teknecioğlu Birol (1988), İşletmeler- Uzun Ruhdan (2007), İletişim Etiği, Sorunlar ve Sorumluluklar, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, Ankara. Yüksel Ahmet (1994), İkna Edici İletişim, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir. Zaltman Gerald (2003), Tüketici Nasıl Düşünür? Çev: A. Semih Koç, Media Cat Yayınları, İstanbul. 162 Prof. Dr. Sedat Cereci* İnsan Biyolojisinin İletişim Refleksleri Özet Abstract İnsan doğası, iki temel unsurdan oluşmaktadır: Beden ve tin. Bedeninin temelini oluşturan biyolojik yapı, çoğu zaman tinsel yapısıyla iç içe, etkileşimli olarak yaşayan bir özelliktedir. Pek çok fiziksel davranış, psikolojik ve biyolojik sonuçlar da doğurmaktadır. İnsanın temel tinsel gereksinimlerinden biri iletişimdir. Yaşadığı iletişim süreçlerinde biyolojik tepkiler de veren insan, bedenin kendini dış etkenlere karşı koruma amacıyla geliştirdiği refleksleri zaman zaman biyolojik yapısında da göstermektedir. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Radyo Televizyon Yayıncılığı Bölümü’nce yapılan bir iletişim araştırması, insanların iletişim eylemleri sırasında ortaya koydukları biyolojik refleksleri de belirlemiştir. İnsan iletişim kurarken, yalnızca bedeni ve tinsel yapısıyla değil, aynı zamanda biyolojik yapısıyla da iletişim sürecine katılmaktadır. There are two main elements in human nature: Body and spirit. Biological part of human which is the base of his body mostly lives in a cooperation with psychological part of human. Many physical behavior generate psychological and biological results. One of main psychological necessity of of human is communication. Human sometimes respond in biological reacts in communication events; reflex which human body uses to defence itself against external factors is sometimes uses as biological reflex. A communication study which was done in Yuzuncu Yil University was determined biological reflexes which people show in communication behaviors. When someone communicates, he behaves with not only his body and his psychological part but with his biological elements. Anahtar Kelimeler Key Words Beden, fizyoloji, tepki, tin. Body, physiology, respond, spirit. * Yüzüncü Yıl Üniversitesi Van Meslek Yüksekokulu [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Varlığın temelinin ateş olduğunu savunan Herakleitos’a göre; “her şey sürekli bir değişim içindedir ve değişir” (Kahya ve Öner, 2007, 79). İnsanın biyolojik yapısı da, insanın içinde bulunduğu her koşula bağlı olarak çok sıklıkla değişmekte, özellikle sayısız değişik etkenin rol adlığı iletişim süreçlerinde değişimler göstermektedir. Diğer bir Yunan düşünür Aristoteles de hayvanlarla ilgili gözlemlerini aktarırken; deri renginin değişmesinin, hayvanların hislerinin ifadesi olduğunu savunmaktadır (Kahya ve Öner, 2007, 97). Benzer biçimde insanların ten renkleri de değişik duygusal durumlarda değişiklik göstermekte, insan bedenindeki renk verici maddeler etkinleşmektedir. İletişim süreçlerinde daha da belirginleşen duygular, kan basıncını ve tene rengini veren hormonları da etkilemektedir. İnsan doğasının temelini oluşturan beden ve tinin varlık ve etkileşim alanlarını kesin çizgilerle birbirinden ayırmak güç olmakla birlikte, iki unsurun birbirleriyle etkileşim noktalarını açıkça tanımlamak da aynı ölçüde güçtür. Ancak beden ve tin, insan yaşamı boyunca pek çok durumda birlikte hareket etmekte, insanın davranışları büyük ölçüde, insanı oluşturan iki unsurun ortak eylemleriyle ortaya çıkmaktadır. Bu birlikteliğin beden bölümü, aynı zamanda biyolojik bir temel üzerinde durmakta, fiziksel yapı çoğu zaman biyolojik yapıyla etkileşimli olarak yaşamını sürdürmektedir. “İnsanın temel yaşamsal gereksinimlerinden biri olan iletişim, diğer insanlarla karşılıklı bir etkileşim içinde gerçekleşen düşünce, duygu, görüş alışverişi- ni içermektedir” (Cereci, 1997, 22). İletişim süreçleri genellikle, insanın bedeni ve tinsel yapısıyla birlikte yer aldığı etkileşim süreçleridir. Tinsel yapı, iletişim süreci için gerekli araçları bulup, kodlayıp, biçimlendirirken, bedensel yapı, iletişim sürecinde kullanılacak olan iletilerin gönderilmesiyle ilgilenmektedir. Bu süreçte, insanın fizyolojik yapısıyla da doğrudan ilgili olan biyolojik yapı sık sık etkinleşmekte, tinsel yapının isteklerine veya başka nedenlere bağlı olarak tepkiler vermektedir. Biyolojik tepkiler bazen, ter, ağız salgısı, idrar gibi bir sonuç olarak da ortaya çıkmaktadır. Bedeni dış etkilerden korumaya yönelik reflekslerden farklı olarak, doğrudan iletişim kurulmasına yardımcı olan veya iletişim sürecinin geribeslemesi niteliği taşıyan ya da iletişim sürecinin sonucu biçiminde kendini gösteren biyolojik tepkiler, hemen her zaman insanların farkında olmadan ortaya çıkan, çoğunlukla iletişim sürecinin akışını doğrudan etkilemeyen, ancak biyolojik yapıda önemli sonuçlar doğuran tepkilerdir. Materyal ve Yöntem Bu çalışmada, insan varlığını oluşturan fiziksel, psikolojik ve biyolojik yapıların yaşamı oluşturan durumlara ve eylemlere katılım sürecindeki birliktelik irdelenerek, her unsurun diğer unsurlarla etkileşim içinde verdiği tepkiler ele alınmış; özellikle iletişim süreçlerinde biyolojik yapının verdiği tepkiler üzerinde yoğunlaşılmıştır. İletişim sürecinde, insanın biyolojik yapısının verdiği tepkiler özelikle belirlenmeye çalışılmış, bu tepkilerin varlığı ve niteliği, yapılan bir araştırmaya da dayandırılmıştır. Beden ve tin ola- 164 rak iki temel unsurdan oluşan insanın yaşamsal gereksinimlerinden birisi olan iletişim, insanın hem fizyolojik yapısının hem de tinsel yapısının katılımıyla gerçekleşen bir etkileşimdir. Fizyolojik yapı aynı zamanda biyolojik bir temel üzerinde biçimlenmektedir. İletişim eylemlerinde, bedensel yapının eylemleri zaman zaman biyolojik sonuçları da ortaya çıkarmaktadır. Bu sonuçları öğrenmek için bir anket düzenlenmiş ve insanların, iletişim eylemleri sırasında ortaya çıkan biyolojik tepkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Biyolojik tepkilerin pek çoğunun, bilincinde olmadan gerçekleşen ve iletişim eyleminin sonucuna ulaşmayı amaç edinen veya sürecin sonucuna bağlı olarak ortaya çıkan refleksler olduğu saptanmıştır. İletişim süreci, bedensel eylemler ve biyolojik tepkiler arasındaki bağlantı açıklanmaya; insanın yaşamsal etkinlikleri içinde çoğu zaman da farkında olmadan girdiği iletişim süreçleri içindeki biyolojik tepkilerin yoğunluğu belirlenmeye çalışılmıştır. İnsanın biyolojik yapısının, fizyolojik yapısının yaşamı için gerekli donanımı sağlamak kadar, diğer yaşamsal etkinliklerinin gerçekleşmesi ve düzenlenmesi için de gerekli ve önemli olduğu vurgulanmıştır. İnsanın Biyolojik Yapısı ve İletişim Sürecindeki Tepkileri İletişim, insan bedeninin yaşamak için gereksinim duyduğu su ve besin gibi, insanın tinsel yapısının ve toplumsal yaşam içindeki varlığının sürekliliği için gerekli olan eylemdir. Verici, kanal, alıcı ve geri besleme unsurlarından oluşan iletişim süreci, insanın yaşamsal varlığının gereklerinden biri olduğu kadar onun toplumsal yapı içindeki konumunun oluşmasında, gelişmesinde ve sürekliliğinde de başlıca etkenlerden biridir (Cereci, 2002, 68). İnsanlar, iletişim sürecinde bedensel yapı, tinsel yapı ve biyolojik yapılarının tümünün katılımıyla yer almakta, iletişim sürecinin niteliği ve yapısı tüm unsurları etkilemektedir. Biyoloji araştırmacılarına göre; soydaşlarıyla anlaşmak için “ses aleti”ni kullanmasını bilmeyen insan, onu sindirim aygıtının bir parçası gibi, doğal olarak yaşayabilmesi için soluk alma, yemek yeme aracı yerine kullanmıştır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, yalın sesler çıkarmaya ve o seslerle de birçok kavramı anlatmaya çalışmıştır (Şenbay, 1992, 12). Başlangıçta insanın biyolojik yapısının doğal bir parçası olarak işlevini yerine getiren ses kirişleri, bir dönem sonra, iletişimin en etkili aracı olan konuşmayı ortaya çıkarmak için kullanılmaya başlanmıştır. Hint kökenli tıbbi metinler olan Ayurveda’da, “insan ve evren arasında birçok antik çağ felsefelerinde görüldüğü gibi makrokosmos-mikrokosmos anlayışı içinde bir ilişki kurulmuştur. Çünkü insan ve evren aynı ebedi ruhtan meydana gelmektedir. Ruh ve madde birbirini tamamlamaktadır; ikisi birlikte canlıya nihai karakterini kazandırmaktadır”. İletişim sürecindeki pek çok gereksinimi, isteği, beklentiyi, tepkiyi biçimlendiren ruh, insan bedeninin maddesel yapısıyla da etkileşim içinde bulunmakta, ruh ve beden etkileşimiyle gelişen iletişim sürecinde insanın biyolojik yapısındaki çok sayıda unsur da sürece katılmaktadır (Kahya ve Öner, 2007, 22) 165 Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rad- yo Televizyon Yayıncılığı Bölümü tarafından, 1266 kişiyle yüz yüze görüşülerek yapılan bir araştırmada, “bir kişi size el salladığında ne yaparsınız?” sorusunu, araştırmaya katılan kişilerin 1163’ünün “ben de el sallarım”, 66’sının “başımla karşılık veririm” diyerek yanıtladığı saptanmıştır (Medyaline, 2007). Kalabalık bir konferans salonunun arka sıralarında oturan kısa boylu bir dinleyici, konuşmak üzere gelen kısa boylu bir konuşmacıyı görmek için ayağa kalkıp başını dikerek, kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak gelen kişiye bakmak gereği hissetmektedir. İnsan, dinleyeceği, iletişim kuracağı, ileti alacağı kişiyi görmek, iletişim süreci içinde olduğu kişinin genel özelliklerini bilmek gereksinimi hissetmektedir. Bu nedenle bütün alıcılarını açıp, duyarlılığını en üst düzeye çıkarmaktadır. Bu doğal refleks bir anlamda, çevreyle iletişim kurarak yaşama, dünyaya bağlanmanın yolu olması nedeniyle tüm insanlarda doğal bir davranış olarak algılanmaktadır. İletişim süreçlerinde gerçekleşen fizyolojik eylemler sırasında, o andaki duruma bağlı olarak biyolojik yapıda da hormon salgılama veya tuvalet ihtiyacı gibi eylemler olduğu bilinmektedir. İnsanların iletişim konusundaki davranışlarını, özellikle refleks olarak nitelenebilen tepkilerini belirlemeyi amaçlayan araştırmada sorulan, “bir kişi elinizi sıkmak üzere elini uzattığında ne yaparsınız” sorusu 1141 kişi tarafından “ben de elimi uzatırım” diyerek yanıtlanmıştır. Araştırmaya katılan, değişik yaş, meslek ve toplumsal konumlara sahip kişilerin yaklaşık üçte ikisi (859 kişi), biriyle konuşurken utanılacak bir şey söylediğinde terlediğini belirtmiş; katılımcıların yarısından çoğu, karşısındaki kişinin, lezzet- li bir yemeği uzun uzun anlattığında da ağzının sulandığını söylemiştir. Ciddi bir iş görüşmesinde avuçlarının içi terleyen, korkulu bir bekleyiş içindeki insanların sık sık tuvalet ihtiyacı hissettikleri de bilinmektedir. İnsanların iletişim süreçlerinde yaşadıkları durumların, insanın fizyolojisi ve psikolojisiyle olduğu kadar, biyolojik yapısıyla da ilintili olduğu anlaşılmaktadır. İletişim türleri içinde en etkilisi olan yüzyüze iletişim, çoğu zaman bedensel eylemlerin yanı sıra, biyolojik devinimlerin de ortaya çıktığı bir süreçtir. “Kalabalık bir kitleye sunum yapan bir kişinin veya bir görüşme sırasında heyecanlanan kişide adrenalin salgısı artmakta, bunun yanında kan şekeri oranı da yükselmektedir. Karşılıklı görüşmelerdeki panik, telaş gibi durumlarda da kandaki glikoz oranı değişmektedir” (Men’s Health, 2008, 18). İletişim süreçlerinde, insandaki hormon üretimi veya kandaki şeker oranındaki değişmeler, insanın iletişim refleksleri örnekleridir. İnsanın, dinleyicileri hiç tanımadığı, düşünce ve duygularını nasıl karşılayacaklarını bilmediği bir topluluk karşısında konuşması, insanın psikolojisini olduğu kadar, fizyolojik ve biyolojik yapısını da devindiren bir eylemdir (Şenbay, 1992, 30). Kitlelerle iletişim kurmanın güçlüğü veya kitlelerle bir iletişim süreci içinde birlikte olmaktan kaynaklanan etkiler, doğal olarak insanın biyolojik yapısına da yansımakta, biyolojik yapı da doğal tepkilerini vermektedir. Kalabalık bir kitle karşısında konuşan bir siyasetçinin, kitlenin tezahüratları karşısında ilgisiz kalamayıp, onları şapkasıyla selamlayarak, ellerini hava- 166 ya kaldırarak veya kurumlaşmış görüşünün özel işaretini yaparak karşılık vermesi sık görülen refleks örneklerindendir. Bunun yanı sıra aynı siyasetçinin heyecandan terlemesi, ağzının kuruması veya tam tersine fazla salgı salgılaması olası biyolojik refleks örnekleridir. Aynı biçimde, sahnede şarkı söylerken kendisini alkışlayan izleyenlere eliyle öpücük gönderen bir şarkıcının davranışı veya gol atmış bir futbolcunun, kendisini sloganlarla destekleyen taraftarlara dönerek zafer gösterisi yapması da, kitlelerin değişik iletişim dilleriyle gönderdikleri iletilere karşı verilen reflekslerdir. Siyasetçi gibi, şarkıcı veya futbolcunun da heyecandan terlemesi, bunun yanı sıra bedeninin adrenalin, tiroid gibi hormonlar salgılaması, içinde bulunduğu iletişim sürecinde gösterdiği biyolojik reflekslerdir. Refleks, dıştan gelen bir uyarı sonucunda doğan ve devinim, salgı gibi iç tepkilere yol açan istenç dışı sinir etkinliği veya organizmanın, belli uyarılar karşısında verdiği otomatik, doğuştan gelen ve dolayısıyla öğrenmeyi gerektirmeyen istemsiz, türe özgü, sabit tepkiler olarak tanımlanmaktadır (Budak, 2003, 627). İnsan bedeninin, dışarıdan gelen ışık ses gibi bir uyarıda ani ve hızlı bir hareketle tepki göstermesine refleks denir. Refleks sözcüğü, Latince “yansımak” anlamına gelen “reflectere” sözcüğünden türetilmiştir. Belirli bir uyarı etkisiyle düşünme sürecinden önce oluşan refleks, sinir sisteminin bir eylemidir. Merkezi sinir sisteminin işleyiş yasalarına göre refleksin ana özelliği aynı türden uyarılara hep aynı tepkinin verilmesidir. Refleks, sinir sisteminin işleyişinde büyük öneme sahip bir etkinliktir. Refleksleri olmayan canlı organizmaların, dış etkilere karşı yeterince hızlı tepki verememeleri nedeniyle, yaşamlarını sürdürme olanakları azalmaktadır. Daha çok fizyolojik etkilere karşı verilen bir tepki olarak bilinen refleks; insanın biyolojisiyle iç içe geçmiş psikolojisiyle de ilintili, fizikötesi etkilere karşı verilen tepki olarak da ortaya çıkabilmektedir. “Çinlilere göre; insan bedenindeki kanın tümünün denetimi kalbin egemenliği altındadır. Çin tıbbına göre kanın hareketi ile solunum arasında da ilişki bulunmaktadır”(Kahya ve Öner, 2007, 48). İletişim süreçlerinde yaşanan soluk alıp vermenin hızlanıp yavaşlaması, soluğun tutulması da doğrudan kanın durumunu ve yapısını etkilemektedir. İnsan varlığının sıradan eylemlerinden biri olarak bilinen yutkunma, bir iletişim sürecinde, bir görüşme sırasında şaşırma, utanma, kararsızlık gibi pek çok durumda yaşanan bir reflekstir. “Yutkunmanın gerçekleştiği solunum sistemindeki larinks, aynı zamanda yutkunma sırasında salgılanan hormonlarla da bağlantılıdır” (Kierszenbaum, 2006, 343). Temelde insanın fizyolojik yapısının büyük bölümü biyolojik yapıyla doğrudan bağlantılı; bunun yanı sıra çoğu kere psikolojik yapıyla da ilintili görünmektedir. Bu nedenle pek çok fiziksel eylem, beraberinde biyolojik bir etkileşimi de getirmektedir. Doğası gereği iletişim kurarak yaşayan insan, iletişim süreci içindeyken hem fizyolojik, hem biyolojik, hem de tinsel yapısının tümünü etkin olarak kullanmaktadır. İletişim, insan yaşamı için gerekli, bundan da öte yaşamsal bir eylemdir. Kuzey Avrupa ülkesi İzlanda’nın 250 mil güneydoğusunda, 1952 yılında bir 167 deniz kazası yaşanmış, Flying Enterprise adlı, Amerikan bandıralı bir şilep fırtınaya tutulmuş, bir kayalığa çarparak delinmiş ve yan yatmıştır. Birkaç yolcu ve tayfalar tahliye edilmesine rağmen, gemi kaptanı Kurt Carlsen gemiden ayrılmamakta ısrar etmiştir. Yaralı gemi her an batabilecek bir durumdayken, kaza yerine ulaşan bir muhripten gemiye çelik bir kablo atılmış, Kaptan Carlsen kabloyu gemisine bağlamayı başarmış ve bu yolla ilk önce onun en çok gereksinim duyduğu maddeler yollanmıştır: Sandviç, kahve ve gazete. Kaptanın kendine gelmesi için sandviç ve kahve, kendini dünyanın bir parçası hissetmesi için de gazete onun en büyük gereksinimleridir (Cereci, 2005, 9). İnsanların sabah uyandıklarında, kimi zaman istemsiz bir biçimde radyo veya televizyonu açmaları ve bir haber bültenine ulaşma çabaları da, yeni güne ve yaşama, dünyada gelişen olaylarla bağlanarak insan olduğunu hissetme, iletişim aracılığıyla doğal bir gereksinimini karşılama güdüsünden kaynaklanmaktadır. Bir iletişim sürecinde üç temel unsur vardır: Kaynak da denilen verici veya gönderici, hedef de denilen alıcı ve ikisi arasındaki kanal. Verici, bir iletiyi karşı tarafa gönderen kişidir, iletişim sürecindeki iletinin kaynağıdır. Alıcı, bu iletiyi alan, çözümleyen, yorumlayan ve kullanan kişidir. Verici ve alıcı arasında iletinin gidip gelmesini sağlayan yol ise kanaldır. Yüzyüze iletişimde kanal, sesin ulaşımını sağlayan havadır, taşınabilir telefonla kurulan iletişim sürecinde elektromanyetik dalgalardır, bilgisayarla kurulan iletişimde kablolardır. Vericinin, uygun bir dil kullanarak alıcıya gönderdiği unsur da, mesaj denilen iletidir. Bir iletişim sürecinin eksiksiz olarak gerçekleşmesi ve olumlu bir sonuca ulaşması için, vericiyle alıcı arasındaki ileti alışverişi tamamlandıktan sonra, alıcının, kendisine gönderilen iletiye karşı verdiği tepkiyi içeren geri beslemenin de sürece eklenmesi gerekmektedir. Geri besleme, bir iletişim sürecinde, vericinin alıcıya gönderdiği iletiye karşılık alıcının bu iletiye karşı verdiği yanıt veya kendisine gelen ileti konusundaki görüşleridir. Bazı iletişim süreçlerinde geri besleme; insanın doğal yapısı gereği insan biyolojisindeki refleksler biçiminde ortaya çıkmaktadır. İletişim, insanın, başka insanlarla paylaşmayı istediği veya paylaşmak zorunda olduğu her iletiyi içeren bir süreçtir. Karşılıklı ileti alışverişini temel aldığı için, içinde “ş” harfinin kullanıldığı “iletişim” biçiminde söylenmektedir. Yalnızca bir kişinin ileti göndererek diğerlerinin bu iletiyi aldığı eylem iletimdir. Birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşen bir eylemin tanımlanmasında “ş” harfi kullanılmaktadır. Tanımaktan tanışmak, görmekten görüşmek, bakmaktan bakışmak eylemlerinde olduğu gibi, iletmek fiilinden türeyen iletişmek ve bunun isim hali iletişimde de, birden fazla kaşa arasında gerçekleşen iletim eylemlerinden söz edilmektedir. İletişim, birden fazla kişi arasında gerçekleşen bir eylem olduğu için, insana yakışır biçimde yaşamak anlamına gelen uygarlığın temelinde yer almaktadır. Bir insan, elini sıkmak üzere bir başka insana elini uzattığında, karşısındaki insan da doğal ve kaçınılmaz olarak, insani bir refleksle elini uzatmakta ve karşıdakinin elini sıkmaktadır. İlk elini uzatan kişi, karşısındakinin sevmediği, görüş- 168 mek istemediği bir kişi olması durumunda bile, karşıdaki kişi bir iletişim girişimini engellememek, kendisi için olumlu sonuçlar doğurabilecek bir iletişim sürecinin yolunu kapatmamak için, doğasının gerektirdiği biçimde davranmakta ve elini uzatmaktadır. Fiziksel temasın önemsendiği toplumlarda, elini uzatan birine elini uzatarak karşıdakinin elini sıkmak bir davranış örüntüsüne dönüşmekte, zamanla kalıtsal bir nitelik kazanarak refleks biçiminde ortaya çıkmaktadır. İki insanın gerilim içeren bir görüşmesi sırasında, birinin karşıdakini aşağılayıcı sözü karşıdakinde önce tinsel tepkiye, ardından fizyolojik ve biyolojik tepkiye yol açmaktadır. “Kızma, öfkelenme durumunda, kas sistemindeki hedef kasla birleşmiş sinir terminalleri tarafından oluşturulmuş özelleşmiş bir yapı olan nöromüsküler bağlantı harekete geçmekte, insan bedeninde kasılmalar meydana gelmektedir” (Kierszenbaum, 2006, 183). Aynı gerilim kasların yanı sıra hormonları da devindirmekte, başta adrenalin olmak üzere insan bedeninde hormon salgısı başlamaktadır. “Hava ve yaşamla yanma ve solunum arasındaki ilişkileri inceleyen Richard Lawer; kasların hareketlerinin bir tür fermantasyon sonucu olduğunu söylemektedir” (Kahya ve Öner, 2007, 220). Bu da, iletim süreçlerindeki kas hareketlerinin temelinde doğrudan biyolojik etkiler olduğu anlamına gelmektedir. Hemen hiçbir insan, fiziksel temasla anlatılan bir sevgi iletisine karşı benzer biçimde tepki vermeden duramamaktadır. Bir insanın yakını, eşi, sevgilisi veya çocuğu kendisini öptüğü zaman, insan çok fazla umursamazca davranamadan hemen kendisini öpeni öpmekte, sevgi yüklü bir etkiye yine eşdeğer bir tepkiyle yanıt vermektedir (Jensen, 2004, 186). Bir başkasına dokunma, sarılma, öpme gibi davranışlar çoğu zaman olumlu iletişim süreçleri içinde görülen, bireylerarası iletişimdeki olumlu sonuç olasılığını en üst düzeye çıkarmayı amaçlayan eylemler olduğu için, hemen her zaman bir refleks biçiminde karşılık bulmaktadırlar. Konuşma, iletişim süreçlerindeki en etkili araçtır ve yüz yüze olması durumunda çoğunlukla olumlu sonuçlar vermektedir. Konuşma, insandaki ses aygıtıyla oluşmaktadır. “İnsanda bulunan ses aygıtının fiziksel ve fizyolojik yönden çok çeşitli tonlamalar, tınılar ve ses bükümleri meydana getirmesi nedeniyle, gerçekten olağanüstü bir yapılışı ve işleyişi vardır.” İletişim süreçlerinde düşünceler, görüşler, coşkular ve en küçük duygular bile onunla anlatılabilmektedir. İnsanın ses aygıtı, insanın biyolojik yapısının unsurlarını da içeren ağız, gırtlak, soluk borusu, kıkırdak dokular, damak, dil gibi organları da kapsamaktadır (Şenbay, 1992, 69). Kendisine soru sorulan bir insan, başını kaldırıp dikkatle soruyu soran kişiye bakarak soruyu dinlemekte ve ardından yine soruyu soran kişiye bakarak yanıt vermektedir. Soruyu soran kişi de karşısındakinin kendisine bakarak yanıt vermesini beklemektedir. Herkes karşısındakinden, kendisini ciddiye almasını, sorusunu tam olarak anlaması için kendisine bakarak dinlemesini ve yüzüne bakarak yanıt vermesini beklemektedir. Birbirine bakarak kurulan yüzyüze iletişim –ki bu iletişim türlerinin en verimlisidir- iletilerin kolaylıkla alınmasını, ya- 169 nıtlanmasını, iletişim sürecinin kolaylaşmasını ve büyük ölçüde olumlu bir sonuçla sonuçlanmasını sağlamaktadır. Hemen yanında bulunan bir kişiyle konuşmak isteyen bir kişi, en bas (kalın) ses tonunu kullanarak konuşmaya başlamaktadır. Bunun nedeni, başkalarının konuşmalarını duymasını engellemekten çok, konuştuklarının kolay anlaşılmasını sağlamaktır. Çünkü bas (kalın) sesler kısa mesafelerde çok daha iyi alıcıya ulaşmakta ve daha kolay anlaşılmaktadır. Bunun tersine, tiz (ince) sesler ise uzak mesafelerde daha kolay alıcıya ulaşmakta ve daha kolay anlaşılmaktadır. Bu nedenle insanlar, uzak mesafelerde bulunan alıcılara seslerini ulaştırmak ve iletilerini aktarmak için bağırarak, ince seslerle konuşmaktadır. Duyma ve duyurma, iletişim sürecinin ileti alışverişini sağlayan unsurlarından biridir. Duyma organı kulak, ayrıntılı bir dizgeye sahip yapıdadır. Kulaktaki ses iletimi, küçük bağlar ile birbirine bağlı auditory veya kemikçiklerin zincire benzer yapısı ile olmaktadır. “Dış kulak veya pinna sesleri toplamakta ve içeri aktarmaktadır” (Kierszenbaum, 2006, 252). Bu nedenle konuşan kişiyi duymak isteyen insan, yüzünü ona dönmek yerine kulağını dönmekte, söylenenleri kolayca anlamak ve eğer olanak veya gerek varsa karşılık vermek için kulak kepçesini olabildiğince de yaklaştırarak dinlemektedir. “Can kulağıyla dinlemek” deyimi de buradan kaynaklanmaktadır. İnsanın pek çok biyolojik refleksi, çevresinde olup bitenleri algılamayı, çevresindekileri tanımayı amaçlayan reflekslerdir. Özellikle görerek algılama ve tanıma, insanın iletişim süreçlerini ve yaşamını kolaylaştıran eylemdir. Olabil- diğince daha fazla alanı görme ve daha çok bilgi toplama amacıyla insan biyolojisi periferik görmeyi geliştirmiştir. “İnsan gözü, ağ tabakanın diğer bölgelerine oranla, görme sinirlerinin yoğun olduğu ve ağ tabakanın odak noktası diye adlandırılan noktaya yansıyan görüş alanının yalnızca dar bir bölümünde seçik görebilmektedir. Bunun yanı sıra sürekli çalışır durumda bulunan periferik görme ile yan görme eylemini gerçekleştirmektedir” (Cereci, 2001, 136). Daha az görme sinirinin bulunduğu yan bölgelerdeki görmeyle de insan, seçik görüş alanının dışında kalan görüntüleri de öğrenmek istemekte, bu yolla daha çok bilgiye sahip olarak daha çok iletişim verisi toplama yoluna gitmektedir. İletişim sürecinin temel eylemlerinden biri olan görme işlevi, renk görme, kontrast duyarlılık, karanlık adaptasyonu, şekil ve hareket algılama gibi parametrelerden oluşan bir bütündür (Kır vd, 1992, 759). Görme eylemi, eylemin sonuca ulaşması amacıyla başını kaldırma, dik durma, boynunu çevirme, yanına dönme gibi başka eylemleri ve tüm bunların yanında bazı hormon salgılarını da beraberinde getirmektedir. Çevresine bakarken, yakından tanımadığı, yabancı bir görüntüyle karşılaşan kişi başını dikip gözlerini açarak daha dikkatle karşısındakini görmeye çalışmaktadır. İlk bakışta seçik olarak algılanamayan pek çok görüntüye, insanı doğrudan ilgilendirsin veya ilgilendirmesin, birçok kez daha, gözler sonuna kadar açılarak daha dikkatle bakılmakta, görünenin yanlış anlaşılmasından duyulan kuşku giderilmeye çalışılmaktadır. İnsan, görünenlerde yansıyan görüntüyü, kendi yaşam deneyimleriyle karşı- 170 laştırarak algılamaktadır. Ancak deneyimler her zaman gerekli ve yararlı olmadıkları için, insan gördüğü görüntülere çoğunlukla gözlerini çok açarak ve daha dikkatli bakarak doğru anlamaya ve doğru bir yargıya varmaya çalışmaktadır ((Karadağ, 2004, 147). Görme, insan algılamasının yüzde 99’unu oluşturmaktadır. Çevresiyle sürekli ve olumlu iletişim kurmak isteyen insanların gözlerini dört açarak çevrelerini görmeye çalışmalarının nedeni de budur. “Görünenler, insana çevresiyle ilgili bilgiler vermenin ve çevresiyle bir bütün oluşturmayı sağlamanın yanında, çağrıştırma yoluyla belleğini yenilemesini veya değişik esinler elde etmesini de sağlamaktadır” (Cereci, 2008, 12). Acınacak bir kişi gördüğünde veya duygusal bir konuşma dinlediğinde insanın gözleri dolmaktadır. “Kaslar gibi sinirlerle bağlantılı olan gözdeki lakrimal bez, duygusal veya acıklı ya da çok sevindirici sözler ya da durumlar karşısında gözyaşı üretmektedir. Güçlü duygulanmalarda gözyaşının aşırı üretimi görülmektedir”. Sağlam kişilikli veya katı karakterli bilinen insanların bile duygusal ortamlarda gözlerinin dolması, duygusal bir iletişim sürecinde kişinin biyolojik yapısının verdiği tepkiyle ilgilidir (Kierszenbaum, 2006, 250). İşitme, iletişim sürecinin sağlıklı olarak gelişimini sağlayan eylemdir. Kulak kabartmak deyimi, insanın, işittiklerini kolaylıkla algılamasını sağlamak amacıyla işitme kanallarını duyarlılaştırması anlamında söylenmiştir. İnsan, duymak istemediği sözler veya sesler karşısında tam tersine, işitme kanallarını kısarak sesleri duymamaya çalışmaktadır. Duymak istemediği sözleri duyduğunda ise, sevmediği bir tadı tatmışçasına yüzünü buruşturmaktadır. Bu tepki de, insanın, hoşlanmadığı bir iletiye veya kötü bir söze karşı verdiği iletişim refleksidir. İnsan kulağı, belirli bir aralığındaki sesleri duymakta, bunun dışındakileri duyamamaktadır. İnsan beyni ise, bir aşamadan sonra sesleri algılamamaya başlamaktadır. “Kulağın duymadığı ve beynin algılamadığı sesler, insan yaşamı için gerekli olmayan sesler olmanın yanı sıra, iletişim süreçlerini aksatabilecek, ileti alış verişini bozabilecek sesler olması nedeniyle insanın doğal yapısı gereği duyulmamakta ve algılanmamaktadır” (Cereci, 2001, 138). Örneğin, iki kişi, söyleşileri sırasında sürekli duyulmakta olan bir jeneratör sesini veya caddedeki yoğun trafiğin sesini bir süre sonra duymamaya başlamakta ve söyleşilerine devam etmektedirler. Yüzyüze iletişim süreçlerinde insanlar hemen her zaman, kendisiyle iletişim kurulan kişiyle karşı karşıya ve yüz yüze bakarak ileti alış verişi gerçekleştirmektedir. Ancak iletişim sürecinin unsurlarından biri diğerine olumsuz bir ileti aktardığında, karşıdaki kişi doğal bir tepkiyle yüzünü buruşturarak çevirmekte, başını diğer iletişim unsurundan başka yöne döndürmekte, bu biçimde işittiği olumsuz iletiye karşı bir refleks vermektedir. İnsan biyolojisi, kendi lehinde olan etkilere olduğu gibi, eşdeğer biçimde kendi aleyhinde olan etkilere karşı da refleksler geliştirmiştir. İnsanın pek çok fizyolojik eyleminde olduğu gibi, görme ve işitme eylemleri sırasında veya bu eylemlerin içinde bulunduğu iletişim süreçleri sonucunda biyolojik yapısı da etkileşim içinde iletişim süreçlerine katmakta, duruma göre 171 bazen gözyaşı salgılamakta, bazen tiroid, adrenalin veya testesteron gibi hormonlar üretmektedir. Gerilimli bir görüşmede kas kasılmalarının yanı sıra insan bedeni trioid ve paratrioid hormonlarını salgılamaktadır (Kierszenbaum, 2006, 504). Doğası gereği çoğunlukla gergin veya saldırgan olan insanların, girdikleri iletişim süreçlerinde de doğaları gereği gergin oldukları düşünüldüğünde, bedenlerindeki endokrinel yapının sürekli etkin olduğunu düşünmek olanaksız değildir. “Kanı beynine çıkmak”, olumsuz bir durumla karşılaşan veya hiç ummadığı kötü bir söz duyan insanın durumuyla ilgili söylenen bir deyimdir. Bu deyim, insanın fizyolojik yapısı kadar, biyolojik yapısına da ilişkin ipuçları veren bir sözdür. Bir görüşmede, çok öfkelendiği bir söz duyan insanın kalp atışlarının artmasına bağlı olarak, kanın damarlarına yaptığı basınç da artmaktadır. Kan ve onun insan bedenindeki devinimi, doğrudan insanın biyolojik yapısıyla ilgili bir konudur. Olumsuz iletişim süreçlerinde olduğu gibi, olumlu iletişim süreçlerinde de insan bedeninin türlü hormonlar salgıladığı bilinmektedir. Birbirine âşık iki insanın fiziksel birliktelikleri insanın biyolojik yapısını da devindirmektedir. Aşk cinsellikle bütünleştiği zaman, önemli ölçüde testesteron ve östrojen salgısına neden olmaktadır (Kierszenbaum, 2006, 516). Aşk da bir tür iletişim sürecidir. Birbirini seven iki insanın karşılıklı görüşmelerinde veya fiziksel birlikteliklerinde insanların fiziksel yapılarındaki devinimler kadar, biyolojik yapılarındaki devinimler de iletişim süreçlerini etkilemektedir. Karşısındaki kişiyle konuşarak iletişim kuran kişi, karşısındaki kişinin artık kendisini dinlemediğini, dikkatinin dağıldığını, sıkıldığını fark ettiğinde, hemen konumunu değiştirmekte, daha dik oturmakta, ses tonunu değiştirmekte, gülümsemekte, sempatik davranmaktadır. Sempati her zaman, konuşan kişiyi destekleyen, konuşmaya ilgiyi arttıran iletişim unsurudur (Aktaş ve Gündüz, 2005, 251). Özellikle önemli sonuçlarla sonuçlanması beklenen iletişim süreçlerinde sempati her zaman kullanılan iletişim öğesidir. Sonuç İnsanın yaşamsal gereksinimlerinden biri olan iletişim sürecinin, insanın yapısını oluşturan beden ve tinle ortaklaşa katılımıyla gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda iletişim süreci, yalnızca bedenin ve tinsel yapının etkileşimiyle kalmadığı görülmüş, insanın fizyolojik yapısının iletişim sürecine katılımı sırasında, biyolojik yapısının da etkin biçimde bu süreçte yer aldığı belirlenmiştir. İnsanın pek çok fizyolojik eyleminde olduğu gibi, görme ve işitme eylemleri sırasında veya bu eylemlerin içinde bulunduğu iletişim süreçleri sonucunda biyolojik yapısı da etkileşim içinde iletişim süreçlerine katmakta, duruma göre bazen gözyaşı salgılamakta, bazen trioid, adrenalin veya testesteron gibi hormonlar üretmektedir. Fiziksel, biyolojik ve tinse yapısıyla bir bütün olarak yaşamın içinde yer alan insanın pek çok eyleminin ve üretiminin içinde, fiziksel ve tinsel yapı kadar, biyolojik yapı da etkin bir rol oynamaktadır. 172 Kaynakça BİYOLOJİ TARİHİ. Ankara: İmge. AKTAŞ, Şerif ve GÜNDÜZ, Osman (2005). YAZILI ve SÖZLÜ ANLATIM. 7. Baskı. Ankara: Akçağ. KARADAĞ, Çerkes (2004). GÖRME KÜLTÜRÜ. Ankara: Doruk. BUDAK, Selçuk (2003). PSİKOLOJİ SÖZLÜĞÜ. Ankara: Bilim ve Sanat. CERECİ, Sedat (1997). İLETİŞİVERELİM. İstanbul: Şule. CERECİ, Sedat (2001). TELEVİZYONDA PROGRAM YAPIMI. İstanbul: Metropol. CERECİ, Sedat (2002). İLETİŞİM KURMAK İNSAN OLMAKTIR. İstanbul: Metropol. CERECİ, Sedat (2005). HABER ve RÖPORTAJ TEKNİĞİ. Ankara: Şubat. CERECİ, Sedat (2008). MAĞARADAN EKRANA GÖRÜNTÜNÜN ÖYKÜSÜ. Ankara: Nobel. KIERSZENBAUM, Abraham L. (2006). HİSTOLOJİ VE HÜCRE BİYOLOJİSİ. Çev. Ed. Ramazan DEMİR. Ankara: Palme. KIR, Nur-KARADENİZ, ŞehnazGELER, Acun-AKARÇAY, KorayÜNGÖR, Ercan-YILMAZ, TemelDİNÇÇAĞ, Nevin-BÜYÜKDEVRİM, A. Sevim (1992). “Bozulmuş Glukoz Toleraslı Kişilerde Renk Görme ve Kontrast Duyarlılık Fonksiyonları” TÜRK OFTALMOLOJİ DERNEĞİ XXVI. ULUSAL KONGRESİ. Bursa 1992. S. 758-761. MEN’S HEALTH (2008). “SORUN”. Şubat 2008. Sa: 5. S.18. JENSEN, Derrick (2004). KELİMELERDEN ESKİ DİL. İstanbul: Dharma. ŞENBAY, Nüzhet (1992). SÖZ VE DİKSİYON SANATI. 3. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. KAHYA, Esin ve ÖNER, Murat (2007). www. Medyaline.com. 08.11.2007. 173 Öğr. Gör. Nihan Gider Işıkman* Amerikan Sinemasının İdeolojik Yapısı Bağlamında Arap Temsili Özet Abstract Filmler toplumsal yaşamın söylemlerini şifreleyerek sinemasal anlatılar biçiminde aktarırlar. Böylece sinemanın kendisi de toplumsal gerçekliği inşa eden, toplumsal belleğin oluşmasında etkin olan kültürel temsiller sisteminin bütünlüğü içinde yerini alır. Bu bağlamda Amerikan sineması bu tür politik mücadelelerin yürütülmesi açısından önemli bir kültürel temsil arenası halini almıştır. Bu genel yaklaşımla yapılacak çalışmada öncelikle Amerikan sinemasının ideolojik bir sinema olma özelliği üzerinde durulacak, Amerikan politikasıyla paralel olarak temsilin nasıl işlediği ele alınacaktır. Arap temsili özelinde incelemeye gidilerek genel olarak tüm olumsuz temsillerin mantığı kavranmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda Amerikan sinemasında Arapların neden olumsuz temsil edildikleri, Amerikan politikalarıyla da paralel olarak, filmler üzerinden incelenecektir. Amerikan sinemasında 1920’lerden itibaren yer alan Arap temsilleri, türlerle de bağlantılı olarak, örnek filmler üzerinden sıralanacak, Arap stereotipinin özellikleri üzerinde durulacaktır. Film, code the expressions of social life and transfer them in the form of cinematographic material. In this way cinema takes part in the system of cultural representations building the social realities and social memory. In this aspect, American cinema is one of the most important field of cultural representations where political contestations are going on. By this general point of view, this work will deal with the ideological speciality of American cinema and examine how representations are built up parallel to the US politics. It will be tried to find out the logic of all misrepresentations by analyzing the Arab representations. In this aspect the reason of Arabs misrepresentation will be followed through the films considering the American politics as well. From 1920’s to today, films will be examined in connection with the genres, Arab representations will be listed and characteristics of these representations will be analyzed. Anahtar Kelimeler Key Words Amerikan sineması, temsil, Arap American cinema, representation, Arab * Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul 1. Giriş Ticari açıdan dünyada egemenliğini süren Amerikan sinemasının ideolojik bir sinema olduğu da göz önünde tutulduğunda ulaştığı geniş kitlelerin önemi daha da artmaktadır. Hollywood sinemasının ve kullandığı temsillerin egemen kurumları ve geleneksel değerleri meşrulaştırmak ve ideoloji aşılamak yönünde bir işlevi vardır. Toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamdan ayrı düşünülemeyecek sinemada farklı toplumsal koşullarda farklı söylem ve temsil stratejilerinin olması doğaldır. Bir kültüre egemen olan temsiller can alıcı politik önem taşırlar, toplumsal gerçekliğin nasıl inşa edileceğine ilişkin olarak, yani toplumsal yaşamın, kurumların şekillendirilmesinde hangi figür ve sınırların baskın çıkacağı konusunda çok önemli rol oynarlar. Bu çerçevede Amerikan sineması, ticari yapısının yanı sıra, ulaştığı geniş izleyici kitlesi de göz önünde bulundurulduğunda, politik mücadelelerin yürütülmesi açısından önemli bir kültürel temsil arenası halini almıştır. ki güç ilişkileriyle özetlenen, inanç ve değer kümeleri olarak tanımlanabilir. Hepimiz dünya hakkında, onun nasıl olduğu ya da olması gerektiği hakkında bir ideolojiye ya da bakış açısına sahibizdir ve bu bizim içinde yaşadığımız kültür tarafından şekillendirilir. Dolayısıyla ideolojinin bir anlam üretme yolu olduğu ve bu üretilen anlamın daima toplumsal ve siyasi bir boyutu olduğu söylenebilir. (Güçhan, 1999, s.160) 2. Sinemanın İdeolojik Yapısı ve Amerikan Sineması Althuser ünlü “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” kitabında ideolojiye yaklaşımı, “devlet yeniden-üretimini, devletin ideolojik baskı aygıtları ile sürdürür” şeklindedir. Althuser, okul, din, sendika, hukuk, siyaset, aile, kültür, haberleşme gibi kurumları, devletin ideolojik aygıtları olarak nitelendirir. Ancak Althuser’in bu kurumların sadece devletin ideolojisi doğrultusunda çalıştığı savına karşılık Eagleton, bu kurumlarda devlet ideolojisi yaygınlaştırılırken, farklı ideolojilerin de yer bulabileceğini söylemektedir. Sinema, özelde de ana akım Amerikan sinemasının yapısı, karşılığında da ulusal sinema çabaları ve bağımsız sinema çalışmaları düşünüldüğünde her iki yaklaşımın da doğruluk payı olduğu düşünülebilir. “Sinema gerçeği kitlelerden gizlemek için icat edilmemiş miydi?” Sinema-ideoloji ilişkisine eleştirel yaklaşan farklı çalışmalardan söz edilebilir. Jean-Luc Godard Mayıs 1968 olaylarından sonra Andre Bazin’in başında olduğu Cahiers du Cinema’nın editörleri – Jean Narbonu, Jean Louis Camillo, Jean Pierre Oudart, Pascal Bonitzer – filmlerin üretim koşulları, filmlerdeki anlam ve biçimler üzerine yazılar yazmışlardır. Camillo ve Narboni’ye göre, film, hem ekonomik hem de ideolojik sistemin parçasıdır. Amerikan Sineması özelinde sinemanın ideolojik yapısını incelemeden önce, ideoloji, temsil, stereotip, oryantalizm kavramlarına kısaca değinmek, genel çerçeveyi oluşturmak açısından yerinde olacaktır. İdeoloji, dünya ile ilgili belirli bir bakış açısıyla ve insanlarla gruplar arasında- 176 Açıkça, sinema, gerçekliği yeniden üretir. Gerçeklik ise varolan ideolojinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Üretim sürecinin her aşaması, nesneler, stiller, biçimler, anlamlar, öyküleme geleneği, hepsi genel ideolojik söylemin altını çizerler. (Güçhan, 1999, s. 170) Sinema-ideoloji ilişkisi bağlamında, Bill Nichols’a göre ideoloji, toplumsal ilişkilerin varolan etkinliklerinin bireylerdeki temsilidir, toplumun sürekli tekrar etmesinin görüntüsüdür. Sinema ise toplum temsilinin büyük bir kurumudur. Nichols, sinemada ideolojinin işlevini algılama ve temsil bağlamında ele alır. Senaryo, kurgu, kompozisyon, aydınlatma, dekor ve giysiyi sinemanın göstergeleri olarak inceler. Sinemayı öteki sanat biçimleri gibi bir üst yapı kurumu olarak değerlendiren Nichols’a göre, imgelem, görünüşe, görüntüye, kurmacaya ya da temsile bağlıdır. Buna bireyler, gündelik işler ve çevre de dahildir. Bu görüntüler toplumsal temsilin göstergeleridir ve ideolojinin belirtileri, taşıyıcılarıdır. (Güçhan, 1999, s.177) Christian Metz’e göre, ideoloji olarak tanımlanan şey tümüyle içeriğin biçimiyle ilgilidir. Metz, filmin içeriği ile biçimin karşı karşıya getirilmesine karşı çıkar. Çerçeveleme, kurgu, aydınlatma gibi kodların sinemada anlamı oluşturmadaki işlevlerine dikkat çeker. Seyircinin filmin sunduğu ideolojiye sahip olduğunu; çünkü seyircinin de filmin yaratıcısı gibi genel ideolojinin içinde yer aldığını söyler. Metz, film yapımına zarar veren ekonomik, politik sansürler olduğu kadar ideolojik sansürün de olduğunu belirtir. Ona göre idelolojik sansür film yaratıcılarının bilinçaltına yerleşmiş olan kurumların sansürüdür; ken- di ideolojilerinin kendi yapıtları üzerine uyguladığı kısıtlamaları içeren, bir tür oto-sansürdür. Hollywood sinemasının ve kullandığı temsil göreneklerinin, egemen kurumları ve geleneksel değerleri meşrulaştırmak ve ideolojiyi aşılamak yönünde bir işlevi olduğu genel bir kabul görmektedir. G. Jowett ve J. M. Linton, Amerika sinemasının topluma ilettiği iletileri ve ortak değerleri araştırırlar ve Hollywood filmlerinin inançları, tavırları ve değerleri ile Amerikan toplumunun o anki inançları, tavırları ve değerlerinin birbirine çok yakın olduğunu söylerler. Onlara göre topluma başat ideoloji, filmlerde sunulan ideoloji ile daha da güçlenmektedir. Jowett ve Linton’a göre sinema – anlattığı, türü, ne olursa olsun – hiçbir zaman değer yargılarından, ideolojik hatta politik eğilimlerden uzak değildir. Buna ticari sinemanın ürünleri de dahildir. Sinemanın Amerikalıların eğitimine yaptığı en belirgin katkı, onlara yanlışları doğru hale getirmenin, kendi mevcut kurumlarının gücü dahilinde olduğunu öğretmektir diyen A. Bergman (1971) ise, sinemanın bunu nasıl gerçekleştirdiğinden de şöyle söz etmektedir: “Bunu, perdeyi gizli komünistlerle doldurarak değil, ümidi ve başarıyı yansıtarak yaptılar. Kişisel teşebbüslerin hala başarı getirebileceğini, federal hükümetin çok iyi bir bekçi olduğunu ve bizim sınıfsız, aynı kapta eriyen bir ulus olduğumuzu söylediler.” (Güçhan, 1999, s. 183) Bilinç endüstrisi ile kitle iletişim araçları arasındaki ilişki, kitle iletişim araçları vasıtası ile hegemonik uzlaşmanın sürekli olmasının sağlanması olarak şekillenince, alttan alta verilmek istenen ideolojinin nasıl işlediğinin farkına varmak 177 önem kazanmaktadır. Barthes’ın önerdiği, kültürel metinlerin yorumlanması için kullanılan, kültürel analiz yöntemi, düz anlamın altında, metnin temelinde yatan bastırılmış içeriğe, anlama doğrudur. Stuart Hall da görünürdeki anlamdan, şifre düzeyine yönelmenin, kesin olarak kültürel çalışmalarda eleştirel bir yaklaşım tarzı çizdiğini savunur. (Naficy, 1996) Ryan ve Kellner, filmlerin politik anlamlarını daha çok içerdikleri tezlerde, kullanılan somut temsil stratejilerinde ve yarattıkları muhtemel etkilerde aramak gerekir, filmler farklı bağlamda farklı etkiler yaratmaktadır der ve filmlerin politik anlamlarının belirlenmesinin, yapısalcıların öngördüğünden daha karmaşık, daha tartışmalı ve daha ayırt edici bir çabaya dayanması gerektiğini ileri sürerler. Yazarların önerdiği yapı çözümüdür. Yapı çözümü, temsil göreneklerini – öykü, konu, biçimsel görenekler – kültürel biçimlerle ilişkilendirir. Toplumun neden ve nasıl yeniden inşası sorusunu sorar, filmin ideolojik öncüllerinin nasıl işlendiğini araştırır. Sinemada işlerlik gösteren temsillerle, toplumsal hayatın yapısını ve biçimini belirleyen temsiller arasındaki bağlantıları vurgulamayı amaçlar. Film ve toplumsal tarih arasındaki ilişkiyi bir söylemsel şifreleme süreci olarak kavrar. (Ryan; Kellner, 1997) Temsil insanın kendisi ile dünya arasındaki sınırları çizebilmesine yarar. Temsiller içinde yer alınan kültürden devralınırlar ve içselleştirilerek benliğin bir parçası haline gelirler ve söz konusu kültürel temsillerde içkin olan değerleri benimserler. Bu yolla kişinin varoluşu kendisine ve ait olduğu dünyaya ilişkin temsiller uyarınca biçimlenir ve yaşamı, o kültüre egemen olan temsiller yoluyla, toplumsal hayatı kuşatan figür ya da şekiller aracılığıyla tanımlanabilir. Bir kültüre egemen olan temsiller can alıcı politik önem taşırlar, toplumsal gerçekliğin nasıl inşa edileceğine ilişkin olarak, yani toplumsal yaşamın ve kurumların şekillendirilmesinde hangi figür ve sınırların baskın çıkacağı konusunda çok önemli bir rol oynarlar. Kapitalizmin, güçlünün güçsüzü yuttuğu bir cangıl gibi mi, yoksa özgürlükçü bir ütopya olarak mı kavranacağını bu temsiller belirler. Bu nedenle, kültürel temsillerin üretimi üzerinde söz sahibi olmak, toplumsal iktidarın muhafazası açısından kritik önem taşır, toplumsal dönüşümler amaçlayan ilerici hareketler için de vazgeçilmez bir kaynak oluşturur. İdeolojik bağlamda düşünüldüğünde filmler toplumsal yaşamın söylemlerini şifreleyerek sinemasal anlatılar biçiminde aktarırlar. Filmler geniş bir kültürel temsiller sisteminin bir parçasıdırlar, toplumsal gerçekliğin şu ya da bu şekilde inşa edilmesine zemin hazırlarlar ve dünyanın ne olması, nasıl olması gerektiğine ilişkin ortak düşünceyi yönlendirecek toplumsal kurumları ayakta tutarlar. Temsile paralel olarak stereotip kavramının da açıklanması gerekir. Stereotip, insanın bir gruba ilişkin değişmez izlenimini dile getiren bir terimdir. Birey tek tek kişilere ilişkin algılamalarını bu izlenim aracılığıyla yapar. Stereotipler çoğunlukla olumsuzdur. Kitle iletişim araçlarının, özellinde de sinemanın stereotiplerden sıklıkla yararlandığı bilinmektedir. Bu tür basmakalıp yargılarla gerçekliği çarpıtmak, izlerkitleyi ideolojik olarak yönlendirmek mümkün olabilmektedir. Tüm stereotipler so- 178 nuçta kitle iletişim araçlarının biz/onlar karşıtlığı şeklinde dile getirilebilecek anlatım yapısına dayandırılmakta, bu yapıdan kaynaklanmaktadır. Temsillerin şekillenmesinde önemli bir etken olan Batı’nın Doğu’ya bakışı olarak genel hatlarıyla tanımlanabilecek oryantalizme de değinmek doğru olacaktır. Edward Said, oryantalizmin Batılı anlayış, Batılı bilinç içinde oluşturulmuş Doğu anlayışıyla çizilmiş ve bu çerçeve içinde sunulmuş bir sistem olduğunu belirtmiştir. Said, saklı oryantalizm ile görünürde olan oryantalizm arasında bir ayrım yapar. Saklı oryantalizm Ortaçağ anlayışı içinde anılır, bu tür oryantalizm her zaman İslami Doğuyu temsil eder. Bu da özet olarak bir yabancıyı, aynı zamanda terörü, yıkıcılığı, hainliği, barbar sürüsü olmayı temsil eder. Buna ek olarak, emperyalizm, ırkçılık, seksizm Batının Doğuya gizli, örtük bakışıdır Said’e göre. (Naficy, 1996) 3. Amerikan Sinemasında Arap Temsili “Gerçek kurmacadan daha ilginçtir” diyen deyiş Araplar düşünüldüğünde pek de doğru değildir. Gerçek Arap dünyasındansa, romanlardaki, filmlerdeki, televizyon ve diğer medyumlardaki Araplar çok daha ilginçtir. Bu kurmaca dünyada, beyaz kadınları kaçıran şeyhler, uçan halılar, petrol kralları, cezbedici dansözler, fanatik Müslüman teröristler ve daha fazlasını bulmak mümkündür. Bu rahatsız edici derecedeki olumsuz tasvirler, Amerikan popüler kültürü ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu tasvirlerden, Amerikalılar, Arapların kendilerinden belirgin bir şekilde farklı olduğunu ve bunun önemli sonuçları olduğunu öğrenmektedirler. Görsel tasvirler bir ulusun dünya görüşünü belirlemede etkin bir role sahiptir. Çoğu Amerikalı hiçbir zaman bir Arap ile karşılaşmamıştır belki de karşılaşmayacaktır. Özellikle, etkilenmeye açık gençlerin filmlerin büyük izleyici kitlesini oluşturduğu düşünüldüğünde bu daha da önem kazanmaktadır. Sinemanın yanı sıra video aracılığıyla da filmlerin geniş izleyiciye ulaştığı bu noktada göz ardı edilmemelidir. 3.1. Araplar Hakkındaki Filmler, Tarihsel Bir Bakış Sinema, Amerikan popüler kültüründe Arap stereotipinin en yaygın ve detaylı şekilde yer aldığı medyumdur. Tarihi boyunca, 20.yy’ın başlarından günümüze kadar bu böyle süregelmiştir. Başlangıcından beri Amerikan sineması, Arap imgesini etkileyici bulmuştur. Thomas Edison Amerikanın ilk film stüdyosunu 1893’de, West Orange, New Jersey’de kurduğunda ilk filmlerinden biri “The Dance of The Seven Veils” (Yedi Peçelinin Dansı) olmuştur. Bu film de ilk filmler gibi para atılarak izlenen, film izleme kutularından izleyiciye ulaşmıştır. Zaman içinde, hareketli görüntüler, film izleme kutularından sinema salonlarına taşınmış, tüm dünyada, özelikle de Avrupa’da ve Amerika da yaygınlık kazanmıştır. I. Dünya Savaşından sonra Avrupa bir enkaz haline gelmişken, Amerika dünya sinema endüstrisinde liderliğini ilan etmiş ve bu pozisyonunu tarih boyunca da bir daha elden bırakmamıştır. 179 Araplarla ilgili kurmaca filmler ince- lendiğinde, farklı türlerde, farklı temsil biçimleriyle karşılaşılmaktadır. Çöllerdeki şeyhlerden, uluslararası teröristlere uzanan bir çizgide, tarihi olaylara da paralel olarak, Araplar Amerikan sinemasında yer almışlardır. 3.1.1. Şeyh üzerinde yabancı askeri birliğe saldırmalarıdır. Avrupalılar, sayıları az, koşulları olumsuz olmasına rağmen her zaman kazanan taraftırlar. Çoğunlukla isimleri, yüzleri bile bilinmeyen Araplar da ölüme mahkumdurlar. Avrupalı bakış açısı ve sömürgeci ideoloji bu yolla ödüllendirilmektedir. Bu noktada göz ardı edilen aslında Avrupalıların işgalci konumunda oldukları, Arapların da vatan toprakları için çarpıştıklarıdır. 1920’lerde, Amerikalılar, The Song of Love (1923)(Aşk Şarkısı), A Cafe in Cairo (1924)(Kahirede Bir Kafe), The Arab (1924)(Arap), A Son of the Sahara(1924) (Sahra’nın Oğlu), The Desert Bride (1928)(Çölün Gelini) gibi, şeyhlerle ilgili egzotik melodramlara büyük ilgi gösteriyorlardı. Bu filmlerin ilklerinden ve de en ünlüsü The Sheik (1921)(Şeyh)dir. Bu filmde Rudolph Valentino beyaz bir kadını kaçıran bir Arap rolündedir. Bu film, ilk bakışta, Avrupalı beyaz erkeklerin yerli kadınlarla birlikte olabildiği ama beyaz kadınların peşinden arzuyla koşan yerli erkeklere asla izin verilmediği mevcut düzeni bozuyordu. Ne var ki Valentino filmindeki bu çatışma şeyhin aslında ailesinden ayrı düşmüş bir Avrupalı beyaz olduğunun anlaşılmasıyla çözüme ulaşıyordu. Bu örnek olarak, yılan oynatıcıları, doğaüstü yaratıklar, büyük zenginlik, yarı çıplak kadınlar, haremler, uçan at ve halılar gibi hayal mahsulü unsurların bolca görüldüğü, The Thief of Baghdad (1924) (Bağdat Hırsızı), Kismet (1920, 1930, 1944, 1955)(Kısmet) ve The Wonders of Aladdin (1961)(Aladdin’in Harikaları) sıralanabilir. Bu filmlerde “Bağdat”, Amerikan fantezilerinin hayat bulduğu, Batı’nın tabularının yanı sıra fizik kurallarının bile yıkıldığı bir yerdir. Bu filmlerin ana karakterleri de tembel, hırsız, vahşi, sekse aşırı düşkün ve yakışıklı olsalar dahi çekicilikten uzaktırlar. 3.1.2. Yabancı Askeri Birlik 3.1.4. Mumya Bu başlık altında ele alınabilecek filmler de şeyh filmleriyle benzerlikler taşır. Bunlarda sömürgeci Avrupalı birlikler, ki genellikle İngiliz ya da Fransız birlikleridir, Araplarla savaşmaktadırlar. Bu türün klasiklerinden biri olan Beau Geste (1926) bir yabancı lejyona asker olarak katılan İngiliz üç erkek kardeşle ilgilidir. Bu filmlerde genellikle görülen sahne, düşman Arapların atlarının Bu tehditkar ve büyüleyici tür 1932’de The Mummy (Mumya) filmiyle başlar. Bu filmler de yine Avrupalı ve Mısırlı erkekler arasındaki çatışmaya dayanırlar ve beyaz kadın yine ödül olarak ortadadır. Uzun zaman önce ölmüş ve mumyalanmış Mısırlı bir erkek, firavunlar döneminden çıkıp gelir ve eşinin reankarnasyonu olduğuna inandığı beyaz bir kadının peşine düşer. Mumya, döneminde en 3.1.3. Hayal ve Büyü 180 korku yaratan rollerden biri olmuştur ve bir kaç ünlü aktör bu rolde yer almıştır. Boris Karloff ilk mumya iken, Lon Chaney Jr., Christopher Lee ve diğerleri de başarılı makyaj uygulamalarının da etkisiyle, unutulmaz performanslar sergilemişlerdir. Bu filmlerde, Mumya ve Avrupalı arkeolog birbirinin zıttı bir ikilidir. Mumya doğu despotizmini, değişmezliğini, yıpranmışlığı, çürümüşlüğü, ölümü simgelerken; Batılı arkeolog bireyselliği, demokrasiyi, gelişmeyi, gençliği, gücü, hayatı, bilimi temsil eder. 3.1.5. Egzotik Bir Dekor 1930larda ve 1940larda, Arap dünyası Avrupalı öyküler için sadece bir dekor olarak kullanılmaya başladı. Örneğin, The Garden of Allah (1936) (Allah’ın Bahçesi), Algiers (1938) ve Casbah (1948) aslen Avrupalılara ait macera ve aşk hikayelerini işlerken, Cezayir bu filmlerde sadece dekor görevi görmüştür. Bu tür filmlerden en ünlüsü – aslında tüm zamanların en ünlü filmi – Casablanca (1942)’dır. Bu filmde Amerikalılar, Fransızlar, Almanlar hatta Çekler bile yer almaktadır. Faslı olarak ise, Sidney Greenstreet tarafından canlandırılan döküntü bir Faslı dışında kimse yoktur. Bu tür filmlerde, Arap dünyası, Batılıların oyun bahçesi olmaya indirgenmiştir. 3.1.6. Maskara ve Zengin 1900’lerde, komedilerle birlikte “ciddi” filmlerde de, Araplar genellikle, zengin, güçlü ama bir yandan da beceriksiz karakterler olarak sunulmuşlardır. Diğer türlerde de olduğu gibi, genellikle haremlerine dahil etmeye uğraştıkları be- yaz kadınlara saplantılıdırlar. Bu tutkuları da haremlerindeki kadın sayısıyla orantılı bir şekilde artmaktadır. Ali Baba Goes To Town (1937)(Ali Baba Şehre Gidiyor) filminde, 365 karısı(yılın her bir günü için bir tane) bulunan bir sultan, kadın kılığına girmiş Eddie Cantor’un peşine düşer ve onu haremine dahil etmek için uğraşır. Road To Morocco (1942)(Fas’a Doğru) filminde Bob Hope ve Bing Crosby güzel Faslı kadınları elde ederek Şeyh Kacem’i alt ederler. Daha güncel örneklere bakacak olursak, Protocol (1984) (Protokol) filmi, Washington’da çalışan bir kokteyl garsonu Goldie Hawn’un şehvet düşkünü bir emire cariye olarak gönderilmesiyle başlayan maceralarını konu edinmektedir. 3.1.7. Arap – İsrail Çatışması Arap – İsrail çatışmasının Hollywood versiyonunda, Araplar kötü, İsrailliler kahraman ve uğruna mücadele ettikleri ödül de Filistin topraklarıdır. Bu konuyu ele alan filmlerden en öne çıkanı Exodus (1960) (Göç)’da Paul Newman bir gemi dolusu Yahudiyi Filistin topraklarına başarı ile kaçıran siyonist bir lideri canlandırmaktadır. Exodus’da sadece iki tip Avrupalı vardır – siyonist olanlar ve olmayanlar. John Derek’in canlandırdığı filmin tek sempatik Arabı, filmin sonunda Arap milliyetçilerince öldürülür. Yani gene en iyi Arap ölü Araptır. İsrail meselesini ele alan ve yine Arapları olumsuz gösteren diğer filmler arasında Judith (1966) ve Cast a Giant Shadow (1966) (Dev Gölge) sayılabilir. Bu filmlerde sadece Araplar değil İsrailliler de olağandışı bir şekilde stereotipleştirilirler. Bu filmlerde temel olarak görülen, kar- 181 maşık bir konuyu son derece basitleştirerek, iyi kötü çatışmasına indirgemesidir. ton D.C.’ye saldırmak için bir yolcu uçağını kaçırmaktadırlar. 3.1.8. Terörist 3.1.9. Yüzyılın Sonunda Olumlu Temsillerin Başlaması Son dönemlerde Araplara dair en çok görülen filmler terörist filmleridir. Bu türdeki filmlerin ilk örneği Black Sunday (1977) (Kara Pazar)’dır. Bu filmde, Arap teröristler, bir beyzbol maçında, aralarında Amerikan Başkanı’nın da bulunduğu izleyicileri stadyuma yerleştirdikleri bir bombayla öldürmeye çalışmaktadır. Teknik olarak yetersiz Araplara akli dengesini yitirmiş bir Amerikalı Vietnam gazisi yardım etmektedir. Sonuçta İsrail ajanlarının üstün başarısı ile eylemleri önlenmektedir. Başka bir örnek de The Delta Force (1986) (Delta Gücü)’dür. Amerikan komandoları Arapların kaçırdıkları bir uçaktaki rehineleri kahramanca kurtarmakta ve tüm teröristleri öldürmektedir. Bu filmlerin en ilginç örnekleri Arap teröristlerin Amerikan topraklarına saldırdığı filmlerdir. Bazı filmlerde de Arap teröristler ana konunun dışında “tesadüfi” olarak yer almaktadırlar. Örneğin, Bact To The Future (1985) (Geleceğe Dönüş)’de Libyalı teröristler profesörü öldürmeye çalışmakta, Arabs in Trenchcoat (1983)’da Margot Kidder’ı iğne ile zehirlemeye kalkışmaktadırlar. Geleceğe Dönüş’ün genç izleyiciye hitap eden ve vizyona girdiği dönemde çok popüler olan bir film olduğunu burada belirtmek yerinde olur. True Lies (1994) (Gerçek Yalanlar)’da Arnold Schwarznegger bir CIA ajanıdır ve Florida’da nükleer bomba patlatmaya hazırlanan Arap teröristleri engellemeye çalışmaktadır. Executive Decision (1996) (Kritik Karar)’da elinden Kuran’ı düşürmeyen bir fanatik tarafından idare edilen teröristler, Washing- 1990’larla birlikte ikincil rollerde olsa dahi olumlu Arap temsilleri Amerikan sinemasında yer almaya başlamıştır. Bu karakterlerden biri Robin Hood: Prince of Thieves (1991) (Robin Hood: Hırsızlar Prensi)’deki sadık ve ağırbaşlı savaşçı Azem’dir. Kıyametten sonraki dönemde geçen, Escape from LA (1996) (LA’den Kaçış)’da kahraman Müslüman olduğunu açıklayan etkileyici bir kadınla karşılaşır. A Perfect Murder (1998) (Kusursuz Cinayet)’de yan rollerde başarılı bir detektif olarak bir Amerikalı-Arap yer almaktadır. Ama, yine de yüzyılın sonuna dek, ana karakterleri olumlu resmedilmiş bir Arap, Türk, İranlı veya Müslüman olan tek bir Hollywood filminden söz edilemez. Genel bir bakışla, 1900’ler, Amerikan sinemasında anti-Arap stereotiplerinin geniş yer aldığı bir dönem olmuştur, taa ki 1999’da çekilen Thirteenth Warrior (Onüçüncü Savaşçı) filmine kadar. Bu film, bir Arap diplomatı olan Ibn Fahdlan’ın, Orta Çağda, Avrupa’da Volga Nehri bölgesinde yaptığı seyahati konu alır. Michael Crichton’un kitabına dayanan bu film, Ibn Fahdlan’ın gerçek günlüğünden esinlenmiştir, ancak Crichton da, film yapımcıları da vahşi Vikingleri hikayeye katmayı yeğlemişlerdir. Bu savaşçıların içine düşen Ibn Fahdlan filmdeki en medeni karakterdir, yakışıklı kahraman alkolden uzak durmakta, çarpışmalardan önce dua etmektedir. 1999’da Arapları olumlu resmeden ikinci bir Hollywood filmi daha çekildi. 182 Three Kings (Üç Kral) Körfez Savaşı sonrası Güney Irak’ta bulunan bir grup Amerikalı askerin hikayesini anlatmaktadır. Bu askerlerin orada bulunma sebebi Saddam Hüseyin’in daha önce Kuveyt’ten çaldığı altın bir mührü geri almaktır. Filmde kötü Araplar devlet muhafızları ve onların lideri Saddam Hüseyin’dir. Ama aynı zamanda iyi Araplar da vardır, Güney Irak’taki Şii’ler alışılmadık bir şekilde insancıl ve sevecen resmedilmiştir. Hatta filmdeki Arap işkenceci bile direkt kötü karakter olarak verilmemiş, Amerikalıların ailesini öldürmüş olmalarıyla olumsuz davranışları sebeplendirilmiştir. Filmdeki Amerikan askerleri de Araplarla iyi ilişkiler kurmakta, hatta filmin sonunda Arapların güvenliği için ele geçirdikleri altın mührü feda etmektedirler. Film, Arapları, bencillikten fedakarlığa, açgözlülükten merhametliliğe uzanan bir çizgide resmederek Araplara dürüst bir yaklaşım sergilemektedir. Tabii bunda Arap kökenli Amerikalı Jack Shaheen’in danışmanlığının da etkisi olduğu açıktır. 3.1.10. Olumsuz Temsillere Devam, Tüm Zamanların En Kötü Arap Temsili, Rules of Engagement (Vur Emri) Three Kings gibi filmler, genellikle büyük ticari başarılar elde etmektedir. İzleyiciye verdikleri, dünyadaki politik düzeni anlama, sorgulama duygusu ile birlikte Amerika sınırlarının ötesinde de ilgi ile karşılanmaktadırlar. Bu noktada bu filmlerin ana akım ideolojiyi güçlendirme yönünde etkili olup olmadıklarını da dikkatli değerlendirmek gerekir. Açık bir anlatımla temsillerini direkt yapan filmlerin yanında, bu tarz, örtük anlatımlı filmler ideolojik anlamda bir tehlike oluşturabilmektedir, dolayısıyla daha dikkatli çözümlenmeli, dolaylı anlatımlar, alt metinler daha dikkatli incelenmelidir. (Kitaeff, 2003) Filmde, bir Amerikan deniz komandosu, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 83 kişilik bir Yemenli grubun üzerine ateş emri vermekten yargılanır ve suçlu bulunmaz. Çünkü filmin sonunda tüm o Yemenli kadın ve çocukların gözü dönmüş, azılı teröristler olduğu anlaşılır. Böylece Amerikalı asker suçsuz bulunmanın yanı sıra bir kahraman olarak da sergilenir. Filmdeki diğer Yemenliler de ya yalancı ya da radikal dincilerdir. 1999’da yapılan iki farklı yapıdaki filmden sonra gelen filmler yine Arapların olumsuz tasvirlerine devam etmişlerdir. Bunların başlıca örneklerinden biri, Yemen’deki Amerikan karşıtı bir ayaklanmayı konu edinen, Rules of Engagement’dir (2000; Vur Emri). Film, Amerikalıların kafasındaki Arap imajını olumsuz yönde etkileyecek şekilde, kadın-çocuk tüm Arapları vahşi katiller ve teröristler olarak sunmaktadır. Yemenlileri radikal ve “öteki” olarak konumlandırmak için sinematografinin görsel de dahil olmak üzere tüm anlatım araçları kullanılmıştır. Bu sinematografik kullanım, izleyicinin herhangi bir şekilde Arap karakterlerle duygusal bir ilişki kurmasını engellemekte, bu noktada da adeta karalayıcı anlatısıyla, tehlikeli bir yapı sergilemektedir. Elçilik önünde gerçekleşen ayaklanma esnasında kamera Yemenliler üzerinde geniş açıda pan yapmaktadır. Hiç 183 kimseye dair bir yakın çekim söz konusu değildir. Ancak dişleri dökük, eski püskü kıyafetler içindeki Arap erkekleri binaya taş ve molotof kokteyli atarken yakından görülürler. Kalabalık kendinden geçmişçesine, vahşi bir şekilde hareket etmekte, çığlıklarının arasında silah sesleri duyulmaktadır. Bu görüntüde rahatsız edici olan, kadın çocuk tüm bu kalabalığın vahşiler olarak sergilenmesinden öte, hepsinin eylemlerinden vahşi bir haz alırcasına sergilenmesindedir. Tüm bu sekans boyunca bu kalabalığın orada bulunma nedenine dair herhangi bir sebep bile verilmemektedir. Hiçbir karakter resmedilmemekte, kalabalığın motivasyonu verilmemekte, tüm insanlar sadece vahşi bir yığın olarak sergilenmektedir. Sonunda da subay emrini verir “Yokedin kahrolasıcaları!” Filmde sadece iki Arap karakterle izleyicinin ilişki kurmasına izin verilir, doktor ve genç kız. Doktor İngilizce konuşmakta ve geleneksel giysileri giymemektedir. Aynı şey kız için de geçerlidir. Bunlar izleyicinin bu karakterlerle bağlantı kurmasını sağlayan anlatım araçlarıdır, aslında amaçlanan, bu iki karakterin filmin sonunda ortaya çıkan ihanetlerinin etkisini arttırmaktır. Böylece filmde Amerikan karşıtı eylem içinde yer almayan tek bir Arap dahi kalmamaktadır, hepsinin gözü dönmüştür. Jack Shaheen, bu filmin senaryosunu eski A.B.D Donanma Sekreteri James Webb’in yazdığını ve Amerikan devletinin bu filmin yapımına destek sağladığını belirtmektedir. Aslında filmin dayandığı kurmaca hikaye, adı belirtilmeyen bir Latin Amerika ülkesinde geçmektedir. Ancak film yapım aşamasında, öykü, bir Arap ülkesi olan Yemen’e taşınmış- tır. Bunda, Amerika nüfusunda ağırlıklı bir yer tutan Latin Amerika kökenlilerin tepkisini çekmeme bir etken olarak düşünülmüş olabilir. Genel olarak kapalı ve geleneksel bir ülke olan Yemen’in Amerikalılar tarafından çok az tanınmasının ve kültürel yapısının Amerikan kültüründen çok farklı olmasının da seçilmesinde bir etken olduğu düşünülebilir. Bu farklı kültürel yapısı Yemeni kolaylıkla “öteki” konumuna getirmektedir. Filmde doktor ve küçük kız hariç, hiçbir Arap karakter, Batılı kıyafetlerle ki artık Arap ülkelerinde de yaygındır, görülmemektedir. Filmin yapımcıları terörist tasvirinde kot pantolon ve tişörtü, hançer ve sarık kadar etkili bulmamışlardır. Bu bağlamda, geleneksel kıyafetlerin kullanımı biz ve onlar ayrımını vermede etkili bir araç olarak da kullanılmıştır. (Whitaker, 2000) New York Press’den, Godfrey Cheshire ise, öykünün bir Arap ülkesine taşınmasını, genellikle terörist olarak sunulan Arapların bu olumsuz temsiller karşısında Hollywood’a güçlü bir tepki gösterememelerine bağlamaktadır. Film, gösterime girdikten sonra Arapların temsil ediliş şekliyle ilgili tüm dünyadan tepkiler gelmeye başlamıştır. The Arab-American Anti-Discrimination Committee (Ayrımcılığa Karşı Amerikalı Arap Komitesi) hala filmi tüm zamanların en kötü Arap temsili sunan filmi olarak değerlendirmektedir. Buna rağmen, filmin, Nisan 2000’de Amerika’da en büyük gişe hasılatı sağlayan film olması ve büyük ticari başarı sağlaması, gösterime girdiği ilk haftada 15 milyon dolarlık bir hasılat elde etmesi, bu noktada ilginç bir veri olarak değerlendirilebilir. (Glidden, 2004) 184 3.1.11. Bir Dönüm Noktası, 11 Eylül 2001 11 Eylül sonrasında, büyük bir savaş filmi furyası başlamıştır. Bunda bir etken olarak da yapılan askeri müdahaleye yönelik propaganda da görülebilir. Savaş filmlerinin yanı sarı o gün yaşanan olaylara değinen filmler de yapılmıştır. Kurbanların, kurtarma çalışmasında yer alanların an be an yaşadıkları perdelere taşınmıştır. Bir yandan, Amerikan stüdyolarınca yapılan bu filmler Amerikalıların duygusal çöküntülerine hitap ederken, öte yanda, bağımsız yapımcılar “öteki”ne yönelik filmler yapmaya başlamışlardır. Onların temel çıkış noktası, dünyanın öbür ucunda nasıl bir yaşam olduğunu, öteki’nin kim olduğunu anlamaya, anlatmaya çalışmaktır. Amerikan ana akım sineması teselli etme görevini üstlenmişken, bağımsızlar dünyanın tüm renklerine açılmışlardır. Bu başlık altında, alışılagelmiş Arap temsilini sürdüren stüdyo filmlerindense bu farklı bakış açısını incelemek yerinde olacaktır. Bu farklı yaklaşım Sally Poter’in 2004 yapımı filmi Yes (Evet)’de görülebilir. Filmde bir Lübnanlı cerrah ile İrlanda asıllı Amerikalı bir biyoloğun aşk ilişkileri, bir müddet sonra farklı ideolojileri ve kültürleri hakkında uzun tartışmalara dönüşür. Yönetmen, saldırılardan kısa bir süre sonra yazmaya başladığı filmde “Batıda Araplara karşı uyanan önyargıya ve paralelinde askeri müdahele ile birlikte Amerikaya karşı uyanan tepkilere bir cevap vermeyi arzuladığını” dile getirmektedir. The War Within (2005), filminin temelinde yatan amaç da Amerikalılara bombalı saldırıların arkasında nasıl bir öfkenin olduğunu göstermektir. Film 2005 yılında Joseph Castelo ve Pakistan kökenli Amerikalı Ayad Akhtar tarafından yapılmıştır. Film, yumuşak başlı eski komşularının bir terörist olduğunu öğrenen Pakistanlı bir aile hakkındadır. Milwaukee’de güvenli, sakin bir Müslüman mahallesinde büyüyen Akhtar, bir tarafının 11 Eylül saldırılarına hiç de şaşırmadığını söylemekte ve bunun onu esas şok eden şey olduğunu söylemektedir. “Amerika’daki azınlıkların yaşadıkları hoşnutsuzlukların, dolayısıyla iki taraf arasında bir diyalog başlatabilecek, olayın öteki yüzünü de gösterebilecek bir film yapmanın gerekliliğinin farkındaydım” demektedir. Albert Brooks, Real Life, Lost in America gibi filmlerde ki post-modern Amerika’nın varlığını eleştirmekte, “Looking for Comedy in the Muslim World” (2005) filminde bu eleştirel tavrını sergilemektedir. Bu film stüdyo filmleri ile bağımsız filmlerin arasında bir yerdedir. Filmin yönetmeni ve senaristi Brooks, Amerikan hükümetince Pakistan ve Hindistan’a gönderilen bir komedyeni canlandırmaktadır. Filmin kahramanı, 11 Eylül sonrasında, Müslümanların mizah anlayışını keşfetmeye çalışmaktadır. Bu mizahi hava içinde yer alan Müslüman temsilleri daha insancıl görünmektedir. Stephen Gaghan’ın yönettiği, 2005 yapımı, Syriana küresel bakış açısı ile ana akım sinema arasındaki dengeyi tutturmuş görünmektedir. Tabi ki, bu İngiltere, Fransa, İtalya, İsviçre, Lübnan, Suriye, Dubai ve Güney Afrika’da yapılan detaylı alan araştırmaları sayesinde de sağlanmıştır. Petrol endüstrisi ile direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı pek çok 185 kişi ile görüşmeler yapılmış, 11 Eylül’le bağlantılar detaylı incelenmiştir. Bu noktada bu filmde Arapların temsilinde de ana akım stüdyo filmlerinin aksine daha gerçekçi bir yaklaşım sağlanabilmiştir. (Thomson, 2005) 3.2. Arap Stereotipinin Genel Değerlendirmesi Sadece Araplar değil, diğer Orta Doğulular ve Müslümanlar da aynı şekilde olumsuz stereotiplerle Amerikan filmlerinde resmedilmektedirler. Örneğin, Türk hapishanelerindeki bir Amerikalı tutuklu ile ilgili, Midnight Express (1978) (Geceyarısı Ekspresi)’ndeki Türklerin hepsi sadist işkencecilerdir. Ya da Lawrence of Arabia (9162) (Arabistanlı Lawrence)’da ki Türk memur ahlaksızın biridir. Kızını İran’dan Amerika’ya kaçırmaya çalışan bir kadın hakkındaki, Not Without My Daughter (1991) (Kızım Olmadan Asla)’da ki İranlıların hepsi mutsuz, kaşları çatık insanlardır. Air Force One (1997)’daki Çeçenler, Amerikan başkanını kaçıran ve onu, karısını ve çocuğunu öldürmekle tehdit eden acımasız teröristlerdir. Son yüzyılın filmlerinin tamamı, Arapları net kötü olarak sunmamaktadır. 1920’lerin filmlerindeki Arap karakterlerin soylu bir yabanilikleri vardır. Örneğin, Bağdat Hırsızı’nda, Douglas Fairbanks tembel ve dürüst olmayan bir karakteri canlandırmakla birlikte, iyi bir kadının aşkıyla ıslah edilebilmektedir. Arabistanlı Lawrence’da bir iki iyi Araba yer verilmesinin ötesinde Arap aktör Omar Şerif’e de rol verilmiştir. Yani bu filmlerdeki Arapların bazıları kötüdür ama o kadar da kötü de- ğildir. Örneğin Disney tarafından yapılan animasyon film Aladdin (1992)’de bir yandan, açılış şarkısında Orta Doğu’dan “Barbar ama olsun yine de bizim topraklarımız” diye bahsedilmektedir ki bu sonradan piyasaya sürülen videolarında değiştirilmiştir. Filmdeki Arap fesat büyücü Aladdin’in başına işler açmaktadır. Ama tüm bunların yanı sıra iyi Araplar da vardır, en başta da Aladdin’in kendisi ve Prenses Yasemin. Aslında zaten film bir Arap ülkesinden çok Taj Mahal’i andıran saray ve ortalıkta dolanan Bengal kaplanıyla Hindistan’ı andırmaktadır. (Michalak, 2002) Sonuç olarak, tüm bu filmler basitçe, kötü, daha kötü ve en kötü Arap temsilleriyle sınıflandırılabilirler. Jack Shaheen’in alfabetik olarak sıralanmış, binin üzerinde filmi, Arapların sunumu üzerinden incelediği, “Reel Bad Arabs” (Gerçek Kötü Araplar) kitabı, Amerikan sinemasındaki Arapların kötü sunumu konusunda hiç bir şüpheye yer bırakmamaktadır. 3.3. Neden Araplar Olumsuz Stereotipleştirilmektedir? Bir genelleme yapılacak olursa, Arapların olumsuz temsillerine farklı pek çok türde rastlanmaktadır, nadir olmakla birlikte bazı olumlu temsillere ise ancak yüzyılın sonlarında bir kaç örnekte rastlanmaktadır. Bunun sebepleri olarak, öncelikle genel kabul görenlere değinmek yerinde olur. İlk ağızda akla gelen sorular şöyle sıralanabilir: 186 • Arapların göçebe bir yaşam sürdüğü doğru değil mi? Evet, bu doğrudur, ancak genel nüfusun %1’den daha az olan bir kısmı göçebe olarak yaşamaktadır. • Arap sultanlar, krallar yok mu? Evet, var, ama 22 Arap ülkesinin çoğu cumhuriyettir. • Araplar petrol zengini değil mi? Evet, azınlıkta olmakla birlikte Arapların petrol yönünden zengin oldukları söylenebilir. Ama Arapların çoğunluğu diğer üçüncü dünya ülkeleri gibi ihtiyaçları olan petrolü ithal etmektedirler. • Araplar demokratik mi? Evet, bazı Arap ülkelerinde demokrasinin olduğunu söylemek zor ama unutulmamalı ki tüm dünyada demokrasi kavramının görece olduğu da unutulmamalıdır. • Araplar kötü değil mi? Dünyada yaklaşık 250milyon Arap yaşamaktadır ve onlar da tüm diğer insanlar gibidir. Milyonlarca insanı olumsuz tiplerle temsil etmek ırkçılıktan öte bir noktada değerlendirilemez. Araplar da tüm diğer etnik kimlikler gibidir, ne daha iyi ne daha kötü. 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirenler Araplar değil mi? Evet, ama bir avuç dolusu insanın gerçekleştirdiği bir eylemi milyonlarca insanın omuzlarına yüklemek doğru bir yaklaşım mıdır? Ayrıca Avrupalı, Amerikalı teröristlerin de var olduğu göz ardı edilebilir mi? Unutulmamalı ki Amerika’ya karşı Arap terörizmi 1970lerde Hollywood tarafından işlenmeye başlanmıştır, ki 1977’den 1993’e kadar Amerika’da Arapların gerçekleştirdiği terörist saldırılar sadece beyaz perde kalmıştır. Arapların sürekli terörist olarak tipleştirildiği filmlerin ya- rattığı önyargı herhangi bir terörist eylemin hemen Araplara mal edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bunun bir örneği 1995 Nisan’ında Oklahoma’da gerçekleşen bombalı saldırıdır. Bu saldırı tüm dünya medyasınca Araplara mal edilirken, sonuçta eylemi gerçekleştiren teröristin beyaz bir Amerikalı olduğu ortaya çıkmıştır. Benzer bir şekilde 1996’da New York yakınlarında bir TWA uçağında patlama olduğunda yine Araplar sorumlu tutulmuştur ancak sonuçta patlamanın yakıt sistemindeki bir arızadan kaynaklandığı anlaşılmıştır. Tüm bu örnekler Arap/Müslüman karşıtı bir yaklaşımın göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Arapların Hollywood’da olumsuz temsiline getirilen bir başka açıklama da, Hollywood’da kontrolün Yahudilerin elinde olmasıdır. Arapların olumsuz temsil edildiği Sahara(1983), Bolero (1984) ve The Delta Force (1986) gibi filmler Golan-Globus Films tarafından yapılmıştır. Bu yapım şirketinin kurucusu, İsrail devletinden de maddi destek alan bir İsrailli olan Menahem Golan’dır. Yine Arap karşıtı filmlerden biri olan Exodus’da İsrailli bir yönetmen tarafından çekişmiştir ve İsrail’in olumlu temsili için çalışan bir halkla ilişkiler firması tarafından finanse edilen bir kitaba dayanmaktadır. Bazı örnekler olumsuz Arap temsillerinde Yahudilerin etkin olduğunu göstermektedir ama bunun ana sebep olduğunu düşünmek yanlış olur. İsrail- Filistin çatışmasının çok öncesinden süre gelen bir olumsuz Arap temsili geleneği vardır. Bunu sinemanın yanı sıra müzik ve edebiyat gibi farklı mecralarda da görmek mümkündür. 187 Arapların Amerikan sinemasında- ki olumsuz temsilinin nedenlerini anlayabilmek için, bu genel yargıların dışına çıkarak, daha gerçekçi sebeplerin peşine düşmek gerekmektedir. 3.3.1. Avrupa Mirası Arap ve Türklere karşı korkuyla karışık tepkinin Amerika’ya Avrupalılarca taşındığı söylenebilir. Avrupalıların, Araplarla ilk karşılaşmaları Güney Avrupa’da olmuştur ve daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte devreye Türkler girmişlerdir. Her iki topluluk da dönem itibariyle pek çok açıdan Avrupalılardan üstünlüklere sahiptiler, özellikle de askeri güç açısından. Araplar yüzyıllar boyunca İspanya’da hakimiyetlerini sürdürmüş, Fransa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Türkler de Doğu Avrupa’da yüzyıllar boyunca etkin olmuş, iki kuşatma ile Viyana’ya kadar dayanmışlardır. Avrupalıların Arap, Türk ve diğer Müslümanlarla olan bu uzun tarihi geçmişinin izleri öncelikle oryantalist resimlerle birlikte Amerika’ya kadar taşınmıştır. 3.3.2. Orta Doğu Hakkındaki Cehalet Amerikalılar ne yazık ki Araplar ve Orta Doğu hakkında pek de fazla bilgiye sahip değildirler. Amerika dünyanın dört bir yanından gelen, farklı etnik gruplardan oluşan bir toplumsal yapıya sahip olmakla birlikte, bu yapının içinde pek az Arap yer almaktadır. 19.yy’ın sonlarında ve 20.yy’da Amerika’ya göçen Araplar da aslen Hristiyandır ve Amerikan kültürü içinde eriyip yok olmuşlardır. 1920’lerde ve 1930’larda Amerikalıların hakkında en az bilgiye sahip oldukları bölge Orta Doğu’dur. Dolayısıyla Orta Doğu film yapımcıları için fantazilerin, egzotik filmlerin doğal dekoru haline gelmiş ve ötekinin temsili de bu yolla başlamıştır. Bu noktada, yapılan olumsuz temsillere karşı organize bir Arap birliğinin ancak günümüzde, yeni yeni, oluşmakta olduğunu belirtmek yerinde olur. 3.3.3. Stereotiplerin Yaygın Kullanımı Dünyanın tüm insanları hakkında bir şeyler bilmemiz çok zor olduğundan, genel olarak hepimizin stereotipler kullandığını kabul etmek gerekir. Amerikalıların Arapları stereotipleştirdiği gibi, Araplar da Amerikalıları stereotipleştirmektedir. Genel olarak Amerikalılara dair, zengin, saldırgan ve cinsel yönden aşırı özgür bir imajdan bahsedilebilir. Ancak bunda “Dallas” gibi Amerikan yapımı televizyon programlarının da etkisi göz ardı edilemez. Stereotip basitleştirilmiş bir temsildir. Bir topluluğun üyelerini tanımanın ancak ilk adımı olarak değerlendirilmelidir. Topluluğa dair gözlemler artıp, bireylerle kurulan ilişkiler çoğaldıkça daha derinlemesine temsillerin doğuşu kaçınılmazdır. Olumsuz stereotipler için ancak yanlış anlamalara dayandığı veya bilinçli olarak insani boyutun göz ardı edildiği temsiller olduğu söylenebilir. 3.3.4. En Temel Çatışma, İyi - Kötü Filmler de hikayelere dayanır ve en bilindik hikaye iyi ile kötünün mücadelesidir. Bu temel çatışmaya sadece filmlerde değil, halk masallarında, romanlarda, tele- 188 vizyon programlarında ve tüm diğer popüler kültür ürünlerinde rastlamak kaçınılmazdır. Sonuçta da bu tip bir hikayeye dayanan yapımlarda seçilebilecek en uygun kötü temsili, sayıca az olan, daha az organize olan ve dolayısıyla da itirazlarını en az dile getirebilen topluluklar içinden çıkmaktadır. 3.3.5. Amerikan Dış Politikası Sinema da dahil olmak üzere, medya, Amerikan dış politikasını yakından takip ederek gündem yaratmaktadır. II. Dünya Savaşı sürecinde Almanlar ve Japonlar karşıtı konular ele alınırken, Soğuk Savaş döneminde onların yerini Rusların alması Amerikan medyasının politik yaklaşımını çok net gözler önüne sermektedir. Son dönemde Amerikan politikasında Arap ve Müslümanların geniş yer tutmasıyla birlikte bu medyaya da yansımıştır. Muammer Kaddafi, Saddam Hüseyin, Yaser Arafat hep olumsuz temsil edilen Arap politikacılarının başında gelmişlerdir. Iron Eagle (1986) (Demir Kartal) ve GI Jane (1997) filmlerinde kötü karakterler Libyalılardır, Iron Eagle II (1998) (Demir Kartal-II)’de soğuk savaş sonrası bir dönemde Amerika ve Rusya’nın Irak’a karşı ortak giriştikleri bir mücadele ele alınır. Bu filmlerin de örneklediği gibi sinemada etnik kimliklerin sunumu politikadan bağımsız düşünülemez. Amerikalıların, Arapların ve tüm diğer “öteki”lerin hakkından geldiği tüm filmlerin kredilerinde DOD (United States Department of Defense) (Amerikan Savunma Bakanlığı)’na sağladığı ekipman, personel ve teknik destek için teşekkür edilmektedir. Bu noktada, bu filmleri politik propaganda filmleri olarak değerlendirmemek ne yazık ki çok güçtür. 4. Sonuç Sinema bize dışarıda olanı bir “temsil” süzgecinden geçirerek sunar. Perdede gördüğümüz her şey aslında neyin, nasıl temsil edileceğine ilişkin bir seçme eylemidir. İdeoloji de işlerliğini, toplumsal kurum ve değerlere, cinsiyet rollerine ilişkin kültürel temsiller aracılığıyla gerçekleştirir. Sinema başat kültürel temsillere yer vererek, başat ideolojinin yeniden üretilmesine katkıda bulunabilir ya da karşı bir tavırla bunları sorgulayıp, sarsabilir. Konu, biçem, bu biçemi ortaya çıkaracak, kamera hareketleri, açıları, çerçeveleme, ışık, renk düzenlemeleri, sesin kullanımı, motifler, simgeler, eğretilemeler sonuçta sinemacını seçimidir; onun çevresine, dünyaya, olaylara “nasıl”, “nereden” baktığı ile ilişkilidir, dolayısıyla ideolojiktir. Sinema ve ideoloji çerçevesinde, tarihsel bağlamı da göz önünde bulundurarak, Amerikan Sinemasında, Amerikan dış politikasıyla da paralel olarak, Arap temsilini incelemek, yani geçmişe yönelik bir çalışma yapmak, bu temsilin geleceğine yönelik yorumlar yapmayı ne yazık ki mümkün kılmamaktadır. Ancak ön görülebilecek iki noktadan bahsedilebilir. Olumsuz temsilin değişmesine yönelik yapılabilecek ilk şey organize bir şekilde karşı çıkmaktır. Arap temsili özelinde düşünüldüğünde, Amerikalı Araplar ve diğer Orta Doğulu ve Müslüman Amerikalıların, Amerikan popüler sine- 189 masında yer alan olumsuz stereotiplere karşı tepkilerini dile getirmeye başlamaları önemlidir. Bu bağlamda, The National Association of Arab-Americans (Ulusal Amerikalı Araplar Birliği), The American-Arab University Graduates (Amerikalı Arap Üniversite Mezunları Birliği), The American-Arab AntiDiscrimination Committee (Ayrımcılığa Karşı Amerikalı Arap Komitesi), The American Arab Institute (Amerikalı Arap Enstitüsü) ve benzer kuruluşların oluşması ve gittikçe daha aktif hale gelmeleri, olumlu yönde atılan adımların göstergesidir. Ancak bu yolla olumsuz temsillere ilişkin bir farkındalık yaratmak mümkün olabilir. İkinci olarak, global çapta meydana gelen olayların temsil politikalarını etkileyeceğinin unutulmamasının gerekliliğidir. 11 Eylül tüm dünyada Arap ve Müslüman imajını olumsuz yönde etkilemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki Amerikan sinemasında Arapların terörist olarak gösterilmesi 1977’ye dayanmaktadır ve 11 Eylül perdedeki karakterlerin gerçek hayata taşındığı ilk terörist eylemdir. Bu noktada unutulmaması gereken eylemi gerçekleştiren birkaç kişinin tüm Arap ve Müslüman dünyasını temsil etmediğidir. Dolayısıyla Arap, Müslüman ve Amerikalı Arapların temel haklarının korunması hala esastır. Arapların gerçek yaşam şekillerinin ve çağdaş Arapların kültürlerinin farklı iletişim kanallarında sergilenmeye çalışılması ile de bu olumsuz temsillerin önüne geçmek daha mümkün olacaktır. Olumsuz stereotiplerin varılmaya çalışılan barışçıl ortama hiç bir katkısının olmayacağı açıktır. Kaynakça Branston, G.(2000). Cinema and Cultural Modernity, Buckingham; Philadelphia: Open University Pres. Glidden, K. (2004). “Arab Stereotypes in American Cinema: An Examination of Hollywood’s Racial Injustice in ‘Rules of Engagement” Xchanges, vol. 4, no. 1, September. Güçhan, G.(1999). Tür Sineması, Görüntü ve İdeoloji, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. Kitaeff, L. “Three Kings: Neocolonial Arab Representation” http://www.ejumpcut.org/archive/ jc46.2003/kitaeff.threeKings/index.html Konzett, D.(2004). “War and Orientalism in Hollywood Combat Film”, Ouarterly Review of Film and Video, Taylor&Francis Inc.. Metz, C. (1974). “Sinemada Her Şey Niye Söylenmez, Sinemada Söylemek ve Söylenen”, 7.Sanat, No:12, s.10. Michalak, L.(2002). “Arab in American cinema; From bad to worse, or getting beter?”, Social Studies Review, Fall. Nafıcy, H. (1997). “Medya’da Diğerinin Sunumu; İran Örneği”, çev. Nazan Alioğlu, Antrakt, Aralık, Ocak, Şubat. Ryan, M.; Kellner, D.(1997). Politik Kamera, Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası, Çev. E. Özsayar, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Semmerling, T. (2006). Evil Arabs in American Popular Film, Orientalist Fear, University of Texas Press. 190 Shaheen, J.(2002). “Hollywood Targets Arab and Muslim Americans”, Pacific News, February 27. http://pages.emerson.edu/organizations/fas/latent_image/issues/1996-04/ arabs.htm Shaheen, J. (2001). Reel Bad Arabs: How Hollywood Vilifies a People, New York: Interlink Pub. Group. Thomson, D.(2005). “Hollywood Zooms In On a Post 9/11 World”, Washington Post, December 10. Simon, S. “Arabs in Hollywood: An Undeserved Image” Whitaker, B. (2000). “The ‘Towel Heads’ Take on Hollywood”, Guardian Unlimited. August 11. 191 Günşad Özger* İletişim Sürecinde Alıcı Anlamlandırmalarının Kuramsal Etkileşimi Pencereden Sarkan Sepetlerden Sanal Sepetlere Online Alışveriş Özet Abstract İnsan büyük bir ileti ağıyla kuşatılmış dünyada yaşamaktadır. Bu iletiler, kullanılan simgelerle, iletişim faaliyetlerinin etkin ve etkili bileşeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada; iletişim sürecinde alıcının, mesajı alma ve kabulünde, mesaja bakış açılarındaki kaçınılmaz farklılıkların kuramsal çerçevede vurgulanması amaçlanmaktadır. Bu çerçevede iletişim sürecinde kaynağın alıcıya olan yaklaşımı ve alıcı anlamlandırmaları sorgulanmaktadır. Örnek olarak ise, alışverişin yeni yüzü online mağazalar seçilmiştir. Alıcının bakış açısı, ufku ile kaynağın, göndericinin ufkunun kaynaşması sonucunda ortaya çıkan anlamlandırma süreci makalenin konularını oluşturmaktadır. Çalışmanın sonucunda, iletişim sürecinde hedeflenen etki işlevinin en üst düzeyde yerine getirildiğini ve toplumsal bellekte ne denli etkili olduğunu söylemek olanaklıdır. Ancak alıcının da etkiyi kabullenme konusunda seçici olduğu görülmektedir. Human beings live in a world of message network. These messages meet humans as active and effective components of communication activities with using symbols. In this study, it is aimed to emphasize the inevitable differences between the conceptions of the messages within the process of communication. In this framework, the approach of the source to the recipient and the perceptions of recipient are being investigated. The e-stores that are the new face of the shopping have been selected as samples. The meaning construction process derived from the blending of the perspective of the recipient and the source is the subject of this article. In the end of the study, it is possible to say the affecting function targeted within the communication process have been performed at a high level and have been how effective in the social memory. However it is seen that the receiver is selective about adopting the message. Anahtar Kelimeler Key Words Alıcı, anlamlandırma, bilişsel çelişki kuramı, alımlama estetiği, online alışveriş Receiver, receivers` meaning constructions, cognitive contradiction theory, reception aesthetics, online shopping * Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul 1. Giriş Günlük yaşantımız içinde televizyon izlemekten, radyo dinlemekten vazgeçsek bile yürüyüş esnasında çevremizde pek çok uyaranla karşılaşırız. Böylesine etkili bir söylem alanı içinde, iletişim sürecinin temel amacı, hedefi etkilemek, ondan kaynağın ilettiği iletiler doğrultusunda tepki almak ya da onun istenilen tutum ve davranışı geliştirmesini sağlamaktır. Ancak bu amacın bir başka deyişle geribildirimin istenilen şekilde gerçekleştirilebilmesi için alıcının mesajı alma ve kabulün de geliştirdiği davranış kalıplarının doğru değerlendirilmesi gerekmektedir. İletişim sürecinde, farklı ortamlara, farklı alıcı düzeylerine seslenen iletilerin etkili olabilmesi için ikna gücünün arttırılması ile öngörülen stratejiler, alıcı araştırmalarının temellendiği, toplumsal yaşamda bu iletilerin nasıl tüketildiğine göre ya da iletilerin alıcı etkileşimine göre konumlandırılmaktadır. İnsan zihninin nasıl çalıştığı fikri üzerine konumlandırma yapmak yerine sonuca, yani davranışa odaklanmak daha gerçekçi sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır. Kavramlara, kullanıldığı alanlara ve onları kullananların felsefi inancına, dünya görüşüne göre değişik anlamlar yüklenmesi doğal bir durumdur. İnsan, mantıkta konuşan, düşünen-akıllı canlı kavramıyla ortaya konulmaktadır. Kavram oluşturabilen tek canlı insandır. O, bu sayede kendisinin tanımını yapabildiği gibi, kendi dışındaki dünyayı da tanımlayıp anlamlandırabilmektedir. Bu bağlamda, insan bireysel varlığını ve toplumsal ilişkilerini iletişim yoluyla sürdüren bir varlıktır. İnsan diğer insan- larla ve çevresiyle etkileşim halindedir. İnsanın kendini tanımasında, ifade edebilmesinde ve toplumsal yapının temel taşı olabilmesinde iletişim önemli rol oynamaktadır (Yatkın, 2006: 43). İletişim, bir gönderici tarafından öte yandaki alıcı üzerinde belli bir etki yaratmak amacıyla, adına ‘Gösterge’ denilen, anlam yüklü birimlerden yararlanarak karşı tarafa, belirli bir bildiri ulaştırılması eylemidir (Uluyağcı, 2007:217). Süreç açısından iletişim; bilgi, düşünce ve tutumların ortak semboller aracılığı ile kişi ve gruplar açısından değiş tokuş edildiği bir süreçtir. Herhangi bir kavram ya da olgunun süreç olduğu ya da süreç karakteri taşıdığı ifade edildiğinde o olgu veya kavramın tek bir başı ya da tek bir sonu olan belli bir olgular düzeni olmadığı anlaşılır. Kavram veya olgu durağan bir yapı göstermez. Aksine sürekli bir değişim, etkinlik ve hareketlilik vardır. Süreç içinde bulunan öğeler etkileşim halinde olup sürekli bir değişik ortam içindedirler (Yatkın, 2006: 45). İletişim sürecinde alımlama, kaynaktan gelen mesajın alma ve kabulü safhasıdır. Yazdığımız bir haberin ya da radyodan, televizyondan yaptığımız bir yayının bizim amaçladığımız yönde ve içerikte bir etki yapabilmesi için iletişim sürecinin alımlama aşamasını bilmek gerekmektedir. W. Lippman’a göre dünya ulaşılamaz, görünmez ve akıldışıdır. Her birey ulaşamadığı bir dünyanın güvenilir bir görünümünü kafasının içinde oluşturur. Parçalanmış, bozulmaya uğramış, ön kavram ve yargılara konu olmuş görünümler, kişilerin dış dünya ile ilişkilerinde yol gösterir. 194 Fransız yönetmen Jean Luc Godard’a göre ise; artık doğru görüntü, yalnızca bir görüntüden ibarettir. Bu belirleme, bir iletişimsel olay ve eylem zenginliğine değil, sınırsız mesaj üretimi ve aktarımına, dolayısıyla göndericiden alıcıya, belli bir dolaysız kanal izlemesi zorunlu olan her tür çevresel gürültüyü yerinden eden yoğunlaştırılmış bir ileti akışına ve alıcının algılama sorununa neden olmaktadır (Köse, 2002: 236). Sibernetik biliminin kurucusu sayılan Norbert Wiener’ın işaret ettiği ve sonrasında Shannon ve Weaver’ın bir hat üzerinde aktarılan enformasyon teorisi, iletişim kavramının yeniden tanımlanışı ve enformasyonun bilgisel içeriğiyle yitirilen ilişkinin yeniden düşünülmesi açısından kaçınılmaz olmaktadır. Kimse kitaplığında fikirlerine aykırı kitaba yer vermek istemez. Beynimizde faaliyetlerinde bu prensiple çalışmaktadır. Susamak susuzluğunu gidermek için bir dürtüdür. Bu inançlarımıza ters değilse eylemi gerçekleştiririz. Ters ise ya aklileştiririz ya da eylemi gerçekleştirmekten kaçınırız. Bütün bu aklileştirme ve kaçınmalar gerek kendi iç iletişimizde gerekse kendi dışımızdaki dünya ile kurduğumuz iletişim süreci içinde sık sık karşımıza çıkmaktadır. Geçici toplumsal karşılaşma ortamında sorunsuz iletişim kurmak için kaçınma ya da aklileştirmelere ihtiyaç duyarız. Özellikle de geçici toplumsal karşılaşmaya en çok rastladığımız alışveriş ortamında, sorunsuz bir iletişime ihtiyaç duymaktayız. Farklı toplumlarda, farklı coğrafyalarda veya aynı coğrafyayı paylaşıp da farklı kişilik özellikleri gösteren birey için seçilen iletişim türü ne olursa olsun, kişilik ve yaşanan dünya çatışması, kişilik çatışması kaçınıl- maz bir durumdur. Leo Festinger’in “bilişsel çelişki kurama göre yeni bir tutum ya da davranış karşısında insanlar, daha önceden edinmiş bulundukları “tanınabilme” alanına ters düşmeyecek şekilde tavır alırlar. İnsanlar kendilerine iletilen mesajların inanç ve değerleriyle uyum içinde olmasını istiyorlarsa yazdığımız haberin ya da radyodan, televizyondan yaptığımız bir yayının bizim amaçladığımız yönde ve içerikte bir etki yapabilmesi için alıcı anlamlandırmaları ne düzeyde olmalıdır? Alıcının bakış açısı, ufku ile kaynağın, göndericinin ufkunun kaynaşması hangi koşullarda gerçekleşebilir? Temelde sorun edilen konuları oluşturmaktadır. Birçok değişkene, farklı önermelere sahip olan alıcı anlamlandırmalarının kuramsal çerçeveye oturtulmasıyla çalışmanın bilimsel boyutta incelenmesi kolaylaşmaktadır. Tek tipleşmenin arttığı, binlerce seçenek arasında en uygununu, en işe yararını, en güzelini bulmanın zor olduğu günümüzde; trafik, zamansızlık gibi etkenlerle alışveriş zevk olmaktan çıkmaktadır. İnternet dünyası ise; dünyanın tüm gürültüsünü pencerelerin arkasında bırakıp, keyifli önerilerle, farklı seçeneklerle ve ucuzlukla yalıtılmış bir ortam sunmaktadır. 1.Pencerelerden Sarkan Sepetlerden Sanal Sepetlere Türkiye’de 1980’lerden bu yana alışveriş merkezlerinin hızla çoğalmasına paralel olarak, geleneksel pazarın dünyası, yüzyıl dönümünde izlenen Osmanlı modernleşme sürecinden itibaren ortaya çı- 195 kan lüks mağazalarla birlikte zaman içinde bir dönüşüm geçirmiştir. Türkiye’nin büyükşehirlerinde özellikle 1960’lardan sonra gelişen yeni alışveriş yerleri ile alışveriş merkezi niteliğindeki caddeler, alışveriş gezilerini ve vitrin bakmayı özellikle orta sınıfın günlük rutininin bir parçası haline gelmiştir. Farklı sınıfsal kökenlerden gelen müşterilerin mahalle bakkalından açık pazarlara, alışveriş merkezlerine, hiper marketlere kadar alışveriş ağından yararlandıktan sonra, online alışverişe yönelmesi, etkinlik ve alımlamalarda farklı dönüşümleri de göstermektedir. Pencerelerden sarkan sepetlerden online sepetlere dönüşüm, alışveriş marketlerindeki toplumsal atmosferin, hem postmodern tüketim kültürünün getirdiği alışkanlıklara, hem de sınıf ve cinsiyet konusundaki yapısal eşitsizliklere karşı tepkiselliği de yansıtmaktadır. 1980’lerde Türkiye ekonomisinin liberalleşme süreci, daha öncelerin korumacı, ithal ikameci politikalarının, ihracata yönelik yerel endüstrilerin teşvik edilmesine ve yabancı yatırımın özendirilmesine dayalı yeni bir kalkınma stratejisine dönüşmesine yol açmıştır. Bu durumda Türkiye’nin ekonomik açıdan olduğu kadar sosyokültürel açıdan da dünyaya açılmasına neden olmuştur. Bu değişimler doğrultusunda ürün ve hizmetlerde kıtlıktan bolluğa geçiş meydana gelmiştir. Türkiye’nin bu yeni kalkınma stratejisi çok ulusların cazip hedefi haline gelmesine neden olmuştur (Durakbaşa ve Cindoğlu, 2003: 85). “Çarşı” Osmanlı kent merkezlerinin mimari planında loncalar tarafından idare edilen küçük dükkânlar, gezici satıcılar, bunlarla birlikte kadının da alıcı olarak katılımı yeni olguları beraberinde getirmiştir. Etkinlikleri ve tutumları da etkilemiştir. Ondokuzuncu yüzyıldan sonra Osmanlı mahalleri, önceleri zengin ile yoksulun paylaştığı tek tip tüketim kalıpları, farklı sosyal katmanların ve statü gruplarının zevklerine göre çoğalmıştı. Üst sınıflar, modernleşme sürecinde bürokratlara ve diğer sınıflara sosyal üstünlüklerinin göstergesi olarak İstanbul’a ithal edilen estetik objeleri (piyano ve batı tarzı mobilyalar gibi) satın almak istemişlerdir. Galata ve Pera batı mallarına erişim sağladığı yerler olarak on dokuzuncu yüzyıl sonu Osmanlı günlük yaşamının parçası olmuştur. O dönem romanlarına da konu olan Pera planlı olarak gidilen mekân olmuştur. Zamanla vitrin bakmak ve sokaklarda dolaşmak on dokuzuncu yüzyıl sonu İstanbul’unda bir eğlence haline gelmiştir. Geleneksel mahalle, yaşam standartları ve tarzları konusundaki homojenliği yitirirken, Beyoğlu ve Pera muhitleri ışıltılı yaşamın sunduğu bolluk merkezi olarak öne çıkmıştır. Semtlere göre sosyoekonomik katmanlaşmanın başlangıçları I.Dünya Savaşı öncesindeki ve sonrasındaki yıllarda izlenebilecek bir süreçtir. Jön Türkler döneminde, az sayıda zengin, Müslüman aile, geleneksel gayrimüslim Pera’nın kuzeyinde kalan yeni Şişli ve Nişantaşı mahallelerindeki apartman hayatına geçmek üzere, İstanbul sur içindeki muhitlerini terk etmişlerdir. Savaş yılları eski elit zümre için birçok bakımdan kırılma noktası olmuştur (Durakbaşa ve Cindoğlu, 2003:87). Bütün bu alışveriş turları ve yeni yaşam tarzları Pasaj kavramının yaygınlaşmasına, Pera’dan, Şişli, Nişantaşı ardından Asya yakasına Kadıköy ve Bağdat caddesine kadar kapalı çarşıların mekânları olmuştur. 196 Büyükşehirlerde yeni alışveriş merkezlerinin ve büyük mağazaların ortaya çıkışı 80’ler de gerçekleşmiştir. Bu ortaya çıkış, kent yaşamı ve kültür devşirmeleri sonucunda farklı zevk mekânlarının oluşmasını tetiklemiştir. Cevahir (İstanbul, 2006), Akgün (Elazığ, 2003) Çok katlı yapılar, mermer zeminle kaplı mekânlar, Türkiye’nin tozlu ve çamurlu olmasına alışılmış sokaklarıyla bir tezat oluşturmaktadır. Bu da ilgiyi arttırmıştır. Yüksek nüfus artışı, hızlı kentleşme, yüksek enflasyon, işsizlik, gelir dağılımında eşitsizlik, kent yaşamı ile kırsal kesim yaşamı arasındaki büyük farklar, hiper mağazaların patlamaları, gün geçtikçe içselleşerek online mağazaların yükselmesiyle sonuçlanan çizgiye dönüşmektedir. Pencereden sarkan sepetlerin sanal sepetlere evrimi başlamıştır. Artık herkesin internet üzerinden alışveriş yapmaya çalıştığı bir dönem başlamıştır. Çiftçiler mahsullerini, toptancılar mallarını, markalar hem imajlarını hem de üyelerini bu yeni satış kanallarından pazarlar hale gelmiştir. Dükkan kirası, tezgahtar ücretleri, depolama maliyetlerini azaltan online mağazalar, fiyatlarda büyük indirim yapmaktadır. Bu durumda pazarlık şansı vermeyen pek çok ünlü marka, yavaş yavaş büyük indirimlere zorlanmakta hatta satışlarını online mağazalara kaptırmaktadır. Satıcılar arasındaki rekabet online mağaza açmanın kolaylaşmasıyla daha zor bir hal almaktadır. Müşterinin avantajına olan bu durum artık pazar arabalarına ihtiyacı ortadan kaldırsa da pek çok kişi internet alışverişine çekinceli bakmaktadır. Önceleri denenmesi gerekmeyen, kitap, DVD, CD gibi ürünlerde yapılan siparişlerde bile kredi kartı bilgilerinin ça- lınacağı endişesiyle riskli bir alan olarak görülmekteydi. Gelen ürünün sahte veya defolu olması karşısında muhatap bulunamayacağı endişesi vardı. Kill Bill filminden hemen sonra, Uma Thurman’ın giydiği Onitsuka Tiger Asics’lerin oldukça yaygınlaşmasıyla internet alışverişi önyargısı gençlerden başlayarak yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır. Teknolojik gelişmeler güvenlikle ilgili endişeleri ve güvensizlikleri ortadan kaldırmaya başlamıştır. Yeni önlemler sayesinde online alışveriş daha geniş bir müşteri yelpazesine sahip olmaktadır. Müşteri uygulama yapmadan çevresindeki göreli avantajlar ve gözlenebilirlikle online alışverişe sıcak bakmaya başlamıştır. Özelliklede çevresinde kolaylıkla bulamadığı ürünleri ya da fiyatı nedeniyle alamadığı ürünleri, arama motorlarıyla kolaylıkla bulur hale gelmiştir. Ancak bulunulan ülkede alışveriş yapmak daha avantajlı olmaktadır. Amazon.com gibi uluslar arası siteler garanti koşullarının başka bir ülkede geçerliliğini yitirmesi, kullanım kılavuzu gibi standartların ülkeler arasında farklılık göstermesi ve bazı firmaların bu tip satışlara izin vermemesi gibi nedenlerle bazı ülkelere ürün göndermemektedir. Gönderen yabancı siteler olsa bile, eklenen paketleme ve posta masrafları, fiyatlardaki avantajı yok etmektedir. Bu durumda en uygunu bulunulan ülkelerdeki sitelerin online mağazalarından alışveriş yapmak olmaktadır. Bir başka ürün arama yolu bunları satan siteleri bilmektir. Aranan markaların da online adresleri mevcut ve online rekabet nedeniyle firmalar internete özgü indirim ve kampanyalar yapmaktadır. 197 Online mağazalara ilk teşvik Garan- ti Bankası ile olmuştur ve online mağaza açmak isteyenlere düşük ücret karşılığında internet üzerinden satış için büyük fırsatlar sunmuştur. Mağaza açacak olanlara, kullanımı basit bir ara yüzle online mağazayı dilediği gibi tasarlayıp, istediği indirim ve kampanyayı yapma özgürlüğü tanımaktadır. Garanti yetkilileri müşteri şikayetleri içinde ayrı bir bölüme sahip ve gerekirse online mağazayı uyarabilmektedir. Böylelikle pek çok online mağazayı bünyesinde toplayan ilk online alışveriş merkezi www.garantialisveris.com doğmuştur. En önemli çekince güvenlik sorunudur. İnternet üzerinden alışveriş yaparken bazı konulara dikkat ederek, riskin en aza indirilebileceği ön görülmektedir. Bu bağlamda, işletim sistemi ve virüs koruma programlarını kullanıcıların güncelleştirmeleri, farklı numaralı sanal kart kullanımı (örneğin, 300 liralık bir alışverişten önce, limiti 300 liraya yükseltip, para kartınızdan çekildiğinde limiti düşürmek en güvenli yöntemlerden bir olarak görülmekte), sitelerin çoğunda EFT ile ödeme yapılabilmekte, kredi kartı kullanmak istemeyen kullanıcılar havale yöntemini kullanabilmekte, hem ürün kalitesi hem satış sonrası destek açısından nasıl tanıdığımız mağazaları seçiyorsak online alışverişte de ismi çok tanınmış, diğer kullanıcıların referanslarına sahip, mağazaları tercih etmek, normal alışverişteki gibi faturaları garanti süresince saklamak, istenilen ürün yanlış ve hasarlı gelirse hatalarını düzeltmek için şikayette bulunmak, bağlı bulunulan online alışveriş merkezini uyarmak, sikayetvar.com, tüketici dernekleri ve hatta gazeteler güvenli alışveriş için önlemleri oluşturmaktadır. Online alışveriş merkezlerinden biri hem al hem sat mağazalarıdır. Yeni olmasına rağmen pek çok mağazayı bünyesine toplayan bu mağazalar merkezi, müşteriler, satıcılar hakkında yorumların olduğu bölümlere ve kimin güvenilir olduğuna dair referanslara sahiptir. İlginç ürünler satan (özel soslardan saat tasarımına ürünler...) www.ChichiQueen. com gibi siteler mevcuttur. Gitti gidiyor dükkanları, yılların ünlü müzayede sözü kapılarını online mağazalara açmasıyla büyük bir müşteri grubuna sahip olmuştur. Gitti gidiyor tarzı sitelerde açık artırmalar takip edilebilir veya kendinizinkini başlatabilirsiniz. Daha farklı yöntemlerle çalışan siterde, kapalı zarf usulü uygulanmaktadır. Amaç, belirlenen tavan fiyattan daha düşük olan ve daha önce kimsenin belirtmediği teklifi vermektir. www.bunualonusat.com; Standart üç günlük deneme süresiyle birlikte açık arttırma yapmanıza olanak sağlıyor. Dükkân kurma seçeneği de bulunan sayfa, internet üzerinde satış yaparak iş hayatını devam ettirenler için. www.alcamsatcam.com, ürün koymak için para vermek gerekmiyor.Böylece istediğinizi satışa sunabiliyorsunuz. www.gittigidiyor.com; en çok kullanılan açık arttırma sitesi, dünyanın en popüler firması Ebay’le ortaklığı olan site, sıfır ya da ikinci el ürünlerin satıldığı, kendinize özel dükkân açabileceğiniz, yüksek güvenlikli ve tasarımı ile rahat bir kullanım sunuyor. Hem insanlar ihtiyaçları olan ürünleri çok ekonomik fiyatlara alabiliyor hem de alım satım yaparak kendine iş kurabiliyor. Türkiye’nin elektronik ticaret platformları göz önüne alınarak, bireyler arası ticareti hayatımızın vazgeçilmez bir 198 parçası haline getirmeye çalışan adı geçen dört alışveriş sitesi, güçlü teknolojik altyapı ve güvenli ödeme sistemiyle de dâhil olmak üzere çeşitli kriterlere göre incelenmiştir. Bunun bize alıcı anlamlandırmaları bakımından ayrı bir açılım sağlaması amaçlanmaktadır. 2.Yöntem Bu çalışmada, Bacon’cu tümevarım (indiksiyon); doğruluğu geçicide olsa kabul edilen kavramsal bir bütünden yola çıkarak daha az genel nitelik taşıyan yeni önermelerin, mantık yürütmelerin söz konusu olduğu yöntem ve Aristo’cu tümdengelim (dediksiyon); tekil olaylardan yola çıkarak ve olayları hareket noktası olarak alan yöntem kullanılmıştır. İki yöntemin bir arada kullanılma sebebi; Paul Feyerabend’in de belirttiği gibi, bilimin mutlak bir biçimde karşıt düşüncelere gereksimi ve bilginin ilerlemesi zorunluluğudur. Modern bilimde tümevarım gerçeğe ulaşmada önemli bir yere sahip olsa da tek başına yeterli değildir. Her iki yöntemin bir arada kullanılması, diyalektik anlayışı da açıkça ortaya koymaktadır. Bilimde oldukça önemli yeri olan diyalektik yöntem Hegel’e dayanmaktadır. Gerçeğin bir bütün olduğu felsefesine dayanan bu yöntem, gerçeğin tek yüzü olmadığını, her şeyin değişerek geliştiğini, bu değişimin, sayısal değişimlerin niteliklerinin de değişmesine neden olduğu ve sonuç olarak gerçekliğin kavranmasının ancak gerçekliği ortaya çıkaran çelişkileri kavramakla gerçekleşeceğini sentezci bir yola izlemektedir (Gökçe 2006:7). Veri kaynakları; kitaplara, romanlara, televizyona, radyoya, gazetelere, ede- bi eserlere vb. dayandığı için, beyanların içeriksel ve biçimsel özelliklerini sistematik ve nesnel tasvir eden bir amprik yöntem olan içerik analizi yöntemi kullanılmıştır. Bu yöntemlerle iletilerin nasıl ortaya çıktıkları, nelerden etkilendikleri ve neleri etkiledikleri online alışveriş siteleri örneklemleri ile ele alınmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu nedenlerle de değişkenler arasındaki ilişkiyi belirlemek için tanımlayıcı araştırmalardan yararlanılmıştır. Çizgisel, doğrusal, görünen Amprik yaklaşıma göre iletişim; mekanik çizgisel bir süreçtir. Doğrusal ve sayısal değerler söz konusudur. Web sitelerinin araştırmaları sayısal verilere dayalı olduğundan bu yaklaşıma yer verilmiştir. Ayrıca insan faktörünün değişkenliğini vurgulamak adına web sitelerinin değerlendirilmesinde niceliksel değerlere de yer verildiğinden, ritüelistik yaklaşım da değerlendirme ölçütü olarak kullanılmıştır. Ritüelistik yaklaşıma göre iletişim; tarihsel boyutla, görünmeyen gizli anlamlarla, sembollerle donatılıdır. Sayısal değerlere yer verilmez. Neden böyle oldu? Yaklaşımı vardır. Dilbilimin bakış açılarıyla iletiyi ele alan yapısalcılar ve öncelikle mesajın günümüzde ise görsel işitsel her tür metnin kuramsal formüllere indirgenebilen yönleriyle ilgilen Rus biçimcilerinin bakış açısı ile 1945’lerden günümüze olgucu (pozitivist) bir tutumla anlatıya yaklaşıldığında, özellikle metinin bilgisi, yapısı, retorik, metrik, stilist ile ilgili yönü, yani değişmeyen yapısı betimlenir. Çünkü bunlar bilimsel ölçütlerle denetlenebilmektedir. İletinin anlamı nedir sorusu sorulmaz, onun yerine olayları belirleyen nedenleri açıklamak, bunları su yü- 199 züne çıkartmakla yetinilir. Olguculuğa göre mesaj, anlatı ya da ürün, yapıt belirli etkenlerin ürünüdür. Göndericinin ya da göndericilerin de bakış açısı, özel yaşamı iletiyi oluşturan etkenlerdir. Online alışveriş siteleri bu bağlamda ana sayfalar baz alınarak incelenmiştir. İnternet siteleri kod sistemleri açısından incelendiğinde alıcıya üç çeşit kod sunulur; İkonik, gösterge ve sembolik. Bu bağlamda, kodlar kitle iletişim araçlarını türüne göre farklı farklıdır. Gazetenin kullandığı kod yazı, radyonunki ses, televizyonunki ise yazı, ses ve görüntüdür (Yatkın, 2006: 50). Davranış kodunun sınırları ne kadar açık çizilirse çizilsin kodlar yaşanan her duruma uymaz. İnternet dünyasının kaotik ortamı ise bizlere bu çerçevede ses, yazı, görüntüden oluşan kodlarla hiper bir metin sunmaktadır. Bu durum internetin, televizyonla aynı kodlara sahip olduğunu gösterse de televizyondaki paylaşım ortamının, internette doğrudan bireysel ortama dönüşmesi, onu televizyondan daha etkili bir yapıya dönüştürmektedir. Oskay, kitle iletişiminin alımlama aşamasına ve hedef kitle değerlendirmelerine ilişkin araştırmalar yapmıştır. Bu araştırmalarda; Kimler nelerle ilgileniyor? Gazetelerde spor sayfalarını daha çok erkek okuyucular, moda ve sosyete sayfalarını ise kadın okuyucular izlemektedir. Önemli bir uluslar arası bunalım olmadıkça gazetelerdeki dış haberleri, daha çok, lise öğrenimi ile yüksek öğrenim düzeyindeki okuyucuların izlediğini, diğer okuyucular arasında ise dış haberlere ilgi duyanların çok az olduğu görülmektedir. Eğlendirici sayfalar daha ilgi çekici bulunmaktadır (Oskay 2001:79). İnsanların pek çoğu, oku- maya gerek kalmayan “seyredilerek” okunan gazeteleri tercih etmektedir. Bu durum sadece online alışverişe değil online gazeteye de ilginin attığını göstermektedir. Aynı haberin abartılmış bir başlıkla verilmesi ilgiyi arttırmaktadır. Bu yönteme haber metnini sunulma biçimindeki farklılıktan kaynaklanan “çarpıcı belirtken uyarı kullanma yöntemi” denilmektedir. Realiteden Kaçış Sorunu; realiteden kaçış aynı anda iki olguyu yansıtır: uzaklaşma, içinden çıkma, kaçma isteği uyandıracak kadar sıkıcı ya da üzücü bir realite ile karşı karşıya olduğumuzu fark ettiğimizi ve bu bizi sıkan, üzen toplumsal realiteyi değiştirme konusunda kendimiz daha şanslı bulamadığımızı (Oskay2001:80). Kapkaça maruz kalan birinin, akşam haberlerde kapkaç haberi gördüğünde kanalı hızla değiştirmesi örnek verilebilmektedir. Eyleme Geçirmenin İlgiyi Arttırması; gelişmekte olan ülkelerde yapılan tarımda modernleşme kampanyaları, iletişim sürecinde alımlama aşamasının ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Kırsal kesime yönelik yenilik iletileri içeren afişler, gezici ekiplerle bilgilendirme çalışmaları, radyo ya da televizyon programları köylülerin hayvan cinslerini geliştirmesinde yapay gübre kullanımına karşı ilgi duymalarını amaçlamaktadır. Ancak bu tür yöntemlerle oluşan ilgilenme konu hakkında bir şeyler öğrenme ve anımsama düzeyinde kalmaktadır. Geniş kapsamlı bir yenilikleri kabul etme (innovations) ve bu yönde davranış değişimi yaratmamaktadır. Buna karşılık kırsal kesimdeki insanların, örneğin, yüz dönüm tarlasından üç beş dönümlük bölümünde yeni tekniklerin kullanılma- 200 sı yönünde inandırılması ve bu insanlara söz konusu küçük bölümde yeni yöntemlerle tarım yaptırılması, yenileşme kampanyalarının etkinliğini çok fazla artırmaktadır. Bütün bu araştırma sonuçları stereotiplerle örtüşen sonuçlar vermiştir ve bununla birlikte stereotiplerin iletişim sürecindeki alımlama ve anlamlandırma sürecinde nedenli etkili olduğu görülmektedir. 3.İletişim Sürecinde Anlamlandırmanın Yeri İletişim sürecinde kaynaktan gelen mesajın çözümü alma/anlama sürecini başlatmaktadır. Kodun çözümlenmesi ile başlayan sürecin temelini önceden yaşanmış, tecrübe edinilmiş, eylemler ve kavramlar oluşturmaktadır. Birey bu alt yapı ile kodları çözümler, eylemlerini bu yapıya göre şekillendirir. Algılama; alımlama, anlamlandırma ve konumlandırma aşamalarının ilkidir. Algısal özellikler, bireyin yaşına, amaç, ilgi ve gereksinimlerine, mesaj ile karşılaşma sıklığına bağlıdır. Algısal özellikler, bireyin için- den geçmekte olduğu süreç ile ilintilidir. Algılanma bireyde kısa ya da uzun ömürlü bir döngü oluşmasına yol açmaktadır. Bu döngü tamamlandığında birey yeni bir ileti ile karşılaşmaya açık olmaya ya da olmamaya karar vermiş olacaktır. Anlamlandırma süreci, alıcının bakış açısı, ufku ile kaynağın ufkunun kaynaşması sonucu ortaya çıkmaktadır. Yorum bilimsel davranışla mesaja yaklaşıldığında, mesaj ister içinde yaşadığımız çağın ister eski yüzyılların ürünü olsun, amaç alıcının kendine yabancı bir ortamla özdeşleşmesi değil, mesaj ile bir diyalog kurması ve bu diyalog sonucu mesajı kendi ufkuna yaklaştırarak anlamsal iletiyi yeniden sağlanmasıdır. Yorum bilimsel davranışın sonucu erişilen anlamsal ileti ise mesaj ile alıcıyı, geçmişle bugünü, alıcı ile kaynağı, diyalog ile deneyimlerin yönlendirdiği diyalektik yapı içinde bütünleştirir. Alıcı her seferinde bir ön anlamlar dizgesi ile mesaja yaklaşır, mesaj içi ve dışı bir dizi dönüşümler sonucu mesaj kendini değiştirir ve alıcı bireyin ya da bireylerin bir parçası olmaktadır. Benzer biçimde mesajın kendi- Kaynak(gönderici)------- mesaj kanal mesaj ------------- Alıcı (hedef kitle) Bilgi Kaynağı ortam(iletişim ortamı) son kullanıcı verici Gürültü Distrisyon mekanik ve semantik gürültü - anlam kaybı kodlama Encoding Modülasyon ------------------------------------------------ kodaçma Decoding Demodülasyon Geri iletim feedback geri besleme- beslem yankı Şekil 1: İletişim Sürecinin Şeması 201 sine eklemesi ile alıcı da değişmektedir. İletişim modeli iknada 4 ana öğeyi ön plana çıkarmaktadır bunlar iletinin kaynağı, iletinin kendisi, iletiyi iletme yolları ve iletinin iletileceği kişinin özellikleridir. İdeal iletişim için kaynak; bu öğede güvenirlilik son derece önemlidir. Mesela çocuk sağlığı konusunda bir komşunun söylediklerinden çok doktorun söyledikleri daha etkili olur. Bu düşüncenin hedef kitleye göre geçerliliği değişmektedir. Mesaj; açık, doğru kodlanmış, anlaşılır olmalıdır. İletinin kendisi izleyicinin ilgi alanıyla ilgili olmalıdır. Aksi takdirde konuya karşı ilgisizlik olacağından iknada etki oluşmayabilir. Konunun özünü bilen bir kitleye ulaşmada görsel medya veya video kullanılabilir. Fakat en etkili iletme yolu yüz yüze konuşmadır. Tutumu değiştirmede kontrol edilmesi en zor faktör iletinin iletileceği alıcı özellikleridir. Eğer kişinin o konudaki tutumu çok güçlüyse bu tutumları değiştirmek oldukça zordur. Kişilik tutarlılıklarına göre kimi insanlar tutumlarını daha çabuk değiştirebiliyorken kimi insanlar hemen karşı fikir üretebildiklerinden tutumlarını daha zor değiştirmektedir. Alıcı/hedef; kodlamayı açacak özelliklere sahip olmalıdır. Feedback; kaynağa ulaşacak özelliğe ve zamana sahip olmalıdır. Kaynaktan, alıcıya gelen iletilerin etkileri bir kere verilmişse geri alınamaz. 4.Alıcı ve Taşıması Gereken Özellikler Alıcı anlamlandırmalarının anlaşılabilmesi için öncelikle alıcıyı tanımlamak gerekmektedir. İletişim biliminde alıcı, mesajın erişilmesi istenen kişi ya da grubu ifade eder, iletişim sürecinin amacına göre bir gazetenin okuyucusu, bir sinema filminin seyircisi bir mektup alıcısı, radyo dinleyicisi, ders anlatılan öğrenci, tüketim davranışlarına yönlendirilecek bir müşteri, oy verme eğilimleri etkilenen alıcıdır. İletişim sürecinde, verilerin kodlanıp çözümlenmesini kaynak ile alıcı ya da kişinin bilgi düşünce ya da deneyimleri, tutum ve inançları, gereksinim istek ve hedefleri ilgileri, iletişim kurma, dil yetenekleri ve öteki öğeler algılayışını etkilemektedir (Yatkın, 2006:103). Bu etkilenmelerin kaynak tarafından bilinmesi davranışa yönlendirme gücünü arttıracaktır. Alıcının algılama, alımlama, anlamlandırma ve yaşamında konumlandırma yapması için kaynaktan gelen iletileri alacak bazı yetilere sahip olması gerekmektedir. İletişim sürecinin başarı ile tamamlanması ve kaliteli iletişimin gerçekleşmesi için alıcının bazı özelliklere sahip olması gerekmektedir. İletişimde alıcının görevi, kendisine gönderilen iletiyi gönderildiği şekilde ve gönderiliş anlamına uygun olarak alıp değerlendirmektir. Alıcı kaynağın gönderdiği iletiye karşı kayıtsızsa ve iletide algılayamayacağı şekilde görüş farklılıkları varsa, iletişim gerçekleşse bile kaliteli bir iletişim olmayacaktır. Bu nedenle alıcının iletişime istekli ve mesajı çözümleme yeteneğine sahip olması gereklidir. Alıcı gönderilen iletiyi algılayacak güçte olmalı veya algılama engeli olmamalıdır. Sözlü mesajları algılamak için alıcının duyma yeteneğinin olması, en az onun kadar önemli sözsüz ve mesajları algılamak için de görme ve diğer du- 202 yusal yeteneklerinin olması gerekir (Yatkın, 2006:103). Amerika’da oldukça yaygın olan gördüğünü sese dönüştürmekte zorlanma ( Dislexia) da fiziksel olarak iletişim engelidir. Sözlü, yazılı ya da bilgisayarlarda grafik çizerek, bu kişiler bilgileri kalıplar şeklinde öğrenmekte böylece sorun çözülmeye çalışılmaktadır. Beyin tembelliği olarak da adlandırılmaktadır. İletişim kurulan kaynağın kendisine bir ileti gönderilmesi durumunda, mevcut bilgi birikimi ile mesajı birleştirecek ve istenen davranışını gerçekleştirecektir. İletişim süreci içerisinde alıcı zaman zaman kaynak, kaynak ise bazen alıcı olma özelliği içinde devam edebilir. Böyle bir durum sonucunda, alıcının da kaynak özelliği taşıması, kaynağın sahip olması gereken özellikleri kendinde toplaması gerekmektedir. (Yatkın, 2006:104) Alıcı dönüşüme uygun olmalıdır. 5.Kurumsal ve Kavramsal Çerçeve Kuramsal çerçeve; bilişsel çelişki, alımlama, yenilik dağılımı modeli, inanç ikilemi kuramları ile çerçevelendirmeye çalışılmıştır. Bu bize sınırların, birleşmelerin, özel düzenlerin, özerkliklerin ve farklılaştırılmış bağımlılıkların genel bir kuramını formülleştirmede yardımcı olacaktır. 5.1.Bilişsel Çelişki Kuramı Bilişsel Çelişki, izleyicinin çeşitli etkilenme biçimleriyle ilgilenmiştir. 1950’lerde geliştirilen uygunluk/uyumluluk kuramlarına göre insanlar inanç ve değerlerinin uyum içinde olmasını isterler, kendilerine iletilen mesajları da bu doğrultu- da alırlar, algılarlar. Leo Festinger’in “bilişsel çelişki” kuramı bu alandaki çalışmaların en ünlüsüdür. Bu kurama göre yeni bir tutum ya da davranış karşısında insanlar, daha önceden edinmiş bulundukları “tanınabilme” alanına ters düşmeyecek şekilde tavır alırlar. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız. Bilişsel çelişki kuramı, insanın davranış ve tutumları arasındaki tutarlılık üzerinde yapılan araştırmalara dayanır. Festinger’a göre eğer kişinin sahip olduğu bir inanç, bilgi ya da tutum, yine o kişinin sahip olduğu bir başka inanç, bilgi ya da tutumun tersini gerektirirse burada ‘bilişsel çelişki’ vardır. Bu çelişki mantıksal değil psikolojiktir. Bir araştırma örneğini ele alalım: Festinger ve Carlsmith (1959) bir deneyde deneklere tek tek bir iş yaptırmışlardır. Bu iş bir saat boyunca vida sıkmaktan ve sonra onları tekrar çıkarmaktan ibaret amaçsızı bir iştir. Bir saatin sonunda her deneğe araştırmacının asistanının hasta olduğu ve mümkünse onun yerine bir sonraki deneği içeri alıp ona çok hoş, zevkli bir deneye katılacağını ve iş karşılığında para alacaklarının söylemesi istenmiştir. Denekler para karşılığında yalan söylemeyi kabul etmiştir. Deneklerin yarısına bu iş için 1 dolar, yarısına da 20 dolar verilmiştir. Bir süre sonra başka bir yerde, deneklerden katıldıkları deneyleri değerlendirmeleri istenmiştir. Acaba 1 dolar alan denekler mi, 20 dolar alan denekler mi vidalarla yaptıkları işi daha ilginç buldular? Bu soruya cevap verirken genel eğilim, 20 dolar alan deneklerin işi daha çok sevecekleri yönündedir. Oysa bilişsel çelişki kuramı 1 dolar alanların, işi daha çok seveceği tahmi- 203 nini yapmış ve bu tahmin de doğru çıkmıştır. Bu sonuç gerekçe bulma yaklaşımıyla da açıklanabilir. Denekler yaptıkları işin “çok hoş” olduğuna dair yalan söylemek için 20 ya da 1 dolar almışlardır. 20 dolar alanlar yalan söylemek için iyi bir objektif dış gerekçeye sahiptiler. Yani “20 dolar için basit, küçük, zararsız bir yalan söylenir” diye düşünmüşlerdir. Dolayısıyla bu yalan söyleme davranışı onlarda fazla bir bilişsel çelişki yaratmamıştır. Yani yaptıkları işin aslında çok sıkıcı olduğuna dair düşüncelerini değiştirmeleri gerekmemiştir. 1 dolar alanlarda ise durum farklıdır. 1 dolar, yalan söylemek için yeterli bir gerekçe değildir. Yani, “ben dürüst bir kimseyim” ve “ben yalan söyledim” bilgilerinin yarattığı çelişkiyi gidermek için para gibi bir gerekçe yoktur. Dolayısıyla çelişkinin derecesi daha yüksektir. Bu çelişkiyi azaltmak için deneğin yalan söylemediğine inanması, yani gerçek tutumunu, inancını, söylediği yalan doğrultusunda değiştirmesi gerekir. Böylece yapılan bir davranışı açıklamak için yeterli bir objektif dış gerekçe olmadığı zaman, kişi bu davranışı açıklayabilecek ya da mazur gösterecek bir subjektif gerekçe geliştirecektir. Bir kişinin inancına ters düşen bir şeyi yapması gerektiğinde, bu davranışını, baskı, zorlama, durumun gerekleri, yeterli bir ödül gibi makul bir nesnel gerekçeyle kendi kendine açıklayamazsa, gerçek tutumunu davranışı doğrultusunda değiştirme eğilimi gösterecektir. Yani davranışına bir iç öznel gerekçe yaratacak, ‘aslında öyle düşündüğüm için öyle yaptım’ diyecektir. Online alışveriş insanların dokunarak ve gerçekten görerek alma duyularını çekincelere uğratacak nitelikler taşımaktadır. Ne kadar yaygınla- şırsa yaygınlaşsın, güvenilirliği arttırılsın, bireyde bilişsel çelişki yaratacak bir yapıya sahiptir. 5.2.İnanç İkilemi Çözümü Bireyde bilişsel çelişki yaratacak bir yapıya sahip olan online siteler, inanç ikilemine de yol açmaktadır. Bunu açıklamak için inanç ikilemi çözümü uygun bir yöntem olarak görülebilir. Robert Abelson’un “inanç ikilemi” çalışmaları da, yeni bir mesajla karşılaşan bireylerin bu mesajdaki yeni inanç önerisi karşısında nasıl bir durum içine girdiklerini, inanç ikilemi olduğu zaman bunun çözüm biçimlerinin neler olabileceğini bulmaya yöneliktir. Heider, Festinger, Osgood ve Tannenbaun’un “tutarlılık” kavramından çıkarılan sonuçlara göre, dengesizlik, çelişki/tutarsızlık durumuyla karşı karşıya bulunan birey bu durumun, hafifletilmesi yönünde bir güdüleme ile bilişsel ya da eylemsel düzeyde harekete geçer. Abelson, kendisinden önce yapılan bu çalışmaları göz önüne alarak inanç ikileminin çözümü için; inkâr, abartma, ayrımlaştırma ve aşımlama biçimleri yolları ile ortaya konabileceğini göstermektedir (Türkoğlu, 2003:51). Bunlara eylemi haklılaştırma ve aklileştirme, mantığa büründürmeyi de ekleyebiliriz. 5.3.Yenilik Dağılımı Modeli McLuhan’a göre her yeni geliştirilen araç insanın psişik donanımının yerini tutar; tekerlek ayağın, kamera gözün uzantısı olarak kullanılır. Çipli kredi kartları, yiyecek ve içecek makineleri, mono sistemden dolby digital sisteme, online alış- 204 verişlere her tür yenilik insan yaşamında farklı uyarlamalara neden olmaktadır. Rogers ve Shoemaker’ın Yenilik Dağılımı Modeli; kitle iletişimi ve kitle iletişimi araştırmalarının önemli uygulamalarından birisi, yenilik uyarlamasının öğrenilmesi süreci ile ilgilidir. Model kitle iletişim araçlarının ve diğer birimlerin planlı değişimi için kullanılmaları sonucu gerçekleşen uygulamalardan çıkmıştır. Bu durum toplumsal ve teknolojik değişim koşullarında, eski yöntemleri yenileriyle değiştirme gereksinmesi olduğu sürece hem gelişmiş modern toplumlar, hem de gelişmekte olan toplumlar için geçerlidir. 1973 Yenilik dağılımın da dört tane ayırt edici aşama olduğu varsayılır. Bilgi: bireyin yeniliğin varlığından haberdar olması ve bu bilgiyi nasıl kullanacağını anlaması. İkna: bireyin yeniliğe karşı olumlu ya da olumsuz tutum oluşturması. Karar: bireyin yeniliği reddetmesi ya da uymasını gerektiren etkinliklere katılımı. Onay: bireyin yenilik için yaptığı seçimi güçlendirmesi. Ancak önceki seçimi yeniliklerle değiştirmeye yönelten ileti ile karşı karşıya kalınırsa, bu tersine de dönebilir. (Mc Quail ve Wındahl, 1981: 81). İkna sürecinde; yeniliğin algılanan özellikleri ayrı bir önem taşımaktadır. Göreli avantaj; hemen görülebilen, kavranabilen avantajlara sahip olmaktır. Uygunluluk; kültüre uygunluktur. Karmaşıklık; kolay kullanılabilme özelliği. Sınanabilirlik; anında denenebilme olanağına sahip olmaktır. Gözlenebilirlik; çevrede gözlenme ve farkına varabilmek. Bu modeli online alışveriş için değerlendirirsek: Bilgi; alıcılar kolaylıkla alışveriş sitelerinin varlığından haberdar olabilmektedir. Dergilerden, gazetelerden, birincil ve ikincil gruplardan kolaylıkla öğrenmektedir. Hedef kitlenin yeniliğin varlığından haberdar olması ve bilgilendirme teknolojik gelişmelerle paralel olarak aydınlatıcıdır. İkna; alıcıların online alışveriş konusunda başlangıçta olumsuzdur. Bu çekincilerin sebebi kişisel bilgilerin kullanılarak, yolsuzlukların olduğu haberleridir. Ayrıca modelde ikna sürecinde rol oynayan faktörler etkili olmaktadır. Göreli avantaj; online alışverişin, park sorunu, kalabalık, aranan ürünün bulunmaması, daha ucuza alabileceğinin farkına varılması gibi faktörler mağazalar yerine evlerinden koltuklarından kalmadan daha kolay alışveriş yapılabilen online mağazalara yönelinmesini, online alışverişin avantajını yükseltmiştir. Ayrıca online sitelerinin analizinde de ortaya konulduğu gibi güvenlik ve gizlilik konularına gereken önemleri göstermeleri gözlenebilir avantaj düzeyini arttırmaktadır. Karmaşıklık; internet kullanımının yaygınlaşması, yine amprik araştırma sonuçlarına göre; arama motorlarının, site haritalarına sitelerde yer verilmesi kullanım kolaylığını arttırmaktadır. Sınanabilirlik; kullanıcılar maddi değeri düşük ürünlerle güvenilirliği sınama denemeleri yapabilmektedir. Sınanabilirlik maddi kayıplara neden olabileceği gibi kazançlara da sebep olabilmektedir. Bu yöntemle bir ürünü kolaylıkla ve daha ucuza alabilme olanağına da sahip olabilmektedir alıcılar. 205 Gözlenebilirlik; online alışverişte en büyük etkinin olduğu faktördür. Çünkü alıcılar, tanıdıkları güvendikleri kişilerin, kazançlı, kolay alışveriş yaptıklarını gözlemlediklerinde kendileri de tereddüt etmeden uygulamaktadır. Olumsuz tutumdan çok olumlu tutumlar geliştiği değerlendirmesi yapılabilmektedir. Bütün bu etkili faktörler sonucunda; Karar; alışverişin yeni yüzü online mağazalar, çoğu birey tarafından reddedilse de, online mağazaların gün geçtikçe artması kullanıcılarında arttığı ve bu sava bağlı olarak olumlu tutum geliştirenlerinde, etkinliğe katılanlarında arttığını söylemek mümkündür. Onay; alıcı kolay ucuz alışverişi sürdürdükçe kararı pekişecektir. Ancak güvenlik ve gizlilik kurallarının ihlalini gördüğünde, bozuk, sipariş ettiğinden farklı ürünlerle karşılaştığında dokunmadan alışveriş yaptığı için kendini sorgulama durumuna geçerek eski alışveriş alışkanlıklarına dönebilmektedir. Alışverişin yeni yüzü olan online alışveriş, yenilik dağılımı modeline uygulanabilirlik konusunda oldukça uygun bir durum oluşturmaktadır. Daha çok amprik sonuçların ışığında yapılan değerlendirmeler yoruma açık olsa da, kanıtlanabilir veriler yorumlanmıştır. 5.4.Alımlama Kuramı Alımlama Estetiği Kuramı, iletişim metninin tüketim sürecini ele alan, belli bir iletişim içeriğine alıcının nasıl yaklaştığını ve bu içeriği nasıl yorumladığını araştıran bir çözümleme yaklaşımıdır. Kuram, yazın eleştirilerinden yola çıkarak gitgide daha geniş bir düzlem içinde gö- rüp algıladığımız ve kurguladığımız dünyayı alımlama, kabullenme ve eleştirme biçimlerini irdelemektedir. İletişim sürecinin incelenmesi ile alımlama estetiğinin çerçevesi gelişmiştir. Geniş anlamı ile 1970’lerde Gerbner tarafından ortaya atılan Ekimleme Kuramı – Cultivation Theory ile bağlantılandırılabilecek bir yapıda gelişen alımlama estetiği kuramı, yalnızca bireylere özgü değil, genelde toplumlara özgü alımlama ve yorumlama biçimlerinden söz edilebileceğini ortaya koymaktadır. Bu durumda alıcının kaynaktan daha önemli olduğunun vurgulanması gerekliliği ortaya çıkmaktadır (Öcel, 2002: 1012). Alımlama kuramının önde gelen isimlerinden İser’e göre en etkili edebiyat eseri, okuru kendi alışılmış kod ve beklentilerine yeni bir eleştirellikle bakmaya zorlayan eserdir. Eser bizim ona getirdiğimiz zihni inançları sorgular ve dönüştürür, rutin algılama alışkanlıklarımızın geçersizliğini gösterir ve böylece bizi bu alışkanlıkları ilk kez neyseler olarak, yani alışkanlık olarak görmeye zorlar. Bu durum verili algılamalarımızı pekiştirmek yerine bu normatif görme biçimlerini çiğneyerek bize yeni anlama kodları öğretir. Alıcı, yeniden gözden geçirebilmeği sağlayacak kadar nesnelleştirilir. Biz nasıl okuma stratejilerimizle metni değiştiriyorsak, metin de aynı anda bizi değiştirir: tıpkı bilimsel bir deneydeki nesnelerin yaptığı gibi metin sorularımıza önceden tahmin edilemez bir cevap verebilir. İser gibi eleştirmenlere göre, okumanın bütün maksadı kendi kimliklerimize daha eleştirel bir şekilde bakabilmemizin katalizörlüğünü yapmasıdır. Kitap boyunca kendimizi okumaktayızdır. Aynı şekilde eşya hiçbir zaman eşya 206 değildir. Birilerine aittir. Bu aitlik aynı zamanda kişiliği okumayı da sağlamaktadır. Kendimiz hakkındaki bilgi aşına olmadığımız şeylerle karşılaştıkça zenginleşebildiği gibi köleleştirebilir de aynı zamanda. Kurama göre, iletinin açık bir yapısı vardır. Bu açık yapı, hem bitmemişlik hem de devinimi ile ilgilidir, ayrıca bu iletiye değişik zamanlarda değişik bireyler tarafından yüklenebilecek olan anlamların sınırsızlığı karşımıza çıkmaktadır. Ne olguculuk, ne yorum ne de yalnızca toplum bilimsel yaklaşımlar anlatının anlamını üretebilir. Anlamın yalnızca alıcı tarafından üretilmesi de sorunu çözmez. Alıcıya odaklandığımızda; alıcı iletiler arasında nasıl bir ilişki ortaya koyuyor ki kaynakla aynı düşünce durumuna gelip onu alımlayıp anlamlandırabiliyor? İleti eksikte olsa alıcı boş alanları doldurarak anlamı oluşturma düzeyine sahiptir. İletinin dış dünyaya açıklık durumuna da bakmak gerekmektedir. İleti, dış dünyayı yansıtan töreler, gelenekler, davranış biçimleri, dünya görüşleri özelliklerini yansıtma ölçüsünde alıcı ile kaynaşır. Bireyler; davranışlarına, inançlarına, ilişkilerine temel oluşturan ahlaksal, toplumsal görüşlerle, değer anlayışlarıyla var olmaktadır. Alımlama ve anlamlandırmayı arttıranda bu ölçütlerdir. Bunun yanında iletinin de bireylerin davranışını yönlendirici işlevi vardır. Bu durumda ne kadar alıcı varsa o kadar ileti yorumu var demek kolay bir yorum olsa da, uzlaşımlar, boş alanlarla kaynaşma noktaları oluşturulabilmektedir. Online alışveriş dünyasında, internetin kaotik ortamında kaynağın derinden etkileyeceği alıcı, zaten doğru yetenek ve tepkilerle donanmış, belli eleştirel tepkileri kullanma ve belli uzlaşımları tanıma becerisine sahiptir; ama etkilenmeye en az ihtiyacı olan da bu tip kitledir. Bu tür kitle daha en baştan dönüştürülmüştür ve sırf bu sayede de daha sonraki dönüşümleri göze almaya hazırdır. Bununla birlikte yeterli donanıma sahip olmasa da, dönüşümleri göze almaya hazır bir kitlede bulunmaktadır. Kaynak, alıcı kodlarını bozma ve yeniden biçimlendirme gücü ile alışılmış alışveriş alışkanlıklarını kırmaktadır. Online mağazalara baktığımızda, Tery Eagleton’a göre alımlama kuramının görünüşteki açık uçluluğunun temelinde, gizliden gizliye birleşik benlik ve kapalı metin öğretileri tutarlılık göstermektedir. İletişim sürecinde alımlama hem süreç içinde hem de dışında yer alan bir kavramdır. Tüm süreci kapsayan geniş bir açıya sahip olmakla birlikte tek tek süreç içindeki öğeler bir alımlamaya sahiptir. Alımlama estetiğine göre mesajlar tarihsel ve toplumsal durumun ürünü oldukları halde bu durum değiştiğinde varlıklarını sürdürmeleri; kendilerine her çağda, her farklı süreçte yüklenebilen farklı değerlerden kaynaklanmaktadır. Alıcı önceden var olan alımlama deneyimlerini düşünerek bir seçim yaptığında bunun nedenli o ana ya da o anın gereksinimlerine uygun bir seçim olduğunu önceden saptayamamaktadır. Herhangi bir kanaldaki görüntü, ileti, bir an için durağan, belki de sesten ve diğer dış etkenlerden ayrışmış gibidir. Herhangi bir bilgisellik, çekicilik ya da iticilik taşıyıp taşımadığını birey tarafından kavranmasına yeten süre içinde, tarihsel, sosyal, teknolojik yönü kavranıp, hareketli ve katlı görüntüleri, ekrandaki tüm yazılı ve bunları içeren grafikleri, müziği veya 207 diğer efektlerden hareketle, birey bunu çekici ya da itici bulmaktadır. Geliştirilen bu anlık alımlama alıcıyı memnun ettiği sürece iletişim sürüyor olacak ya da birey yeni bir arayışa yönelik bir sıçrama yapacaktır (Öcel, 2002: 1026/1029). Öcel’in araştırmalarında kullandığı “vurgulanan alan”ın ilgi, anlam, bilgisellik, bakış açısı, algılama özellikleri alışveriş siteleri içinde alıcı anlamlandırması açısından değerlendirilebilir. Sitelerin bu bakış açısına göre tasarlanması alıcı anlamlandırmalarında önemli sonuçlar elde edilmesini sağlayabilecek düzeydedir. Tasarımcıların kitlenin ilgi düzeyine, anlam ve bilgi düzeyine, bakış açısı ve algı farklılıklarına göre oluşturulan bir alışveriş sitesinin alıcı ve kaynak kaynaşma noktaları fazla olacaktır. 6.Ampirik Yaklaşım Bu analiz yöntemi, iletişimin kayıt alında bulunan malzemeleri analiz etmeyi amaç edinir ve bunun nasıl anlamlandırıldığı sorusu üzerine odaklanmaktadır. Bu bağlamda zaten konumuzun temelini oluşturan anlamlandırma online alışveriş siteleri örneklerinin analiz edilmesiyle açıklanmaktadır. 6.1.Araştırma ve Analizleri Tüm dünya ile hızlı, kolay ucuz iletişim kurmayı sağlayan elektronik ortamda, iletişimlerde web siteleri üzerinden yapılmaktadır. Bir web sitesinin nasıl olması ve bu sitede hangi türden enformasyonun yer alması gerektiği konusu ihtiyaçlara göre farklılık gösterse de, genel olarak bir web sitesinin hangi temel öğeleri barındıracağına ilişkin ortak görüşler mevcuttur. Buna göre yapılan araştırmalar sonucunda (Yayınoğlu, Sayımer, vd. 2007:141) web sitesi; Görsel açıdan çekici olmalıdır. Kullanılması kolay olmalıdır. Eğlenceli olmalıdır. İlgi çekebilmelidir. Kısa sürede indirilebilir olmalıdır. Tüm hedef kitlelerin bekledikleri enformasyonu sağlamalıdır. Etkileşim yaratmalıdır. Sık güncellenmeli, gereken değişiklikler yapılmalıdır. Verilen sözler tutulmalıdır. Ayrıca 2003 yılında 84 büyük dünya kentinin web sitelerinin incelendiği, New Jersey Sate University ve Sungkunkwan University yaptığı ve dünyada en kapsamlı e- belediyecilik araştırmasının web sitesi değerlendirme kriterlerinde güvenlik ve gizlilik, kullanışlılık, içerik, hizmetler, vatandaş katılımı olmak üzere beş temel unsur kullanılmıştır. Bu kriterlerin dışında, Syracuse Üniversitesi’nden Dwyer ve arkadaşları, 1999 yılında yaptıkları araştırmada web sitesi değerlendirmesinde yedi farklı kategori kullanmışlarıdır (Yayınoğlu, Sayımer, vd 2007: 141/142). İçerik (hizmetlerle ilgili bilgiler, e-posta ile geribildirim sağlama), sayfa tasarımı (site konulara göre başlık verilerek mi tasarlanmış? Enformasyona ulaşmak için düzenlenen link sayıları nedir?), sayfa düzenlemesi (sayfanın genel olarak düzenlenme şekli “ilk bakışta görünüşü sade mi, karmaşık mı?” Grafik ve metinleri rahat görme ve okuma olanağı), sayfanın güncelleme sıklığı, webmaster (sorumlu kişinin iletişim bilgileri), grafik ve linklerin çalışma düzeni (sitede grafikler kolay ve hızlı indirilebiliyor 208 mu, linkler çalışıyor mu?) Arama motorlarında kayıt (Yahoo ya da Google’a anahtar bir sözcük yazarak ilk tıklamada ulaşmak mümkün mü?) Seitel’da web sitesi yönetiminde dikkat edilmesi gereken unsurları şöyle belirtmektedir (Yayınoğlu, Sayımer, vd 2007:142): Süresi dolmuş link bulundurmamak; İletişim bilgileri ve yollarını açıklamak, mümkün kılmak; bilginin sayfaya gözün okuma doğrultusunda yerleştirilmesi; doğru renk kullanımı; kullanım kolaylığı sağlamak; sitenin var oluş amacını saptamak. Enformasyon akışını sağlayacak web sitesinin, tasarım yönünden kullanıcı dostu olması, hem bu işlevini kolaylıkla yansıtması, hem estetik ve algısal yönden yeterli olmasını gerektirmektedir. Örneğin renk körlüğü bulunanlar için kırmızı ve yeşil kullanmanın isabetsizliği de en azından görsel algılama nedeniyle göz önünde bulundurulmalıdır (Yayınoğlu, Sayımer, vd 2007:142/143). 6.2.ChiChi Queen, Gittigidiyor, Alcamsatcam ve Bunualonusat Alışveriş Web Sitelerinin Ana Sayfalarının Karşılaştırmalı İncelemesi İnceleme www.gittigidiyor.com, www. chichiQueen.com, www.alcamsatcam. com, www.bunualonusat.com web adreslerinde ana sayfalar üzerinden yapılmıştır. Dört web sitesinin ana sayfaları 21 Nisan 2008 ve 24 Nisan 2008 arasında incelenmiştir. Bulgular tablo üzerinde gösterilmiştir. Bu periyotta 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının olması da özel günlerde alışveriş sitelerinin farklı seçenekler sunup sunmadığının görülmesi açısından ayrı bir önem taşımakla birlikte çalışmanın başka bir boyutuna açılım sağlamaktadır. 7.Amaç ve Araştırma Kriterleri Bu çalışmada dört alışveriş sitesinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi ile sitelerin benzer özellikleriyle, farklılıklarını belli kriterlere göre değerlendirerek ortaya koymayı amaçlanmıştır. İnceleme, kategorik olarak sınıflandırılmış, özelliklede kurumsal web sitelerinde kullanılan değerlendirme kriterlerine göre yapılmıştır. Bu kriterlerin alınma sebebi geniş hedef kitleye hitap eden web sitelerinde bile kullanılmasındandır. Halkla birebir etkileşim içinde olan, her yaştan ve meslekten bireyleri hedef alan belediye web siteleri, geniş bir alıcı yelpazesine sahip alışveriş web sitelerinin derlendirme kriterleri birbiriyle örtüştüğünden ve genel olarak bir web sitesinin hangi temel öğeleri barındıracağına ilişkin ortak görüşler mevcut olduğundan çalışmada daha önce genel geçerliliği kabul edilmiş ölçütlerle sınırlandırılmıştır. Araştırmada, afişlerin analizinde afişin gel geli olarak değerlendirilen ilk göze çarpan noktalar, web sitesinde de ana sayfa olarak alınarak analiz edilmiştir. İncelemede, göstergebilimsel çözümleme ve içerik analizi çözümlemesinin yanı sıra, niteliksel bulgulara dayalı yorumlayıcı yaklaşım, niteliksel örneklem seçimi ve kavramsallaştırma ile araştırma nesnelerine mesafeli yaklaşma amaçlanmıştır. 209 Güvenlik gizlilik Güvenlik ve risk sistemi var mı? Kredi Kartı güvenliği var mı? Kullanıcı fikirlerine yer verilmiş mi? Gittigidiyor. com Evet Bunualonusat. com Evet ChichiQueen. com Hayır Alcamsatcam.com Hayır Evet Evet Hayır Evet Evet Hayır Hayır Hayır Tablo 1: Güvenilirlik ve Gizlilik 7.1.Bulgular Alışveriş sitelerinde güvenlik ve gizlilik gerekliliklerin başında gelmektedir. Özellikle kredi kartı ödeme şekli konusunda ya da kişisel bilgilerin açığa çıkıp kullanılması, ürün konusunda çıkabilecek sorunlar konusunda çekinceleri olan alıcıya güven uyandırmaları gerekmektedir. Alıcıların kaygı duymadan, rahat alışveriş yapabilmeleri, için online mağa- zaların bu güveni taahhüt etmesi gerekmektedir. Alıcılar bir malı sipariş ettiklerinde zamanın da ellerine ulaşmadığın da ya da kötü, bozuk bir ürünle karşılaştıklarında muhatap bulma garantisini ve kimlik gizliliği güvencesini istemektedir. GittiGidiyor.com Güvenli Ticaret Ödeme Sistemi (Şubat 2001), tıklama başına para ödemek yoluyla iş ortaklığı programı (Ağustos 2005), ulusal tele- Kullanım kolaylığı Site haritası bulunuyor mu? Sitede arama motoru var mı? Gittigidiyor. com Evet Bunualonusat. com Evet ChichiQueen. com Hayır Alcamsatcam. com Hayır Evet Evet Evet Evet Üye olmadan menülerde gezilebiliyor mu? Evet Evet Evet Evet Tablo 2: Kullanım Kolaylığı 210 Görsel çekicilik Arka plan tasarımı ve okunabilirlik Gittigidiyor. com Beyaz fon, koyu renk metin, tek ton -Altbaşlık Arial lacivert tonları -Büyüklüklerle farklılaşma var Sadelik Kısalık netlik Hayır Evet Font kullanımı –Anafont Bunualonusat. com ChichiQueen. com Alcamsatcam. com Beyaz fon, koyu renk metin, tek ton Beyaz fon, koyu renk metin, pembe fon açık renk metin, ikiden fazla ton Beyaz fon, koyu renk metin, iki ton Time New Roman lacivert tonları Time New Roman pembe tonları -Büyüklüklerle farklılaşma var -Büyüklükler ve renklerle farklılaşma var Hayır Evet Hayır Evet Arial gri tonları -Büyüklükler ve bold siyah ile farklılaşma var Evet Evet Tablo 3. Görsel Çekicilik vizyonlarda geniş erişimli reklâm kampanyaları (Kasım 2005) benzeri, sektör açısından önemli bir adım atmıştır. (http//:www.gittigidiyor.com/servisler/tv/index.php 21 Nisan 2008). Web sitelerinde temel niteliklerin başında kullanım kolaylığı gelmektedir. Kullanışı kolay olmayan sitelerin alıcıyı, siteden uzaklaştırdığı bilinmektedir. Örneğin site içi arama motoru, site haritası, görünürlüğü ve algılamayı sağlayan linkler ve kullanım amacına uygun çevrimiçi linkler en çok görülen uygulamalardır. Sitenin açılma hızı da belirleyici faktördür (Yayınoğlu, Sayımer, vd. 2007:147). Bu durum binlerce ürün arasından istenileni bulmak için kolaylıklara oldukça fazla ihtiyaç duyulan alışveriş siteleri içinde vazgeçilmez olmaktadır. Haig’in “ilk görüşte aşk” faktörü, ilk göze çarpanlar, ilk kez ziyaret edenler için kalıcılığı sağlama açısından önemlidir. Görsel çekicilik kişiden kişiye belli ölçülerde değişiklik gösterse de görsel algılamanın getirdiği temel tasarım çizgileri bulunmaktadır. Arka plan olarak kullanılan onun rengi ve tonu, öğeler arasında ayırt edici boşluklar, sadelik, font ve renk temel tasarım kuralları arasındadır (Yayınoğlu, Sayımer, vd 2007:149). Her ne kadar görecelide olsa da gözün algılaması konusunda belli anatomik benzerlikler vardır. Karmaşık metinlerin algılanması, sade olanlara göre daha azdır ve algılama azaldıkça kavrama ve çekicilikte doğru orantılı olarak azalma gösterecektir. Açık renk bir fon, bu fonda tek bir ton kullanılması, fontların koyu renk olarak kullanılmasının asgari koşulu olarak görülmektedir. Font seçiminde öncelikle Verana’nın bununla birlikte Arial, Georgia, gibi frontların da tasarımda iyi sonuç vereceği literatürde ortaya konulmuştur. Genellikle Times New Roman fontu web sitesi tasarımında iyi sonuç- 211 Güncelleme Ürünler yeni mi? Site güncelleme sıklığı Gittigidiyor. com Evet Bunualonusat. com Evet ChichiQueen. com Evet Alcamsatcam. com Evet Her gün Her gün 3 veya 3 günde birden fazla Her gün Tablo 4: Güncelleme lar vermemektedir. Link başlığı ile alt başlık, giriş cümlesi ya da metin içindeki anahtar cümlenin font büyüklüklerinin farklılaştırması belirtilmektedir. Karmaşa ve çok renklilik, fazla sayıda grafik, animasyon kullanımı, linkler de uzun ifadelere yer verilmesi, görsel çekicilikten uzaklaştırmakta, kullanıcının algılamasını zorlaştırmaktadır (Yayınoğlu, Sayımer, vd 2007:149). Levine’ın belirttiği gibi web sitesinin temel özelliklerden biride sık sık değişmesi ve daima güncel olmasıdır(Yayınoğlu, Sayımer, vd. 2007:153). Farklı içerik ve temalara sahip sitelerde güncelleme sıklığı değişse de online alışveriş sitesinde güncelleme ürün yeniliği ve moda gibi faktörler nedeniyle lüks değil gereklilik olmalıdır. İlginç Olma Hareketli Grafikler var mı? Özel günler için ürün bölümü var mı? Kolay ve kullanışlı olmasının yanında, alıcının katılımını sağlayıcı öğelere de sahip olmalıdır. Bunun için grafik animasyon, anketler, müzik gibi unsurlarla eğlenirken alışveriş yapma ayrıcalığını sağlayıcı özelliklere yer verilmelidir. Araştırılan periyotta 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı bulunduğundan özel gün değerlendirilmesi de yapılmıştır. Belki araştırma; anneler günü, yılbaşı, sevgililer günü gibi özel günlere rastlasa sonuçlar farklı olabilirdi. 7.2.Amprik Değerlendirme Karşılaştırmalı olarak incelenen ana sayfalarda belirgin farklılıklar görülmemektedir. Ürün çeşitliliği fazla olan siteler Gittigidiyor. Bunualonusat. com com Hayır Evet ChichiQueen. com Hayır Alcamsatcam. com Hayır Hayır Hayır Hayır Hayır Tablo 5: İlginç Olma 212 daha karmaşık görülmektedir. Gittigidiyor.com, bunualonusat.com güvenilirlik konusunda daha kapsamlı bölümlere sahiptir. Bütün değerlendirmelerin ölçülebilir oluşu araştırmanın netleştirilmesi açısından önemlidir. Bütün sitelerin gerek kullanım kolaylığı, tasarımı açısından izleyici algıları, alımlamaları ve anlamlandırmaları göz önüne alınarak tasarlanmıştır. Bazı detaylar hariç göz yormamakta, renk körlüğü gibi ayrıntılara dikkat edilip edilmediği kırmızı ve yeşil renklerin kullanılmamasına dayandırılmaktadır. Sayısal verilere dayalı araştırmadan farklı olarak yoruma daha açık içerik analizi gösterge bilimsel çözümlemelere dayalı araştırmaya da yer verilmektedir. Alışveriş sitelerinde, reklâm dilinde çok kullanılan sıfat kullanımına baktığımızda; yeni, büyük, güvenilir gibi sıfatlar anlaşılabilme ve algılanabilme özelliğini arttırmak amacıyla sık kullanılmıştır. Yeniliği vurgulama amacıyla bu sıfatlara yer verilmiştir ve ürün detaylarına yer verilmesi de bilgilendirme de boşluk kalmaması açısından önemlidir. Bu durum Leech’in İngilizcede sık kullanılan sıfatlar araştırmasında “yeni, büyük” sıfatlarının birinci ve ikinci sırada yer almasıyla (Batı 2006:155) da destekleyici bir durum oluşturmaktadır. Sitelerde genel olarak dolu sözcükler olan; sıfat, isim, fiil gibi taşıyıcı sözcüklere daha fazla yer verilirken, İşlevsel sözcükler; bağlaç, zarf, edat gibi sözcüklere neredeyse hiç yer verilmemiştir. Sonuç Sosyal yapılandırmanın ötesinde, bireysel geçmiş, ideoloji, inanç ve eleştirel bakış açısı da iletilerin yaşamda konumlan- dırılmasında rol oynamaktadır. İletiye bakış açısı, bu konudaki ön deneyimler, kaynağın ne derece güçlü ve otoriter bir yapıda olduğu da iletinin algılanmasında ve konumlandırılmasında etkilidir. Yineleme sıklığı ve hızı ile yineleme biçimi de mesajın alıcıya ne denli sıradan ya da sıra dışı geleceğin de etkilidir. Kabul aşaması iletişim süreci içinde kaynak ve alıcı arasındaki uyuşmanın, eşitlenmenin en üst noktasını oluşturmaktadır. Aslında iletişim sürecinin amacı da bu noktaya ulaşmaktır. Çünkü bu nokta, kaynağın hazırladığı ileti özelliklerinin; alıcının algıladığı, alımladığı, anlamlandırdığı ileti özellikleri ile en çok ortak sahip olduğu, gönderilen ileti ile alınan ileti en üst benzeşim değerine sahip, konum özelliğini taşımaktadır. Türkiye’de alışveriş alışkanlıkları büyük bir dönüşüm geçirmiştir ve geçirmektedir. Özellikle konumdan dolayı yüzyıllar boyunca ticaretin merkezin de olması, alışkanlıkların, etkinlik ve faaliyetlerin kolaylıkla değişmesinde büyük etken olmuştur ve olmaktadır. Bu durum alıcıların, algılama, anlamlandırma farklılıklarını da zenginleştirmektedir. Bütün zenginleşmeler, köleleşmeler, değişimler toplumun, toplumsal cinsiyetin ve sınıfında yön değiştiren görüntülerini bizlere sunmaktadır. İnsanlar, otobüs beklerken, kent içindeki metro ya da otobüs yolculuklarında, pazar yerlerinde, pasajlarda, kafeler de karşılaşmaktadır. Buradaki karşılaşmalarda birbirlerinin tarihçelerini bilmedikleri için, o günkü gazetelerin yazdığı bir haberden söz etmek bu geçici toplumsal karşılaşma ortamlarında insanlar arasında yüzeysel iletişimler kurmaya yaramaktadır. Karşısındaki hiç tanıma- 213 dığı insanla Chelsea futbol takımından söz etmek bir ortaklaşalık, dostluk duygusu oluşturmaktadır. Ayrıca yaşadıkları kentte yayınlanan gazetedeki haberleri okumak bu insanları bilmezlikle dolu kent ortamını biliyormuş duygusu kazandırmakta; kentin karşısında duydukları korkuyu azaltmaktadır. Bütün değerlendirmeler, iletinin nasıl okunduğu değil, alıcı tarafından nasıl algılanıp okunduğu ile ilgilidir. İletinin yalnızca kaynak tarafından biçimlendirilişine göre değerlendirilmesi çok fazla yarar sağlamamaktadır. Kaynağın eriştiği alıcılar tarafından mesajın algılanışı, anlamlandırılışı, yorumlanışı ya da yaşama konumlandırılışı daha bir önem taşımaktadır. Alıcı mesajın algılanışı, anlamlandırılışı, yorumlanışı ve yaşama konumlandırılışı sırasında, yalnızca ileti üzerine odaklanmaz. İletinin içeriği ve kendi yaşamı ile ilgili her bilgi, her detay bu algılayışı, yorumlamayı etkiler niteliktedir, yani alıcı iletiye kendisini katmaktadır. İleti ve alıcı birleşiminden oluşan bu yeni birliktelik yeni devinimler oluşturmaktadır. Teknolojik gelişmelerle birlikte, tek tipleşmenin arttığı, binlerce seçenek arasında en uygununu, en işe yararını, en güzelini ve biriciğini bulmanın zor olduğu günümüzde; trafik, park sorunu, zamansızlık, uzaklık, kalabalık gibi nedenlerle oyalanmalar zevk olmaktan çıkmaktadır. İnternet dünyası ise; tüm nedenleri pencerelerin arkasında bırakıp, keyifli önerilerle, farklı seçeneklerle ve ucuzlukla yalıtılmış bir ortam sunmaktadır. Bu da kitlenin algılama, alılmama, anlamlandırma ve yaşamında konumlandırma etkinliklerinin de yalıtıldığını göstermektedir. Kaynakça Batı U.,(2006), “Reklâm Dilinin Biçimbilimsel Nitelikleri Üzerine Bir İçerik Analizi” Galatasaray Üniversitesi Hakemli Akademik Yayını, Sayı:04, İstanbul Çamdereli M., (2002), “Reklâmın R’si ya da Reklâm Söylemine Giriş”, İstanbul İletişim Fakültesi Dergisi XII, Cilt 2, Sayı:12, İstanbul Durakbaşa A., Dilek Cindoğlu (2003)“Tezgâh Üstü KarşılaşmalarToplumsal Cinsiyet ve Alışveriş Deneyimi”, Kültür Fragmanları-Türkiye’de Gündelik Hayat: Fragments of Culture: The Everyday of Modern Turkey, Hazırlayanlar: Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, Çeviri: Zeynep Yelçe, 2. Basım Temmuz, İstanbul, Metis Yayıncılık Köse H., (2002), “Redonance ve Entropi Evresinde İletişim” İstanbul İletişim Fakültesi Akademik Dergisi XIV, İstanbul Mc Quail D., Sven Wındahl (1981), Communication Models for The Study of Mass Communications- Kitle İletişim Çalışmaları İçin İletişim Modelleri, Eskişehir, Kibele Sanat Merkezi Oskay Ü., (2001), İletişimin ABC’si , İstanbul, Der Yayınları Öcel N., (2002), “Alımlama Estetiği ve Belgesel Sinema Açılımları”, İstanbul İletişim Fakültesi Akademik Dergisi XII Cilt 2, Sayı:12, İstanbul Türkoğlu N., (2003), Kitle İletişimi ve Kültür, İstanbul, Naos Yayınları Uluğaycı C., (2007), “Simge Kavramı ve Bir Filmin Çözümlenmesi: Karşılaşma” Selçuk İletişim Fakültesi Dergisi, Cilt:5 Sayı:1, Konya 214 Yatkın Ahmet- Ümmühan Nazan Yatkın (2006), Halkla İlişkiler ve İletişim, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım Yayınoğlu Eraslan P., İdil Sayımer, Zafer Arda (2007), “Belediyelerin Kuramsal Web Sitesi Kullanımı Üzerine Bir İnceleme: Londra Büyükşehir Yönetimi ve İs- tanbul Büyükşehir Belediyesi Web Sitesi Ana Sayfalarının Karşılaştırılması”, Galatasaray Üniversitesi Hakemli Akademik Yayını, Sayı: 07 Aralık, İstanbul http//:www.gittigidiyor.com/servisler/ tv/index.php, [21 Nisan 2008] 215 Dr. Rıdvan Şentürk* Fiske ve Hartley’in Televizyon Teorisi Abstract The first serious and holistic theory on television after the 1950s, by the time television has began to occupy an efficient position in the whole social life and to dictate itself as an indispensable part of everyday life, was developed by McLuhan in 1960s. McLuhan, who became famous with his slogan “the medium is the message”, developed his theory by focusing particularly upon the logic of the technical perception and technological function of the medium of television. Nevertheless, McLuhan’s theory on television was criticized to be lacking in a thematic analysis that is to be made from the aspects of social and cultural values. In this respect, Raymond Williams attempted to make up for that deficiency in 1970s with his theoretical approaches suggesting that not only the techniques of narration but also the contents of programs might exert influences on the social perception and could transform values. On the other hand, what makes Fiske and Hartley noteworthy is the fact that they contributed to the aforesaid theoretical accumulation in 1980s with new approaches within the frame of the qualitative content analysis and also, especially, within the frame of semiology. Particularly, although Fiske’s theory on television exposed a patched structure composed of Marxism, semiotics, poststructuralism and ethnography, it failed to introduce any serious approach as regards to the aesthetic language or cultural effect of the image on television. Key Words Culture, content, analysis, communication, value * İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Giriş Çağdaş Kültürel Araştırmlar Merkezi’nin İngiltere’de 1970’li yıllarda medya alanında yaptığı çalışmalarda, Roland Barthes’ın ‘Mythologies, (1957)’ adlı eserinin ve Louis Althusser’in sol görüşlü yapısalcı yaklaşımlarının etkisiyle McLuhan’ın, televizyonun teknolojik özelliklerine vurgu yapan görüşleri eleştirilmeye başlandı. Bu dönemde özellikle Raymond Williams ‘Television: Technology and Cultural Form, (1974)’, John Fiske ve John Hartley ‘Reading Television, (1978)’ adlı eserleriyle program ve metin teorilerini toplumsal bakış açıları ve değer yargılarıyla birleştirmeye çalıştılar. Daha sonra, 1980’li yıllarda, yapılan bu film ve metin teorisi ağırlıklı tartışmaların etkisiyle televizyonun dokusu özellikle göstergebilimsel tartışmalar çerçevesinde araştırılmaya başlandı. John Fiske ve John Hartley birlikte, 70’li yılların başında televizyonun nasıl seyredilmesi, görülmesi ve anlaşılması gerektiğine dair birçok çalışma yaptıktan sonra onları dünya çapında meşhur eden ‘Reading Television, (1978)’ adlı eseri yazdılar. İdeoloji eleştirisi ve göstergebilimden oluşan teorik bir amalgam olan bu eserin önsözünü ise Fiske ve Hartley’in düşüncelerinin arka planında önemli bir yer tutan Stuart Hall yazdı. Kitabın ismine bakıldığında göze çarpan ‘reading/okumak’ sözcüğü esasen Fiske ve Harley’in, resimlerin retorik karakteri ve algılayıcıda çeşitli okuma biçimlerinin birlikte mevcut olduğu düşüncesinden hareket eden Roland Barthes geleneğine bağlı olduğunu göstermektedir. Fiske ve Hartley, kendi televizyon teorilerini oluştururken, aynı dü- şünce geleneğine yakın duran Raymond Wlliams’ın anlam ve değerlerin medya tarafından üretildiği yargısından hareket ederek göstergeyi tarihsel ve geleneksel süreç içinde kavramaya çalışmaktadırlar. Özetle söylemek gerekirse, Fiske ve Hartley’in eseri teori tarihinde önemli bir geçiş sürecini işaretlemekte, geleneksel edebiyat eleştirisinden ve iletişim araştırmalarının niceliksel içerik analizlerinden, televizyonun elektronik medyumunun kendine özgü, anlam üretici özelliğinin analizine kadar geniş bir alanı kapsayan medya teorisi için temel bir metin oluşturmaktadır. Çalışma işte bu temel metnin dilini çözmeye çalışarak, daha sonra yapılacak olan televizyon teorisi tartışmalarının kendilerini üzerinde geliştirebilecekleri tarihsel arka planı olan kavramsal bir dokunun oluşmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Teorik Arka Plan Fiske ve Hartley’in televizyon teorisine ilişkin çalışmalarının arkasında Stuart Hall’ın, Raymond Williams’ın görüşlerini de etkileyen ‘Encoding, decoding’ adlı makalesi bulunmaktadır. Stuart Hall tarafından 1973’de kaleme alınan ve daha sora geliştirilerek 1993’de Simon During’in editörlüğünde yayınlanan ‘The Cultural Studies Reader, 1993’de tekrar okuyucuyla buluşan bu makale özellikle İngiltere’deki televizyon araştırmaları üzerinde önemli bir etki uyandırmıştır. Bu metinde televizyon, Michel Foucault’un toplum ve hükümranlık söylemi bağlamında kavranmaya çalışıl- 218 maktadır. Stuart Hall bu çalışmasında, Foucault’un söylemine yeni boyut kazandırarak, çevrimsel biçimde yapılandırılmış bir iletişim konsepti eklemlemektedir. Yayıncı, mesaj ve alıcı arasında doğrusal bir ilişki kuran kitle iletişim modellerinin aksine Stuart Hall, televizyon ve alıcı arasında çevrimsel bir iletişim modeli geliştirmiştir. Hall’in televizyon modeli, üretim, yayım, tüketim ve televizyon mesajlarının ve anlam yüklemelerin yeniden üretimi arasında çevrimsel bir ilişki öngörmektedir. Söylem biçimi olarak televizyon, Stuart Hall’a göre belirli güç ilişkilerini yansıtmaktadır. Stuart Hall’ın yaptığı tespite göre, şimdiye kadarki kitle iletişim araştırmaları kültürel söylemleri güç ilişkilerinden bağımsız olarak tartışmaktadır. Hall’a göre, her ne kadar ikonik gösterge dilsel bir göstergeye nispetle daha az keyfilik arz etse de, resim, resmedilen nesneyle olan ilişkisinde, bir şeyi tasvir eden kelimenin nesnesiyle olan ilişkisine nispetle çok daha fazla benzer ve ortak yanlar ifade etse de, televizyon karışık, algıda mutlaka değişikliğe uğrayan kodlardan oluşan çok çeşitli bir gösterge sistemi sergilemektedir. Hall’ın üretim, yayım, tüketim ve kültürel mesajların yeniden üretimini öngören çevrim modeli kendine dolaylı biçimde Marks’ın eşyanın sirkülâsyonu modelini örnek almaktadır. Bu bağlamda Hall’ın çevrimsel modeli tez olarak anlamların zorunlu olarak mesaj formunda üretilerek düzenlenmesini ve aynı form içinde dolaşımını savunmaktadır. Hall burada, açıkça ifade etmese de, Marks’daki değer ve kullanım değeri ayrımı gibi, gösterge ve anlam arasında ayrım yapılması gerektiğini düşünmektedir. Hall’ın modelinde bütün alanlar farklı işlev görse de, alanlar arasındaki ilişkiler tesadüfî değildir. Nitekim Hall çevrimin gerçekleşmesi için, kod çözümlemenin mutlaka gerçekleşmesi gerektiğini düşünmektedir. Fakat kod çözümleme yalnızca mesajların geçerli sosyo-kültürel şablonlara uyması durumunda mümkün olmakta, aksi takdirde üretim ve yayım arasındaki akış kesintiye uğramaktadır. Anlamların üretilmesi, bir başka deyişle üretici tarafından kodlanmasının kültürel bir geçmişinin olduğunu söyleyen Hall, mesajların tarihsel ve kültürel anlamda biçimlenmiş bir seyirciye ulaştırılması gerektiğini düşünmektedir. Fakat Hall’a göre programların yayınlanarak yayılması tüketicide (seyircide) tamamıyla heterojen okuma biçimlerine (kod çözümlemesine) yol açmaktadır. Seyirci algı eylemi sayesinde mesajların yeniden üretimini temin etmekte ve böylece mesajları farklı bir düzleme aktararak kendi günlük hayatında ve çevresinde inşa etmektedir. Seyircilerin mesajların çevrimini tamamlamasıyla mesajların yeniden üretimi program yapımcılarına geri dönmekte ve böylece program konsepti etkilenmektedir. Çevrime tabi olan mesajların temel yapısı toplumda hükümran olan güç ilişkilerini inşa etmektedir. Kodlama ve kod çözümleme ilke olarak iktidar söylemine bağlıdır ve böylece yapılanmaktadır. Hall, kod çözümlemelerin kendini kodlamadan, hâkim ideolojinin kendini bildirmesinden ayrı tutabilmesinin mümkün olduğunu düşünmekte, açıkça herhangi bir manipülasyon teorisinden söz açmamaktadır. Hall daha çok, Barthes ve Althusser’i takip ederek, sembolleştirme süreçlerinin esasen ideolojik alanlara ait 219 olduğunu kabul etmektedir. Fakat kodlama ve kod çözümleme birbirinden ayrışsa da, sonuçta her ikisi de içinde oluştukları hâkim ideolojinin söylemi tarafından belirlenmektedir. (Hall, 1993: 90-103) Hall’in medya teorisinde bir metot oluşturabilmek için, Gramsci ve Alhusser’in ideoloji eleştirisini, kültürel üretimlerin eleştirisi olarak işlev gören yeni semiyotikle birleştirmeye çalışmaktadır. Modeli sistematik-işlevsel bir özelliğe sahipken Hall, tarihsel ideoloji eleştirisini tarihüstü-yapısalcı bir biçimde uygulamaktadır: Her toplum kültürü, farklı yargı oluşturma biçimleriyle, kendi toplumsal, kültürel ve politik dünyasının sınıflandırmalarını empoze etme eğilimindedir. Bu ne tek anlamlı ne de itiraz edilemez olan hâkim bir kültürel düzen teşkil etmektedir. (1993: 98) Hall daha sonra 1982 yılında yayınladığı “The rediscovery of ‘ideology’: Return of the repressed in media studies” adlı makalesinde şu sorulara cevap aradı: İdeoloji nasıl oluşur? İdeoloji toplumsal bir formasyon içindeki diğer pratiklerle nasıl bir ilişkide bulunmaktadır? İktidar ve medya söyleminin karşılıklı ilişkisi nasıldır? Televizyon genel kabule uygun anlam üreten toplumsal ve politik bir uyum faktörü olarak nasıl bir rol oynamaktadır? Televizyonun bu şekilde ideolojik açıdan eleştirilmesi daha sonra özellikle Amerika’da da yankısını buldu ve medya daha çok toplumsal ve tarihsel ilişkiler içinde incelenmeye başlandı. Bu alanda, televizyonun toplumsal ve kültürel bağlamda ideolojik eleştirisini yapan isimler arasında Farrel Corcoran, Douglas Kell- ner ve Mimi White gibi araştırmacılar bulunmaktadır. Farrel Corcoran ilk defa 1984 yayınladığı ‘Television as Ideological Apparatus: The Power and the Pleasure’ adlı makalesinde ideolojik yaklaşımların modern eleştiriye geri dönmüş olmasının bir bunalımın var olduğunu ve alternatif dünya görüşü arayışlarının kabul gördüğünü gösterdiğini söylemektedir. (1987: 534) Douglas Kellner ise makalesinde Amerikan toplumuna hâkim ideoloji ile televizyon ilişkilerini araştırmakta, televizyonun ideoloji üreten özelliğinin yerine iyimser ve eşitlikçi popüler kültür tasarımının ikame edilmesi çalışmalarını eleştirmektedir. (1987: 471–503) Öte yandan aynı yıllarda David Barker, Stuart Hall’ın düşünceleriyle uyum içinde, kamera ve montaj gibi televizyonun üretim araçlarının birer ideoloji taşıyıcısı olduğu düşüncesini işlemiştir. (1987: 179–196) Mimi White ise televizyonun ideolojik-eleştirel analizinin Angloamerikan tarzını yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. (1987: 134–171) Stuart Hall’ın çalışmalarıyla ivme kazanıp geniş bir çevrede yankı bulan bu ideolojik eleştiri süreci ve oluşturduğu entelektüel atmosfer içinde Fiske ve Hartley bu döneme mührünü vuran iki isim olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Yöntem ve Araç Sorunu John Fiske ve John Harley, Stuart Hall ve Raymond Williams’ın görüşleri doğrultusunda ve McLuhan’a karşıtlık oluşturacak biçimde program içeriklerini analiz etmeye başladılar. Fiske ve Hartley çalışmalarında, televizyondaki mesajların ancak kültürel ve toplumsal ilişkiler çerçevesinde anlaşılabileceği yargısın- 220 dan hareket ettiler. Fakat bu analizlerin sağlıklı sonuç verebilmesi için, araştırmada kullanılacak araçların doğru belirlenmesi gerekiyordu. Bu bağlamda Fiske ve Hartley edebiyat, daha yerinde bir tabirle dilbilim araçlarının medyanın anlaşılması için uygun olmadığını tespit ettiler. (1978: 14) Bu bağlamda televizyon söylemi, Fiske ve Hartley’e göre, edebi söyleme nispetle farklı bir işlev görmektedir. Fiske ve Hartley, McLuhan’ın her iletişim sisteminin kendine özgü bir dil oluşturduğu görüşünü benimsemektedirler. Televizyonun dili, John Fiske ve John Hartley’e göre, toplumun bütün katmanları için tanıdık ve güvenilir bir tecrübe formu oluşturmaktadır. Televizyonu kullanmak ve zevk almak için bundan başka bir şarta gerek duyulmamaktadır: ”[...] Televizyonu böyle önemli, büyüleyici ve analizini yapmayı zor kılan, onun kültürümüze yakınlığı ve merkezi konumudur. O daha çok konuştuğumuz dil gibidir: bahşedilmiş ve hep olmuş gibi kabul etmek.” (1978: 16) Fakat iyice bakıldığında ‘dil’in gerçek yüzü, analiz edilmeye ve yorumlanmaya ihtiyaç duyan anlamların taşıyıcısı olarak ortaya çıkmaktadır. Televizyon metni denildiğinde, asla yazılı bir metin kastedilmemekte, sadece mecazi anlamda dil kavramına işaret edilmektedir. Fiske ve Hartley’e göre yazılı metinlerin etkisi kıvama, sebep-sonuç ilişkisinin anlatımcı gelişimine, evrenselliğe, soyutlamaya, açıklığa ve belirli bir anlatımcı konumun mevcudiyetine bağlıdır. Buna karşın televizyon gözden kaçıcıdır, episodiktir ve istisnai, somut ve dramatik olanı tercih etmektedir. Bu bağlamda televizyonun metinsel mantığı, tiyat- ro oyunları ve filmlere benzer biçimde yazı işaretlerini neredeyse hiç içermeyen bir işitsellik ve görselliktir. (1978: 15) Bu durumda bilimin kendisinin medyuma uygun düşecek bir dili geliştirmesi gerekmektedir. Bu çerçevede Fiske ve Hartley “medyumun kendine özgülüğünü ve tarih içindeki yerini dikkate alacak bir deyim formüle etmek zorundayız.” demektedirler. (1978: 16) Bu amaçla, Fiske ve Hartley’e göre “televizyon programlarını inşa eden göstergelerin kodlanmış sekanslarının başarılı biçimde kod çözümünü yapabilecek ve kimliğini tespit edebilecek” (1978: 16) esasen dilbilim ve semiyotikte geliştirilmiş olan kavramsallıkların kullanılması gerekmektedir. Anlaşılan o ki, Fiske ve Hartley çağdaş film teorisinde olduğu gibi yalnızca televizyonun semiyotiğini geliştirmek değil, daha çok Raymond Williams’ın öncülüğünde medyumun tarihselliğini kavramak ve televizyonu kültüre özgü bir yapay doku olarak tanımlamak istemektedirler: Televizyon bir insan tasarımıdır ve yaptığı iş insani bir seçimin, kültürel kararın ve toplumsal baskının bir sonucudur. Medyum cevabını içinde bulunduğu ve varlığını sürdürdüğü şartlara vermektedir. (1978: 16) Konuşma dili ile televizyon arasındaki ortak özellik, her ikisinin de gerçekliği kültürün belirlediği yapılar, ritüeller ve kavramlar çerçevesinde medyaya dönüştürmesi, araçsallaştırmasıdır. Bu anlamda kendine özgü bir söylem olan televizyon bize her gün toplumsal ilişkilerimizin ve kültürel algılarımızın yeni bir çerçevesini sunmaktadır. Böylece oluşan televizyon gerçekliğinin doğru irdelenmesinin, toplum ve işleyiş biçimini daha iyi 221 anlayabilmemize katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Bu amaçla Fiske ve Hartley, içerik analizi ve metin analizi arasında paradigma değişiminin gerekli olduğunu düşünmektedirler: Niceliksel içerik analizleri yalnızca aşikar olan içerikleri kavrayabilir ve aralarında ilişki kurabilir. Bu durumda potansiyel yapılar analizin yörüngesinden uzaklaşacak, işlenmemiş olarak kalacaklardır. Niteliksel İçerik Analizi ve Semiyotik Fiske ve Hartley için öncelikle televizyonun sunduğu dünyanın analizinin nasıl ve hangi ölçülere göre yapılması gerektiği sorusu öne çıkmaktadır. Bu problemin aşılmasında Fiske ve Hartley’in üzerinde hemfikir oldukları ilkesel karar, nasıl Christian Metz kendi film semiyolojisini oluştururken filmin dilinden bahsediyorsa veya James Monaco filmin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunu sorarken filmin nasıl okunması gerektiğini düşünüyorsa, (Monaco, 1980: 138) aynı şekilde televizyonun dilinin kendine özgü biçimde sorgulanması gerektiğidir. Bunun için öncelikle televizyon dilinin karakteristik özelliklerinin belirlenmesi gerekmektedir. Bunun belirlenebilmesi için yöneltilmesi gereken temel soru televizyonda sunulan dünyanın ne denli gerçek dünyanın bir temsili olduğu veya televizyonun gerçekliğinin, gerçeğin gerçekliğiyle nasıl bir ilişki içinde olduğudur. Bu ise bir bakıma, televizyonda temsil edilen gerçekliğin ne kadar gerçekten gerçekliğin temsili olduğu sorusunu yöneltmek anlamına gelmektedir. Fiske ve Hartley ‘Reading Television’ adlı çalışmalarında bu temsil sorununa eğilmekte ve tezlerini desteklemek için Dallas Walker Smythe, Melvin L. De Fleur ve George Gerbner’in araştırmalarına yer vermektedirler. Temsil sorunu ve nitelikli içerik analizi ile ilgili olarak örneğin Smythe 1950’li yılların televizyon dizilerini incelemekte ve dizilerin orta sınıf mesleklerini tercih ettiklerini, cinsiyetlerin başrollerde iki erkeğe bir kadın gibi eşit olmayan biçimde dağıtıldığını ve nihayet kötü rolünün nispeten yaşlı, genellikle erkek ve siyahî kişilere oynatıldığını tespit etmektedir. Yine aynı şekilde Melvin L. De Fleur 1960’lı yıllarda yaptığı çalışmalarda, televizyonda iş dünyası sergilenirken hâkimlik, doktor ve öğretmen gibi itibarı oldukça yüksek olan mesleklerin öne çıkarıldığını tespit etmektedir. De Fleur’ün yaptığı araştırmalar sonucunda, televizyonun dramatik ürünlerinde meslek, ırk ve cinsiyet aidiyetinin toplumdaki gerçekliğe uygun biçimde temsil edilmediği tespit edilmiştir: “Televizyonun dünyası gerçek toplumsal dünyadan tamamen farklıdır, fakat basitçe ve bir şekilde onunla bağlantılıdır.” (Fiske ve Hartley, 1978: 24) Bu türden araştırmalara bir başka örnek de George Gerbner’in 1970’li yıllarda Amerikan televizyonları üzerine yaptığı araştırmalardır. Gerbner de yaptığı araştırmalarda televizyonda temsil edilen şiddetin, televizyonun dünyasının gerçeklikten oldukça farklı olduğunu gösterdiğini tespit etmiştir. Ekranda temsil edilen şiddet asla toplumda cereyan eden şiddetin doğrudan bir temsili değildir. Televizyondaki şid- 222 dete dayalı suçlar, gerçek şiddet suçlarından hem nitelik hem de istatistik bakımından farklıdır. Gerbner’in saptamalarına göre, televizyon hayale dayalı ürünlerinde şiddeti ve toplumda nasıl uygulandığını değil, bilakis toplumsal değerlerin ve değer yüklemelerinin yansımalarının şiddetin sunumuna nasıl dâhil edildiğini göstermektedir. Ayrıca Gerbner, kahraman ve kötü adam arasındaki en önemli farkın, kahramanla özdeşleştirilen sempati ve etkenlik olduğunu tespit etmiştir. Televizyondaki dizilerde gösterilen şiddet eylemleri belirli toplumsal davranışların tasdik edildiğine işaret etmektedir, zira sergilenen şiddet eylemleri, bir problemin veya bunalımın aşılmasında gösterilen ustalık, zekâ ve serinkanlı davranışlarla sembolize edilmektedir: Etkenliğin çok önemli olduğu rekabet toplumundaki günlük çatışmadan başka polis cezai çatışmalara karşı hangi sembolik rolü oynayabilir? Bu sebeple kaybeden taraf esasen, belirli ölçülerde normların dışına çıkmış olan ve kendine özgü biçimde kriminal olarak temsil edilen toplumsal değer yapısıdır. (Fiske ve Hartley, 1978: 29) Gerbner ayrıca, 70’lı yılların televizyon dizilerinde kriminal faillerin genellikle eril, genç ve beyaz tenli, kurbanların ise genellikle yaşlı, büyük bir kısmı dişil ve sıkça siyah derili insanlar olarak sergilendiklerini tespit etmektedir: Sınıf ve ırklar arasında yine tercih edilen ve sakıncalı kabul edilen gruplar var. Pek kolay tahmin edebileceğimiz gibi, cürüm işlemeye veya kurban edilmeye en az yatkın olan ve bu yüzden tercihe şayan olan grup beyaz orta sınıftır. (Fiske ve Hartley 1978: 31) Televizyon dizilerinde cinayet veya soygunculuk suçunun faili olmak aksiyon içindeki etkenlik olarak sunulmakta ve başarılı, soğukkanlı ve planlı tipler olarak sergilenmektedir. Buna karşın kurbanlar ise zayıf, etkisiz, aciz ve kimsesiz gösterilmektedir. Gerbner’in temel tezine göre, medyatikleşen şiddet, aslında şiddeti toplumda cereyan ettiği ve kendisini ifade ettiği gibi göstermiyor, bilakis içinde etkenliğin yüceltildiği rekabete yönelmiş bir toplumun hâkim değerlerini seyirciye aktarmaktadır. Niteliksel içerik analizleri bize ekranda aşikâr olan gerçekliğin değil, daha çok değer yapılarının ve ilişkilerin görünen yüzeyin ardında yansıtıldığını göstermeye çalışmaktadır. Bu bağlamda roller ve değerler, ancak toplumsal geçerlilik kazandıklarında dizi senaryosuna işlenmektedir: [...] etkisiz olma ve beceriksizlik, rekabetin hâkim olduğu bir toplumda normalin dışına sapmadır. Kriminal olan, kahramandan etkisizliği ve toplumsal gruba aidiyeti bakımından ayrıştırılmaktadır; yoksa her ikisinin de ahlakı, yöntemi ve hedefleri aynıdır. (Fiske ve Hartley 1978: 35) Gerbner ayrıca, televizyon tarafından üretilen şablonun tekil değil, mesajlardan oluşan bir sistem olduğunu söylemektedir: Şiddete başvurmayan şiddete başvurana nispetle çok daha normal ve daha çekici olarak derecelendirilmektedir, fakat daha az mantıklı, daha az etkin ve daha duygusal. Bütün bu özellikleriyle o erilliğe pek uymuyor. Şiddete başvuran ve katil arasında ayrım yapılırken, katiller belirgin biçimde daha etken ve birazcık 223 daha az duygusal gösterilmektedir. Bu durum Gerbner’in ‘şiddetin etken faktörü’ fikrine uymaktadır. [...] Katilleri öldürülenden ayrıştıran ana fark, çekicilik ve etkenlik derecesi olarak ortaya çıkmaktadır. Kahramanlar (mutlu bir sonu olan katiller) kurban ve kötü adama göre daha çekici ve etken olarak işaretlenmektedir. Genel olarak bütün şiddet uygulayıcıları şiddet uygulamayanlardan daha zekidir. Mutlu bir sonla biten şiddetin şifresi etkenliktir. Mutlu bir sona sahip olmayan katiller ve kurbanlar aciz olarak sunulmaktadır. (Fiske ve Hartley, 1978: 33-34) Serinkanlı etkenlik, erillik ve gençlikle birleştirilerek, Amerikan televizyonunun şiddet gösterimlerinde başarı ve erdemle ilişkilendirilmektedir. Televizyon mesajlarının sistemi Gerbner için sonuç itibariyle, kendisi aracılığıyla toplumun değerler sisteminin sembolik olarak temsil edildiği kültürel göstergelerin bir sistemidir. Fiske ve Hartley içerik analizinin belirli bir noktadan sonra tükendiğini ve daha ileri gidemediklerini görünce, araştırmalarını yönlendirecek bir disiplin olarak semiyotiğin faydalı olacağını düşündüler: Anlaşılan içerik analizinin bize faydası olmayacak. [...] ne yorum meselelerini ne de televizyon metninin hilekârlıklarını ve önem arz eden karmaşık yapısına nasıl bir karşılık vermemiz gerektiği sorusunu içerik analizi ile halledebiliriz. Televizyonun bu şekilde okunması bizim içerik analizinin ötesine geçmemizi, semiyotiğin daha yeni ve çok iyi araştırılmamış disiplinine yönelmemizi gerektirmektedir. (1978: 36) Fiske ve Hartley içerik analizinin sınır- larını belirledikten sonra, Barthes’ın ‘Mythologies’ adlı eserinde ifade ettiği görüşlerinden ve Umberto Eco’nun konvansiyonel işaretler konseptinden hareketle semiyotiğe yönelerek Christian Metz’in semiyotik çalışmalarından beslendiler. Fiske ve Hartley, inşa etmek istedikleri bu eklektik yapı dolayısıyla Jane Woollacott tarafından eleştirildi ve semiyotik kabullere uygun biçimde programlara içkin olan mantığı açımlamak yerine sadece içerikler arasındaki benzerlikleri tespit etmekle suçlandılar. (1982: 101) Fiske ve Hartley, Barthes’ın fotoğraf incelemelerini örnek alarak, televizyon haberlerinde gösterilen bir sekansı semiyotik bir bakış açısıyla, yapının unsurları, sembolik ve mitsel düzeyleri bakımından analiz etmektedirler. Kuzey İrlanda’da görev başında olan İngiliz askerlerini gösteren ‘News at Ten’ adlı haber programına ait söz konusu sekans semiyotik analizin nesnesi yapılmaktadır. Söz konusu haber sekansında İngiliz askerleri bir yere gizlenmiş silahlarını kontrol ederken görülmektedir. Askerler ekranda görünürken bir ses değerler, duygular ve belirli davranışlara işaret eden metnini okumakta ve böylece sekans sembolik anlam düzeyine geçiş yapmaktadır. Daha sonra okuma mitsel düzeye geçiş yaparak görüntüleri ‘İşte orada, ülke dışındaki gençlerimiz’ ve ‘Ordumuzun profesyonelliği ve etkinliği’ cümleleri ile vasıflandırmakta, kamera da bu kombinasyona eşlik etmektedir: Kamera sayesinde “askerlerin omuz hizasından bakıyor, konumlarını paylaşıyor ve böylece rollerini bizi savunan bizden biri olarak tanımlayarak benimsiyoruz.” (Fiske ve Hartley 1978: 42) 224 Fiske ve Hartley bu tür sembolik ve zihni süreçlerin televizyonun veya filmin kurgusal üretimlerinde de mevcut olduğunu düşünmektedirler: tarafından kullanılmaktadır: Televizyon reklamları, otuz saniyelik bir sürede mümkün olan en fazla anlamı bir araya sıkıştırmak için özellikle mecaz ve kinaye kiplerini ustaca suiistimal etmektedir. Kahvaltıda çocukları için tahıldan yapılmış bir yiyeceği tabağa döken bir anne, gösterge olarak yemek pişirme, temizlik gibi anneliğe özgü eylemlerin bir kinayesidir. Kahvaltı hazırlamak esasen anneliğe özgü davranışların bir parçası olmasına rağmen, burada aynı zamanda onun sunduğu sevgi ve emniyetin bir mecazıdır. (1978: 50) Esasen aynı gösterge sıkça popüler savaş filmleri veya ‘beyaz şapka’nın ‘siyah şapka’ya ve Kızılderili’ye karşı kaleyi/ çiftlik evini/ tren vagonunu savunduğu geleneksel western filmlerinde cereyan etmektedir. Kültürümüzde mevcut olan aynı mite gönderme yapmak istedikleri için aynı göstergeyi haber programları bilgi olarak aktarıyor ve kurgu filmler ise kullanıyor. (1978: 43) Daha önce de Raymond Williams, televizyon reklamlarının enformasyon yayınları ve tematik filmler gibi diğer türlerin kodlarından faydalandığını söylemişti. (1974: 118) Fiske ve Hartley bu haber sekansı dolayısıyla kinayeli bir yapıya sahip olan mitosun görsel sunum ile nasıl beslendiğini gözler önüne sermeyi amaçlamaktadırlar: Örnek olarak ele alınan bu sekansta ordu uzman görüşü ve profesyonellikle bütünleşmekte, askerler ‘bizim insanlarımız’ olarak takdim edilmekte ve ülkenin gücünü temsil etmektedirler. Televizyonun hem kendi içinde hem de diğer medya araçlarıyla olan ilişkisinde geçerli olan yapısal ve işlevsel düzeni ayrıca, görsel sanatların, tiyatronun ve filmin konvansiyonel gösterim ve sergileme biçimlerine ve içeriklerine etkimektedir. Fakat öte yandan göstergesel bir kodun, medya aracının karakteristiğine göre, reklamda, belgesel filmde veya tematik filmde kullanılışına göre farklı anlamlar kazandığını gözden kaçırmamak gerekmektedir. Televizyonda sembolik anlamlar kamera açıları, ışık, arka plan müziği veya görüntünün üzerine gelen veya araya giren metinler aracılığıyla üretilmektedir. Televizyon yayımlarının sembolik boyutu her ne kadar filme ve edebiyata nispetle daha sınırlı, kaba ve apaçık olsa da, Fiske ve Hartley tarafından semiyotik analizin önemli bir unsuru olarak kabul edilmektedir. Kod olarak tanımlanan anlam sistemlerinde organize edilen göstergeler kullanıcının kabulleriyle örtüşmekte ve böylece anlaşılmaktadırlar. Örneğin kriminal filmler gibi türe özgü kodları böyle anlıyoruz: “[…] dramatik bir dedektif filminde bir adam cüzdanının iç tarafını gösterdiğinde bunu bir polisin kendini tanımlamasının göstergesi olarak anlıyoruz, yoksa örneğin işportacı bir adamın kirli bir kartpostal göstergesi olarak değil.” (Fiske ve Hartley 1978: 40) Televizyonun gösterge sisteminde anlamlar hem mecaz hem de kinaye anlamında işlev görmekte, her iki anlam düzeyi de özellikle televizyon reklamları Kodun konvansiyonelliği, yani seyircilerin beklentileri program yapımcılarının imkânlarına göre yapılandırılmaktadır. Zira üretilen normların hem yapım- 225 cı hem de seyirci tarafından kabul edilmesi gerekmektedir. Fiske ve Hartley, gerçek hayatın kodlarının, televizyonun görsel kodlarından nasıl ayırt edilebileceğine dair örnekler vermektedirler: Baggaley ve Duck (1976) sunucunun televizyonda yan profilden gösterilmesinin, çekimin, aynı sunucunun tam profilden gösterilmesine nispetle, çok daha güvenilir ve usta bir figür olduğu izlenimi uyandırdığını gösterdiler. Televizyon genellikle ‘ustaca’ yapılmış röportajları yan profilden röportajcı ile konuşur biçimde, öte yandan sahne sanatçısı ve başkalarının bilgilerini sunan haber okuyucuyu tam profilden göstermektedir. […] Politikacıların doğrudan kameraya karşı konuşmaları ise, seçmenin onları böylece çok iyi tanıyabileceği düşünüldüğü içindir. (1978: 62) Kullanım amacının bağlamına göre değişen kodlar, diğer bütün konvansiyonlar gibi kültürel değişime ve dönüşüme tabi olmaktadırlar. Nitekim Western filmlerinde beyaz derili figürler önceleri ‘iyi’ kovboy olarak kodlanırken, daha sonra bunun klişeleşmesi ve cazibesini yitirmesinden sonra bu kodun uygulanmasından zamanla vazgeçilmiştir. Bir kodun sürekli olarak kullanılması diğer kodların algısını da etkilemektedir. Ayrıca kodlar ve gerçeklik, arasındaki birbirlerine atıfta bulunan ilişki uzun sürdüğü takdirde birini diğerinden ayırması güç bir bütünlük oluşturmaktadırlar: Kinaghtly, konvansiyonel savaş filmlerinde Amerikan askerlerinin CBS televizyonunun Newsreal kameralarının gelişini gördüklerinde ne yaptıklarını tasvir etmektedir. Kameralar askerlerin yaptıklarını kameralarıyla çektiler. Evdeki seyirci, seyrettiği şeyin davranışın gerçek bir kodu olduğunu düşündü. Oysa seyredi- len şey gerçekte kurgusal bir koddan türetilmişti, gerçek olanın bir göstereniydi. Bunun ilginç başka bir sonucu da seyircilerin muhtemelen savaş filmlerini, televizyon Newsreal programına nispetle geçerli kabul etmeleridir. (Fiske ve Hartley, 1978: 66) Fiskey ve Hartley’in, Jane Woollacott’un eleştirilerini haklı çıkaracak biçimde, araştırmalarının semiyotik kültür teorisi boyutunu yeterince derinleştiremedikleri, bunun yerine daha çok sosyolojinin ve kitle iletişiminin eski modellerinden beslendikleri görülmektedir. (McQuail, 1973: 37-52) Fiske ve Hartley, semiyotik modeller çerçevesinde fazla derinleşemedikleri için televizyon metni araştırmalarından çok, efektlere ve dolayısıyla seyircinin algısına yöneldiler. Ne metin oluşturma ne de okuma biçimleri derinleştirilmesi gereken araştırmaların nesnesi olmaktadır. John Fiske ve John Hartley’in teorik çabaları daha çok Amerika’da yaygınlaşan işlevsel kitle iletişim araştırmalarına yönelmektedir. John Fiske bir yıl sonra yaptığı ‘Television Culture’ adlı çalışmasında söz konusu zayıflıkları tekrar ele aldı ve televizyon ve kodlamanın insicamlı bir metin teorisini geliştirdi. (1987: 1) Fiske ve Hartley, kitle iletişim araştırmaları için kabul edilen iki tür modeli irdelemeyi amaçlamaktadırlar. Bunlardan biri ‘hypodermic needle/deri altı iğnesi’ diğeri ise ‘kullanılanlar ve memnuniyet’ olarak adlandırmaktadırlar. Fiske ve Hartley bu iki öneriyi sosyo-kültürel şartları değil bireyi esas aldığı için bireyselleştirici model olarak vasıflandırmaktadırlar. Bu bağlamda Fiske ve Hartley kültürel ve psişik motivasyonu zıtlık olarak ele almak suretiyle McLuhan’ın tek- 226 nik kültürü ve algı mantığına vurgu yapan medya teorisine ters düşmektedir: Bireysel tepkilerin çoğunun psişik motivasyonla değil kültürel anlamda belirlendiği gerçeğini dikkate almayan kabulden hareketle televizyon seyircisini belirli psikolojik ihtiyaçları olan bir birey olarak kabul etme alışkanlığı gelişti. (1978: 66) Bu çerçevede Fiske ve Hartley’in irdelediği ‘kullanılanlar ve memnuniyet’ modeli gereğince medya kullanımın, kullanıcı öznenin karmaşık ihtiyaçlarını karşılanmasına ve tatmin edilmesine hizmet etmelidir. Bu modelle birlikte yayıncıalıcı modeli ve davranışçılığın uyarımtepki teorisi terk edilmektedir. Bunlar yerine model, alıcının medyumu etkin ve tamamen faklı tarzlarda kullandığı, kullanıcının ihtiyaçları oranında çok çeşitli kullanım tarzlarının olduğu düşüncesini savunmaktadır. Öte yandan ‘deri altı iğnesi’ mecazı medya araçlarının etkisine ve nüfuz gücüne gönderme yapmaktadır. Bu iletişim modeli seyircinin medya tarafından doğrudan ve güçlü biçimde etkilendiği, zira enformasyonların kitlelerin bilincine şırınga edildiği düşüncesine dayanmaktadır. Seyirci medyanın karşısında baştan çıkarılmaya ve manipüle edilmeye müsait bir vaziyette savunmasız bulunmaktadır. Raymond Williams gibi Fiske ve Hartley de, hangi dereceye kadar kitle iletişiminden bahsedilebileceği, kitle iletişimi yerine kitle tüketimi deyimini tercih etmenin daha anlamlı olup olmayacağı sorusunu yöneltmektedirler. Genelde uygulanan seyirci araştırmalarının esasen bir tür pazar araştırması olduğunu düşünen Fiske ve Hartley’e göre bu araştır- malarda seyirci pazar, seyirci grupları da pazar payları olarak temsil edilmektedir. Kitle iletişim araştırmalarının bu biçimi yıllarca uygulandığı için akademik araştırmaları da belirledi. Bu araştırmalarda enformasyon kaynağını yayıncı ve seyirci olarak öngören model temel kabul edildi. Öte yandan ayrıca medya etkileri sürekli olarak yayıncı açısından işlendi ve değerlendirildi. Bu duruma karşılık olarak Fiske ve Hartley iletişimcinin esasen kim olduğu sorusunu yöneltmektedirler. Bu kitapta Fiske ve Hartley, McQuail’in soyut yayıncı-alıcı modelini eleştirmektedirler. Fiske ve Hartley bu model eleştirisini yaparken, kodlama ve kod-çözümleme arasındaki ilişkiyi, Umberto Eco gibi, kural dışı kodlamaların vuku bulabileceği, hem kodlama hem de kod-çözümlemenin sosyo-kültürel süreçler tarafından belirlenen doğrusal olmayan bir ilişki olarak tasvir etmektedirler. (1978: 81) Fakat yine burada, Fiske ve Hartley tarafından Kuzey İrlanda’daki haber örneğinde yalnızca kodlama süreçlerinin irdelenmesi ve seyirci tarafından yapılan kod-çözümlemelere değinilmemesi bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Bunun sebebi muhtemelen Fiske ve Hartley’in psikolojik araştırma sonuçlarına karşı duydukları şüphe olsa gerektir: “İletişimin esas itibariyle kişilerin iç dünyasından ziyade kişiler arası bir şey olması dolayısıyla psikolojik yaklaşım iletişim araştırmaları için yalnızca sınırlı bir öneme sahip olabilir.” (1978: 78) Kendi ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, her türlü kişiler arası iletişime kişilerin kendi iç dünyalarının kendince algılama ve kendisiyle konuşma biçimi olarak eşlik ettiği gerçeği dikkate alınmamaktadır. 227 Kitabın ‘Bardic Television/Poetik Televizyon’ adlı bölümünde Fiske ve Hartley, televizyonu kendisi aracılığıyla kültürün kendi kendisiyle iletişim kurduğu toplumsal bir ritüel olarak tanımlamaktadırlar. Televizyonun mesajlarının, her ne kadar bireysel öğrenim süreçleri tarafından kod-çözümlemesi yapılsa da, bunun yine de esasen kültürel kodlar ve konvansiyonlara uygun biçimde gerçekleştiğini iddia etmektedirler: […] Bu mesajların yapısı göz ve kulak için tasarlanmış bir kültürün ihtiyaçlarına göre organize edilmektedir, yoksa ‘metnin’ içsel talebine veya bireysel bir haber vericiye göre değil. (1978: 86) Kültür kavramı, Fiske ve Hartley tarafından bütün kodlama ve kodçözümlemelerin, dolayısıyla metinlerin ve okuma biçimlerinin ilkesi olarak tanımlanmaktadır. Fakat bu durumu meydana getiren süreçler, yani yapımcının kültürel kodları kullanması ve seyirciye sunarak ondan kodları öylece çözümlemesini beklemesi durumu izahsız kalmaktadır. Teorinin, televizyonun metin ve seyirci ilişkisi bağlamında sosyo-kültürel işlevine indirgenmesi dolayısıyla, televizyonun bir medyum olarak karakterize edilmesinde önemli olan estetik boyut eksik kalmaktadır. Fiske ve Hartley, televizyonun ‘bardic/ poetik’ rolünü öne çıkarmak suretiyle, onu bütünlüğü itibariyle esasen bir anlatım biçimi olarak kavradıklarını göstermektedirler. Fiske ve Hartley’e göre televizyon, çağımızda eski toplumlardaki kültür ile bu kültüre ait olanlar arasında aracılık yapan şair veya benzer kişilerin oynadığı rolü üstlenmektedir. Fiske ve Hartleyin bu yaklaşımından etkilen Sarah Ruth gibi yazarlar daha sonra televizyondan ‘süper-anlatıcı’ olarak bahsetmeye başladılar: Nitekim Sarah Ruth‘a göre “çağdaş Amerikan toplumunda televizyon ilkesel anlamda bir öykü anlatıcıdır.” (1987: 42) Fiske ve Hartley’e göre televizyon, bu poetik rolü şu işlevlerinden dolayı üstlenmektedir: (1978: 86) Yapılandırılmış mesajlar sayesinde televizyon takipçilerine belirli bir kültür sunmakta ve bu kültür içindeki rollerini tasdik ederek güçlendirmektedir. Poetin ana işlevi arabuluculuktur. O mesajları taşır, fakat onları üretmez. İşte bunun gibi televizyonun ana işlevi de kültürel olarak tanınmış anlamların sunumundadır, o onları düzenlemekten çok yaygınlaştırmak için vardır. Poetik aracı, kültürünün merkezinde durmaktadır. Televizyon da işte böyle modern toplumun merkezi bir kuruluşudur. Bu merkezi konum, sadece ticari veya politik sebeplerden dolayı değil, aynı zamanda ortak merkezi bir noktanın eksikliğini hisseden bir toplumun külürel ihtiyaçlarından ileri gelmemektedir. Bu merkezi konumdan hareketle medyum, aşırı düzeyde fragmanlaşmış olan toplumun üyelerine yönelmektedir. Poetik ses, yazılan değil, konuşulan dili kullanmaktadır. Böylece yazı kültürünün soyut ve ayrıntılı kodlarına bağlı olan yüksek kültür karşısında bir denge oluşturulmaktadır. (Kozloff, S. R. 1987: 42) Poetik rol, hem televizyonun iletişim kurduğu seyirci hem de atıfta bulunduğu gerçekliği kendi merkezi konumuna yakınlaştırmaya hizmet etmektedir: 228 “Poetik rol, hem televizyonun iletişim kurduğu seyirci hem de atıfta bulunduğu gerçekliği kendi merkezi konumuna yakınlaştırmaya hizmet etmektedir. Bu müspet rolü claw-back/geri alma tabiriyle ifade etmeyi denedik. Poetik aracı sürekli olarak mesajının öznesini geri merkezdeki noktaya çekmeye çabalamaktadır. [...] Örneğin tabiat belgeselleri genellikle filmi çekilen, davranışlarında kültürümüzün kendi işlerini organize etme biçimiyle mecazi bir eşdeğerlilik buldukları hayvanların bizim gibi olduklarını vurgulamaktadırlar.” (Fiske ve Hartley, 1978: 87) Poetik rolün mit üretimiyle sıkı bir bağıntısı vardır. Mitolojiler, seyircilerin farkına varmaması gereken gizli içerikler düzeyinde işlev görmektedir. Televizyonun aracılık rolünün işlevi mevcut kültüre etkisi bakımından şu şekilde özetlenebilir: Televizyon, bir toplumda gerçeklik olarak tanımlanan şey üzerine uzlaşma sağlamaya çalışmaktadır. Televizyon, kültür üyelerini, bu kültürün hâkim değerler sisteminin içine çekmektedir. Televizyon, dış dünyadaki kültür temsilcilerinin davranışlarını kutlamakta ve haklı çıkarmaktadır. Belirli, örneğin bireyselcilik mitosu gibi, mitleri üretmesi dolayısıyla televizyon, toplumsallıktan uzaklaşan bireyleri kültürün merkezi noktasına çekmekte, böylece hâkim değerleri tasdik etmekte ve güçlendirmektedir. Fiske ve Hartley bu işlevlerin sadece belirli program türlerinde değil televizyonun bütün sekanslarında mevcut olduğunu düşünmektedirler. (1978: 89) yansıtıldığında vuku bulmakta ve kendini örneğin filmde beyaz/beyaz değil biçiminde ifade bildirmektedir. Soyutlamalar dini ritüeller biçiminde gerçekliğe yansıtılıyor, fakat televizyonda erkekler, kadın ve erkekler, birey ve kurumlar arasındaki günlük ilişkilere dair konseptler somut biçimlere aktarılarak gösterilmektedir. Bu bağlamda Fiske ve Hartley, dans ve yarışma programları gibi eğlence yayımlarına işaret ederek televizyonun, rekabet ve performans toplumunun değerlerini televizyonun oyun ve eğlence biçimlerine kadar yansıttığını söylemektedirler. Ancak bu merkezi bir medyum olan televizyonun yansıtma mekanizmaları kendi gerçekçiliği sayesinde perdelenmektedir. Televizyonun kendine özgü gerçekçiliği bütün program türlerinde geçerli olan konuşma diliyle oluşturulmaktadır. Fiske ve Hartley için dil, kendisiyle tabiatı inşa ettiğimiz önemli ilkesel bir vasıtadır ve ikinci bir tabiat olarak işlev görmektedir. Dilin televizyonda hem kurgusal hem de kurgusal olmayan türlerde mütemadiyen kullanılması, dil üzerinden inşa edilen gerçekliği günlük hayata uygun biçimde tekrar ederek ve tasdik ederek inşa etmek içindir: Medyumun poetik işlevi ritüel yoğunlaşmanın antropolojik anlamına uygun düşmektedir. Ritüel yoğunlaşma, iyi-kötü, güzel-çirkin, sağlıklı-hasta gibi dış dünyanın zıtlıklara dayalı normları 229 Televizyon gerçekçiliği büyük ölçüde dilin izini sürerek kendisi aracılığıyla dış dünyayı kavradığımız yöntemi ‘tabileştirmek’tedir. Bütün drama, melodram dizileri, durum komedileri, haber ve aktüalite programları aynı mecazi anlamı güçlendirmekte ve yinelemektedir: dünyanın kendisi ve ona dair olan, gerçekçiliğin akıl tarafından yöneltilmiş konvansiyonlarıdır. (1978: 161) Sonuç Bazı zayıf noktalarına rağmen ‘Reading Television’ adlı çalışma televizyon teorisinde gerçekleştirilen yeni bir aşamayı ifade etmektedir. Özellikle metin ve anlatıma yönelen yazarlar, her ne kadar televizyonun toplumbilimsel teorileri analizlerinin büyük bölümünü kapsasa da, Fiske ve Hartley’i kendilerine referans almaktadırlar. Eleştirilmesi gereken bir başka yön de Fiske ve Hartley’in, McLuhan ve Williams tarafından erişilen medya araçlarını kendi bütünlükleri içinde metinlerarası bir düzlemde kavrama anlayışını ilerletememeleri, hatta gerisinde kalmalarıdır. Kodlama ve kod çözümleme arasındaki ilişki yeterince incelenmemektedir. Seyircinin ve seyretmenin teorik olarak kavranması için yöneldikleri semiyotikten kitle iletişim araştırmalarının tasdik edilmiş sonuçlarının değerlendirilmesine geçiş yapmaları ayrıca kitabın zayıf bir yanını göstermektedir. Zira her ciddi medya teorisinin kendini bu türden sonuçların değerlendirilmesi üzerinden geliştirmekten kaçınması gerekmektedir. Konuşma dilinin oynadığı rol çokça göze çarpmakta, fakat öte yandan televizyon görüntüsü estetiğinin oynadığı rol neredeyse hiç irdelenmemektedir. Fakat televizyon temsillerinin oynadığı kültürel rolü üzerine yapılan değerlendirmelerin, Fiske ve Hartley ile birlikte yeni bir aşama kaydettiğini söylemek mümkün gözükmektedir. John Fiske daha sonra yayınladığı çalışmalarında ve özellikle ‘Television Culture’ adlı eserinde bu eksiklikleri gidermeye çalıştı. Fiske’nin 1987 yılında yayınlanan bu eserinde ‘Reading Televisi- on’ adlı çalışmada inşa edilen temel düşünceler muhafaza edildi. Nitekim bu gerçeği kendisi de ifade etmekte ve kitabın teorik ve metodik köklerinin Marksizm, semiyotik, post-yapısalcılık ve etnografiden beslenen ‘cultural studies/ kültürel araştırmalar’a uzandığını vurgulamaktadır. (1987: 1) Gerçekten de bu kitapta, 80’li yılların okuyucuya yönelik metin teorileri ve gender/cinsiyet teorilerine uygun olarak program ve metin, kendisine gönderme yapılan ve metin, okuyucu ve metin, dikey ve yatay metinlerarasılık sorusu ve televizyondaki cinsiyete ilişkin yönelimler öne çıkmaktadır. ‘Television Culture’ adlı eserde metin teorisi üzerine kurulmuş televizyon analizinin gelişmiş bir modeli sunulmaktadır. Programın bünyesi bu kitapta metin yapısı, bir başka deyişle kodlar ve konvansiyonların dokusu olarak kavranmaktadır. Bu sebeple televizyon metninin analizi gerçekliğin kopyasına değil, kodlar ve konvansiyonların sergileniş biçimlerine dayanmaktadır. Bu bağlamda Fiske, anlamların nasıl üretildiği sorusunun kitabın ana problemi olduğunu söylemektedir. (1987: 1) Fiske’nin ‘Television Culture’ adlı eserinde oluşturmaya çalıştığı modelinde üç düzey formüle edilmektedir. Bu modele göre birinci düzey gerçekliktir. Gerçeklik, kültür tarafından modalar, davranış biçimleri, çevre, dil, jest ve mimikler vesaire olarak kodlanmış bir şeydir. Bu kodlar televizyon tarafından üstlenilmekte ve yayınlanmaktadır. (1987: 5) Televizyonun kodları ikinci düzey olarak temsil bağlamında değerlendirilmektedir. Kamera, ışık ve ses gibi teknik kodla ve gösterimin türe özgü değişen 230 konvansiyonel kodları bu düzeyde bünyeye dâhil olmaktadır. Fiske üçüncü düzey olarak ideolojik kodları adlandırmaktadır. Bireyselcilik, ataerkil, ırk, sınıf aidiyeti gibi ideolojik kodlar, dil veya diğer medya ve iletişim biçimleri gibi, televizyon tarafından aktarılmaktadır. (1987: 5) dir. Bu çalışmasında Fiske artık kitle iletişim araştırmaları alanına gereksiz geçişler yapmamaktadır. Fiske’nin bu çalışmasında ayrıca ürün olarak yayınlar ve metin olarak yayınlar arasında yapılan ayrım dikkat çekmektedir: “Televizyon yayınları sabit ve sağlam unsurlar oluşturmaktadır. Bu unsurlar ürün olarak oluşturulmakta ve satılmakta, planlayıcı tarafından dağıtım birimlerinde organize edilmektedirler. ‘Dallas’ dizisi, ister Amerika’da, Kuzey Afrika’da veya Avustralya’da yayınlansın, aynı yayım olarak kalmaktadır. Buna karşın bir metin tamamen farklı bir şeydir. Programlar üretiliyor, dağıtılıyor ve medya endüstrisi tarafından tanımlanıyorlar. Öte yandan metinler ise ‘okuyucu’su tarafından üretilmektedir. Böylece bir yayım algılama anında ‘metin’e dönüşmekte, yani çeşitli okuyucu gruplarıyla karşılıklı ilişkide olması farklı anlamları ve memnuniyetleri etkin kılmaktadır. Demek oluyor ki, tek bir yayım birçok metnin üretilmesinde uyarıcı olabilmektedir. ‘Dallas’ dizisi bu bakımdan Ameika’da, Kuzey Afrika’da veya Avustralya’da yayınlandığında farklı metinler oluşturmaktadır: gerçekten de ‘Dallas’ sadece Amerika’da algılayıcının çeşitli sosyal şatları nispetinde birçok farklı metin üretmektedir.” (1987: 14) Modelin bu üç düzeyi Fiske için toplumda hâkim olan sağduyu ve metin bilincinin temelini oluşturmaktadır. “Zira anlam ancak gerçeklik, temsiller ve ideoloji insicamlı, görünüşte tabi bir birliğe karıştıkları zaman üretilebilir.” (1987: 6) Eleştirel televizyon teorisinin en önemli amacı, işte bu sağduyunun ideolojik yapılarıyla birlikte neyin nasıl televizyon içine sindiğini ortaya çıkarmaktır: “Semiyotik veya kültürel eleştiri bu birliğin yapı-çözümünü yapmakta ve ‘tabiliği’ni ideolojik bir inşa olarak açığa çıkarmaktadır.” (1987: 6) Ayrıca metinler diğer metinlerle kaynaşmakta ve böylece metinler arasında bir ilişki ve algı süreci oluşmaktadır: Televizyonu bir metin olarak araştırmanın üç odak noktası vardır: televizyon programlarının ve akışlarının biçimsel kaliteleri, televizyonun kendi içindeki metinler, diğer medya ve konuşma arasındaki ilişkiler ve nihayet toplumsal bir konuma sahip olan okuyucunun ve okuma sürecinin araştırılması. (1987: 16) Fiske önceki çalışmasının adı ‘Reading Television’ olmasına rağmen pek geçekleştiremediği okuyucudan hareketle televizyon teorisi inşa etmek arzusunu bu çalışmasında oldukça kapsamlı biçimde ele almakta ve geliştirmektedir. Fiske için seyirci metinle nispet ilişkisi içinde değerlendirilmesi gereken bir kategori- Programlar, bir başka deyişle bütün yayımlar özerk değil, mevcut toplumsal söylemin bir parçasıdır. Program, daha doğrusu program yapımcısı, toplumdaki hâkim tasavvurlar biçimlerini tekrar etmektedir. Ancak programlar bir göstergeler sistemi olarak polisemantik ve açık bir yapı arz etmektedirler ve büyük ölçüde bireysel kod çözümlemelerine izin vermektedirler. Bu teoriye göre seyirci- 231 ler, her ne kadar anlamlandırmalarının bir kısmı toplumsal tecrübelerin bir sonucu ise de, kendi gösterge anlamlarını inşa etmektedirler. Fakat seyirciler bunu keyfi değil, bilakis söylemsel anlamda belirlenmiş ve endüstri tarafından üretilen şablona göre gerçekleştirmektedirler. Bu süreçte televizyon belirli bir kültürün oluşturulmasına yardım etmekte ve bunu yaparken önceden beri var olan kültürel ve ideolojik değerlerle yüklü bir bağlamın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Fiske 1989 yılında yayınladığı ‘Moments of Television: Neither the text nor the audience’ adlı makalesinde ‘seyirci’ ve ‘metin’ kavramlarının yerine televizyonu, seyirci davranışlarının mütemadiyen değiştiği ve yayımların farklı anlamlar, memnuniyet veya memnuniyetsizlikler ürettiği bir düzenleme olarak kavramayı önermektedir. (1989: 57–61) Fiske metin kavramı yerine çeşitli metinlerin bir araya gelerek oluşturdukları yapıyı ifade eden metinselliği kullanmak istemektedir. Önerilen bu konsept John Ellis’in televizyon semiyotiği modelini çağrıştırsa da, yine de insicamlı metin kavramına sıkıca bağlanmaktadır. John Hartley ise teorik çalışmalarına, daha doğrusu iletişim, kültür ve medya araştırmalarına devam etmiş ve teorilerini geliştirmeyi amaçlamıştır. Bu çalışmalarından öne çıkanlar arasında yer alan ‘Uses of Television, 1996’ adlı eserinde Hartley, televizyona eleştirel yaklaşmaktan çok, televizyon ve televizyon teorilerinin ne kadar kullanışlı ve faydalı olup olmadıklarını sorgulamaktadır. Televizyon ve televizyon teorilerini 1930’lu yıllardan başlayarak inceleyen Hartley televizyonun günümüzde ‘kültürel vatan- daşlık’ kültürünü yayan ‘transmodern öğretim’ biçimiyle toplumsal ve jeografik sınırları aşan bir konuma geldiğini düşünmektedir. Ayrıca 2007 yılında yayınlanan ‘Television Truths’ adlı eserinde Hartley televizyonun nasıl hala ekonomik, toplumsal ve kültürel hayatı yansıttığını ve biçimlendirdiğini tarihi, politik ve estetik açıdan incelemektedir. Hartley bu çalışmasında televizyonun anlaşılması için yeni bir paradigma oluşturma çabası içine girmekte, ‘TV vatandaşlığı’ kavramını geliştirerek medyumun geleceği hakkında global demokratikleşme süreci açısından yaklaşımlarda bulunmaktadır. Kaynakça Barker, David (1987). Television Production Techniques as Communication. The Critical View. Horace Newcomb (der.) içinde. New York: Oxford University Pres. Corcoran Farrell (1987), Television as Ideological Apparatus: The Power and the Pleasure. The Critical View. Horace Newcomb (der.) içinde. New York: Oxford University Pres. Fiske, John ve Hartley John (1978), Reading Television, London: Methuen. Fiske , John (1987), Television Culture, London: Methuen. Fiske, John (1989), Moments of Television: Neither the text nor the audience. Remote Control. Television, Audiences and Cultural Power. Ellen Seiter, Hans Borchers, Gabriele Kreutzer, Eva-Maria Warth (der.) içinde. London: Routledge. Hall, Stuart (1993), Encoding, decoding. The Cultural Studies Reader. During, Si- 232 mon (der.) içinde. London: Routledge. Hall, Stuart (1982), The rediscovery of ‘ideology’: Return of the repressed in media studies. Culture, society and the media. Michael Gurevitch, Tony Bennett, James Curran ve Janet Woollacott (der.) içinde. New York: Methuen. Hartley, John (2007), Television Truths, Forms of Knowledge in Popular Culture, Oxford: Wiley-Blackwell. Hartley, John (1999), Uses of Television, London-New York: Routledge. Kellner, Douglas (1987), TV, Ideology and Emancipatory Popular Culture. Television: The Critical View. Horace Newcomb (der.) içinde. New York: Oxford University Pres. Kozloff, Sarah Ruth (1987), Narrative Theory and Television. Channels of Discourse, Television and Contemporary Criticism. Robert C. Allen (der.) içinde. London: Routledge. Mcluhan, Marhall (1965), Unserstanding Media: The Extensions of Man, New York/London: McGraw-Hill Paperback McQuail, Denis (1973), Soziologie der Massenkommunikation, Berlin: Volker Spiess. Monaco, James (1980), Film Verstehen, Hamburg: Rowohlt. White, Mimi (1987), Ideological Analysis and Television. Channels of Discourse, Television and Contemporary Criticism. Robert C. Allen (der.) içinde. London: Routledge. Williams, Raymond (1974), Televsion: Technology and Cultural Form, London: Fontana. Woollacott, Janet (1982), Messages and Meanings. Culture, Society and The Media. Michael Gurevitch, Tony Bennett, James Curran, Janet Woollacott (der.) içinde. London: Routledge. 233 Tunç Yıldırım* II. Dünya Savaşı Sonrasında Türkiye’deki Fransız ve Anglosakson Kültürel Etkinliklerinde Sinemanın Yeri (1944–1953) Özet Fransız Dışişleri Bakanlığı Diplomatik Arşivlerinde 2006 Kasım ayında yapılan araştırmalara dayanan bu makale, II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’deki kültürel hayatta Fransız, Amerikan ve İngiliz propagandasının “sinema” aracılığıyla nasıl yapıldığını ele alıp, ayrıntılarıyla inceliyor. Lé résumé Cet article intitulé « La place du cinéma dans les activités culturelles anglosaxonnes et françaises en Turquie de l’après-Seconde Guerre mondiale (19441953) » est le résultat des recherches faites au cours du mois de novembre 2006 aux archives diplomatiques du Ministère Français des Affaires étrangères. En reposant sur les dépêches et les rapports rédigés par les officiels français étant chargés en Turquie pendant la période marquée ci-dessus, il a pour but de mettre en évidence l’influence considérable que les États-Unis et la Grande Bretagne commençaient à exercer sur la vie culturelle turque par voie de cinéma. Afin de pouvoir atteindre son objectif, il analyse en détail de nouvelles méthodes de propagande appliquées par le British Council, le United States Information Service et l’Ambassade de France (avant l’inauguration du Centre Culturel d’Ankara au début de 1954) pour agir sur les institutions éducatives, sociales, artistiques, scientifiques, économiques voire politiques et militaires dans le pays entier. Après avoir abordé les contacts pris par Dar Film (une firme turque spécialisée dans l’exploitation du cinéma de 16 mm) avec les Actualités Françaises et le Musée Pédagogique, cette étude débouche sur la création tardive d’un Centre de Films Pédagogiques au sein du Ministère de l’Education Nationale. Anahtar Kelimeler Les mots clés Tarbé de Saint-Hardouin, Camille Bergeaud, Biritsh Council, USIS, Fransız Diplomatik Arşivleri, Pedagoji Müzesi, Dar Film, Heurtier, Fransız Aktüaliteleri, Ordu Evleri, Öğretici Filmler Merkezi, Sadun Tanju Tarbé de Saint-Hardouin, Camille Bergeaud, British Council, USIS, Archives diplomatiques françaises, Musée Pédagogique, Dar Film, Heurtier, Actualités Françaises, Foyers du Soldat, Centre de Films Pédagogiques, Sadun Tanju * Paris I − Panthéon-Sorbonne Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji Enstitüsü Sinema-TV-Audiovisuel Bölümü Doktora Öğrencisi [email protected] Marmara İletişim Dergisi Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul Savaş ve Türkiye İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, her türlü dış baskıya rağmen direttiği ve uyguladığı “tarafsızlık” siyaseti yüzünden, savaş sonrasında Batılı müttefiklerin gözünden düşmüştü. Birinci Dünya Savaşı’ndaki “Alman kuklası” olma durumunun yol açtığı felaket ve yıkımı çok iyi bilen İsmet İnönü ve onun dış işleri bakanları (önce Şükrü Saraçoğlu, sonra Numan Menemencioğlu, ve tekrar Saraçoğlu) Cumhuriyet Türkiye’sini ne pahasına olursa olsun bu ikinci paylaşım harbinden korumuşlardı.1 Ancak savaştan sonra, Cumhuriyet’in kurulduğu tarihten beri ortak ilişkiler (antiemperyalist çizgide) içinde olduğu Sovyet Rusya’nın 17 Aralık 1925’te imzalanan “Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması”nın İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan değişikliklerden ötürü (Boğazlardan geçen Alman gemilerinin engellenmemesi) yenilenmesi gerektiğini Türkiye’ye bildirmesi, akabinde Ağustos 1946’da yeni bir antlaşma yapılabilmesi için isteklerini (TürkSovyet doğu sınırında değişiklik, herhangi bir saldırı karşısında ortak savunmayı sağlamak üzere Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi, Montreux sözleşmesinin yeniden gözden geçirilmesi ilkesi üzerinde iki hükümet arasında bir anlaşma yapılması)2 sıralaması Türkiye’yi “soğuk savaş” döneminde bir tercih yapmaya itti. Doğu Avrupa’daki ülkelerde Sovyet Rusya’ya bağlı komünist rejimlerin birer birer iktidara gelmesi, kapitalist ve çoğulcu bir demokrasi olan bir diğer ga1 Bakınız: Zürcher, (298 ve 303). Bakınız: Erkin, (286-287, 300-301 ve 305306). lip ülke ABD’nin işine gelmiyordu. Türkiye ise Marshall Planı ile Amerika’nın mali, siyasi ve askeri desteğinden faydalanabilmek için “çoğulcu demokrasi ve serbest girişim” gibi ABD’nin temel saydığı siyasal ve ekonomik ilkelere kendini bir an önce uydurmak zorunluluğunu hissediyordu. Türkiye’de seçimler yapılmış, Soğuk Savaş’ın gölgesinde göreceli bir demokratik ortam doğmuş, muhalefetteki DP’nin haricinde, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi Aralık 1946’da sıkıyönetim kanunlarına başvurularak kapatılmışlardı. 1930’lardan beri uygulanan ve kendi kendine yetmeyi öngören devletçihalkçı ekonomi sistemi yerini, CHP’nin 1946’da aldığı “7 Eylül Kararları”yla (Cumhuriyet döneminin ilk devalüasyonu: Türk lirasının değeri % 120 oranında düşürüldü) dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi hedefleyen liberal tedbirlere bırakmıştı3. Bu büyük değişim Uluslararası Para Fonu’na üye olabilmek için yapılacak ve DP’nin Kore’deki savaşa 25.000 kadar asker göndermesi Türkiye’nin NATO’ya girebilmesinin önünü açacaktı. Bunların sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti dış siyasette, savunmada ve ekonomide dünya kapitalist sistemiyle bütünleşip yavaş yavaş onun bir parçası haline gelecekti. Bir yanda bunlar yaşanırken öte yanda kültür ve eğitim alanlarında değişiklikler olmaması beklenemezdi. Fransız Ortaelçisinin Şikâyetleri Daha savaş bitmeden, Fransa Cumhuriyeti’nin geçici hükümetinin Türkiye’deki delegesi ve ortaelçi- 2 3 236 Bakınız: Zürcher, (312-317). si olan Bay Tarbé de Saint-Hardouin, Paris’teki İstihbarat Bakanı’na (Ministre de l’Information) gönderdiği 11 Aralık 1944 tarihli “Fransız filmlerinin yayımı” konulu resmi yazısında (dépêche) Türk film dağıtımcılarının Fransızca sözlü güncel film yokluğundan şikayet ettiğini yazıp, şöyle devam ediyor: Azınlık nüfusunun büyük kısmının yani Rum ve Ermeni kökenlilerle İstanbul Yahudilerinin Fransızca konuştuğunu ve eğitimli Türklerin büyük bölümünün de sadece bir tane yabancı dil bildiklerini, bunun da bizimki olduğunu gerçekten de unutmamak lâzım. Zaten bu savaştan önce, Türkiye’de Fransız filmlerinin durumu Fransızca yayınlar gibi seçkindi. T. de Saint-Hardouin, Fransızca çıkan İstanbul ve Nouvelles Hebdomadaires adlı gazeteler sayesinde kısmen de olsa Fransızca yayınların yokluğuna çare bulduğunu, fakat Fransız filmlerinin durumunu düzeltmesinin imkânsız olduğunu vurguluyor. Türkiye ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkilerin kopmasına kadar belirli sayıda Fransız filmlerinin Türkiye’ye ulaşabildiğini, ama bu filmlerin niteliklerinin çok düşük olduğunu, Alman dağıtımcı şirketlerinin aracılığıyla gönderildiklerini ve sadece isim olarak Fransız olan yapımlar olduklarını söylüyor. Ayrıca, eskiden Türkçe ve Fransızca olarak alt-yazılanan yabancı filmlerin artık, sadece Türkçe olarak yazıldıklarını belirtiyor. Bütün Amerikan ve İngiliz filmleri İngilizce konuşurken, bu durum karşısında, beklemenin sadece bir “pazar” kaybetmek değil de geleneksel olarak Fransızca konuşan bir ülkede İngiliz dili lehine çok geniş ve etkili propagandaya izin vermek olacağına değiniyor. Biri “propaganda” ve öteki de “ticari” olmak şartıyla iki ayrı plan üzerinde önlemler almak zorunludur deyip şu notu düşüyor: Siyasi propaganda için aktüalitelerin4 öneminin altını çizmek gereksizdir. Türk dağıtımcıları birkaç haftadan beri Amerikan ve İngiliz aktüalitelerinden bol bol beslendiler. Müttefiklerimizin verdikleri kadar yeni olan aktüaliteleri Türkiye’de takdim edebilmeliydik. Eylül’ün ilk günlerinden itibaren, Amerikan Savaş Haberleri Bürosu, Paris’in Kurtuluşu üzerine olan bir filmi İstanbul’da dağıtabilirdi. Fransa’daki sinematografik aktüalite şirketlerinin normal bir üretimde bulunabileceklerini ümit eden ortaelçi, diplomatik postayla film makaralarının (bobin) kendisine muhakkak ulaştırılmasını, kendisine bağlı “Basın Servisi”nin alt yazılamayı ve dağıtımı üstleneceğini ekliyor. Bu arada Türkiye’deki denetlemenin yani sansürün gösterimden sonra makaralara el koyduğunu ama en azından bu ülkedeki propagandalarının sağlanmış olacağına da dikkati çekiyor. Uzun metrajlı filmlerin dağıtımı konusunda ise T. de Saint-Hardouin, Basın Servisi’nin çok zorlanacağını çünkü ticari olmayan şekilde gösterilen sinema yapıtlarının satın alımının ya da kiralanmasının çok fazla soruna sebep olduğuna parmak basıyor. Faaliyetlerine devam eden ya da yeniden başlayan Fransız film dağıtımı ve yayın 4 O dönemde, dünya olayları ve günün konularına değinen kısa haber filmleri. Aktüalite, sinemada da kendini biçimsel olarak gösteriyor. Örnek; Orson Welles, Yurttaş Kane filmindeki (Citizen Kane, 1941) “News on the March” sekansında, Time dergisi tarafından aylık olarak yaptırılan “The March of Time” adlı belgesel serinin parodisini yapıyor. 237 evlerinin isimleriyle adreslerinin kendisine süratle bildirilmesinin gerekli olacağını söylüyor. Elde olan Fransız filmlerinin isimlerinin kendisine bildirilmesinin zorunlu olduğunu çünkü bu bilgileri yakında farklı Türk dağıtımcılara ileteceğini, onların Fransız sinema sanayisinin temsilcileriyle temasa geçmekte istekli olduklarını söyleyerek yazısını tamamlıyor. ler meselesini işlemeden Türk ekranlarında gösterilen filmlerin % 75’nin Amerikan kökenli olmasına karşılık % 8’inin İngiliz, % 8’inin Fransız ve % 9’unun da farklı kökenlere ait olduğunu (İtalyan, Türk, vesaire...) hatırlatmakla yetineceğim. Sadece, USIS’in5 desteğiyle bedava olarak gösterilen belgesellerin yahut eğlendirici filmlerin (çizgi filmler) yayımlanmasına özen göstereceğim. Fransız ortaelçinin, Türk dağıtımcılarla Fransız film endüstrisi arasında bir an önce kurulması istediği yakın ilişkiler için 1950’li yılların ilk yarısını beklemesi, sinema gösterim aletinin bir eğitim aracı olarak Türkiye’de ilkokullara girmesi gerekecekti. Bu konuya ileride döneceğiz ama öncelikle Türkiye’de Anglosakson kültürel etkinlikleri üzerine titizlikle hazırlanmış Fransız raporlarındaki (yazanak) sinemanın yeri ve önemi üstünde duracağız. Bergeaud’nun raporuna göre, belgesel ve çizgi filmlerin yayımı öncelikle İstanbul’da başlıyordu. Türk topluluk veya kuruluşları USIS’den filmler ve gösterim aleti ödünç alabiliyordu. Fakat bu yayımlar bütün Anadolu’da, British Council tarafından yakın zamanda başlatılan yöntemle (bu köyden köye dolaşan bir “sinema kamyonu”yla yapılıyordu) değil de, özellikle Orduevleri aracılığıyla yapılıyordu. C. Bergeaud, 18 milyonluk Türkiye’de 800 bin kişilik bir ordu olduğunu, bütün garnizonların her hafta sinema seansları düzenlediğini ve bu seanslara subaylarla askerlerin katılımının zorunlu olduğunu belirtiyor. Trakya’daki ve Anadolu’daki bütün bu gösterimler USIS’in filmleri ile besleniyordu. Böylece genç Türk köylüleri ileride, bu film yayımları sonucunda Türkiye’deki büyük kentlerde ya da Türk taşrasındaki hayatın görüntülerini değil de Amerikan evrenselliğinin (O filmlerden yansıyan ABD: Amerika’daki mutlu ve refah içindeki kırsal hayat, her derde deva Amerikan tekniği ve Amerikan halkının her derdine çare olan tıbbi ve toplumsal düzenleme) baştan çıkarıcı görüntülerini hatırlayacaklardı. Yazanaklar 26 Mart 1949 tarihinde, Türkiye’deki Fransa Büyükelçiliği’nin Kültür Müsteşarı Camille Bergeaud, Fransız Dış İşleri Bakanı Robert Schumann’a “Türkiye’de Amerikan Kültürel Faaliyetleri” adlı bir yazanak gönderiyor. Raporda faaliyetler yedi tane başlık altında incelenmiş. Bu başlıkların altıncısı da sinema. Öncelikle o dönemde sinema salonlarımızda gösterilen filmlerin ne oranda dağıldığını anlamak için Bergeaud’an bir alıntıyla başlayalım: Türkiye’de Amerikan kültürel hareketi büyük şehirlerde yoğun olarak yapıldığı anda filmlerin yayımı sayesinde ülke içinde de geniş ölçüde yapılıyor. Ticari film- United States Information Service. Bu, bizim dilimizde Amerikan Haberler Bürosu olarak geçiyor. 5 238 Türkiye’de Amerikan Kültürel Faaliyetleri Üstüne Rapor Türkiye Fransız Büyükelçiliği ve Kültür Müsteşarı yazılı mühür, müsteşarın imzası ve tarih Bergeaud, Türklerin bu gönüllü esaretinden (captatio benevolentiae) faydalanan Amerikan Kültür Servisleri’nin, Amerikan düşüncesinin değişmez değeri olan “sıradan adamın aristokrasisi”ni burada yaratmaya çabaladıklarını ve Türkiye’ye ayrılan 10 milyon liralık kredinin “kültürel kalkın(dır)ma” adı altında ödendiğinin altını çiziyor. Henüz NATO üyesi olmayan Türkiye’de ordunun bizzat Amerikan filmleriyle yakından tanış(tırıl)ması ise sonraki dönemde yaşanacaklara bir giriş niteliğinde... desteğini arkasına almış ve Türkiye’de bir başka ülkeye nazaran daha önemli finansmana sahip British Council’in etkinliği tam bir gelişme içinde... Didaktik öğretim yöntemlerini değiştiren bu kuruluş, her yıl elli bantla zenginleşen ciddi bir kısmı da renkli olan üç yüz filmlik (16 mm) bir stoka sahip. Taşınabilir bir alet ve bir teknisyen sayesinde, Türk ilk ve ortaokullarında, Halkevleri’nde, fakültelerde, özel çevrelerde, tatil kamplarında çok sayıda gösteriler düzenliyor (öğretim yılı boyunca günde üç kez, tatillerde ise günde bir kez olmak üzere). Ayrıca, Türkiye’ye British Council tarafından sağlanan ve sinema aleti, gösterici, ekran, enerji kaynakları ile donatılmış olan bir kamyon Anadolu’nun en geri kalmış bölgelerine kadar gidip İngiliz filmleri gösteriyor. Kültür Müsteşarı C. Bergeaud daha kısa olan ikinci raporunu, 2 Temmuz 1949 tarihinde Fransız Dış İşleri Bakanı Robert Schumann’a “Türkiye’de İngiliz Kültürel Faaliyetleri” olarak gönderiyor. Bu yeni rapor Türkiye’de yabancı ülkelerin (İngiltere’nin) haber ve propaganda araçlarının soruşturmasını kapsarken sinemanın bu konudaki öneminin üstünde duruyor. Göreceğimiz gibi İngiliz propaganda yöntemlerinin temeli sinema üzerine kuruluyor. Tırnak içinde yer alan bölüm, iki sene öncesinin British Council İstanbul Bürosu müdürü Bay Thompson’dan yapılmış ve yazanağın ilk sayfasına konmuş bir alıntı: Yazanağa göre, İngiliz hükümetinin 239 “İngilizcenin, Türkiye’nin yalnızca kültür dili olması için değil, sokaktaki ada- İstanbul, 2 Temmuz 1949 tarihli, Türkiye Fransız Büyükelçiliği ve Kültür Müsteşarı yazılı mühürlü Türkiye’de İngiliz Kültürel Faaliyetleri Üstüne Rapor. mın dili olması için de gerekirse yüz yıl çalışacağız ve zorunlu fedakârlıkların hepsini yapacağız.” Raporların üçüncüsü ve sonuncusu olan “Türkiye’de Amerikan Kültürel Hareketi” 13 Ocak 1953 tarihli. Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Jacques Tarbé de Saint-Hardouin tarafından Fransız Dış İşleri Bakanı Georges Bidault’a gönderilen bu yazı, Amerikan Servisleri tarafından Türkiye’de Birleşik Devletler’in etkisini yaymak için son senelerde kullanılan yöntemlerin (Türkleri ekonomik ve askeri yolla kazanarak) toplu özetini içeriyor. Alt paragraftaki alıntı yeni müttefik ABD’nin ülkemiz içinde giriştiği mücadelenin çıkış noktalarını gösteriyor: Türkiye’de, şimdilik üç tane Amerikan Haber Merkezi çalışıyor. Birincisi, İstanbul’da Üniversite yakınlarında savaştan sonra açıldı. İkincisi, Ankara’da Atatürk Bulvarı’nda 1950’de kuruldu. Üçüncüsü ise aynı sene İzmir’e yerleşti. Her merkezin şehrin en işlek yerinde bir okuma salonu vardı. Kütüphaneler (Ankara’da bine yakın ciltten oluşan edebiyat, tıp, iktisat, bilim ve teknik kitapları), farklı alanlara ait kitapları ve hemen hemen tüm Amerikan büyük dergi ve resimli dergilerini halkın hizmetine sunuyordu. Etkinlikler bununla sınırlı da değildi. Haber bültenleri yayınlayıp, okullara ve fakültelere çok sayıdaki bilimsel kitap ve dergileri bedava olarak dağıtıyorlardı. Aynı şekilde kendilerinden istenen eğitsel ve ticari filmleri topluluklara karşılık beklemeden ödünç veriyorlardı. Filmlerin dağıtımı ise tüm ülkeye yayılıyordu. USIS tarafından gönderilen; belgesel ve eğlendirici filmlerle, aktüalitelerin gösterimi için gerekli tüm araç gereçle donatılmış kamyonlar köy okulları ve askeri birlikleri sırayla ziyaret ediyorlardı. 240 İlk rapordan yaklaşık dört sene son- ra yazılan bu son toplu özet Türkiye’de git gide daha çok yayılan ve etkin hale gelen Amerikan propagandasının filmler ve sinema arabalarıyla ne ölçüde başarı sağladığını gözler önüne seriyor. 18 Şubat 1952’de Türkiye’nin NATO’nun tam üyesi olmasıyla savunmada kesinleşen ortak stratejinin yanında o dönemdeki DP iktidarının önemli etkisiyle de eğitim ve ekonomi alanlarında “Amerikan modeli” temel alınıyor. Sadece ekonomik değil, kültürel kalkınmanın da yolu Amerikan sisteminden geçiyor! rinde çalışıyorlar. Fransız Kültür Müsteşarı Camille Bergeaud, Fransa Dış İşleri Bakanlığı Kültürel İlişkiler Müdürlüğü’ne bağlı Film Servisi’nden Bay Claudel’e gönderdiği 9 Haziran 1953 tarihli yazısında Türk firması Dar Film’in yöneticileri Nazım Tezer ve Saadun Bil’in en iyi şekilde ağırlanmasını istiyor. Dar Film’in ne işle uğraştığını ise ondan öğrenelim: 1947’de kurulan bu yapımevi, 16 mm’lik sinema filmlerinin işletiminde uzmandır, faaliyetleri şunları kapsar: • 16 mm’lik göstericilerin satımı. HEURTIER markası temsilcileri olan Tezer ve Bil beyefendiler 1300 tane gösterici sattılar ve şu anda Türk Milli Eğitim Bakanlığı ile 1000 tane göstericinin satışı için bir sözleşme üze- Okullarda, kulüplerde, farklı dost ve spor derneklerinde gösterilecek olan 35 mm’lik filmlerin 16 mm’lik filmlere çevrilmesi. • Eğitim filmleri yapımı: Bu ülkenin okulları ve liseleri yararına Türk tarihi, Türk coğrafyası, turizm konulu filmler. İstanbul’un ve taşranın farklı liselerinde, arkadaş topluluklarında, eğitim derneklerinde -ticari olmayan şekilde- bizim filmlerimizi göstermeyi her zaman kabul eden bu firmanın hizmetlerini değerlendirme fırsatı buldum. Dar Film Fransa’da Sinemanın bir iletişim ve eğitim-öğretim aracı olduğunun Türkiye’de de anlaşılması, bu büyük gücünün farkına varılması, onun görsel-işitsel yanından eğitimde faydalanmak isteyen film firmalarını ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı “sonunda” harekete geçiriyor. • Bizim film ve gösterici (projektör) yapımcılarımızla Dar Film firması arasındaki verimli işbirliğinin Fransa ile Türkiye arasındaki kültürel ve ticari ilişkilere mutlu bir gelişme getireceğine ikna oldum. Fransız sinema çevreleriyle temasa geçmeyi arzulayan Dar Film’in bu isteğini gerçekleştirdiğini Bay Claudel’in 29 Haziran 1953 tarihli cevabından anlıyoruz. Dar Film’in Türkiye’de etkin olduğu kültürel ağın (Dar Film’in sinema kamyonları bütün Anadolu’yu köy köy dolaşıyor) özellikle önemli olduğunu anlayan Claudel, bizzat kendisinin Fransız aktüaliteleri ve Eğitbilim (pedagoji) Müzesi nezdinde girişimde bulunduğunu yazıyor. Bunun sonucunda, Saadun Bil’in eylül ayından itibaren 16 mm’lik aktüalite filmleri almak için yıllık 500.000 franka yakın bir sözleşme imzaladığını, bu filmlerin bantlarının 15 günde bir valizle gönderileceğini, Eğitbilim Müzesi’nin Saadun Bil’e masrafları kendisine ait olmak şartıyla öğretici filmlerinin kopyalarını alma izni verdiğini öğreniyoruz. 241 Türkiye kırsalında, sinema davasını film makineleri, jeneratörleri ve servislerindeki muhtelif konulu yüzlerce filmle halleden Dar Film müessesesinin bir gazetede çıkan reklâmı. (Darfilm İlanı) 1944 yılındaki Fransız ortaelçisinin istekleri 1953 Haziran ayında gerçekleşmiş gibi görünüyor. Bu noktada ayrı bir paragraf açıp 1953 yılında Türkiye’deki eğitimde sinemanın yerini somutlaştırmak gerekiyor. Sinema Okullarda Sadun Tanju, bu konu üzerinde duran ayrıntılı bir haber yayınlıyor: (23/7/1953: 4-5). İlk ve orta dereceli okullarda halk için öğretici filmler yapmak fikri bizde ilk defa 1949 yılında alâka uyandırmış. Fikrin tatbikatı mevzuunda uzun uzun düşünüldükten sonra, 1951 yılı sonunda, Ankara’da, Milli Eğitim Vekâletine bağlı bir öğretici filmler merkezi kurulmuş ve faaliyete geçilmiş. Derhal 13 vilayette 242 birer bölge merkezi tesis edilmiş ve onların da teşkilâtlanmasına başlanmış. Tabiî bu işlerden anlar elemanların yetiştirilmesi işi ön plâna alınmış. Açılan kurslardan, şimdiye kadar 387 bölge, şube ve kol başkanı; 1874 öğretmen yetiştirilmiş. Diğer taraftan bir takım anketlerle, öğretmenlerin fikri sorulmuş. Onlar bu filmler için mevzuları vermişler; ekipler de bu mevzuları tasnif edip, ehemmiyet sırasına göre filme almaya veya diya serileri hazırlamağa başlamışlar. (...) Teşkilât ve bu yoldaki faaliyet pek yeni olmakla beraber, bilhassa köy mevzuu ehemmiyetle ele alınmıştır. Köy çocuklarını ve köylüleri öğretici filmler nimetinden faydalandırmak ilk hedeftir. Bunun için de sinema otomobilleri ve petrollü projeksiyonlar kullanılmaktadır. Bu projeksiyonlar, önünde adesesi bulunan büyük bir lüks lambasına benziyor. Petrolle işliyor ve çok işe yarıyor. Bunlardan 341 tanesi halen faaliyette bulunuyormuş. Muhtelif Anadolu’yu köy köy, okul okul dolaşan, Milli Eğitim Vekâletine bağlı Öğretici Filmler Merkezi’ne ait bir sinema otomobilinin fotoğrafı. (Tanju, 4) köylere dağıtılmış. Teşkilâtın 6 tane sine- karıdaki uzun alıntıda ilk ve ortaokullarma otomobili var. (...) Vekâlet bu mevzu- daki eğitimde sinemadan faydalanmanın da daha geniş imkânlarla çalışma yolunu 1949 yılında ciddi olarak düşünülmeye arıyor. Geçen yılın 27 Kasımında okul- başlandığını ve bu tarihin de Türkiye’de lara ve bütün eğitim müesseselerine tebAnglosakson kültürel faaliyetleri üstüliğ edilen bir yazıyla öğretmen yetiştiren ne üç ay arayla yazılmış iki Fransız rapomüesseselerin son sınıflarının kursa tâbi olmaları mecburiyeti konulmuştur. Böy- ruyla örtüştüğünü hatırlatalım. Şimdi de lece yeni yetişen öğretmenler göz ve ku- tekrar Fransız diplomatik kaynaklarına lakla eğitim metodunu benimsemiş, bu gidip, onların ülkemizdeki kültür faalibilgiyle teçhiz edilmiş olarak vazife başı- yetlerindeki dönüşümü (ötekilerin yönna gideceklerdir. temlerinin izinden giderek) inceleyelim. S. Tanju, Amerikan Haberler Bürosu ve Unesco’nun, öğretici film faaliyetini desteklediğini, kütüphanede 39.000 diya, 417 seri diya ve 33 tane de film bulunduğunu söylüyor. Bu yazıdan, Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulu’nda seyrettiği iki filmin de yabancı olduğunu (biri suyu anlatan renkli Walt Disney filmi), bununla birlikte yerli filmlerin yapımına başlandığını ancak, bunları çoğaltma işlemlerinin stüdyo yokluğundan yurt dışında gerçekleştirilebildiğini öğreniyoruz. Yu- Üstte; öğretmenler için açılan kurslarda gösterim aygıtı kullanımıyla alâkalı bilgiler verilirken. Ülkeler Ayrı Yöntemler Aynı: Türkiye’de Fransız filmleri ve Fransızca yayınlar aleyhine değişen koşulların üzerinden yaklaşık on yıl geçmiştir. Kültür Müsteşarı Camille Bergeaud ise Türk ve Fransız film çevrelerini bir araya getirmiş olmakla yetinmez. 14 Kasım 1953’te, Büyükelçi Jacques Tarbé de 243 Öğretmenler için açılan kurslarda gösterim aygıtı kullanımıyla alâkalı bilgiler verilirken. (Tanju, 4) Saint-Hardouin (Büyükelçi, Türkiye’den 1955 yılının ekim ayında ayrılıyor) adına, Dış İşleri Bakanlığı’na yeni film talebinde bulunur. Ülkesinin kültürel propagandasının devamı için savaş sonrası Türkiye’sindeki değişimi çözümler, ona koşut yenilikler getirir. Türkiye’de 16 mm’lik Fransız filmlerinin yayımında başarı sağlandığını, filmoteklerinin (film belgeliği, filmlik) 150 kadar banda sahip olduğunu (üstelik bunlara aktüaliteler de dâhil değil) ve bu başarıya çok sevindiğini şöyle belirtir: 1953’ün ilk altı ayında, Ankara’da olduğu kadar İstanbul’da ve 12 taşra ilinde, 680 kez film ödünç vererek 32 dernek veya kulüple, 13 denizcilik binasıyla, 25 okul veya enstitü ile temasa geçebildik. Yine de bu alanda ellerindeki olanakların ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak olduğuna inanan Bergeaud’ya göre Türk si- nema ekranlarındaki Fransız filmlerinin6 eksikliklerini ticari olmayan yollarla gidermek zorunlu hâle geliyor. Bu konuda ısrarla duran Bergeaud, 1953–54 mevsiminde, yeni ve nitelikli olan, Fransız sinemasının canlılığını taşıyabilecek ve Türkiye’deki ticari şebekeye Fransız yapımlarının geri dönüşünü hazırlayabilecek altı tane uzun metraj filmin kendilerine sağlanması için gerekli özel çabanın gösterilmesini istiyor. 1954 yılı başında, Ankara’da (Fransız) Kültür Merkezi’nin açılışı için, istisnai olarak, kendisine son mevsimin en iyileri arasından seçilmiş 35 mm’lik uzun metraj bir filmin göndeEkim ayının (1953) başından beri sadece bir tane Fransız filmi İstanbul’da gösterilmiş. O da Fransız yaşam biçimi ile sinema yapımı hakkında pek parlak bir fikir verecek seviyede değilmiş. Bunun yanında, Paris’te Bir Amerikalı (An American in Paris, 1951, Vincente Minnelli) adlı Amerikan filmi hoş bir etki yapmış. 6 244 rilmesini diliyor. Ayrıca, gönderilen 16 mm’lik kısa filmlerin teknik ve bilimsel alanlarda olduğu kadar sanat, edebiyat ve turizm konulu olanlar arasından seçilmesinin gerekliliği üzerinde duruyor. yacağı üzerinde düşünmekten ileri gidemiyor... Fransızlar tıpkı İngilizler ve Amerikalılar gibi kültürel propagandaları için gerekli temel yapıyı (kültür merkezi) oluşturuyorlar. Ve o merkezi yapıdan dışarıya sinema filmleriyle açılıyorlar. Bir tek sinema arabaları eksik! Batı dünyasının bu üç büyük yayılmacı devleti (gerçi o dönemde Fransa, diğer ikisine göre özellikle ekonomik alanda daha geri kalmış durumda) Türkiye gibi bir ülkede etkinliklerini arttırmak için her şeyden önce sinemaya başvuruyorlar. Yaşayış biçimleri, dünya görüşleri, dilleri artık bu yolla/araçla ihraç ediliyor. İster sinema sanayilerinin 35 mm’lik filmleri olsun, ister 16 mm’lik öğretici filmleri ya da belgeselleri olsun, ister aktüaliteleri olsun hedef değişmiyor. Türkiye’nin bu alandaki eksikliği ve geri kalmışlığı yüzünden, bizim yapacaklarımız bu boş kalan yerlerde kimlerin at oynattığını belgelemekten ve Cumhuriyet kurulduğunda kültür ve eğitim alanlarında sinema merkezli bir atılımın7 başlatılıp başlatılama- Archives diplomatiques (Les), 37 Quai d’Orsay – 75700 – Paris – France. Oysa bu atılım için varlığı zorunlu olan bir sinema kurumu (merkez ya da okul, resmi veya yarı resmi) 1970’li yılların ortasına kadar kurulmamıştır. Halkevleri ile Basın Yayın Umum Müdürlüğü’nün; aktüalite, belgesel ve propaganda filmleri yapabilmek için gösterdiği çabalar yeterli olmamıştır. Cumhuriyet rejimi ile birlikte Türkiye’nin geçirdiği siyasi, iktisadi, toplumsal, ideolojik ve kültürel değişim; kurmaca sinemada da çok uzun bir süre temsil edilememiştir. Bu konunun, dünyada özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ne kadar önemli olduğunu kavrayabilmek için bir SSCB yapımı olan Varvara, Köy Öğretme- Kaynakça Kitaplar Cantek, Levent (2008). Cumhuriyetin Büluğ Çağı – Gündelik yaşama Dair Tartışmalar (1945-1950). İstanbul: İletişim. Erkin, Feridun Cemal (1968). Les Relations Turco-Soviétiques Et La Question Des Détroits. Ankara. Sadoul, Georges (1990). Dictionnaire Des Films. Paris: Microcosme. Zürcher, Erik Jan (2001). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Çev., Yasemin Saner Gönen. İstanbul: İletişim. Gazeteler Tanju, Sadun (23/7/1953). “Öğretici Filmler.” Vatan: 4-5. (19/10/1960). “Darfilm İlanı.” Vatan: 3. 7 ni (Selskaia Outchitelnitza, 1948, Mark Donskoy) filmini tekrar tekrar görmek propaganda ile sinema sanatının o dönemde ne denli iç içe geçtiğini anlamamıza yardımcı olacaktır. 245 Notlar ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ...................................................................................................................................... ......................................................................................................................................
Similar documents
EditörEdited byEkmel Ertan
Medya sanatının geçmişi üzerine yazılmış, söylenmiş her sözü bir tarihçeler bütününün parçaları olarak okumak eğilimindeyiz. Zaten içerisinden anlatılan bir dönem daha başka bir bakışa pek de izin ...
More information