Pdf formatında - Umran Dergisi

Transcription

Pdf formatında - Umran Dergisi
u mran
Ümmetin U zu n Soluklu Yürüyüşü
d ü ş ü m e • kültür • Myj.vel
Sahibs
Ümran Yayıncılık
Turizm San. ve T ic. Ltd. Şti. Adına
Abdullah Yıldız
11 Eylül’derı bu yana küresel ölçekte meydana gelen hadise­
ler, A fganistan ve Irak’tan sonra Suriye, İran ve en nihayet
Türkiye üzerinde dolaşan kara bulutlar, Müslüman dünyanın
üm m et bilincine duyduğu ihtiyacın altını bir kez daha çizi­
yor.
İslâm üm m eti, yaklaşık yüzelli yıldır devam eden emper­
yalist kuşatm a çemberini yarma mücadelesi verirken küresel
güçler de s o n yıllarda bu çemberi daha bir tahkim etme pe­
Genel Yayın Yönetmeni
ve Yazı İşleri Müdürü
Cevat Özkaya
Yayın Kurulu
Uğur Altım, Cevat Özkaya, İlhan
Gündoğdu, Abdullah Yıldız
Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar
Dilaver Demirağ, Serdar Demirel,
Abdurrahman Dilipak, Murat Kirişçi,
Mustafa Miyasoğlu, M. Engin Noyan,
Süleyman Ovalı, Mehmet Özay,
Ahmed Yüksel Ozemre,
Hasanali Yıldırım
İdare Merkezi
Sofular Mh. Yeşiltekke Sk. No: 4/2
Fatih-İstanbul
Tel: (0212) 532 51 76 - 533 72 02
Fax: 534 88 88
www.umran.org
[email protected]
Temsilcilikler
Ankara: (0312) 435 94 48 - İzmit:
(0542) 250 75 77 Trabzon: (0462)
321 95 44 'İsparta: (0246) 232 34 77
Abonelik Şartları
Yurtiçi
Yıllık (12 sayı): 40.000.000 TL.
Türkiye İş Bankası Fatih Şubesi TL Hesabı
1020 1386804 (Haşan Ak)
Posta Çeki Hesabı
1605252 (Ümran Yayıncılık)
Yurtdışı
Yıllık (12 sayı): 60 Usd - 60 Euro
Türkiye İş Bankası Fatih Şb. Usd Hesabı
1020 301000 0658751 (Haşan Ak)
Türkiye İş Bankası Fatih Şb. Euro Hesabı
1020 301000 0658765 (Haşan Ak)
Fiyatı: 3.500.000 TL.
Dizgi, İçdüzen: Ümran
Kapak Tasarım : Sezer Erdoğan
Uygulama: Ümran
B askı: Yıldızlar Matbaacılık A.Ş.
C ilt: İstanbul Mücellit
Dağıtım: Yay-Sat
Ayda bir yayımlanır.
şindeler. S o v y et tipi ‘sosyalist’ modelin kesin iflasının ar­
dından A m erikan-Batı tipi ‘ liberal ’ modelin de iflasın eşiği­
ne geldiği şu bunalım çağında, insanlığa farklı bir hayat ta r­
zı öneren İslâm ’ın yeniden tarih sahnesine çıkışını engelle­
mek, 11 E y lü lle belirginleşen yeni sürecin birincil hedefi
olarak o rtay a çıkıyor.
A slında, Amerika’nın patronajlığındaki Yeni Dünya
Düzeni’n in hedef tahtasına İslâm’ı yerleştirmesi, genel an ­
lamda yeni sıkıntıları beraberinde getirmekle birlikte, çok
önemli bir imkâna ve potansiyele de işaret etmektedir. İs­
lâm’ın B atılı değerlere ve Batı tipi hayat tarzına yönelik bir
“ tehdit” olarak algılanması, Müslümanların bizzat “özne”
haline geldiğinin en önemli göstergelerinden biri. Batılı de­
ğerlerin yol açtığı küresel fesâd ortam ında İslâmî erdemlere
duyulan ilgi ve susamışlık, küresel çapta başlatılan psikolo­
jik savaş sürecinde İslâm terö r’le,
vahşet'le, ilkellik’le,
bağ-
nazlık’l a ... özdeş gösterilerek ve Müslüman dünyaya yönelik
fiili saldırılar düzenleyerek bloke edilmek istenmektedir!
Bu gelişmeler, müsliimanların “ Allah’ın ipi”ne sımsıkı
sarılarak
tevlıîd
inancının emrettiği
vahdeti
gerçekleştirme­
lerini, aralarındaki sun’î sorunlarla zihni / düşünsel engelle­
ri hızla aşarak ümmetin birliğini sağlayacak ciddi organizas­
yonlara gitm elerini zaruri kılıyor.
Ümran,
bu âcil ihtiyaçtan yola çıkarak, İslâm âleminin
her köşesinde yeniden filizlenen üm m et bilincini *küresel
vahdet’e dönüştürecek uzun soluklu mücadeleyi, ümmetin
geleceği açısından vazgeçilmez bir görev saymaktadır. Bu
çerçevede oluşturduğumuz ‘Ü m m etin Uzun Yürüyüşü’ dos­
yamızda Abdülm etin K araröse, A bdurrahm an Em iroğlu,
Kazım Sağlam ve M urat K irişçi’nin üm m et bilincini vurgu­
layan yazılarını Yıldırım C an oğlu ’nun vahdetin önündeki
tuzaklara dikkat çeken yazısı bütünle inektedir. Bu sayımızda
Oportünizm (idare-i maslahatçılık) tuzağını ele alan Canoğlu, gelecek ay Revizyonizm (yeniden gözden geçirmecilik,
yeniden anlamlandırmacılık) tuzağını inceleyecek.
Son günlerin en hararetli tartışma konusu olan Süleymaniye olayları ile yaşanan Türk-Am erikan ilişkilerindeki
krizi C ev at Özkaya, A bdurrahm an Dilipak ve U m u t C u m ­
h ur değerlendiriyorlar. Bu yazılar, Süleyman O vah’nın İran
analizi ve ek' te yer alan Stanley H offm an ’ın ‘Dünya Y ön e­
timi / Ü top yan ın Ötesi’ başlıklı tahlili ile birlikte okunmalı.
A yrıca, Ahm ed Yüksel Ozemre hocanın Louis M assig­
non hakkındaki derinlikli araştırmasını; Yaşayan İslam say­
falarımızdaki gönül dünyamızı besleyen yazıları ve KültürSanat bölümümüzde yer alan H asanali Yıldırım’ın korku
filmleri, M u stafa Miyasoğlu’nun Türk tiyatrosu üzerine yaz­
dıkları değinileri kaşıtmamanızı öneririz.
Yeni U m m n ’larda buluşmak duasıyla...
Ü m ran -A ğu stos-2 0 0 3
1
G Ü N D EM
içindekiler
4
Türkiye
Ş er ile E h v en -i Şer A rasında
CEVAT ÖZKAYA
K A PA K :
47
Ü M M E T İN U Z U N Y Ü R Ü Y Ü Ş Ü
Ü m m etçilik H ayal M i, V ak ıa Mı?
İCAZIM SAĞLAM
T ürkiye Stratejik O rtak mı?
A rk a B ah çe mi?
32
Ü m m etin U zun Yürüyüşü ve
ABDURRAHMAN DİLİP AK
11
50
Tuzaklar:
Ü m m etin Dirilişi ve E tkin Bir Dil
İdare-i M aslahatçılık
MI IRAT KİRİŞÇİ
YILDIRIM CANOĞLU
A n ad o lu ’da Y en id en Bir
V arlık M ücadelesi mi?
UMUT CUMHUR
53
13
40
Ö S S ’de İH L
Ü m m e tin Y en id en Şahlanışı İçin
Başarısı ve Ç ev ren in Merkeze
U zun Soluklu M ücadele
Yürüyüşü
ABDÜLMETİN KARAKÖSE
“İslâm Bir C em aat D in id ir”
IRA. M. LAPİDUS
Türkçesi: Mehmet Babacan
ZAFER OZDEMIR
14
T esettürü Bekleyen Tuzak:
R uhunu K aybetm ek
45
SERDAR DEMİREL
Ü m m et B ilinci ve G eleceğim iz
ABDURRAHMAN EMİROĞLU
18
Em peryal Bakış
K U R ’A N G Ü N L Ü G Ü
Y A ŞA Y A N İSLAM
EDWARD SAİD
Türkçesi: Mehmet BABACAN
66
58
D avetin İlk G ünleri
20
Tevâfuk Mucizesi: 3
Titizlenenleıden Misiniz?
AHMET CEMİL ERTUNÇ
G ö çeb e B eden -1:
MÜNİB ENGİN NOYAN
Başörtüsü ve M etafizik
63
N im etlet ve S altan atlar
DİLAVER DEMİRAĞ
AHMET YAŞAR
24
H ayat da Ö lüm de A llah İçin
ABDULLAH YILDIZ
A N A L İZ
25
A B D ’n in İran Kuşatması
SÜLEYMAN OVALI
2 Ü m ran -A ğu stos-2003
ÜM RAN / EK
'
.
D Ü N YA
Y Ö N E T İM İ:
Ü T O P Y A ’N I N
STANLEY HÖFFMANN
Ö TESİ
YAZARLAR
K A PA K
Ummn
M ehm et B abacan : Çevirm en.
Yıldırım Canoğlu
Ümmetin V
UzunYürüşüŞ
Ertuğrıtl B ayram oğlu: Eğitim ci, ta­
Abdurrahman Em iroğlu
Abdülmetin Karaköse
•-»
U»U.Uf*i»kailr«ıM
M urat K irişçi
AHlTnlo !no ICy^amn
« ııu n n
Umu t C u m hu r: Uluslararası ilişki­
ler uzmanı.
H ikm et D em ir: A raştırm acı, yazar
Kâzım Sağlam
n
lih araştırmacısı.
Yıldırım C anoğlu: Eğitim ci, yazar.
Dilaver D em irağ: D inler, medeni­
Ira M . Lapidus
yetler ve düşünce tarihi üzerine
yoğunlaşıyor.
Serdar Demire!:
GEÇMİŞTEN GELECEĞE
KO(NU)ŞANLAR
DEĞİNİ
M alezya
İslâm
U niv. doktora öğrencisi.
A bdurrahm an D ilipak: V ak it gaze­
90
tesi başyazarı; insan hakları sa-
Cennete Bir Adım Daha...
vaşçısL.
DAVUT YATKIN
*
A bdu rrahm an
E m iroğlu: T a rih çi
yazar.
91
A. C em il Ertunç: İslâm tarihçisi.
Tuz Kokmaz
Fahreddin G ö r: Fıkra ve espiri us­
RAMAZAN TAMER
tası.
Stanley H offm an : Harvard Ü niv.
ETKİNLİK
Uluslararası ilişkiler profesörü.
Abdülmetin K araköse: Araştırm acı,
yazar.
92
PORTRE
Uludağ’da Beyin fırtınası
HİKMET DEMİR
Murat Kirişçi: K ur’an araştırmaları
yapıyor.
I .M . Lapidus: Am erikalı İslam ta­
rihi profesörü.
74
M ustafa M iyasoğlu: Şair, edip; h i­
Louis Massignon (1883-1962)
kaye ve roman yazarı.
AHMED YÜKSEL ÖZEMRE
Münih Engin N oyan : Kur’an aşığı.
Süleyman O valı: Uluslararası iliş­
kiler ve iktisat üzerine araştır­
FİLM
malar yapıyor.
M ehm et O zay: Marmara U n iv .’de
82
Sosyoloji doktorası yapıyor.
Niçin Korku Filmi?
Zafer Ö zdem ir: Araştırm acı yazar.
HASANALİ YILDIRIM
A hm ed Yüksel Ö zem re: Türkiye
A tom
YANSIMALAR
E n erjisi Kurumu eski
Başkanı.
C evat Ö zkay a: Araştırm acı yazar.
Kazım S a ğ b m : Yayıncı yazar; İslam
94
Batı’nın Kuyruk Acısı
At Eti Yiyen Kral
TİYATRO
ERTUĞRUL BAYRAMOĞLU
düşüncesi üzerine yoğunlaşıyor.
Eduıard Said: Filistinli düşünür.
Ramazan T am er: Araştırm acı, ya­
zar.
Ahmet Yaşar ; G önül ehli.
86
AYNADAKİ TEBESSÜM
Türk Tiyatrosunun Temel
Meseleleri
96
Uyanık
MUSTAFA MİYASOĞLU
FAHREDDİN GÖR
Davut Yatkın: A raştırm acı, yazar.
Hasanali Yıldırım: Öykücü, yazar,
edebiyat, sinema, müzik eleştir­
meni.
Abdullah Yıldız: A raştırm acı, yazar.
Ü m ran -A ğu stos-2003
3
GÜNDEM
TÜRKİYE
ŞER İLE EHVEN-İ ŞER ARASINDA
CEVAT ÖZKAYA
Eylül 2001 tarihinde
safdışı bıraktı. Daha sonra 2003
Nevvyork’taki ikiz ku­
lelere yapılan “müret-
yılı Mayısında da Iıak’a saldırarak
Saddam rejimini devirdi ve Irak’ı
tep” saldırıdan sonra uluslararası
denetimi altına alma sürecini
düzenin farklı bir boyut alacağı ve
başlattı.
n
10 Eylül’deki durumdan çok fark­
Her iki ülkeye yaptığı saldırı­
lı bir düzene gireceğini tahmin
larda da bir takım gerekçeler öne
etmek zor değildi. Dünyanın ‘sü­
sürdü. Afganistan’ı Taliban zulmün­
per gücü’ne karşı yapılmış olan bu
den kurtarmak ve orada işleyen bir
saldırının uluslararası yerleşik dü­
düzen kurmak Afganistan’a saldırı­
zeni zorlayacağı, zaten adaletsiz
nın gerekçesiydi. Evet, Afganistan
olan uluslararası düzeni daha da
Taliban’dan kurtuldu ama, orada
adaletsiz ve güvenilmez hale geti­
Afgan halkını Taliban rejiminden
receği belli idi.
Nitekim ABD bu saldırıdan
daha rahat ettiren bir düzenin ku­
rulmadığı da apaçık ortada.
Irak’a saldırının gerekçesi ise,
sonra, mevcut gücünü ölçüsüz,
hukuksuz, fütursuz bir biçimde
Saddam’ın kitle imha silahlarına sa­
kullandı. Ne uluslararası huku­
hip olduğu ve bunun hem bölge hem
kun değerleri ne de BM gibi ulus­
de ABD için tehlike arzettiği idi. Sa­
lararası kurumlar A BD’nin bu gü­
vaş ‘bir biçimde’ çok kısa sürede
cünü ölçüsüz ve çoğu kere haksız
bitirildi. Yaklaşık üç aydan bu ya­
bir biçimde kullanmasını engelle­
na Irak yönetimi ABD-İngiliz as­
yemedi.
kerlerinin elinde olmasına rağ­
ABD 11 Eylül olayını, kendi
men, kitle imha silahlarının var­
stratejik hedefleri için dünyanın
lığına ilişkin en küçük bir delil
değişik bölgelerine müdahalenin
bulunamadı.
bahanesi olarak kullandı. Teröre
A BD ’nin savaşın gerekçesi
karşı topyekün bir mücadele başlat­
olarak ortaya sürdüğü iddiaların
tığını ilan ederek “önleyici sa­
gerçek dışı olması, A BD ’nin her­
vaş” doktrini çerçevesinde bir
hangi bir yaptırıma uğraması so­
çok ülkeye askeri müdahalede bu­
nucunu asla doğurmadı. Çünkü
lundu.
Afganistan’da Taliban rejimi­
ABD en azından Irak saldırısında
ni kısa süren bir savaş sonunda
ve müttefik arayışı içinde olmadı.
4 Umrcın 'Ağustos •2003
kendi gücü dışında ciddi bir güç
Hiçbir uluslararası kurum da
ABD’yi resmî olarak kınama ce­
saretini gösteremedi. Uluslararası
hukukun kuralları hiçe sayıldı.
Kısaca Rousseau’nun “kanunlar
küçük sineklerin takılıp l<aldığı, bü­
yük sineklerin delip geçtiği bir örüm­
cek ağıdır” sözünün gerçekliği, ta­
rihin bu döneminde bir daha tes­
cil edilmiş oldu.
Böyle bir ortamda, ABD cesa­
metinde bir güç Irak’a yerleşti ve
Türkiye’nin komşusu oldu. Yeni
komşu, yerleştiği Irak coğrafya­
sında, bütün bölgenin dengeleri­
ni altüst edecek bir ağırlık oluş­
turdu. Bölge ülkelerinin, bölgeyle
ilgisi ve ilişkisi olan tüm ülkelerin
bölgeye ilişkin politikalarını bu
gerçeği gözönüne alarak revize et­
meleri ve yenilemeleri zaruret ha­
line geldi.
Gerek uluslararası politikada
gerekse bölge politikasında yeni
bir durum meydana gelmiş, yeni
bir döneme girilmiştir. Bu yeni
dönemin gereklerini eski argü­
manlarla, eski araçlarla yerine ge­
tirmenin mümkün olmadığı aşi­
kâr.
Bu bağlamda Türk-ABD iliş­
kileri -hele tezkere krizinden son­
ra- yeni bir değerlendirmeye tâbi
tutulmak zorundadır. Türkiye,
ABD’nin koruması altında, onun
dediklerine okey demenin ötesin­
de bir varlık gösteremeyen, bu­
nun karşılığında “azıcık aşım kav­
gasız başım” mantığıyla idare edi­
len tembel dönemlerin bittiğinin
farkında olmalıdır. Ne ABD eski
ABD, ne de Türkiye eski Türki­
ye’dir. Bu tesbit, ilişkileri kesmeyi
veya soğurmayı değil, ama ilişki­
lerin yeni bir raya oturfcası gerek­
tiğini ortaya koymaktadır.
ŞER İLE EHVEN-İ ŞER ARASINDA /
ÖZKAYA
A BD Kısa Vadede Bölgeden
Ayrılmak Niyetinde Değil
Hem Türkiye hem de bütün böl­
ge ülkeleri A BD ’nin bölgede en
azından orta vadede kalıcı olmak
isteyeceğini bilmelidirler. Bölge­
nin, dünyanın en zengin petrol
yataklarının bulunduğu bir coğ­
rafya olmanın ötesinde, ABD
için vazgeçilmez bir öncelik ola­
rak İsrail’in güvenliği meselesi de
kalıcı olma arzusunun gerekçele­
rini oluşturmaktadır. Bunun öte­
sinde yeni ABD stratejisi, bir sü­
per güç olan A BD ’nin karşısına,
yakın bir gelecekte yeni bir güç
a) Kapımızı kapatır, tüm iliş­
kilerimizi keseriz.
duğu gibi gitmemekte ve dünyada
b) Ölçülü bir ilişki içinde bu­
Bu yüzden ABD, hem Irak’taki sı­
lunabiliriz.
da giderek prestij yitirmektedir.
kıntısını hafifletmek hem de ze­
çıkmasını engelleme temel dü­
Birinci durumda; ilişkiyi siz
delenen prestijini tamir edebil­
şüncesini de ihtiva etmektedir.
kestiğiniz halde, o sizinle ilgilen­
mek için değişik ülkelerden asker
Bu bağlamda petrol yataklarının
meyi kafasına koymuşsa, gücünü
talebinde bulunmuştur. Bu talep
kontrolü önemlidir. Dünyanın en
ve başka komşuları da kullanarak
Türkiye ile beraber birçok ülkeye
zengin petrol yataklarının bulun­
sizi sıkıntıya sokabilir. Eğer onu
de iletilmiş, o ülkelerin bir kısmı
duğu, A BD’ye alternatif güç üre­
tebilme potansiyeli bulunan Ja­
fiilen komşuluktan çıkarma veya
bu talebe olumlu karşılık vermiş,
engelleme gücünüz yoksa, kapıyı
bir kısmı ise BM şemsiyesi altında
ponya ve Almanya’nın da bağım­
lı olduğu Ortadoğu petrollerinin
kapatmak bir çare değildir.
bir oluşuma asker verebileceğini
kontrolü ayrı bir önem taşımak­
süz ve hoyrat komşuyla ilişkileri­
tadır. İşte bu açıdan da ABD böl­
nizi
ikinci durumda ise; bu ölçü­
geliştirmeye
gayret
edip
ifade etmiştir.
Bu durumda, bu meseleden
çok yönlü etkilenen ve daha da
geden yakın bir gelecekte çıkma­
onunla bir diyalog kurabilirseniz,
etkileneceği
yı düşünmemektedir.
bu durumda hem kendinizi hem
ye’nin bir karar vermesi gerek.
Nitekim biri Musul ve diğeri
Bağdat’ta olmak üzere iki adet ge­
de, diğer komşularınızı tehlike­
Kaldı ki, anlaşılan kadarıyla Tür­
den uzak tutma imkanınız varola­
kiye’den diğer bir çok ülke gibi
lişmiş dinleme istasyonunun inşaasına başlandığı ve Musul’a bir
bilir. Bu elbette çok kolay bir iliş­
sembolik miktarda asker istenmi­
ki olmayacaktır. Gücü görece az
yor. Irak’ta fonksiyon ifa edecek
büyük havaalanı yapılacağına
olanın, devamlı uyanık, aktif ve
ağırlıkta bir asker talebi sözkonu-
ilişkin haberler, ABD’nin bölge­
üretken olması gerekir. İsmet
su. Doğrusu böylesi bir konuda
den kısa sürede ayrılmak niyetin­
İnönü’nün de dediği gibi büyük
karar vermek, karar mevkiinde
de olmadığını gösteren işaretler­
dir.
devletle ilişki yürütmek, fil ile yata­
ğa girmek gibidir; devamlı uyanık
rum. Ülkenin yakın gelecekteki
Dolayısıyla Türkiye, ABD ile
orta vadede, uzaktaki bir müttefik
olmayı gerektirir.
hayatını etkileyecek, hatta belir­
anlaşılan
Türki­
olanlar açısından çok zor bir du­
leyecek olan asker gönderme ka­
olarak değil, yakında bulunan
Irak’a Asker Gönderme
tehlikeli ve güçlü bir komşu ola­
Sorunu
rarının verilmesi elbette kolay
değil.
Kısaca Türkiye, şer ile ehven­
rak ilişkilerini düzenlemek zorun­
Iralc’a müdahalede uluslararası
i şer arasında tercih yapmak gibi
meşrûiyeti
bir durumla karşı karşıya bulun­
dadır. Bu komşuluğu biz isteme­
dik, ama oradan çıkarma gücüne
de sahip değiliz. Bu durumda iki
Amerika, savaş sonrasında sıkın­
davranış gösterilebilir:
tılar yaşamakta, Irak’ta işler um­
dikkate
almayan
maktadır.
Arzu edilen, Türkiye’nin böl­
Ü m ran -Ağustos -2 0 0 3
5
GÜNDEM
geye asker göndermeden etkin
olacak bir pozisyon üretebilmesi­
dir. Ama gözüken odur ki, Türki­
ye bu etkin olabilme pozisyonuna
maalesef sahip değildir. Ekono­
mik olarak sıkıntıdadır ve kolay
manipüle edilebilir durumdadır.
Bölge ülkeleriyle ilişkileri arzu
edilir bir işbirliği geliştirebilecek
boyutta değildir. Ayrıca bize gö­
re, yanlış politika ve uygulamalar
yüzünden halledilemeyen Kürt
sorunu, Türkiye’nin elini-kolunu
bağlamakta ve daha ufuklu ve
vizyonu olan bir politika üretme­
sini engellemektedir. Maalesef
Türkiye, bütün dikkatlerini Ku­
zey Irak’a yöneltmiştir. Bu bakış
açısı, bırakın bölge genelini,
Irak’ın genelini bile düşünmesini,
ona uygun politikalar üretmesini
engellemektedir. Ayrıca Türki­
ye’yi kolay münipüle edilebilir bir
konumda tutmaktadır. Durum,
bugün maalesef bu merkezdedir.
Bu şartlar altında Türki­
ye’nin, asker talebine ‘hayır’ de­
me ihtimalinin zayıf olduğunu
tahmin etmek kehanet sayılma­
malıdır. Bu kritik durumda Tür­
kiye’nin nelere dikkat etmesi ge­
rektiğine ilişkin bazı uyarılarda
bulunmak istiyoruz:
1- Eğer Türkiye Irak’a asker
gönderecekse, ABD-Ingiliz güç­
lerinin yedeği pozisyonunda ol­
mamalı, böyle bir görüntü ver­
mekten kaçınmalıdır. Bunun için
BM şemsiyesi talep edilmeli ve
bu konuda ısrarlı olunmalıdır.
2- Türkiye, bölgede sadece
güvenliğe endeksli bir jandarm a
pozisyonunda değil, politik ağırlı­
ğı olan ve karar mekanizmalarını
etkileyecek bir pozisyon talep et­
melidir.
3- ABD ile Türkiye arasında
var olan sorunların çözülmesi, kı­
sa vadede ülke çıkaklarına uygun
6 Ü m ran-A ğustos •2003
gözükebilir. Ancak, ABD’yi küs­ rak da bölgenin diğer ülkelerine
türdük; her ne pahasına olursa ol­ izah etmelidir. Ayrıca Türkiye
sun, onun gönlünü almalıyız tar­ Irak’ta, ABD-İngiliz güçlerinin
zında bir aculluk göstermek, Tür­ itirazsız bir yardımcısı değil, bölge
kiye’nin pozisyonunu ölçüsüz de­ halkının hukukunu o güçler nezrecede zayıflatan bir sonuç üretir. dinde koruyan bir işlev ifa etme­
Dolayısıyla ilişkileri düzeltmek
lidir.
önemlidir; ama bu, tek taraflı fe­
8Türkiye, sadece Türkmendakârlık göstererek yapıldığında
lere ve Kuzey Irak’a endeksli poli­
hiç de müspet bir sonuç elde edi­
tikasından vazgeçmelidir. Irak’ın
lemeyecektir.
bütününe ve onun da ötesinde
4 - Türkiye, başından bu yana
Irak’ın toprak bütünlüğünde ıs­ bölge geneline ilişkin politikalar
rarlı olmuştur. Bu ısrarını artıra­ üretme becerisini göstermelidir.
rak sürdürmelidir. Irak’ın bütün­ Bu hem Kuzey Irak’a hem de
lüğünün hem Türkiye hem de Türkmenlere ilişkin daha müspet
bölge halklarının çıkarlarına, uy­ sonuçları ortaya çıkaracaktır.
gun olduğu asla unutulmamalıdır.
Bu listeyi uzatmak mümkün;
5ABD’nin Irak’ta kaosun
birnihayetinde sonuç alıcı poli­
ama
süre devam etmesini istediğine tikalar üretebilmek bir güç mese­
ilişkin bir takım ipuçları vardır. lesidir. Atlantik ötesi güçlerin
ABD kendi askerlerine yönelik her dediğine‘oke;y’ diyerek, azıcık
saldırıları bugünden yarına önleaşım, kavgasız başım politikaları­
yemeyebilir; bu anlaşılabilir bir
nın bir güç üretemediğini de gel­
durumdur. Ancak, A BD ölçeğin­
diğimiz bu noktada daha net gö­
de bir gücün üç aydan bu yana
rüyoruz.
Bağdat’a elektrik ve su sağlayaDolayısıyla Türkiye, herşeye
mamasının çok geçerli bir izahı
rağmen
bölgeyle bağlantısını
yok, Onun da ötesinde, çok yük­
sek omayan rakamlara baliğ ola- (kültürel, ekonomik, siyasi) ve
‘bilecek Irak’taki memurların ma­
aşlarının ödenmemesinin de hiç­
bir makul izahı yoktur. Buradan,
A BD ’nin Irak’ta bir süre kaosun
devamını arzuladığı sonucunu çı­
karabiliriz. Düzensizlik, ABD’nin
bölge ülkeleri Suriye ve İran’a
müdahalede bulunmasına baha­
ne üretmek için uygun bir ortam­
dır. İkinci olarak, A BD ’nin böl­
gede kalma süresini uzatan bir
fonksiyon da ifa etmektedir.
6- Türkiye, bütün imkânlarını
Irak’ta bir düzen oluşması ve
Irak’ın istikrara kavuşması nokta­
sında kullanmalıdır.
7- Türkiye, şayet asker gönde­
recekse, bunun sebeplerini önce­
likle İran ve Suriye’ye, ikinci ola­
bölge halklarının dünya ölçeğin­
de hukukunu koruyan ve tabii ki
dünyanın diğer yöreleriyle de te­
maslarını devam ettiren bir ko­
numda olmalıdır.
Son Söz
Her bakımdan zengin ülkenin fa­
kir bekçileri olmaktan kendimizi
kurtaramadığımız sürece, her ba­
kımdan (kültürel, İktisadî, askerî)
güçlü olmadığımız, halk ile devlet
arasındaki gerilimi ortadan kaldı­
rıp, devleti halkın devleti yapama­
dığımız sürece, bu tür sıkıntılarla
karşı karşıya kalmamız mukad­
derdir.
■
G
eçen ay yaşanan Süley*
olayı, T ü rk Amerikan ilişkilerinin
maniye
ciddi bir şekilde sorgulanmasına
TÜRKİYE STRATEJİK
ORTAK MI? ARKA BAHÇE Mİ?
sebeb oldu.
Türkiye kamuoyu uzun bir sü­
re Süleymaniye olayının askeri
A B D U R R A H M A N D İL İP A K
bir karakolda yaşanan tek bir olay
olduğunu sanıyordu. Ama gerçek
şu ki, 4 ayrı karakolda onlarca ki­
şi aynı şekilde Amerikan askerle­
rinin eşliğinde peşmergelenn kat­
ılımı ile esir alınmış, T ü rk subay­
larının başına plastik çuvallar ge­
çirilerek Guantanamo’da gördü­
ğümüz gibi pembe elbiseler giydi­
rilip Bağdat’a götürülmüş ve sor­
gulanmıştı.
Biz bu olayları tartışırken, Kosova’nın Prizren kentinde bir
başka hadise cereyan etti. Bu kez
Alman askerleri bir Tü rk subayı­
nı evire çevire dövmüşler, hasta­
nelik etmişlerdi.
Hatırlanacağı üzere, daha ön­
ce de bir kaymakamımızı tokatla­
mışlar, Jadarma Genel Komuta­
nının helikopterini indirmişler,
teöristlere havadan ikmal yap­
mışlar, gemimizi vurup batırmış­
lardı ama, böylesi ilk kez başımıza
geliyordu.
Bir kısım medya, Mehmed’in
Mehmed’e yardımı diye, Ameri­
Ankara’nın beklediği özür gel­
medi ama Amerikan yönetimi bu
gelişmeler karşısında üzüntülerini
bildirdi, o kadar. Şimdi gözler
Abdullah Gül’ün Amerika ziya­
retinde.
Tam da ortak komisyon rapo­
runun yayınlandığı gün, gazeteci­
ler dışişleri bakanına, henüz ha­
berdar olmadığı bir konuda can
alıcı bir soru yöneltiyorlardı. So­
ruda Türkiye’de aranmakta olan
bir teröristin Irak’taki yeni yöne­
tim kadrosu içinde yer aldığı ileri
sürülüyordu. Bu gelişme, TürleAmerikan ilişkilerinde suların
kolay kolay durulmayacağını gös­
teriyordu.
A B D ’liler zaten sıkıntılı idi;
işgal bittikten sonra bir türlü böl­
gede güvenliği sağlayamamışlar
ve Amerikan askerleri kayıp ver­
kayıplar biraz daha artıyordu.. Şiiler yıl başına kadar Amerikan
askerlerinin Irak’tan ayrılmasını
istiyorlardı; aksi halde halk ayak­
lanmasından söz ediliyordu.
meye devam etmişti. Her gün bu
muştu? Daha ilk günden, Süley-
Kerkük’te de sular bir türlü
durulmuyordu. ABD açıkça T ü r­
kiye’yi bölgede istemiyor, T ü rki­
ye ise Kerkük’e tayin edilen vali­
den rahatsızlık duyuyordu.
Eş zamanlı olarak, Amerikan
ve İngiliz medyasında Bush ve
Blair’e yönelik eleştiriler her gün
biraz daha artıyordu.. A B D ’nin
bütün iddiaları boşa çıkmıştı. BM
silah denetçisi Hans B lix de
A B D ’yi ağır şekilde eleştirdi ve
yalan söylemekle itham etti. C IA
da Irak konusundaki yanlış istih­
barattan dolayı sorumluluklarını
kabul etti.
Peki Süleymaniye’de ne ol­
kan ordusunda askerlik yaparken
bölgeye gönderilen 100 kadar
Tü rk kökenli Amerikan askerle­
rinden birinin yardımını bir te­
selli konusu olarak gördü..
İşin aslı, “dost”, “müttefik” ve
“stratejik ortak” A BD , bölgede
askerlerimizi aşağılamıştı...
İşin İçinde Ne İşler Var!?
Henüz bölgede her şey yoluna
girmiş değil.. Ortak komisyon ça­
lışmalarını tamamladı; A B D ’ den
Üm ran •Ağustos •2003
7
GÜNDEM
maniye’deki özel kuvvetlere bağlı
tim’in Kerkük valisine suikast
düzenleyeceği istihbaratından söz
edilmişti. Amerikan tarafının id­
dialarının Ankara tarafından çü­
rütüldüğü ileri sürülse de, bölge­
den gelen haberler arasındaki çe­
lişkiler bu konudaki “sır”rın de­
rinliğini gösteriyor.
Amerikan askerleri karakola
bir dostluk ziyareti bahanesi ile
mi gelmişti yoksa askeri bir ope­
rasyon mu düzenlemişti? Baskın­
da kimyasal gaz kullanılmış mıy­
dı? T ü rk askerleri nasıl bu kadar
kolaylıkla teslim olmuştu? Asker­
lere işkence yapılmış mıydı? Ma­
dem bir suikast planı istihbaratı
yapılmıştı, neden karakol basıldı
ve yağmalandı? Paralara, silahla­
ra, kriptoya ve belgelere neden el
konuldu ? Operasyon bölgedeki
komutanlığın kendi kararı mıydı?
Yoksa W ashington’dan onay
alınmış mıydı?
Peki bundan sonra ne olacak?
Bu olayın ortaya çıkmasına sebep
olan sorunlar çözüldü mü? Bölge­
deki Türk askerlerinin güvenliği
sağlanacak mı? Kerkük’teki yö­
netimi kabul ediyor muyuz? Ka­
bul etmiyorsak cevabımız ne ola­
cak?
Saddam’ı Gönderenlerin
Kendileri de Gidici!
dikkate alarak savaş ilan ettiği”
“Savaşın ilk kurbanı her zaman
gerçeklerdir.” Gerçek şu ki, 11
Eylül’den sonra ileri sürülen iddi­
aların çoğu gerçek değildi..
Ira k ’ta kimyasal, biyolojik ve
nükleer silahlar yoktu. Saddam’ın
el-Kaide ile bir teması olmamıştı.
Irak yönetiminin 11 Eylül’deki
saldırı ile de irtibatı yoktu. "Y a ­
lancının mumu” yatsıya kalma­
dan sönmüştü. “I ra k ’m nükleer
silâh imal etm ek için A frika,dan
uranyum alm a peşinde” olduğu
iddiası ise C IA ’nın uydurduğu
kocaman bir yalandı. Haber,
ajanslara “Tahm ini raporlarla
savaş açıldı” şeklinde duyuruldu.
ABDURRAHMAN DİLİPAK’A HAKSIZ UYGULAMA
Vakit gazetesi başyazarı Abdurrahman Dilipak, 28 Şubat’a ilişkin düşün­
celerini açıkladığı için, sürecin mimarlarından Güven Erkaya’nın varisle­
ri tarafından hakkında açılan bir davada, ifadesi bile alınmadan 83 milyar
TL tazminata mahkum edildi. Dilipak’ın adresini tespit edememek bahane­
siyle tebligatsız olarak ve savunması alınmaksızın gıyabında yargılanıp taz­
minat cezasına çarptırılması olayı Türkiye’deki yargının keyfiliğinin son ör­
neği olarak yorumlandı. Ülke ve dünya çapında tanınan bir kişi hakkın­
da adres araştırması çalıştığı gazeteden bile rahatça öğrenilebilecek­
ken gereği yapılmamış; adres, kararın temyiz edilebileceği tarihe kadar bi­
linmezken, haciz işlemi kesinleşince Dilipak’ın kapısı çalınıvermiştir. Böylece akıllara durgunluk veren bir yargılama usulü gerçekleştirilmiştir.
Devleti soyanlar, katiller, çeteler serbest kalırken bir köşe yazarının
düşüncelerinden dolayı rekor tazminata mahkum olması kamu vicdanını
derinden yaralamıştır.
Abdurrahman Dilipak’a geçmiş olsun diyor; hukuk devleti anlayışıyla
bağdaşmayan bu uygulamanın düzeltileceğine ve adaletin yerini bulacağı­
na inanıyoruz.
Ümran
8 Ü m ran-A ğustos •2003
Habere göre, A BD Başkanı George Bush’un, Irak’a karşı girişi­
len savaş öncesinde bu ülkeyi
nükleer silahlara sahip olmaya
çalışmak ve bunun için Afrika ül­
kelerinden uranyum almakla suç­
lamasına temel oluşturan C IA
raporu, Bush’un, °C IA ’nm yan­
lış, asılsız istihbarat raporlarını
yolunda yoğunlaşan eleştiriler
üzerine kamuoyuna açıklanmıştı.
“Tahmini bilgiler” içeren rapor­
da, ° kesin olmayan bilgilere gö­
re, Irak Nijer, Somali ve m uhte­
m elen Kongo*dan uranyum sa­
tın almaya çalışıyor” deniliyor­
du.
Tam bu arada, Irak dosyala­
rıyla ilgili tartışmalarda adı geçen
Ingiliz Savunma Bakanlığı çalı­
şanı Dr. David Kelly'nin ortalık­
tan kaybolduğu haberi, BM silah
denetçisi BliVin açıklamaları ile
aynı zamanda kamuoyunun gün­
demine düştü. Skandal bir anda
A BD ve İngiltere’yi derinden
vurmuştu. Sonuç, her iki liderin
siyasi geleceği açısından tam bir
talihsizlikti. Saddam’ı gönderen­
lerin kendileri de gidici idi. Tek
konuşan Blix değildi: "Eski BM
silah denetçisi olan mikrobiyolog
Kelly olayının bazı bakanları koltu­
ğundan edebileceği, özellikle Başba­
kan Tony Blair’in başdanışmanı
Alastair Cam pbell’in istifa dışında
seçeneği bulunmadığı” da gelen ha­
berler arasındaydı. Bu arada “Dr.
Kelly’nin adını kamuoyuna açıkla­
yan Savunma Bakanı G eoff Hoon’un da koltuğunun sarılabileceği”
söyleniyordu.
Dr. Kelly’nin, B B C ’nin “hü­
kümetin Irak savaşını haldi çıkar­
mak için istihbarat bilgilerini abarttı­
ğı” şeklindeki haberinin kaynağı
olduğu iddia ediliyordu. Haberle­
re bakılırsa; İngiliz hükümetinin,
STRATEJİK ORTAK MI? ARKA BAHÇE Mİ? /
Irak’ın kitle imha silahlan ile il­
gili danışmanlarından Kelly,
Avam Kamarası Soruşturma Ko­
misyonu önünde verdiği ifadede,
B B C muhabiri Andrew Gillighan ile B B C ’nin konuyla ilgili
yayınından bir hafta önce görüş­
müştü. Kelly’nin öğleden sonra
eşine yürüyüş yapacağını söyleye­
rek evden ayrılmasından sonra
kendisinden haber alınamamıştı.
Sonunda ölü bulundu. İşe bir de
cinayet karışmıştı. BM eski silah
t
önce A BD genel anlamda güven­
liğin sağlanmış olması için Bağ­
dat’ta merkezi bir yönetimin ku­
rularak Irak güvenlik elemanları­
nın şehirlerde asayişi sağlamasını
hayal etse de, bunun kolay olma­
yacağı bilinen bir gerçek. Çünkü
Irak’ta A BD askeri varlığına kar­
şı büyüyen öfke her geçen gün bi­
raz daha artıyor. Dünya kamu­
oyunda Amerikan mallarına kar­
şı gösterilen tepki ve boykot so­
nucu A BD ’nin dünya pazarındaki
denetçisi Scott Ritter’in, W illiam R .P itt’le röportajında dillen­
dirdiği, daha sonra "Irak’a Savaş
/ B ush Yönetiminin Bilmenizi İste­
mediği Gerçekler” adı ile Metis ya­
yınevinden çıkan kitabında ileri
sürdüğü görüşleri doğrular nite­
liktedir: “Saddam Coca Cola ha-
dar ABD patentli bir politik
üründür. Irak’ın kimyasal, biyo­
lojik ve nükleer kapasitesi yok
edilmiştir.”
Savaş öncesinde, “ Ir a k ’ın,
elindeki kitle im ha silâhlarını
45 dakika içinde devreye sokabi­
lecek durumda olduğu” yalanına
herkes inandırılmaya çalışılmıştı.
Bu iddialar, sözde, Irak ordusun­
dan bir askeri yetkiliye dayandırı­
lıyordu. Her şey kocaman bir ya­
landı. Sadece bu mu? Irak halkı­
nın Amerikan askerlerini kucak­
layacağı iddiaları da yalandı. İş
bugün o noktaya geldi ki, bazı
İraklılar Saddam posterleri ile
gösteri yapmaya başladılar. Şii li­
derler A BD ve İngiltere’ye yılba­
şına kadar ülkeyi terketmeleri
için ültimatom verdiler. 1 5 0 .0 0 0
Amerikan askeri eve dönmeyi
beklerken A BD bölgeye yeni
takviye kuvvetler göndermeye
çalışıyor. Her gün 1 5-20 saldırı
oluyor ve basına hemen her gün
1-2 Amerikan askerinin ölümü
ile sonuçlanan saldırı haberleri
DİLİPAK
payı % 2 0 oranında geriledi. Do­
ların Euroya karşı değer kaybının
da aynı seviyede olduğu düşünü­
lürse, A B D ’nin “Dimyata pirince
giderken evdeki bulgurdan olma” gi­
bi bir tehlike ile karşı karşıya ol­
duğu görülüyor. Amerikan eko­
düşüyor. Irak’taki Amerikan as­
kerleri öfkeli. Her an sinir krizi
geçilen askerlerin bir felakete sebeb olmasından ya da askerlerin
isyan etmesinden korkuluyor. As­
ker aileleri ise şimdiden hüküme­
ti eleştirmeye başladılar bile.
Plastik zırhlı Amerikan asker­
leri çöl sıcağında her an parmak­
ları tetikte ölümü bekliyorlar.
Irak’ta güvenliği sağlamakta acze
düşen Amerika, şimdi aralarında
Türkiye’nin de bulunacağı bir
uluslararası barış gücünü Irak’a
çağırmaya hazırlanıyor..
Irak’a ilk gönderilen 3. piya­
de tümeninde gerginlik had saf­
hada. Eve dönmeleri süresiz erte­
lendi. Bir TV muhabirinin rö­
portajında “vurun beni, eve git­
m ek istiyorum" diye bağıran
Amerikan askeri tek örnek değil.
Bugüne
kadar
operasyonun
A B D ’ye maliyeti 48 milyar dola­
rı bulmuş; her ay 3.9 milyar daha
gidiyor. 1 0 .0 0 0 kişilik Amerikan
Ulusal Muhafızlarının Mart
2 0 0 4 ’de bölgeye gelmesinden
nomisinde durgunluk sürüyor, iç
talep bir türlü canlandırılamıyor.
Amerikan borsası da eş zamanlı
olarak durgunluktan nasibini alı­
yor ve kan kaybetmeye devam
ediyor. Tüm dünyada Amerikan
kurumlarına karşı öfke çığ gibi
büyürken anti-Globalist ve antiKapitalist / anti-Amerikancı sol
hareketler, ilk kez Müslüman
muhalefet ile “Küresel barış ve
adalet” sloganı etrafında birleşerek A B D ’yi köşeye sıkıştırıyor.
Stratejik Ortak mıyız?
Yoksa ‘Arka Bahçe’ mi?
Biz Amerika’nın neyiyiz. Dost
mu, müttefik mi, yoksa stratejik
ortak mı? Bana göre gerçek an­
lamda hiç bir zaman A BD Türki­
ye’ye dost olarak davranmadı.
Türkiye’yi her zaman kullandı.
Daha çok bir destek ülke olarak
gördü; bir sıçram a tahtası, ucuz
asker deposu, stratejik bir üs,
iyi bir pazar... Müttefikliğimiz
bile “oltayı yutan balık” cinsinU m ran-A ğustos •2003
9
GÜNDEM
dendi. Demokrasimiz de öyle;
A BD ’nin arka bahçesinde örgüt­
lenen “Bizim çocuklar dem okra• Of
sısı ...
Türkiye’deki darbelerin ve te­
rör eylemlerinin arkasında Ame-
larını gösteriyor. Rumsfeld’in
mektubu Ankara’da belli çevre­
lerden sert tepki aldı. Bunun bir
aşağılam a olduğu söylendi. Erdo­
ğan’ın mektubu açmadan iade et­
mesi istendi. Bu mektubu ya baş­
A B D ’nin İsrail ve İngiltere dışında bir stratejik
ortağı olmadığı, K ürt politikası konusunda da
A nkara’yı muhatap kabul etmediği anlaşılıyor.
A B D bunu yaparken BM ve N A T O ’ya da
umursamaz tavrı ile bir mesaj vermiş oluyor.
rikan parmağının olduğunu bil­
meyen yok. Her zaman kaba ve
küstah! A nkara’nın “K üçük
A m erika” olma hayalleri her za­
man istismar edildi. Soğuk savaş
yıllarında Rusya’ya karşı yeşil ku­
şak projesinde gönüllü fedailik
düştü bize, ABD Ankara’yı Mos­
kova’ya karşı koç başı olarak kul­
landı. Sovyetler dağıldıktan son­
ra “kızıl tehdit” in yerini “yeşil
tehlike” aldı.
Şu subaylarımızın başına çu­
val geçirme hikayesine bakın:
Gerçek hâlâ açıklık kazanmadı.
Baskına uğrayan karakol sayısı da
gözaltına alınan kişi sayısı da
doğru değil. Operasyonda sadece
Amerikan askerleri değil, Kürt
peşmergeler de görev almış. Para,
mühimmat, bilgisayar kayıtları,
evraklar ve hatta şifre kitabı da
gitmiş. Amerika’nın özür dileme­
si şöyle dursun, ‘üzüntü’ bile kar­
şılıklı bir beyan gibi. Her şey
Washington’un bilgisi altında ol­
muş.
Amerikan Savunma Bakanı
Rumsfeld, doğrudan Başbakanı
muhatap alan yazışma yapıyor.
Bu da ayrı bir skandal. Basma
yansıyan açıklamalar, Amerikan
tarafının iddialarını tekrarladık1 0 Ü m ran -Ağustos •2003
kan yardımcısı D ick Chenny
yazmalı idi ya da Rumsfeld’in
mektubunun muhatabı Savunma
Bakanı olmalı idi.
Peki Amerika, bütün bunlarla
Ankara’ya hangi mesajı vermek
istiyor? Bana kalırsa mesaj açık:
“Buranın hakim i benim, bölgeyi
terkedin” diyor; “Burada kal­
m ak istiyorsanız, benim komu­
tamda uluslararası barış gücü
içinde size görev verebilirim” de­
meye getiriyor. Yerimiz belli,
Irak’ta görev yapacak Polonya
komutasındaki askeri güçte yer
alacak bir devriye görevi.
Irak’ta kurulan Ulusal Konsey’de Türkmenlerin kabul et­
mediği bir bayanla birlikte PKKK A D EK sempatizanı olduğu öne
sürülen D r. Mahmut Osman
isimli bir şahsın görev alması,
A B D ’nin T ü rk iy e’yi bölgenin
geleceği üzerinde danışmalarda
bulunduğu bir stratejik ortak ola­
rak görmediğinin, aksine köşeye
sıkıştırıp aşağılamak istediğinin
açık bir göstergesi..
A BD Kuzey İrak’ta Kürtler­
le işbirliğini öngörüyor; PKK ile
de pazarlığını ve dirsek temasını
sürdürmeye özen gösteriyor. Ankara’ya ise kelimenin tam anla-
mıyla dirsek gösteriyor. Türkmenlere, ‘Türkiye’ye güvenme­
yin; Türkiye sizi koruyamaz’ me­
sajını veriyor; onları Irak yöneti­
mi konusunda muhatap kabul et­
miyor; dahası Türkmen cephesi­
nin de tasfiyesini ön gördüğü an­
laşılıyor. Buna karşılık Kürtlerin
arkasında olduğu ve Türkiye’den
korkmamaları gerektiği yönünde
bir güven mesajı veriyor. PKK
ile mücadele konusunda ise, An­
kara’ya “Beni görmeden, hesaba
katm adan hiç bir şey yapamaz'
sın” demeye getiriyor. Öte yan­
dan, Amerika’nın T ü rk iy e’yi
masaya oturmaya mecbur etmek
istediği mesajı da çılcartılabilir
bundan. Eş zamanlı olarak Erme­
ni iddialarının gündeme getiril­
mesi, Kıbrıs konusunun kaşınma­
sı da bunu akla getiriyor.
Kısaca; A B D ’nin İsrail ve İn ­
giltere dışında bir stratejik ortağı
olmadığı, Kürt politikası konu­
sunda da Ankara’yı muhatap ka­
bul etmediği anlaşılıyor. A BD
bunu yaparken BM ve N A T O ’ya
da umursamaz tavrı ile bir mesaj
vermiş oluyor aslında.
Anti-Amerikanizm Yükseliyor!
Bütün bunlar olurken Graham
Fuller, Los Angeles Times’e verdi­
ği mülakatında Tü rk solu ve sağ
milliyetçilerin, muhafazakarların
yakınlaşarak Amerikan karşıtı
bir safta yer almalarının A BD
için çok tehlikeli olduğuna dik­
kat çekiyor. A B D ’nin bugünkü
politikasının T ü rk iy e’yi Çin,
Rusya, Hindistan ve A B ’ye daha
da yakınlaştıracağı tezini savunu­
yor..
Bütün bunlara ilaveten, içer­
deki terörist eylemlerin tırman­
ması tesadüfi değil- Birileri
A K P ’yi test ediyor. Taviz verir ya
da geri adım atar, korkar ve ürkerlerse bunun arkası gelir.
Amerikalı üst düzey askeri yet­
kililerle Ankara’daki temasların
ardından Abdullah Gül de aynı
ANADOLU’DA YENİDEN
BİR VARLIK MÜCADELESİ Mİ?
sorunu konuşmak üzere A B D ’ye
U M U T CUM HUR
gitti. Amerikalı yetkililer pek is­
tekli davranmasa da Ankara
W ashington’da bir mutabakat
sağlamaya çalışacak. Çünkü,
Türk askerlerinin Irak’tan çekil­
mesi yönünde A B D ’nin ısrarlı ol­
duğu, hatta Ankara’nın bu konu­
da A B D ’ye söz verdiği, gizli bir
I
rak savaşı esnasında Bush
rinin öldürülmesi Amerikan yö­
yönetiminin muhalif cephe­
netiminin sinirlerini iyice ger­
nin başında yer alan Fran­
miştir. Sinirleri gerilen Ameri­
mutabakat yapıldığı da ileri sürü­
sa’yı diplomasi sınırlarının dışına
kan yönetiminin normalde savaş
lüyor.
Medyada tartışılan bir diğer
çıkarak açıkça cezalandırmakla
nedeni olabilecek hareketleri ne
tehdit etmesi, A BD ’nin uluslar
kadar pervasızca yapabildiğine
konu ise, A B D ’nin Ankara’yı kö­
arası ilişkilerde stratejik ortakla­
dünya
şeye sıkıştırarak siyasetçi-asker
rına ve müttefiklerine karşı bile
A BD ’nin Bush doktrini yeterin­
çelişkisi ortaya çıkartmak ve A n­
diplomasiden daha ziyade savaşı
ce paranoyak olmasına rağmen
kara’yı kendi içinde kilitlemek ve
nötralize ederek, kendine yakın
güçlere destek vermek sureti ile
ve güç kullanımını tercih edece­
Irak’taki can kayıpları bu para­
ğinin ilk işaretleri olarak tarihe
noyayı gittikçe şiddetlendirmek­
geçmişti. Savaş sürecinde Am e­
tedir.
istediği çözüme ulaşmak istediği,
rikan askerlerine sınırlarını aç­
ABD, Irak savaşının akabin­
yani A BD nin kontrollü bunalım
ma kararı vermeyen bir meclise
de Türk Silahlı Kuvvetleri’ni li­
stratejisi izlediği.
şahitlik
etmiştir.
sahip olan Türkiye’nin elbette ki
derlik görevini yerine getirmedi­
Sonuçta Ankara’nın bölgede
Fransa gibi sadece kuru bir teh­
ği gerekçesiyle açıkça eleştir­
A BD 'nin jandarmalığını yapması
isteniyor. Yani Türkiye’den Barış
ditle bu işten sıyrılmasını bekle­
mekten kaçınmamıştı. A B D yö­
Gücüne / Polis Gücüne “ucuz
asker” vermesi isteniyor. A BD
Hindistan’dan 1 7 .0 0 0 asker iste­
di, Hindistan “B M kararlan ol­
m adan olm az” cevabını verdi.
Türkiye çok dikkatli olmak duru­
munda. AKP iktidart A BD ile ip­
leri kopartacak bir tavır içine gir­
mek istemiyor. A BD de “ne ol ne
öl” politikası uyguluyor; Türki­
ye’yi feda etmek istemiyor. Fakat
işlerin öyle kolay kolay rayına
oturacağı da yok...
Gelişmelerin yönünü hep bir­
likte göreceğiz. A B D ’nin evdeki
mek çok saflık olurdu. A BD ’nin
netiminin özel olarak T S K ’yı
Türkiye’yi stratejik ortaklıktan
hedef alması ordu-siyaset ger­
çıkartarak başlattığı cezalandır­
ginliğinin Türkiye’nin günde­
ma operasyonu Amerikan asker­
mine tekrar oturtulacağının iz
lerinin 4 Temmuz’da Süleymani-
fişeği olarak değerlendirilmeli­
ye’deki Türk birliğini göz altına
dir. Bugüne kadar ağırlıklı ola­
almasıyla devam etmiştir. Bu
rak iç dinamiklerle oluşan ger­
operasyon anlaşıldığı kadarıyla
ginlik bundan sonra A BD ’nin bu
uzunca bir süre daha devam ede­
konuyu açık bir şekilde kullan­
cektir.
ma iradesini ortaya koymasından
A BD baştan beri Irak konu­
sunda tüm dünyadan bağımsız
sonra dış dinamiklerle hareket
edecek gibi görünmektedir.
olarak hareket etmek için özel­
4 Kasım seçimlerinden sonra
likle bölge devletlerini Irak’tan
halkın iradesini yeni belirlemiş
uzak tutmaya çalışmaktaydı. A n­
olması sonucunda yumuşayan
cak 4 Temmuz Süleymaniye bas­
ordu-siyaset gerginliği 23 Nisan
teolojik bir arka planla destekle­
kınının da gösterdiği gibi; savaş
nen hareketin geri dönüşü de
yok...
■
bitti denmesine rağmen Irak’ta
törenleri ve akabindeki genç su­
baylar olayı ile tekrar bir ivme
sürekli olarak Amerikan askerle­
kazanmıştı. A ncak Genelkur­
hesapları çarşıya uymuyor. Ama
Umran- Ağustos ■2003 11
GÜNDEM
A BD yönetimi çareyi Türk S i­
m ay b aşk an ım n yap tığı n e t a çık ­
la m a la r so n u cu n d a bu gergin li­
lahlı Kuvvetleri’nin savaş kapa­
ğin iç d in am ik lerd en k ay n ak lan ­
sitesi en yüksek olan komando
an la şıld ı.
timini göz altına alarak bulmuş­
H a tta bu g e n ç sub aylar o lay ın ın
tur. Baskın sırasında Türk gücü­
m ad ığı
kısa
s ü red e
b ü tü nü yle ordu aley h in e k urulan
nün ofisi tahrip edilmiş, belgele­
b ir tezgah olduğu d a ç o k g e ç m e ­
re el konulmuş ve daha da önem­
d en anlaşıldı. O rd u -siy aset ger­
lisi komandolara çuval giydirilip
gin liğin d e a ra c ı olarak k u llan ı­
kötü muamele yapılmıştır.
la n ve ordu yan lısı olarak b ilin en
ABD bu operasyonla sadece
ak red ite g azeteciler bir a n d a dış
paranoyaklığının derecesini gös­
g ü çlerin em riyle h a re k e te geçip
termekle kalmayıp
için d e n geçtiğim iz k ritik d ö n e m ­
güçlere de sinyaller göndermiş­
de T ü rk iy e ’ye en ç o k lazım o lan
tir. Türkiye’nin savaş kapasitesi
bölgedeki
T S K ’n ın e m ir-k o m u ta zin cirin e
kiye’nin IMF kıskacından kurtul­
en yüksek olan askerlerine kötü
d arb e vu rm aya k alk ıştılar. O gü­
masıyla birlikte olası Iran vb. sa­
muamele
n e k ad ar askeri k esim in sözcülü ­
vaşlarda ABD güdümünde hareket
etmeyeceği aşikardır. Bu gerçek
ABD karşısında aciz kaldığını
ğü n e soyu n an bu ak red ite gazete­
c ile rin k u llan ılm ası e lb e tte ki te ­
ederek
Türkiye’nin
göstermeye çalışmıştır. Türki­
karşısında Bush yönetiminin önün­
ye’nin
sadüfi bir gelişm e değildi. A k r e ­
de Süleymaniye operasyonu ve bu­
A BD ’ye rağmen olamayacağı da
d ite gazetecilerin k u llan ılm ış o l­
na benzer manevralardan başka
hedeflenmiştir. Ayrıca Irak’taki
m ası dış d in am ik lerin ordu -siya-
çok fazla alternatif kalmamıştır.
Türkmenlere de ne kadar koru­
set gergin liğin i en in ce d e ta y ın a
ABD yönetimi ya Türkiye eko­
masız oldukları ve geleceklerinin
nomisini Ortadoğu’daki düzenle­
de A BD ’nin elinde olduğu his-
k ad ar b ildiğini ve d e bu gergin li­
bölgedeki
gücünün
ğe b ilerek ta ra f old u ğu nu g ö steri­
meleri gerçekleştirecek savaş sü­
settirilmeye çalışılmıştır. Hep­
Akredite gazetecilerin o güne
resince IMF’ye mahkum edecek
sinden önemlisi de A B D ’nin
yor.
kadar söylediklerinin mutlak doğru
planlamaları hayata geçirecektir
Irak’ta özelikle Kürt devleti ko­
kabul edildiğinin dış dinamiklerce
ya da bu plan Irak savaşında işe
nusunda yapacağı tasarruflara
hesap edilmesi dikkatlere şayandır.
yaramadığı için direk olarak Tür­
Türkiye’nin güç yetiremeyeceği
B aşb ak an T ay y ip E rd o ğ a n ’ın
kiye’nin askeri gücüne zarar ve­
ispat edilmeye çalışılmıştır.
M alezya gezisi esn asın d a basın
recek planları devreye sokacak­
Askerlerin salıverilmesinden
m en su p ların a ‘2 0 0 4 yılın d an iti­
tır. 23 Nisan gerginliği, genç su­
sonra yapılan ortak basın bildi­
b aren IM F ’siz yolum uza d ev am
baylar olayı, Süleymaniye baskı­
rinde bile T S K ’nm ABD onayı
e d eceğ iz’ açık la m a sın ı,
nı ve benzeri olaylar A BD ’nin
olmadan açıklamada bulunduğu
ikinci yolu tercih ettiğinin işa­
iddia edilerek T S K ’nın kredibili-
retleri olarak karşımızdadır.
tesi düşürülmek istenmiştir.
ayı en flasyon
h aziran
rak am ın ın
n e re ­
d eyse yirm i yıla yak ın bir süredir
ilk defa eksi çık m ası destek lem iş
Ayrıca IMF kıskacından kur­
oldu. A B D ’n in az gelişm iş ü lk e­
tulan bir Türkiye’nin bölgede
leri sö m ü rg eleştirm e aracı o larak
çok daha aktif ve bağımsız politi­
mak üzere çeşitli kesimlerce hü­
k ullan dığı b ilin en IM F ile T ü rk i­
kaları hayata geçirmesi çok daha
kümetin girişimlerini yetersiz bu­
y e ’n in yo lların ın ç o k kısa bir sü­
kolay olacaktır. Böyle bir durum­
lunmuştur. Süleymaniye baskını
re so n ra a y rılab ileceğ in in a n la ­
da A BD ’nin Irak savaşını kaza­
ordu-siyaset arasındaki iç gerilimi
şılm ış olm ası A B D
y ö n e tim in i
narak elde ettiği dünyanın tek
tetikleyebilecek büyük bir potansi­
IMF
süper gücü unvanı Vietnam sa­
yeli de m aalesef içinde barındınyor.
Irak savaşında
vaşında kaybedilen itibardan ke­
Kadek/PKK operasyonlarının
d üşündürm eye b aşlam ıştır.
kıskacında bile
Amerikan askerlerine geçit verme­
yen bir meclise sahip olan bir Tür12 Ü m ran-A ğustos - 200 3
sinlikle az olmayacaktır.
Bu soğuk gerçeklerle yüzleşen
Süleymaniye
baskınından
sonra Türkiye’de başta asker ol­
bir anda patlak vermesi ile Tunceli valisine saldırıda bulunul-
ması olaylarının Süleymaniye
operasyonunun peşi sıra gelmesi
büyük bir talihsizlik olmuştur.
PKK/Kadek eylemlerinin artması
ÖSS’DE İHL BAŞARISI VE
ÇEVRENİN MERKEZE YÜRÜYÜŞÜ
ordunun siyasetteki ağırlığını liaçınılmaz olarak arttıracaktır. Bu ey­
ZAFER OZDEM1R
lemlerin bile dış dinamiklerce tetiklendiğini düşünmek sonuçları
açısından bakıldığında çok da
yanlış olmayacaktır.
Ordu-siyaset gerginliği iyi yönetilemediği taktirde kısa vadede
çok ciddi problemler oluşturma
potansiyeli taşımaktadır. Dış di­
namikler bütün güçleriyle bu ger­
ginliği tırmandırma çabası içeri­
sindedirler.
Irak’tan sonra A B D ’nin muh­
temel hedeflerinin Iran ve Suriye
olması şimdi çok önem kazanmış­
tır. Irak, İran ve Suriye tarafın­
2
8 Şubat sürecinde uygula­
maya konulan Ö S S ’ueki
alan sınırlaması, halkı
merkezden başka ‘alanlarda’ tut­
ma projesiydi. Son O S S ’de. mes­
lek liselilerin ve özellikle imam
hatiplilerin başarısı halkın üze­
rindeki bu kuşatmayı delip geçti.
Sadece Kartal Anadolu İmam
Hatip’ten sekiz kişi ilk yüze girdi.
Bu durum onları buralarda gör­
dan çevrelenen ülke maalesef fi­ mek istemeyenleri çılgına çevir­
ilen Türkiye olacaktır. A BD Tür­ miş olmalıdır. Doğrusu, onlara
kiye’yi gözüne kestiriyorsa -ki öy­ “kıskananlar çatlasın!” demek­
le anlaşılıyor- olası bir Türkiye ten kendimizi alamıyoruz.
Türkiye’de Anadolu
A BD savaşında A B D ’nin Yuna­
nistan ve G.Kıbrıs’ı yanına çek­ insanının kültürünü,
tarihini, varlığını
mesi hiç de zor olmayacaktır. Ay­
hor gören, hiçe
rıca İtalya ve Bulgaristan’daki
sayan bir anlayış
A BD varlığı da göz önünde bu­
hüküm sürüyor­
lundurulursa Türkiye maalesef
du. Seçkinci elit­
tam olarak kuşatılmış olacaktır.
ler özellikle dev­
Türkiye A BD tarafından ge­
letin
merkezine
çen yüzyılın başında yaşadığı yerleşerek, çörekle­
Anadolu’da varlık mücadelesine nerek, bu ülkenin yö­
benzer bir mücadeleye doğru sü­ nünü bu ülkenin insanlarına
rüklenmek isteniyor. A BD ’li yet­ sorma tenezzülünde bulunmadan
kililerce bittiği ilan edilen ancak tayin etmek istiyorlardı. Türkiye
fiilen devam eden Irak savaşı ‘Çocuklar Duymasın’ adlı dizide­
Türkiye açısından çok büyük po­ ki gibi başörtülüleri hizmetçi,
tansiyeller taşımaktadır. Türkiye ayak takımı olarak görmek iste­
bağımsız siyasetini belirleyip uy­ yenler yüzünden neler yaşamadı?
gulamaya koyabilecek olursa Türkiye’de bazıları yüzde ikilik
ABD ikinci bir Vietnam şoku ile bir zümreyi ülkenin teminatı ola­
her an karşılaşabilir. Tuzak sahi­ rak gördükleri için yüzde doksan
bine dolanır...
■ sekizlik kısmını onlara hizmet et-
tiımek istemiyor mu? Seçkinci
elitler yüzünden bu ülkede banka
soyanlarla ekmek çalanlar aynı
kefede değerlendirilmiyor mu?
Siyasi, ekonomik, kültürel krizle­
re seçkinci elitler sebep olmuyor
da, on yedi - on sekiz yaşında
O S S ’de başarılı olan meslek lise­
liler mi sebep oluyor?
2003 Ö SS, Anadolu insanı­
nın çocuklarının seçkinci elite
cevabıdır. 28 Şubat sonrası yaşa­
nanlar toplum mühendislerinin
evdeki hesaplarının çarşıya uy­
madığını gösterdi. 3 Kasım se­
çimlerinin ardından ülke
imam-hatipli bir baş­
bakana teslim edil­
di. Dahası, Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin milletve­
killerinin çoğu
imam-hatip lisesi
kökenli ve eşleri de
başörtülü. Şimdi de
O S S ’deki imam-hatiplileıin yüksek başarısı ile karşı
karşıyayız. Bu, toplum mühendis­
lerinin kurdukları tuzağa kendi­
lerinin dolanmasıdır. Zira bütün
tuzak kurucuların üzerinde en
büyük hesap sahibi, tuzak kuru­
cuların da sahibi, Allah’tır.
Türkiye’nin maddi ve manevi
planda gerçek sahipleri, son üni­
versite sınavı örneğinde görüldü­
ğü gibi, özgürce yaşama ve eğitim
Um ran •Ağustos •2003 13
haklarını geri istiyorlar. Tarihi
tecrübelerin ortaya koyduğu ha­
kikat şu ki; milletlerin tepkileri
farklı farklıdır. Mesela, önceki
yıllar, kendisiyle aramızda ben­
zerlik kurulan ülkelerden bir Ar­
TESETTÜRÜ BEKLEYEN TUZAK:
RUHUNU KAYBETMEK
S E R D A R D E M IR E L
jantin halkı gibi değil tepkimiz.
Sürekli suspus edildiği, hor görül­
düğü, insan yerine konulmadığı
için belki sessiz bir isyanı tercih
ediyor milletimiz. Bu bağlamda,
28 Şubat döneminde meslek lise­
leri ve imam-hatiplere azalan il­
arzusundadır; bunu gerçek­
biyle yer almış, modacılar Sayın
Erdoğan’ın tesettürüne yine
leştirmenin ön şartı da temiz
medya da not verme yarışına gi­
ğünü gördük; önümüzdeki dö­
bireyi inşâdır. Şüphesiz İslâm
rerek estetiğin ölçüsünün yalnız
nemde ise kayıtlarda müthiş bir
ve yalnız kendileri olduğu iddi­
patlama bekleniyor.
Bu ülkede yaşayan her insan
medeniyeti bu temel üzerine
yükselmiştir; bu medeniyet ken­
disini yine bu temel üzerinde ye­
bir imkandır. Türkiye’nin gelece­
niden inşâ gayretindedir. Lokal
ği için, Ümmetin geleceği için
ve global bazda medeniyetler
bir imkandır. İnsanımızın hayal­
arası bir çatışmadan sık sık bahsedilmesinin altında, bu yeniden
inşâ gayretlerinin ete ve kemiğe
ginin kısa sürede normale döndü­
leri, beklentileri Müslüman olma
referansına dayanıyor. Bununla
birlikte bu ülkede yaşayan küçük
bir azınlık, kendileri dışında ka­
lan milyonları bir imkan değil,
bir yük olarak görüyor. Halka
belli alanlar dışında hayat hakkı
tanımak istemiyor. O S S ’deki
alan uygulaması bu bakış açısının
yansıdığı örneklerden yalnızca
I
slâm temiz bir toplum inşâ
bürünmeden sabote edilmesi artniyeti yatar.
Bu yazıda, temiz toplumu bi­
rey ekseninde kurma gayretlerin­
den biri olan ve dinde gerektiği
gibi örtünme manasına gelen
“tesettür”ün taşıdığı ruh ele alı­
asını bir kez daha yinelemişler­
dir.
Açıkça görmek gerekir ki,
“tesettüre davet” udavetkâr te settür”e dönüştürülerek Müslü­
man hanımın tesettürü hedef
alınmıştır. Her ne kadar biz ko­
nuyu Türkiye bağlamında ele alı­
yorsak da bu olgu sadece Türki­
ye’ye has bir şey de değil. Arap
ve Arap olmayan İslâm coğrafya­
sına ait T V ’lere ve özellikle dini
programları sunan hanımların
tesettürüne baktığımızda ne de­
mek istediğimiz daha açıkça an­
biri. Ama gençlerin başarısı bu
nacaktır.
Modernitenin icat ettiği yeni
küçümseyici bakışa bir cevap ol­
paganizmin ilahı modacılar, da­
laşılacaktır. Ziynetleri teşhir ede­
rek örtünme yolları en ince şe­
du.
yattıkları “moda” diniyle tesettü­
kilde öğretilmekte, sanki Müslü­
Çevrenin merkeze doğru uzun
re de yeni mana ve biçim verme
man hanıma; “aynı zamanda
soluklu yürüyüşü devam ediyor.
gayretkeşliğine soyunmuş, sözü-
hem örtülü hem de seksi olabilir­
Halkın iktidar yürüyüşü devam
ediyor. Kendi değerlerinin bilin­
mona bazı İslamcılar da tesettürü
şirin göstermek, tesettür üzerin­
sin” telkinleri yapılmaktadır.
Postmodernizmin helal ve haram
cinde, kararlı, ısrarlı insanlar şid­
deki baskıları azaltmak gerekçe­
siyle bu modacılara alkış tutmak­
koalisyonu anlayışı öteki olan
her şeyi aslında bozarak kabul­
tadır. Daha sık görmeye başladı­
ğımız “tesettür defileleri” anlaşı­
lan artarak devam edeceğe ben­
lenme eğilimindedir.
İslami tesettürü “davetkâr te­
settüre dönüştürme çabası İb-
ziyor! First Lady Erdoğan’ın Ma­
lis’in dahi şapka çıkartacağı bir
lezya ve Pakistan resmi ziyaretle­
rindeki varlığı medyada sadece
hinliktir. Böylece “tesettür”den
dete, taşkınlığa bulaşmadan hak­
larını arıyorlar. Anadolu’nun
O S S ’deki başarısı, başka bir dille
söylenirse; gençlerin Anadolu kı­
tası büyüklüğündeki dava taşını
gediğine koyması, daha u?un yıl­
lar bu ülkede onlar hesaba katıl­
madan hiçbir şev yapılamayaca­
ğını gösteriyor.
14 Ü m ra n -A ğ ııs to s ■2003
■
tesettürünün şıklığı, Kanal 7’nin
ruhu çekip alınarak tesettür “ahlâksızlaştırılmak” istenmektedir.
ifadesiyle “göz doldurması” hase­
Her Müslüman -hanım ve erkek-
TESETTÜRÜ BEKLEYEN TUZAK /
tesettüre kurulan tuzağın farkın­
DEMİREL
buyurur Yüce Mevlâ:
da olarak bu komployu geçersiz
“Elbette onların etleri ve l<anla-
kılma direnişinde bulunmalıdır,
gerekirse bedelini de ödeyerek.
rı Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak
Yapılması gereken ilk iş özellikle
de genç dimağlarda tesettürün
niz, hâlis niyetiniz, içten bağlılığı­
nız- ulaşacaktır” (Hac: 37)
O ’rıa sizin takvanız sam im iyeti­
taşıdığı ve ma’şeri vicdanda da
Bu âyette bir ibâdetin ancak
kabul görmüş vechiyle; ahlâki
boyutuna, diğer bir ifadeyle te­
samimiyet ve takva ile yapılmış­
settüre hayat veren, onu o yapan
ceği bildirilmiş ve mü’minler bu
ruhuna dikkat çekmektir.
konuda uyarılmıştır. Görüldüğü
gibi şekli ibâdet önemli olmakla
ibadetlerin B irer Ruhu Vardır!
beraber asıl önemli olan husus
A llah’ın(c.c), insanlara ittiba et­
olan samimiyeti, teslimiyeti, tak­
meleri için gönderdiği şer’î hü­
kümler sadece şeklî değildir.
vası ve huşûudur. İşte bunlar bir
sa Allah tarafından kabul edile­
insanın iç dünyasında A llah’a
ibâdetin özüdür; ruhudur. Bunlarsız bir ibâdetin ruhsuz bir be­
Şer’î hükümlerin konulmasında
birey ve toplum için hayatî gaye
ve maksatlar vardır; bunlar yeri­
denden ne farkı vardır?
ne getirilmiyorsa yahut eda edi­
bilmek için İslâm’da hicret mef­
len ibâdetler sonuçta bu gâyelere
humuna baş vurabiliriz:
Hicret, İslâm’ı daha iyi yaşa­
götürmüyorsa o ibadetlerin A l­
lah katında malcbuliyeti en iyim­
Maksadımızı biraz daha aça­
Namaz bireye ruhî ve ahlâkî bir
ser yaklaşımla tartışmalıdır. Na­
sıl ki insan madde ve ruhtan mü­
olgunluk kazandırmıyorsa yine
rekkep ise ibâdetler de böyledir;
Oruç ibâdeti için de Kur’ân-ı
bir zâhirî bir de bâtını boyutu
en hafif ifadeyle eksiktir.
Kerim şöyle buyurur :
yabilmek için bir yerden başka
bir yere göç etmektir. Hicretin
dindeki yeri, Peygamber Efendi­
mizin bir medeniyet kuran o
muhteşem hicreti hepimizce ma­
“Ey iman edenler! Oruç sizden
vardır. Bunlardan birisini hangi
ibâdetten çekip alırsanız, o ibâ­
önce gelip geçmiş ümmetlere farz
ması
det istenilen gâye ve maksada
kılındığı gibi size de farz kılındı.
âlemde yapılan hicretin öncelik­
götürmeyecektir. Bu hususu şöy­
le açabiliriz:
Umulur ki korunursunuz, takvâ
le manevi âlemde gerçekleştiril­
sahibi olursunuz." (Bakara : 183 )
Mesela Namaz, metafizik
konsantrasyon keyfiyetinde mü­
Korunmak ve takvâ sahibi ol­
lumdur. Burada gözden kaçma­
gereken
durum
maddi
mesi zaruretidir. Bu hakikati ilk
nâzil olan âyetlerde görebiliriz:
mak, böylece; ahlâk ziynetini ku­
“Ey örtüsüne bürünen (Pey­
minin daimi miracı olma özelliği
taşıyan bir ibâdettir. Kur’ân-ı Ke­
şanan tutarlı ve kıvamlı bireyler
gamber)! Kalk, artık uyar. Sadece
oluşturmak bu ibâdetin gâyesi ol­
rim namazı emrederken şöyle der:
duğu açıktır. Hadislerde de bu
Rabbini yücelt. Elbiseni temizle.
Pislikten sakın, ondan hicret et . ”
“Namazı kıl. Muhakkak ki namaz,
fahşâdan (hayâsızlıktan, çirkin iş­
gâyeyi yerine getirmeyen oruç
lerden) ve münkerden (kötülükler­
den) alıkoyar.” (Ankebut: 45)
tan ziyade bir şey kazandırmaya­
Bu husus hadislerde çok daha
ibâdetinin o insana aç kalmak­
cağı özellikle vurgulanmıştır.
Bu husus İslâm’ın emrettiği
detaylı açıklanmış, hatta yukarı­
bütün ibâdetlerde, emir ve ya­
da ayetin zikrettiği sıfatları ba­
rındırmayan namazların şeklen
saklarda
namaz olsa da keyfiyet olarak na­
maz olmadığı vurgulanmıştır.
na vurgu yaptığı Allah’a kurban
da
böyledir.
Yine
Kur’ân-ı Kerim’in ibâdetin ruhu­
adama emri çok çarpıcıdır. Şöyle
(Müddessir: 1-5)
Âyeti kerime maddi anlamda
elbiseyi temiz tutmak ve pislik­
ten sakınmayı emrettiği gibi iç
dünyada ki temizliğe ve hicrete
de işaret eder. Nitekim merhum
Elmalılı bu âyetin tefsirinde şöy­
le der: “siyab” (giysi) kelimesi
nefisten veya kalpten kinaye ol­
mak üzere birçok tefsirci âyetini
Ü m ran-A ğustos .2 0 0 3
15
GÜNDEM
“kendini veya kalbini günahtan,
haksızlıktan temiz tut, yaptığın
uyanları kabule engel olacak kir­
li huylardan salcın, öğütlerinin
kabul edilmesini sağlayacak olan
güzel ahlâk ile ahlâklan” diye
manevî ve ahlâkî temizlik ile tef­
sir etmişlerdir.”
Özellikle
beşinci
âyette
“ve'r'rücze feh c ü r ” pislik ve
azaptan uzak dur, onlardan h ic­
ret et, emri, insanın metafizik
âlemde hicretine vurgu yapar.
Zaten gerçek tevbe ve teslimiyet
bu ilk hicretle başlar.
İç dünyasında şirkten, fısk u
fücûrdan tevhîde; rızay-ı İlâhiye
hicret edememiş bir kişinin mad­
di dünyada da hicret etmesi ve
hicret niyetine farklı hedefler de
katmaması oldukça güçtür. Bu
yüzden olacak ki Hz. Ömer’in
(r.a) rivayet ettiği bir hadis de
Efendimiz(s.) şöyle buyuruyor:
“Ameller niyetlere göredir.
Herkese niyet ettiği şey vardır.
Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve
Resulüne ise, onun hicreti Allah
ve Resûlünedir. Kimin hicreti de
elde edeceği bir dünyalığa veya
nikâhlanacağı bir kadına ise,
onun hicreti de o hicret ettiği şe­
yedir.”1
Takva - Örtü İlişkisi
Yukarıda anlatılanların ışığında
şöyle dersek yanılmış olmayız:
Tesettürü tesettür yapan, onu
giymiş bedenin taşıdığı ruhun
kalitesidir, takvasıdır, vakarıdır.
Bütün ibâdet ve davranışlarda
olduğu gibi tesettürün ruhu da
budur. Tesettürü podyumlarda
mankenler de giyiyor; ancak,
dikkat ettiyseniz tesettür o be­
denleri örtmüyor, birkaç metre
kumaştan başka bir sev ifade et­
miyor. Manken tesettürü, “lüt16 Ü m ran-A ğustos •2003
Manken
tesettürü,
“lütfen bana bak” eti­
keti gibi durmakta­
dır. Kadının kişiliğini
değil dişiliğini öne çı­
karmakta ve maalesef
kadını cinsel bir obje
olarak sunmaktan ge­
ri durmamaktadır.
fen bana bak” etiketi gibi dur­
maktadır. Kadının kişiliğini de­
ğil dişiliğini öne çıkarmakta ve
maalesef kadını cinsel bir obje
olarak sunmaktan geri durma­
maktadır.
Modernitenin kadına kurdu­
ğu en büyük tuzak, sözümona
“özgürlük” kurmacasında onu so­
yup erkeğin cinsel objesi kılması­
dır. Modernitenin, koyduğu öl­
çülere göre, güzel olmayan ve
cinsel obje olmaktan çıkmış yaş­
lı kadınlara tahammülsüzlüğü­
nün sebebi de burada yatmakta­
dır. Bunun farkında olan Batı
kadını ilerleyen yaşına rağmen
genç ve güzel kalabilmek için es­
tetik ameliyatlara, güzellik sa­
lonlarına servetler harcamakta­
dır. Zira, yine Batı’da ortaya çık­
mış aydınlanma paradigması
olan “düşünüyorum o halde va­
rım”ın yerini “ soyunuyorum , tü­
ketiliyorum, o halde varım” al­
mıştır. Ben varım diyen kadının
varlığını özellikle bedeni üzerin­
den ispatlaması gerekmektedir.
Sanatçı kişiliğinden daha fazla
seksi özellikleriyle öne çıkmış
güya sanatçılar ideal modeller
olarak toplumun önüne konmuş­
tur.
G enç nesillere Madonna’yı
sorsak bilmeyen çıkar mı acaba?
Yada artist, şarkıcı vb. taifeden
isim sorulsa kaç isim bir çırpıda
sayılabilir? Peki, akıl kalitesiyle,
insanlığın yararına ürettikleriyle
“ben varım” demiş hanım ismi
sorulsa acaba aynı insanlar isim
verebilirler mi? Neden keyfiyet
sahibi hanımlar model olarak su­
nulmaz? Neden; estetik, cazibeli,
soyunan kadın genç dimağlara
model olarak sunulur? Bir Hz.
Meryem, bir Hz. Aişe, acaba ne
kadar modeldir? Bu pörsümüş
zihniyetin şimdilerde tesettüre el
atmasının aceb sebebi ne ola? Bu
soruları çoğaltarak kendimize
sormalı değil miyiz?
Örtülüyken Çıplak Olmak
Örtülüyken çıplak olmak müm­
kün müdür? İlginçtir, bu soru İs­
lâm’ın ilk dönemlerinden beri
tartışılır olmuştur. Böyle bir va­
kıa olduğundan değil elbette.
Peygamber Efendimizin(s.) bir
hadislerinde fitne tezahürlerin­
den olan; “örtülüyken çıplak ka­
dınlar” zümresini zikrettiğinden,
hadis şârihleri de bu konuyu vu­
zuha kavuşturmaya çalışmış;
‘hem örtülü hem de çıplak’ habe­
rini ümmete bir uyarı olması se­
bebiyle de tartışmışlardır.
Öncelikle bu garabeti haber
veren hadisi şerifi zikredelim:
TESETTÜRÜ BEKLEYEN TUZAK /
Ebû Hureyre(r.a) Peygamber
Efendimiz’in(s.) şöyle buyurdu­
ğunu rivayet etti: “Cehennem
halkından iki sınıf var ki ben on­
ları görmedim: 1) Yanlarında bu­
lunan, sığır kuyruğu gibi lcırbaç(cop)larla insanları döven
bir topluluk, 2) Başları (saçları)
deve hörgücü gibi olan, zarif ve
cazibeli, giyinik oldukları halde
çıplak kadınlar. Ki bunlar cen­
nete giremeyecekleri gibi onun
kokusunu bile alamayacaklardır.
Oysa cennetin kokusu nice uzak
mesafelerden alınır.”2
Hadis şârihlerinin bu hadisi
anlamlandırmada zorluk çekme­
leri hadisi anlamlandıramadıkları manasına gelmez. Ancak, bu
garabetin yâni örtünme ve çıp­
laklığın aynı anda birarada olma­
sı, tezatların birarada olması ma­
nasına geldiğinden şerhte zorlan­
dıkları âşikârdır. Eğer Hadis şârihleri bizim gördüklerimizi gör­
selerdi: “Ya Rab! Habibine bah­
şettiğin bir mucize herkese aşikâr
oldu. Giyinik ama çıplak kadın­
lar zümresi bu asırda olduğu ka­
dar başka hiçbir asırda tezahür
etmedi!” derlerdi.
Söz hadis şârihlerinden açıl­
mışken, onların mezkur hadis
üzerine söylediklerinden bir neb­
ze de olsa zikretmek sanırım ya­
rarlı olur:
Örtülüyken açık olma hali
genel olarak; bedeni yahut bede­
nin tenini hissettirecek tarzda
şeffaf giysilerle örtünmek3, yahut
kokular sürerek topluma çıkmak,
kırıtarak yürümek, haramlara
meyletmek vb. fitne tezahürleri
tarzında anlaşılmıştır.4
Bu yorumlara, örtüyü bedene
yapışacak, beden hatlarını belli
edecek tarzda dar ya da pantolon
giyinme, tesettürü; bedeni teşhir
eden, zararlı okları -yabancı ba­
kışı- celbeden bir araç kılma hal­
leri de katılabilir. Benim önce­
likle bu hadisten anladığım,
“ H icab'ı
hicapsızlctştırm ak”
alarmıdır.
Kendisiyle röportaj yapan ga-
DEMİREL
ledilmek isteniyor. Bu cinâyete
dur diyelim. Suskunluğumuzla,
tepkisizliğimizle bu cinâyete or­
tak olmayalım.
Tesettürü, üniversite kapısın­
daki yasakçı zihniyet ruhsuzlaştı-
Tesettürü tesettür yapan, onu giymiş bedenin taşı­
dığı ruhun kalitesidir, takvasıdır, vakarıdır. Bütün
ibâdet ve davranışlarda olduğu gibi tesettürün ruhu
da budur.
zeteye, nargile içerken ve bur­
nundan duman çıkarırken poz
veren, toplum içinde elinde siga­
rayla tafra atan, Tarkan’ın kon­
serine gidip en ön safta: “Tar­
kan! Senin için çıldırıyorum!”
çığırtkanlığı yapan tesettürlü
acaba ne kadar kendinde? Ve ne
kadar tesettürünün bilincinde?
Bu tür görüntüler tesettürün,
metafizik alemle ilişkisini nasıl
koparacağının alametidir; sekülerleşmesidir.
Son Söz
Takva, Allah Teala karşısında
ruhun tüm samimiyetiyle saygı
duruşudur. Amele yansıması da
O ’nun buyruklarını sevgi ve kor­
ku dengesinde eda etmektir.
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“A llahü Teala o takvâ sâhiplerini sever.”(Al-i İmrân: 76)
Zira, Allah’a itaatin ve bütün
güzel davranışların temelidir tak­
vâ. Takvâsız tesettür vakarsızdır;
işte bu nokta, tesettür özelinde
ibâdet ve geleneğin ayrıştığı
noktadır.
Tesettürden takvâ çalınmak
isteniyor; yani tesettürün ruhu
isteniyor: sözün özü, tesettür kat­
ramaz. Tesettürü ancak bizim
duyarsızlığımız ruhsuzlaştırır, ahlâksızlaştırır. O zaman üniversite
kapısındaki yasakçı zihniyet ruh­
suzlaştırılmış tesettüre geçit ve­
rir. Şu bilinmelidir ki, yasak ‘bir­
kaç metrelik kumaş parçasına’
değildir, yasak o kumaştaki ruha­
dır; ahlâkadır; özedir.
Davetkâr bir bakış İslâm’da
nasıl reddedilmişse, davetkâr bir
tesettürün de reddedileceği izah­
tan varestedir. Tesettür herşeyden önce ruhsal bir edeptir; bu
onun bedensel bir edep olduğu­
nun inkarı değil bilakis gerekçe­
sidir.
Nûr Suresi’ne iman etmiş bir
tesettür bu edebi en güzel şekilde
temsil edecektir!
■
Dipnotlar
1 Buhâri, Bed’ü’l'Vahy 1; Müslim, İmaret
155.
2 Müslim, III, 1680, hn. 2128; Muvatta,
II, 913, hn. 1626. Hadisin lafzı Müs­
lim’e aittir.
3 Bknz: İbn Abdu’l-Bir, Ebu Omer Yusuf
b. Abdlullah en-Nemeri: Tem hîd,
Fas: Vizâratu umumu’l-Evkaf, 1387.
13/204; Es-Suyuti, Abdurrahman b.
Ebî Bekr: Tenvîru’l-Havctlik, Mısır: elMektebetu et-Ticâriyyetu el-Kubrâ,
1969. 1/216.
4 Bknz: En-Nevevi, Ebu Zekeriyyâ Muhyiddîn b. Şeref: Sahîhu Müslim bişerh i’n-Nevevî, el-Kâhira. Daru’d-Diyân lit’Turâs. 17/190.
Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
17
EMPERYAL BAKIŞ
E D W A R D S A İD
Ç eviren: M eh m et B A B A C A N
A BDli entelektüel Edvoard Said’in
bu son makalesi Irak’ın yaşadığı
Anglo-Sakson işgalinde de açıkça gö­
rülen emperyal bakış sorununu irde­
liyor. Özelde A BD ’nin İslam dün­
yası ve toplumlarına bakışım Filistin
örneğinden hareketle ortaya koyan
yazar, burada liberal bir iktidar ar­
zusunu da saklamıyor.
mperyal bakıştaki çarpık­
lıklar Ortadoğu toplumlarında acının sürmesine ve
direnişin en uç örneklerine neden
olan daha ileri boyutlarda sapma­
lara yol açıyor.
Büyük modern imparatorluk­
lar sadece askeri güçleri ile değil,
aynı zamanda bu gücü harekete
geçiren, kullanımına imkan veren
ve hakimiyetin, inancın ve otori­
tenin günlük pratikleri yoluyla uy­
gulayan etkenlerle bütünlüklerini
sağlamış ve korumuşlardır. Britan­
ya geniş Hindistan topraklarını
yalnızca birkaç bin kolonyal gö­
revli ve birçoğu Hintli olan birkaç
bin askerle yönetti. Fransa Kuzey
Afrika ve Çinhindi’nde, Hollanda
Endonezya’da, Portekizliler ve
Belçikalılar ise Afrika’da aynısını
yaptılar. Emperyal bakışın anah­
tar unsuru, uzak yabancı bir varlı­
ğa bakışta kişinin(yerel unsur)
kendi görüşünü yabancının emri­
ne vererek, kişinin kendi bakış
açısıyla tarihini yeniden inşa ede­
rek insanlarını kaderlerine kendi­
E
18 Ü m ran-A ğustos •2003
lerinin değil; kendileri için en iyi­
sini düşünen uzak yöneticilerin
karar vermesine ikna etmektir. Bu
tür kararlı bir bakış emperyalizmin
iyi ve gerekli bir şey olduğu da da­
hil esas fikirlerin gelişmesini sağlı­
yor. İmparatorlukları bir arada tu­
tan kavramsal yapıştırıcı hakkındaki en akıllıca yorumlardan bi­
rinde Anglo-Polonyalı romancı
Joseph Conrad şunları yazıyordu:
“çoğu zaman bizlerden farklı deri­
leri ve daha yassı burunları olan
insanların elinden almak anlamı­
na gelen yeryüzünün fethi, derin­
lemesine baktığınızda pek de hoş
bir şey değil. Tek iyi tarafı yalnız­
ca fikirdir; arkasında yatan fikir.
Duygusal bir oyun değil, üzerine
dayanabileceğiniz, önünde saygıy­
la eğileceğiniz ve uğruna kurban­
lar sunacağınız bir fikir ve bu fikir­
deki cömert inanış...”
Kolonyal liderler yanlış bir bi­
çimde yegane yolun emperyal oto­
rite ile işbirliği olduğunu düşün­
düklerinden, bu yöntem bir süre
işe yaradı. Fakat emperyal bakış
ile yerel olan arasındaki diyalektik
kaçınılmaz olarak karşı karşıya ve
sürdürülemez hale geldikten sonra
yöneten ile yönetilen arasındaki
bu gerilim başa çıkılamaz bir hal
alıp, Cezayir ve Hindistan’daki gi­
bi kolonyal bir savaş patlak ver­
miştir.
_Arap ve İslam dünyası üzerin­
deki Amerikan idaresi şimdilik
böylesi bir noktadan biraz uzak
görünüyor. Asgari 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan strate­
jik çıkarları bol miktardaki petro­
lün güvenliğini sağlamak ve İsra­
il’in herhangi bir komşusu üzerin­
de ve bölgede mutlak hakimiyeti­
ni ne pahasına olursa olsun temin
etmek istikametinde olmuştur.
Amerika’nınki de dahil olmak
üzere her imparatorluk dünyaya
kendisinin diğer imparatorluklar­
dan farklı olduğunu ve taşıdığı
misyonun kesinlikle yağmalamak
ve kontrol etmek olmadığını; doğ­
rudan ya da dolaylı olarak yönetti­
ği insanları ve yerleri eğitmek ve
özgürleştirmek olduğunu anlatır.
Ancak bu fikirler pek çok konuda
aksini düşünen bölge insanları ta­
rafından paylaşılmaz. Yine de, bu
durum Arap/İslam dünyası üzerin­
deki Amerikan enformasyon, po­
litika ve karar verici araçların yal­
nızca Arap/İslam dünyası değil,
Araplar ve İslam hakkındaki bilgi
kaynakları acınası bir şekilde ve
trajik olarak yetersiz olan Ameri­
kalılara da kendi bakışını dayat­
masına mani olamıyor.
Amerikan diplomasisi İsrail
lobisinin Arapbilimciler olarak
nitelenen insanlara yönelik siste­
matik saldırıları nedeniyle sürekli
zarar görüyor. Bugün Irak’taki
150,000 Amerikan askerinin ol­
dukça küçük bir kısmı Arapça bi­
liyor. David Ignatiun bu noktayı
14 Temmuzdaki “Washington
Arapbilimcilerin Eksikliğinin Bedeli­
ni Ödüyor” başlıklı harika yazısında(http://
www._____ dailvst a r . c o m. l b / o p i n i ^
on/14 07 03 b.asp) Francis Fukuyama’nın sorunun “Arapbilim­
cilerin yalnızca Arapların değil,
aynı zamanda kendi kendilerini
aldatmalarının yükünü taşımak
zorunda olmaları”ndan kaynak-
EMPERYAL BAKIŞ
Bu ülkede Arapça bilgisi ve
geniş Arap kültürel geleneği ile
yakından tanışıklık İsrail’e yöne­
lik bir tehdit gibi algılanıyor.
Medya Araplar hakkında en ber­
bat klişeleri kullanıyor( örneğin
Cynthia Ozick 30 Haziranda Wall
Street Journal'deki Hitleryen eday­
la kaleme aldığı yazısında Filistin­
lilerden “hayatı zorbalıkla yaşan­
maz bir hale getiren ve kiiltçülüğü
kötü bir ruhçuluğa yükselten in­
sanlar” şeklinde bahsediyor. Bu
sözlerin yeri tam olarak ancak Nuremberg toplama kamplarıdır.)
Amerikalılar kuşaklar boyun­
ca Arap dünyasını genel olarak
tehlikeli, terörizm ve dini fanatiz­
min türediği, anti-demokratik ve
ölümcül bir biçimde anti-semitik
olan kötü niyetli hocaların gençli­
ğe zararlı bir anti-Amerikancılık
aşıladığı bir yer şeklinde gördüler.
Cehalet bu gibi durumlarda doğ­
rudan bilgiye dönüşüyor. Sürekli
olarak gözden kaç(ırıl)an şey ise,
ne zaman “sevdiğimiz” biri ortaya
çıksa- örneğin İran Şahı ya da En­
ver Sedat- Amerikalılar onun ce­
sur ve öngörü sahibi biri olduğunu
ve “bizim” için ya da “yolumuz”da
işler yaptığını düşünürler; emperyal güç oyununu ve yaşamak için
mutlak otoritenin suyuna gitmek
gerektiğini anlamış olduğu için
değil de ortak değerleri paylaştığı­
mız için... Suikaste kurban gidi­
şinden neredeyse çeyrek yüzyıl
sonra, abartısız şekilde, Enver Se­
dat unutulmuş ve sevilmeyen bir
kimsedir; çünkü Mısırlılar kendi­
sinin Mısır’dan önce Amerika’ya
hizmet ettiğini düşünüyorlar. Ay­
nı şey Şah için de söz konusu. Env
peryal bakıştaki sapmalar Ortado­
ğu toplumlarında acının sürmesi­
ne ve direnişin en uç örneklerine
ve politik meydan okumalara ne­
den olan daha ileri boyutlarda
/ SAİD
sapmalara yol açıyor.
Bu durum özelde şiddetle suç­
lanan Arafat’ın yerine Mahmud
Abbas (Ebu Mazen)’ı liderlik kol­
tuğuna getirerek kendilerini yeni­
leyen Filistinliler için geçerli. Fa­
kat bu bir gerçeklik değil emperyal
yorum meselesi. Hem İsrail hem
de ABD, Arafat’ı Filistinlilerin
geçmiş bütün hak iddialarını orta­
konusunda bilgilendirmeleridir.
dan kaldıracak ve bazı İsraillilerin
“ilk günah” diye nitelendirdiği,
1948’de Filistinlilerin evlerinden
çıkarılıp sürülmesi konusunda ni­
hai zafere ulaştıracak yerleşim me­
selesinde yolu tıkamakla suçluyor.
Yıllar boyunca Arap ve Batılı
medyada eleştirdiğim Arafat,
1996’daki yasal seçimlerdeki başa­
rısı ve kendisi dışında hiçbir Filis­
tinlinin elde edemediği meşruiyet
nedeniyle evrensel Filistin lideri
olarak tanınıyor. Bir bürokrat olan
ve uzun yıllar Arafat’ın emrinde
çalışan Ebu Mazen ise bu özellikle­
rin çok azma sahip ve halk deste­
ğinden yoksun durumda.
Dahası, artık hem Arafat’a
hem de İslamcılara karşı bağımsız
ve tutarlı bir Filistin muhalefeti
(Bağımsız Ulusal Girişim) mev­
cut, fakat bu hareket hiç dikkat
çekmiyor çünkü Amerikalılar ve
İsrailliler kendilerine hiçbir güç­
lük çıkarmayacak uysal bir yöneti­
ci istiyorlar. Ancak böyle bir mu­
tabakat sağlanabilse dahi bir süre
tehir edileceğe benziyor. Bu em­
peryal bakışın dar görüşlülüğü, da­
hası körlüğü ve cehaletidir. Ben­
zer durumlar Amerika’nın Irak’a,
Suudi Arabistan’a, Mısır’a ve di­
ğerlerine bakışında tekrarlanıyor.
Bu bakışlardaki sorun son derece
yetersiz ve ideolojik oluşları;
Araplar ve Müslümanlar hakkın­
da Amerikalıları fikir sahibi kıl­
mak yerine Araplar ve Müslü­
manların nasıl olmaları gerektiği
ği politikaları uyguladığı ve aynı
Büyük ve olağanüstü derecede
zengin bir ülkenin böylesine kötü
yönetilen, zayıf hazırlanılmış şe­
kilde ve son derece beceriksizce
gerçekleştirdiği Irak işgali kötü bir
karikatür oldu. Entelektüel ze­
minde ise Paul Wolfowitz gibi
akıllı bir bürokratın nasıl böylesi­
ne muazzam bir beceriksizlik örne­
zamanda insanları ne yaptığının
farkında olduğuna inandıraralc ka­
faları karıştırdığını aklım almıyor.
Özelde bu emperyal bakış,
Araplara kendi ulusal gelecekleri­
ni kendilerinin tayini hakkını ta­
nımayacak uzun vadeli Oryanta­
list bir bakıştır. Araplar farklı,
mantık yoksunu, doğruyu söyle­
mekten aciz, temelde bozguncu ve
tehlikeli insanlar şeklinde tasav­
vur ediliyorlar. 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgalinden bu yana
Arap dünyasında, -bazı faydaları
olmakla birlikte- birçok insan için
anlatılmayan bir sefalet üreten, bu
öncüller üzerine kurulu kesintisiz
bir emperyal varlık yer almakta­
dır. Fakat Bernard Lewis ve Fuad
Ajami gibi her türlü yoldan zehir­
lerini Araplara yönelten ABD da­
nışmanlarının aldatıcı iltifatlarına
o denli alıştık ki, yaptığımız şeyin
doğruluğuna çünkü Arapların bu­
nu hak ettiklerine inandık. Bir İs­
rail dogması olan bu görüşler Bush
yönetiminin merkezinde yer alan
yeni muhafazakarlar tarafından
sorgusuzca paylaşıldığından, basit*
çe yangına körükle gidiliyor. Do­
layısıyla yıllar boyunca karmaşa
ve sefalet içinde yaşayan dünya­
nın bu yerinde esas sorun, Ameri­
kan gücünün mümkün olduğunca
basit ve kaba bir şekilde kullanıl­
ması oluyor. Fakat ne pahasına ve
hangi sona doğru?
■
Ü m ran-A ğustos •2003
19
GÖÇEBE BEDEN -1:
BAŞÖRTÜSÜ VE METAFİZİK
D İL A V E R D E M İR A Ğ
B
aşörtüsü üzerine kadınlar
konuşmadıkça, onlar ya­
zıp konuyu sahiplendik­
lerini göstermedikleri sürece on­
lar adına konuşan, temsil niteliği
taşıyan yazılar yazmayacağımı
belirtmiştim. Son zamanlarda üstüste çıkan kitaplardan, yazılar­
dan sonra artık kendimi bu ko­
nuda daha rahat ve özgür hisse­
debiliyorum. Bu konuda ken­
dimce bakış açımı içeren bir söz
bolluğu içinde olmama karşın
kendimi kısıtlama eğilimindeydim, artık iplerim çözüldü. A n­
cak yine de kimi kayıtlarımı mu­
hafaza etmek istiyorum. Bu ko­
nuda asla kadınlara konuşma­
mak taraftarıyım, çünkü her ne
kadar dayanışma amacı taşısa da,
son tahlilde ortaya koyduklarım
yine de bir temsil. Bu ise benim
2 0 Ü m ran-A ğustos •2003
Anarşistçe siyasal tavrıma ters
düşüyor. Bu nedenle bu yazı da
dahil başörtüsü konusundaki ya­
zılarımın muhatabı her daim er­
kekler, çünkü bu konuda (hadle­
ri olmadığı halde) en çok konu­
şan onlar ve üstelik konuyu ken­
di ataerkil erkeksi tahakkümer
mantıkları ile sınırlandırıyorlar.
Eleştirilerim en çok da muhazafakâr dindarlara, çünkü bu konu­
da en fazla yanlışı onlar yapıyor;
konuyu ya bir fetiş haline getiri­
yorlar ya da konunun olası hik­
metlerini minimum düzeyde tu­
tarak, meseleyi salt bir ahlak, bir
namus meselesine indirgeyiveriyorlar. Hal böyle olunca da ba­
şörtülü kadınlar iki erkeksilik,
iki ataerkillik arasında eziliyorlar
ve son darbeyi de her konuda
ataerlcilliği topa tutan feminist
kadınlardan yiyip ya köşelerine
çekiliyorlar, ya başörtüsünü üzer­
lerinde adeta bir zorunluluk gibi
taşıdıklarını ima eder bir halde
kendilerini modanın rahatlatıcı
buldukları sularına atıyorlar. Ba­
zıları belki de açılacaklar, ama
erkeklerden azar yemekten, taciz
edilmekten korktukları için ba­
şörtüsünü bir aksesuar olarak
üzerlerinde taşıyorlar. Böylece
bilerek ya da bilmeyerek başörtü­
sünü kadını esaret altında tutan
bir bukağı, bir gerilik olarak gö­
ren zihniyete mevzi kazandırmış
oluyorlar. Elbette bunu yapan
kadınlara sözüm yok, onlar çift
yönlü bir baskı altında, üstelik
bir de vicdanlarının ağırlığı al­
tında eziliyorlar ve kendilerine
modanın açtığı nefes boruları ile
soluk alacakları küçük alanlar
yaratıyorlar. A llah’tan ki son
dönemde Cihan Aktaş’ın, Nazife
Şişman’ın, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun kitapları çıktı da
konuya hiç olmazsa biraz da ka­
dınsı duyarlılık katılmış yayınları
okuma olanağı çıktı. Ama bence
hâlâ başörtüsünün kozmolojisi
yazılmayı bekliyor. Bu yazılma­
dıkça da konu asla dini bir ek­
sende tartışılamayacak ve isteye­
lim ya da istemeyelim konu hep
ya batı sosyolojisinin tersten ya­
zılmış ya da doğrudan ona daya­
nan versiyonları içinde dönüp
duracak. Ve istemeden de olsa
konu dünyevileşecek. Sonuçta
her alanda olduğu gibi kapita­
lizm tüm mevzileri tek tek ele ge­
çirerek İslam’ı yapı bozumuna
uğratacak ve ortaya Protestanlaşmış, melez İslami kimlikler çıka­
cak. Bunda da hiç kuşkumuz ol­
masın en büyük pay sağcılaşan
duruşu ile muhafazakârlığın ola­
cak. Nitekim küresel kapitaliz­
min neo-liberal dalgalarını uygu­
BAŞÖRTÜSÜ VE METAFİZİK /
DEMİRAĞ
lamada, Amerika’yla sıkı fıkı ol­
mak noktasında muhafazakâr
AKP ye nasip olanlar hiçbir ikti­
dara nasip olmadı. Sadece bu ol­
gu bile muhafazakârlığın içine
düştüğü sefaleti ve bunun açmaz­
larını ortaya koymakta. Her ney­
se konumuz sağcı AKP ve onun
kapitalizan işleri değil. Bu konu­
yu İslam-kapitalizm ekseninde
bir başka yazıda ele alırım inşaallah.
Gelelim ; bayram değilken,
seyran değilken, bu başörtüsü
meselesi nerden çıktı!? Açıkçası
bir itiraf, beni bu yazıyı yazmaya
kışkırtan Radikal İki’nin 20 Tem ­
muz günkü nüshasında çıkan Sü­
reyya Su’nun yazısı oldu. Yazar
konunun batı dışı modernlik ara­
yışı ekseninde ele alınması ge­
rektiğini belirtiyor yazısında.
Öncülüğünü Nilüfer G öle’nin
yaptığı bu sol-liberal yaklaşım,
hiç kuşku yok ki pozitivist modernistlerin baskıcılığı karşısında
daha yeğlenir gözüküyor. Ne de
olsa durumu anlamaya yönelik
bir çaba var. Ancak son tahlilde
bu anlayışlar da konuyu asıl alın­
ması gereken noktadan almayan
bakış açılarından. Konuya İslam­
cılık ve İslamcılığın bir imkan
olarak batı dışı modernlik oluş­
turma çabası merkeze alınarak
yaklaşılıyor ve dini bir sembol
olan başörtüsü, saha araştırmala­
rı ile de desteklenerek, erkek ka­
musal alanda kadınların varolma
savaşımı olarak lanse ediliyor.
Ve sonuçta başörtüsü kimlik sos­
yolojisinin labirentlerinde asıl
niteliklerinden soyutlanarak, te­
mizlenip, post-modern gustonun
beğenisine uygun bir biçime so­
kularak, tabii lci üzerine özgürlük
sosu dökülerek tüketime sunulu­
yor. Oysa ki başörtüsünü ne İs­
lamcılığın siyasal varoluş müca­
delesi ile ne de kimlik sosyolojisi
ile iüşkilendirilerek anlamak
olanaklı. Konuyu bu alana hap­
settiğimiz sürece, dinsel bir konu
seküler bir düzleme sıkışmaktan
asla kurtulamaz. Hiç kuşku yok
ki Kur’ân’da başörtüsü ile ilgili
âyetler, pekala da toplumsal vur­
gular taşıyan ve muhafazakârları
haklı kılacak bir edep vurgusu
taşıyan bir biçimde okunmaya
hayli müsait. Ama unutmayalım
ki, vahiy kimi zaman toplumsal
vurgular taşısa da, Kitabın sem­
bolik katmanları pekâlâ da başka
anlamlar üretmeye, alegorik
okumalara hayli müsait bir an­
lam katmanları ile örülü. Dolayı­
sıyla neden sadece toplumsal an­
lamlar taşıyan bir düzlemde oku­
malar yaparak, başörtüsünü, içer­
diği metafizik anlam zenginliğin­
den soyutlayıp tek boyuta sıkıştı­
ralım ki! Nasıl Adem ile Havva
kıssası sadece bir kıssa olmaktan
ibaret değil, orada evrensel me­
tafizik modeller olarak Erkek ile
Kadın’ın, ama aynı zamanda pe­
kâlâ da başka göndermelerin ör­
neğin ruh ile maddenin (keyfî
bulunabilir ama Guenonien
okumalar anlam katmanlarını
açmada daha metafizik bir duru­
şa sahip) sembolik anlamları üze­
rine de anlatımlar olarak okuna­
bilir. Aynı ilkenin başörtüsü için
de geçerli olduğunu düşünüyo­
rum.
Bu nedenle başörtüsünün
kozmolojisi yayınlandığı gün ar­
tık sosyolojik yorumlar eskisi ka­
dar tehlike oluşturmayacak, ve o
zaman belki de başörtüsü sosyo­
lojinin ilgi alanı olmaktan çıkıp
derinlikler ruhbiliminin konusu
haline gelerek içerdiği anlam ge­
nişlemesi soruna başka bir derin­
lik kazandırmış olacak.
Ne yazık lci, başörtüsü sahip
olduğu dini içerikten soyutlana­
rak -tabi ki bizdeki baskıcı modernistlerin çabalarının bir so­
nucu olarak- kamusal bir özgür­
lük, bir kamusal görünürlük me­
selesine indirgeniverdi. O gün­
den beridir de başörtüsü hem
modernist despotların hem de
Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
21
GÜNDEM
onların simetrisi olan muhafaza­
kârların çabalan ile başörtüsü bir
tüketim nesnesine, bir koda, bir
gösterene dönüşüverdi. Böylece
Süreyya Su’nun deyimi ile me­
lezleşen başörtülü kadınlar hem
başörtüsü takarak din dairesin­
den çıkmamış oluyorlar, hem ka­
musal alanda rahatça, açık hem­
cinslerinin tersine herhangi bir
tacize uğramadan gezmenin ko­
laylığına, hem de moda aracılığı
ile estetik tatminler elde etmiş
oluyorlar. Hem de başörtüsünü
bir aksesuara dönüştürdüğü ve
gösteren haline getirdiği anda
“gerici” yaftası yemekten kurtu­
larak, muhafazakâr modem ola­
rak kabul edilebilir sınırlar içine
girmiş oluyorlar. Tekrar üzerine
basarak söylüyorum, bir erkek
olarak onları yargılamıyorum.
Benim eleştirimin odağını birey­
ler değil, olgular teşkil ediyor.
Benim itirazım başörtüsünün
moda aracılığı ile gösteren’e dö­
nüşmesine. Ve bu şekilde içeri-
tılması ve siyaset bezirgânı asıl
iktidar kanadınca yapılan en
ufak bir baskıda hemen atılacak
ilke safra yapılması. Nitekim
AKP de iktidar olur olmaz bu ko­
nuda “bizim birincil önceliğimiz
başörtüsü değil” deyivererek ka­
dınları bir kelimede harcayıver­
di. Erkeklere bu denli kızgın ol­
mam da bundan kaynaklanıyor.
Uğrunda mücadele vermedikleri,
bedel ödemedikleri bir konuda
kadınlardan daha militan olarak
kadınları cepheye sürüyorlar,
sonra da ilk zorlamada kadınları
ortada bırakarak, iktidarın insa­
fına terk ediveriyorlar. Ve sonra
aynı umarsızlıkla melezleşen bir
başörtülü kadını kolayca yargılayıveriyorlar. Benim tüm sessizli­
ğim ne yazık ki bundan kaynak­
lanıyor; ne ben, ne çevremdeki
kadınlar bu konuda hiçbir bedel
ödemek durumunda kalmadılar,
çünkü ben erkektim ve çevrem­
deki kadınlar da örtülü değiller­
di. Bu durum konuya iki kere
Örtü bir engeli, bir mesafeyi, unutuşu, uzaklaşmayı
ve ölü olmayı temsil eder. Hem manen ölü olmayı,
tersine hareketle manen öz yurduna doğru yapılan
çıkışta ise diri olmayı temsil eder.
ğinden boşaltılmasına, tüketim
kapitalizminin nesnesine dönüş­
meye başlamasına. Yoksa bir ka­
dın olarak kamusal görünürlü­
ğün rahatlığını, tacizden emin
olmanın ferahlatıcılığım , bu
mevzide başörtülü kadınların
vermiş olduğu kavgayı bilmiyor
değilim. Beni biraz da kahreden
uğrunda onca mücadele verilen
bir sembolün A K P’liler ve Islâmcı sosyete eliyle bu denli ucuzla­
2 2 Ü m ran-A ğustos •2003
hassasiyet göstermekle yükümlü
kılıyor beni. O yüzden de tüm
başörtülü kadınlardan (melezin­
den, militanına dek hepsinden)
özür dileyerek ve onlardan helal­
lik dileyerek bu konuda yazmak
cüretinde bulunuyorum. Lütfen
bana haklarını helâl etsinler. Bu
isyancı, anarşist ve kendince
dindar biri olma gayretindeki bu
kardeşlerinin zaman zaman sergi­
lediği ukalâhklan, acemiliğine,
ateşliliğine, isyancı ruhuna ama
hepsinden çok da sergiledikleri
mücadeleye ilişkin duyduğu aşırı
hassasiyete bağlasınlar lütfen.
Dahası yazdıklarımdan dolayı en
çok bir başörtülü kadın tarafın­
dan eleştirilmekten mutlu olaca­
ğımı lütfen bilsinler ve kalemle­
rini keskin kılmakta lütfen hiç­
bir çekince sergilemesinler. Had­
dim olmayarak kendimce, kendi
derinliğimce anladığım kadar bu
konuda düşündüğüm metafizik
vurguları dillendirmek amacım.
Dolayısıyla yazdıklarımın tüm
sorumluluğu sadece bana ait, da­
hası her konuda olduğu gibi bu
konuda da doğrusunu sadece A l­
lah’ın bileceğini bir an olsun ak­
lımdan çıkarmıyorum. Bu peş­
revden sonra Ümran okurlarının
sabrına sığınarak konuya ilişkin
fikirlerimi ifade etmek istiyorum.
Yalnız bu yazıda geçen yazılarda
olduğu gibi, konuya, önce batı
cephesinde girmeyeceğim. Bu
yazının asıl amacı her ne kadar
başörtüsünden yola çıkarak Islam-kapitalizm ilişkisini deş­
mek, ve İslâm’ın kapitalizme
ilişkin ne denli güçlü direniş
mekanizmalarına sahip olduğu­
nu göstermek ise de, bu yazıda
kadın ve modernlik, gözün ya­
hut bakışın modernlikteki merkeziliği ve kapitalizmdeki ege­
men konumu, kapitalizm, tüketimcilik ve gösteri, olguları te­
melinde bir “gösterge mezarlığı­
na” dönüşen kadın gövdesi, cin­
selliğin suistimali, çıplaklık ve
gösteren olarak konumu gibi ko­
nulan yazının son bölümünde
ele alacağım. Bu bölümde konu­
ya doğrudan, kalbinden yani me­
tafizik bir unsur olarak beden, bir
arketip olarak dişiiıic gibi konu­
lar temelinde bir İslami be­
BAŞÖRTÜSÜ VE METAFİZİK /
den(sizlik) teorisine giriş yapma­
yı deneyeceğim ve bu bağlamlar­
da başörtüsünün metafizik an­
lamlarını ele almaya çalışacağım.
İnşaallah nasip olursa bu yazdık­
larımı daha da geliştirip metafi­
zik bir beden(sizlik) teorisi ve
ilahi göriinmezlik makamı olarak
başörtüsü konusunda bir kitap­
çık denemesi kaleme almayı da
planlıyorum.
Metafizik B ir Beden
Olarak Tenzil
İslam metafiziği açısından aslolan Ruh’tur. Maddi alem olarak
dünya hayatı geçici olduğu için
beden de geçicidir. Hatta bir çok
sufi için beden bir hapishane,
dünya da bir işkencehanedir. Bu
nedenle, insanın özü de son tah­
lilde Ruh’tur. Yine bu nedenle,
bir anlamda denilebilir ki, Ruh
bu âlemde insan sıfatında tecelli
etmiştir. Adem hem yokluktur
hem de tenzil yani iniş olarak
varlık. İnsanın özünü teşkil eden
Ruh emir aleminde iken, adem
suretine bürünerek tenzil etmiş­
tir. Ve Ruh olarak Allah’a inti­
sap ettiğinden, sonunda yine ona
dönecektir. Bu yüzden birçok sufi için ölüm gerçek bir hürriyet,
bir bayram olarak görülmüştür.
Ancak burada sözü edilen sufilerin ‘Külli nefs’, yahut ‘Rûhü’lKuds’ olarak adlandırdıkları
Ruh, âyette sözü edilen üfürülmüş ruh olmakla birlikte, Zat-ı
İlahi değil, onun bir tür sûreti
olarak kabul edilir. Ruh insanın
asli niteliği, beden de onun geçi­
ci konağı olduğundan, metafizik
bakımdan aslolan beden değil
ruhtur. İnsanın beden suretinde
halk edilmiş olmasının nedeni
bu dünyadaki geçici varlığına en
uygun form olmasıdır.
Konuyu bu eksende çerçeve­
lendirdikten sonra, tenzil ve per­
de sembolizmleri ekseninde be­
den ne anlam ifade ediyor, biraz
da ona değinmek gerekiyor. Tasavvufi bakımdan tenzil varlıkta
bir mertebe kaybını, düşüşü ifade
eder. Bu nedenle insan sııretinde
halkolmak, insanın asli niteli­
ğinden, asli vatanından geçici
olarak uzaklaşmasıdır.
Şucai’nin deyimi ile tenezzül
yani iniş “Bir varlığın veya haki­
katin, kendi asli suretinden, ilk
mertebesinden inmesi, söz konu­
su bu varlığın veya hakikatin da­
ha değersiz bir mertebelerde te­
celli etmesinden ib a r e ttir .İ n iş
süresince varlık bir üst makamla
olan ilişkisini yitirir ki, buna per­
de denir. Perde varlığın asli öz
niteliklerde bir yitişi ve hakikat
karşısında uzaklaşmayı ifade
eder. Bir üst mertebeyi, bir alt
mertebeden gizlemek ve o mer­
tebeler karşısında bir engel oluş­
turmak da perdenin nitelikleri
arasında bulunur. Bir anlamda
varlık dikey bir biçimde inişe
geçtikçe asli niteliklerine yaban­
cılaşır. Beden bu perdeler içinde
en karanlık ve en kalın olanıdır.
Ruhun bedenlenmeden önce
geçtiği perdeler nurani ve latif
iken bedenlendikten sonra geç­
tiği perdeler, kesif ve karanlıktır.
DEMİRAĞ
Bu nedenle tasavvufi açıdan nef­
se boyun eğmek ya da bedenden
doğan isteklere tam teslimiyet
insanı beden hapishanesine
mahkum kılar. Özetlersek İslam
metafiziği bakımından beden in­
sanın öz yurdu olan manevi alem
ile ilişkisinde bir engel, bir per­
dedir ve her adım maddi varolu­
şun göstergesidir. Bedene gere­
ğinden fazla önem vermek ise
dünyaya meyletmek anlamına
gelir.
Tüm bu anlamlar ekseninde
toparlarsak, örtü perde metaforu
çerçevesinde bir engeli, bir me­
safeyi, unutuşu, uzaklaşmayı ve
son tahlilde ölü olmayı temsil
eder. Hem manen ölü olmayı
(tenzil mertebesinde), uruc yani
tersine hareketle manen öz yur­
duna doğru yapılan çıkışta ise di­
ri olmayı temsil eder.
Meseleye bu boyutu ile ba­
karsak başörtüsü, bir kadının ar­
tık kadınsı benlik olarak ölümü­
nü, ama manevi olarak dirilmesi­
ni gösterir. En basit manası ile
ise maddi varoluşun bir gösterge­
sidir. Bu da şu demektir, biz mad­
di varoluş aleminde bedenli var­
lıklar olarak nefsen diri, ancak
ruhen, ya da manen bir tür ölüm
halindeyizdir. Manen uyanık
olup da, zulmet perdelerini kaldırabilseydik ve nefsimizi bir da­
ha dirilmemecesine öldürseydik
o zaman bedensel varoluşun ge­
tirdiği kısıtlamalara tâbi olmaz­
dık. Nefsen ölüler olabilseydik o
zaman da kadının örtünme ge­
rekliliği olmayacaktı. Böyle bir
gereklilik, henüz maddi varoluş
boyutunu aşıp da manen diriler
olamayışımızdandır.
■
Dipnot
1- M . Şu cai, N efis T ezkiyesinin N azari
E sasları, İn san yay.
Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
23
HAYAT DA ÖLÜM DE ALLAH İÇİN...
A B D U L L A H Y IL D IZ
Biz fânîler için ölüm kaçınılmaz; ölümsüzlük, bâkî
ve hay olan Zât-ı Kibriya’ya mahsus...
Hiç kuşku yok ki, “her nefis ölümü tatlıcı­
dır. ”(3/185) Ölüm, ba’sü ba’de’l-mevt’e ve ebedî
âleme inananlar için bir ‘son’ değil; bir ‘vuslat’ ve
başlangıç...
Geçen ay fikir ve hareket öncülerimizin, dost­
larımızın, kardeşlerimizin, onların yakınlarının
ölümlerini yaşadık, acılarını duyduk; bu vesileyle
daha önce ölenlerimizi hatırladık, öiümü konuştuk,
tefekkür ettik, hepsine dualar gönderdik...
Fikir ve edebiyat dünyamızın müstesna isimle­
rinden Alaeddin Özdenören ağabeyin vefatının ar­
dından, Türkiye ve dünya müslümanlarının tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinin bayraktarlı­
ğını yapan Özgür-Der yöneticileri Özlem Özyurt
ve Macide Göç kardeşlerimizin ani ölümleriyle sar­
sıldık. Bu arada değerli büyüklerimiz Avukat Neca­
ti Ceylan’la Prof. Dr. Ahmet Ağırakça hocanın
validelerinin ve AKV yönetim kurulu üyesi Fahreddin Gör’ün ablasının vefatını öğrendik. Cenâbı Hak mekanlarını cennet eylesin...
Ölenlerin, özellikle fikir ve hareket öncülerinin
yerlerini doldurmak elbette kolay olmuyor. Sevgili
dostum Muharrem Balcı’nın ifadesiyle “dünyada
önde giden iyilerin, ölüme de önden gitmeleri” el­
bette yadırganacak bir durum değil... Ama yerleri­
nin doldurulması için daha fazla cehd, daha fazla
gayret düşüyor geride kalanlara... ■
Elbette, dünyada her gün ve hatta her an ölüm­
ler yaşanıyor.ve yaşanacak..-. Yaşatanın da, öldüre­
nin de Allah(3/106) olduğuna inanan müminler
için; hayat da, ölüm de bir imtihandan ibaret değil
mi, zaten: “O Allah ki, hanginizin daha iyi/güzel
davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı ya­
rattı.” (67 12)
Önemli olan, bu dünya hayatını bir “imtihan ye­
ri” olarak algılayıp bu çetin sınavdan başarıyla geçe­
bilmek ve “Müslüman” olarak, “Müslüman” kala­
rak, îmanına zulüm katmadan, zulme rıza gösterme­
den ölebilmek. Kur’ân âyetleri hep böyle bir sonu
2 4 Ü m ran .A ğu stos ■2003
hedeflememiz gerektiğini ihtar edip durmuyor mu?
“Allah sizin için o Dîn’i seçti; o halde sadece
Müslümanlar olarak ölünüz!”(2/132)
“Ey îmana ermiş olanlar! Derin hir duyarlık­
la Allah’a karşı sorumluluklarınızın bilincinde
olun ve O’na kendinizi yürekten teslim etmeden
önce ölümün sizi alt etm esine izin verm eyin.”(3/102)
Bu yüzden, Allah’a karşı sorumluluklarının bi­
lincinde olan Müslümanların zulüm ve baskılar
karşısında sabır ve direnç gösterebilmek, dürüst ve
erdemli kalabilmek için dua etmeleri; günahlarının
ve kusurlarının bağışlanması için tevbe ve istiğfar­
da bulunmaları gerekmiyor mu?
“Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve
Müslüman olarak bizim canımızı al!”( 7/126)
“Ey Rabbimiz, günahlarımızdan ötürü bizi af­
fet, kötülüklerimizi sil ve gerçek erdem sahipleri
(ebrâr) olarak canımızı al!”(3/193)
“Ey Rabbim! ...Dünyada ve ahir ette benim
velîm Şensin: canımı, bütün varlığıyla kendini
Sana adamış biri olarak al ve beni dürüst ve er­
demli (sâlih) insanların arasına kat!”( 12/101)
İşte bütün mesele bu: Salih bir kişiliğe sahip
olup salih davranışlarda bulunabilmek ve salih in­
sanlarla bir arada bulunup onlarla birlikte haşrolunabilmek; bütün varlığıyla kendini Allah’a adamış
biri olarak son nefesini verebilmek!..
Ve bu nedenle Kur’an, Rabbimize adanmış bir
yaşam ve O ’na has kılınmış amellerle ömrümüzü
tamamlamayı tavsiye buyuruyor:
“De ki: Benim namazım, bütün ibadetlerim,
hayatım ve ölümüm yalnızca bütün âlemlerin
Rabbi Allah içindir. ”(6/162)
•
Evet, hiç kuşku yok ki yakınlarımız, dostları­
mız, kardeşlerimiz, dava arkadaşlarımız ve biz, he­
pimiz öleceğiz... Önemli olan; ölümlerden ders
alabilmek ve “hesaba çekilmeden önce kendimizi
hesaba çekip”, bütün yapıp-ettiklerimizi, ibadetle­
rimizi, hayatımızı ve ölümümüzü Allah’a has
kılabilmek...
■
ANALİZ
-
ABD’NİN İRAN KUŞATMASI
SÜLEYMAN OVALI
B
arışın önündeki en büyük engel olan ve
dünyayı kaosa sürükleyen Bush yönetimi'
nin İran’ı açıkça tehdit etmesiyle birlikte;
A BD ’nin dünya enerji kaynaklarını ele geçirme
planı kapsamındaki yeni hedef İran olarak belir­
meye başladı. Afganistan ve Irak işgallerinden
sonra sıranın İran’a gelmesi şaşırtıcı olmamakla
birlikte esasında çok kaygı vericidir. H itler’in ka­
ra listesi ya da gözü dönmüş bir caninin suikast
listesi ne kadar korkunçsa Bush yönetiminin
eline bir liste alarak sırası geleni ortadan kaldır­
ma girişimleri de o ölçüde korkunçtur. Bir cani­
nin ölüm listesinde olduğunu bilen bir kişi bile bi­
le ölümün kendisine gelmesini beklemeyeceği gi­
bi hiçbir devlet de Bush’un istediği gibi sessiz se­
dasız sıranın kendisine gelmesini bekleyemez ve
beklememelidir de.
Oysa hatırlanacağı gibi; İran 11 Eylül’den son­
ra A BD ile yakın ilişkiler kurma çabasına girişmiş­
ti. Bu kapsamda, İran 11 Eylül saldırılarını kına­
mış ve Afganistan’da kaybolan A B D ’li askerlerin
kurtarılması için Washington’a iş birliği teklif et­
mişti. İran Afganistan’daki Taliban rejimine kar­
şı olduğu için A BD ’ye Afganistan savaşında des­
tek vermişti. ABD dış işleri bakanı Colin Powell
İranlı diplomatların Afganistan’da kurulan geçici
hükümetin kuruluşu aşamasında çok yapıcı dav­
randıklarını bile ifade etmişti. Ayrıca 11 Ey­
lül’den sonra kılınan ilk Cuma namazında dev­
rimden sonra ilk defa hutbede ABD aleyhinde bir
şey söylenmemişti.
Afganistan savaşı sırasında ortak düşman vesi­
lesiyle yumuşayan ilişkiler Irak savaşının ardından
tekrar gerginleşmeye başladı ve son olarak A BD ’li
yetkililer İran’ı açıkça vurmakla tehdit ettiler.
Bush Neden İran’ı Tehdit Ediyor?
Dünya enerji piyasasında global tekel kurma pe­
şinde koşan ABD, dünyanın ikinci büyük petrol
rezervlerine sahip olan Irak’ı işgal ettikten hemen
sonra yine zengin petrol kaynaklarına sahip olan
İran’a göz dikmiştir. İran’ın petrol rezervleri ve
buna sahip olmak için yapılacak sıcak bir savaşın
maliyeti birlikte ele alındığında, Tony Blair’in da
belirttiği gibi; İran savaşı çok fazla maliyet taşıdı­
ğı için verimli olmayacaktır. Dolayısıyla A BD ’nin
yalnızca petrol kaynaklarına sahip olmak saikiyle
İran’a savaş açması çok fazla mana taşımamakta­
dır.
Iran sahip olduğu güçle bölgede yeni kurula­
cak düzenin istikrarını olumlu ya da olumsuz et­
kileyebilecek önemli bir devlettir. ABD bu nok­
tada çok endişelenmektedir ve endişelenmekte de
haklıdır. Irak başta olmak üzere bölgedeki diğer
ülkelerde yaşayan Şii halkı yönlendirme potansi­
yeli kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede
A BD ’nin bütün hesaplarını bozabilecek gücü
içinde barındırmaktadır. A BD ’nin önünde İran
konusunda iki seçenek gözükmektedir. Birincisi
Washington Tahran’la iyi ilişkiler kurup İran’ın
bu gücünü aynen Afganistan’da olduğu gibi kendi
menfaati istikametinde kullanabilir. İkinci olarak,
ABD özel olarak İran konusunda toplam fayda
toplam maliyet analizini dikkate alarak olaya yak­
laşabilir. İran sahip olduğu askeri güç bakımından
Ü m ran-A ğustos •2003
25
ANALİZ
Bush yönetimini endişelendirmektedir. İran’la ya­
pılacak savaşın işgal maliyeti ve can kaybı çok
olacaktır. Ancak İran’daki yönetimin devrilmemesi sonucunda A B D ’nin orta ve uzun vadedeki
kayıpları çok fazla olacağı için İran’ı işgal etme­
mek İran ’ı işgal etmekten daha fazla maliyetli
olacaktir. Yalnız başına devrimle beraber
A B D ’nin ekonomik kaybı dikkate alındığında bi­
le bu durumun A BD ’ye maliyetinin ne olacağı sa­
rih bir şekilde görülür. Tabi ki şimdi A BD ’nin
karşılamak zorunda olacağı maliyet, devrim sonu­
cunda oluşan pasif bir maliyet olmayıp aktif bir
maliyet olacaktır.
11 Eylül’den sonra A BD İran ilişkilerinin sey­
rine bakıldığında A B D ’nin İran konusundaki ka­
rarsızlığı açık bir şekilde görülmektedir. ABD eko­
nomisinin son zamanlarda kötüye gitmesi sonu­
cunda Bush yönetimi kısa sürede kesin bir zaferi
görmediği taktirde İran’a savaş ilan edemeyecek­
tir. A BD bundan önceki iki savaşını Afganistan
ve Irak gibi savunmasız olan iki devlete karşı ka­
zanmıştır. İran’ın durumu bu iki savunmasız dev­
letten farklıdır. İran kamuoyu olgunlaştırılmadan
A BD ’nin İran’ı işgal etmesi sonucunda halk buna
karşı çıkacak ve ülkesini savunacaktır.
Savaş Nedenleri
Irak savaşını meşrulaştırabilecek olan herhangi
bir kitle imha silahının bulunmamasına rağmen
A BD yine aynı gerekçelerle İran’ın üzerine git­
mektedir. A BD İran’ın başta nükleer silahlar ol­
mak üzere kitle imha silahlarına sahip olduğunu
iddia etmektedir. Ayrıca A BD İran’ın başta elKaide olmak üzere teröristlere destek verdiği iddi­
asını da yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Ek ola­
rak; A BD İran’ın Irak’taki yeni düzenlemeleri en­
2 6 Ü m ran-A ğustos .2 0 0 3
gellediğini iddia etmektedir.
A BD tarafından kuşatılan ve bu ülkeden sa­
vaş tehdidi alan bir devlet olarak İran ’ın kendi­
sini koruyacak ya da düşmanı caydıracak proje­
ler üretmemesi rasyonel değildir. Zaten İsrail’in
bölgedeki nükleer silah monopolü başta İran ol­
mak üzere bölgedeki diğer devletleri bir takım ara­
yışlar içerisine itmişti. Şimdi dünyanın süper gü­
cü tarafından kuşatılan ve tehdit edilen bir dev­
let olarak İran’ın nükleer arayışlarına hız ver­
mesi neredeyse kaçınılmazdır. Hiçbir devlet gibi
İran’da kuzu kuzu sıranın kendisine gelmesini
beklemeyecek ve bu saldırıyı önleyecek arayışları­
nı hızlandıracaktır. Ancak İran şu an kötü polis
tarafından göz altına alınmış ve yapabilecek çok
fazla da bir şeyi yokmuş gibi görünüyor.
İran’ın Nükleer Programı
İran’ın nükleer programına geçmeden önce bölge­
yi nükleer arayışlar içine sokan İsrail’in nükleer
programına bakmak gerekir. İsrail’in 1950li yıl­
larda başlayan nükleer silah arayışları bölge ül­
kelerini endişelendirmiş ve İsrail’i dengelemek
için yeni arayışlara yöneltmiştir. İsrail 1950 yılın­
da Dimona’ya Fransızların yardımıyla bir nükleer
tesis kurdu. İsrail bölgede kendisini kuşatılmış
olarak kabul ettiği için nükleer silahlara yöneldi­
ği iddia ediliyor. Nükleer silahlara sahip olduktan
sonra bölgede nükleer monopol haline gelmiş ve
bugüne kadar da bu imtiyazını her ne pahasına
olursa olsun devam ettirmiştir. Ayrıca muhtemel
savaşları kendi topraklarından uzaklara taşımak
için özellikle hava kuvvetlerine önem vermiştir.
Böylelikle nükleer silahlarını uzaklara taşıma im­
kanına da kavuşmuştur.
İsrail Nükleer Silahların Yayılmasının Ö n­
lenmesi Anlaşmasına taraf olmamış ve bu konu­
da A BD tarafından her hangi bir zorlamayla kar­
şılaşmamıştır. Bu anlaşmanın tarafı olmadığı için
İsrail’in nükleer tesisleri bugüne kadar ulus­
lararası denetim ve gözetimden uzak kalmıştır.
ABDli istihbarat kaynaklarının hesaplarına
göre İsrail’in elinde 75 ile 130 arasında nükleer si­
lah bulunmaktadır. Ancak İsrail yönetimi İsrail’in
nükleer silahlara sahip olduğu iddiasını yalanlar­
ken bu tarz silahları kullanma haklarının olduğu­
nu da ima etmekten kaçınmamışlardır. İsrail yö­
netimi bile zımni olarak bu silahların varlığını ka­
ABD’NİN İRAN KUŞATMASI /
bul etmesine rağmen İsrail Nükleer Silahların Ya­
yılmasının Önlenmesi Anlaşması’na dahil edile­
memiştir. İsrail nükleer silahlara sahip olmasaydı
ya da İsrail’in bunları kullanma niyeti olmasaydı
bugüne kadar anılan anlaşmaya taraf olur ve ken­
disini temize çıkartmaya çalışırdı. Nükleer silahla­
ra sahip olmasına rağmen uluslararası kamuoyu İs­
rail’in üzerine gitmek yerine bu yöndeki haberlere
sürekli kulak tıkamıştır.
İsrail’in 1973 yılındaki Yom Kippur savaşı ile
1991 Körfez savaşı sırasında nükleer alarma geçti­
ği ve bu tesisleri aktif olarak kullandığı belirtili­
yor. Öyle anlaşılıyor ki; İsrail bu silahları gerekti­
ğinde kullanmaktan çekinmeyecektir.
Öte yandan bölgede kendisini dengelemek is­
teyen devletleri açıkça karşısına almaktan kaçın­
mamıştır İsrail. 1982 yılında Irak’ın nükleer prog­
ramı bombalamış yakın tarihlerde ise İran’ın nük­
leer tesislerini vurabileceğini ileri sürmüştür. A n­
cak İran’dan gelen “Biz Irak değiliz, İsrailli yöne­
ticilerin akıllarının alamayacağı bir şekilde karşı­
lık veririz’' cevabından sonra İsrail böyle bir niye­
tinin olmadığını açıklamak durumunda kalmıştır.
Genel olarak bölge devletleri özel olarak ise
Irak ve İran İsrail’in nükleer gücünü dengelemek
istemişlerdir. Bu yüzden bölge devletleri kendi
aralarında anlaşmazlıklar olsa bile Irak ve İran’ın
İsrail’e karşı nükleer silahlara sahip olmasını des­
teklemişlerdir. Irak ABD işgalinden sonra İsrail
için bir rakip olmaktan çıkmıştır. Şimdi sıranın
İran’a geldiği anlaşılmıştır.
İran’ın sahip olduğu nükleer silahlarla ilgili
olarak yapılan tahminler oldukça fazladır ve birbiriyle uyumlu değildir. İsrail istihbarat servislerine
göre İran 2005 yılma kadar nükleer silah üretme
kapasitesine sahip olacaktır. Öte yandan A BD ’li
istihbarat servislerine göre İran ancak 2010 yılına
doğru bu silahlara sahip olabilecek.
İran’ın nükleer programı şah döneminde 1974
yılında başladı ve devrimle birlikte bu program
durduruldu. İmam Humeyni ahlaki açıdan nükle­
er silahların kullanılmasına karşı olduğu için ilk
başta nükleer programı durdurmasına rağmen
Saddam’ın nükleer silah kullanma niyetini gör­
dükten sonra nükleer programı 1984 yılında tek­
rar canlandırdı. 1987 ve 1988 yıllarında iki tane
nükleer reaktör yapıldı ve bu reaktörler Irak tara­
fından bombalandı. Ancak bu reaktörler kısa bir
süre içerisinde tekrar onarıldı.
OVALI
MuhGmmed Halemi
İran’ın, nükleer programlarını silah üretme yö­
nünde değiştireceği çok tartışmalı bir konudur.
Uzmanlara göre; İran’ın böyle bir programı ger­
çekleştirebilecek maddi kaynağı olmadığı gibi
İran teknolojik olarak da Rusya’ya bağımlıdır.
Hatta Rus teknikerlerin verdiği bilgilere göre;
İran’ın sivil olan bu programları bile bir bütünlük­
ten yoksun olarak ilerlemektedir.
İran bugüne kadar nükleer silah üretme niyeti
ya da nükleer silah programı olduğuna dair iddi­
aları hep yalanladı. İran’ın, Nükleer Silahların
Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına taraf olan
bir devlet olarak; bu anlaşma çerçevesinde üstüne
düşen görevleri yerine getirdiği ve nükleer tesisle­
rini sürekli olarak uluslararası silah denetçilerine
açık tuttuğu belirtiliyor. Nükleer program kapsa­
mında ithal edilen teknolojilerin de belirtilen an­
laşmaya bağlı kalınarak ve sivil amaçlı olarak yü­
rütüldüğü İranlı yetkililerce ifade ediliyor. Uluslar
arası Atom Enerjisi Kurumu uzmanlarının, İran’ın
sahip olduğu nükleer tesisleri düzenli olarak ince­
ledikleri ve nükleer silahlarla ilgili en ufak bir işa­
ret bulamadıkları belirtiliyor. Hatta 1991 yılından
sonra İran’la ilgili artan şüpheleri boşa çıkartmak
için İran yönetimi nükleer programla ilgisi olma­
yan ancak denetçilerin incelemek istedikleri te­
sislerin hepsini denetçiler açmıştır ve herhangi
bir ihlal tespit edilememiştir. Ancak A B D ’nin
İran ’ı hedef göstermesinden sonra ise İran’dan aynen Irak’tan istendiği gibi' ülkenin her yerini
denetçilere açması istenmektedir. Irak bu denet­
çilerin A BD ’ye casusluk yaptığını defalarca ileri
sürmesine rağmen yine de kapılarını denetçilere
açmıştı. Ancak yine de işgalden kurtulamamıştı.
Şimdi aynı şey İran’dan isteniyor. İran ülkenin
Ü m ran -Ağustos >2003
27
ANALİZ
İran ve Terörizm?
prestiji ve casusluk ihtimali açısından denetçilere
sınırsız izin verme konusunda tereddüt yaşamak­
tadır.
ABD Nükleer Silahların Yayılmasının Ö nlen­
mesi Anlaşmasına uygun hareket edip sınırlarını
uluslararası denetçilere açan İran’ı kitle imha si­
lahlarına sahip olduğu gerekçesiyle suçlamaktadır.
Hatta ABD yönetimi suçlamanın da ötesine geçe­
rek İran’a savaş açabileceğini ima etmekten çe­
kinmemektedir. Öte yandan 75 ile 130 tane nük­
leer silaha sahip olduğu ABDli istihbaratçılar ta­
rafından belirtilen ve Nükleer Silahların Yayıl­
masının Önlenmesi Anlaşmasına taraf olmayan
ve böylelikle de hiçbir şekilde denetlenmeyen İs­
rail’e en ufacık bir yaptırım uygulanması gündeme
bile gelmemektedir. Bu durum açık olarak iki
yüzlülüktür ve tutarsızlıktır.
Sonuç olarak A B D nükleer silahlara sahip
olduğu gerekçesiyle İran’ı suçlarken her türlü
objektif kriteri göz ardı etmektedir. A B D dünya
barışını korumak istiyorsa önce İsrail’e savaş
ilan edip kendi istihbarat servisince tespit edilen
nükleer silahları yok etmesi ve bölgeyi nükleer
silahlardan arındırması gerekir. Öte yandan
Irak’ta nükleer silahlara dair en ufak bir kanıt da­
hi bulunamamış olması A BD ’nin lcredibilitesini
azaltmıştır. Bush kabinesinin açık bir şekilde bu
iddiaları savaşı haklı göstermek için kullandık de­
mesi ise İran’ın çok başka nedenlerle sıkıştırıldığı­
nı düşündürtmektedir.
2 8 Ü m ran-A ğustos •2003
Son zamanlarda Bush yönetimi sıklıkla İran’ın te­
rörizme destek verdiğini iddia etmektedir. Hatır­
lanacağı gibi bu iddia Irak’a karşıda da oldukça
yoğun olarak kullanılmıştı. 11 Eylül’den sonra
oluşan konjonktürde Amerikan kamuoyunun
terörizme karşı atılacak her adıma destek vere­
ceğini kestirmekte güçlük çekmeyen Bush yö­
netimi, yapacağı her türlü kanunsuz eyleme rağ­
men iç kamuoyu desteğini sürdürebilmek için
bu iddiayı sürekli olarak gündemde tutmaktadır.
11 Eylülün ardından yumuşayan A BD İran ilişki­
leri, A BD ’nin İran’ı Filistin konusunda suçlama­
sıyla birlikte tekrar gerilmeye başladı. İddiaya gö­
re İran Filistin yönetiminin yasal olmayan yollar­
dan silah edinmesine yardımcı oluyordu.
İran; el Kaide dahil olmak üzere İsrail ve
A BD ’nin terörist olarak ilan ettiği örgütlere des­
tek vermekle suçlanıyor. Bu iddiaların dayanak­
tan oldukça uzak olduğu A BD ’li uzmanlarca bile
dile getirilmesine rağmen Bush yönetimi, ameri­
kan kamuoyunu İran konusunda diri tutmak ama­
cıyla, bu iddiayı sıklıkla dile getirmektedir.
Şii bir yönetime sahip olan İran’ın; fanatik
derecede Sünni olarak bilinen Taliban rejimiyle
sıkı ilişkiler kurmuş olan el Kaide örgütüne des­
tek vermesi beklenemez. Aşağıda ele alınacağı
gibi; ABD bölgede giriştiği düzenlemeleri yapar­
ken İran’ı Şii bir devlet olarak değerlendirmekte­
dir. Öte yandan; el Kaide ve Taliban gibi ileri de­
recede Şii karşıtı olan gruplara verilen destek ko­
nusunda ABD İran’ın Şii unsurunu göz ardı et­
mektedir. A B D İran’ın Şii unsurunu mantıkları
çok da zorlayacak bir şekilde kullanma amacını
sergilem ektedir. İran, 11 Eylül’den sonra
A BD ’nin Afganistan operasyonuna destek vere­
rek Taliban ve el Kaide gibi Sünni ideolojilere sa­
hip gruplara karşı iradesini net bir şekilde ortaya
koymuştur. Özetle; bu tür ideolojilere sahip grup­
lar A BD ’den ziyade İran tarafından bir tehdit ola­
rak algılanmaktadır. Dolayısıyla İran’ın tehdit
olarak algıladığı el Kaide örgütüne destek verdi­
ği iddiası son derece manasız ve tutarsızdır.
ABD İran’ı, Filistin meselesinin çözümüne en­
gel olma konusunda da açık bir şekilde suçlamak­
tadır. Filistin’de İsrail karşıtı olan gruplara destek
olmak, Filistin yönetimine yasal olmayan yollar­
dan silah sağlamak vb konularında İran ABD ta­
ABD’NİN İRAN KUŞATMASI /
rafından suçlanmaktadır. A BD Ortadoğu’da İsrail
Filistin çatışmasına son vererek bölgeye barış ge­
tirme niyetini taşıyor olsa; belki bu suçlamalar
makul olarak görülebilir. Ancak yukarıda belirtil­
diği gibi bölgeyi elinde tuttuğu nükleer güç teke­
liyle silahlanma yarışına sürükleyen İsrail’in ABD
tarafından sürekli olarak desteklenmesi sonucun­
da bu suçlamalar tutarlılıklarını yitirmektedir.
Iran özellikle devrimden sonra rejim ihraç et­
me konusunda uzunca bir süre suçlanmış olmasına
rağmen; genel olarak bölgede istikrarı savunmuş
bir devlet olarak değerlendirilebilir. Devrimden
sonra uygulanan ambargo İran’ı ekonomik ve ti­
cari olarak bölgeye daha bağımlı kılmıştır. İran’ın
bölgedeki ticareti tehlikeye düşürebilecek ciddi
bir terörist faaliyete destek vermesini beklemek
pek mantıklı gözükmemektedir.
İran’ın Görünmeyen Potansiyel Gücü
İran ’ın Irak’taki Şii halkı potansiyel olarak etki­
leme kapasitesi A B D ’yi rahatsız etmektedir. Bu
potansiyel A B D ’ye İran tarafından yönlendiri­
lebilecek en ciddi risktir. A BD Iıak ve Afganis­
tan’a bu iki ülke halkının A B D ’ye karşı milli mü­
cadeleye girişmeyeceklerini hesap ederek girdi.
Ancak İran bu hesabı bozabilecek bir potansiyele
sahip bir ülke olarak A B D ’yi tedirgin etmektedir.
İran hem Afganistan hem de Irak’ta A BD ’nin
yapmaya çalıştığı düzenlemeleri engellemeye ça­
lışmakla suçlanıyor. İddialara göre; İran Afganis­
tan’daki geçici hükümetin yapısını bozmaya çalı­
OVALI
şırken Irak’ta da Şii halkı A BD ’ye karşı örgütlü­
yor.
İran, Taliban yönetiminin iş başından uzaklaş­
tırılmasıyla birlikte Afganistan hakkındaki hedef­
lerine ulaşmıştır. Afganistan’da İran’ın amerikan
işgaline rağmen yapabilecekleri kısıtlıdır. Bu ger­
çekler ışığında İran’ın geçici Afgan hükümetinin
yapısını etkileme gücü son derece sınırlı olarak
görülmelidir. Afgan hükümetinin yapısını değiş­
tirmeyi istemekle bunu gerçekleştirebilecek ey­
lemde bulunmak arasında çok ciddi farklar vardır.
Bu gerçek bilinmekle birlikte ABD sadece gözüne
kestirdiği için İran’ı köşeye sıkıştırmaya çalışıyor.
Kaldı ki; ABD dış işleri bakanının bile belirttiği
gibi İıanlı diplomatlar geçici Afgan hükümetinin
kurulması esnasında Bonn ve Tokyo ile çok yapı­
cı bir şekilde çalışarak bu hükümetin kurulmasına
destek olmuşlardır. Şimdi gelinen noktada
İran’ın kuruluşuna destek olduğu Afganistan
hükümetinin yapısını bozmaya çalışması son de­
rece çelişkili bir durumdur.
Ö te yandan; İran’ın Irak’taki Şii halkı A B D ’ye
karşı örgütlediği iddiasında da çok fazla haklılık
payı yoktur. Ancak İran yukarıda da belirtildiği
gibi bu potansiyele çok fazlasıyla sahip bir devlet
olarak Bush yönetimini fazlasıyla korkutmaktadır.
İran’ın sahip olduğu bu potansiyelden son derece
rahatsız olan ABD, İran’ı bu konuda suçlayarak
aslında; İran’ın bu potansiyelinin önüne geçmeye
çalışmaktadır. Ayrıca Irak’ta yoğun bir şekilde
Şii halkın bulunması da İran’ın kabahati değil­
dir . Irak’taki Şii halk A BD ’nin planlarını bozmak
Ü m ran 'A ğ u stos.2 0 0 3
29
ANALİZ
için hemen bir günde Yahudilerin İsrail’e gönde­
rildiği gibi de Irak’a gönderilmemiştir. Sadece bu
sebepten ötürü İran’ın üzerine gitmek A BD ’nin
hukuk tanımaz kabadayı rollerinden bir tanesi
olarak tarihe geçmektedir.
İran ’ın Irak halkım kısa sürede etkileme gü­
cü de öyle abartıldığı kadar fazla değildir. Şöyle
ki; bu imkan Saddam yönetimi sırasında da vardı
ancak İran’ın Saddam karşıtı Şii halkı örgütlediği­
ne şahit olunmamıştır. ABD yönetimi bugüne ka­
dar en az Saddam kadar zalim olduğunu ispat et­
miş olduğu için etki tepki mekanizmasının eski­
sinden daha etkili kullanılabileceğini düşünmek
zordur.
Bush yönetimi İran’ın bu potansiyelini büyü­
terek İran’ın da işgal edilmesi gerektiği fikrini iş­
lemektedir esasında. Ancak unutulmamalıdır ki;
her yeni yer, yeni korkulara gebe olacaktır. Ya­
rın İran işgal edildikten sonra İran’daki Azeri
halktan dolayı ABD yönetiminin Azerbaycan’dan
rahatsız olması ve orayı da işgal etmesi gerekecek­
tir. Azerbaycan işgal edildikten sonra da orada ya­
şayan Türk halkı dolayısıyla da önce Türkiye’nin
sonra da bölgedeki Türki cumhuriyetlerin işgal
edilmesi gerekecektir. A B D ’nin bu tutumu da son
derece tutarsızdır. Türk askerlerinin Irak’ta gözal­
tına alınması Amerikan şüpheciliğinin ve hedef­
lerinin nerelere kadar uzandığının en belirgin ör­
neği olarak karşımızda durmaktadır.
Irak’ta yönetime aday olan kişilerin; Şii olma­
sı ve bazılarının Saddam tarafından İran’a sürgüne
gönderilen kişilerden olması bu kişilerin İran yan­
lısı bir politika izleyecekleri manasına da gelmez.
Bu kişilerin hepsi Irak kökenli insanlar olup İran
etkisinden de uzaktırlar. Bilindiği gibi İran’da re­
form isteyen ve bu yüzden rejime muhalif olan
binlerce Şii varken Irak’ta yönetime aday olan Şiilerin İran etkisinde kalacaklarını iddia etmek
güçtür.
İran’ın Filistin’de barış yollarını tıkamaya ça­
lışması iddiası da zayıf olmasa bile yanlış bir iddi­
adır. İran her bölge devleti gibi İsrail’i sahip oldu­
ğu nükleer silahlar dolayısıyla tehdit olarak gör­
mektedir. Ayrıca Filistinlilerin varlık mücadelesi
içerisine düşürülmesi bir çok Müslüman’ın vicda­
nını sızlattığı gibi elbette ki İran rejiminde bulu­
nan insanları da etkilemektedir. İnsani yardım ve
stratejik güvenlik gerekleri kapsamında değerlen­
dirilmesi gereken bir meselede yine İran, ABD ta­
3 0 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
rafından suçlanmaktadır. ABD bu suçlamaları
bertaraf etmek istiyorsa gerçekten; o zaman barış­
çı yollardan İsrail’i nükleer silahlardan arındırma­
sı gerekmektedir.
Sonuç olarak; İran’ın bölgede A B D planları­
nı orta ve uzun vadede bozabilecek bir potansi­
yele sahip olması A B D ’yi kaçınılmaz olarak
İran ’a karşı saldırganlaştırmaktadır.
A B D İran’ı İşgal Edebilir mi?
A BD ’nin İran hakkmdaki planlarını uygulamaya
koyması en az bir yıl öncesine gidiyor. A BD
İran’la sıcak bir savaşa girmekten son derece çe­
kinmektedir. İran, Irak ve Afganistan gibi savun­
madan mahrum bir devlet değildir. Uzmanlara gö­
re İran’ın askeri gücü bu iki devletle kıyas edile­
meyecek kadar kuvvetlidir. Ayrıca İran nüfus ola­
rak da çok dinamik ve kalabalık olarak değerlen­
diriliyor. Ekonomik olarak sıkıntılar yaşansa bile
İran’ın ekonomik güç potansiyeli oldukça yüksek
olarak hesaplanmaktadır. Tüm bu veriler ışığı al­
tında A BD ’nin İran’a sıcak bir savaş açması çok
makul olarak değerlendirilemez.
ABD ekonomisi son zamanlarda resesyon ve
işsizlik riskleriyle karşılaştığı için Bush yönetimi
İran’la sıcak bir savaşa girmeyi en son çare olarak
görecektir. Bush yönetimi stokların azaltılması ve
de kamu harcamalarının artırılması amacıyla A f­
ganistan ve Irak savaşlarını kullanabilmişti. İlk sa­
vaşta uluslararası ittifak olduğu için A BD ’nin bu
savaşı çok kısa bir sürede kazanacağı belliydi. Irak
savaşında ise şimdilerde A BD ile yolları ayrılmış
gibi gözüken BM silah denetçilerinin şefi Hans
Blix’in grubunun sağladığı istihbaratlarla ABD
sonu belli olan bir savaşa girmişti. Gerçi Saddam
rejiminden içeriden aldığı bilgiler vardı ancak bu
bilgilerin sağlamasını Hans Blix ekibi yapmıştır.
Ancak şimdi İran’da durum çok farklıdır. Gücü
tam olarak hesap edilemeyen bir düşmana karşı
savaş açılacağı için savaşın ne kadar süreceği ve
ekonomik maliyetinin ne olacağının yanında sa­
vaştaki insan kaybının ne kadar olacağı da kestirilemiyor. Bush yönetimi bu savaşa en azından se­
çimlere çok az bir zaman kalana kadar girişmeye
cesaret edemez. Şimdi açılacak bir savaş seçime
kadar zaten bozuk olan ekonomi üzerindeki yükü
artıracaktır. Ek olarak böyle bir savaşta can kaybı­
nın da yüksek olabileceği ihtimali hiç düşük de­
ABD’NİN İRAN KUŞATMASI /
ğildir. Bu iki faktör amerikan seçmenlerinin
Bush’u aynen baba Bush’u devirdikleri gibi de­
virmelerine yeter de artar bile. Bunun farkında
olan şahinler en azından seçimlere kadar sıcak bir
savaştan kaçacaklardır.
Sıcak savaş yakın olmamasına rağmen İran’a
karşı yürütülen savaş yukarıda da belirtildiği gibi
en az bir yıl öncesinden başlatıldı. Bölgenin nük­
leer monopolü konumunda olan İsrail bu ayrıcalı­
ğını devam ettirebilmek için ABD ile birlikte
İran’ı etkisizleştirmek istiyor. Bu kapsamda İsrail,
hava kuvvetlerinin yüzde onundan daha fazlasına
tekabül eden bir gücü bir yıl öncesinden Türki­
ye’ye yerleştirdi. Bu hava gücü sürekli olarak İran
sınırında keşif uçuşları yaparak İran savaşına ha­
zırlık yapıyor. Türkiye’den uçuşlar başladıktan
sonra İsrail İran’ın sivil amaçlı olarak kurduğu
nükleer tesisleri vurmakla tehdit etmesi gözden
kaçırılmamalıdır.
Ayrıca uzunca bir süredir A BD ve İsrail gizli
servisleri Azerbaycan üzerinden İran’a yönelik fa­
aliyetlerde bulunmaktadırlar. Hatta bu faaliyetle­
re bölgenin güçlü devletlerinden birinin de aktif
bir şekilde iştirak ettiği belirtiliyor.
Savaşın ekonomik ve can kaybı riskini göze
alamayan ABD İran’da el altından faaliyetlere gi­
rişmiştir. Bununla eş anlı olarak sıcak savaşa ka­
dar kontrollü gerginlik politikası da devreye soku­
larak İran içeride ve dışarıda pasifize edilmeye ça­
lışılmaktadır.
A B D bölgede kalıcı olma niyeti taşıyorsa ki;
şimdilik öyle anlaşılıyor, A B D orta vadede
İran’a karşı sıcak bir savaşa girmekten kendisi­
ni koruyamayacaktır. Daha önce belirtildiği gibi
bölgede kalıcı bir niyet taşıyan ABD için İran’ı iş­
gal etmemenin toplam maliyeti işgal etmekten
düşüktür. Bu sebepten ötürü A BD kısa vadede ol­
masa bile orta vadede kaçınılmaz olarak İran’la sı­
cak bir savaşa tutuşacaktır.
A BD ’deki şahinler bu savaşın kaçınılmaz ol­
duğunu bilmektedirler. Bu yüzden yaşanacak sıcak
savaşın ekonomik ve can kayıplarını azaltmak
amacıyla İran’da muhalif hareketlere gizli destek
verilmeye başlanmıştır. Öğrencilerin rejim muha­
lifleriyle birlikte harekete geçip gösteriler yapma­
sı tesadüfi değildir. Rejim muhaliflerinin yaşam
tarzlarına ait yayınların da eş anlı olarak başlatıl­
ması A BD ’nin düğmeye bastığının en belirgin işa­
retleridir.
OVALI
Bu hareketlere girerek amaçlanan aynen A f­
ganistan’da olduğu gibi muhalif güçleri militarize etmektir. Militarize edilen muhalefet İran re­
jimine karşı A BD adına savaşacak ve A B D ’ye
anahtar teslim bir ülke verecektir. Bu süreçte re­
jim yanlılarının A BD ’ye karşı dirençlerinin kırıl­
masını beklemek de yanlış olmayacaktır. A BD
böylelikle işgalden sonra bağımsızlık mücadelesi
verebilecek akımlarında önünü kesmeyi planla­
maktadır. Irak’ta savaş bitti denmesine rağmen
hâlâ sürekli olarak ABD askerinin öldürülmesi
A BD ’yi bu konuda çok daha ciddi bir şekilde ça­
lışma yapmaya itecektir. Her can kaybının seçim­
lerde binlerce oy olarak Bush’un karşısına çıkacak
olması şahinleri baskı altına sokmaktadır.
Sonuç
ABD İran’ı gözüne kestirmiş olmakla birlikte bu
ülkenin askeri, ekonomik ve siyasi potansiyelin­
den de çekinmektedir. Ekonomik olarak kötü bir
dönemden geçen A BD ’nin yaklaşan başkanlık se­
çimleri dolayısıyla İran gibi orta büyüklükteki bir
devletle sıcak bir savaşa girmesi kısa vadede düşü­
nülemez. Öte yandan; Irak ve Afganistan işgal
edildikten sonra İran’ın kendi haline bırakılması
ise tüm bu operasyonların mantığına aykırıdır. Bu
kapsamda İran-ABD sıcak savaşı orta vadede çok
yüksek bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir.
Tabi buna İsrail’in kışkırtmaları da eklenince bu
ihtimal iyice artmaktadır.
Son dönemlerde bir anda başlayan öğrenci ha­
reketleri ile bundan sonra şahit olunacak çeşitli
muhalif gösteriler, A BD ’nin sıcak savaşa kadar
olan süreçte İran’da el altından muhalefeti örgüt­
leme operasyonu kapsamında değerlendirilmeli­
dir.
A BD ’nin İran’a karşı yönelttiği suçlamalar ve
savaş tehditleri ise İran üzerinde kontrollü gergin­
lik politikasının uygulanacağının işaretleridir. Bu
politikayla İran baskı altında tutulurken yanlış
yapmaya zorlanmaktadır.
Tüm bu faktörler bir araya getirildiğinde tek
cümleyle şöyle bir özet yapılabilir: A B D ’nin
İran ’a karşı sıcak bir savaşa kısa vadede girişemeyecek olması nedeniyle A BD savaşa kadar
olan sürede İran’ı içeriden ve dışarıdan sürekli
tehdit altında tutmayı planlamaktadır.
■
Uın ran-Ağustos •2003 31
KAPAK
ÜMMETİN UZUN YÜRÜYÜŞÜ VE TUZAKLAR:
İDARE4 MASLAHATÇILIK
YILDIRIM CANOĞLU
“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır
ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir.
Allah bilir de siz bilemezsiniz. ”(Bakara 216)
BD-İngiltere-İsrail Şeytanî ittifakının 11
sağlayarak, İslâm’a ve Müslümanlara çok büyük
Eylül sonrasında dünyayı işgal etme
bir hizmet etmiştir. Şeytanî ittifaka karşı başlatı­
planları, yeni bir Roma imparatorluğu
lan bu direniş hareketi, çok zorluklarla, engellerle
oluşturma hayalleri, İslâm dünyasında girişilen
ve tuzaklarla karşı karşıya kalacaktır. Bu yazıda bu
saldırı ve işgallerle yeni bir boyut kazanmıştır.
tuzaklarda birine dikkat çekmek istemekteyiz.
A
Önce Afganistan, sonra Irak’ın işgali, şimdi de
İran ve Suriye’ye karşı girişilen hareketler, yapılan
Müslümanların Öncülüğü
baskılar ve Ortadoğu için bahsedilen yol haritası
İslâm ümmetinin sahip olduğu coğrafyanın ne tür
Son 200 yıllık tarihi süreçte, bazı istisnaları devre
bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını göstermekte­
dışı tutarsak, sömürü ve işgallere karşı ilk defa
dir. İslâm dünyasının askerî ve teknolojik bakım­
Müslümanlar, tüm İslâm dünyasını kapsayacak
dan zayıf olması, Şeytanî ittifakın iştihâsını ka­
tarzda baş kaldırıp direniyorlar. Ve ilk defa dire­
bartmış ve hiçbir hukûkîlik aramadan, insanlık
nişin öncülüğü yapıyorlar. Böylelikle daha önce
tarihinin bugüne kadar oluşturduğu kurumlan ve
Marksizm ve kapitalizme kaptırdığı evlatlarını, öz­
kazanımları hiçe sayarak yeni işgaller zincirini
gürlük ve bağımsızlık meşalesinin altında yeni­
başlatmışlardır. Afganistan ve Irak, bu işgaller
den kazanmaya başlıyorlar. Müslümanların öncü­
zincirinin sadece ilk halkalarını oluşturmaktadır.
lüğünde başlatılan bu direniş hareketi, İslâm dün­
Niyetleri yeni bir haçlı sendromu oluşturup kendi
yasının çehresini değiştirecektir. Girilen bu süreç,
gizli niyetlerine, başta tüm Hıristiyan âlemi olmak
çok önemli bir dönüm noktasıdır. Müslüman’ın
üzere tüm dünyayı alet etmektir.
Uluslararası sermayenin oluşturduğu Siyonist
gerçek kimliğini ortaya koyabileceği, Allah’ın
kendilerine yüklediği müstaz’afları kurtarma göre­
ilkelere dayalı gizli dünya devletinin nihai hede­
vini ifa edebilecekleri bir psikolojik ortam meyda­
fi, dünyanın değişik coğrafyalarında hissedildiğin­
na gelmiştir. Kur’ân’ın öngördüğü insan ve toplu­
den Şeytan ittifakı ümit ettiği desteği bulamamış­
mu tekrar inşa edebilmek için gerekli olan ortam,
tır. Ayrıca işgallerde de beklediği başarıyı elde
Şeytanî ittifak tarafından farkına varılmadan ha­
edememiş ve çok güçlü bir direnişle karşı karşıya
zırlanmış, Müslüman dünya zorla ve baskı ile
kalmıştır. Üstelik de kendi işbirlikçilerini tasfiye
uyandırılmıştır.
ederek ve Müslüman bir halkı uyandırarak ve sö­
Görünürde Afganistan ve Irak’ı işgal etmişler­
mürüye karşı verilen mücadelenin bayrağının
dir; fakat güçlü bir direnişle karşılaşmışlardır. Kur­
Müslüman öncülerin eline geçmesini, istemese de
tarıcı olarak karşılanmayı beklerken işgalci mu­
3 2 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
İDARE-İ MASLAHATÇILIK /
CANOĞLU
amelesi görmüşlerdir. Daha da önemli olan, İslâm
coğrafyasındaki işbirlikçilerin bizzat efendileri ta­
rafından tasfiye edilmiş olmalarıdır. Müslümanla­
rın önündeki en ciddi engel, örgütlü, zalim ve dik­
tatör olan böyle bir işbirlikçi cephenin çökmüş ol­
masıdır. Bugüne kadar sömürgecilerin direktif ve
talimatları ile halklarına zulmeden, halklarını pa­
ram parça yapan ve halklarını saptıran böyle bir
cephenin çökmüş olması, çok önemli bir gelişme­
dir.
Yeni işbirlikçiler
Ancak bu sorunun çözüldüğü, her şeyin daha ko­
lay olacağı anlamına gelmez, gelmemelidir. Unu­
tulmaması gerekir ki Şeytanî ittifak, İslâm dünya­
sına karşı topyekün bir savaş başlatmıştır. Bütün
mücadele şekillerini bir arada kullanacaktır.
A B D ’ nin kalkınamamış ülkelerde giriştiği sömür­
gecilik hareketinde yürüttüğü özel savaş, kirli bir
savaştı ve insan havsalasının alamayacağı kadar
da pisti. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde yü­
rüttüğü bu kirli savaşı, şimdi de İslâm coğrafyasın­
da başlatmıştır. Bu kirli savaşta hiçbir ilke yoktur
ve her şey mubahtır. Şeytanî ittifakın bu çirkin
özüne dikkat çekmek istemiştir. Tüm hayatın
yüzü ile Islâm dünyası yeni tanışmaktadır. O ne­
denle 11 Eylül sonrasında başlatılmak istenen sü­
yeni normlara, yeni değerlere uygun olarak ye­
niden tanzimi, A B D ’nin Globalleşme adı altında
reç, iyi okunmalıdır. Ona göre de konum belirlen­
melidir.
insanlığa sunmağa çalıştığı nizama topyekün
karşı çıkış anlamına gelmektedir. Dünyanın her
Şeytanî ittifak, giriştiği işgal hareketinde dire­
yerinde ve her kesiminde İslâm’ın yaygınlaşma­
nişle karşılaştıkça ve zayiat verdikçe kirli savaşın
sı, A BD rüyasının sonuna işaret etmektedir. Batı
toplumlarının birer bunalım toplumu haline dö­
her şeklini ve vasıtasını deneyecektir. Onun için
öncelikle yeni işbirlikçiler arayacak ve İslâm dü­
şünce sisteminde sapma hareketleri oluşturup
kuvvetlendirmek isteyecektir. İslâm dünyası için
asıl tehlike, giriştiği veya girişeceği katliamlar de­
ğildir; asıl tehlike, yeni işbirlikçiler bulabilmesi ve
saptırma hareketlerini teşvik, tahrik ve organize
edebilmesidir.
nüşmesi, İslâm’ın daha da hızlı yayılmasını sağla­
maktadır ve de sağlayacaktır. Şeytanî ittifakın asıl
korkusu da budur. Girişilen saldırıların arkasında­
ki petrol, su, yer altı zenginlikleri ve ulaşım yolla­
rının ele geçirilmesi ikinci derece sebepler olarak
görülmelidir. Öncelikli sebep, İslâm’ın sunduğu
İslâm, Şeytanî Değerlerin Küreselleşmesine
bu yeni hayat tarzı ve anlayışıdır. O nedenle bu­
gün iki farklı değer sistemi karşı karşıya gelmiştir.
Değerler mücadelesindeki karşılaşma ve he­
Karşı Çıkmaktadır
saplaşma, tarih boyu bir kanuniyet olarak hep
Islâm doğası gereği yeni bir hayat tarzını, yeni bir
var olmuştur, bundan sonra da var olacaktır. Müs­
lüman dünya, bu gerçeği kabullendiği ve buna gö­
re konum aldığı sürece bir sorun olmayacak ve ni­
insan ve yeni bir toplum tipini insanlığa öner­
mekte ve insanlar arası ilişkiyi yeniden tanzim et­
mektedir. Şeytani ittifak ‘bunlar bizim yaşam
tarzımıza karşılar’ derken, İslâm’ın bu devrimci
hai zaferi mutlaka kazanacaktır. Bu noktanın çok
iyi anlaşılması gerekir. O nedenle mevcut hayat
tarzını ve tasavvurunu değiştirmek isteyen tüm
Ü m ran-A ğustos ‘ 2 0 0 3
33
KAPAK
peygamberlerin ve onların yolundan giden Hak
dürme’ ve ‘imha etme’ gibi girişimlerde bulun­
ve hidayet yolunun yolcularının, adalet savaşçıla­
muşlardır.4
rının, karşı karşıya kaldığı tepkileri kısaca gözden
geçirmekte ve hatırlamakta fayda vardır.
Bütün bunlar, bazen kademeli olarak bazen da
içiçe kullanılmıştır. Bunların arasındaki ilişki gi­
Hidayet yolunun yolcuları, Islâm davetçileri,
rift olup topyekürı mücadele esasına göre şekillen­
mevcut sisteme, hayat tarzına ve tasavvuruna kar­
mektedir. O nedenle de bir sıralama yapmak
şı çıkıp Hakk’ı anlatmaya başladıklarında, başlan­
mümkün değildir. Bunlar zamana, zemine, çatışan
gıç itibariyle önemsenmemişlerdir. Kendileri “ya­
kuvvetlerin yapısına ve dünyadaki güç dengeleri­
lan cı”, “deli”, “ şair”, “ büyücü”, “ büyülen -
ne bağlı olarak değişiklik göstermiştir.
m iş”, “aklı yetersiz”, “şaşırm ış”, “çarpılm ış”,
“bozguncu”, “uğursuz”, “m akam peşinde” gibi
Uzlaşma Oyunu
ifadelerle alaya alınmışlardır.1 Mücadelenin geliş­
mesi, İslâmî davetin yayılması durumunda, “gele­
Bütün bu saldırılardan sonuç alamadıklarında ya
neksel hikaye”, “hu rafe”, “eskilerin uydurma
m asalları ”, “A llah hiçbir beşere bir şey indirm edi” şeklindeki eleştiri ve hakaretlerini bizzat
da bu saldırılara paralel olarak, son derece sinsi ve
İslâmî düşünceye yöneltmişlerdir.2 Mücadelenin
lüman’ın kafasını ve zihniyetini karmakarışık
gelişmesi ile halkın İslâm’a daha da ilgi gösterme­
edip gerçeklerden sapmasını sağlayacak uzlaş­
si durumunda, yandaşlarım ilahlarına sahip çık­
ma çağrısı(Uzlaşma Oyunu).
şeytani bir oyunun senaryosu yazılıp sahneye kon­
muştur: İslâm’ın düşünce yapısını bozacak, Müs­
maya çağırarak toplum içinde büyük bir ajıtas-
Uzlaşma çağrısı; karşılıklı birbirinin hukuku­
yon faaliyetine girişmişlerdir. Mallarını, imkanla­
na saygı göstermek amaçlı -teknik anlamda ittifak
rını seferber edip, davetçinin konuşmasını, din­
yaparak- birlikte yaşama çağrısı değildir. İslâmî
lenmesini engellemişlerdir.3 Bu şekilde yükselişini
düşünce ve tasavvuru batıl ile karıştırıp yeni bir
durduramadıkları harekete karşı, ‘tehdit’, ‘işken­
anlayış oluşturmak, onu İslâm diye kabullendir­
c e ’, ‘ekonomik ambargo’, ‘hapis’, ‘sürgün’, ‘öi-
mek için halka sunmak ve zulme karşı verilen mü­
3 4 Ü m ran-A ğustos ■2003
İDARE-İ MASLAHATÇILIK /
cadelelerin gereksizliğini ileri sürüp pasifizmi sa­
vunmaktır.
Uzlaşma oyunu, genellikle teorik bir alt yapı­
CANOĞLU
an lamlandı rmacı l ık’ (Rev izyon izni)
İslâm dünyası yakın bir gelecekte dün ve bu­
günkü saptırma hareketlerine nazaran çok daha
ya sahip olarak ve insanlara cazip gelecek tarzda
büyük boyutlu bir saptırma hareketi ile karşı kar­
sahnelenmiştir ve de sahnelenmek istenecektir.
şıya gelebilecek, hesaplaşmak zorunda kalabile­
Bu nedenle de en tahripkâr ve en tehlikeli bir
düşmanlık hareketidir. Temel hedefi, Müslüma-
cektir. Şeytanî ittifak, tarih boyu bu metodu kul­
nın kafasını ve düşünce yapısını karma karışık
yolcularının karşı karşıya kalabilecekleri asıl
lanmıştır, şimdi de kullanacaktır. Hidayet yolu
yapıp bir zihniyet sapmasını sağlamaktır. Bunun
tehlike budur. Bundan böyle bu konu, Müslüma-
için de kural tanımaz. Kirli özel savaşın en kirli
nın temel gündem maddelerinden biri olmalıdır.
özel bir halini oluşturur. Bir taraftan *m uhafaza -
Bu nedenle yukarıdaki iki konuyu ayrı ayrı incele­
kâr dem okrat’, ‘milli m u hafazakâr’, liberal
M üslüm an’, ‘üımlı M ü s l ü m a n ‘mütedeyyin
M üslüman’ diyerek bilinç kirlenmesine çalışır­
menin daha yararlı olduğunu düşünüyoruz. Bu ya­
ken; diğer taraftan da 28 Şubat aıafesinde görül­
İdare-i Maslahatçılık(Oportünizm)
zıda yalnızca idare-i maslahatçılık ele alınacaktır.
düğü gibi Müsliim Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadi­
me Şahin tipi aktörlerle hem bilinç hem de dav­
ranış kirlenmesine sebep olacak bir oyunu sahneleyebilmektedir. O nedenle Uzlaşma oyununda
tek bir kuıal ve şekil yoktur. O değişik ad ve gö­
Zor anlarda asıl amaçlarının gerçekleşmesini gele­
ceğe erteleyerek mevcut duruma ve mevcut siste­
me uygun olarak davranmak diye tanımlanan ida­
reci m aslahatçılık , gerçekte güçsüzlüğü bahane
rüntülerle ortaya çıkabilir ve değişik ambalajlarda
edip gerçekleri bilerek yanlış yorumlama eğili­
sunulabilir. Bu sunumda rol yapmakta mahir
minde olan çıkarcı bir hareket ve davranış şekli­
olanlar seçilir ve rollerinin gereği olan eğitimi
alırlar.
dir. Mevcut düzenleri çok güçlü görerek ve göste­
Uzlaşma oyunun alabileceği değişik görüntüle­
rakmayı; bu nedenle de gücün karşısında eğilerek
ri, ana hatları ile iki başlık altında toplayabiliriz:
rerek hiçbir şey yapmamayı, her şeyi geleceğe bı­
1- İdare-i Maslahatçılık’ (Oportünizm)
mücadele etmenin gereksizliğini savunur. Kendi
çıkarları, davanın çıkarlarından önde gelir. Çıkar
2- Yeniden Gözden geçiımecilik ve yeniden
ilişkisi son derece önemlidir. Bu niyetle kendi ko­
U m m n -A ğu stos -2003
35
KAPAK
numlarını sağlamlaştırmak için de Kur’ânî termi­
nolojiyi genellikle tevil ederek yumuşatır. Müca­
dele etmek yerine, taviz vererek uzlaşmanın daha
yararlı olduğunu ileri sürer.
Zalimlerle Adalet’i hakim kılmak isteyen hi­
dayet yolunun yolcuları arasındaki mücadele sert­
leştikçe, idare- i maslahatçılar ortaya çıkar veya
çıkartılır. Zalimlere karşı yürütülen mücadeleyi,
bilerek yada bilmeyerek, sabote etmek için uzlaş­
ma teorileri üretilir. Burada önemli olan; mevcut
sistemin Müslümanlara hoşgörülü ve uzlaşmacı
davranmasını
iste­
mekten ziyade; M üs­
lümanların kendi hak
ve
hukuklarından
vazgeçerek, taviz ve­
rerek, sistemle uyuş­
ma ve uzlaşmalarını
İdare-i maslahatçılar, bir müddet sonra, çürü­
müş sistemin tüm değerlerini meşru görmeye, dü­
şünce ve değerler sistemini benimsemeye; ‘refah­
tan şımarıp azan önde gelenler’ gibi düşünüp on­
lar gibi davranmaya başlarlar:
“Allah size Kitap’ta şunu da bildirmiştir: “A l­
lah'ın ayetlerinin inkâr ve onlarla alay edildiği-
ni işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir
konuya geçm edikçe onların yanında oturma ym .” Böyle yaparsanız siz de onlar gibi olursu nuz■ Şüphe yok ki Allah münâfıkları da kâfirleri de
cehennemde bir araya ge­
tirecektir" (Nisa 140)
Uzlaşma oyunun temel hedefi, Müslümanın kafasını ve düşünce yapısını
karma karışık yapıp bir zihniyet sap­
masını sağlamaktır. Bunun için de
İdare-i M aslah at çıların Qöremediği:
Her şeyi geleceğe
erteleyen idare-i maslahatçıların göremedikle­
ri ve anlayamadıkları
şey, çürümüş sistemin
müntesiplerinin ger­
ve fedakârlık yapma­
hiçbir kural tanımaz.
larını idare-i maslahatçıların,
M üslümanlardan istemiş ol­
çekleri aramayıp zulüm ve sömürü mekanizmaları­
malarıdır. İşte Kur’ân-ı Kerim tam da bu noktada
nı
devam ettirmek istemelerindeki kararlılıkları­
Müslümanlara bir kanuniyeti hatırlatmaktadır :
dır. Çünkü mevcut sistemdeki menfaat akışından
“Onlar, senin kendilerine yaranıp'Onlarla
en çok pay alanlar, ‘refahtan şımarıp azan önde
uzlaşmanı arzu ettiler; o zam an onlar da sana
yaranıp, u zlaşacaklardı.” (68 Kalem, 9)
Burada dikkat edilmesi gereken; uzlaşma hare­
ketinin, doğru ve haklı olandan doğru olamayan
ve haksız olana doğru bir istikamet belirlemiş ol­
masıdır:
“B a h a n a o kendilerine Kitap’tan bir nasip veri­
lenlere! Putlara, kâhinlere, şeytanlara, ne liadar batıl
varsa hepsine iman ediyorlar ve yetmezmiş gibi, bir de
kalkıp kâfirler hakkında “Onlar, M üslümanlardan
daha doğru yoldadır” diyorlar! ”( Nisa 51)
İdare-i maslahatçı hareketler, rahatlarının ve
çıkarlarının bozulmaması için hak ve hakikati
aramaktan vazgeçip; şimdilik yapılabilecek bir şey
yoktur tarzında teslimiyetçi politikalar üretirler.
Böylelikle ‘refahtan şımarıp azan önde gelenler’
nezdinde itibar kazanmaya çalışırlar:
"Münâfıklara müjde ver ki can yakıcı bir azap
kendilerini beklemektedir.
Onlar m üm inlerin dışında kâfirleri dost edi n-rler. İzzet ve desteği onların yanında mı arı­
yorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah'ındır.
! ”( Nisa 138^,139)
3 6 Ü m ran • Ağustos •2003
gelen zümreler’dir. İslâm’ın daveti karşısında tutunamayan bu zümreler, davete karşı direnebilmek için, o zamana kadar hatırlamadıkları, gör­
mezlikten geldikleri, örfleri, adetleri, hukukları ve
atalarını bir güvence olarak öne sürerler. Davetçilerin getirdikleri, söyledikleri şeylerin doğruluk
paylarının ne olduğunun araştırılmasını, üzerinde
düşünülmesini toptan reddedip engel olmaya kal­
kışırlar:
“Senden önce de bir memlekete bir peygamber
göndermiş olmayalım, mutlaka onun <refah içinde
şımarıp da azan önde gelenleri, şöyle demişlerdir:
uQ erçek şu ki, biz atalarım ızı bir ümmet (belir li bir din, geleneksel davranış ve hayat tarzı)
üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine
uymuşlarız. ”•
(Peygamber de) demiştir: ‘Ben size, atalarınızı
üstünde bulduğunuz şeyden d ah a doğru olanını
getirmiş olsam da mı?’ Onlar da demişlerdir ki:
‘Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye
karşı kafir olanlarız’.”(43 Zuhruf, 23,24)
İdare-i maslahatçılar bu davranışları ile za-
İDARE'İ MASLAHATÇILIK /
limlerin taktirlerini kazanabilir, övgülerine mazhar olabilirler ve fakat sevgilerini asla kazana­
mazlar. Idare-i maslahatçılar, değerler mücadele'
sinin bu kanuniyetini idrak edememiş ve göreme­
mişlerdir. Onun için Kur’ân-ı Kerim ‘velî’ kelime­
sinin semantik alanına dikkat çekerek Müslü­
manları uyarmaktadır:
“ Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sır-
CANOĞLU
maslahatçılara ihtiyaç duymadıkları anda, onlarla
her türlü irtibatı kesip onları yok etmek için hare­
kete geçerler:
"Ey iman edenler! Benim de sizin de düşman­
larınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği
reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz♦
R esûlüllahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan A llah’a
inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz
daş edinm eyin . Onlar size kötülük ve zarar ver­
mekte kusur etm ezler, size zorlu bir sıkıntı vere­
Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı l<azanmak için çıkmışsanız, nasıl olur da onlara sevgi göste­
cek şeyden hoşlanırlar . Buğz ve düşmanlıkları
rip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin gizlediğiniz ve
ağızlarından dışa vurm uştur, sinelerinin
gizli tuttukları ise d ah a bü yüktü r . Size
ayetlerimizi açıkladık;
İdare-i maslahatçı hareketler, rahatla­
rının ve çıkarlarının bozulmaması için
açıkladığınız her şeyi bil­
mekteyim. Doğrusu içi­
nizden kim bunu yapar­
sa, artık dümdüz yoldan
sapmış olur.
Eğer size karşı elle­
belki akıl erdirirsiniz-• hak ve hakikati aramaktan vazgeçip;
Sizler işte böylesiniz;
rine
bir fırsat geçerse,
şimdilik yapılabilecek bir şey yoktur tar­
onları seversiniz, oysa
size düşman kesilirler.
zında teslimiyetçi politikalar üretirler. Ellerini de, dillerini de
onlar sizi sevm ezler .
Siz K itab ’ın tümüne
size fenalık etm ek için
inanırsınız, onlar, si­
uzatırlar ve sizin de
zinle karşılaştıklannda ‘inandık’ derler, kendi başla­
kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler. (Mümtahirına kaldıklarında ise, size lcarşı olan kin ve öfkele­
ne 1-2)
rinden dolayı parm ak uçlarını ısırırlar. De ki:
Bu âyetin nüzûlü ile ilgili rivayet edilen olay;
‘Kin ve öfkenizle geberin.' Şüphesiz Allah, sinelerin
özünde saklı duranı bilendir.
Size bir iyilik dokununca onlan tasalandırır, size bir
kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz
sabreder ve sakınırsanız, onlann *hileli düzenleri’ si­
ze hiçbir şeyle zarar veremez. Şüphesiz Allah, yapmak­
ta olduklarını kuşatandır.” (3 Ali îmran 118-120)
p İtfl
İdare-i M aslahatçılar Uzlaştıkları Sistem
Tarafından Tasfiye Edilirler
Idare-i maslahatçıların kaçınılmaz sonucu, ya
tasfiye edilmek ya da Allah’ın azabına dûçar kalıp
helâk olmaktır.
Idare-i maslahatçılar, kararlı ve ısrarlı müca­
deleler sonucunda tasfiye edilip tarihin çöp sepe­
tine atılırlar. Burada bu konu ele alınmayacaktır.
Burada; idare-i maslahatçıların savundukları, ta­
viz vererek uzlaşmaya çalıştıkları ve veli olarak
kabul ettikleri mevcut çürümüş sistemin refahtan
şımarıp azan önde gelen kesimi tarafından tasfiye
edilecekleri kendilerine hatırlatılarak uyarılma­
ya çalışılacaktır.
Refahtan şımarıp azan zalimler grubu, idare-i
idaıe-i maslahatçı düşünce ve hareket şekillerinin
ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini gös­
termektedir. Özündeki çıkarcılığı ve şahsi menfa­
atleri öne çekme psikolojisini yansıtması açısın­
dan da çok önemli bir olaydır:
Çok gizli tutulan Mekke’nin fetih hazırlıkları
Müslüman olan Hatıb b. Ebî Beltea tarafından
nasılsa öğrenilmiş ve Mekke’ye giden bir cariye
vasıtasıyla Kureyşlilerin önde gelenlerine bir
mektupla bilgi gönderilmek istenmiştir. Allah’ın
Hz. Peygamberi(s.) bu istihbarat konusunda uyar­
ması üzerine; Abdullah İbn Zübeyr ile Mikdad(r.a) görevlendirilmiş ve “Medine’den 22 mil
mesafede bulacakları kadından” mektubu almala­
rı istenmişti. Getirdikleri mektupta Mekke’ye se­
fer hazırlığı bildiriliyordu. Peygamberimiz Hatıb’a
sebebini sorunca o: “Ya Resûlallah, ben küfre
sempati duyduğumdan değil, ama ailem orada,
M ekke’de onları koruyacak akrabalarım da yok.
Bu davranışımı göz önünde bulundurarak Kureyşliler aileme sıkıntı vermezler ümidiyle bu işi
yaptım” demiştir. Dikkat edilirse, küfre sempati
beslememiş olmasına rağmen çıkarcı bir anlayışla
Ü m ran • Ağustos •2003
37
KAPAK
ve gönüllü olarak Meklcelilere hizmete soyunmuş­
tur. Gerçi buradaki olay bireysel bir olaydır. Bu­
nun bir grup veya cemaat tarafından yapıldığını
düşündüğümüzde, yapılacak tahribatın büyüklü­
ğünü tahmin etmek zor olmasa gerekir.
Ayetlerde; davetçiler kendi inançlarını bıra­
kıp kafir olmadıkça, uygun zaman ve zemini var
olur olmaz her türlü kötülükle karşılaşacaklarının
belirtilmiş olması, Müsliimanlara idare-i masla­
hat konusunda yapılan ciddi bir uyarıdır. Ali İmran sûresi 118-120. ayetler ile birlikte konuya yak­
laştığımızda, idare-i maslahatçı ve uzlaşmacıların
nihayetinde refahtan şımarıp azan zalimlerce tas­
n kötü azaba uğratacak kim seler ortaya çıkara­
cağını bildirdi . Muhakkak ki Rabbin, dilediğinde ce­
zayı çabucak veren, ama aslında Gafurdur, Rahim­
dir: Affı ve merhameti boldur.
Onları parça parça topluluklar halinde dünyanın
her yerine dağıttık. A ralarında iyi kim seler de var­
dı, iyi olmayanlar da. Kötülüklerden dönüş ya­
parlar diye onları gâh nim etler, gâh m usibetler­
le imtihan ettik . (A raf 163-168)
Burada kötülükleri icra eden bir toplumun dü­
zelmesi için kendilerine uygulanan bir imtihan
sürecine dikkat çekilmektedir. Kötülüklerin icra
edildiği toplumda 3 grup insan vardır: 1. Grup;
tarihi ve özellikle yakın tarih bunun canlı örnek­
kötülüğü icra edenler, 2. Grup; kötülüğe karşı
çıkıp tavır alanlar, 3. Grup; ilk iki grup arasın­
leri ile doludur.
da olan mücadeleden rahatsız olanlardır. 3. gru­
fiye edileceğini rahatlıkla görebilmekteyiz. İslâm
bun davranışı, idare-i maslahatçı ve çıkarcıdır.
İdare-i M aslahatçdar A llah’ın Ç azabm a
Uğrayıp H elâk Olurlar
İdare-i maslahatçıların, çözümü başkalarına ve ge­
İdare-i maslahatçı davranışın ikinci olası so­
nucu, Allah’ın gazabına uğrayarak helâk olmaktır.
çözümü geleceğe bırakmakta ve kötülüğü icra
edenlere karşı bir şey yapılmasını istememektedir.
Bunu, Kur’ân’da mevcut topluma ibret için hatır­
Hatta bu konuda Allah’ı görevlendirerek çözümü
latılması istenen ‘Cumartesi balık avlanma yasa­
ğını çiğneyen' kasaba halkının başına gelenlerde
ertelemektedir. Bu amaçla kötülüğe karşı çıkanla­
ra, “A llah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir
görmekteyiz:
felaket göndereceği şu gür ha ne diye boşuna
öğüt verip duruyorsunuz?” diyerek kötülüğe kar­
“Bir de onlara o deniz kıyısında bulunan şehir hal­
kının başına gelenleri sor. Hani onlar sebt(cumartesi)
leceğe bırakmaları gibi bu olayda geçen 3. grup da
şı çıkanların mücadele azim ve kararlığını kıracak
gününün hükmüne saygısızlık edip Allah'ın koyduğu
ve fakat kötülüğü icra edenleri şevklendirecek bir
sınırı çiğniyorlardı.
nü gözettiklerinde balıklar yanlarına akın akın geliyor­
tutum ve tavır almaktadırlar.
Kendilerine yapılan uyarıları kabul etmeyen
du; sebt yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte fasık-
grupla ve kötülüklere karşı sessiz kalarak, hatta
lıklan, yoldan çıkmaları sebebiyle onlan böyle imtihan
kötülüğü yapanlara karşı çıkanları engelleyerek
ediyorduk.
Hani onlardan bir cemaat: ‘A llah’ın yerle bir
tavır belirleyen grubun
Şöyle ki: Sebt gününün hükmü­
edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği şu
güruha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsu­
nuz V demişti. O salih kişiler de: ‘Rabbinize m a­
zeret arz edebilm ek için! Bir de ne bilirsiniz,
olur ki A llah’a karşı gelm ekten nihayet sakınır­
lar ümidiyle öğüt veriyoruz’ diye cevap verdiler.
Kendilerine verilen öğütleri ve uyarılan kulak ardı
edip onları bir tarafa bırakınca, içlerinden kötülük­
leri önlem eye çalışanları kurtarıp o zcdimleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azaba uğrattık .
Şöyle ki: Onlar serkeşlik edip yasakları çiğne­
m ekte ısrar edince onlara “hor ve hakir m ay­
m unlar haline gelin” diye emrettik.
O vakit R abbin, kıyam et gününe kadar onla 3 8 Ü m ran-A ğustos •2003
akıbeti aynı olmuştur.
Her iki grup Allah tarafından cezalandırmıştır.
Yukarıdaki âyetlerde (davet edenler hariç) ka­
saba halkına ‘azap edecek insanların musallat edi­
leceğinin’ belirtilmesi, ‘paramparça edilip dünya­
nın her tarafına dağıtılmaları’, ‘dağıtılanlar içeri­
sinde iyilerin de var’ olduğunun belirtilmesi; yu­
karıda ifade ettiğimiz idare-i maslahatçıların son­
larına ilişkin genel bir lcanuniyetin varlığına işa­
ret etmektedir.
İdare-i M aslahatçılığın Doğal Sonucu
Yeniden Çözden Ç eçirm ecilik ve Yeniden
A nlam landırm acılıktır
Yukarıda ki ayetlerin devamında dikkatimizi
çeken önemli bir husus da, idare-i maslahatçı po-
İDARE-İ MASLAHATÇILIK /CANOĞLU
litilcaların insan zihninde yapacağı kirlenmenin
İdare-i maslahatçı hareketin yapabileceği tah­
doğal sonucu olarak daha da tahripkâr olan Yeni­
den Gözden Geçirmeci ve Yeniden Anlamlan-
ribata karşı, acil tedbir olarak Müslümanlar, aşa­
dırmacı (Revizyonist) bir hareketin ortaya çık­
mış olabileceğidir:
Ümmetin yürüyüşünü sekteye uğratacak,
“O nlardan sonra hayırsız bir nesil geldi k i ,
bunlar K itab ’a (Tevrat’a) varis oldular, am a
âyetleri tahrif etme karşılığında şu değersiz dün­
ya m etaını alıp “N asılsa affa nail oluruz}.” dü­
şüncesiyle hareket ettiler. A f um arken bile,
öbür yandan yine gayr-ı m eşrû bir m eta, bir rüş­
vet zuhûr etse, onu da alırlar. Peki onlardan, A l­
ğıda belirtilen hususlarda hassas davranmalıdır:
engelleyecek her türlü saptırıcı hareket ve dav­
ranışlara karşı çıkmalı, idare-i maslahatçıları
uyarmalı ve ikna etmeye çalışmalıdır.
‘Cahil, bozguncu, gaflete düşenlerin yoluna
uymamalıdır’5
‘Hainleri savunmamalı ve nefsine ihanet
edenlerden yana tavır almamalıdır'6
‘Suçlu günahkarları desteklememelidir,7
lah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söy­
‘Zalimlere, kafirlere, müşriklere, münafıkla­
lemeyeceklerine dair Kitap’ta mevcut hükümler uya­
ra, dünya hayatından başkasını istemeyenlere ve
rınca söz alınmamış mıydı? Ve Kitab’ın içindekileri
yalancılara vekil olmamalı, hebalarına uymama-
ders edinip okumamışlar mıydı? Halbuki ebedi ahiret
yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için elbette
lı, onları benimsememelidir’8; ‘Veli(dost ve sır­
daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mı­
uzaklaşmalıdır’9
sınız? (A raf 16 9)
Bu konu daha sonra ayrıntılı olarak incelene­
ler bugün için bunlardır. Bunu yaptığımız taktirde
cektir. O nedenle burada sadece bir hatırlatma
hiç şüphesiz kazanacak olanlar bizler olacağız:
yapılmaktadır.
“Dinlerini bir oyuncak ve eğlence haline ge­
tiren, kendilerini dünya hayatı aldatmış olan
kim seleri kendi hallerine bırak. Sen yalnız
K u r’ân ile va’z et ki, Allah’tan başlca yardımcısı ve
Ne Yapmalı?
Şeytanî ittifakın İslâm coğrafyasında giriştiği işgal
hareketi, ümmetin yürüyüşünü engellemek, ken­
dilerine karşı başlatılan direniş hareketini kırmak
için yeni işbirlikçiler arayıp bulabilecek, yeni idare-i maslahatçı politikaları savunabilecek gruplar
ortaya çıkarabilecektir. Şeytanî ittifakın askeri ve
teknolojik gücü karşısında yapılabilecek başka bir
şey yok diyerek günü kurtarmak tarzındaki politi­
daş) olarak kabul etmemeli ve onlardan kopup
Tarihin omuzlarımıza yüklediği en acil görev­
şefaatçisi bulunmayan hiçbir nefis, işlediği günahlar
yüzünden helâlce teslim edilmesin, sürüklenip açılma­
sın. O , her türlü fidyeyi denkleştirse bile, yine ondan
alınıp I<abul edilmez ■işledikleri günahları yüzün­
den helâke sürüklenenler, m ahvolanlar, işte
bunlardır. İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan
bir içecek ve acı veren bir azap vardır. ” (Enam 70) m
kalar, idare-i maslahatçı politikalardır. İdare-i
maslahatçı politikalar, İslâm dünyası yöneticileri­
K ay n ak lar
nin bugüne kadar hem kendi içerisinde, hem de
1. 6/ 66, 15/6, 37/ 3 6 , 2b/ 153, 7/ 6 6 , 6 0 , 127, İ l i 4 7 , 10/
uluslar arası arenada uygulaya geldiği politikalar­
dır. Gelinen nokta malumdur. Bu politikaların so­
2.
8 / 3 1 ,2 6 / 1 3 7 ,6 / 5 ,1 1 ,6 6
3.
3 4 / 4 3 ,3 8 / 6 ,7 1 / 7 1 ,1 0 / 7 8 ,2 3 / 2 4 ,6 / 2 6 ,7 / 7 6 , 11/ 55.
nucunda İslâm dünyası, işgalle karşı karşıya kal­
mıştır. Şeytanî ittifakı dost, sırdaş, veli olarak gö­
78
4.
renlerin bu gün bu acı gerçekle karşı karşıya ka­
lıp uyanmış olmalarını arzu ederiz. Ancak bazıları
açısından iş işten geçmiş, bizzat Şeytanî ittifak ta­
rafından fonksiyonlarını tamamladıkları için tas­
fiye edilmişlerdir.
5. 7/199 , 7/142, /205 , 6/19, 35 , 25/52 38/26 42/15,18
6. 4/ 107-110, 105
7 .2 8 / 1 7 ,8 6 ,8 7
8 .2 5 / 4 3
96/19
1 1 / 1 1 3 ,5 9
68/745
12/108
4/107-110, 105
76/24
18/28 26/151-152 33/48 42/15
Bu dönemde de ortaya çıkabilecek yeni işbir­
likçi ve idare-i maşlahatçıların da akıbeti farklı
olamayacaktır.
7/ 8 2 , 86, 88, 9 0 ; 124, 127, 37/ 9 7 , 14/24, 14, 26/116,
8/ 3 0 , 11/ 91.
1 1 / 5 9 ,1 1 3
3/149
38/26 25/52 33/48
25/52
9.
2/144, 149, 15073/10-11 7/179-181 19/47- 49 10/105
60/4-6
4/ 138-140
Ü m ran
• Ağustos • 2003 3 9
ÜMMETİN YENİDEN ŞAHLANIŞI İÇİN
UZUN SOLUKLU MÜCADELE
ABDÜLMETİN KARAKÖSE
T
arihin dönüm noktalarından birini yaşı­
gelişen İslâmi muhalefeti büyük ölçüde sekteye
yoruz. Çok uluslu şirketlerin kasasını dol­
uğratmıştır. Özellikle 11 Eylül’den sonra İslâm
durmayı tek amaç olarak gören yeni küre­
coğrafyasında baskı ve zulümler artmıştır. Ameri­
sel anlayış ve onun iktidarını temsil eden ABD
ka, önce Afganistan’ı işgal etmiş, ülkeyi önceki
öncülüğündeki güç ittifakı, insanlığı ve İslâm ale­
durumundan daha beter hale getirmiştir. Daha
mini tehdit etmektedir. Yeni dünya düzeni dedikle­
sonra Irak’ı işgal etmiş, kaos ve yoksulluk bataklı­
ri şeyin İslâm ile sorunu vardır. Türkiye de dahil
ğına sokmuştur. Şimdilerde İran ile uğraşmakta­
olmak üzere dünyada Müslümanlar sürekli dayak
dır. Daha sonra sıranın kime geleceği ve kimin
yemektedir. A BD ’nin yanında isen iyi Müslüman
başına ne gibi belalar açacağının bilinmesi zorun­
oluyorsun, ona karşı isen kötü ve tehlikeli Müslü­
ludur.
man oluyorsun. Tarihin bu kırılma noktasında,
Bin Ladin tehlikesi oluşturarak terörist avına
A BD sadece güce dayanan, gücü ilahlaştıran poli­
çıkan ABD ve Batı, İslâm dünyasında kabadayılık
tikasıyla bir nevi dünyanın İsrail'i durumunda­
yapmakta,
dır.
pervasızca silah kullanmaktadır. Terörizmle müca­
Müslümanları esir gibi toplamakta,
dele adı altında yüzlerce müslümanı İslâm coğraf­
Küresel Anlayış ve A B D Terörü
yasından toplayıp Guantanamo üssüne hapseden
Amerika, bu insanları hâlâ sorgusuz-sualsiz orada
Bugün dünyada global 28 Şubat yaşanmaktadır.
tutmakta, işkencelere maruz bırakmaktadır. Ara­
Zaten kanaatimizce de 28 Şubat 11 Eylül’ün kos­
larında 18 yaşından küçük çocukların ve 70 yaşın­
tümlü bir provasıdır. Türkiye’de planlanan bir
da ihtiyarların da bulunduğu bu insanlar intihara
olay olmayıp, küreselleşme kapsamında değerlen­
sürüklenecek kadar zulüm ve işkence görmekte­
dirilmelidir. Bin Ladin operasyonu olarak lanse
dirler. Kimse bunun hesabını sorma cesaretini
edilen 11 Eylül, aslında İslâm’ın yeniden tarih
gösterememektedir.
sahnesine çıkışını engellemeyi hedefleyen planlı
bir harekettir. Dünyanın 28 Şubatıdır. Hazırlıklar
İslâmî İmajın Yıpratılması
11 Eylül öncesine dayanmaktadır. 28 Şubat ve 11
Eylül sonrasında İslâm hedef tahtası haline geti­
Dünyada ve Türkiye’de İslâmi hayatın geriletil-
rilmiş, 11 Eylül ile tüm dünyada anti-İslâm kam­
mesi, İslâmi hayatın önüne set çekilmesi operas­
panyayı kışkırtmak üzere sadece düğmeye basıl­
yonu ile karşı karşıyayız. Büyük bir kuşatma altın­
mıştır. ABD Körfez savaşıyla nasıl Ortadoğu’ya
da, bir saldırı çemberindeyiz. İslâm’ın her türlü si­
yerleştiyse, Afganistan operasyonu ile de Orta As­
vil, kamusal ve politik yansımalarını bertaraf ede­
ya’ya yerleşmiş, bu vesileyle bölgede öteden beri
rek, İslâm’ı tamamen toplumsal hayatın dışına
4 0 Ü m ran'A ğustos ■2003
UZUN SOLUKLU MÜCAÜDELE /
KARAKÖSE
iterek, dar kalıplar arasına sıkıştırmak istiyorlar.
Islâm, hem uluslararası planda hem de ülke
planında, sistemli biçimde imaj yıpranmasına ma­
ruz bırakılmıştır. Uzun bir süreden beri, İslâm ile
ilgili ya cinayetler, ya terör örgütleri, ya kısır tar­
tışmalar gündeme gelmekte, bilgi açlığı içindeki
genç nesiller din denince hep olumsuz, şüphe
uyandırıcı, inanç sarsıcı görüntülerle karşılaşmak­
tadırlar. Özellikle 28 Şubat sürecinde ekranlara
yansıtılan bazı ‘dini’ görüntüler ve ‘dindar’ tiple­
meleri Islâm’ı doğru algılamanın ve tebliğ gayret­
lerinin önündeki engeller olmuşlardır.
Müslüman halklar, İslâm âleminin her yanın­
da despot yönetimler altında haksız uygulamala­
rın kurbanı durumundadırlar. Büyük bir zenginli­
ğin üstünde oturmalarına karşılık, yönetimi elin­
de bulunduran kukla rejimler nedeniyle, İslâm
coğrafyası fakirliğin, ezilmişliğin ve zavallılığın
sembolü haline gelmiştir.
İslâm Alem i’nin H âl-i Pür-melâli
Müslümanlar dünya nüfusunun dörtte birini teşkil
etmelerine rağmen dünya ticaretinin ancak yüzde
sekizini ellerinde tutabilmektedirler. Dünyada ge­
lişen olayların ya figüranı ya da mağduru duru­
mundadırlar. Dünya geneline baktığımızda sadece
dışı, adaletten uzak tavırlar sergileyerek, yaşanan
müslüman ülkelerde kan ve gözyaşı vardır. Filipinler’deki Müslümanları terörist diye katleden
zulmü ve katliamı sadece seyrediyorlar. Bu da yet­
miyormuş gibi, saldırganlıkların vahşet boyutları­
Amerika’nın yaptığı
kampanyalar sonucunda
na ulaştığı bir ortamda tank modernizasyonu adı
kimlerin ‘terörist’ ilan edildiğine ibretle bakın; İs­
rail Filistin’i, Hindistan Keşmir’i, Çin Doğu Tür­
altında Türkiye’den İsrail’e yüz milyonlarca dolar­
kistan’ı, Rusya Çeçenistan’ı terörist ilan ediyor.
lık kaynak aktarılmak suretiyle bu Siyonist çeteye
moral destek pompalanıyor. Yoksullaştırılan hal­
Bu yerlerin hepsi Müslüman toprağı. Bu toprak­
kın ekmeğinden, suyundan kesilen paralar, ek
larda Müslümanların zulüm, kan ve gözyaşı gör­
vergiler ve zamlar ile halktan metazori alman pa­
mesi yetmiyormuş gibi böylece onurları da kırılı­
yor.
ama, vahşete açıkça destek verilmiştir. Bu eli kan­
ralar, Siyonistlere peşkeş çekilmiş; işgale, katli­
Filistin’de cereyan eden olaylar insanlık alemi­
lı terörist devlete destek verenleri, Türkiye’yi bu
nin yüreğini kanatıyor. Filistin’de tüm dünyanın
işgalci çete devletinin stratejik ortağı yapanları,
gözleri önünde bir katliam yaşanıyor. İsrail isimli
bu çocuk katillerinin müttefiki olanları, bu işgalci
Siyonist çetenin hiçbir kural, kanun, anlaşma ta­
çeteye destek olanları tarih ve millet hiçbir za­
nımaksızın yıllardır sürdürdüğü işgale karşı ciddi
bir tepki göstermeyen uluslararası kuruluşlar, sah­
man affetmeyecektir.
te barış çağrılarıyla bu katliamlara göz yumuyor­
lar. Yaptıkları zulme boyun eğmeyen Filistin hal­
İslâm son iki yüz yıldır ‘yenilenlerin dini’ oldu.
Bu topraklarda ve dünyanın birçok yerinde Batı
kının haklı ve meşru direnişi ile işgalcilerin saldır­
karşısında bozgundan hasarsız çıkmış bir nesil yok
gibidir. Yenilginin yarattığı eziklikten kurtulmak
ganlıklarını eşit görüp, ikisine birden karşı çık­
mak, ikisini de kınamak gibi ahlak dışı, insanlık
sığınarak, ya hamasi duygularla teselli bulmaya
için çalışmak yerine, parlak geçmişin hayallerine
U m rem -A ğ u stos.2 0 0 3
41
KAPAK
çalıştık, ya da başımız sıkışınca Batı’nın hakemli­
ğinden medet umduk. Bir türlü Batı’nın bize nasıl
baktığını anlamadık. Bugünkü düşkün halin ger­
çek nedeninin, Batı’nın zenginlik ve gücü elde et­
tiğinden beri, kendi kültürünü üstün ilan etmesi­
nin ve ekonomik menfaatlerini her şeyin üstünde
tutmasının neticesi olduğunu görmezlikten gel­
dik.
İslâmî H areketler
Uzun Soluklu
B ir Mücadeleye H a­
zır mı;
lara ortak bir akıl değil, gereksiz ümitler, korkular
ve heyecanlar biçim veriyor. Hareket tarzları iyi
düşünülmüş projelere değil, günü birlik politikala­
ra dayanıyor.
Müslümanlar muhalif olmanın ötesinde bir
politika üretememiş, sadece ‘hayır’ demişlerdir.
Geleceğe dönük ciddi hazırlıkları yoktur. Uzun
siyasi tarihlerine rağ­
men elle tutulur, belir­
Küreselleşmenin öngördüğü yaşam bi­
çimi ile İslâm’ın öngördüğü yaşam biçi­
mi ve tevhidi anlayış uyuşmamaktadır.
Bunun karşısında durabilecek, diren­
Asırlardan beri cahilî
ve egemen güçlerin
me kabiliyeti olan tek güç İslâm'dır.
boyunduruğu altında
yaşayan ve tefrikalara düşen Müslümanlar mevcut
hali değiştirmek için bir mücadele gayreti içinde
çalışmalar yapmaktadır. Ancak bu çalışmalar bir­
çok ortak doğruyu paylaşmalarına rağmen, önem­
li ayrılık ve farklılıklar da göstermektedirler. Aynı
bölgede ve aynı zamanda mücadeleyi üstlenen
birçok farklı grup ortak çalışmalarla güçlerini bir­
leştirip aynı hedefe yönelemedikleri için eldeki
potansiyel zayıflamakta, hatta bazen israf edil­
mektedir. Mevcut oluşumlar ve fikrini yaymaya
çalışan birçok organize gurup, taşıdıkları duyarlı­
lık ve direniş ruhuna rağmen, zihinsel ve yapısal
problemlerini çözebilmiş değillerdir. Amacına
uygun şekillenmeyen bu grupların hâlâ çözmek
zorunda oldukları çok büyük problemleri vardır.
Hareketleri başarıya ulaştığı taktirde, ne yapacak­
ları hakkında belirli bir programları yoktur.
Görüş ayrılıkları ve çeşitli yönlerdeki çekişme­
ler, Islâm dünyasını şekilsiz, fikir ve kültür alanın­
da bir şey üretemeyen insanlar topluluğu haline
getirmiştir. Müslümanlar köksüz ve kural tanımaz
şer istilasının mahkumu haline gelmiş ve giderek
pragmatist ve oportünist bir hal almaya başlamış­
lardır. Kısa süreli zafer ve iktidar hayalleri ile in­
sanları avutmak uzun soluklu olması gereken
mücadeleyi sekteye uğratmıştır. Birçok konuda
yeterli donanımlarının olmayışı, hangi durumlar­
da nasıl davranılacağı bilememeleri, üzerinde itti­
fak edilen özgün bir toplum projesi üretememele­
ri, genel bir karamsarlığa yol açmıştır. Avrupa Bir­
liği örneğinde olduğu gibi, sosyal ve siyasal tutum­
4 2 Ü m ran ■Ağustos • 2003
gin bir siyasi mutaba­
kat ve fikir birliği ge­
liştirebilmiş değildir­
ler. Meselâ, küresel
dağılımı yapılan bir
tek Islâmi gazete yahut
dergi yoktur.
İçi boşaltılmış bir
İslâmî söylem vardır. Müslümanlar henüz yeterli
ve kendini hissettirebilir bir İslâm î kimlik oluştu­
ramamıştır. Kur’ân’ın tarif ettiği insan tipi pratik­
te görülememekte, problemli ve ruhsal bunalımlı
insanlar yetiştirilmektedir. Dindar hüviyetli lider­
lerin omurgasız ve yamuk siyasi duruşları, İslâmsiyaset ilişkisine olumsuz imajlar yüklemiştir. Bu
konuda yarın yine aynı hatalara düşülmemesi ve
faturanın bütün müslümanlara çıkmaması için
şimdiden hassas değerlendirmeler yapma zarureti
vardır.
Islâmi cemaatler, yetişkinler planında kendini
koruma hassasiyeti içinde olsalar bile, çocuklarını
koruma, çocuklarına sahip çıkma ve kendilerini
çocuklarına taşıma noktasında maalesef başarılı
değildirler.
Önce Özeleştiri Yapalım
Batı emperyalizminin fiilî ve fikrî boyunduruğu
altında bulunan bugünkü İslâm coğrafyasının bu
düşkünlük ve şaşkın halini sadece 200-300 yıldır
Batı karşısında alınan mağlubiyetlere bağlamak
yanlış olur. Kimseye kızmadan önce, toplum ola­
rak kendi yanlışlığımızı aramamız, kendimize dö­
nüp bakmamız, fikrî ve siyasî alanda düşkünlüğe
sebep olan kendi kimliğimizi ve yapıp-ettiklerimizi sorgulamamız gerekmektedir. Zihin tembelliği­
ni yenmeden, gücümüzü ve verimliliğimizi artır­
mak için emek, zaman ve para harcamadan bir ye­
re varmamız mümkün değildir, işimizin üzerinde
UZUN SOLUKLU MÜCAÜDELE /
yoğunlaşmadan sadece dövünüp hayıflanarak ge­
leceğimizi şekillendirenleyiz. Kur’ân, “Onlar ne~
fislerinde olanı değiştirm edikçe, Allah bir kav*
m in durumunu değiştirmez” buyuruyor (Ra’d,
KARAKÖSE
diği, yığınların plansız ve programsız bir şekilde
bir araya gelmeleriyle toplumsal değişimin sağla­
namayacağı bilinmelidir.
Küreselleşme Karşısındaki Güç “Iclâm”
11). Bir toplum, dengeli bir hayat çizgisine dönüş
yapmadıkça, doğruluk ve dirlik yolunu izlemeye
Her şeye rağmen, yine de insanlığın içinde bulun­
başlamadıkça, içinde bulunduğu kötü durum iyiduğu bin bir sefaletten
lilcle yer değiştirebilir
---- sorumlu olan küresel­
mi? Bir yerde herhangi
bir toplum güçsüz ise,
Geleceğimiz düzen politikacılarının leşme ağalarının karşı­
musibetlerden belini
insafına ve merhametine terk edile­ sında durabilecek yega­
ne sistem İslâm’dır. Kü­
doğrultamıyorsa, zillet
mez. Uzun vadeli düşünmek, onurlu, reselleşmenin öngördü­
içinde yaşıyorsa, yok­
sulluk çekiyorsa, hayakimlikli, sabırlı ve örgütlü olmak ge­ ğü yaşam biçimi ve em­
poze etmeye çalıştığı
Una kaos egemense,
rekmektedir.
adaletsiz
dünya anlayı­
bunun nedeni, o toplu­
şı, İslâm’ın öngördüğü
mun hayat biçiminin
sapkınlığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa daya­
nıyor olması değil midir?
Yüce Allah, “A ilah onlara zulmetmedi, fakat
onlar kendilerine zulmediyorlar” buyuruyor(Al-i
Imran, 117). Bu mesaj, akıllı ve düşünen insanlar
olarak bizlere, olaylar karşısındaki şu zelil halimi­
zi ve buna karşı sorumluluğumuzu yeterince hatır­
latmıyor mu?
‘Şöyle yapılmalıdır, böyle yapılmalıdır’ diye sa­
dece akıl vermeye, taşeron kullanmaya, meselele­
ri başkalarına havale etmeye gerek yoktur. Aklı­
mızın, vicdanımızın ve inancımızın kabul etmedi­
ği bu yanhş gidişata, bu haksızlığa karşı durmalı,
her türlü demokratik platformda var olmalıyız.
İnandığımız değerlerin hakkını vermeliyiz. Maddi
ve manevi değerlerimizi öğüten bu çark mutlaka
kırılmalıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey
im an edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yol d a olunca dalalette olup sapan kimse size zarar
veremez>”(M aide, 105)
Kimseye kızmadan dönüp kendimize baktığı­
mızda, bugünkü durumumuzun kendi suçumuz ol­
duğunu göreceğiz. Cenab-ı Allah; “Kavuştuğun
her nim et Rabbindendir. Kavuştuğun her musi­
bet kendindendir” buyuruyor(Nisa, 79). Yunus
ise; “Cehennemde ateş arama / Herkes od’unu
buradan götürür” diyor.
Kendisini oluşturmadan kitleleri oluşturmaya,
kendisini değiştirmeden toplumu değiştirmeye çahşan birçok çaba ve hareketin Türkiye’de ve İs­
lâm coğrafyasının birçok yerinde sonuca gideme­
yaşam biçimi ve tevhidi anlayış ile uyuşmamakta­
dır. Bunların karşısında bir blok oluşturabilecek,
direnmekabiliyeti----olan tek güç İslâm olduğu
içindir ki, soğuksavaşın sona ermesinden sonra
(birinci tehdit’ olarak ilan edilmiştir. N A TO düş­
man konseptini değiştirip İslâmî ‘birinci tehdit’
olarak ilan ettiğinde, Türkiye de Milli Askeri
Stratejik Konsept’i (MASK) değiştirip, dini, teh­
dit sıralamasında birinci sıraya oturtmuştur. Yeni
konsept Bosna’da, Cezayir’de, Çeçenistan’da, Fi­
listin’de çok Müslüman kanı akıttı. Dünyada bir
çok din varken Batı’nın sadece İslâm’ı muhatap
alması ve düşman olarak görmesi sebepsiz değildir.
Çünkü İslâm’ın kendine ait bir hukuk anlayışı ve
potansiyel bir hayat gücü vardır.
Halkına yabancı ve düşman bir avuç oligarşik
azınlığın yönetimindeki çoğu İslâm ülkesinde yıl­
lardır ekonomik, siyasi ve dini baskılar altında
ezilen yığınlar, yerleşik baskıcı ve zalim yönetim­
lere ve global sömürüye karşı bir ret ve isyan dal­
gasının potansiyelini taşıyorlar. İnsanoğlu fıtrat
dışına itile itile fıtrat dışı yönelişi kusacak bir nok­
taya geldi. Dünyada hızla yayılan bir dindarlaşma
süreci ve Allah’a yöneliş seyri var. Bu olguya Müslümanlar ses vermeli, İslâm’ın rahmet iklimi adı­
na, İslâm’ın evrensel barış çağrısını kıta kıta
yankılanacak bir yüksekliğe taşımalıdır.
İnsanımız kendine yönelmeli, kendini fark et­
meli, kendine dönmeli, daha fazla dünyevileşmeden manevi bakımdan güçlenmelidir. Başkaları
hakkında gereğinden fazla bir güç vehmederek
Ü m ran ’ Ağustos •2003
43
KAPAK
ranış sistemleri geliştiren bir yapılanmaya ihtiyaç
vardır. Öncelikli sahalar tespit edilerek ilgi, dik­
kat ve kaynaklar israf edilmeden stratejik ve kri­
tik faaliyetlere tahsis edilmelidir.
Faaliyetler, mevcut düzeninin kısmen iyileşme­
sine katkıda bulunacak mevzii ve sınırlı çabalar
şeklinden çıkarılmalı, eldeki potansiyel güç israf
edilmeden, geleceğin inşası için seferber edilmeli­
dir. Yüce Allah, "Cihad ile, hacılara su dağıtma­
yı; cihad ile, K a b e’yi onarmayı bir mi sandınızV*
diye buyuruyor(Tevbe, 19). Basit bir takım hayır
sızlanmaktan ziyade “biz n erede hata yaptık?”
sorusunu kendisine sormalıdır. Bilinmelidir ki;
Müslümanlar kendilerirti ve güçlü oldukları alan­
ları fark eder ve buna göre tavır geliştirirlerse
kimse onlara güç yetiremez.
Geleceğimizi İslâm Şekillendirecek
Hızla gelişen ve değişen dünyada birçok yıkıcı et­
kenlere maruz kalan Müslümanlar, çağın gerekle­
rini yerine getirecek yönetim şeklini ortaya çıkar­
faaliyetleri ile dünya ve ahretini kurtaracağını zan­
neden insanımız koyun sürüsü gibi güdülmeye iti­
raz etmeli, düşünmeli, akıl etmeli, olan-biteni gör­
meli ve rotasını ona göre çizmelidir.
Yüce Allah, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği
em redip kötülükten m en eden bir topluluk ol­
sun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir” buyuruyor(Âl-i İmran, 104). Evet bu ayet müslümanlara
seslenmekte, daima hayra çağıran, iyiliği emredip
kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunmasını
emretmekte, kesin bir üslupla farz kılmaktadır. Bu
maya ve inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekono­
mik düşüncelerini yeniden oluşturmaya, her alan­
da inancına uygun sosyal bir yapı oluşturmaya ça­
lışmalıdır.
İslâm’ın geleceğe yön vermesi ve tarihin mo­
emre muhatab her müslümanın sorumluluğu var­
dır, hiç kimse bundan muaf değildir. Eğer herhan­
tor gücü olabilmesi için öncelikle insanların buna
uygun bir davranış biçimi geliştirmesi ve bir deği­
şim süreci başlatması gerekmektedir. Aksi halde
çekten kurtuluşa erenlerden olamaz.
Şimdi bize iş düşmekte, şerefli, insani ve mü­
reffeh bir geleceği kazanmanın imtihanı önümüz­
gi bir dönemde, bu önemli vazifeleri ifa edecek bir
topluluk bulnmazsa, o toplum şerden, isyandan,
günahtan, zulüm ve kötülükten uzak kalamaz, ger­
ne olacağını Cenab-ı Allah şöyle bildiriyor; “A l­
de durmaktadır. Bütün eksikliklerimize, bütün sa­
lah yerinize, kendisinin onları sevdiği, onlarında
kendisini sevdiği, m üminlere karşı alçak gönül-
kil ve düşkün taraflarımıza rağmen bu var olma
lü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, A llah yo lunda cihad eden ve kınayıcınm kınam asından
korkm ayan bir topluluk getirir.”{ Maide, 54)
net etmek mecburiyetimiz vardır.
mücadelesini kazanmak ve gelecek nesillere ema­
Geleceğimiz düzen politikacılarının insafına
ve merhametine terk edilemez. Uzun vadeli dü­
hareketler, sadece duygulara ve slo­
şünmek, onurlu, kimlikli, sabırlı ve örgütlü olmak
ganlara dayalı yüzeysel ve ilkesiz kalkışlar, başarı­
sız olmaya mahkumdur. Temel konularda doğru
ve sabit ölçülere ulaşılmadığı ve temel esaslarda
gerekmektedir. Mücadele uzun solukludur, kesin­
Bilgisiz
anlaşılmadığı müddetçe, ortak bir hareket anlayı­
şının ve istikrarlı beraberliklerin mümkün olma­
yacağı aşikardır.
Mücadeleyi tepkisellikten ve antitez olmaktan
çıkarıp, kendi tezlerini ve projelerini üreten, top­
lumun gündemine kendi tezlerini sokabilen, top­
luma çözümler sunan, alternatif siyasetler, alternatif organizasyonlar ve ona uygun alternatif dav4 4 Ü m ran •Ağustos •2003
tisiz olarak devam etmelidir. Unutmayınız ki “ka­
yaları eriten dalgalarm şiddeti değil, devamlılığı'
dır” . Kararlı olanlar ancak toplumu değiştirebilir­
ler ve toplum tarafından takip edilirler. Her gece­
nin bir sabahı, her yokuşun bir inişi vardır. Bu­
günkü kötü ve karanlık günlerin daha hayırlı ve
aydınlık günlere tebdili, inancımızın arkasına bi­
rikim, güç ve irademizi koyduğumuz zaman müm­
kün olabilecek, A llah’ın vaadi o zaman gerçekleşecektir.
m
ÜMMET BİLİNCİ VE GELECEĞİMİZ
ABDURRAHMAN EMİRCÖUJ
I
slâm’ın temeli tevhîd inancıdır. Tevhîd; her
mü’min, yalnız ve tek başına olmadığının, aksine
şeyi yaratan, her şeye hükmeden Allah’ı bir­
evrensel Islâm cemaatinin/ümmmetinin şerefli bir
lemek, O ’nu hayatın merkezine almak,
mensubu olduğunun şuurunda demektir. Her na­
O ’nun boyasıyla boyanmaktır. M uvahhid, bütün
mazda okunması zaruri olan Kur’ân’ın kalbi Fati­
yapıp ettiklerini Allah’a/vahye refere eden, Allah
ha sûresindeki bu âyette; “a ‘büdü/ibadet ederim”
için yaşayan, kendisini O ’na adayandır. Tevhid
ve “esta‘în/yardım dilerim” şeklinde tekil bir ifade
akidesine inanıp her şeyiyle A llah’a teslim olan
yerine “na'büdü/ibadet ederiz” ve “nesta‘în/yardım
muvahhid Müslüman, bütün ibadet hayatını A l­
dileriz” denmesi, dolayısıyla tüm Müslümanların
lah’a has kılar. Müslüman, hanîf (muvahhid) bir
namazlarında bu ahdi hep tekrarlamalarının em-
mümin olan Hz. İbrahim gibi, tek başına da olsa
redilmesi oldukça anlamlıdır. Böylece, namaz kı­
bir “ümmet”tir.
lan her mümin, tüm Islâm ümmeti ile birlikte A l­
Tek başına da olsa “ümmet” olan Müslüman-
lah’a söz vermekte ve onlarla beraber ahitleşmede
lar, içinde bulundukları siyasî, tarihî, coğrafî şart­
bulunmaktadır. İşte bu, ben değil biz ruhunun
lar değişse de, nüfusları, imkan ve kabiliyetleri
canlı tutulması, fert değil cem aat olma gerçeğinin
artsa ya da azalsa da potansiyel olarak “ümmet” ol­
farkedilmesi, herhangi bir sosyo-kültürel topluluk
ma vasfını bilkuvve gönüllerinde taşırlar.
değil ümmet olma bilincinin tekrarlanmasıdır.
Müslümanlar, inançları ve amelleri gereği bir
Hacc, dünya Müslümanlarının vahdetini, kar­
“ümmet” teşkil ederler: Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da
deşliğini pekiştiren yıllık kongreleri mesabesinde­
şöyle buyurur:
dir. Zekat kurumu, Müslümanlar arasındaki yar­
“İşte bu sizin ümmetiniz (olan tevhîd ve İslâm
milleti) bir tek üm m ettir ♦ Rabbiniz de Benim. Yal­
nız Bana kulluk edin.”(21/92; 23/52)
dımlaşma ruhunu hep diri tutar. Müslümanların
Hepsi bir tek A llah’a îman eden müminler,
tam bir rahmet, bereket, coşku, birlik, dayanışma
bütün kulluk eylemlerini de O ’na yöneltirler:
Yalnız Allah rızası için kıldıkları namazlarında
sırf Allah için tuttukları oruçla bambaşka bir ma­
nevi iklime dönüşen Ramazan ayı, ümmet için bir
mevsimidir.
Hâsılı, tevhîd inancının eyleme dönüşmüş bi­
günde beş vakit (aslında, saat farklılıkları düşünü­
çimi olan İslâm ibadet hayatı, Müslümanların
lürse, her dakika ve her saniye) aynı kıbleye/Kâ-
vahdet/birlik halinde olmalarını zaruri kılan ken­
be’ye yönelirler ve namazlarının her rekatında
dine özgü bir yaşam biçimi oluşturur. Zaten
tekrarladıkları “iyyâke n a ’büdü ve iyyâke nes-
Kur’ân terminolojisinde ümmet; (genel anlamda
ta’în: yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım
dileriz” ifadesi ile ümmet bilincini sürekli tekrar­
herhangi bir topluluk, cemaat anlamına gelse de)
larlar. Bu ahdi sürekli tekrar etmekte olan bir
ve onun hayat tarzını ifade eder: Zuhruf 43/23’te,
dîn'i yada bir dinî inancın şekillendirdiği toplumu
Ü m ran-A ğustos •2003
45
KAPAK
peygamberlerin mesajını reddeden inkarcı mütref
taifesinin “doğrusu biz, atalarımızı bir ümmet (din,
gelenek, hayat tarzı) üzerinde bulduk” sözleri, olduk'
ça anlamlıdır ve kendilerine sunulan yeni
dîn’e/hayat tarzına itirazı ifade eder.
Müslümanlar, “hep birlikte A llah’ın ipine
(Kur’ân’a) sarılan ve birbirlerinden ayrılma-
Materyalist-seküler temele dayalı Batı uygarlığı­
nın bir ürünü olan Sovyet modelinin iflasının ar­
dından, yine aynı temelden neşet eden liberal
modelin de iflasın eşiğine gelmiş olması, İslâm’ı
yegane alternatif olarak çağın gündemine oturt­
muş bulunmaktadır. Aslında İslâm’ın Batılı değer­
göze-
lere ve Batı tipi hayat tarzına yönelik bir “tehdit”
olarak algılanıyor olması, İslâm’ın artık bizzat “öz­
ten”(9/71), “ma’rûfu emredip münkerden sakındıran”(3/110) hayırlı bir ümmettir. Hz. Peygam-
ne” haline geldiğinin en önemli göstergelerinden
biridir. İslâm’ın öngördüğü hayat tarzı ve İslâmi­
ber’in(s.) benzetmesiyle, bir azası rahatsız oldu­
ğunda diğer azaları da acı çeken tek bir vücut gi­
yet’in bizzat kendisi, “küresel değerler” etiketi ile
yan”(3/103),
“birbirlerini
kollayıp
bidirler; akıl, kalp ve güç birliğine varmış insanlar
yaldızlanan Batı tipi hayat tarzının çürümüşlüğü
karşısında meydan okuyuşunu sürdürmekte ve in­
topluluğu... Aralarında renk ya da ırk ayırımı bu­
sanlığın ufkunu yeniden aydınlatmaya hazırlan-
lunmayan, bütün inananların eşit kardeşler oldu­
maktadır. Batıda ve Batılı değerlerin egemen ol­
ğu evrensel bir İslâm cemaatidirler. Her türlü et­
duğu dünyamızın büyük bölümünde tamahkârlık,
nik, sosyal, sınıfsal ayrımı mahkum eden, farklı
dilleri, ırkları, mezhepleri, hatta diğer din men­
suplarını da barış içinde bir arada yaşatmayı başa­
sefahat, şiddet, güvenin kaybolması, ailenin ve
akrabalık bağlarının çökmesi, bireysellik, bencil­
ran bir barış düzeni/pax-lslamica teşkil ederler.
ketim çılgınlığı, cinsel sapkınlık, ahlaki hiçbir sı­
İmdi, İslâm ümmetinin yaşaması gereken ideal
lik, açgözlülük, kendi zevkine aşırı düşkünlük, tü­
konum ile bugün içinde bulunduğu, yaşadığı dar­
madağınık hal ve taşıdığı zaaflar arasında, ilk ba­
nır tanımama, manevi boşluk, nihilizm... biçi­
minde tezahür eden küresel fesâd, İslâmî erdem­
lere olan acil ihtiyacı ve susamışlığı vurgulamak­
kışta insanda hayal kırıklığı oluşturacak boyutlar­
da bir çelişki dikkati çekiyor. Müslüman toplum­
ta, İslâm’a ve Kur’ân’a ilgi her geçen gün bir kat
daha artmaktadır.
lar yıllar ve hatta asırlar süren sömürgeleştirilme
İşte, 11 Eylül 2001 tarihinde yeni bir hız kaza­
süreçlerinin etkisiyle birliklerini, dirliklerini, di­
nan küresel psikolojik savaş sürecinde Islâm’ın terör’le, vahşet’le, gerilik’le, ilkellik’le, bağnaz-
namizmlerini, üretkenliklerini, heyecanlarını ve
neredeyse umutlarını büyük ölçüde yitirmiş gibi
görünüyorlar. Aralarına çizilen sun’î sınırlar, em­
lık’la... özdeş gösterilerek duygusal ve fikrî plan­
da, Müslüman ülkelere çeşitli bahanelerle saldırı­
peryalistlerin işbirlikçisi yönetimleri ile Müslü­
lar düzenleyerek fiilî planda bloke edilmek isten­
man halkları arasında yaşanan gerilimler, ülkeler
mesinin temelinde yatan hakikat budur!
Müslümanlar, aralarındaki yapay sorunları bir
arasına sokulan sun’î sorunlar, iç çekişmeler, eko­
nomik sıkıntılar ve çaresizlikler ümmeti yıprattık­
ça yıpratıyor.
Hep birlikte tanık olduğumuz bu genel görün­
tünün olumsuz bir manzara ifade ettiği doğrudur;
ancak, ümmetin her zamankinden daha ziyade iş­
birliğine, birlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğu
da bir başka hakikattir. Ümmetin dağınıklığı ve
perişanlığı şer cep h esi ’nin iştahını daha fazla ka­
bartmakta, kan ve gözyaşı dökenler hep Müslümanlar olmaktadır. Sömürgeciliğin yeni biçimi­
nin yeni hedefi yine Müslüman dünyadır.
Yeni Dünya Düzeni’nin hedef tahtasına İs­
lâm’ın yerleştirilmesi, genel anlamda yeni sıkıntı­
ları beraberinde getirmekle birlikte, çok önemli
bir imkân ve potansiyelin de altını çizmektedir.
4 6 Ü m ran'A ğustos •2003
çırpıda aşıp güçlü bir vahdet oluşturmalarını sağ­
layacak olan ümmet bilincini yeniden canlandıra­
bilirlerse; maddi problemlerini hızla çözümleyebi­
lecek geniş ve zengin ekonomik potansiyellerini
harekete geçirebilirlerse; insanlığa yepyeni bir ya­
şam modeli sunabilecek entelektüel ve fikri öncü­
lük misyonunu yerine getirebilirlerse, hem kendi­
lerinin hem de tüm insanlığın kurtuluş meşalesini
yakmış olacaklardır. 21.yüzyıl İslâm’a gebedir. Ç a­
ğımız insanı, A llah’ın dini İslâm’ın kurtarıcı çağ­
rısına her zamankinden daha fazla muhtaçtır. A l­
lah’ın kendileri için din olarak seçip-beğendiği İs­
lâm; Müslümanların Kur’ân’m dipdiri mesajını
anlayıp yaşayarak bir havar modeli biçiminde in­
sanlığa! sunmasını bekliyor.
■
ÜMMETÇİLİK
HAYAL Mİ, VAKIA MI?
KAZIM SAĞLAM
B
azı kavramların, düşüncelerin tarihe karış­
tetiklerini oluşturm akla yükümlüdürler. Bunu
tırdıklarına, artık bugüne hitap etmedikle­
A B vb. birlikteliklere karşı da addetmemek gere­
rine hükmedilir; bir de bakarsınız tarih on­
kir, belki de A B ile veya benzeri uluslararası kuru­
ları önümüze ter ü tâze olarak sunar, canlılıkların­
luşlarla dünyada adaletin sağlanmasında işbirliği
dan ve gerçekliklerinden hiçbir şey kaybetmemiş
de yapılabilir. O ayrı. İslam Ümmeti olarak bugün
gibi dururlar. Buna tarihin tekerrürü mü demek
beraber hareket etmeye mecburuz. Bu zorunluluk
lâzım, yoksa o düşüncelerin temel insaniliğe uyu­
hem itikadı anlayışımızla, hem tarihi seyirle hem
munun farkına varışı mı demek lazım...
dünyanın durumuyla birebir örtüşüyor. İslam’ın
İslam Um meti’nin varlığı, birliği, birlikteliği,
ilk yıllarındaki ümmet varlığını ve ümmetçi tavrı
dirliği de böyledir. Ümmet fikrini, ayrılık ve bölü­
hariç tutarsak, bugün dünya müslümanları zihnen
cülük kabul edenlerin bile bugün, artık birlikte­
ve vaki’ olarak ümmetçi olmaya daha yakın, belki
likleri telaffuz etmeye, hayata geçirmenin yolları­
de mecburdur ve tarihte hiç bu kadar ümmetçi ol­
nı aramaya koyulduklarını müşahede ediyoruz.
mak için imkan elde etmemişlerdir. Tarih boyun­
Asrın, ortak çaba asrı olduğunu herkes idrak etmiş
ca birbirleriyle uğraşmış bir ümmet, bugün topye-
durumda. İdrak bozukluğunu yaşayanlar, akıl tu­
kün ötekilerle hesaplaşmak durumuyla yüzyüze
tulmasına maruz kalanlar, tarihi, insanı, medeni­
gelmiştir. Bu bir tercih değil, bir sürüklenmedir.
yetleri tam okuyamayanlar, kıblesini batı ilan
Sıkıntılarımız da sürüklenmişlikten gelen sıkıntı­
edenler, birlikteliği başka yerlerde arıyorlar. Bir­
lardır. Yani dış şartlar ümmet birliğini gerektiri­
liktelik ile bir mesele hakkında ortaklığı da birbiri­
yor, buna zorluyor ama ümmet buna henüz hazır
ne karıştırıyorlar. Kur’ân’dan, hadisten, tarihten,
değil.
insanlığın kaderinden ders almak istemiyorlar ve
birlikteliği de saptırıyorlar. Dünyada İslam Üm­
K ur’ân Ümmet 01(uştur)m ayı Emreder
meti dışında başka birliktelikler, ortaklıklar olabi­
lir, ümmet mensupları bu birlikteliklere de katıla­
Müslümanların inandıkları nasslar, ümmetin
bilirler, ama aslolan ümmetin varlığı ve birlikteli­
ğidir.
oluşturulmasını ve beraber hareket etmelerini
İslam Ümmetinin varlığı ve birliği insanlık
ediyor. Kur’ân’m birçok âyeti “Ey iman edenler”
emrediyor. Allah(c.c.) Müslümanları kardeş ilan
için elzemdir. Müslümanlık büyük insanlıktır. Bir
diye başlıyor.
kişi, insanlığını ne kadar fıtrata uygun devam et­
“M üslüm anlar an ca k ve sadece kard eştir ,.,”(Hucurat 49/10) âyeti, müslümanları bir
tiriyorsa, o denli İslam’a yakındır.
Diğer uluslararası birlikteliklerden önce belki
bütün olarak kabul ediyor, aralarındaki ilişkiyi
de onlarla atbaşı olarak müslümanlar kendi birlik'
kardeşlik esasına dayandırıyor. Kardeşler arasın­
Ü m ran,A ğustos •2003
47
KAPAK
daki ayrılık, nifak ve şikak gibi zaafların kaldırıl­
yanlıştır. Ümmet kardeştir ve ümmet arasındaki
masını istiyor. Şayet bu hastalıklar bertaraf edil­
tefrika felaket getirir.
mez ise ümmetin uğrayabileceği kötü akıbetleri
haber veriyor:
İslam coğrafyası birlikte harekete elverişlidir;
müslümanların üzerinde yaşadıkları coğrafya bir-
"Topyekürı Allah’ın ipine sanlın. Parçalanıp da­
biriyle içiçedir. Genel olarak, devlet sınırları be­
ğılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.
lirlenirken ya doğal sınıra uyulur; dağ silsilesi, ne­
Hani siz düşman idiniz, O, kalplerinizi birleştirdi.
O ’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ve yine
hir, deniz veya etnik kökene göre sınır tespit edi­
siz ateşten bir çukurun kenarında idiniz■O , sizi ora­
rak sınır tespiti yapılır. İslam coğrafyasında sayı­
dan kurtardı. İşte Allah, hidayet bulasınız diye size
lanların hiçbirine uyulmamıştır. Kaldı ki bu sayı­
lir yahut kültür, tarih vb. kıstaslar hesaba katıla­
âyetlerini böylece apaçık bildiriyor.”( A li İmran,
lanlar müslümanların itikadını bağlayıcı unsurlar
3/103)
asla değildir. İslam ülkelerinin coğrafi anlamda bi­
Dikkat edilirse burada muhatap olarak her­
ramda oluşu aralarındaki bağların sahiciliği, nü­
hangi bir kavim, millet, ulus devlet, belli sınır
fusları onların birarada yaşamalarını gerekli kılı­
tahdidinde bulunmuyor. Topyekün bir İslam
yor.
Ümmetinden bahsediyor.
Tarihi birlikteliklerimiz ve ortak kültürümüz
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’a ve Re­
de beraberliği gerekli kılıyor. İslam tarihi boyunca
sulü’ne itaat edin. Birbirlerinizle çekişmeyin, sonra
ümmet birlikte hareket ettiği zaman azîz olmuş­
korkuya liapılırsmız, gücünüz /güzelliğiniz /devletiniz
/ iktidarınız yok olup gider. Ve sabr edin. Şüphesiz,
tur; ayrı ayrı hatt-ı harekette bulunduğu zaman
zelîl olmuştur.
Allah sabredenlerle beraberdir.”(Enfal 8/46). Âyet
bize uyarıda bulunuyor, eğer ayrılık zuhur eder de
Cihanşümul İslâm Dar Sınırlara Hapsolunamaz
bu giderilmez ise, o zaman başka milletlere yem
oluruz. Müminler bir vücudun azalan gibidir. Vü­
Müslümanlar, zihinlerini daraltan yanlış anlayış­
cudun azalan bir bedene aittir. Bu ayetlere sadece
lardan kurtulmak zorundalar. Kur’an, Sahih Sün­
herhangi bir ülkenin iç meselesi gözüyle bakmak
net, İslam T arih i... ümmetin birlik ve beraberliği­
4 8 Ü m ran-A ğustos •2003
ÜMMETÇİLİK HAYAL Mİ, VAKIA MI? /
SAĞLAM
ni emrederken, müslümanların, zihinlerini ulus-
meye zorluyor. Asrın oıtak iş yapma asrı olduğunu
devletle sınırlı tutmaları, onların uflcunu daraltı­
herkes kabul ediyor. Rusya, SSC B ilçen içi boş olsa
da güçlü idi, Rusya olunca oyuncak oldu. AB bera­
yor. Zihinlerinde tüm dünyaya açılmayı, dünyayı
sarsan “büyük haber” oluşturmayı anlayamıyorlar.
Aslında bu dar zihin önce bizi belli toprak parça­
ber hareket edince dünyada itibar kazandı.
sına mahkum ediyor. Sonra o mahkumiyete İsla-
Dünyanın hakim gücü, gözünü ümmet toprak­
larına dikmiş, yutmak istiyor. Böyle bir durumda
mi gerekçeler bulmaya itiyor. İslam cihanşümul
İslam ümmetini bekleyen üç durum var: Ya coğ­
bir dindir ve hiç bir ülkenin, ırkın sınırlarına hap-
rafyamızı terk edeceğiz ve Filistin’deki gibi yaban­
solunamaz! Böyle düşünenler İslam akidesini, tev-
cı yerleşimciler topraklarımızı işgal edecek! Ya
hid akidesini kavrayamamışlardır. Zihinlerinde
müslümanlılctan vazgeçeceğiz! Ya da topyekün
bu darlık halledilmedikçe, ümmet nassları tam ve
ümmet olarak biraıaya gelip, varlık mücadelemizi
sürdüreceğiz.
doğru olarak anlamadıkça ümmetin oluşması
mümkün değildir.
AB-ABD ile ilişkilere gelince: “Medeni alem­
Öte yandan, ümmetçilik milli varlığı, yerelliği
le, dünyayla uyum içerisinde olmak lazım gelir”
hor görmüyor; yerli, milli unsuru yok etmiyor;
deniliyor. Müslümanların kendi aralarındaki bir­
ayakları yere basmayan, karşılığı olmayan bir enternasyonellik getirmiyor. Kur’an “Ey insanlar, Biz
lik gündeme gelince, dünyayı din kavgasına dö­
nüştürmeye, geriye dönüşe, insanları itmeye götü­
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanı­
rüyor diye nitelendiriyorlar.
şasınız diye sizi uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphe­
Müslümanlar olarak ayrı ayrı dünyaya kafa tu­
siz Allah liatında sizin en şerefliniz en takvalı olanınızdır. Muhakkak Allah sizi bilendir, herşeyden haber­
tamayız. Varoluşumuz diğer müslümanlarla kaim­
dardır.”(Hucur at 49/13) buyuruyor. Burada kav-
dir. Küreselleşen dünyada, bir İslam paktını, İslâm
mi, kabileyi inkar yoktur. Kavim, aşiret, ulus, coğ­
birliğini oluşturmamız lazım. Bu birlik hiçbir dev­
letin başka devlete bağımlılığını, birinin başkası­
rafya, yerel kültürün üzerinde bir üst şemsiye ola­
nı kendi menfaati için kullanmasını gerektirmez.
rak İslam akidesi vardır; Allah korkusu vardır;
Bütün ümmet fertleri İslami olan tüm farklılıkla­
rını muhafaza ederek ortak tavır takınırlar. Müs­
gayret ve takva öne çıkarılmıştır. Hz. Peygambe­
rin bisetinde Arapların örf ve adetleri bile yok sa­
lüman halklar ümmet bilincini kuşandıkça güçle­
yılmamış, ayıklamaya tabi tutulmuştur. İbadet
necektir. Kendi iç problemlerimiz vardır. İç tartış­
olan hac’da bile, menâsikin bir kısmı aynen mu­
malarımız sürecektir. Ama bu farklılıklar bizi ayrı­
hafaza edilmiştir. İslam’a, müslümanlara yönelti­
lığa değil mükemmelliğe doğru götürecektir. İslam
len, kökü dışarda gibi, ne olduğu net anlaşılamıyan tenkit kasıtlıdır.
coğrafyasında yaşayan takriben 1.5 milyarlık bir
nüfus, ancak ümmet bilincini canlı tutup ümme­
Konjonktür Ümmeti Birliğe Zorluyor
me karşı koyabilir ve bu emperyalizme muhalif
tin birliğini gerçekleştirerek dünyadaki şedid zul­
olanlara rehberlik görevini de üstlenebilir.
Bugün içinde yaşadığımız konjonktürel şartlar ve
dünyanın bugünkü gidişatı da ümmeti biraraya gel­
Bu hayal değil, görünen bir vakıadır. Bakması­
nı bilenlere!
■
İSLÂM DÜŞÜNCESE VE TARİHTEKİ! YSRS
D E L A C Y O ’LEARY
320 Sh.
Pınar Yayınları
İstanbul kitap kültür merkezi
büyük reşitpaşa cd. no: 22/16
vezneciler İstanbul
tel: (0212) 520 98 90-527 06 77
Ü m ran -Ağustos -2 0 0 3
49
ÜMMETİN DİRİLİŞİ VE ETKİN BİR DİL
MURAT KİRİŞÇİ
0. yüzyıl, ümmetin büyük kayıp ve yıkımla­
likle ve değişmez koşulu Kur’ân kaynaklı yani,
rının ardından, tekrar dirilme ve yeniden
Kur’ân’a dayalı olmasıdır. Kur’ân’a dayalı olması,
bir söylem oluşturarak yeni bir kimlikle or­
düşünceden fiile geçecek bir pratik de ortaya ko­
taya çıkma yolundaki çalışmalarının yüzyılı ol­
yar. Bu pratiğin göstergeleri bireyde görüldüğün­
muştur. Bu çalışmalar daha başlangıcında olduğu­
de, oluşan atmosferde birey bazında hakim ve sa­
muz 21. yüzyılda da hâlâ devam etmektedir.
hih bir dilin oluştuğu anlaşılır. Bu bireylere en gü­
2
Ümmetin son yüzyılda yaşadığı bu yıkımın
benzerini, tarihin tüm zamanlarında değişik ka­
zel örnekler peygamberlerdir.
Resûlüllah(s.), vahyin ilk gelişinden itibaren
vim, ülke ve medeniyetlerin de yaşadığını biliyo­
tüm hayatında Kur’ân’ı “ah lak” edinmiştir.
ruz. Ancak tarih yine göstermiştir ki, isyanlar,
Kur’ân’ı “ahlak” edinmek; Kur’ân’a göre düşün­
başkaldırılar, inkılaplar, ihtilaller gibi toplumsal
nüşümler de yaşanmıştır. Tarihe yön verecek ka­
mek, Kur’ân’a göre disiplinize olmak, Kur’ân’a göre
hayatını düzenlemek, Kur’ân’a göre davranmak,
Kur’ân’a göre iman edip bu imana göre amel etmek
dar büyük değişimlerin ve toplumların dirilişinin
demektir. Sayılan bu özellikleri taşımak için doğ­
temelinde ortak düşünce ve ortak hedefler yat­
ru ve katışıksız bir Kur’ân bilgisine ihtiyaç vardır
maktadır. Bir inanışın ve ortak bir dilin ürünüdür
ki, böylece doğru hedefe ulaşılabilir. İnsanın varo­
bu değişimler ve dirilişler.
luşu da bu bilgiye fıtri bir uygunluk gösterir.
hareket dinamizmleriyle ciddi değişimler ve dö­
O halde sözkonusu değişimlerin ve toplumla-
Bahsi geçen “ahlak”, hem düşünsel hem pratik
rın dirilişinin temelinde bulunan ve ümmeti de­
bir dirilişi simgelemiştir. Resûlüllah(s.)’ın haya­
rinden etkileyen/etkilemek zorunda olan bu dil
tında mücessemleşen “ahlak”, bizim de bu dirilişi
nasıl olmalıdır? Neleri içermeli, ne tür bir dirilişi
gerçekleştirebileceğimizin en güzel örneğidir. Dü­
ve ne gibi değişimleri hedeflemelidir?
şünsel bir diriliş, ortaya çıkış itibariyle, ister vahyî
olsun ister insan aklının bir ürünü olsun, muhak­
I. Diriliş ve D il-Pratik Bütünlüğü
kak bir kişiden başlar(peygamberlerin örneğinde
olduğu gibi). O kişiden başlayan bu düşünsel diri­
Dil, düşünsel ve pratik bir bütünlük arzeder. Bu
liş yine o kişinin hayatındaki pratiklerle de uyum
bütünlük birey üzerinde tutarlı bir şekilde görül­
sağladığında ister istemez yakın çevresinden top­
melidir ve kendi içinde aynı tutarlılıkla yaşayan
lumun en uzak köşelerine kadar etki edecektir.
bireylerin oluşturduğu toplulukların da varlığına
ihtiyaç vardır.
—Nasıl birey: Nasıl ümmet?
Düşünsel olarak sahih bir birey olmanın kesin­
5 0 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
Düşünsel değişim, hayatı belirleyecek ve dirili­
şi gerçekleştirecek bir Gii oluşturmada önemli bir
rol oynar. Bu değişim, önce “nefs”te başlayacak­
tır. Nefslerdeki değişim, düşünce ve davranışlarda
ÜMMETİN DİRİLİŞİ VE ETKİN RİR DİL /
KİRİŞÇİ
ortak ve köklü değişimler yapacaktır. İşte bu an­
Yeni bir dil oluşturmak ve ümmetin yaşadığı
lamda, düşünsel değişimin merkezi Kur’ân’dır.
bu zilletten kurtuluşunu sağlayacak bir diriliş ger­
Çünkii, Kur’ân, nefsleri nasıl değiştirmek gerekti­
çekleştirmek için, bu dilin geliştirmesi gereken
ğini ve bu değişimin nasıl korunabileceğinin yol­
hareketin ve yaşam modelinin ne ve nasıl olduğu­
larını gösterir: ‘‘Bir toplum kendi nefslerinde olanı
nun tanımında Kur’ân’dan başka kaynak, Resûlül-
değiştirmedikçe, Allah o toplumun ahvâlini değiştir­
lah(s)’dan başka pratik aramak boşunadır. Çünkü
m ez”(13/11) Kur’ân, Resûlüllah(s.)’ın örneğinde
Kur’ân bu konuyla ilgili her şeyi açıklamış ve Re-
görüldüğü gibi, sahih bir anlayışla okunur ve anla­
sûlüllah(s.) ise nasıl yaşanabileceğini göstermiştir.
şılmaya çalışılırsa, Allah’ın da yardımıyla, doğru
bir bilgiye, doğru bir yaşama ve doğru bir hedefe
II. Etkin B ir Dil ve Diriliş Potansiyeli
ulaşılmış olur. Böylece düşüncelere katıştırılmış
çeşitliliklerden kurtularak düşünce dünyasıyla
Günümüz dünyasında mevcut sistemler, kendile­
pratiğin paralel olması sağlanır.
rine has bir dil ve yaşama biçimi geliştirme çabası
Düşünce-pratik paralelliğinin en güzel örneği­
içindedirler. Küreselleştirilme sürecindeki Batı
ni yine Resûlüllah(s.)’da görüyoruz: O, Rab-
uygarlığı hiçbir anlamı, düşüncesi, amacı olma­
bi’nden gelen vahye şüphesiz olarak inanır ve bu
yan, ne için yaşadığının farkına varamayan, hazcı­
vahyi tüm hayatında yaşardı. Bu inanç-yaşam bir­
lığın had safhada olduğu bir yaşam biçimini in­
likteliğini, çevresine de yayar, duyurmaya ve an­
sanlara sunmaktadır. İnsanların düşünme yetileri­
latmaya çalışırdı. Bu inanç öyle bir güç, öyle bir
ni ellerinden almakta ve evrensel kültür, küresel­
söylem, öyle bir dirlik ve dirilişti ki, O ’nun getir­
leşme, hümanizm gibi kavramlarla tüm yaşamı
diği bu söylemi ister inansınlar ister inanmasınlar,
kirletmekte, yabanileştirmekte, vahşileştirmekte­
insanlar sürekli gündemlerinde tutmak zorunda
dir. Batı, ekonomik hayatı putlaştırmış, teknoloji­
kalırlardı. Çünkü, Resûliillah(s.) tam anlamıyla
yi kutsamış, bilimi tanrılaştırmış ve hayatı, tek bo­
inanır ve her ne sıkıntı olursa olsun bu inancının
yutlu algılama biçimlerine yönlendirmiştir. İnsan­
gerektirdiği şekilde yaşamaktan vazgeçmezdi. Çok
lar Batı’nın ortaya koyduğu bu pagan kültür için­
kısa bir zamanda toplumun genelinde ortaya çı­
de maddi arzular peşinde, hedonist ve tutkuları­
kan gündem ve zihinlerin şekillenişi O ’nun şah­
nın mahkumu olmaktan kurtulamamaktadır.
sında net olarak tanınabilen, yaşanabilen bir pra­
Maddeyi tanrılaştıran bu anlayış, ne ilginçtir ki,
tikten meydana gelmişti. Bu haliyle Resûlül-
aynı zamanda insanı da bir madde gibi görmekte
lah(s.)’ın çevresindeki insanlar, neye çağrıldıkla­
ve insana karşı bu şekilde davranış belirlemekte­
rını ve çağrılan şeyin nasıl yaşanabildiğim veya
dir.
neyi reddettiklerini bilmekteydiler.
Görüldüğü gibi Batı bir dil oluşturmuştur, ama
Um ran -Ağustos -2003
51
KAPAK
insana dair, insan için bir dil değil daha çok insa­
nebilecek, karşı çıkabilecek imkanlar ve dinamiz­
nı köleleştirme, ilahi olandan uzaklaştırma adınadır. İnsanı bireyselleştirerek, bencil, duygusuz,
inançsız, insafsız hale getirirken, bu bireylerden
min mevcut bulunduğu sistem sadece İslam ve bu­
oluşan toplumu da vahşileştirmektedir. İnsanı,
kimse de İslam’ın vahyi canlı, dinamik ve küçük
bir kıvılcımla dahi harekete geçebilecek enerjiye
kendini reddeder bir hale sokmakta, bununla da
kalmayıp bu reddedişin maliyetini yine insana
yüklemektedir. Bir örnek vermek gerekirse Michael Jackson’a bakmak yeterli olacaktır. Jackson,
siyah derisinden utanarak derisinin rengini açmak
için yıllarca uğraştı ve sonunda biyolojik yapısını
nu gerçekleştirebilecek olan da diri ve sahih üm­
met bilincidir. Her ne kadar atalet her yere ha­
sahiptir. Bu enerjiyi ortaya çıkaracak güç ise
“Canlı K u r’â n ” olmayı başarabilmektir. Bu uğur­
da sıkıntıları göze alabilen müminlere, onların ka­
tışıksız, eğilip bükülmemiş vahyî söylem-dil ve
yaşam biçim lerine ihtiyaç vardır.
bozarak ucube bir yaratığa dönüştü.
Bu örnek de göstermektedir ki, Batı dilini
oluşturan temel faktör, barbarlık, gözü dönmüşlük, savaştır. Yani yok ediciliktir. Bu haliyle Batı’nın insanın varoluşunu anlamlandıran, yaşamı
şekillendiren, inançların oluşturduğu gerçeği or­
taya koyabilen bir dil üretebilmesinin mümkün
I I I . Sonuç
Düşüncesini ve hayatını Kur’ân’ın istediği biçim­
de şekillendiremeyenler, “güç”ü Allah’tan başka
her varlıkta görebilir. Kur’ân’ı bir yaşam biçimi
olarak kabul ettiği halde, kendilerini farklı bir ya­
olmadığı görülmektedir.
Bugün mevcut kötülükleri engelleyebilecek,
paganist kültüre başkaldırabilecek, insanların ha­
yatını anlamlandırabilecek, adaleti-hakkı getire­
şam biçimine mahkum eden, Allah’ın yardımını
bilecek ve ümmeti diriltecek yegane güç İslam’dır.
Ancak İslam’ın hayata talip olmuşluğu ve ha­
yatı kuşatmışlığı tarih sahnesinden çekildikten ve
değil bir sömürge dili olur. Bu bir kendini bilmez­
lik, bu bir yaratıcıyı bilmezliktir ki, bunun adını
“düşünce özürlülük” koymakta bir beis yoktur.
ümmet tespih taneleri gibi dağıldıktan sonra bir
mağlubiyet ve eziklik psikolojisi içinde dilini, dir­
Unutulmamalıdır ki, başkalarının iktidar dilinden
kurtulmanın yolu kendi dilinin inşâsından geçer.
liğini, söylemini kaybetmiş ve bu yaşanan dağıl-
Bu dil, farklı bir hayata talip olma mücadelesi­
mışlık tüm dünyada büyük felaketlere, savaşlara,
işgallere yol açmıştır.
dir. Bu mücadele, bilgi ve bu bilginin bilince dö­
nüşerek hayata aksetmesiyle varolacaktır. Bu ya­
Üzücü bir gerçektir ki, ümmetin dirilişine ve­
sile olabilecek yeni bir dil ile ortaya çıkabilme ve
şam, ümmete ve tüm insanlığa hayat verecek, di-
İslami bir anlayış geliştirebilmeye en fazla şüphey­
le bakanlar müslümanlardır. Bugün ümmetin he­
men hemen tümünün İslami anlayışları bu şüphe­
zihninde yaşatamayan, kısacası “Canlı K ur’ân ”
olamayanların oluşturacağı dil ve bu kişilerden
beklenen diriliş Kur’ânî bir iktidar dili ve dirilişi
riltecektir. Vahyi hakim kılma dinamizmi bir ilke
olacak ve hem ümmet hem de dünya zulümden
kurtulacaktır. Bu bir rüya değil bir gerçektir. Çün­
kü bu yaşanmış ve Allah tarafından vaat edilmiş­
den etkilenmiş, böylece küçük hesapların insanla­
rı olunmuş ve ümmet bu hesaplar tarafından zap-
tir.
tedilmiştir.
İslam’ın hakim söylemi ortadan kalkıp Batı
li ve bu dilinden ortaya çıkacak diriliş;
-Kur’ân çıkışlı
tüm dünya hükümranlığına oynamaya başlayınca
dünyada hem coğrafik hem siyasal anlamda bir
kolonizasyon başladı. Bu kolonizasyon sistemi,
girdiği coğrafyalarda ya aydınlardan başlayarak
ümmeti kimliksizleştirip köleler haline getirdi ya­
da köleliği reddedenleri gözünü kırpmadan yok
etmeye başladı. Halbuki bu kolonizasyon ve zu­
lüm sürecin* ortadan kaldırıp, dünya halklarını
özgürleştirebilecek, sömürgecilere tek başına dire­
5 2 Ü m ran-A ğustos •2003
O halde mücadelenin kaynağı olan iktidar di­
-Kur’ân teorili
-Kur’ân pratikli
olmalıdır. Ümmet, onu “Canlı K ur’ân ” halin­
de yaşayan peygamber gibi, Kur’ân’ı anlayıp yaşa­
malıdır. Bu haliyle düşünce, pratikle bütünleşir ve
gerçek bir dile dönüşür. Gerçek, asıl, temel, sürek­
li bir dil ve diriliş, ahirete yönelik olmalıdır ki,
Allah’ın hem kişi hem de ümmet bazında bekledi­
ği hayat tarzı da budur.
■
“İSLAM BİR CEMAAT DİNİDİR”
IRA M. LAPIDUS
Türkçesi: M ehmet BABACAN
A
B D ’li İslâm tarihçisi Ira M . Lapidus ile em ekli
dirdiği, onları kimin yargılayacağı -Ceza / Yargı
profesör olduğu U C Berkeley’de yapılan röporta­
Günü- ve hem cennetle ödüllendireceği hem de
jı yayınlam ayı A B D ’lilerin genel İslâm algı(laya-
m ayış)larının önem li bir ifadesi olarak yayınlamayı uygun
bulduk. İslâm ’a ve on un çağdaş yüzlerine ilişkin A B D gö­
cehennemle cezalandıracağı gibi inançlar. Yahudi
- Hıristiyan sisteminin temel esaslarındaki inanç
züyle bir bakış için Lapidus biçilm iş kaftandı. M ev cut şa­
sisteminin aynısı. Fakat bu inanç sistemini
h in bakışının dışında, m eseleye m ümkün olduğunca taraf­
Kur’an’ın Allah’ın son vahyi olduğu ve Hz. Mu-
sız bakmaya çalışan bu tarih profesörü ile yapılan röporta­
hammed’in son peygamber olduğu fikirleri takip
jın ilk bölümünü yayınlıyoruz. 1 1 Eylül sonrası İslâm ile il­
ediyor. Allah, bir kez daha insanoğluna doğruyu
gili değerlendirm elerinin yer aldığı ik in ci ve son kısmı ise
bulması için şans vermiştir. İslâmî inanç sistemin­
gelecek ayki sayımıza bırakıyoruz. M etind e yapılan bazı sığ
de İslâm’ın bir kardeşlik duygusu, Müslümanlar
değerlendirm eler için okuyucumuzu uyarmak isteriz. İfade­
ler bakışı aynen yansıtm ası am acıyla küçük değişiklikler
dışında korunmuştur.
arasında çok kuvvetli olan topluluk(cemaat) duy­
gusu yaratması ve siyasi bir bağlılığın temeli oluşu
hayati önemdedir.
İslâm ’ın G irift Yapısı
-İslâm hem zaman hem de tarih boyunca ve hem de
-Bize biraz Hz.M uhammed’den bahseder misiniz
O .bir peygamber, savaşçı ve devlet adamı, hasılı pek
çok şey idi.
-Evet. O hayatına, kariyerine bir arayışçı ola­
zamanın herhangi belirli bir diliminde Icarmaşık bir ev­
ren olagelmiştir, değil mi?
rak başladı. Çölde dağlara sessiz sedasız ibadet et­
-Kesinlikle öyle. Kendi değişik dinamikleri ve
meye giderdi ve ilk aldığı vahiyler bu ibadetler es­
insanlar arasındaki, onların inançları, hayat tarz­
nasında olmuştu. Mekke’deki yıllar(ı) tebliğ yılla­
ları ve politikalarındaki farklılıklar bizim kavrayı­
şımızın ötesinde.
rıydı, son hesap gününün tebliği, insanlara tevbe
-Öyleyse, bütün bunlara bir ışık tutmaya çalışalım
ve bir tarihçinin Islâm ’ı anlamamızda ne denli yar­
maları çağrısı. Kendi evi olan şehirden yine kendi
dımcı olabileceğini görelim. İslâmî inanç sisteminin
yimi onu komşu şehirlerden, özellikle de Medi­
önemli özellikleri nelerdir1 Bizim için açıklayabilir mi­
ne’den yardım alma arayışına sürükledi. Medi­
siniz?
-Ah, evet. Esasında bizlere son derece aşina
gelen şeyler. Tek Tanrı inancı, bu dünyayı kimin
ne’de, bir topluluğu destekleyerek, sonrasında da
yarattığı, insanoğlunu dünyaya kimin yerleştirdi­
ği, doğru davranmaları ve O ’nun yasalarına göre
hareket etmeleri konusunda onları kimin yönlen­
mıştır. Bu tüm zamanların geleneğidir. Bu Allah’a
etmeleri ve fakire, dullara ve yetimlere iyi davran­
insanları tarafından çıkarıldığı Mekke’deki dene­
bu topluluğun savunması ve çıkarı için savaşarak
faaliyetlerine toplumsal ve siyasal bir boyut kat­
imanın, ahlaki ve etik davranışın ve bir topluluğa
olan sadakatin bir birleşimi olarak İslâm’ın ve ta­
U m ran-A ğustos -2003
53
KAPAK
bii diğer dinlerin karakteristiğidir. Bu durum her
anlamda Islâm’a özgü değildir.
-İslâm’ın evrensel öğelerini ve küresel ölçekte ya­
yılmasındaki başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu
gibi unsurların bazılarına değindiniz. Fakat bu husus­
ta biraz daha konuşabilirseniz■■.
-Benim meseleye bakışıma göre bazı unsurlar
evrensel öğelerdir, ancak en kritik olanı Islâm’ın
bir kardeşlik ve cemaat duygusu yaratmasıdır. İn­
sanlar Islâm’a girdiklerinde, bir cemaate de giri­
ortamlar İslâm’ı anlama ve uygulamada farklı yol­
ları beraberinde getiriyor. Bu nedenle, örneğin
kuşatıcı bir elit yani siyasi elitle başlıyor. Ortado­
ğu’nun Arap fatihleri ilk Müslümanlar oluyor ve
ardından toprak sahipleri, hükümet yetkilileri, as­
kerler, tüccarlar arasında İslâm’a girişler oluyor.
Sonradan, İslâm aynı din adına bu siyasi elitlere
direnen fakir insanların, baskı altındaki insanla­
rın dini olur. Böylelikle bu dinin nasıl yorumlana­
cağı üzerinde anlaşmazlığa düşüyorlar: Acaba kim
dini doğru anlıyor?
-M evcut
tarihsel
Îslâmî inanç sisteminde Islâm’ın bir olaylar nedeniyle bizim
kardeşlik duygusu, Müslümanlar ara­ Islâm halikındaki yanlış
yorlar. Aynen insan­
ların
C alifornia’ya
gelmeleri gibi; yeni
gelen bir kimse ne ya­
algılarımızdan -biz der­
par? Ya bir kilise veya
sında
çok
kuvvetli
olan
cemaat
duygu­
ken A B D ’de yaşayan
bir sinagog ya da bir
su yaratması ve siyasi bir bağlılığın te­ insanları kastediyorumcami bulur kendisine.
birisi de onu tek boyutlu
Muhakkak bir cema­
meli oluşu hayati önemdedir.
görmemiz, karmaşık ya­
ate girerler. Islâm’ın
pısını görmeyişimizdir.
dünya çapında bir po­
Fakat ‘İslâm Topluluklarının Ansiklopedik T ari­
tansiyeli mevcut. Bir aidiyet duygusu verdiğinden,
h i ’ adlı kitabınızda İslâm’ın yerel ortamlarla, toplu­
çoğu zaman dağınık ya da bölük pörçük klan-tipi
luklarla ve kuruluşlarla ne ölçüde ilişki içine girdiğini
topluluklar, aşiret toplulukları, tüccar toplulukla­
rı gibi birçok göçmenin ve yeni gelenlerin olduğu
topluluklara ııygun geliyor. Bu çok önemli bir fak­
tör. Tabii, inanç sisteminin kendisinin insanlara
olağanüstü uygun gelmesi de önemli. Ortada or­
tak bir Yahudi-Hıristiyan-Islâm mirası var. İslâm
insanların anlamı keşfettikleri ve doğru davranı­
şın ölçülerini buldukları bir dünyaya bakışı veri­
yor. Bu iki unsur genel, evrensel unsurlar; ancak
İslâm belirli tarihsel dönemlerde yayıldıkça fetih
dönüşümlerini, İslâmî yönetimi, ticari toplulukla­
rı ortaya çıkarıyor. Bazen bu misyoner tebliğcilerin faaliyeti oluyor. Fakat dünyanın her yanından
insanları İslâm’a kazandırma süreci başladığı an­
dan itibaren, farklı bir tarihsel bağlam mevcut.
-İslâm’ın bu yerel ortamlarla nasıl temasa geçtiği
dinamiğine bakmadan önce- şunu merak ediyorum:
A caba İslâm’ın baskı altındaki ve fakir insanlara özel
bir tekabüliyeti var mı? Kırık dökük ya da bölünmüş
topluluklardan bahsettiniz. Fakat özellikle kendi kont­
rolleri dışında gelişen şeyler nedeniyle başarısız olmuş
sınıflara telcabüliyetine ne demeli?
-Kesinlikle böyle bir tekabüliyeti var. Ancak
İslâm aynı zamanda orta sınıflara ve siyasi elitlere
de tekabül ediyor. Dolayısıyla toplumun farklı ke­
simlerine farklı nedenlerle tekabül ediyor. Farklı
5 4 Ü m ran-A ğustos •2003
ve birçok açıdan nasıl değiştiğini açıkça belirtmişsinizArdından bizim üzerinde odaklandığımız, örneğin te­
rörizm veya siyasi fanatizm gibi, sonuçlarının ötesin­
de ve bunlardan farklı bir dinamik yaratan o yerel de­
ğişimleri ifade etmişsiniz.
-Evet, kesinlikle öyle. İslâm farklı bölgelerde
farklı yorumlanıyor. Yerel pratikte, eğer insanlara
ve nasıl ibadet ettiklerine bakarsanız ve nasıl
inandıklarını sorarsanız her yerde farklı olduğunu
görürsünüz. Sınıfsal olarak değişiklik arzeder; eği­
tim seviyesine bağlı olarak da. Dolayısıyla bugün,
örneğin köktenci Müslümanlar, siyasal Müslümanlar
bulabileceğiniz gibi liberal Müslümanlar da bulabi­
lirsiniz; üstelik yalnızca Avrupa ve Amerika’da
değil, aynı zamanda İran, Mısır, Pakistan ve En­
donezya’da da İslâm’ın mevcut (contemporary)
demokratik değerlerle uyumlu ve medeni haklar
ile insan haklarına aynen bağlı olduğuna inanan
insanlar var. İslâm’a katı bir ritüel eylem sistemi
şeklinde inananlar var. İslâm’ı evliyaların kutsan­
ması olarak görenler ve siyasi meselelerle asgari
ölçülerde dahi ilgilenmeyen, bunun yerine kutsal
bir insanın kabrine ziyarette bulunan ve o zatın
yüzü suyu hürmetine A llah’ın yardımını talep
edenler var. Bunlar çok değişik din çeşitleri, an-
İSLÂM BİR CEMAAT DİNİDİR /
LAPIDUS
calc hepsi de İslâm faaliyet alanının/dairesinin
içinde yer alıyor.
i i".';
ve seküler olarak tanımlamaya devam ettikçe,
muhalefet de Müslüman ve anti-seküler oluyor.
- Doğru. Öyleyse Islâm, esnekliği nedeniyle yerleş­
Siyaset ve D in
tiği yere göre farklı bir şekil alır.
-Evet, öyle. Yine, İslâm’ın bunu yaparken di­
-Bu değişik durumlara işaret ederken, İslâm ile ilgili
ğer dinlerden ayrıldığı fikrine kapılmanızı istemi­
bir sorun ortaya çıkıyor; acaba İslâm hangi noktaya
yorum. İnsanlar bu temel inanç esaslarını ve pren­
liadar modemiteye, modernleşmeye veya sekülerleşsipleri yaşadıkları özgün durumlara uyduruyorlar.
meye kendisini uydurabilir? Kitabınızı okuduğum l<aKutsal kitaba rehberlik etmesi için bakıyorlar an­
darıyla bunun açık, net bir cevabı da yok. Bu doğru
cak farklı yorumlar çıkarabiliyor ve ne söylendiği­
m u? Yoksa var mı?
ne ilişkin farklı duy­
-Hayır, yok. Buna
gular yaşayabiliyorlar.
İki seçenek var: İlki dini inanç ve prati­ Aynı metni okurken,
verilen farklı karşılık­
lar var. Bazı Müslü­
ğin birlikte yürütüldüğü peygamber Hz. hatta Kuı’an’ı okur­
manlar bunu kabul
ken dahi bazı insanlar
Muhammed’in örnekliği var. Bu model bir ayeti hayati bula­
ettiler. Açık bir bi­
“adil” bir toplumdur. Diğer model ise cakken, bazıları ise bir
çimde görülüyor ki,
bütün
Müslüman
başka ayeti işaret ede­
din ve devletin ayrıldığı modeldir.
dünyasında üst sınıf­
cekler. Evet, İslâm
lar, orta sınıflar bu­
çok uyumlu/ uygula­
gün bir şekilde Batı tipi hayat tarzını yaşıyorlar.
nabilir bir din. Tabii diğer dinler de öyle. Bir mil­
Çok dindar Müslümanlar olabilirler, ancak fizik­
yar ya da daha fazla takipçisi olan bir din özellik­
sel hayat tarzları temelde Batılı. Bütün teknoloji­
le pratikte oldukça uygulanabilirdir.
leri rahatlıkla benimsiyorlar. Birçok insan Avrupa
-Siyaset ve İslâm üzerine biraz daha konuşalım.
ve Amerika’dan gelen siyaseti benimsiyor: siyasi
Çalışmanıza ve İslâm tarihinin genişliğine bakan bir
partileri; demokratik siyaseti, daha önce belirtti­
kişi “Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek” mi gerektiğine
ğim gibi; medeni haklara ve insan haklarına say­
yoksa din ve devletin ayrılmaz biçimde birleşik mi ol­
gıyı. Dolayısıyla Hıristiyanların Hıristiyan, ya da
duğu sorusuna farklı cevaplar verilebileceğini açıkça
Yahudilerin Yahudi kalması gibi birçok Müslü­
görür. Öyleyse bu ayrımı İslâm bağlamında anlama­
man modem bir dünyada modern bir biçimde ya­
mıza ve imanın/ inancın hangi noktayı gösterdiği ko­
şıyor. Diğer bir uçta ise Batı modemitesini, temel
nusunda yardımcı olunuz.
olarak yaşamanın en çirkin biçimi olduğu gerek­
-Gerçekten iki seçenek var. İlki dini inanç ve
çesiyle reddeden birçok insan var. Onlar moderpratiğin, toplumsal olayların ve siyasetin birlikte
nitenin materyalizmini, tüketim mallarına verdiği
yürütüldüğü peygamber Hz.Muhammed’in örnek­
önemi reddediyorlar. Onun siyasi değerlerini red­
liği var. Tek bir lider. Tek bir otorite var. Bu kü­
dediyorlar; çünkü eninde sonunda ortaya çıkacak
çük ve iç içe geçmiş(entegre) bir topluluktur. Bu
olan mutlak tek bir doğru olduğuna inanıyorlar.
örneklik Müslüman dünyanın birçok coğrafyasın­
Siyasi rekabet için bir pazaryeri kurulması fikrini
da yüzyıllar boyunca devam etti. Onsekizinci yüz­
benimsemiyorlar. Bunlar iki temel faktördür.
yıldan itibaren günümüze gelinceye dek ideal mo­
-Siyaset ve din üzerine konuşalım.. Bir şey daha
del olarak benimsendi. Bu model “adil” bir top­
mı söyleyecektiniz? Yolisa başl<a bir düşünceniz mi
vardı?
-Çağdaş/ mevcut dünyaya neden karşı durduk­
larına ilişkin daha başka bir fikrim var. Çağdaş
devletlere karşı çıkıyorlar. Birçok Müslümanın
yaşadığı ülkeler demokratik olmayan ülkeler. Ya
birer askeri rejimler, ya da zayıf oligarşiler hatta
aile rejimleridir. Bu rejimler kendilerini modern
lumdur. Diğer model ise din ve devletin ayrıldığı
modeldir. Siyasi elitler bir grup, din hocaları ve
onların takipçileri ise bir başka gruptur. Siyaset
seküler normlarla çalışan bir mekanizma şeklinde
algılanırken; dini inanç sahipleri(!) ise dini norm­
ları takip ederler. Prensipte ya da teoride pek de
fark edilmeyen bir ayrım vardır pratikte. Fakat
pratikteki bu ayrım, tarihsel olarak, büyük ölçekli
Ü m ran -A ğ u stos-2 0 0 3
55
KAPAK
toplumların yönetiminde, bugün de modem ulusdevletlerde sıradan bir yoldur. Dolayısıyla pratik
ve teori, pratik ve ideal çelişki halindeler. Devlet,
din ve siyasetin birliği bugün gerçekleşen pratiğin
eleştirisi veya onun bir alternatifi olarak görülü­
Dolayısıyla, bazen Müslüman oluşlarına sarılıyor­
lar. Bazen ailelerinin finansal çıkarlarına sarılıyor­
lar. Bu her yerde insanlara çok geniş bir seçenek
yelpazesi sunuyor. İnsanların başka herhangi bir
bağlılıkları veya sadakatleri olmaksızın yalnızca
yor.
-Afganistan ve Taliban da bunun en uç örnekle-,
Müslüman olduklarını söylemeleri hâlâ uç ve az
riydiler, değil mi?
-Bu, T.aliban’ın gerçek dini kurallar olarak gör­
düğü şeyleri uygulayacak bir İslâmî devleti kurma­
lumda entegre olmaya zorlayan yükümlülükleri
olmadığı için, yalnızca siyasi aşırılar ve teröristler
nın en uç örneğidir.
-Çalışmanızda tekrar tekrar İslâmî kimliğin birçok
dur. İslâm’ı insanları tek başına tanımlayan bir şey
diğer kimlikle birlikte varolduğunu ve İslâm’ın yeşer­
diği her yerde hem tanımladığı hem de şekillendiği kar­
maşık bir medeniyetin parçası olduğunu vurguluyor­
sunuz.
-Eğer tek tek fertlerle konuşursanız -bence
geçmişte ya da günümüzde herhangi biriyle- in­
sanların çoğu, sizin de söylediğiniz gibi, çok katlı
bir kimlik ifade edeceklerdir. Müslümanlar, fakat
bu söylenecek tek şey olmayacak. Onlar aynı za­
manda bir aile veya kabilenin de üyesidirler. Be­
lirli bir bölgeden gelen insanlardır. Birer meslek­
leri vardır. Bir türlü siyasi bir bağlılıkları vardır.
Müşteri ilişkileri vardır. İktisadi çıkarları vardır.
Bu karmaşık bağlantılar kimi zaman çelişkilere
neden oluyor ve insanlar mevcut durumda hangi­
si daha önemliyse ona göre bir orta yol buluyorlar.
5 6 Ü m ran-A ğustos - 2003
rastlanır bir durum. Bunu, geri kalan herkesi top­
arasında görebilirsiniz. Bu az rastlanır bir durum­
gibi düşünmemeliyiz. Yalnızca insanların düşün­
celerine yön veren önemli bir faktördür.
-Dolayısıyla farklı bir kurgu/yerleşme ç o k ...
-Farklı, değişken bir ağırlığa sahiptir.
Kadın ve Islâm
-İlgi çeken bir diğer konu da Icadınların İslâm’daki sta­
tüsü, rolü ve yeri. Yine kitabınıza dönersek, İslâm’da
kadınların statülerinin A B D ’deki yaygın algılamanın
çok ötesinde karmaşık bir tarihi ve evrimi olduğunu
belirtmişsiniz. Bu statünün karmaşık yapısını ve za­
manla yaşanan değişimi bize kısaca anlatabilir misi­
niz?
-Bu yalnızca karmaşık, çok boyutlu değil; aynı
zamanda tartışmalı da bir mesele.
İSLÂM BİR CEMAAT DİNİDİR /
LAPIDUS
-Evet, öyle.
-Hatta tehlikeli... Benim meseleye bakışım,
sizin de bildiğiniz belli başlı ana hatlarla ilgili. G e­
nel olarak konuşursak, Müslüman toplumlar ata­
erkil toplumlardır; dolayısıyla erkeklerin baskın
bir konuma ve ailede son sözü söyleme hakkına
sahip olmaları beklenir. İnsanların yaygın kana­
atine göre erkeklerin kadınlara nazaran akıl/man­
tık olarak üstünlükleri vardır. Erkeğin ailede bas­
kın olduğu bir sosyal düzeni doğru kabul ederler.
Fakat gerçekte insanların birbirleriyle ilişkilerine
daha yakından baktığınızda farklılıkların olağa­
nüstü büyük olduğunu ve her türden durumu göz­
lemlersiniz. Tipik ataerkil aileler görürsünüz. Karı
ve kocanın, aileye ilişkin kararları alırken ya da
tartışırken olsun, pratikte eşit oldukları çekirdek
aileler görürsünüz. Kişiliklerinin verdiği güçle ve­
ya bazen ailesinin statüsü ya da zenginliği nede­
niyle gerçekte kadının evde baskın konumda ol­
duğu aileler görürsünüz. Eğer kadın geleneksel
pratiğe saygı duyuyorsa bunu kamusal alanda gös­
-Peçe/örtünün iki anlama gelebileceğini söylüyor­
termez, fakat aile içinde baskındır. Dolayısıyla
gerçek durumlarda çok geniş bir davranış spelctru-
sunuz • Bu konu hakkında biraz konuşabilir misiniz,
yani bunun yalnızca o toplum içinde boyunduruk al­
mu ve kadın ile erkek arasındaki güç dağılımına
tına girdiklerinin bir göstergesi olmadığı ile ilgili?
ilişkin toplumun resmi normları ne olursa olsun
-Benim ana bakış açıma göre her zaman birçok
çok değişken ihtimaller ile karşı karşıyasınız. Bu
tablo çağdaş zamanlarda değişime uğruyor. Mo­
durum söz konusudur. Bu(örtii) birçok anlama ge­
dern zamanlarda değişiyor, çünkü öncelikle kadı­
nın eğitimi evrensel bir değer haline geliyor. Ka­
panması anlamına gelebilir. Markette kimse onla­
dınlar daha fazla eğitim aldıkça, kariyer imkanla­
kız arkadaşları vardır. Ailede tecrit edilirler. Bu
rı, saygı ve ailevi meselelerde etkinlik gibi taleple­
ri daha sıkça dillendiriyorlar. Bu durum neredeyse
anlama gelebilir. Tam karşıt anlama da gelebilir.
lebilir. Kadının geleneksel olarak aile içine ka­
rın yüzlerini göremez. Dışarı çıkmazlar. Yalnızca
Örneğin Mısır’da, ki çok güçlü bir İslâmî hareke­
evrensel. Dolayısıyla bugünlerde, muhafazakar
te sahiptir, üniversiteli kızların çoğunluğu örtünü­
Müslümanlar da, reformcu veya dirilişçi Müslü-
yorlar. Bana göre eğitimleri ve kariyerlerine erkek
manlar da bu gerçekliğe imkan tanıyorlar; en
azından bazıları. Bazıları kadınların eğitiminden
egemen bir toplumda kendilerine yer açarak de­
yanalar ve erkeklerin üstün haklarından ne kadar
yorlar. Bu açık bir mesajdır: “Ben ciddi, profesyo­
çok dem vururlarsa vursunlar, gerçekte işleyen sis­
tem çekirdek aile oluyor. Kadınların eğitimini
nel bir insanım. Flört edilmek ya da eğlenilmek
sağladığınız zaman, insanların tamamının içinden
geçtiği süreci yaşarsınız; kadınlar kariyer ve iş ta­
rim vardır. Ve bir kariyer yapmak istiyorum. Bir
vam etme isteklerinin yansıması olarak örtünü­
için burada değilim. Muhafazakar ahlaki değerle­
kariyere odaklandım ve iyi bir kadınım”. Bu aile­
lep ederler. Bu oldukça çelişkili bir durumdur,
yi genç bir hanımın şehirde düzgün davranışlar
çünkü muhafazakar Müslümanlar kadının bir kez
sergilediği ve hakkında endişelenilmemesi gerek­
tiği konusunda temin ediyor.
aile dışına taşınması ile birlikte aile dışı bir çok
emel ve etkiye maruz kalacağını savunurlar. Hâlâ
büyük ölçüde buna karşıdırlar. Fakat bu durum
değişiyor. Eğitim ve medya, bugün kadının statü­
sünü korkunç bir şekilde etkileyen güçler oldular.
-öyleyse bizim gelenekle özdeşleştirdiğimiz örtü,
modernleşme, toplumsal Imtmanlarda yukarı doğru
hareket ve aslında modernleşmenin taşıyıcısı oluyor.
-Evet.
■
Ü m ran-A ğustos -2003 57
d a v e t in il k g ü n l e r i
AHMET CEMİL ERTUNÇ
nsanların karşılarına dikilip, savunageldikleri
inançlarının yanlış ve hatta saçma olduğunu,
isteyerek veya istemeyerek, neşeyle veya ıstı­
rapla uydukları hayat tarzlarının yanlışlıklarla do­
lu olduğunu, bu hayat tarzını ve dayanağı olan
inanç esaslarını terk etmeleri gerektiğini ilan et­
mek kolay değildir. Üstelik, insanlara inançları­
nın ve hayat tarzlarının yanlışlığını bildirmekle
kalmayıp, hayatları boyunca sahip olduklarından
farklı bir inanç sistemini ve hayat tarzını sunarak,
bunu kabul edip buna göre yaşamaları gerektiğini
bildirmek hiç kolay değildir. Böylesi bir tavır bü­
yük tepkilere neden olur. Bu her zaman böyle ol­
muştur. Sosyal bilimciler ve psikologlar çok iyi bi­
lirler ki, insanlar memnun olmasalar dahi, yıllar­
dır alışageldikleri hayat tarzını, doğruluğundan bir
yığın şüpheleri olsa dahi yıllardır inanageldikleri
inançları terk etmeye yanaşmaz veya çok zor terk
ederler. Onlar memnun olmasalar, mensubu ol­
dukları hayat tarzının kendilerine sıkıntıdan baş­
ka bir şey vermediğine inansalar dahi, başka bir
hayat tarzına geçmeyi düşünemez, düşünmeleri is­
tense razı olmazlar. Mensubu oldukları hayat tar­
zını terk ederlerse pişman olacaklarını, onu da
arar duruma geleceklerini zannederler. Bu neden­
ledir ki, bir proje dahilinde gerçekleştirilen top­
lumsal değişmelerin, öncekine oranla daha doğru,
güzel ve iyi şeylere neden olacağı ifade edilse ve
bu konuda son derece güvenilir teminatlar verilse
dahi, ilk aşamada hep sert tepki görür. İnsanlığın
İ
bu garip durumunu ifade etmesi açısından şu tes­
pitler oldukça ilginç ve önemlidir: ‘'Yoksul olan
5 8 Ü m ran-A ğustos •2003
herkes hayal kırıklığına uğramış değildir. Şehirlerin ke­
nar mahallelerinde yaşayan yoksullardan bazıları,
kendi uyuşmuş hayatlarından şikâyetçi değildirler.
İçinde bulundukları çukurun dışındaki bir hayatın dü­
şüncesi onların tüylerini ürpertir... Açlıktan ölmenin
sınırında yaşayan yoksulların hayatı gayeli bir hayat­
tır. Yiyecek ve yatacak yer bulmanın amansız müca­
delesine girişmiş olanlar boşuna çaba harcamış olma
hissine hiç bir zaman yakalanmazlar. Varılacak
amaçları maddî ve acildir. Her yenen yemek onlar
için bir amacın gerçekleşmesidir; tok Icamına yatağa
girmek bir zaferdir ve açıktan gelen her beleş şey bir
mucizedir... Köle hayatı yaşayanlar yoksuldurlar;
buna rağmen köleliğin yaygın olduğu ve uzun süre de­
vam ettiği yerlerde bir kitle hareketinin doğması zayıf
bir ihtimaldir. Köleler arasındaki mutlak eşitlik ve kö­
le mahallelerindeki samimi sosyal ilişkiler ferdin hayal
kırıklığını önler. Köleliğin yerleşmiş âdet haline geldiği
bir toplumda başl<aldıranlar, yeni köle olanlarla köle­
likten hür bırakılanlardır . ”1
Bu itibarla, Resûlüllah(s)’ın aniden tüm Arap­
ların inançlarına muhalif, yürürlükteki uygulama­
ları yanlışlayan ve hatta aşağılayan şeyler söyle­
meye başlaması, daha önceki kırk yıllık dönemi
kapsayan hayatı boyunca hemşehrilerinin tama­
mının saygı ve takdirini kazanmış birisi olarak,
birkaç kişi hariç, bütün tanıyanlarını şaşkınlığa
sürükler. Hemşehrileri olan Mekkeliler, Resûlüllah(s)’ta gerçekleşen değişime ilk zamanlar bir an­
lam veremez ve kabul edemezler. Resûlüllah(s)’dan duydukları sözler çok “ağırlarına gider” .
Büyük bir şaşkınlıkla aralarında görüşüp, konuşur­
DAVETİN İLK GÜNLERİ /
lar. Resûlüllah(s)’ın inanç­
larına ve hayat tarzlarına
olan eleştirilerinin gün geç­
tikçe artması, şaşkınlıkları­
nı iyice artırdığı gibi, işin
hiçte hafife alınacak nite­
likte olmadığını da yine ay­
nı şaşkınlık içerisinde gö­
rürler.
Risaletin ilk günlerde
denebilecek kadar erken bir
döneminde Mekkeliler an­
larlar ki, Resûlüllah(s)’ın
durumu, birilerine kısa sü­
reli bir kırgınlık veya kız­
gınlığın, yahut psikolojik
bir rahatsızlığın ürünü de­
ğildir. Mekke sistemi açı­
sından ortada ciddi bir
problem vardır. Fakat kırk
yıldır çok iyi tanıdıkları ve
bu nedenle de hiç kimsenin
sahip olamayacağı tarzda
olumlu sıfatlarla takdir et­
tikleri Resûlüllah(s)’a karşı
fiili bir tepkide bulunmayı
düşünemezler. Resûlüllah(s)’a yönelik bir sataşma
veya saldırının, Resûlüllah(s)’ın mensubu olduğu
Haşimoğulları ile diğer aileler arasında büyük
problemlere neden olacağını bilirler. Aile bağları­
nın son derece güçlü olduğu Arap toplumunda bir
ferde saldırının onun tüm ailesine, akrabalarına
saldırı anlamına gelmesi, içlerinden geçeni uygu­
lamaya koymalarına engel olur. Haşimoğullarının, Resûlüllah(s)’ın davetine katılmasalar dahi,
zor durumda onu desteklemekten kaçınmayacak­
larını, Arap kavmiyetçiliğin değişmez gereği ola­
rak bilmektedirler. Bu sıralarda Resûlüllah(s)’ın
propagandasını yaptığı yeni dini sadece bireysel
görüşmelerinde dile getirmesi Mekke ileri gelen­
leri için olumlu bir durumdur. Bu, hareketin top­
lumsallaşma ihtim alinin zayıflığına yönelik
önemli bir işaret olarak düşünülür. Tepkileri daha
çok alay etme biçiminde açığa çıkar. Resûlüllah(s)’la “A bdulmuttalib oğullarının gökten haber
alan oğlu” diye alay etmeleri, çoğu zaman duyduk­
ları fakat kabul edemedikleri sözlere karşı tepki­
nin açığa vurulmasından başka bir şey olmaz. Bu
ERTÜNÇ
durumlarıyla da, “Muhammed’in sözleri kabul edilecek
ve liatlanılacak şeyler değil fa ­
kat, aklını yitirmiş birisini
diklcate almaya gerek yok”
demek ister gibidirler
Ancak ne var ki, her ye­
ni günle birlikte durum bi­
raz daha değişir. İlk zaman­
lar eşi ve kızıyla sabah vak­
ti Kâbe’de namaz kılan ve
başka bir taraftarı görün­
meyen Resûlüllah(s), kısa
süre sonra Ebu Bekir(r.a)
gibi toplumda önemli ko­
numa sahip bir şahsiyetin
desteğini de alır. Resûlüllah(s)’a Mekke eşrafının el­
çisi olarak giden Ebu Bekir,
yeni dinin taraftarı olarak
döner ve o da Mekke’nin
Meclisinden kopar; Meclis
üyeliğini terkeder. Üstelik,
Ebu Bekir hiç çekinmeden
ilk günden itibaren Resûlüllah(s)’m söylediklerini
kabul ettiğini açıkça her yerde ilan eder. O ’nun
Müslüman olması, zenginliği nedeniyle toplumun
ileri gelenlerinden sayılan ve sözü kabul gören bi­
risi olarak, Mekke’de ciddi bir dalgalanmaya yol
açar. Mekke ileri gelenleri şaşkınlık üstüne şaş­
kınlık yaşarlar. Fakat şaşkınlıkları hiç sona ermez;
her şaşkınlığı bir başkası izler. Kısa bir süre sonra
daha başkalarının da Resûlüllah(s)’ın yanında yer
aldıklarını, O ’nun söylediklerini kabul edip des­
teklediklerini duyar ve görürler. Bunlar, Mekke
toplumunun aşağılayıp değer vermediği Bilâl-i
Habeşî, Habbab bin Eret, Süheyl, Ammar bin Yasir ve Sümeyye’den (r.anhüm) oluşan bazı köleler­
dir. Ancak asıl şaşkınlıkları Ebu Bekir gibi eşraf­
tan birisi ile bu kölelerin arasındaki her türlü far­
kın reddedilip, hepsinin eşit kabul edilmesi olur.
Bu, Mekke değerlerini uygulamada da alt üst eden
bir hareketin doğmakta olduğunun ilk fakat aynı
zamanda tehlikeli bir kıvılcımı olarak kabul edilir.
Mekke toplumu ve özellikle de eşrafı için en
çok düşündükleri ve cevabını bulmaya çalıştıkları
konu, Resûlüllah(s)’ın bir anda niçin böylesi bir
Ü m ran-A ğustos •2003
59
YAŞAYAN İSLÂM
lah(s)’a da üstü kapalı bir mesaj verilerek kalbi
pekiştirilir; “Sen, Rabb’inin nimetiyle bir mecnûn
değilsin... Sizden hanginizin fitneye tutulup çıldırmış
olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da göre­
cekler. Elbetteki senin Rabb’in kimin kendi yolundan
şaşırıp saptığını, daha iyi bilendir. Kimin hidâyete er­
diğini de daha iyi bilendir” (68/2,5,6,7).
Ancak Mekke’de kulaktan kulağa yayılan,
toplantı ve sohbetlerin başlıca konusu haline ge­
len Resûlüllah(s)’la ilgili dedikodular, bazı Müslü­
manları kısmen etkiler; veya böylesi bir ihtimal
belirmeye başlamış olmalıdır. Bunların kimler ol­
duğunu bilmiyoruz, ancak şu âyetler bu durumda
bulunanların varlığından haberdar olmamızı sağ­
lıyor: “Battığı zaman yıldıza andolsun. Arlcadaşınız
(olan peygamber) şaşırıp sapmadı ve azmadı. O hevâdan konuşmaz■O (nun söyledikleri) kendisine vahyolunan vahiyden başka bir şey değildir” (53/1-4).
işe kalkıştığıdır. Aklı başında birisinin, küçük bir
işe dahi hiç bir gaye gütmeden kalkışmayacağına
göre, Resûlüllah(s) gibi toplumun takdirini kazan­
mış son derece akıllı birisinin, böylesi toplumun
tamamına cephe almayı gerektirecek bir işe kal­
kışmanın nedensiz olduğunu düşünmez ve bu ne­
deni bulmaya çalışırlar. Fakat zengin olmak, ma­
kam elde etmek gibi gaye ve düşünceleri olmayan
birisi olarak çok yakından tanıdıkları Resûlüllah(s)’ın böylesi bir işe kalkışmasını bizzat kendi­
lerinin hiçbir şekilde inanmadıkları bir tek sebebe
dayarlar; “Aklını yitirmiş olmak”. Başka bir gerekçe
bulamazlar. Ne düşünürlerse düşünsünler başka
bir gerekçe bulamazlar. İddialarını bazen “mec­
nûn” veya “deli" sözleriyle bazen da “çıldırdı” sözle­
riyle ifade ederler. Hatta bu konuda öylesine ge­
nel bir kanaat oluşturmuş olmaları gerekir ki, biz­
zat Resûlüllah(s)’m bu menfi propagandanın etki­
sinde kalmaması için âyet vahyolunur. Bu âyetle,
ilk âyetler vahyolunduğu zaman durumu kavra­
makta zorluk çeken Resûlüllah(s)’ın tekrar aynı
tür şüpheye düşmemesi için gerekli önlem önce­
den alınmış olur. Ayette, Mekkelilerin kanaati­
nin yanlışlığı yüzlerine vurulurken, Resûlül-
6 0 Ü m ran • Ağustos •2003
Aslında, müşriklerin Resûlüllah(s)'la ilgili söz
konuşu kanaatlerinin ve gerçekleşmiş olması ihti­
mal dahilinde bulunan Resûlüllah(s)’a inanmış
veya yakınlık duyan bazı şahısların şüpheci tavır­
larının nedeni, sadece, Mekke ileri gelenlerinin
bir anlamda organize ettiği karşıt propaganda ey­
leminin ürünü olmaz. Başka durumların da söz ko­
nusu tavır ve kanaatlerin oluşmasında etkisi oldu­
ğunu biliyoruz. Siyer ve Tarihlerden öğrendiğimi­
ze göre, risaletin daha ilk günlerinden itibaren
Resûlüllah(s) insanlara sadece “Lâ ilâhe illallah de­
yin ve kurtuluşu erin” davetini gerçekleştirmekle
kalmaz, o günün şartlarında akılları durduracak
bir vaatte de bulunur. Karşılaştığı Mekke ileri ge­
lenlerine, “Ey Kureyşliler, bana itaat edin ki kıyame­
te kadar bütün insanlar sizin ardınızdan yürüsün”
der. Bunun nasıl gerçekleşeceğini ise şu şekilde
açıklar; “Benimle birlikte Lâ ilâhe İllallah deyiniz.
Arap olmayanlar size cizye ödeyecektir. Allah’a ye­
min ederim Kisra’nın ve Kayser in hâzinelerini Allah
yolunda harcayacaksınız”. Resûlüllah(s) bu sözle­
riyle “Eğer benim sizlere açıkladığım şeylere inanır ve
onlara göre yaşarsanız, dünyanın iki süper devleti
olan Bizans ve Sasani devletleri sizin mülkünüz ola­
caktır. Siz bütün dünyaya hakim olacaksınız”2 de­
mektedir. Mekke ileri gelenleri Resûlüllah(s)’m
vaatlerinin pek akıl harcı şeyler olmadığını düşü­
nür, alay ve hakaretlerinde bu durumu da malze­
me olarak kullanmaktan geri kalmazlar. Resûlüllah(s)’ı veya Müslüman olduğunu bildikleri şahıs­
DAVETİN İLK GÜNLERİ /
ları gördükleri zaman birbirlerine göstererek
“Bunlar yeryüzünün krallarıymışlar. Kisra’nını mül­
küne konacaklarmış!” veya “Ya Muhammed bugün
gökten kimse seninle konuşmadı mı?” diyerek alaya
alırlar.
Evet, alay ve aşağılama biçiminde de olsa artık
İslâm Mekke’nin gündemindedir. Peş peşe gelen
âyetler ise yeni konular açıklamakta veya her ye­
ni problemi çözmekte gecikmez: “O alay edenlere
Imrşı biz sana yeteriz. O , Allah ile beraber başka ilah
tutanlar yakında (yaptıklarının sonucunu) bilecekler­
dir. A ndolsun biliyoruz, onların söylediklerine senin
göğsün daralıyor (canın sıkılıyor).’’ (15/95-97)
Müşrikler, Resûlüllah(s)’ın söylediklerine,
kendilerine yönelik eleştirilerine ne kadar sabre­
derlerse sabretsinler, ne kadar alaya alarak, sözle­
rini ciddiye almadıklarını göstermeye çalışırlarsa
çalışsınlar, içten içe büyük bir kinle doldukları ke­
sindir. Bilhassa Ebu Cehil kinini kontrol edemez
olur; öfkeden ne yapacağını şaşırır. O, kendileri­
nin de Kâbe’de ara sıra yapageldikleri “salât”3
isimli geleneksel ibadetlerine benzer, ancak bu ge­
leneksel ibadet biçimlerinin önemli oranda değiş­
tirilmiş biçimi olan hareketlerin, Resûlüllah(s) ta­
rafından Kabe’de sık sık gerçekleştirilmesinden,
yani namaz kılmasından çokça rahatsız olur. “Es­
kilerin masalları” veya “deli sözleri” olarak nitele­
dikleri sözlere (Kur’an âyetleri veya Resûlüllah(s)’ın açıklamaları) karşılık, bu hareketlerin
daha açıkça bir tepki ve protesto niteliğinde oldu­
ğunu görerek, Resûlüllah(s)’ı bu hareketleri yap­
ERTÜNÇ
maktan vazgeçmesini ister. Eğer vazgeçmeyecek
olursa tepkisinin sert olacağını belirtir. Arkadaş­
larına ise, Resûlüllah(s)’ı eğer namaz kılarken gö­
rürlerse kendisine bildirmelerini, o namazda iken
“boynuna basıp, yüzünü yere süreceğini” söyleyip,
bunu yapacağına dair de Lat ve Uzza adına yemin
eder. Nihâyet bir gün Resûlüllah(s)’ı Kâbe de na­
maz kılarken görür ve sözünü tutmak için hemen
harekete geçer. Ancak büyük bir korkuyla gerisin
geri dönüp arkadaşlarının yanına gelir. Arkadaşla­
rının “Ne oldu sana böyle” demelerine karşılık
“Onunla benim aramda ateşten bir çukur gördüm,
Birtakım lianatlı şeylerde gördüm ve çok korktum” ce­
vabını verir. Daha sonraları Resûlüllah(s) bu du­
rumu açıklarken şunları söyleyecektir; “Eğer bana
yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi”.
Âyetlerde ise bir insanı namazdan alıkoymak gibi
böylesi bir zorbalık ve failinden şöyle bahsedilir:
“Namaz kıldığı zaman bir kulu engelleyeni gördün
mü? Gördün mü? Ya o kul doğru yolda olur, Veya
kötülüklerden sakınmayı emrederse. O adam, Al­
lah’ın kendisini gördüğünü hiç bilmiyor mu? Hayır
hayır! Eğer o , bu davranışından vazgeçmezse, andolsun ki, Biz onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı­
nın perçeminden tutup cehenneme sürükleriz” (96/9­
16) Ayette hem olay protesto edilirken, hem de
konuyla ilgili olarak insanlar bilgilendirilirler.
Ayrıca, halka taraflar hakkında bilgi verilirken
zorbalar tehdit de edilirler. Kur’ân gündeme takı­
lan değil, gündemi tayin eden; oluşturan olur.
Müşrik önderlerin bu ilk fiili tepkisi Resûlül-
YAŞAYAN İSLAM
cek yolu göster” diye yakarır. Yegane sığınağı olan
Rabb’inin yardımını talep eder. Bu sıralarda in­
sanlar arasında en büyük yardımcısı ise eşi Hati­
ce’dir. Sıkıntılı, üzüntülü bir halde evine gittiği
zaman, kendisini tasdik edenlerin ilki ve insanlar
arasında en önemli yardımcısı olan sevgili eşinin
yatıştırıcı, rahatlatıcı sözleriyle sıkıntıları kısmen
de olsa dağılır. Fakat her şeye rağmen, oluşacak
her türlü tepkiye rağmen görevini büyük bir sada­
katle sürdürür, içinde bulunduğu zorlukların ne­
den kaynaklandığının bilincinde davetini aksat­
lah(s)’ı tedbir almaya sevkeder; Resûlüllah(s) da
madan devam ettirir. Bu istikrarlı, kararlı tavrıyla
dahil olmak üzere bütün Müslümanlar namazları­
ilgili olarak siyerlerdeki şu tespit, o dönem içeri­
nı gözden uzak, vadilerde ve dağlarda kimselerin
sinde Resûlüllah(s)’ın özelliklerinin özeti niteli­
görmeyeceği yerlerde kılmaya başlarlar. Fakat bir
ğindedir; “Allah'a iman ve kendisine geleni tasdik et­
süre sonra, Sa’d bin Ebî Vakkas, Ammar bin Ya-
mekten hiç bir zaman ayrılmadı. Kendisine vahyolu­
sir, İbn Mes’ud, Habbab bin Eret, Said bin
nanları tam kabul etti. O yüzden Allah’ın yüklediği
Zeyd’den (r.anhüm) oluşan bir grup Müslüman
şeylerin neden olduğu sıkıntılara Icatlandı. İnsanların
böylesine gizli namaz kıldıkları bir zamanda müş­
hoşnutluğuyla da, hoşnutsuzluğuyla da karşılaştı;
rikler tarafından fark edilirler. Durumdan rahatsız
ama onlara tahammül etti. Peygamberlik vazifesinin
olan müşrikler, Müslümanları namaz kılmaktan
öyle ağır yükleri ve zorlukları vardır ki, onları, ancak
engellemeye çalışırlar ve çıkan kavgada Sa’d bin
Allah’ın yardımı ve tevfîkıyla kuvvet ve azim sahibi
Ebî Vaklcas eline aldığı bir deve kemiğiyle müşrik­
olan peygamberler taşıyabilir ve Icatlanabilirler .”4
■
lerden birisinin kafasına vurarak yaralanmasına
neden olur. Böylelikle davet sürecinin ilk kanı da
akmış olur.
Elbetteki bütün bunlar en başta Resûlüllah(s)
için büyük sıkıntıların nedenidir. Bir “beşer” ol­
ması nedeniyle, Resûlüllah(s)’ın kavminden gör­
düğü olumsuz tutum ve tavırlar karşısında sıkıntı
D ipnotlar
1 E ric H offer, K esin İn a n ç lıla r, İstanbul, 1980, s. 67
2 Hz Ö m er’in h ilafeti dönem inde İslam ordusu Sasani sı­
nırlarına dayandığı zaman, Sasan î kom utanı R üstem ’e,
Sasan î ordusunun teslim olm asını tek lif etm ek için,
M üslüm anları tem silen elçi olarak giden Muğîre bin
Ş u ’be, R üstem ’e karşı şöyle haykıracaktır; “ A lla h bize,
duyması, çekinmesi ve hatta korkmasının yadırga­
bizim ara m ızda n, şeref, haseb ve neseb bakım ından en iy i­
nacak bir tarafı yoktur. Vahyolunan her yeni
m iz , en do ğru m uz olan b ir peygam ber gönderdi. B u pey­
âyetle yeni talimatların verilmesi, bütün bir Mek­
gam ber bize b ir çok şeyleri haber verdi. S öyledikleri aynen
ke toplumunun boy hedefi olmasına zemin hazır­
lar. Alayların, hakaretlerin, aşağılamaların, renci­
de edici sözlerin muhatabı olur. Gerçekleşen bu
tepkileri veya gerçekleşmesi muhtemel olanları
karşılamak veya karşılamaya hazırlanmak kolay
v u k u b u ld u . O n u n bize haber ve rd ikle ri arasında b izim bu
m em leketleri alacağım ız, b u ra la ra h a kim olacağım ız da y er
a lm a k ta id i. Ben b u rad a a rk a m d a b u söylediklerim e in a ­
n a n b ir to p lu lu ğ u tem sil e d iy o ru m .” (Ebu Yusuf, K ita b u l
H a ra ç , İstanbul 19 7 3 , s.70)
3 Pek tabi ki, m üşriklerin “salât” yani T ü rk ç e ’de kullanı­
şeyler değildir. Bu nedenle yeni tepkilere neden
lan anlam ıyla namaz ism ini verdikleri bir ibadetleri
olacak âyetler karşısında “Ne yapayım. Bunu kav-
vardı. Bu ibadet Hz İb rah im ’e em rolunan namaz’ın za­
mime nasıl söylerim” sözlerinde açığa çıkan sıkıntı­
m an içinde şekil, anlam ve fonksiyon değiştirmiş şek­
lar yaşar. Ve bütün bunlar tamamıyla “beşer” ol­
manın gereğidir. Ancak hiç bir zaman geri adım
atmaz. Görevini hiç bir zaman aksatmaz. Çok sı­
kıntılı veya üzüntülü zamanlarında şehirden uzak­
laşarak dağa çıkıp, bütün içtenliğiyle “Ya Rabbü
Kalbime itminan verecek ve benden bu kederi gidere­
6 2 Ü m ran-A ğustos •2003
linden başka bir şey değildi. K ur’a n ’da, m üşriklerin
K abe yanında kıldıkları namaz şöyle tanım lanır; “O n-
la n n Bey t(K a b e )’ in y a n ın d a k ıld ıkla rı sa la tla n (n a m a zla ­
r ı) ıslık ç a lm aktan ve el ç ırp m a kta n başka b ir şey değil­
d ir '^ 8/35).
4 *bn İshak. S iy e r , İsta n b ul. 1^88, s. 1 8 7 ,1 8 8 - *hr- Hişam,
H z M u h a m m e d ’in H a y a tı, A nk ara, 1992, s. 153
NİMETLER VE SALTANATLAR
AHMET YAŞAR
S
ahip olduğumuz bütün nimetleri bize, biz
ya hayatının refahı için lâzım gelen ilimleri tahsi­
istemeden veren Allahu Teâlâ’ya hamd-ü
le bir ömür harcıyorlar. Sonunda Hakk’tan uzak,
senalar olsun. Salat-ü selamlarımız ise
sadece menfaatlerini temin etmek için ortada do­
âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulü Ek-
laşan bir varlık haline geliyorlar. Bu insanın çile­
rem(s.) Efendimizin üzerine olsun.
si asıl bundan sonra başlıyor. Bu insanlar kazan­
dıklarını korumak ve daha çok kazanma hırsını
F ân î H ayatı Ebedî H ayata
tatmin etmek için, insanları sömürmeye ve bu ve­
T e rcih Etm e Yanlışlığı
sile ile onlara zulmetmeye başlıyorlar. Yaptığı zul­
mü ve insanların sefaleti üzerine kurduğu saltana­
Sahip olduğunuz bütün varlık ve imkanları siz is­
tını devam ettirmek, her an kendisinden daha za­
temeden sizlere veren Allahu Teâlâ’yı(c.c) kamil
lim ve ihtiras sahibi bir insanın, daha önce tır­
mânâda tanımak için, tevhid ilmini mutlaka tah­
mandığı zulüm basamaklarını çıkarak, kendisini
sil etmelisiniz. Eğer Rabb’inizi hakkıyla tanıyıp
tahtından indirmesine mâni olmak için de, etra­
muttakî mü’minlerden olmak için vazifelerinizi
fında bir zulüm gücü oluşturur.
yerine getiremezseniz, fiillerinizde meydana çıkan
Bu imkânı temin edince mazlum halkları, sırt­
inkarın, isyanın ve nankörlüğün cezası çok ağır
larına bağladığı menfaat hortumlarıyla posası çı­
olur. Bundan dolayı size verilen bir nefes sıhhate
kana kadar sömürerek, zulüm iktidarının merdi­
karşı dahi şükür vazifelerinizi yerine getirmenin
venlerini hızla tırmanmaya başlarlar. Fakat bir
gayreti içerisinde olmalısınız. Zira mânevî kazan­
gün ilâhî hüküm tecelli edince, yaptıklarının hiç
cınız, ebedî âlem olan âhirette yüksek derecelere
bir fayda sağlamadığını hayretle görür. Ne yazık ki
ulaşmanız buna bağlıdır.
bu hakikatleri idraki, onu ayaklar altında sürüne­
Mânevî hayatınızı düzene sokmak ve kârlı bir
yatırım haline dönüştürmek için inancınızdan do­
rek ebedî olarak cehenneme yuvarlanmaktan kur­
tarmaya yetmez.
layı başınıza gelecek çile ve musibetlere de sabret-
Asırlar boyu devam eden bu zulüm çarkının
meli ve bilmelisiniz ki, sizin için musibet görünen
günümüzde de devam etmekte olduğunu, mazlum
bu hadiselerin arkasında büyük nimet ve hikmet­
Afrika, Asya, Güney Amerika ve İslam ülkeleri­
ler saklıdır. Bu nimetleri kazanmanın yolu ise sa­
nin halklarının durumu bizleıe açıkça göstermek­
bır ve şükür imtihanından geçmektedir. Bu işler
tedir. Süper ve medeni olarak tanıdığımız ülkeler,
size zor gelmesin. Bakınız bütün insanlar fânî olan
bu ülkelerin topraklarındaki imkânları sömüre­
dünya hayatı ve gönüllerine taht kuran nefsin is­
rek, köpeklerine hastane yapmakta, insanlara ta­
tek ve arzularını temin için ne büyük çilelere kat­
hakküm etmek için mekanik ve kimyevi silah sa­
lanıyor, fedakârlıklarda bulunuyorlar. Hatta dün­
nayileri tesis ederek sömürü stratejilerini planla­
Ü m ran-A ğustos •2003
63
YAŞAYAN İSLÂM
mak için enstitüler kurmaktadırlar. Bu sömürü­
hastalığın tedavisi için de herhangi bir araştırma
nün ülkemizdeki boyutunu da akıl sahibi olan in­
sanlarımızın, her gün görmekte oldukları hadise­
yapma gayretinde bulunmamaktayız. Halbuki yi­
yip içtiklerimizden tat ve lezzet almazsak hemen
lerden çıkardıkları kanaatindeyim.
bir doktora gidip sebebini araştırarak gerekli teda-
Mü’minler topluluğu olarak bizler de maddî
menfaatlerimizi temin için lâzım olan her şeyi öğ­
.viyi olmak isteriz.
Çocuklarınızın, hanımınızın veya aile fertleri­
renmekten geri kalmıyoruz. Yeme, içme, giyim
nizden birisinin her hangi bir ihtiyacını temin et­
kuşam, lüks yaşamak ve rahatımızı temin etmek
için, gece gündüz demeden çalışarak her türlü fe­
mek için, bütün gayretinizi sarf edersiniz. Gayret­
dakârlığa katlanıyoruz. Fakat, ne yazık ki mânevî
hayatımızın ihtiyaçlarını öğrenerek yaşamak için
hiçbir hususu araştırma ve yaşama gayretinde bu­
lunmamaktayız.
Belirli bir müddet dünyada kaldıktan sonra
ebedî olarak kalacağımız âhiret âlemi bizleri bek­
lerken, bizler, ne yazık ki ebedî olana hazırlık yap­
mamakta direnerek her an sonu gelecek olan dün­
yaya, ebedî imiş gibi yatırım yapmaktayız. Akıl sa­
hipleri için ne acı ve üzüntü verici bir durum.
Ne yazık ki bizler dünya hayatındaki fânî ni­
leriniz neticesi isteklerini temin edemezseniz, üzü­
lerek dertlenirsiniz. Peki namazdan, oruçtan, hac­
dan, kurbandan, Kur’an’dan zevk almadığınız, hik­
met ve irfana ulaşamadığınız vakit, tevhid ilmin­
den cahil ve gafil kaldığınızı anladığınız zaman,
hiç dertleniyor musunuz? Halbuki bu hususlardaki
ihmalkârlık ve nemelâzımcılık, insanın mânevî
hayatının ebedî olarak ölümüne sebep olur. Böyle
bir akıbete uğramak istemiyorsak bir an evvel ge­
rekli tedbirleri almaya gayret etmeliyiz. Zira, ni­
metler elden gittikten sonra vahlanmanın insanla­
metlerden zevk ve tat alırken âhiret hayatımızı
cennet nimetleri ile ebedîleştirecek, vaad ve müj­
ra hiç bir faydası olmayacağı aşikardır.
Eğer bizler ilim meclislerinden, ilim tahsilin­
den, vaaz ve sohbetlerden zevk alamıyorsak, gön­
delerin gerçekleşmesine sebep olacak olan, ibadet
ve amellerden zevk alamadığımız gibi, bu mânevî
lümüzdeki fitne uyanarak gaflet hastalığı bünye­
mizi sarmış demektir. Bunun için, kendinizi mura­
6 4 Ü m ran . Ağustos • 2003
NİMETLER VE SALTANATLAR /
YAŞAR
kabe altına alarak durumunuzu değerlendirin, ihadetlerinizden zevk almanızı engelleyen hastalığı'
için bundan daha büyük bir felâket ise, cehalettir.
nızla, bu büyük derdinizle dertlenip, tedavisi için
çareler araştırın. Düşüncelerinizi bu işin tedavisi'
lile tabi olmadığından dolayı insanın hidâyetine
ne yoğunlaştırınız ki, ebedî âlemde yüzü ak, başı
dik olanlar arasında bulunabilesiniz.
Bundan dolayı mânevî hastalıklarınızı bir an
evvel teşhis ederek tedavisinde geç kalmamaya
dikkat ediniz. Çünkü can çekişme safhasındaki
Cahil insanların takvâ anlayışı b'le, hiç bir de­
vesile olmaz. Çünkü öyle sofi geçinenler vardır ki,
bunların davranışlarındaki yanlışlıklar onları da­
ha büyük hataların içine yuvarlarda farkında dâhi
olmazlar. Bundan dolayı toplumumuzdaki ve tari­
kat ehli cemaatlerin içerisindeki cehaletin kayna­
hastaya uygulayacağınız tedavilerden netice al­
ğının insanların tevhid ilminden mahrum oluşla­
rından kaynaklandığını çok iyi bilmeliyiz.
mak oldukça zordur. Bu safhaya gelen hastalara;
Her zaman ifâde edip sizlere hatırlattığımız bir
tatlılar acı, acılar ise zehir gibi geldiğinden, guru­
gerçeğe yine dikkatinizi çekmek isteriz. İslâm an­
runa mağlup olarak Hakkın önünde boyun eğe­
cak ilim sayesinde hayata hâkim olur. Bundan do­
layı tevhid ilminden mahrum insanların ibadetle­
mezler. Tıpkı Resûlullah’ın(s.a.v) amcası Ebu Talib’in durumu gibi.
ri, infakları, zikirleri asıl gayelerine göre yerine ge­
Allahu Teâlâ’nın(c.c) dünyaya gelen bütün
varlıkların rızkının kefili olduğunu bildiğiniz hal­
tirilmiş sayılmazlar. Öyle ki ilimden mahrum in­
sanların harplerde ölmeleri bile onların şehitlikle­
de, Allahu Teâlâ(c.c), rızık verici ve yardımcımız­
rini tescil etmez. Zira cihada giden kişi ne için ci-
dır diyerek aşağı oturmadığınız gibi, âhiretiniz
had ettiğini, cihadın şartlarını, âdab ve erkânını
içinde Allahu Teâlâ(c.c) Gafur’dur, Kerîm’dir di­
yerek güvene kapılıp aşağıya oturmayınız. Biliniz
bilmek mecburiyetindedir. Bir mü’min, cihadı, in­
ki dünyanız için Allahu Teâlâ’ya(c.c) olan güve­
sanların ölüm meydanı olarak görmediği için, ço­
cuklara, yaşlılara, kadınlara ve mü’minlere karşı
niniz tam değilse sizi içten içe kemiren manevî bir
hastalık bünyenize sirayet etmiş demektir.
savaşmayan sivil halka saldıramayacağını, bir kat­
liam yapamayacağını ve hangi şartlar altında öl­
dürülürse şehit olacağını bilmesi lazımdır. Bunları
C ehalet H astalığı ve K orku nç N eticeleri
bilmeden çıkılan cihadda ölenler için şehitlik id­
diasında bulunmakta kolay kolay mümkün değil­
Şunu da hatırınızdan asla çıkarmayınız ki, mâne­
dir. Çünkü kişi harbe giderken mal veya ganimet­
vî hastalıkların temelini cehalet teşkil etmekte­
dir. En büyük manevî hastalıklardan olan cehalet
ler elde etmek gibi bir düşünce içerisinde bulunu­
yorsa, onun niyeti başlangıçtan itibaren batıl, ölü­
hastalığına kapılan kişi kendinin cahil olduğunu
mü de hiç bir zaman, şehadet değildir.
kabul etmediği müddetçe, onun tedavisi asla
Mü’minler her ne sebeple olursa olsun insanla­
mümkün olmaz. Bu günümüz tıbbında da böyledir. İnsan hastalığını kabullenerek Allah’tan(c.c)
rın haklarına tecavüz etme hakkına sahip değil­
dirler. Bu hususlarda da hataya düşmeyerek yanlış
şifa bulacağına inanınca, yapılan tedaviden bekle­
davranışlarda bulunmamak için, Allah’ı(c.c) ve
gönderdiği tevhid dininin esaslarını çok iyi öğren­
nenin üstünde netice alınmaktadır. Bazen de bu
inancın mükafatı ebedi alemde kendisine veril­
mektedir. Aksi halde ise ya netice alınamamakta,
ya da çok uzun bir zaman içerisinde neticeye ula­
şılmaktadır.
meli, bilmediklerimizi de öğrenme gayreti içeri­
İslâm’ın koyduğu hak ve hukuku küçümseyen,
landırılmıştı. Fakat, onlar A llah’ın(c.c) varlığını
kabul etmediklerinden dolayı azaba muhatap ol­
madılar. Onlar Allahu Teâlâ’nın(c.c) emirlerine
mânâlarını tahrif ederek çarpıtan, emir ve yasak­
ları hafife alarak basit ifadelerle geçiştiren âlimler,
büyük bir fesat kazanının içerisinde çırpınan, çır­
pındıkça kendi yok oluşlarını hazırlarken, insan­
lara da fesat kazanındaki itikadi ve ahlâki fitnele­
rin sirâyetine vesile olan bedbaht ve acınacak za­
vallılardan başka bir şey değildirler. Fakat bizler
sinde olmalıyız. Bakınız Hz. Lût(a.s) bile kavmine, “Allah’tan korkun.” diye hitap ediyordu. O ka­
vim ki Allahu Teâlâ(c.c) tarafından azapla ceza­
isyan ettiklerinden dolayı azaba uğradılar.
Allahu Teâlâ(c.c), emirlerine karşı gelmekten
hepimizi muhaiaza buyursun. Bizlere durumumu­
zun muhakemesini yapma şuur ve basiretini ihsan
etsin. El Fatiha.
■
Ü m ran-A ğustos •2003
65
TEVAFUK MUCİZESİ 3:
TİTİZLENENLERDEN MİSİNİZ?
MÜNİB ENGİN NOYAN
M
ubârek Kur’ân’ı başka bir lisanda meal-
olması hususunda gösterecekleri ve de mutlaka
lendirme cihâdına sıvanan herkes, bu­
göstermeleri gereken titizliği, hele bir de tevâfuk
na gayr-ı Müslim “orientalist” taifesi de
dahil, bu işin ne kadar zor, hatta imkânsız olduğu­
mucizesi sözkonusu olduğunda, varın artık siz hesab edin!
nu itiraf ve dahi teslim eder; mubârek Kur’ân’ın -
G eçen yazımın sonunda, ömrüm olur, nefesim
deyim yerindeyse- “sözü” öylesine azîm, öylesine
yeterse, mubârek Kur’ân’ı Türkçe dışında, en
rnu’d^dir! Dolayısıyla her mü’min ya da mü’mine,
azından benim vâkıf olduğum lisanlara, yani, İn­
özellikle ve öncelikle de müslîm olma yoluna akıl
gilizce ve Almancaya tercüme etmiş olanlar acaba
kapısından girenler, Âlemlerin Rabbi Yüce Al-
bu konuda ne dürümdalar, ona bir göz atmaya ça­
lah’ın(c.c.) yalnızca “ne” söylediğini adamakıllı
lışacağımı söylemiştim. İşte bulduklarım. Örnek
bilmekle yetinmezler, yetinmek istemezler, ille de
olarak, daha rahat bir kıyaslama yapabilmemiz
“ne”yi “nasıl” söylediğini de mutlaka bilmek, bir
için, yine mubârek Bakara suresinin beşinci âyet­
anlamda İlâhî Vahyin ilk muhataplarının tattık­
i kerîmesi ile mübarek Lokmân suresinin beşinci
ları o eşsiz lezzeti mutlaka ama mutlaka tatmak is­
âyet-i kerîmesini ele alacağım.
terler. Bu yüzdendir ki mubârek Kur’ân’ı, tâbir-î
İngilizce mealler arasında en muteberlerinden
âmiyâne ile, yalnızca “yüzünden” okumakla yetin­
biri olarak kabul edilen ve en çok okunan meal
mez, en kısa zamanda, ellerindeki bilumum im­
olan rahmetli Muhammad Marmaduke Pickt-
kânları seferber ederek Arapça’yı öğrenmeye gay­
hall’un “The Glorious Qur’ân” adlı mealiyle işe
ret ederler. Bu özellikle başlangıçta bir hayli zorlu
başlayalım:
çabaya zaman ayıramayanlar ise, okudukları
ve/veya işittikleri/dinledikleri Arapça mubârek
Kur’ân lâfzını, kendi ana lisanlarındaki mealiyle,
deyim yerindeyse, “buluşturmaya” çalışırlar*. Bu
(Bakara 5) : T h e se depend on guidance from
th eir Lord. T h ese are the successful.
(Lokmân 5) : Su ch have guidance from their
Lord. Su ch are the successful.
alabildiğine zor ve bu yüzden de alabildiğine say­
Sonra rahmetli üstâd Abdullâh Yûsuf A li’nin
gıdeğer ve ciddî bir gayrettir. Mubârek Kur’ân’ın
“The Meaning of The Holy Qur’ân”ına bir göz
her mü’min ve de mü’mine tarafından anlaşılabil­
mesi için, mevcut lisanlardan herhangi birinde
atalım:
(Bakara 5) : T h e y are on (tru e) guidance,
mealini hazırlama cihâdında bulunanların -Alem­
from th eir Lord, and it is these who will pros-
lerin Rabbi Yüce A llah(c.c.) cümlesinden güttük­
per.
leri hâlis niyet yüzüsuyu hürmetine ebediyyen râ-
(Lokmân 5) : T h ese are on (tru e) guidance
z.1 olsun, her iki cihanda mükâfatlarını misliyle
from th eir L ord : and these are the ones who will
versin!- “sÖ£”ün “ö^’ une en geniş anlamda sadık
prosper.
6 6 Ü m ran-A ğustos •2003
TİTİZLENENLERDEN MİSİNİZ/
NOYAN
M.H. Shakir’in “Holy Qur’ân” adlı mealinde
ise mubârek âyetler:
lerle paylaşacaklardır. Kütüphanemdeki İngilizce
(Bakara 5) : T h ese are on a right course from
lüman mı yoksa gayr-i Müslim mi olduğunu tam
their Lord and these it is that shall be success-
olarak bilemiyorum; mealinde bu konuda hiçbir
ful.
bilgi yok. Ancak zihnim beni yanıltmıyorsa, ken­
meallerden biri de N.J. Davvood’un. Bu zâtın Müs­
(Lokmân 5) : T h e se are on a guidance from
disi bir gayr-i M üs 1imdir - doğrusunu bilen kar­
th eir Lord, and these are they who are success-
deşlerim lütfen bu konuda bilgi aktarmayı ihmal
ful:
etmesinler. Onun “The Koran” adlı meali de en
ifadeleriyle aktarılmış.
çok okunan meallerden biri. Burada da sözkonusu
Rahmetli üstâd Mevdûdî’nin, ünlü tefsiri
mubârek âyetler şöyle meallendirilmiş:
“Tefhîmu’l-Qur’ân”ın İngilizce muhtasar şekli
olan, Muhammad A. Muradpuri ve ‘Abdul ‘Aziz
Kamal’in tercüme ettikleri “The Holy Quran
Translated with Brief Notes” adlı eserde aynı mubârek âyetlerin meallendirilişi şöyle:
(Bakara 5) : Su ch people are on the right way
from their Lord and such are truly successful.
(Lokmân 5) : T h e y are the ones who are on
the R ight P ath enjoined by their Lord, and they
are, the ones who will attain true success.
Prof.Dr. Ali Özek başkanlığında ve Prof.Dr.
Nureddin Uzunoğlu, Prof.Dr. Tevfik Rüştü Topuzoğlu, Prof.Dr. Mehmet Maksutoğlu hocalarımız'
dan meydana gelen bir heyet tarafından yapılmış
olan “The Holy Qur’ân with English Translation”
adlı mealde ise durum şöyle:
(Bakara 5) : T h ese are the people on true guidance from th eir Lord, and such are (the people
who are truly) successful.
(Lokmân 5) : Su ch have guidance from their
Lord. Such are the su ccessful (prosperers).
Gelelim şimdi rahmetli üstâd Muhammed
Esed’e ... O, “The Message of The Qur’ân” adlı
meal-tefsîrinde sözkonusu mubârek âyetleri şöyle
meallendirmiş:
(Bakara 5) : I t is they who follow the guidance [which com es] from their Su stainer; and it is
(Bakara 5) : T h ese are the rightly guided by
their Lord; these shall surely trium ph.
(Lokmân 5) : T h ese are rightly guided by
their Lord, and w ill surely prosper.
Görünen o ki İngilizce meallerde mubârek
Kur’ân’ın lâfzına sadakat konusunda en titiz dav­
ranmış olan rahmetli üstâd Muhammed Esed: yal­
nızca parantez içi açıklamasında küçücük bir fark­
lılık var ki, orası da zâten mubârek Kur’ân lâfzın­
dan değil.
Rahmetli üstâd ‘Abdullâh Yûsuf ‘Ali sadakat
konusunda onu takip ediyor.
Ne yazık ki rahmetli üstâd ‘Abdullâh Yûsuf
‘A li’nin meal-tefsîıi -ki rahmetli üstâdımız Elma­
lık Muahmmed Hamdi Yazır hocaefendinin çağ­
daşıdır ve salt bu açıdan bilinmesi önemlidir! - he­
nüz Türkçeye kazandırılmadı.
Rahmetli üstâd Mevdûdî’nin İngilizceye tercü­
me edilmiş muhtasar meal-tefsîri ile rahmetli üs­
tâd Muhammed Esed’in meal-tefsîrinin ise, bilin­
diği üzere, Türkçe tercümeleri mevcut.
Rahmetli üstâd Mevdûdî, en azından İngiliz­
ceye tercüme edilmiş muhtasar meal-tefsîrinden
görüldüğü kadarıyla, mubârek Kur’ân metnine sa­
dakat konusunda en az titizlenenlerden. Bu konu­
daki, deyim yerindeyse, “vebâlin”, eseri İngilzceye
in e r; and it is they, they who shall attain to a
çevirenlerde olup olmadığını anlamak için Urdu­
ca orijinaliyle kıyaslamak gerekir. İngilizce tercü­
medeki bu durum elbette ki Türkçeye de yansımış
- hem de, deyim yerindeyse, iyice yamularak:
(Bakara 5) : İşte bunlar, doğru yol üzerinde
happy state!
olan ve kurtuluşa erenlerdir!
they, they who shall attain to a happy State!
(Lokmân 5) : İ t is they who follow the guidance [that com es to them ] from their Susta-
Gayr-i Müslim Kur’ân mütercimlerinin en
(Lokmân 5) : G niar, R ableri tarafından gös-
önemlilerinden sayılan Arthur John Arberry ve
t erilmiş yol üzerindedirler. K u rtulanlar da işte
Richard Bell’in mealleri ne yazık ki elimde mev­
onlar dır!
cut değil. Onlara sahip olan ve bu konuya ilgi du­
Görünen o ki Türk mütercim heyeti, bir met­
ni tercüme ederken ancak çok zorunlu durumlar­
da başvurulabilecek olan “yorumlama hakkı”nın
yan kardeşlerim eminim ki mutlaka bakacaklar ve
elde ettikleri bilgileri benimle, dolayısıyla da siz-
Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
67
KUR’ÂN GÜNLÜĞÜ
sınırlarını fazlasıyla aşmakta hiçbir sakınca gör­
memiş.
Gelelim rahmetli üstâd Muhammed Esed’in
Türkçeye çevirisine. Kıyaslamayı daha rahat ya­
pabilmeniz için İngilizce orijinal ile tercümesini
birlikte veriyorum:
(Bakara 5) It is they who follow the guidance [w hich comes] from their Su stain er; and it is
they, they who shall attain to a happy State!
İşte Rablerirıin gösterdiği yolda yürüyenler
onlardır, mutluluğa erişecek olanlar da!
(Lokman 5) : I t is they who follow the guidance [that comes to them] from th eir Sustain er; and it is they, they who shall attain to a
happy state!
İşte Rablerinin gösterdiği doğru yol üzerinde
olan ve dolayısıyla nihaî mutluluğa erişecek
olanlar bunlardır.
Hazin durum apaçık ortada!
Rahmetli üstâd Muhammed Esed’in mubârek
Kur’ân’m metnine ya da dilerseniz “söyleyiş üsûbuna”, en azından bu iki âyette nasıl sıkı sıkıya sa­
dık kaldığı tesbit edildikten sonra, onun meallendiriş tercihini her iki yerde de, sözgelimi şöyle bir
tercümeyle aktarmak mümkün olabilirdi:
(Bakara 5 / Lokmân 5) : İşte onlardır R ablerinden gelen rehberliğe/hidâyete uyanlar ve işte
onlardır m utluluk makamına erişecek olanlar.
Rahmetli üstâd Muhammed Esed’in İngilizce
orijinal meal-tefsirini okuma imkânına sahip ola­
mayan bir kimsenin, bu bir hayli dikkatsiz ve
özensiz tercümeden hareket ederek, rahmetli üstâ6 8 Ü m ran-A ğustos •2003
dın mubârek Kur’ân metnine sadakat hususunda
gösterdiği büyük titizliği, daha kapsamlı ifade ede­
cek olursak da bu büyük Kur’ân âliminin sahih
yaklaşımını, İlmî kapasitesini görmesi, keşfetmesi
kat’iyen mümkün değil! Tam tersine onun hak­
kında tamamen yanıltıcı fikirlere sahip olması,
dolayısıyla da yanlış değerlendirmeler yaparak,
üzerine ciddî bir vebâl alması işten bile değil!
Alemlerin Rabbi Yüce Allah (c.c.) Son ve Ke­
mâle Erdirdiği Mesajında, belli bir ifâde biçimini,
iki ayrı yeıde harfi harfine aynen tekrar etmeyi
irâde buyuruyor, mubârek Kur’ân’ı herhangi bir li­
sana kazandırma cihâdına sıvanmış bir âlim bu te­
vâfuk mucizesini, elbette ki siyâk ve sibâk duru­
munu gözönüne alarak, mealinde Arapça bilme­
yen okura yansıtabilmenin gereğini yerine getiri­
yor, yani mubârek Kur’ân metnine sadakat açısın­
dan lâfzî tekrarı aynen muhafaza etme ciddiyet ve
titizliğini gösteriyor ama bu durum meali tercüme
edenlerin hiç dikkatini çekmediği gibi, tercümeyi
yayına hazırlayan, yani son eleştirel okumayı ya­
pan kişi tarafından da farkedilmiyor! Bu nasıl iştir
ve izahı ne şekilde mümkündür? Haydi âlimi bıra­
kalım bir yana, mubârek Kur’ân bu kadar saygıyı,
titizliği ve ciddiyeti -hâşâ!- hakketmiyor mu?
Yüreğim yanıyor, içim daralıyor, eziliyorum bu
hâl-i pür melâlimiz karşısında!
Niyetim halis, bilenler bilir, kimseyi karala­
mak falan değil. Yalnızca mubârek Kur’ân’a göste­
rilen ihtimamın ne durumda olduğu ve nasıl ola­
bileceği konusunda somut örneklere dayanan bir
tecbitte bulunmak - hepsi bu!
TİTİZLENENLERDEN MİSİNİZ/
NOYAN
Almanca, ülkemizde İngilizceye oranla daha
manca meallerden kütüphanemde bulunanlar
az bilinen bir lisan olduğu için (bu da ilginç bir
arasında, mubârek Kur’ân metnine tavizsiz sada­
durum aslında! Hele Almanya ile olan, deyim ye­
rindeyse, “organik bağlarınızın”, İngilizce konuşu­
lan herhangi bir ülkeye oranla çok daha gelişmiş,
hatta neredeyse sıkıfıkı olmasına rağmen!) burada
kat konusunda tartışmasız lider Rudi Paret’in
Almanca meallerin ayrıntılı bir dökümünü ver­
meyip yalnızca elde ettiğim sonuçları aktarmakla
yetiniyorum.
Müslüman kardeşlerimiz tarafından yapılmış
olan Almanca meallerden kütüphanemde bulu­
“Der Koran” adlı meali.
Dr. Murad Hofmann’ın yeniden ele alıp, İslâ­
mî açıdan gerekli düzeltmeleri ilâve ettiği “Der
Koran” adlı ünlü Max Henning meali (ki bu me­
alin, İslâmî açıdan son derece önemli olan bu dü­
zeltmelerin ilâve edilmemiş “orierıtalist” versiyonu
maalesef hâlâ Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından
nanlar arasında tam sadakat yalnızca Şeyh ‘A b­
dullah as-Sâmit —Frank Bubenheim - Dr. Nade-
basılmakta ve satılmaktadır!)
em Elyas tarafından yapılmış olan “Der Edle
Qur’ân und die Ubersetzung Seiner Bedeutungen
Heilige Buch des İslam” adlı mealler ise mübarek
in die Deutsche Sprache” adlı mealde var. Üstâd
Ahmad von Denffer’in “Der Koran - Die Heilige
Schıift des İslam in Deutscher Übertıagung” adlı
yenlerden.
meal-tefsîri ise, deyim yerindeyse, “çok sadık” (Bu
konuya gösterdiği ilgi ve Almanya’dan gönderdiği
nâzik e-posta mesajı için bilvesile Bahri Özkaya
kardeşime teşekkür ederim!) Fâtıma Grimm ha­
nımefendi başkanlığında bir heyet tarafından ya­
pılmış olan “Die Bedeutung des Korans” adlı beş
ciltlik meal-tefsîr ile Abu-r-Rızâ Muhammad Ibn
Ahmad Ibn Rassoul tarafından yapılmış olan “AlQur’ân Al-Karîm und Seine Ungefâhre Bedeutung in Deutscher Sprache” adlı mealde ise yal­
nızca “kısmî sadakat” var - tıpkı ‘Abdullah Yûsuf
‘Ali ve diğer İngilizce meal örneklerinde olduğu
gibi.
Gayr-i Müslimler tarafından yapılmış olan A l­
ile Ludwig Uhl-
mann tarafından yapılmış olan “Der Koran - Das
Kur’ân metnine sadakat konusunda titizlenmeŞimdilik benden bu kadar...
Az önce Sadık aradı...
“Benden söylemesi,” dedi, “henüz vakit varken
parmağını arı kovanından çıkar!”
Ah, Sadık, ah!
N O T: Bu konuda ve genel olarak yazışmak is­
teyen kardeşlerime yeni e-posta adresimi veriyo­
rum: [email protected]. tc
*
Bu hususta kendimce âcizâne geliştirdiğim
bir yöntemi “Herkes İçin Kur’ân Okuma Rehberi”
adlı mütevazı kitabımda kardeşlerimle paylaşmış­
tım.
■
Ü m ran .Ağustos •2003 6 9
GEÇMİŞTEN
GELECEĞE
KO(NU)ŞANLAR
BİR GAYRET ÂBİDESİ:
SAATÇİ MUSA ABI
ABDULLAH YILDIZ
3 x 4 ebadındaki 12 metrekarelik bir esnaf dükka­
Bir İstanbul ziyaretinde yakaladığım Musa ağa­
nından Türkiye’nin geleceğine damgasını basan
beye, bu meşhur saatçi dükkanının hikâyesini so­
olağanüstü bir çaba, bir gayret, Islami eğilim taşı­
rarak aralıyorum lezîz sohbetimizin kapısını...
yan tüm beyinleri kucaklayan bir organizasyon
“Saatçilik baba mesleğim” diye başlıyor anlat­
nasıl gerçekleştirilebilir? Mütevazı, küçük bir saat­
maya Musa abi; Malatya’daki saatçilik macerasın­
çi dükkanı, nasıl olur da yüzlerce, binlerce gencin
dan Ankara’daki sekiz yıllık mahkumiyet dönemi­
feyzyâb olduğu bir mektebe; ülke meselelerinin
ne, oradan ünlü saatçi dükkanına kadar... “Hapis­
enine-boyuna tartışıldığı, derinlikli sohbetlerin
hanede baba mesleğim çok işime yaradı” diyor:
gerçekleştirildiği, kitap tahlillerinin yapıldığı bir
“Sadece mahkumların değil, dışarıya da saat tamir
‘siyaset okuluna nasıl dönüşür?
ediyor, harçlığımı çıkarıyordum. Tamir için ge­
rekli takımları da orada tamamladım... Hapisha­
“ Saatçi M usa D ergâhı”
neden çıktıktan sonra, bir süre Malatya’da çalış­
1940’lı-50’li yıllarda ve sonrasında Said Çekmegil
kaldıracak durumda olmadığından İstanbul’a git­
tım. Oradaki saatçi dükkanımız, ailenin yükünü
ağabeyin Malatya’daki terzihânesi nasıl bir işlev
meye, orada iş kurmaya karar verdim. Geçerken
görmüşse, M usa Çağıl ağabeyin Gazi M.Kemal
birkaç günlüğüne Ankara’ya uğradım. Uğrayış o
bulvarındaki derme-çatma saatçi dükkanı da
uğrayış... Eş-dostla görüşmeler, çeşitli olaylar, ge­
1960’lı yıllardan başlayarak Ankara’da aynı işlevi
lişmeler beni Ankara’da bir saatçi dükkanı açma­
görüyordu. Totaliter, yasakçı Tek Parti uygulama­
ya yönlendirdi. Zaten gerekli takımlarım vardı;
larının ülkedeki İslâmî varlığın üzerinden adeta
mesele bir dükkana kalmıştı, onu da bulunca, baş­
bir silindir gibi geçtiği talihsiz dönemlerin ardın­
ladık Ankara’da saatçiliğe...”
dan dini duyarlılığı yeniden canlandırmak iste­
Bu ünlü saatçi dükkanının gerçek işlevini öğ­
yenler, Türkiye’nin İslâmî geleceğine ilişkin ciddî
renebilmek için, biraz kışkırtıcı bir anekdot hatır­
endişeler taşıyanlar, doğrudan Kur’ân’dan ilhâm
latıyorum Musa ağabeye: M illi Nizam P artisi ku­
alıp asrın idrâkine İslâm’ın mesajını ulaştırmak is­
rulduğunda, malum medyada şöyle bir haber yer
teyenler, Ankara’da Musa ağabeyin dergâhında
almış: ‘Gerici MNP iki merkezden idare olunuyor:
buluşuyordu. Saatçi dükkanı küçücükmüş, ne
Birincisi İstanbul’daki İskenderpaşa dergâhı; İkin­
gam! Musa ağabeyin gönlü geniş... O yılların mil­
cisi de Ankara’daki Saatçi Musa’nın dükkanı.’ Bu
liyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı gençliğinden
tahatturla çehresinde kısa süreli bir tebessüm be­
yeni filizlenen İslâmi görüş sahiplerine, hatta OD-
liren Musa abi, yıllar öncesindeki olayları hatırla­
T U ’ııün hızlı solcularına kadar herkese yer var
maya çalışan bir insanın ruh halini bürünüyor:
'‘S a a tçi M u sa d erg âh ı”nda.
“Tabi” diyor; “o yıllarda müslümanca düşünen in­
7 0 Ü m ran-A ğustos •2003
BİR GAYRET ÂBİDESİ SAATÇİ MUSA ABİ /
sanların bir araya gelip rahatça sohbet edebilece­
ği mekanlar yok denecek kadar azdı. Arkadaşlar,
meselesi, derdi olanlar bizim dükkanda toplanırdı;
dolayısıyla gençler de oraya gelirdi... Elbette yapılıp-edilecek işleri de birlikte kararlaştırırdık.
Milli Nizam’ın kuruluşunda görev alan arkadaşla­
rın hepsi sık sık gelirlerdi dükkana. Kuruluşta biz
de yardımcı olduk. Ben yalnızca il teşkilâtında gö­
rev aldım ...”
YILDIZ
rilerini bulurdu. Fethi Gemuhluoftlu’ndan O s­
man Yüksel Serdengeçti’ye, Se::ai Karakoç’tan,
A kif Inan’a, Nuri Pakdil’e ... kadar pek çok ya­
zar, çizer, fikir adamının uğrak yeri olmuştu bizim
fakirhane. Üstad (Necip Fazıl) da Ankara’ya gel­
diğinde mutlaka uğrardı bize... Öyle güzel sohbet­
ler olurdu ki, bazen onbeş-yirmi kişi balık istifi
doldururlardı o daracık mekanı. Dükkana sığma­
yanlar, karşıdaki pastanede kümelenirlerdi... S e­
maverimiz devamlı kaynardı; gelenleri çaysız bı­
Gönül Sohbetlerinden
“K ur’ân Seferb erliğ in e...
rakmazdık. Sigara dumanından göz gözü görmez
olurdu... Sezai Karakoç’un düzenli akşam sohbet­
leri çok verimli geçerdi.. . ”
Musa ağabeyle tanışma bahtiyarlığına erenler,
onun kararlı, tavizsiz, batıl anlayışlara ve hurafe­
lere aman vermeyen net duruşunun ardındaki halîm, mütevazı ve kucaklayıcı kişiliğini daha ilk
bakışta fark ederler. İslâm davasına hizmet eden
herkes, her oluşum, her kuruluş değerlidir onun
nezdinde. Bu özelliğinden dolayıdır ki; onun mi­
nik iş mekanı bir şefkat yuvası, bir baba ocağı, ana
kucağı gibi herkese kol-kanat germiş. Barınacak
yer ya da kredi, burs arayan ona başvurmuş, sıkın­
tısı olan derdini ona açmış, okuyacak kitap temin
etmek isteyen, bilenlerden, üstatlardan bir şeyler
öğrenme arzusu taşıyan oraya koşmuş...
“Gelenler, mutlaka konuşup danışacağı, fikir
ve düşünce olarak kendisinden istifade edeceği bi-
Siyasetin ve bürokrasinin merkezinde olanla­
rın bir araya geldiği ortak mekan olması hasebiyle
de bu saatçi dükkanı, siyasî bir karargâha dönüş­
müş adeta.. Hep hizmeti önceleyen Musa abi,
MNP’nin dışında Akıncılar Cemiyeti, ESAM,
Milli Gençlik Vakfı gibi kuruluşların temeline ilk
harcı koyanlardan olmuş. Daha önce İnönü’nün
kurduğu Okumuşu Çoğaltma ve Okuyanı Koruma
Demeği’ni birlikte ele geçirdikleri Recai Kutan
ve Necmettin Erbakan başta olmak üzere, Bahri
Zengin, Temel Karamollaoğlu, Kahraman Emmioğlu, Fehim Adak, Cevat Ayhan, Muammer
Dolmacı, Abdülkerim Doğru, Ozallar... gibi, bir
kısmını not alamadığım pek çok simaya karargâhlık yapmış Musa ağabeyin mütevazı dükkanı.
Ü m ran-A ğustos •2003
71
GEÇMİŞTEN GELECEĞE KO(NU)ŞANLAR
“Ama” diyor Musa abi; “ben daha çok, gençle­
rin okuma alışkanlığı edinmeleri, kendilerini zih­
nen ve fikren geliştirmeleri için gayret sarfettim.
Daha önce Malatya’da uyguladığım kitap kirala­
ma yöntemini Ankara’da daha da kolaylaştırıp
uygulayarak kitap okumayı yaygınlaştırmaya gay­
ret ettim. O zamanlar zaten okunacak Islâmi kitap
sayısı son derece sınırlı. İstanbul’a gelir, koli koli
kitap seçip götürürdüm. O sıralar Milli Eğitim ya­
yınlarının Sivas’taki merkezine gider, seçtiğim ki­
tapları doldurup getirirdim. Hediye, emanet, ta­
kas, kiralama gibi yöntemlerle harıl harıl kitap
okur ve okuturduk...”
Musa ağabeyle sohbetimiz giderek koyulaşıyor;
ara ara tazelettiğim çayına kattığı bol şekerle para­
lellik arzedercesine tatlandıkça tatlanıyor.. Bir ara
gözü, Ümran’ın son sayısına takılıyor. Gözlerinde­
ki rahatsızlık, yazıları seçmesini zorlaştırıyor. Ya­
nında taşıdığı mercekle kısa bir tetkikte bulunu­
yor. “K ur’ân’ı Anla(t)ma Seferberliği” başlığımız
kendilerini ziyadesiyle memnûn ve mesrûr ediyor.
Derin bir nefes alarak; “Biz” diyor, “1970’lerde
başlatmıştık bu seferberliği; adına da ‘Kurbân se­
ferberliğiy demiştik...” (Araya girip ‘ne tevafuk!’
diyorum, sevincimi belli ederek..) “Bir merkez edi­
nerek; Kemal Kelleci kardeşimizin yönetiminde
konulu Kur’ân çalışmaları yapmış, farklı meal ve
tefsirlerle konuları zenginleştirmiş ve çok verimli
neticeler elde etm iştik...” Ümran camiasının bu
seferberliği sürdürmek azminde ve kararında oldu­
ğunu belirterek Musa ağabeyle aynı duygu ve du­
yarlılığı paylaştığımızın altını çiziyorum.
Konu Kur’ân seferberliğine, Kur’ân’la düşün­
meye gelince, hem merakımı gidermek hem de
Musa ağabeyin daha gerilere uzanmasını sağlamak
amacıyla, kendilerinde bu Kur’ânî duyarlılığın na­
sıl oluştuğunu soruyorum. Bu sualim Musa ağabe­
yi, Malatya’daki öğrencilik yıllarına kadar götürü­
yor:
Musa Ağabeyle 4 0 ’h Yıllara Yolculuk
Musa Çağıl ağabey, lise yılarından beri okumayı
hastalık derecesinde seven bir insan. 1940’larda
çıkan Yeni M ecm ua’yı hatırlıyor; Ustad’ın şiirle­
ri yayınlanırmış bu dergide... Sonradan Çile ismi­
ni verdiği şiirini, ilk defa Senfoni adıyla bu dergi­
de okumuş... Ardından 45’lerde çıkmaya başla­
yan Büyük Doğu mecmuasını takip etmiş: “Ente­
resandır” diyor, “Büyük Doğuyu bana ilk tanıştı­
ran Cumhuriyet gazetesinin Malatya muhabiri­
dir... Öyle tiryakisi olmuştuk ki, tren garında ge­
ce yarısına kadar bekler; mecmuayı alır almaz sa­
baha kadar onu bitirmeden elimizden bırakmaz­
d ık ...”
İslâmi anlamda ne bulduysa okumuş. Malat­
ya’da sürgün bulunan Bediüzzaman Said Nursi’nin
kardeşi Necmeddin Efendi’den teksir edilmiş risa­
leler alırmış. Elazığ’dan sık sık Malatya’ya gelen
Hulusî B ey’in sohbetlerini dinlermiş. Daha sonra
Said Çekmegil, Fevzi Özer, İbrahim Akçadağ,
Hamit Fendoğlu gibi dava arkadaşlarıyla birlikte
M alatya Fikir K ulübü’nü kurmuşlar. Ertesi yıl­
larda aynı grup Büyük Doğu Cem iyeti’nin Malat­
ya şubesini açmış. Gençlerle ilgilenmişler. Burala­
ra gelen gençler arasında Hüseyin Üzmez de var­
m ış... “Heyecanlı bir gençti” diyor Üzmez için
Musa abi ve konu ister istemez Ahmet Emin Yal­
man hadisesine geliyor:
1946’larda A.E. Yalman’ın, Ali Fuat Başgil ve
Ziyad Ebuzziya gibi yazarlarla birlikte Türkiye’de
Tek Parti yönetiminin sona ermesi ve demokrasi­
nin tesisi için faydalı yazılar yazdığını hatırlatarak
konuya giriyor Musa abi: Fakat daha sonra, De­
mokrat Parti iktidara gelip de dini özgürlüklere
kapı aralayınca, A.E.Yalman Demokrat Partiye
ve bilhassa Adnan Menderes’e cephe almış. V a­
tan gazetesindeki yazıları, milliyetçi-mukaddesatçı keşimde büvük infiale vol açmış. Bu arada Ne­
cip Fazıl’la Yalman arasındaki polemik gerilimi
7 2 Ü m ran-A ğustos •2003
BİR GAYRET ÂBİDESİ SAATÇİ MUSA ABİ /
YILDIZ
artırmış. O sırada gazete adına illeri dolaşmakta
olan A.Emin Yalman, Malatya’da H üseyin Ü z ­
mez tarafından kurşunlanınca, Musa abi, Büyük
Doğu Cemiyeti kurucularıyla birlikte tutuklanıp
‘gizli örgüt kurmak’tan yargılanmış ve Ankara
Merkez Cezaevinde tam 8 yıl yattıktan sonra
Ekim-1960 affıyla mahkumiyetten kurtulmuş. Uzmez’i suça azmettirdikleri gerekçesiyle N . Fazıl
K ısakürek, O. Yüksel Serdengeçti, C. R ifa t
A tilhan, hatta Samsun’da Büyük Cihad dergisini
çıkarmakta olan M ustafa Bağışlayıcı ve diğerleri
de yaklaşık bir yıl yatmışlar aynı cezaevinde. C e­
zaevi tam bir medrese-i Yusufiye'ye dönüşmüş. Her
ikindi namazı sonrasında mutat sohbetlere başla­
mışlar.. Serdengeçti’nin handiyse hapishaneye ta­
şıdığı kitaplığını baştan sona devirmişler...
“Doğrudan K u r’ân ’dan B eslenm ek Zorundayız”
;c
Musa ağabeyin en önemli özelliği, Kur’ân’ı merke­
ze alan, Kur’ânî bakışı ve düşünceyi önceleyen,
hurafelere geçit vermeyen net duruşu. Said Çekmegil ağabey başta olmak üzere “M alatya eko lü”nde müşahede ettiğimiz bu kes(k)in tavrın
kaynağına ulaşıyorum, ısrarlı somlarımla:
mıştı. Namazlardan önce bidat olarak uygulanan
O
yıllarda bir yandan Arapça dersi alırken,
birtakım seremonileri kaldırtmıştı. Tabi, adı
öbür yandan da Said ağabeyin akrabası B ek ir
‘Vehhabi’ye çıkmıştı; ama Said Bey başta olmak
K eşşafoğlu’ndan Asrı Saadet tarihi öğrendikleri­
üzere hepimizin üzerinde emeği vardı. Allah rah­
ni aktarıyor. Yukarıda adı geçen Hulusi Bey’in de
met eylesin... Hasılı, biz Kur’ânî düşünceyi büyük
kendilerini Kur’ân ve tefsire yönlendirdiğini be­
ölçüde ondan öğrendik.”
lirtiyor. Bu konuda kendilerini en fazla etkileyen
1
ve yetişmelerinde büyük emeği olan, dönemin
Musa abi, herkese yaptığı tavsiyeyi, Ümran
(1948 ve sonrası) Malatya müftüsü, merhum İs ­
okuyucularına da yapıyor: “Müslümanların yaşa­
mail H atip E rzen’i rahmet ve minnetle hatırlıyor:
dığı sıkıntılar, beslendikleri kaynakların berrak ve
“Babamdan daha fazla hürmet gösterirdim” diyor
ve ekliyor: “Ezher mezunuydu ve eski dersiâm ho-
ne bir şeyler karıştırılması gibi, beslendikleri kay­
arı-dum olmamasından kaynaklanıyor. Sütün içi­
calarındandı. Büyük alimdi. Yazılı eserleri yoktu;
naklar bulandırılmış ve sulandırılmış; böyle olun­
ama Arap dili ve edebiyatı profesörü Şerafettin
ca da akideleri, düşünceleri, duruşları sağlam ve
Yaltkaya, ünlü Muallakat-ı Seb’a 'yı çevirirken; ba­
zı anlayamadığı ibareleri Müftü efendiye sorar­
net olmuyor. Halbuki doğrudan Kur’ân’dan bes­
m ış... Ve İslâm’da nizam fikrini bize ilk kez öğre­
hurafe katmasalar, çok daha sağlıklı ve metin bir
ten oydu; beşeriyetin bütün problemlerinin çözü­
duruş ortaya koyacaklar. ”
lenmiş olsalar, inançlarına, anlayışlarına batıl ve
Müslümanların, anne sütü gibi ak ve pak olan,
münün Kur’ân’da olduğunu; Kur’ân’ı anlamadan,
Kur’ân’la düşünmeden sağlıklı bir Müslüman olu­
içinde en ufak bir katkı maddesi bulunmayan İla­
namayacağını söylerdi. İslami prensiplerden taviz
hî besinden yani K u r’ân ’dan beslenm eleri halin­
vermez, bidat ve hurafelere asla tahammül göster­
de yeniden canlanacakları tesbitine yürekten ka­
mezdi. Konya müftüsü iken, camilerde kutsal ka­
tılıyor; Ümran okuyucuları adına Musa ağabeye,
bul edilen o kocaman tespihleri toplatıp yaktır-
sağlık, sıhhat ve afiyetler diliyoruz.
Ü m ran-A ğııstos -2 0 0 3
■
73
P OR T R E
LOUIS MASSIGNON (18834 962)
AHMED YÜKSEL ÖZEMRE
Azız dost M emduh Cumhur’a
muhabbetle ithaf olunmuştur
P
signon, kefil ve bedel olarak kendisini casusluk
töhmetinden kurtaran Alûsî ailesinin yanında
Bağdat’ta bir müddet kalmıştır. Hayat ile ölüm
arasında iken Alûsîler’in, başucunda, Yâ Sîn sûre­
sini okuduklarını işitmiş; hayatından ümid kesil­
miş olmasına rağmen hızla iyileşerek 8 Mayıs gü­
nü de hayata geri dönmüştür. Bu târihten sonra
Massignon müslümanlara karşı sonsuz bir borç ve
Fransız Enstitüsü’ne atanmıştır.
Massignon, 1906-1907’de Mısır’da kendisin­
den 6 yaş büyük, lûtî, fakat daha sonra İslâmiyet’i
kabul edip ihtidâ eden, ama intihâr ederek hayatı­
na son veren İspanyol Luis de Cuadra’ya karşı duy­
muhabbet duymaya ve kendisini de yalnızca müs­
lümanların değil bütün mazlumların kefili ve be­
deli olarak idrâk etmeye başlamıştır.
Bu olağanüstü olaylardan sonra Fransisken Tarîkatı’nın3 sivil (ya da lâik) papazlar zümresine il­
tihâk eden Massignon’da bir taraftan Hallâc-ı
Mansûr’a, diğer taraftan da Hz Muhammed’in kı­
zı Fâtımatü-z Zehrâ’ya ve Selmân-ı Fârisî’ye karşı
dayanılmaz bir ilgi ve muhabbet uyanmıştır. Bu
zâtlar hakkında bilgi toplamak üzere İstanbul ve
Kahire kütüphânelerinde araştırmalar yaptıktan
H ayatı
apa XII. Pius’un (1876-1958), hakkında:
“Katolik bir müslümandır” hükmünü vermiş
olduğu Ferdinand Jules Louis Massignon 25
Temmuz 1883’de Fransa’da Nogent-sur-Mame’da
doğmuş, Paris’de Louis-le-Grand Lisesi’ni bitir­
dikten sonra üniversiteden 1904’de târih diplo­
ması ve 1906’da da edebî ve konuşulan Arapça
diplomasını almıştır. 1906 yılında Gaston Maspero’nun1 yönetimindeki Kahire Şarkî Arkeoloji
duğu şiddetli ihtiras ve bunun neticesinde yaşadı­
ğı sefih hayatı, 1908’deki köklü tövbesinden son­
ra, “Cehennem mevsimim” diye nitelendirecektir.
Mezopotomya’da bir araştırma heyeti ile bulunuyorken Osmanlı makamları tarafından casusluk
töhmetiyle tevkif edilen Massignon’un, 1908’de 2
Mayıs’ı 3 Mayıs’a bağlayan gece Dicle nehri üze­
rinden kendisini Bağdat’a götüren vapurda bıçak­
la giriştiği intihâr teşebbüsünün başarısız kalması­
nın hemen akabinde yaşadığı mânevî bir hâl onu,
birdenbire, hem bu sefih hayatından koparmış ve
hem de o zamana kadar şüphe ile bakıp ilgilenme­
diği dine yöneltmiştir2. Bu olayın mâhiyetini hiç­
bir zaman açıklamamış olmasına rağmen bundan
sonra gelişen mânevî tekâmülünün tümünü hep
bu olaya bağlamıştır.
Ertesi günü ağır bir sıtma nöbeti geçiren Mas7 4 Üm ran-Ağustos •2003
sonra 1909 yılında Kahire’de El Ezher’e felsefe öğ­
rencisi olarak kaydolan Massignon 1912-1913 de
Kahire’de yeni Fuad Üniversitesi’nde misâfir pro­
fesör sıfatıyla, arapça olarak, “İslâm’da Felsefî
Doktrinler” hakkında 40 ders vermiştir.
1914’de yeğenlerinden biriyle, Marcelle Dansaert ile evlendikten sonra Fransa’nın Şark Ordusu’nda önce Gelibolu savaşında ve daha sonra da
1917-1919 arasında fransızlar ile ingilizlerin ortak
Sykes-Picot misyonunda meşhur İngiliz casusu
Lawrence’ın faaliyetlerini yakından izlemekle de
görevli istihbârat subayı olarak çalışmış; ve 9 Ara­
lık 1919’da düşen Kudüs’e Lawrence ile birlikte
girmiştir. 1928 yılına kadar Fransız İstihbârat Ser-
LOUIS MASSIGNON
i
visi için kaleme aldığı raporlar arap milliyetçiliği,
arap dili ve Sûriye’deki Fransız Mandası’nın so­
rumlularının hatâları haklcındaki isabetli tesbitlerini dile getirmektedir.
Birinci Dünyâ Harbi bittikten sonra Revue du
Monde Musulman (Müslüman Dünyâsı Dergisi)
direktörlüğünü yapan Massignon, bu harb sırasın­
da Louvain’de alman ordusunun 26 Ağustos
1914’de çıkardığı bir yangın sonucu müsveddeleri
yanmış olan “La passiorı d ’Al-Hosayn ibn-Mansour
al-Hallaj, martyr mystique de l İslam execute â Bagdad le 26 mars 922” (26 Mart 922’de Bağdat’ta İnfâz Edilen Islâm’ın Mistik Şehidi Hüseyin Ibn
Mansûr Hallac’ın Azabı) başlıklı âbidevî doktora
tezini4 yeni baştan yazarak 1922 yılında Sorbonne
Üniversitesi’nde doktora imtihanını başarmıştır.
Bu tezinde İslâm Mistisizmi’nin özgünlüğünü sa­
vunmuş; fakat bunun Hıristiyan Mistisizmi ile ol­
ması mümkün temas noktalarına da değinmiştir.
1919-1924 arasında College de France’da5 Le
Châtelier’nin profesör vekili olarak olarak çalış­
tıktan sonra 1926 yılında, aynı yerde, kürsü profe­
sörü olarak atandığı İslâm Sosyolojisi Kürsü’nde
1954 yılında emekli oluncaya kadar ders vermiş­
tir. İslâmî Araştırmalar Dergisi'ni kuran Massignon
1933 yılında Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı Ecole
Pratique des Hautes Etudes’e (Yüksek Araştırmalar
Amelî Okulu’na) bölüm başkanı atanmış ve aynı
yıl Kahire Arap Akademisi'ne üye seçilmiştir.
İslâm dinine, kültürüne ve ahlâkına büyük bir
hayranlık duyan Massignon 1934 yılında mısırlı
bir hıristiyan olan Mary Kahîl6 ile birlikte Dim­
yat/Mısır’da Bedeliyye7 adını verdiği, duaya ve
müslümanlara ferâgat-i nefs ve bir kardeşlik bağı
ile yaklaşmaya dayanan, hıristiyanlara mahsus bir
hayır cemiyeti kurmuştur. Bedeliyye’de hıristiyanlar, özellikle, Cuma Namazı’na denk düşen bir eşzamanlıkla İslâm-Hıristiyan kardeşliği için dua et­
mekteydiler.
Bu hayır cemiyetinin kurucusu hâline gelebil­
mesi için, Massignon’un, “Müslümanlardan nefret
ediyor” diye 1913’de evlenmekten vaz geçmiş ol­
duğu Mary Kahîl’in üzerinde 1934 yılına kadar
fevkalâde hayrlı bir tesir icrâ etmiş olduğu âşikârdır. Gene Mary Kahîl ile birlikte 1940 yılında Ka­
hire’de, ömrünün sonuna kadar sıkısıkıya sarılaca­
ğı yönlendirici bir fikir olarak “İbrâhimî misâfirperverlik” adına, Hıristiyanlık ile İslâm arasında
bir karşılaşma ve diyalog zemini oluşturmak üzere
Darü-s Selam Kültür Enstitüsü’nü kurmuştur.
/ ÖZEMRE
Türkiye’de Tarsus’da ve Efes’de, kezâ Fran­
sa’nın Brötanya vilâyetinde Cötes d’Armor’daki
Vieux Marche’de halk tarafından “Yedi Uyuyan­
lar’^ izâfe edilen mağaralar bulunmaktadır. Mas­
signon Kur’ân’da XVIII. sûre olan Kehf Sûresi’nde
sözü edilen “Mağara Arkadaşlarının (Ashâb-ı
K eh f in) başından geçmiş olanlarla bu mağaralar
arasında kurulan ilişkinin İslâm-Hıristiyan yakın­
laşmasına sebeb olabileceğine inanmış; ve, Efes’in
aynı zamanda Meryem Ana, Mecdelli Meryem ve
Havârî Yahyâ dolayısıyla gerek hıristiyanlar ge­
rekse müslümanlar için bir ziyâretgâh olmasının
avantajını kullanarak, Efes’deki ve Brötanya’daki
mağaralara her yıl toplu ziyâretler yapılmasını or­
ganize etmiştir. Özellikle de Brötanya’daki “Yedi
Uyuyanlar” mağarasına her yıl Temmuz’da yapı­
lan toplu ziyârete mutlaka katılmıştır.
II.
Vatikan Konsili’nde Musevîlik ile ilgili bir
karar metninin hıristiyanlık-dışı diğer dinlere ve
özellikle İslâm’a da açık olması husûsunda, Konsil
üyesi olmamasına rağmen, Papa VI. Paulus ile
Konsil’in üyesi papazları tahrik ve iknâ eden Mas­
signon olmuştur. “Nostra Aetate Deklârasyonu” de­
nilen bu metin, Katolik Kilisesi’nin müslümanlar
hakkında olumlu beyânda bulunan ilk resmî bel­
gesidir.
Massignon’un Mısır’da sıkı dostluk kurduğu
şahıslar arasında: 1945-1947 döneminde El Ezher’in rektörü olan Şeyh Mustafa Abdürrâzîk; ve
bu zâtla taban tabana zıd bir tutum içinde bulu­
nan, müfrit modernizm yanlısı, 1950-1952 arasın­
da Mısır Millî Eğitim Bakanı görevinde bulunmuş
olan Tâhâ Hüseyin (1889-1973); ve kendi sâdık
öğrencisi olan, II. Vatikan Konsili’nin müslüman­
lara bakışını değiştiren metnin Konsil içindeki
gayretleriyle zeminini pekiştiren Peder Georges
Chehata Anawati (1904-1994) önemli yer tut­
maktadırlar.
1947 yılında İran Araştırmaları Enstitüsü’ne ve
Millî Müzeler Komisyonu’na seçilen Massignon
1952 yılında da dâvetli Profesör olarak A.B.D. ve
Canada’da dersler vermiş, 1954’de de yaş haddin­
den dolayı College de France’dan emekliye ayrıl­
mıştır. 75 yaşında siyâsî faaliyetleri yüzünden bir
de tutuklanmış olan Louis Massignon, 79 yaşında
iken 31 Ekim 1962 de Paris’de vefât etmiştir.
Massignon, bütün ömrü boyunca, bir düşünce
ekolü kurmasına ya da görüşlerinin herkes tarafın­
dan kabûl edilmesine engel olan pekçok eksantrik
fikir ileri sürmüştür. Ama onun İslâm için duydu­
U m ran-A ğustos •2003
75
PORTRE
ğu köklü ilgi ve muhabbet dolayı­
sıyla açtığı cihâd ilmî eserleri sâyesinde konunun uzmanları ve
bütün ömrü boyunca sürdürdüğü
siyâsî faaliyet sâyesinde de fransız
aydınları nezdinde muazzam bir
tesir icrâ etmiştir. II. Vatikan
Konsili’nde Kilise’nin İslâm’a ba­
kış açısını değiştirmesi hâriç ol­
mak üzere, Massignon’un yazıları
olsun diğer siyâsî faaliyetleri olsun
ona pratikte zaferler kazandırmış
değildir; ama Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında muhabbet ve
karşılıklı saygıya dayanan ortak
bir yakınlaşma zemini bulmak için 50 sene süre­
since sergilemiş olduğu o muhteşem kararlılığın
ve fîsebîlillah cihâdın Batı’da da Doğu’da da pekçok aydının din ile olan ilişkilerinin yeniden şe­
killenmesine yol açmış olduğu da reddedilmesi
mümkün olmayan bir vâkıadır.
M assignon’un İç Â lem i ve
B u n u n D avranışına Yansım ası
25 yaşma kadar dinle hiç ilgisi olmamış, hattâ
uzun süre sefih ve agnostik bir hayat sürmüş olan
Massignon’un, 2-3 Mayıs 1908 gecesi, hiç bekle­
mediği bir anda vuku bulan: 1) hayatını bir anda
alt-üst etmiş, 2) kendisinin Fransisken Tarîkatı’nın bir mensûbu olarak dine dönmesine sebeb
olmuş; ama 3) mânevî susuzluktan yanan gönlünü
bir türlü tatmîn etmeyen Hıristiyanlığın yansıma­
larını, büyük bir cezbe ile, Hz İsâ’nın kader bakı­
mından bir benzeri ve tecellîsi olarak telâkkıy et­
tiği Hallâc-ı Mansûr’da, Hz Meryem’in bir başka
tecellîsi olarak telâkkıy ettiği Hz Fâtımatü-z Zehrâ’da8 ve hıristiyan iken müslüman olup da Hz
Muhammed’in “B enim Ehl-i Bey tim’dendir” diye
ta’zîz ettiği Selmân-ı Fârisî’de aramaya sevkeden,
kendisine yaşatılmış olan o muazzam mânevî tec­
rübe acabâ neydi?
Massignon bütün mânevî tekâmülünü, yaşadı­
ğı bu rahm ânî tecrübeye bağlamış ve bunu her fır­
satta açıkça ifâde etmiştir. Dostlarından Paul Claudel’in9 bu tecrübenin ayrıntılı hikâyesini yayın­
laması için kendisine yaptığı baskılara rağmen
Massignon, bu “lafza sığmaz” tecrübenin mâhiye­
tinden bahsetmeye asla yanaşmamış, yalnızca
kendisini bir “Y ab an cın ın ziyaret etçiğini beyân
7 6 Ü m ran-A ğustos •2003
etmiştir. Bunu hâtıralarında, başa­
rısız intihâr teşebbüsünü imâ ede­
rek: “bıçak darbesi beni es geçip de
Sana dokunduğu an” diye dile getir­
mektedir. Jean M oncelon’a göre10
Massignon’un o muazzam mânevî
tecrübedeki sırrı, gene kendi ifâde­
sine göre: “Sonunda her şeyi yakıp
yok eden o semavî ateşti” (Massig­
non acabâ “Her şeyi kendine gark
ederek tevhîd eden Nûr” mu demek
istemişti?)
Massignon bu rahmânî tecrübe­
den sonra:
1.Sefih hayatına tövbe ederek
mânevîyata yönelmiş;
2. Evlenmiş;
3. İbrahim Birâder adını seçerek Fransisken
Tarîkatı’na girmiş11;
4. Hıristiyanlığı red ve terk etmiş olmasa bile
İslâm’ı vahiy dini, Hz Muhammed’i de Allah’ın
elçisi olarak tanımış;
5. Hallac-ı Mansûr, Hz Fâtımatii-z Zehrâ ve
Selmân-ı Fârisî’ye insanı hayrete düşüren bir hay­
ranlık beslemiş ve haklarında pekçok bilgi bulu­
nan bu zevât aracılığıyla haklarında pek az bilgi
bulunan Hz İsâ’yı, Hazret-i Meryem’i ve Havârîleri daha iyi anlamaya çalışmış;
6. Yakaladığı ipuçlarıyla Hıristiyanlık ile İs­
lâm’ın söylemlerinde farklı ama temelde bir oldu­
ğuna inanmış;
7. Batılı müsteşriklerin müslüman toplulukla­
rına vermiş oldukları zararları tesbit ve teslim et­
miş; bunları açık açık ifâde ve ilân ederek cihâd
etmekden çekinmemiş;
8. Hz İbrâhim’in koruması altında her iki di­
nin mensûblarının biribirlerini birâderâne bir mu­
habbetle anlamaları gerektiğine inanmış;
9. Daha da ileri giderek böyle bir diyaloğun te­
sisi için kendisini kefil ve bedel olarak idrâk et­
miş;
10. Duaya ve müslümanlara ferâgat-i nefs ve
bir kardeşlik bağı ile yaklaşmaya dayanan bir ha­
yır cemiyeti olan Bedeliyye’yi kurmuş;
11. Müslümanlar ile hıristiyanların biribirleri­
ni muhabbet ve tahammülle anlamaları için der­
giler çıkartmış, kitaplar yazmış, konferanslar ver­
miş, merkezler ve enstitüler kurmuş, öğrenciler
yetiştirmiş;
12. İslâm mistisizminin batılı müsteşriklerin
LOUIS MASSİGNON
göstermek istedikleri gibi şuradan buradan topla­
ma senkretist bir mistisizm değil özgün bir misti­
sizm olduğunu savunmuş;
13.
Müslümanlarla hıristiyanların biribirlerini
anlamalarının yolunun fıkhî tartışmalarla değil
her iki dinin mistik yanlarındaki ortak noktalar
aracılığıyla olabileceğini savunmuş; bunun için:
1) müslümanları ve hıristiyanlaıı ortak oruç tut­
maya, 2) her iki din mensûblarının yakınlaşmala­
rını sağlamak üzere kutsal sayılan yerlere ortak ziyâretler yapmaya teşvik etmiş, ve 3) bu hareket­
lerde daima başı çekmiş;
14- Kilise’nin müslümanlara karşı nefrete da­
yanan geleneksel tavrını II. Vatikan Konsili’nde
terketmesini sağlayan zemini hazırlamış; Konsil
üyesi olan talebesi Peder Georges Chehata Anawati de bu zeminin Konsil kararı olarak kayda ge­
çirilmesinde etkili olmuştur.
1908’den 1962’deki vefâtına kadar Massignon
hayâtının gâyesi olarak addettiği bu tavırlarını: 1)
bir cihâd idrâkiyle 2) cezbeyle, 3) ısrarla ve 4)
m uhabbetle sürdürmüştür.
Massignon gençliğinde işlemiş olduğu günâh­
ların ağırlığını hayatı boyunca keskin bir idrâk ile
yaşamış ve bundan dolayı da manevî ızdırab ve çi­
le dolu bir ömür sürmüştür. Onun vicdânı, ancak,
bütün günahkârlara bedel olan bir “ad ak” olarak
kendisini Allah’a sunması ve bu adağın gerektir­
diği ahlâkî vecîbeleri gerçekleştirmesiyle nısbî bir
huzura kavuşmuştur. Massignon’un her gün yap­
makta olduğu bir duayı kendisine defalarca hatır­
latmış olduğunu Vincent-Mansour Monteil’den12
öğreniyoruz: “ Allah'ım! Benim gaddarca öldürülme­
mi ve hem de bunun bugün vuku bulmasını lütfet!”
Massignon, hıristiyan dünyâsında K. Huysmans (1848-1907) gibi büyüye ve cinlere düşkün
bir romancı, papazlıktan tard edilmiş Boullan gibi
bir satanist, Anne-Catherine Emmerich (1774­
1824) gibi ellerinde ve ayaklarında, (Hz İsâ’nın
haca gerilmesi sonucu haca çivilenen el ve ayaklarındakiler gibi fakat kendiliğinden oluşan) yara­
lar (stigmat’lar) açılan bir râhibe, keza aynı stigmatlara dûçar olmuş olan Marie des Vallees
(1590-1656), Şeyh Mustafa Abdürrâzîk gibi ortodolcs bir müslüman, Tâhâ Hüseyin gibi İslama ba­
kış açısı iyice çarpık müfrit bir modemist gibi da­
ha çok marjinal şahıslara büyük merak duymuştur.
Boullan’m Huysmans üzerindeki kötü etkisinin
eninde sonunda Huysmans’ı dine döndürmüş ol­
duğu gibi arkadaşı Luis de Cuadra’nın kendisi üze­
/ ÖZEMRE
rindeki kötü etkisinin de kendisinin dine yönel­
mesine vesile teşkil etmesi arasında paralellik kur­
muştur. Râhibe Anne-Catheıine Emmerich ile
Râhibe Mary des Vallee’de de onu cezbeden, bu
kadıların da günâhkârlara bedel ve adak olarak
kendilerini A llah’a adamış olmalarıdır.
2-3 Mayıs 1908 gecesi vâki’ olan mânevî hâ­
lin, Massignon’da, ömrü boyu sürecek olan bir
cezbe hâli tesis etmiş, ve kendisinin de bu cezbeyi
tek başına hazmetmekten âciz kalmış olduğu gö­
rülmektedir. Massignon bu târihten sonra hep
arayış içinde olmuş fakat Kader onun bu cezbesini
kendisine hazmettirip de onu temkin ve sükûna
sevkedecek bir Kâmil Mürşid’i karşısına çıkarma­
mıştır. İlim adamı olarak verdiği eserlerindeki isâbetlililc ve ağırbaşlılık ile şahsî ve kamuya açık
davranışlarındaki coşkunluk ve “uçlar”da dolaş­
ması arasındaki tezad: 1) duyduğu suçluluğun telâ­
fisi için kendisini günâhkârlara kefil ve bedel ola­
rak idrâk etmesi ile 2) cezbesinin biribirlerini ko­
valamasının eseri olarak yorumlanabilir.
Yukarıda da işâret edilmiş olduğu veçhile Mas­
signon Hallâc’da Hz İsâ’nın ve Hz Fâtımatü-z
Zehra’da da Hz Meryem’in alter-ego’larını13 miişâhede ettiği için, farklı bir dinin insanları olmala­
rına rağmen, onlara âşık olmuştur. Pekiyi ama
Massignon, Hallâc-Fâtıma-Selmân üçlüsünde,
Selmân-ı Fârisî’yi acabâ kimin alter-ego’su olarak
teşhis etmişti de ona bu kadar engin bir muhabbet
beslemekteydi?
Massignon bu konuda sessiz kalmakta ise de
Selmân’ın hıristiyan iken ihtidâ etmiş, Hz Muhammed’in vefâtından sonra Hz A li’ye beyât et­
miş sâdık bir dost olması olgularıyla Massignon’un, hıristiyan olmasına ve açıkça müslüman
olduğunu hiçbir yazısında belirtmemiş olmasına
rağmen İslâm’ı vahiy dini Hz Muhammed’i de
peygamber olarak kabûl etmesi karşısında pekâlâ
ihtidâ etmiş sayılacağı; ayrıca buna rağmen hıris­
tiyan vasfını da aslâ reddetmeyip ona da sâdık
kalması olguları arasındaki paralellikten hareket­
le kendisini Selmân ile özleştirmekte olduğunu,
yâni Selmân’ı, kendisinin alter-ego’su olarak teşhis
etmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Massignon’un Hıristiyanlık ile İslâm’ı muka­
yese ederken çok isâbetli bir değerlendirmesine de
işâret etmeden geçmek istemiyoruz: “Eğer Hıristi­
yanlık, temelde, Kitâb-ı Mukaddes’i l<abûl etmeden
önce Mesih’in Icabûlü ve örnek alınıp taklîd edilmesi
ise, buna Icarşılık İslâm, Peygamber'in örnek alınıp
Ü m ran •Ağustos >2003
77
PORTRE
taklîd edilmesinden önce Kur’ân ın kabûlüdür”.
Massignon’un İstanbul’a geldiğinde mutlaka
ziyâret ettiği şahıslardan biri Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni olan Ahmed Remzi Akyürek Dede (1872-1944) idi. Dede’nin irfanına âşık
olan Massignon, Dede’ye müslümanlığını ilân et­
mek istediğini ifâde ettiğinde Dede’nin, kendisi'
ne: “Bâtınen, sen zâten müslümansın. Zâhiren, bu
papaz cüppesini taşırsan İslâm’a daha çok hizmet
edersin” demiş olduğu rivâyet edilirdi. Neyzen Niyâzi Sayın da Memduh Cumhur da, Massignon’un
“müslüman olduğunu” lisânen beyân etmiş oldu­
ğunu Abdülbâkıy t. lölpınarlı’nın şahâdetine daya­
narak rivâyet etmektedirler.
E serleri ve Ü slûbu
Massignon’un eserlerinin bibliyografyası Youakîm
Moubârac tarafından yapılmıştır14. Bu bibliyog­
rafya 200 kitap ve makale ile yaklaşık 100 kadar
lâyiha, 100 kadar tebliğ ve ders notu, 150 kadar
konferans metni ve Kahire Arap A kadem isinde
arapça olarak verilmiş 50 kadar da nutukdan oluş­
maktadır. En meşhur kitapları şunlardır:
1) L a passion de H allâj, martyr mystique de
l’Islam, yeni basım, 4 cild, Gallimard, Paris 1990.
2) Essai sur les Origines du Lexique Techrıi que de la Mystique M usulmane, yeni basım,
CERF, Paris 1999.
3) Les Trois Prieres d ’Abraham , yeni basım,
CERF, Paris 1997.
4) A khbar al'H alladj, 4. baskı, Vrin, Paris
1975.
5) H ocejn M ansûr H allâj: Di<wan, Cahier du
Sud, Paris 1955; yeni basım, Seuil, Paris 1992.
6) Parole D onnee, precede d ’Entretiens avec
Vincent-M ansour M onteil, yeni basım, Seuil, Pa­
ris 1983.
7) O pera M inora, 3 cild, 2193 sayfa, Dar AlMaaref, Beyrut 1963.
Massignon’un ilmî yazılarındaki uslûbu olduk­
ça ağırdır. Kurduğu cümleler genellikle satırlar
boyu sürer. Cümlelerinin ortalama uzunluğu 7-8
satır olup 16-20 satırdan oluşan cümleleri de az
değildir. Sözlüklerde bulunması mümkün olma­
yan kelimeler kullanır. Çoğu kere, okuyucu tara­
fından bilindiğini varsayarak, bunların tanımları­
nı da vermez. Bu uslûb, Masignon’un: hâtıraları,
nutukları ve mektupları söz konusu olduğunda
(cezbesinin de katkısıyla) barok, romantik, istiâre
7 8 U m raıı - Ağustos -2003
(metafor) yönü ağır basan ve özellikle de muğlâk
bir havaya bürünür; o kadar ki çok iyi fransızca bi­
lenler dahi bâzı pasajları, ancak, tekrar tekrar oku­
yup gramer yönünden tahlilini yaptıktan sonra ne
demek istediğini karineyle istidlâl edebilirler. Bu
üslûba sıradan bir örnek vermek üzere Massig­
non’un 8 Temmuz 1958’de Henry Corbin’e yaz­
mış olduğu bir mektuptan iki paragrafı buraya ak­
tarıyoruz:
“Şu fâni dünyâdaki mânevî karşılaşmamızdan,
arîz dostum, yalnızca iki husûsu hatırlamanızı arzu
ederdim: [bunlardan ilki] akbabanın, Prometeus’un
l<araciğerindeki gagası15 gibi tahammül etmek zorun­
da kaldığımız Kutsalların Kutsalının Sübhâniyeti kar­
şısında bizi kurtaracak olan tek şeyin ibâdetimizin fi­
ilini talidir etmekden vaz geçerek, kendimizden istihsâl
etmemiz gereken olağanüstü bir zayıflıkla secdeye va­
rarak izhâr edeceğimiz fart-ı tevâzu olduğudur.
Ve kezâ, O ’rıa kulluk etmesini bilmeyenlerin sefil­
liği karşısında, bunların sürür içinde olmaları için ger­
çek Yaratıcı M uhayyele16, sharh al-sadr17 anla­
mında kalbimizi söküp atmamız gerektiğidir; çünkü
Tanrı18 onları sebep kılarak bizleri, O ’nunla ve
O ’nun gibi, onlar için ölmemiz için yaratmıştır; çün­
kü ete-liemiğe bürünme işte budur ve bu olmasaydı
Cenâb-ı H akk’ın Tecellîsi onlara lütfedilmiş olmaya­
caktı; kezâ gurbetin19 ekmeğinin acı lezzeti de, mızrak
darbesinin20 Şarab’ının21 dehşet veren lezzeti de; o
Şarap ki Cehennem’in dibinden, yokluğun dibinden
am a onun maddeye bürünmesinden yâni ortadan
kaybolmasından, yalnızca cehalet kavramından yâni
“nakira”dan22 değil am a bütün idrâkin yok olmasın­
dan, yâni cehâletin “m a’ri-fa”sından çekilip çıkarıl­
mıştır"23 .
Massignon ilmî yazılarında çok dikkatli bir ka­
rarlılık sergilemiş ise de dostlarıyla vaki’ tartışma­
larında onları şaşırtacak biçimde zıt uçlar arasında
salınıp durabilmiştir.
Massignon’un 1929 yılında Sühreverdî-i Maktûl’ün (1155-1191) Işrâkî Hikm eti üzerine dikka­
tini çekip de daha sonra İran Tasavvuf anlayışı
üzerinde pekçok eser vermesine sebeb olduğu, “şâkirtten de öte” bir dost olarak olarak kabûl ettiği,
Ecole Pratique des Hautes Etudes’d eki halefi ve
hattâ (aşağıda değineceğimiz gibi) mânevî vasiyetnâmesinin icrâsına memur etmiş olduğu Henry
Corbin (1903-1978) bu konuda şunları söylemek­
tedir:
“Öyle günler oldu ki Massignon’un şahsında bir
şiîden daha müfrit bir şiî yanlısı buldum, ve bundan
LOU1S MASSİGNON / ÖZEMRE
dolayı da kendisine çok şey borçluyum ( ...) . Ama
başka günlerde, temel metinlerinin kendisine zâten
yabancı olduğu Şiîliği ve şiîleri insafsızca takbih ettiği­
ne de şâhid oldum. îmâmet şartının olmazsa olmaz
şartının kan bağı olmadığını, İmâm ’lann aralarında­
ki dünyevî aile bağının onların Cenâb-ı H akk’ın Zâ­
tında gizli olan ezelî bağlarının sûre tinden başka bir
şey olmadığını savunduğumda da o "benim ” bu müf­
rit Şiîliğime hayret ederdi”.
Benzer şekilde, Massignon’un geç dönem ta­
savvufa karşı ilgisizliği ve özellikle de Muhyiddin
Ibn Arabî hakkında hiçbir incelemeye dayanma­
yan peşin hükümleri de Henry Corbin için bir
başka hayret kaynağı olmuş24; ve, ona bu ve baş­
ka vesiyleler dolayısıyla: “Massignonun İlmî eserle­
rinde insanı hayretlere gark eden beyânlar, tasvîb edil­
mesi mümkün olmayan tezler ve hattâ tarafgirlikleri
insanı neredeyse infiale sürükleyen hükümler vardır”
dedirtmiştir25. Henry Corbin, tevâtüren dahi olsa,
Massignon’un bir konunun kaynakları üzerinde
“tıpkı bir helikopter gibi” şöyle bir uçtuktan sonra elyazmalarının birinin üzerine “inerek” bunu kısa bir
sürede inceleyip “başka yerlere gitmek üzere yeniden
uçmaya ba$iamast”ndaki hercailiği de tenkid et­
miştir.
M assignon’un Siyâsî Faaliyeti
Massignon’un Fransa’nın araplara karşı politika­
sında çoğu kez gizli kalmış olan önemli bir rol oy­
namıştır. Yukarıda onun 1917-1919 döneminde
Sykes-Picot misyonundaki rolünden bahsetmiş­
tik. Massignon bundan sonra bakanlıklar arası
pekçok komisyonun fikir ve tesbitlerine sık sık
müracaat ettiği bir uzman, ve 1945 yılından îtibâren de Fransa’nın müslüman ülkeler nezdinde fah­
rî bir kültür elçisi olmuştur. College de France’dan emekli olduktan sonra Fransa-Fas ve Fransa-Islâm Uyuşum komitelerinde olsun; Filistin’de
Mısır’da, Madagaskar’da, Cezâyir’de ve Fas’da ol­
sun Massignon daima “ezilmişler”in tarafını tut­
muş ve fransız kolonilerinin hürriyetlerine ve mil­
lî hükümranlık haklarına kavuşmaları için olağa­
nüstü gayret sarfetmiş, cihâd etmiştir. Hasımlarını
etkilemek için kullandığı haftalık oruçlar, kutsal
yer ziyaretleri, Gandhi’den esinlenerek başlattığı
şiddet karşıtı hareketler onları şaşırttığı gibi ken­
disini destekleyenleri de şaşırtmıştır.
Özellikle Filistin konusunda bu ülkenin bö­
lünmesine, ve “Aiman temerküz Icamplan Icaçkınla-
rını araplar için ölüm makinesi hâline solian” siyonizme cesâretle ve ısrarla karşı çıkmıştır.
M assignon’un D ostları
Massignon uzun bir ömür boyunca pekçok kalbu­
rüstü aydınla dost olmuş ve bunlarla dostluğunu
sâdık ve hatırşinas bir biçimde sürdürmüştür. Yu­
karıda değindiklerimizden başka onun dostları
arasında ömrünü Kuzey Afrika Tuaregleri arasın­
da geçirmiş olan râhip Charles de Foucauld;
1931’de Paris’de karşılaşmış olduğu Mahatma
Gandhi; K. Huysmans, Paul Claudel, François
Mauriac, Jean Cocteau gibi yazarlar; Muhammed
İkbâl, Râşid Rızâ, Jacques Maritain, Gabriel Marcel, Henry Corbin, talebesi iranlı Ali Şerîatî gibi
filozoflar; Martin Buber, Kardinal J. Danielou gibi
ilâhiyatçılar; Theodore Monod, Vincent-Mansour Monteil, Maxime Rodinson, Serge de Beaureceuil gibi bilim adamları; Giorgio La Pira ve Edmond Michelet gibi siyâsîler vardır.
Türkiye’den de pekçok dost edinmiş olan Mas­
signon’un dostları arasında Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni Ahmed Remzi Akyürek
Dede’yi, Yahyâ Kemal Beyatlı’yı26 (1884-1958),
Abdülbâkıy Gölpmarlı’yı (1900-1982), Fransa’da
kendisine Dr Adnan Adıvar’dan sonra Türkçe
dersleri vermiş olan Nurettin Topçu’yu (1909­
1975) ve Münevver Ayaşlı’yı27 (1906-1999) zik­
redebiliriz.
M assignon’un V asiyeti
Söz konusu vasîyet Massignon’un Henry Corbin’e
yazmış olduğu 17 Eylül 1959 târihli bir mektubun
muhtevâsıdır. Bu mektupta Massignon “şâkirtten
de öte” dostuna vefâtından sonra ifâ etmesini arzu
ettiği bir misyon yüklemektedir. Bu mektubun ifâ­
desi hiçbir şüpheye yer olmayacak kadar açıktır:
“Aslında, Icaderin hükmü gereği28, benim düşünceme
en yakın olan, istidâdı da benimkine en yakın olan sizsiniz; ve ben bu âlemi terkettiğimde, Allah'ın Hallâcı Mansûr, Fâtımatü-z Zehrâ ve onların aracılığıyla
Selmân ve Muhammed için bana ilhâm etmiş olduğu
kutsal dostluğu savunmak üzere ilk önce size güveni­
yorum”29.
Massignon bu mektubunda Hallâc’ın Azabı
hakkmdaki eserinin 2. baskısını hazırlamak üzere
vermiş olduğu sözün gerçekleşmesi için Henry
Corbin’in kendisini dualarıyla desteklemesini de
Ü m ran-A ğustos •2003
79
PORTRE
taleb etmişti. Ne yazık ki bu konuda Henry Corbin’in duaları değil Massignon’un sağlığı yetersiz
kalacaktı. Massignon’un bu âbidevî eserinin 2.
baskısı vefâtmdan 13 yıl sonra 1975’de Louis Gardet30 (1904-1986) ve Henri Laoust’nun31 ( 1905­
1983) himmetleriyle 4 cild hâlinde yayınlanabi­
lecekti. Henry Corbin ise üstâdmın Hallâc halckındaki gayretlerine katkıda bulunmak için, “için­
de Hallâc’ın eserlerinin, yorumlarıyla birlikte, anah­
tarı bulunan”, Rûzbehân-ı Baklî’nin (öl. 1209)
Ş erh'i Şathiyyât isimli eserinin edisyonunu ger­
çekleştirecekti (Tahran, 1966 ve 1981).
Massignon gene aynı mektupta Henry Corbin’den, müsteşriklerin 14 yüzyıldır ihmâl ettikle­
ri bir şahsiyet olarak Fâtımatü-z Zehrâ hakkında
bir korpus yâni kendisi hakkında yazılmış olanları
ve rivâyetleri bir araya toplayan bir eser hazırlan­
masını taleb etmekte ve bunu şu sözlerle dile ge­
tirmekteydi: “Bunu beş yıldır düşünmekteyim; ve
daha önce giriştiğiniz bütün projelerinize rağmen eğer
bu Korpus meselesini ele alabilirseniz bunu hayr du­
alarımla J<arşılayacağım. Çünkü bunun Şiîlik ile Sün­
nîlik, İslâm ile Hıristiyanlık arasında kudretli bir bir­
leşme aracı olması mümkündür”. Ne yazık ki Mas­
signon’un bu arzusu gerçekleşememiştir.
Ortak noktaları Islâm’a duydukları büyük hay­
ranlık olan bu iki büyük dostun inanç âlemlerin­
deki antisimetrik konumları da ilgi çekicidir.
Massignon’un zâhiren katolik olmasına karşılık,
Henry Corbin zâhiren protestandır. Massignon
sünnî İslâm ile Corbin ise şiî İslâm ile meşg_l ol­
muşlardır. Massignon Vahdet-i Şuhûd, Corbin ise
Vahdet-i Vücûd taraftarıdır. Massignon çile için­
de, nefsini hor-hakîr-zelîl-günâhkâr gören bir tevâzu ile fakat mücâdele ve celâliyet dolu bir ce­
hennem hayatı geçirmiştir. Henry Corbin ise
dengeli, sâkin ve huzurlu bir hayat sürmüştür. Bu­
nun için Massignon’a N âr Adamı32, Henry Corbin’e ise Nûr Adamı33 denmiştir34.
duğu, pekçok müslümanda bulunmayan o inanıl­
maz saygısı ve muhabbeti, 2) müslümanlar ile hıristiyanlar arasında karşılıklı anlayış, saygı ve mu­
habbete dayalı bir diyalog ve dostluğun tesisi için
mücâhidâne teşebbüsleri, ve 3) Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili’nde müslümanlara bakış
açısını değiştirmesinin zeminini hazırlamaktaki
etkin rolü, (bütün şahsî kusurlarına, çelişkilerine
ve za h irî görünüşüne rağmen) idrâk, temyiz ve
adâlet sâhiplerinin bir Fâtiha’yı onun ruhundan
esirgememeleri için yeter de artar bile!
D ipnotlar
1 Gaston Maspero (1846 -1 9 1 6 ) fransız eski Mısır arkeolojisi bil­
gini olup Gize’deki büyük Sfenks’i ortaya çıkaran zâttır.
2 B/c. Daniel Massignon, L e Voyage en M esopotam ie et la Con-
version de Louis M assignon en 1908, Editions du Cerf, Pa­
ris 2001.
3 Fransisken T arikatı: Assisi’li Azız Francesco (1 1 8 2 -1 2 2 6 ) [İtal.:
San Francesco di Assisi, Fran.: Sain t François dA ssise, İng.:
S ain t Francis of Assisi] tarafından kurulmuş bir hıristiyan ta­
rikatıdır. Bu tarikat mensûbları şahsen hiçbir dünyâ malına
sahip olmamak için fakirlik yemini eder, gerekirse dilenir ve
kendilerini insanlara merhamet ve m uhabbetle yaklaşmaya
ve vaaz etmeye tahsîs ederler. T arikat X IX . yüzyılda Papa X I­
II. Leone’nin yapmış olduğu düzenlemeye göre üç zümreden
(İtal.: O rdine, Fran.: O rdre) oluşmaktadır: 1) Fraticelli (yâni
Küçük ya da Fakir Biraderler), 2) C larisse (ya da Fakir Hem ­
şireler) , ve 3) Sivil Papazlar (bunlar manastırlarda yatıp kalk­
mayan ve bekârlık yeminiyle bağlı olmayan kimselerden olu­
şur).
4 Bıı tezin 4 cild tutan son baskısı Paris’de Gallimard kitabevi ta­
rafından 197 5 ’de yayınlanmış olup bugünlerde yaklaşık 115 _
fiyatla satılmaktadır.
5 ColİĞge de France, Fransa kıralı I. François tarafından 1530 yı­
lında Paris’de kurulmuş olan, üniversiteden bağımsız yüksek
düzeyde bir öğretim kururnudur. College de France’da hâlen
47 kürsüde konularında en ileri düzeyde bulunan bilim ada­
mı ders vermektedir. Bu yüksek eğitim kurumunda ne kayıt
işlemi, ne ders harcı, ne izin, ne im tihan, ne diploma ve ne
de sertifika vardır. C anı isteyen gelir, istediği dersi dinler.
Kurum idâresi yalnızca derslerin en üst düzeyde olmasıyla il­
gilidir; dersleri dinleyenlerle ya da dinleyicilerin kalitesiyle
değil!
6 Massignon kendisi gibi bir arkeolog olan, Doğu M elkî (GrelcKatolik) Kilisesi’ne mensûb Mary K ahîl (1 8 8 9 -1 9 7 9 ) ile
191 3 ’de K _hire’de tanışmıştır. Mary K ah îl’e âşık olan Mas­
Sonuç
signon, Mary’n in İslâmiyet’e karşı duyduğu nefret dolayısıyla,
Massignon A ) eserleri, ve B) müslümanlara ve bü­
tün mazlumlara daima destek olan cihâdı ile yalnızca
XX. yüzyıl Fransa’sını değil, İslâm ülkelerini de
derinden etkilemiş müstesnâ bir zâttır. İşlediği gü­
nâhların bilincinde, ferâgat-ı nefs ve tövbe sâhibi bir hıristiyan râhip olmasına rağmen, Massig­
non’un: 1) Hallâc-ı Mansûr’a, Fâtımatü-z Zehrâ’ya, Selmân-ı Fârisî’ye ve Hz Muhammed’e duy­
deşlik şeklinde devâm etmiştir. Massignon, 5 Mayıs 1949’da
onunla evlenm ekten çekinm iştir. Bununla beraber dostlukla­
rı Massignon’un ömrünün sonuna kadar muhabbetli bir kar­
8 0 Ü m ran - Ağustos •2003
Papa X II. Pius ile vâki görüşmesinde kendisinin, dili Lâtince
olan Rom a tarzı ibâdetten dili A rapça olan Doğu M elkî tarzı
ibâdete geçmesi için özel izin taleb etm iş ve Papa da bu izni
vermiştir. Fransisken T arîkatı’n ın sivil papazlar zümresine îbrâhim Birâder adı altında girmiş olan (B/c. 3 no.lu dipnot)
Massignon, bundan sonra, evli bir kim senin Doğu Kilisesi’nde papaz olup olamıyacağını V atikan ’ın Doğu Kilisesi
Kongregasyoni'.’na sormuş; ve Kardinal E. Tisserand’dan “Papa’nın, gizli olmak (yâni açıkça K ilise’de değil fakat umûma
LOUIS MASSİGNON /
kapalı özel yerlerde âyin idâre etmek) şartı altında yaşlı aile
"M esse” ây in i esnasında y en en ek m ek Hz Isa ’n ın b e d e n in i,
reislerinin papaz olm alarını kabtıl edebileceği” şeklinde bir
cevap almıştır. O cak 1 9 5 0 ’de M elkî Kilisesi Patriği IV . Mak-
ÖZEMRE
içile n şarap da k an ın ı rem zetm ektedir.
2 0 Ç a rm ıh d a ik en , ruhunu teslim edip etm ed iğ in i an lam ak için ,
simos, Massignon’un bu şartlar altında papaz olmasına müsa­
rom alı bir askerin bir mızrak darbesiyle Hz İsâ’n ın böğrünü n
ade etmiş ve bunu tcscil eden merasim de 28 O cak 1950’de
sağında açılm ış o lan yaraya îm â ed ilm ek ted ir.
sabahın erken saatinde K _hire’de Sulh’un Aztze Meryemı Kı-
lisesi’nde (L ’Eglise Sain te Marie de la Paix) Patrik Yardımcı­
sı Monsenyör Medavvar tarafından icrâ edilmiştir.
21
Hz Isâ’n ın k a n ı îm â ed ilm ekted ir.
22
M ek tu p ta k i “n ak ira” ve “m a’rifa” k elim ele ri A rap ça sarf ve
nahiv’de bir k elim en in harf-i târifsiz ve h arf-i târifli h â llerin e
7 “Bedeliyye” ve “abdal” kelimeleri bedel kelimesinden türemiş­
tir. Abdal (çoğulu: abdaljn): “hâlini, nefsinin bedeli m u k jb i li kazanmış, mâsivâ kaygusundan mücerred, A ll_ h ’ın Rahme-
işaret ed en gram er terim leridir.
23
“ D e n ö tre re n co n tre spiritu elle ici-bas, ch e r am i, je voudrais
que vous n e vous souveniez que de deux p oints: que d ev a n t la
ti’ne gark olmuş kimse” demektir. M ensûblarını müslümanlara çektirilen zulüm ve çilelerin bedeli olarak idrâk sahibi kıl­
T ra n s ce n d a n c e du S a in t des S a in ts , q u ’il nous faut subir co m -
maya yönelik Bedeliyye cemiyeti M assignon’un b ed el kavra­
m e le b ec de vautour dans le foie d c P ro m e th ee il n ’ya que
mına ve başkalarının günâhlarını yüklenmeye karşı kendisin­
Pexces de Ph u m ilite qui nous sauve, e n se p ro ste m a n t dans
de beliren cezbeye iyi bir örnektir.
une d e fa illa n ce inoui'e que nous avon s â o b te n ir de nous-mfem es, en ce ssa n t d’estimer n ötre a cte d ’a d o ra tio n suprem e.
8 Massignon Hz Fâtım a’nın İslâm âleminde doğru dürüst tan ın ­
madığı, onun Hz Peygamber’in kızı olarak sergilemiş olduğu
Et que, d ev an t la mis&re des au tıes, qui n e Pad oren t pas, nous
harikulade vasıfların ınüsteşriklerce de müslümanlarca da ye­
ayons ce grand arrach em en t du cceur qui est la vraie Imagina-
terince araştırılmadığı ve bu ınüstesnâ hanım ın bugünün ka­
tion Creatrice, ce sharh al-sadr ou nous dcsirons souffrir pour
dınlarına ne emsâlsiz bir örnek olacağının potansiyelinin in ­
q u ’ils so ie n t dans la jo ie ; parce que c ’est â cause d’eu x que D i-
celenm em iş, ortaya konulmamış olduğundan her zaman ya-
eu nous a crees, pour qu’av ec Lui c t co m m e Lui, nous m ouri-
kınmıştır. Massignon, aşağıda da gösterileceği gibi, vefâtın-
ons pour eu x, parce que c ’est ce la l’In c a m a tio n sans laqu elle
dan sonra bu konunun işlenmesini en yakın dostu ve talebe­
la T h ö o p h a n ie n e leur şerait pas a c c o ıd e e , c e goüt am er du
si olan Henry C orbin’e vâsiyet etmiştir.
pain de l’e x il, c e tte saveur terrib le du V in du coup du la n ce ,
9 Paul Claudel (1 8 6 8 -1 9 5 5 ) fransız diplomatı ve şiirini mistik bir
V in tire du fond de l’enfer, du fond du n e a n t, m ais de sa m a-
ilhâmla beslemiş, Fransız Akademisi üyesi bir yazar. Başlıca
eserleri: B e ş Büyük K a sid e, Hz M eryem ’e Ç önderilen H a­
te ria lisa tio n , d o n e de son a n ea n tissem e n t; n o n seu lem en t dı
ber, R eh in , S aten A y a k k a b ı...
co n c e p t de l ’ig n oran ce, nakira, m ais l ’a n ea n tissem e n t de to u te co m p re h en sio n , ma’rifa de P ig n o ra n ce”.
10 Bk. http://jm .saliege.com /SPlRITUALITY.htm
11 Massignon 1 9 0 6-1907 yıllarında Luis de Cuadra ve arkadaşla­
2 4 M assign on V a h d e t-i V ü cû d ’a değil V a h d e t-i Ş u h û d ’a m unis
rıyla geçirmiş olduğu sefih dönemden sonra “tövbe etmiş bir
b a k tığı için M uhyid din îb n A ra b î, A b d ü lk erîm C îlî ve M a h -
giinâhkâr” olarak kendisinin bir yandan mensııb olduğu
mud Ş eb ü ste rî gibi zâtlara h iç ilgi du ym am ıştır.
"Fransisken T ârikatı’nın ferisîleri” dediği müsâmahasız yo­
2 5 Bk. http://im .saliege.com /Corm ass.htm
bazlar, diğer taraftan da AU_h’ın huzurunda kendisini onla­
2 6 Y ahyâ K e m a l, tam bir m elâm i o larak kabûl e ttiğ in i bildirdiği
rın fidyesi (bedeli) olarak kabûl ettiği eski sefahat arkadaşla­
H a lla c ’ın k a b rin i ziyâret etm ek için Ira k ’a gitm ek arzusunda
rı arasında iki ateş arasında kalmış olduğunu itirâf etmiştir.
olduğunu M assig n on ’a ifâde etm iş. M assig n on m elâm î kabri
12 V incent-M ansour M onteil: din ve Doğu şiirleri hakkında tet­
kikleriyle tanınm ış,
Islâm dinini
için Ira k ’a g id eceğ in e ö n ce İsta n b u l’daki m elâ m îlerin k a b ir­
tetkik ettikten sonra müslü­
lerin i ziyâret etm esin i tavsiye ed erek Y ah y â K e m a l’e İs ta n ­
man olmuş bir fransız bilim adamı.
b u l’da n e kadar m elâm î büyüğü kabri ya da m ak _m ı varsa tek
13 Alter-ego: bir kim senin benzeri, kimliğinin kopyası.
tek ziyâret ettirm iş. R iv ay et olunur ki Y ah y â K em a l de, daha
14 Bk. Youakîm Moubârac: “Bibliographie de Louis Massignon
son ra, bu hususta A bdülbâkıy G ö lp ın a r lı’ya reh ber olm uş.
rSunie et classee”, M tlan ges Louis M assignon T om e I, s. 1­
56, IFE A D (Institut Français d’Etııdes Arabes de Damas:
2 7 M ü n ev v er A y aşlı Collfege de F ra n ce ’da M assig n o n ’un dersle­
Şam ’daki Arap Araştırmaları Fransız Enstitüsü) Yayınları,
rin e devam
Damas (:Şam ) 1956.
M e ’cü c k a v m in in T ü rk ler olduğunu söy leyin ce M ü n ev v er
ederm iş. B ir gün d erste M assign on Y e ’cü c-
15 Grek m itolojisinde T ira n ’lardan biri olarak bilinen Promete-
H a n ım in fia lin i ihsâs etm iş. B u n u n üzerine M assign on , bey â­
us ateş ilâhı (ya da cini) olarak geçmektedir. Kendisi ilk in­
n ın a : "B u n a h iç infial gösterm eyiniz. T ü rk le r İslâm ’ı kabûl
sana balçıktan şekil verdikten sonra onu canlandırmak üzere
e tm ed e n ö n c e Y e ’cü c -M e ’cü c kavm i idiler. Eğer b ir gün Is­
göğün ateşini çaldığı için, Zeus tarafından Kafkas dağlarında
lâ m ’ı unuturlarsa gene Y e ’cü c-M e cü c kavm i o la ca k la rd ır” d i­
zincire vurulmak ve başına da karaciğerini yiyen bir akbaba
ye bir a çık la m a getirm iş.
musallat edilmekle cezalandırılmış; ve cezâsını bir hayli çek­
2 8 M ek tu b u n bu ibâresi L â tin ce yazılm ış: sub specie aetemitatis.
tikten sonra Herakles (yâni Herkül) tarafından kurtarılmış
2 9 Bk http://jm .saliege.com /Corm ass.htm
olduğu ileri sürülmektedir.
16 Massignon, Henry C o rb in ’in Im agination
Creatrice
3 0 Louis G a rd e t: Louis M assignon v e Ja cq u es M a r ita in ’in ö ğ ren ­
(Yaratı­
cisi oîup İslâm v e çeşitli d in lerin m istik h ay atları h ak kın d a
cı Muhayyele) isimli eserini îmâ etmektedir.
17 M etinde aynen! Massignon, burada da, “Elem neşrahleke sadrek” (S en in göğsünü yarmadık mı?”) âyetini îm â etmektedir
p e k ço k eser verm iş bir h ıristiyan filozoftur.
31
d an ve K itâ b e le r ve Edebiyat A k ad em isi (Acad>.mıe des Insc-
(LC1V/1).
riptions et Belles-Lettres) eski ü y elerin d en .
18 Burada T anrı kelim esinin zâhirî görünümü altında T eslis’in
ikinci şahsı Hz İsâ îm â edilmektedir.
19 Gurbet, Fransızca exil kelim esinin karşılığıdır; ancak bu keli­
me, mistik bağlamda, “şu fânî dünyâ” anlamında da kullanı­
H en ri L ao u ste: C o lle g e de F ra n ce ’ın eski kürsü başk an ların -
32
Fransızcası: H o m m e de Feu.
3 3 Fransızcası: H o m m e de Lum iere.
34
B u y akıştırm alar Je a n M o n c e lo n ’un M assig n on ve C o rb in
lır. Burada aslî vatanından bu dünyâya nüzul etmiş olan Hz
h a k k ın d a
İsa’nın bedenine îmâ edilmektedir. Katolik Kilisesi’ne göre
httn://im .saliegc.com /cordavv.htm
yazdığı
b ir
m a k a le d e n
a lın m ıştır.
Ü m ran • Ağustos • 2003
Bk.
81
Fİ LM
terilecek olayları, aktarılacak
NİÇİN KORKU FİLMİ?
mesajları algılayanın daha iyi
anlamasına ve daha köklü kavra­
masına yönelik bir çaba olarak
H A S A N A L İ Y IL D IR IM
kabul ediyor Aristoteles. Ürpe­
ren veya korkan kişi, bir iç te­
mizliği yaşar; dolayısıyla ruhi bir
rahatlama sürecine girer ve sah­
nelenenle daha sağlam bağlar
kurar. Aristoteles’in tiyatro için
öngördüğü bu etkilenme halini
S
inemada iki iflâh olmaz
zaafım var: vvestern ve
korku. Bu iki türün ör­
neklerine, kaba misafirlere gös­
terdiğim hoşgörü denli taham­
mülle yaklaşmak adetim. Fakat
bu, bu türlerin örnekleri, hatta
türün kendisi hakkında fikir yü­
rütmemin önüne geçemez. Belki
de zaafın asıl ilginç olanı böylesi.
İşte bu yazı, sinemadaki zaafla-
yumruk attığı şu makinelerdeki
sinemaya, daha çok bir ‘uyarıl­
kişinin kendine güvenini tazele­
ma’, bir sonraya hazırlama diye
uyarlamak olası. Fakat korku
yen bir niteliğe mi hizmet eder?
Sanırım korku sinemasının
tüm dünyada tutunmasını sağla­
yan, barındırdığı öğelerinden
çok, o öğeler üzerinden tetiklediği başka insani durumlar ve zaaf­
lar. Öyle ya, yeryüzünde bulun­
ma nedenini ‘mutluluk bulmak’
diye belirleyen çağdaş inşan,
filmlerinin çıkış amacını böylesi
bir niyete dayandırmak, hem yö­
netmene hem de yapımcıya bir
artı puan kazandırmayacağı hal­
de, türün örneklerinin bütüne
yakınının, herhangi bir iletiyi iz­
leyenine aktarma amacıyla bir
kışkırtmaya başvurduğunu ya da
izleyiciyi ruhi bir arındırmaya ta­
bi tuttuğunu düşünmek, hayli
B a t ı ’da b ir to p lu m a m u sa lla t c a n a v a r ın y o k e d ilm e si, in s a n ­
sorgulanası bir görüş vukufiyeti-
lığ ın b e k a s ı iç in ş a rt s a y ılır k e n , a y n ı d u ru m d a D o ğ u ’da c a ­
ne işaret eder. Çünkü sinemada
n a v a rın e h lile ş tir ilm e s i, k im i zam a n a ğ ır k a y ıp la ra y o l a ç a n
b ir fid y e y e m al o lsa da b ir a n la şm a y a v a rılm a sı, a rad a b ir
u y u m u n sa ğ la n m a sı s ık g ö rü le n g elişm elerd e n .
rımdan birine ayrılmış durumda.
toptan mazoşist olamayacağına
Bir insan, niçin korku filmle­
rinden hazzeder? Korkmak ne tür
göre, ilk bakışta bu mutluluğu el­
de edemeyeceği bir duygulanma
modunu ne diye tercih etsin!
bir duygu ki, yalnızca vakit değil,
aynı zamanda çağdaş insanın en
büyük kutsalı para da harcayarak
bu duyguya bürünmek ister? Lu­
naparklardaki dönme dolaplara
binen ve çığlığını engelleyeme­
yen çocukların coşkusuna mı
benzer bir korku filmi izleme
dürtüsü yoksa aynı lunaparkta
gücünü ölçmek
için
8 2 Ü m ran •Ağustos •2003
insanın
Dilerseniz durumu kavrayabilmemize yardımcı olabilecek
tarihi sürece bir göz atalım:
Ahlâki olanın bir gösteri formatında sergilendiği klasik tiyat­
ro gösterisi sırasında, ‘korku’ un­
surunun kullanılmasını, en azın­
dan bir etkiyle izleyicinin ürpertilmesini, bu etki sonrasında gös­
tüccar zihniyet tarafından mümbitliği en erken farkedilen ve sö­
mürüsünün sistematiği en çabuk
müesseseleşen iki histen biri kor­
ku; öteki cinsellik.
Korku filmlerinin ticaret dışı
asli hedefi, bırakın bir uyarma
etkisiyle bir arınmaya zemin ha­
zırlama çabasını, yari diri yarı ölü
canlılar, yarı hayvan yarı insan
yaratıklar, canavar görünüşlü
ama insan ruhlu ucubeler gibi
olağandışı karakterlerin tören
geçidiyle amaçlanan, aslında in­
sanın hem cinsine karşı artan
nefretini açığa çıkarmaya yöne­
lik dürtülerin, olumsuz kılıktaki
yaratıklara yönlendirilmiş bir bi­
çimde ortaya serilmesinden baş-
NİÇİN KORKU FİLMİ? /
YILDIRIM
ka ne olabilir ki. Gerçekten de
korku filmi severlerin şiddete
meyilli kişiler olduğu, en azından
korku filmi izledikten sonra in­
sanda şiddet hissinin, kan akıt­
ma arzusunun doğduğu, kimileyin bu şiddetin dışarıya aks ola­
nağı da bulduğu, söylenegelen
bir gerçek.
D oğu’da ve B a tı’da korku
Aslında toplumsal korkunun arkaplanına gidildiğinde, medeni­
yetler arasında da farklılıkların
varolduğu görülür: Batı kültürle­
rinde sıkça görülen, hem edebi­
yatta hem de masal ve efsaneler­
deki ürkünç yaratıklar, insanla­
rın karşılarında acziyetlerini kav­
radıkları ve çoğunlukla savaşmak
durumunda kaldıkları insanlık
düşmanı, acımasız, kıyımcı var­
lıklardır. Varlıkları bir felâkettir
ve insanların başına musallat ol­
maları için ‘ilk günah’ yeterlidir;
yaratıklarla mücadele de bu günahm kefaretlerinden... Doğuda
ise masal ve efsanelerdeki devle­
rin, ifritlerin, gûlyabanilerin, ej­
derhaların kötüsü kadar iyisi de
vardır. Hatta her kötü canavarın
kötülüğü anlatılırken, makulleş­
tirilmiş bir gerekçesinin yanında,
kimi iyi yönleri de belirtilir; da­
hası, insanlardan ya da öteki ya­
ratıklardan iyi olmayı öğrenebilir
ve kötülüklerden vazgeçebilirler.
Batı’da bir topluma musallat
canavarın yokedilmesi, insanlı­
ğın bekası için şart sayılırken,
aynı durumda Doğu’da canava­
rın ehlileştirilmesi, kimi zaman
ağır kayıplara yol açan bir fidye­
ye mal olsa da bir anlaşmaya va­
rılması, arada bir uyumun sağ­
lanması sık görülen gelişmeler­
den. Bu yüzden de her zaman öl­
dürülmesi gerekmez canavarın.
Benzer bir durum, canavarlı
efsane ve masalların işleniş biçi­
minde de geçerli: Yaratıklar tas­
vir edilirken, Batı’da karabasan­
lara sermaye olacak ürkünç tab­
lolar çizilirken Doğu’da, ‘bir du­
dağı yerde, öbürü gökte’ gibi ür­
kütücülükten çok tuhaflığın (ve
örtülü bir biçimde merhamet
duygusunun) öne çıkarıldığı, bu
yüzden de korkutmaktan çok ga­
ripseten bir canavar tipi çıkar or­
taya. Başka birçok ürküntünün
yanında ‘yabancı’yı da temsil
eden canavar, baştan ölüme
mahkûmdur Batı’da. Onu tanı­
maya yönelik çabalar, zayıf yön­
lerini anlamaya, yumuşak kam ı­
nı keşfe yöneliktir. Doğu cana­
varlarıysa çoğun insani özellik
gösteren ‘acîbe ve garîbe’dendir
ve insanoğlundan neredeyse tek
farkları bu yönleridir; bu yüzden
ortaya çıkarılmaya çalışılan daha
çok ortak noktalardır. Böylece
yok etme yerine ortak yaşamanın
yolları aranır.
Canavar yokedicisinin
yokettikleri
Bu doğrultuda korku filmlerine
bakacak olursak, ortaya çıkması
sırasındaki sunum şekliyle daha
baştan yaratığın izleyiciye suçlu
gösterildiğini görürüz: Merha­
metsizce yakıp yıkarken, doğayı
talırip ve insanları yok ederken,
izleyicinin, filmin sonundaki
Um ra n -A ğ u sto s-2 0 0 3
83
FİLM
çirkin suçludur; güzellerse ma­
sum’ denilmek istenen ırkçı
idam fermanını onaylayan
jüri üyesi konumundan
sıyrılmamasına çalışılir. Yaratık, bir insan
olmadığı halde, insa­
noğlunun
‘ilk
günah’ını da paylaşır.
(Belki de en insani tarafı
budur.) Filmin amacı, za­
ten, sanığın ne denli cani
olduğunun ısrarlı vurgu­
suyla, ölümün her ‘yabancı’mn kaderi oldu­
ğu, yaratığın ölümüyle
de, bir günahkârın daha,
akıbetinin temizlenmekle
sonlandığı kanıtlanır. Ya­
ratık ortaya çıktığında iti­
raf edilen garip bir gerçek
de, kimsenin yaratık hak­
kında bir şeyler bilmediği,
yaratığın bilinmezliğiyle in­
sanın bir acz yönünün itirafı. Fa­
kat bu itirafın, izleyen açısından
acı bir faturası var: Canavar
olanca maharetini sergileyerek
ortalığı toz dumana boğarken iyi­
ce galeyana gelen izleyiciye yut­
turulan, çözülme sahnesinde
önüne sürülen canavar yokedicinin ne denli büyük bir kahraman
olduğu kandırmacası. Böylelikle,
canavara acıyacak bir tane bile
izleyicinin kalmaması başarıl­
makla kalınmaz, hem türün hem
de sektörün idamesi için sahte
kahramanlar da üretilmiş olunur.
Türün gözardı edilmemesi zo­
runlu bir başka yönü, bu filmlerde
sık kullanılan unsurların ya da ya­
ratıkların, dünyanın bir küçük
köy haline gelmesine imkân tanı­
yan kavranabilirlikleri. Örneğin
Kin Kong’daki Afrika gorilinin ya
da Alien’deki dünya dışı yaratığın
korkutuculuğu, dil, din, ırk, gele­
nek, kültür, hatta eğitim tanımaz:
Ulaştığı her izleyicinin kalbinde
8 4 Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
önyargı.
Aslında korku filmle­
ri de hayat gibi çok yüz­
lü; önemli olan görüne­
ni doğru okumak.
Biraz da yakın dö­
nemdeki filmler üze­
rinden
gitmeye
ne dersiniz?
1978
tarihli
ünlü ‘HalloweenCadılar Bayramı’
filmi, yönetmen
ve oyuncularının
ününü güçlendirmekle kalmamış,
aynı •zamanda yal­
nızca türe değil biz­
zat sinemaya da yeni
aynı hızlı ritm tırmanışını sağlar
ve benzer oranda adrenalin salgı­
latır; dişlerini geçirdiği her altbende, kendi salyasından lekeler,
kalıntısından İzler bırakır.
H er çirkin suçludur
Korku filmlerinin diğer bir aşısı,
İçimi ideolojik kabullerin empo­
zesi yanında, bazen ırkçılığa va­
ran bir benmerkezcilik sergisi;
lcimileyin sosyolojik kılıklı ön­
yargıların kanıtlanmaya çalışıl­
ması ya da belirsiz bir gelecek ür­
pertisinin hissettirilmesi. Örne­
ğin vampir filmlerinde, güzel
Amerikan tazelerinin Avrupalı,
karanlık karakterli vampirler ta­
rafından ısırılaralc canavarlaştırılması, Kin Kong’da koca kıllı
kara devin, beyazlara saldırma­
sındaki haksızlık vurgusu ya da
tüm katil ve canilerin çirkin yüz­
lü, tiksinç görünüşlü hallerde
resmedilerek, ‘her suçlu çirkin­
dir’ gibi gösterilen, aslında ‘her
bir boyut katmıştı. Donald Pleasence ve Jamie Lee
Curtis’in oynadığı Carpenter’in
bu filmi, bir seriyal furyasına da
yol açmış olduğu halde asla hiç
birisi ilkinin yanına yaklaşamamıştı. Carpenter’in filminin ba­
şarısının nedeni yeniliğinde yatı­
yordu. İlk defa bu filmdeki kötü
adam karakterinin ruhu (Michael Myers) derinlemesine neşter
altına alınmaya çalışıldı. Burada
katil yalnızca sapık biri olarak
geçiştirilmiyor,
sapkınlığının
kaynağı çocukluğunda yaşadığı
bir olaya dayandırılarak Freudyen açıklamalara girişiliyordu.
Dönemin başında Tobe Hooper’in çektiği ‘Poltergeist’de,
başta televizyon olmak üzere tek­
nolojik aletleri sorgulamayı de­
neyen, fakat bilgisayar destekli
görüntülerle elde edilen yaratık­
ların terörünün yarattığı atmos­
ferle akılda kalan, televizyonun
yuttuğu bir çocuğun kurtarılmasınFânlatan ılgirîç bir film olur.
NİÇİN KORKU FİLM İ?/ YILDIRIM
K orku nu n cılkı
Aldrich, ‘Whatever Happened
to Baby Jane - Bebek Jane’e Ne
Doğrusu günümüze kadar bir sü­
rü korku filmi çekilmiş olmasına
kaışm tür içinde bir yeniliğe sa­
hip ya da kimi orijinal taraflar
Oldu?’ adlı 1962 tarihli filmini,
içeren filmlere rastlamak gittikçe
zorlaşmakta. Genel ağırlığın kor­
tamamlar.
ku edebiyatı uyarlamalarına da­
yanmasının yanında, teknoloji­
nin gelişmesiyle yakalanan mak­
yaj ve özel efekt katkılarının sağ­
ladığı görsel yenilik, bu dönem­
deki türün ayırıcı vasfını oluştu­
rur. Böylece korku filmlerinde sı­
rıtan görüntü hilelerine rastlan­
mıyor ama aynı zamanda rastlan­
daha çok seri işi İtalyan korku
filmlerinin ucuz yönetmenleri
seçer.
daha sonra türün içinde bir çığır
K ork u n u n sonu
açacak ve bir alt-tür oluşturacak
‘Grand-Gigııol’ etkileri altında
Artık işin kelimenin tam anla­
19. yüzyıl sonlarına doğru
mıyla cılkı çıkmıştır ve bu çılgın­
Fransız halk tiyatrosunda ortaya
lık döneminde çekilmiş yüzlerce
çıkan bu alcım, hem popüler ede­
filmin arasından altı çizilecek bir
biyatı hem de epey sonra sine­
filme rastlamak gittikçe zorlaş­
mayı etkilemişti. Abartılı ve ko­
makta.
lay anlaşılır unsurlar kullanarak
Başka bir sınıfı oluşturan ‘gö­
ürkütücü ölüm ve cinayet hika­
re’ filmler de kendi yönetmenle­
yeleri anlatmayı seçen, kimileyin
rini doğurur tabii ki. Dario Ar-
kurguyu aratmayacak denli çıl­
gento, Lucio Fulci, Joe Dante ve
mayan bir başka şey de ‘tazelik’.
Doğrusu, korku türünün ana­
gın gerçek olaylardan yola çıkan,
George Romero, sayılamayacak
her halükârda kalabalıkları sa­
insanın öldüğü, en vahşi öldür­
vatanı Amerika’da, türün hay­
lonlara çekmeyi başaran kaba bir
me çeşitlerinin sergilendiği, her
ranları arasında yapılan bir anke­
te göre insanların çoğu bu filmle­
sanat anlayışı içermekteydi bu
re gülmek için gidiyorlarmış ama
bu işi daha iyi beceren örnekler
cak, oldukça kanlı, iğrenç, ince­
dururken korkunun seçil­
mesinin nedeni, yine de
pek netleşmiyor.
açan bu anlayışı, 70’ler boyunca,
ekol. Sonu ‘trash’a kadar vara­
lik yoksuııu bir vahşetin önünü
türlü masum nesnenin birer sila­
ha dönüştüğü, bıçağın yakın çe­
kimde ete saplandığı, gözlerin
oyulduğu, beynin dışarı fırladığı
sahnelerle dolu filmler çekerler.
70’li yıllar türün hem ge­
liştiği hem de kimi ba­
kımlardan daraldığı ilginç
Korku türündeki gözle
görülür tıkanma, iki farklı
biçimde aşılmaya çalışıldı
70’lerde. Bir yandan dozu
gittikçe artan miktarda
bir dönem olarak geçer si­
nema tarihine.
2000’lere gelindiğinde
m
korkunun yeniden can-
kanın aktığı, gözlerin
oyulduğu, kellelerin uçtu­
ğu vahşi filmler; öbür
landırıldığına şahit oluruz
yanda öteki türlerle akra­
balık kurmayı deneyen,
ununu eleyip eleğini de
ama tür, aslında söyleye­
ceği her şeyi söylemiş,
çoktan asmış olduğu için
daha seviyeli, kimi yeni­
likler peşinde koşan ara­
yış filmleri. Dönem içinde
‘The Ring-Halka’ gibi ya­
dımlar, ilgiyi değil ancak
merhameti hak edecek
gözlenen bir başka ilginç­
yapımlar olmaktan kurtu­
lik de üstün yapımlı ör­
neklerin artması.
lamazlar.
Demek ki zamane kor­
İnsanlığın durumuna
eleştirel bir gözle yaklaşan
ku filmleri, benim zaafım­
ve umutsuzluğa gömülen
bir zihniyetle filmler çe­
dan bile istifade edemeye­
ken
dayanmış durumda.
Amerikalı
cek
Robert
J.
bir
kerteye
gelip
Ü m ran-A ğustos -2003
■
85
men herkes yönetmen sanıyor
TÜRK TİYATROSUNUN
TEMEL MESELELERİ
kendini. Tiyatro salonlarının ge­
rektirdiği saygılı ve mesafeli ne­
zakete evde ihtiyaç duyulmadığı
için, artık dünya tiyatro birikimi
de sinema filmleri gibi evlerimi­
M U S T A F A M İY A S O Ğ L U
zin sadece vazgeçilmez eğlencesi
oluyor, tiyatronun eğlendirirken
eğiten yanı da böylece kaybolu­
yor. Halbuki tiyatro halkın kül­
tür değerlerini ve estetik biriki­
ir zamanlar tiyatro kültü'
gibi çağdaşlaşmanın öncüsü olan
mini iyi seçilmiş ve doğru kurgu­
rel gelişmenin en ilgi çe­
kici göstergelerindendi.
Büyük şehirlerimiz dışında, Ana­
dolu’nun gelişmeye başlayan şe­
şahsiyetler gibi o da tiyatro eser­
leri yazıyor ve sahneletiyor. Sul­
tan II. Abdülhamid’in Yıldız Sa­
lanmış eserlerle sahneler...
B
hirlerinde de mutlaka bir tiyatro
salonu ile gençleri sahne çalış­
malarına özendiren, ve onlara
kurs veren bir tiyatro adamı bu­
lunurdu. Bu tiyatro adamları, ge­
nellikle kabiliyeti anlaşılmamış
veya ayak oyunlarıyla kamu ti­
rayı Tiyatrosu da Osmanlı’nın
bu sanat türüne Karagöz, Orta­
sı gibi Tanzimat’tan sonra edebi­
yatımıza ve zamanla da hayatımı­
yaşama üslubu tiyatro ile biçim
türlü iktibas gibi kültür hayatı­
mızdaki yeri hep tartışmalı ol­
muştur. “Yürüyen edebiyat” şek­
kazanır veya değişir.
Bir dönemde başarılı valiler,
Bursa’da valilik yapan Ahmet
ideolojik meraklarla tiyatro çev­
relerine ters düşmüş, talihsiz,
ama çilekeş insanlardır. Anado­
lu şehirleri onlar için son tuta­
Vefik Paşaya özenir, onun gibi
tiyatro faaliyetlerini desteklerdi.
Lise ve yüksek okullarda tiyatro­
ya meraklı gençler toplanır ve ti­
maktı ve bir tiyatro misyoneri gi­
yatroculuğun önemi üzerine ko­
nuşmalar yapılarak onların için­
deki sanat ve sahne aşkı lcörüklenirdi. Bir süre sonra, klasik veya
popüler bir eseri, bilinen mizan­
madığınız bir yerde rastlayabilir­
siniz. Belki tiyatromuzun en te­
mel meselesi, böylesi insanların
azalmasıyla doğrudan ilgilidir.
senler çerçevesinde bu grubun
Ahmet Mithat Efendi, “seyir­
cisini bulan insan ilk oyuncu­
dur” tanımıyla tiyatronun her
toplum için tabii ve vazgeçilmez
arası tiyatro yarışmaları düzenle­
nirdi. Çünkü bu türden başarılar
gençler arasında aylarca konuşu­
bir gösteri sanatı olduğunu, se­
yircisi ve oyuncusuyla hayatın
içinde teşekkül ettiğini ortaya
koyuyor. Şinasi ve Namık Kemal
8 6 Ü m ran .A ğu stos •2003
Tiyatro da roman ve gazete yazı­
oyunu ve Meddah gibi halk ti­
yatrosu dışında ne kadar önem
verdiğini gösterir. Her toplumda
yatrolarından dışlanmış yahut
bi herkese gönül kapılarını açar­
lar, tiyatro sahnesini şehir eşrafı­
nın gönlüne kurarlardı. Hâlâ az
da olsa böyle insanlara hiç um­
Bize Özgü T iyatro
sahnelediği görülürdü. Ardından
pek çok tiyatro topluluğu ortaya
çıkar ve bir süre sonra da liseler
lurdu.
Böyle faaliyetler artık görül­
müyor, ama evlerin zorunlu mi­
safiri olan televizyonlar sayesin­
de hemen herkes oyuncu, he­
za girmiş bir sanat dalıdır ve her
linde de tanımlanan tiyatro me­
tinlerinin estetik durumu her ül­
kede çelişkilidir, seyirciye ve ya­
zara yönelik konumu her zaman
çatışma doğurmuştur. Orijinal
eserlerde görülen yenilik ve şaşırtıcılık, bazen halk tarafından, ba­
zen de sanat çevreleri tarafından
benimsenmeyebilir. Bu da ister
istemez bir gösteri sanatı olan ti­
yatroya politikacıların müdahale
etmesine yol açar. Bazıları da za­
ten kamu tiyatrosudur, o yüzden
her zaman müdahaleye açıktır.
Osmanlı döneminde Direklerarası’nda sergilenen oyunlar, ti­
yatro bakımından önemli olsa da
edebiyat çevreleri küçümsüyordu, çünkü geleneksel tiyatro­
muzdan yola çıkılarak ortaya ko­
nuyor veya o üslûbu yansıtıyor­
du. Eğer batılı örneklere uygun
TÜRK TİYATROSUNUN TEMEL MESELELERİ /
ve edebî değeri olan bir
metin ortaya konmuşsa,
bu kez de halkın ilgisini
çekmiyor, dolayısıyla ti­
yatro olmuyordu. Bunu
kendi çevrelerinde aşan
ve ortaya çıktığı döne­
MİYASOĞLU
sahneleyerek
büyük
prodüksiyonlar ortaya
koyanlarla bir ara tiyat­
ronun yıldızı yeniden
parlamıştı. Bunlar da
Şan Sineması salonun­
da Amerikanvâri müzi­
kallerin gerek sahnele­
min sosyal ve kültürel
anlayışlarıyla halkı ve
aydını kucaklayan tiyat­
ro eseri sayısı çok fazla
me ve gerekse metin se­
çimi açısından tuhaf ör­
neklerini
verdikten
değildir. Halbuki tiyatro
eserleri, halkın ortak
kültür değerlerini oluş­
turmada, çağlar boyunca
çok etkili bir sanat türü
olarak görülmüş ve de­
ğerlendirilmiştir.
Namık Kemal’in V a­
tan Yahut Silistre adlı ese­
sonra, pek çokları gibi
perdelerini kapatmak
zorunda kaldılar. A r­
dından Devekuşu T iyatrosu’nun kabareyi
büyük kitlelere ulaştıra­
rak popülize etme çaba­
ları da kendilerini tü­
ketme biçimine dönüş­
tü. Böylece bir birikimi yok ol­
du...
ri ile Ahmet Mithat Efendi’nin
çatışmasını ele alan oyunlarıyla
Çengi Yahut Dâniş Çelebi adlı ese­
bir dönem hem aydın çevreler­
ri, tiyatroların kapanmasına bile
yol açacak kadar ilgi görmüştür.
den ve hem de halktan büyük il­
Yaygın eğitimin bir parçası
gi gördüğünü ve çeşitli tiyatro
sayılan bize özgü bir tiyatronun
Fakat daha sonraki tiyatro eser­
üslupları denediğini biliyoruz.
gelişmesi ve vatandaşlık bilinciy­
lerinin böyle bir ilgiyi yakalaya­
Birkaç istisna dışında, tiyatro
madığını, hem aydınların ve
edebiyatımızın halkımızı ve kül­
turabilmesi, konuya bu ülkenin
hem de halkın ilgisini çekecek
türümüzü yansıtmadığı, Türk ti­
kültür mirası açısından yaklaşa­
oyunu Dârülbedâyi döneminde
yatrosunun hâlâ yazarını aradığı
cak belediyelerle tiyatro adamla­
de ortaya çıkamadığını görüyo­
ruz. Bunun istisnaları, Rey Kar-
söylenebilir. Onca kamu desteği­
rının işbirliği yapmasıyla müm­
ne rağmen, Şehir ve Devlet T i­
kün olur. Bu da iyi örnekler ya­
deşler’in Lüküs Hayat operetiyle
Necip Fazıl’ın Bir Adam Yarat­
yatrolarının bu ülkede bize özgü
nında, genç yazar ve oyuncuların
bir üslûp geliştiremediği görülü­
yetişmesine zemin hazırlayan ve
mak adlı eserinin kapalı gişe oy­
nanmasıdır. Para ve Nâm-ı Diğer
yor. Özel tiyatroların da çoğu za­
yeni eserlere imkân veren çalış­
man gişe endişesiyle veya ideolo­
maları gerektirir.
Parmaksız Salih oyunlarına da
halkın ve aydının benzer ilgiyi
jik propaganda amacıyla böyle
bir kaygı duymadığı ortadadır.
Yönetm en T iyatrosun u n
göstermesine rağmen, Lüküs Ha­
yat operetini sonraki yıllarda ye­
Haldun Taner’in Münir Özkul’la
Çıkm azı
niden sahneye koyan ve yıllarca
Tiyatro da bir mevsim yaşadık­
gösterimde tutan Şehir Tiyatro­
tan ve bize özgü bir tiyatro üslû­
ları yönetimi Necip Fazıl’ın eser­
lerine elli yıl sansür uyguladı. Bu
sem Kocanın Kurnaz Karısı’m
arada Ahmet Kutsi Tecer’in ge­
sahneledikten sonra kapandı.
le bir arada yaşama şuurunu oluş­
1970 yılında kurdukları Bizim
bu ihtiyacını ortaya koyan Ser­
leneksel tiyatromuzun üslûbun­
Özel tiyatroların kurum veya
dan yararlanma çabasıyla Köşebaşı adlı eserini yazdığını, Hal­
bileni çok azdır. 1980’den sonra
dun Taner’in de gelenek-yenilik
büyük sinema salonlarında eser
devlet yardımı almadan yaşaya­
Son yıllarda tiyatrolarımızda akıl
almaz bir yönetmen kaprisi gö­
rülmeye başlandı. Onlara göre,
tiyatroda her şeyi belirleyen yö­
netmendir; oyundaki figüranla
yazar ve öteki sanatçıların ara­
sında pek bir fark yoktur. Yazarın
eserine sahip çıkmasına duyduk­
ları tepkiyi ifade edecek söylem
Ü m ran-A ğustos -2 0 0 3
87
TİYATRO
Maalesef bu manasız işi, yö­
de hazır: “En iyi yazar ölmüş ya­
zardır.” Halbuki, esere ruh veren
netmen tiyatrosu anlayışıyla Ser­
yazarla oyuna can verecek yönet­
men arasındaki ilişki çok önem­
sem Kocanın Kurnaz Kansı adlı
dramatik oyunu epik bir müzika­
li. Bazı yönetmenler eserin temel
le çeviren Orhan Alkaya adında,
esprisini yok edebilecek tasarruf­
lara girişebiliyor. Bunlardan en
edebiyatla da ilgilenen bir yönet­
men yapmaya çalıştı. Tabii Hal­
şaşırtıcı olanı, Necip Fazıl’ın Bir
dun Taner’i tanıyanlar tarafın­
Adam Yaratmak adlı eserini sah­
neye koyan Devlet Tiyatroları-
dan epeyce garip karşılandı. Bu
türden estetik bir cinayete teşeb­
yönetmeni oldu. Mistik ve meta­
büs edebilmesi için insanın ya
yûk duyarsız olması veya şartlan­
fizik bir mesaja sahip olan eseri
sahneye koyarken, eserin bu
yanlarını yok etmeye çalıştığını
tiyatro dergisinde ifade etmekten
çekinmedi. Son olarak, bu ince­
liklere çok önem veren Haldun
Taner’in eserlerinin de böyle üs­
lubu bozularak sergilenmesi şa­
şırtıcı...
Hikayeci, sohbet ve tiyatro
yazarı olarak Haldun Taner, ti­
pik İstanbul kültürünün dikkate
değer sözcülerinden biriydi. Asaf
Hâlet ve Ziya Osman gibi, onun
üslûbundan da İstanbullu cipine
özgü incelikleri ortadan kaldırır
veya kaba sözler, sloganlar veya
ideolojik söylemler ilâve ederse­
niz, Haldun Taner’den eser kal­
maz. O yüzden Haldun Taner ya­
verilir. Sonra bu hikâyedeki kişi­
lere benzeyen okuyucuların tep­
kileri yansıtılır, sonunda da te­
mennilere göre yeniden yazılmış
popülist hikâye son şekliyle ki­
tapta yer alır. Böylece Haldun
Taner, sanatçıyı sirkteki maymu­
na çevirmek isteyen okuyucu
tipleriyle siparişe göre eser yazıl­
masını isteyenleri eleştirir. Bu
hikâyeyi sonraki yıllarda Ayışığında Şamata adıyla oyunlaştırmış ve eser de sahnelenmişti.
Tiyatro eserleri üzerine tez
yaptığım Haldun Taner’in birbi­
rinden farklı üç türde eser verdi­
ğini görüyoruz: Dramatik, epik
ması lazım.
G österi Sanatlarının G eleceği
Tiyatro mevsimlerinin sonunda
veya başında, yahut çeşitli vesi­
lelerle düzenlenen gösterilerden
sonra bazı tiyatro adamlarına, ti­
yatronun geleceğine ilişkin soru­
lar yöneltilir. Cevaplar kişiye ve
kişiliğe, tiyatronun içinde veya
dışında bulunmasına göre elbet
değişkenlik gösterir. Meselâ ti­
yatro hayatı sona eren bazı tiyat­
ro oyuncuları geleceği epey ka­
ranlık görürken, kamu tiyatrola­
rıyla T V reklâmlarında yahut te­
ve kabare eserleri... İlkinde görü­
levizyon oyunlarıyla dizi filmler­
len açık biçim unsurları, onu
de yer alabilen oyuncular da du­
epik ve kabare türlerine yakın
rumu eskisinden pek farklı bul­
şadığı günlerde, popülizme oldu­
ğu kadar para ve ideolojik söyle­
bir üslup benimsemeye yönelt­
madıklarını, hatta “gürbüz, canlı,
me de kendilerini kaptıran Deve­
miş, sonra da Keşanlı Ali Desta-
halkıyla kaynaşan bir tiyatro ha­
kuşu Kabare oyuncularıyla ilişki­
sini kesmişti. Halbuki başlangıç­
nı’nın ardından Devekuşu Kaba-
yatının” her şeye rağmen yaşadı­
ğını; zengin dekorlarla kadife
ta onlara isim babası olduğu gibi
emek ve değer verdiği herkes ta­
Bu tiyatro, geleneksel tiyatromuz
rafından bilinir...
Haldun Taner’in Ayışığında
nelerken her gece az çok değişen
re’yi genç oyuncularla kurmuştu.
gibi, kanavası belli oyunları sah­
aktüel ve politik skeçlere ağırlık
perdelere yaslanan sahne çalış­
malarının zaten kendiliğinden
tükenip gideceğini söyleyebilir.
Bunlar değişik durumların deği­
Çalışkur adlı tek kitaplık büyük
veriyordu. O yüzden metinleri
hikâyesi, böyle hesaplar ve popü­
yayınlanamadı. Fakat dramatik
list etkilerle kabalaştırılmış bir
sanat eserinin hikâyesidir. Kitap­
yınlanmış, üslubu ve tavrı kesin­
ta önce, Çalışkur adlı bir apart­
leşmişti. O yüzden dramatik bir
manla çevresinde, ay ışığında ya­
şanan, hoş ve tabi' olayları anla­
oyunu epik veya kabare oyunu
haline getirmenin manası yok­
“Bir zamanlar Türkiye’de garajlar
kapatılıp tiyatro yapılıyordu,
tan bir hikâye orijinal şekliyle
tur.
şimdi tiyatrolar kapatılıp garaj
8 8 Ü m ran »Ağustos •2003
ve epik oyunlarının metinleri ya­
şen cevaplarıdır ve söz konusu
etmeye değmez. Fakat bir müna­
sebetle görüşü sorulan bir tiyat­
rocunun cevabı, gösteri sanatla­
rının durumunu kısaca özetliyor:
EGİ N İ
çekleri ört, zalimin yanında yer
CENNETE BİR ADIM DAHA...
al, etliye-sütlüye karışma; krallar
gibi yaşarsın!
Ama o, ne dünyasını, ne de
D A V U T Y A T K IN
ahiretini üç-beş paraya satanlar­
dan! Kendi deyimiyle “yapma-
mız g erekirken yapm adıkları­
mızdan, söylememiz gerekirken
söylemediklerimizden hesaba çe­
kileceğimizin” bilincinde olan­
lardan!..
O
nu ilk kez Pendik Kültür
Merkezi’nde tanımıştım.
Yine Toktamış Ateş’le
tartışmış; hararetli bir ortamda
kendisini inançlarına, ve ilkeleri­
ne ne kadar sadık bir insan oldu­
ğunu ispatlamıştı.
O her konuşmasında ve her
yazısında pür-samimiyettir; ken­
dimizden, bahseder hep; mutlaka
ahireti hatırlatır; ve son cümlesi
“selâm ve duâ ile”dir. Nitekim
yine öyle...
Dava adamıdır, sabır timsali­
dir; daima mazlumun yanında, za­
limin karşısındadır! Zulme karşı
mücadelesiyle, cesaretiyle, kıvrak
zekâsıyla, mütevazı yaşantısıyla
örnek insandır!
“ Müslüman şahsiyet” olarak
parmakla gösterilecek birkaç in­
sandan biri olan, Vakit gazetesi
yazarı Abdurrahm an D ilipak’ts^ı
söz ediyorum...
Bir yazısında şöyle diyordu: I
“Ben 30 yıldır yazıyorum. 30
yıldır sanık olmadığım pek az gün
olmuştur. Adım hep sanık olarak
çağrıldı. İlk yazım 12 yaşımday­
ken yerel bir gazetede yayımlan­
dı. Ulusal gezetede (Yeni İstanbul)
ilk yazım çıktığında-14 yaşınday­
dım 18 yaşımı bitirdiğim yılua
ıMilli Nizam davasında bir bildiri­
yi kaleme alan kişi olarak yargı­
landım.
9 0 Ü m ran-A ğustos •2003
“...Bugüne kadar yüzlerce da­
vadan yargılandım. Çoğu da
DGM’lik. Hemen her gün mah­
keme lcoridorlarındayım. Bu ne­
denle 10 yıldır yeni bir kitap yaza­
madım; konferanslara gidemez ol­
dum...” (Akit, 1.12.2001)
Farklı kulvardaki bir yazarımı­
zın (Mehmet Altan) da aynı şey­
leri söylemesi ne kadar ilginç:
“Bu ülkede mahkemeye çıkmak­
tan yazı yazamaz, konferanslara
gidemez oldum.”
Bilim ve fikir adamları, yazargizerleri düşı'nıcelerinden dolayı
mahkum fcçiUe.ft. qece varlar*
apar-topar derdest adilen, evleri­
ne haciz konulan bizden ba*iLa
kaç ülke kaldı dünyada?! Doğrusu
merak ediyorum. Gazete(ci)leripi
“akredite olanlar" ve “akıediıe
olmayanlar” dive k ategorilere
ayırıp damgalayan-kaç. ü!ke*Vör!£
Dü *■ ^orı>>n da; A . D illpak
hortumcıılara göz yumsaydı, yolsuzlııkları gi 1‘ yeli, mazlumunmağdurun ya ■ında yer almasaydı,
sessifl^oğunlugun sesi olftıasaydı,
bunlar gen \ıydi başına? Ya da
bilmem hangi hazanın 27.katmda oturduğu y ien asparagas haber üretip doll arı cebine indirlırma operasyonşeydi, bu tür
laııyla karşıla
mıydı?
* Dilipak’a
ilanlar aslında şu
mu? Sen de germesajı vermi
Onu, sahte hukuk numarala­
rıyla, komplolarla susturmaya ça­
lışanlara sesleniyorum: Baltayı ta­
şa vurdunuz! Hem de sağlam ta­
şa! Başı yarılan siz olursunuz!
Hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmayan, baskılar karşısında
yılmayan kararlı bir âbide var
karşınızda!
Dorusu, “Mücadele adamı”
denince, aklıma ilk gelen hep
odur. Başörtüsü direnişinin sim­
gesi o değil miydi? “1 1 .1 1 .1 1 ”
şifresinin mimarı o değil miydi?
İnanç mağdurlarına yapılan hak­
sızlığı ’jen çok dile getiren o değil
mi?..
Evine haciz geldi diye, üzüldü­
ğünü, hiç sanmıyorum. O biliyor
ki, bu dünya bir imtihan dünyası
ve herkes gibi o da bir sınav için­
de!...
“Qevşemeyin, üzülmeyin,
eğer inanıyorsanız üstün gelecek
olan sizlersinizf> âyetini bize sık
sık hatırlatan kendisi değil mi?
Son sözümüz zâlimlere: Dilipak’ın evini, eşyasını haczedebi­
lirsiniz; ama yüreğini ve fikirleri$i asla haczedemeyeceksiniz! Bu
yaptıklarınız, sadece onu cennete
bir adım daha yaklaştırır!
Evet, cennete bir adım daha!..
A
;
llah ne güzel nimetler ya­
ratmış! Hangisi için şiikretsek azdır!
Halk arasında güzel bir atasözü
var; “Tuz kokmaz, asıl yozmaz”
diye. Bu doğru mudur? Doğrudur!
‘Nereden bildin?’ derseniz; bu­
nu bilmek için deney ve gözlem
yapmaya bile gerek yok...
Şu asalet çok farklı bir şey...
Bu, belki ana-babayla biraz ilgili
ama; eğitim, yetişme tarzı ve çevre
bu konuda daha önemli olsa gerek,
insana şekil veren çok sayıda et­
ken var tabii ki. Hangisi daha bas­
kın olursa, insan kişiliğinde de o
daha çok ortaya çıkıyor...
Aşağıdaki hikaye, meseleyi an­
lamamızı kolaylaştırıyor:
Bilindiği gibi, eski dönemler­
de, okumak yani tahsil yapmak öy­
le kolay değildi; önünüzde aşmanız
gereken bir hayli zorluk vardı:
Ha deyince, yurt yada pansi­
yon bulunmaz. Birkaç öğrenci bir­
leş ip, ya bodrum yada çatı katında
bir ev odası tutulur. Beraber yenir,
içilir; birlikte aynı çileler çekilir.
Usanıp bıkılsa da birbirinin sıkın­
tısına katlanılır; dertler paylaşı­
lır... ‘Ah şu okul bir bitse!’ naka­
ratı hep tekrarlanır durur. Aman
neler yapacaklardır!
O gelecek güzel günlerin haya­
liyle günler hızla geçip gider...
Aynı idealler, düşünceler pay­
laşılır; fedakarlıklar, kahramanlık­
lar sergilenir; darbeler görülür, sü­
reçler, seçimler yaşanır; umutlara,
umutsuzluklara, karamsarlıklara
tanık olunur...
Gel zaman, git zaman; beraber
yürünülen o inişli-çıkışlı yollar bi­
ter... Ama o çileli yol bitmeden
nice kararlar alınmış; birbirlerine
‘delikanlı sözleri’ verilmiştir:
Aynı çileyi paylaşmış insanlar
olarak birbirleriyle irtibatı kopar­
mayacaklar, birbirlerine danışma­
dan, istişare yapmadan adım atma-
TUZ KOKMAZ!
RAM AZAN TAM ER
yacaklar, birbirlerine asla vefasız­
lık etmeyeceklerdir...
“Hâlâ hikâyeye gelemedik!” de­
diğinizi duyar gibiyim...
Hikâyemiz, yukarıda anlatılan
türden bir arkadaşlığı paylaşanlar
arasında geçiyor:
Yolun sonuna geldiklerinde;
son ayrılık yemeğinde bir arkadaş­
ları, hepsinin ortak hissine tercü­
man oluyor:
-Arkadaşlar! Birlikte iyi-kötü
günlerimiz geçti. Nihayet tahsil
hayatımız bitti. Şimdi her birimiz
bir tarafa gideceğiz. Gelin birbiri­
mize delikanlıca söz verelim: Ara­
mızdan kim önemli bir makama
gelirse, büyük adam olursa, diğer­
lerine yardımcı olsun. Bu günleri
unutmasın, arkadaşlarını da unut­
masın; görmezlikten gelmesin...
Yıllar sonra karşılaştığımızda bir­
birimizi tanımamız için aramızda
bir şifre belirleyelim ve kimse bu
şifreyi unutmasın...
Kısa bir sessizlikten sonra, şifre
belirlenir: “Ben O ’yum!”...
“Tamam” diye tasdik eder tüm
arkadaşlar...
Aradan aylar ve yıllar geçer.
Seneler sonra duyarlar ki, arkadaş­
larından falanca etkili ve yetkili
bir adam olmuş, önemli bir maka­
ma gelmiş.
Bunu duyan bir arkadaşı, he­
men yola koyulup ‘eski dostu’nu
makamında ziyaret etmek ister...
Fakat o da ne!.. Sekreter hanım,
randevusu olup olmadığını sormak­
tadır; beyefendinin toplantısından,
telefon görüşmesinden, yoğunlu­
ğundan dem vurarak onu oyala­
maktadır... Bizimki kafaya koy­
muştur; ne yapıp edip içeri girecek­
tir. Sekreter hanımla içeriye haber
göndermeyi başarır. Ama dakika­
lar, saatler geçmesine rağmen yine
makama kabul edilmez...
Nihayet, öğrencilik yıllarında
birlikte kararlaştırdıkları şifre gelir
aklına!.. Der ki sekreter hanıma:
- içeriye son kez hatırlatın lüt­
fen: Burada “ben O’yum!” diyen
biri sizi bekliyor!..
Cevap çok geçmeden gelir:
- Beyefendi diyorlar ki: O “O ”
olabilir, am a ben “O ” değilim!..
Bizimki şaşkındır, yıkılmıştır;
âdeta şoke olmuştur!..
Oysa, birlikte ne güzel günler
geçirmişlerdi!.. Birbirlerine ne söz­
ler vermiş, geleceğe dair ne hayal­
ler kurmuşlardı!..
Üstelik kendisinden hiç bir
beklentisi de yoktu...
Bizimki mahzûn ve mey’ûs dö­
ner memleketine!
Ama hayatının en önemli der­
sini almıştır: Anlamıştır birileri
için çok şeyin değiştiğini!
Defnedilmiş cenazeye selâ oku­
mak gerekmez!.. Umutsuzluğa düş­
menin ise hiç anlamı yoktur!
Vakit kaybetmeden, aslını ve
asaletini unutmayan birilerini ara­
maya başlar...,
■
Ü m ran ‘ Ağustos .2 0 0 3
91
E TKİ NLİ K
li bir noktaya getirilmesi, dü­
ULUDAĞ’DA BEYİN FIRTINASI
zenli sorularla belli bir siste­
m atik içinde devam etm esi,
işin bir diğer güzelliği olarak
H İ K M E T D E M İR
ortaya çıkm aktadır.
Ertesi günün sabahında va­
k ıf b aşkan ı
M e tin
A lp ars­
la n ’ın açılış konuşması ile baş­
layan 1. oturum, selamlama
B
ursa
U lu d ağ ’dayız.
H erh a ld e
U lu d ağ ’da
lara dönüştürmede sadece bir
etken.
kışın fırtınalar oluyor­
Ö n celik le bu tür gezilerin,
dur. Fakat bu sefer Uludağ
farklı insanların biraraya gelip
farklı bir fırtın a yaşadı. A raş­
tanışm asına vesile olduğu için
tırm a ve Kültür V ak fı’n ın her
ö n em li olduğu k a n a a tin d e ­
sene düzenli olarak gerçekleş­
yim. H opa’dan Bursa’ya 22 sa­
tirdiği yaz gezisi, işte bu beyin
at yolculuk yaparak gelen ar­
fırtın asın ın ev sahipliğini yap­
kadaşı buraya g etiren saiki
tı. Bursa’n ın sıcaklarından te­
önem sem ek
leferikle 1 8 0 0 m etrelere doğru
İlk geldiğimiz gün ikindi vakti
yükseldiğiniz zaman sıcak bir­
yaptığımız Avrupa Birliği ile
den üşümeye dönüşüyor ve te­
ilgili dar katılım lı müzakere­
miz ok sijen i hissediyorsunuz.
n in, beni oldukça h eyecan ­
Bu ok sijen beyin fırtınasını
landırdığını da belirtm eliyim .
sağlam kafalarla verimli ufuk­
Bu oturumda tartışm anın bel-
gerekm ekted ir.
konuşm aları ile devam etti ve
vakfın faaliyetlerinin an latıl­
dığı slayt gösterileri ile son
buldu. Bu arada vakıf binası­
n ın gerçekten özverili gayret­
lerle kısa sürede bitirildiğini
h atırlatm ak isterim. Bu güzel
bina, gerçekten insanı tarihe
tekrar döndürecek güzellikler
yaşatıyor, içindeki insanların
da sizi kendi ailenizde gibi h is­
setm enizi sağlayacak içten lik ­
lerin i belirtm ek herhalde zaid
olur.
Ö ğleden sonraki oturumda
ise, şu anda isim lerini h atırla­
yamadığım gençlerin, aynı za­
m anda
kendi
b ek le n ti
ve
ümut(suzluk)larını dile geti­
; Öncü Kur'an Neslinin in e s im Doğru...
----_ .
-------- --- rr-—'-7*
ren panelleri vardı. Böyle bir
p a n e lin
d ü zenlenm esinin,
“gen çlerin de kendilerini ifa­
s. am
de etm elerine im kan verilm e­
si” açısından önem li olduğu­
nu düşünüyorum. Çünkü' bu
gençler T ü rkiy e’n in alt yapısı­
nı oluşturuyorlar ve tüm b ek ­
len tileri ile yirmi yıl sonrası­
n ın T ü rkiy e’si anlam ına gel­
m ektedirler. A rdından vakıf
9 2 Ü m ran -A ğu stos •200.3
ULUDAĞ’DA BEYİN FIRTINASI /
DEMİR
çevresinde biraraya gelen ezgi
grubunun d in letileri, “çaba”
ve “faaliyetlerin çeşitlen m esi”
parantezlerinde önem senm elidir. Çünkü müzik adına d in­
len en parçaların kolaycılığına
düşmeden am atör ruhla bir
şeyler üretmeye çabalam a, ilk
anda bu faaliyette göze çarp­
maktadır.
A kşam leyin yapılan küre­
selleşm e, Avrupa Birliği ve
T ü rkiy e ilişkileri ekseninde
d önen panel, yeni tartışm a ve
ufukları beraberinde getirdi.
herhalde anlatm aya yeter.
Daha sonra yapılan veda töre­
İbrahim Karagül beyin dış po­
Ertesi gün sabahleyin Fah ­
n i ve sam im i ku caklaşm a,
litik a , Ertuğrul Bayram oğlu
rettin G ö r beyin yönetim inde
“Birbirini sevm edikçe mü’m in
beyin tarihi ve Ş em settin Oz-
yapılan konuşm alar, ardından
olam azsınız” h ad isin i
dem ir beyin daha ço k düşün­
A h m et C em il Ertunç beyin
hale getiriyordu.
sel yaklaşımları, hem birbirini
efradını cam i ağyarına m ani
Bir çok farklı duyguları bi-
tam am ladı h em
“Rasûlüllah Portresi” ve sonra
rarada yaşadığım bu gezi, öğle­
farklı açılardan bakm a fırsatı
A bd ullah
den sonra herkesin geri dönü­
verdi. Bu p an elin
ardından
Kur’an ’dan m ülhem “dua”sı,
şüyle
tekrar Avrupa Birliği ilişkile­
gerçekten dinlenm eye değer­
aralarında verilen çay molası
rin i masaya yatırm a ve üzerin­
di. Bu kapsamlı dualara gö­
yeni insanlarla birlikteliği de­
de tartışm a yapma gereğini
nülden “am in ” dem em ek de
rinleştirm e gibi bir am aca da
duymamız, panelin ön em ini
h ak ikaten m ümkün değildi.
hizmet etti.
de konuya
Yıldız
beyin
n o k talan d ı.
ca n lı
O tu rum
Bu geziyi fedakâr çabala­
rıyla organize eden U ğur A ltun ve İlhan Gündoğdu bey­
lerle, Y etkin, Zafer, Ö m er ü ç­
lüsünün katkıları takdire şa­
yandı. Kam pın gelecek yıllar­
da hem sınırlı katılım lı, hem
de geniş katılım lı organizeleri,
daha yoğunlaştırılm ış beyin
fırtınaları ve faaliyetleri m uh­
tevi olması tem ennim izdir.
A llah ’ın (C C ) hayırlı işle­
ri daim kılm ası dileğiyle...
Ü m ran •Ağustos •2003
■
93
YANSIMALAR
BATPNIN KUYRUK ACISI
At Eti Yiyen Kral
ER TU Ğ R U L BAYRAM O ĞLU
B
arbaros’un Cezayir’i fet­
hinden sonra bu bölge
üzerinde hesapları bulu­
nan Kral Carlos -ki Ispanya, A l­
manya, Belçika, Napoli, Sicilya,
Hollanda ve Amerika’daki sö­
mürgelerin hakimi idi- Barba­
ros’la mücadelesinde ihanet tek­
lifi dahil her yola başvurmuştu
ama bunlardan bir sonuç elde
edememişti. Barbaros’un İstan­
bul’a gitmesini fırsat
bilen Karl(os) C e­
zayir’e bir sefer
düzenledi. Haçlı donanmasında
516 tekne vardı, forsalar hariç
12.330 deniz askeri, 23.900 kara
askeri, ceman 36.230 asker vardı;
yardımcı sınıflar da bunun dışın­
da idi. Kral Karlos orduyu bizzat
yönetiyordu.
Cezayir kalesinde ise Barba­
ros’un evlatlığı Haşan beyin ya­
nında 600 Osmanlı levendi ve
2000 gönüllü Arap askeri vardı.
Avrupalılar zaferden o kadar
emindiler ki, Avrupa’nın bir çok
ileri geleni bu zafere şahit olabil­
mek için sefere katılmışlardı.
Karlos Cezayir kalesini kuşatmış
ve teslim teklifinde bulunmuştu.
Teklifin reddi sonrasında yapılan
saldırıları Osmanlı leventleri ba­
şarı ile püskürtmüşlerdi. Zafer­
den emin düşman o geceyi eğ­
lence ile geçirmişti. Bundan son­
rasını Barbaros Hayrettin Paşa’nın hatıralarından izleyelim:
“Haşan casuslarını şövalye kı­
lığında düşman çadırlarına kadar
soktu. Leventler İspanyolca’yı
çok iyi konuşuyor ve anlıyorlar­
dı; düşmanın durumunu Hasan’a
bildirdiler. Haşan leventleri ile
kafir ordugahına yaklaştı, ay bu­
lutların arkasına gizlenmişti, ge­
ce kapkaranlıktı, yağmur başladı
ve gittikçe şiddetlendi, nihayet
fırtınaya çevirdi. Bütün alâmet­
ler Cenab-ı Hakk’m yardımının
mücahit kullarının yanında ol­
duğunu gösteriyordu. Leventler
düşmanın burnunun ucuna ka­
dar yanaştılar. Semadan yumurta
büyüklüğünde dolu yağıyordu,
çadırına sığınmayan tek kafir
kalmamıştı. Derya cûş u hurûşa
gelmiş, kaynıyor­
du. Kafir do­
n a n m a sın d a ,
9 4 Ü m ran-A ğustos •2003
BATI’NIN KUYRUK ACISI /
teknelerini sulara gömdürme­
mek için büyük bir faaliyet başla­
mıştı.
BAYRAMOĞLU
Unutmayalım ki sosyal olay­
ların deney ve tecrübe sahası ta­
rihtir, aynı yılan tarafından iki
kere ısırılmak istemeyenler tari­
hi iyi analiz etmek zorundadırlar.
Namık Kemal’in dediği gibi:
“Tam gece yarısı, Haşan bey
düşman ordugâhını tarumar et­
meye başladı; korku içinde bağı­
ran ve dört bir yana kaçışan kafir­
“T a rih
ki geçm işten geleceğe
haber götürücüdür. G örün ü şte
lerden 3000’i leventlerin palaları
altında can verdi, kafirler sabaha
hikaye zannedilir, fakat gerçek­
kadar uyuyamadılar.”
te ilim lerin en yükseği olan ta­
Karlos sabahın erken vakitle­
rinde askerlerine gemiye binme
rih, devlet idaresinin en büyük
emri verir, ama büyük bir izdi­
ham çıkar. Haşan Bey bu fırsatı
kaçırmayarak düşmana hücum
eder ve düşman binlerce ölü bı­
rakarak çekilmek zorunda kalır.
Gemilerde bulunan 4 0 0 0 saf
kan at, -Barbaros’un deyişi ile
“Binlerce akçaya alınamayacak”
bu hayvanlar- erzaklarını kaybe­
den düşmanlar tarafından kesile­
rek yenilir. Karlos dalıi değerine
paha biçilemeyen atını kestirip
yemek zorunda kalır. Avrupa’nın
en büyük hükümdarı Karlos’u ye­
nen Haşan Bey ise bir Bahriye
Sancak Beyidir.
sındaki hareketi ‘yeni bir haçlı
seferi’ diye nitelendirmişti.
Yunan işgali sırasında Osman
Gazi’nin türbesine girip tekmele­
yen Yunan subayının da benzer
şeyler söylediği rivayet edilir.
Dolayısı ile bugün Avru­
pa’nın ve onun uzantısı olan
A BD ’nin ülkemize yaptıklarını
anlamak isteyenler, bize karşı
olan komplekslerinin kaynağını
görmek isteyenler tarihe dönüp
bakmalıdırlar, ki yukarıdaki va­
ka, geçmişteki bu tür olaylardan
biridir.
yardım cılarındandır. H ak ik aten
bir m illetin
tarih i bilinm ezse
yaşamasına, ilerlem esine gerek­
li olan sebeplerin varlığı ve yok ­
luğu nerden öğrenilecek? Siyasi
olaylar madde değildir ki gözle
görülsün, elle tutu lsu n. T a b ii
ve riyazi ilimler değil ki vasıta­
larla ölçülsün, m uadeleyle çö ­
zü lsü n."
Son söz J.J. Rousseau’nun:
“T a rih , okuyana kendi gözü­
nün görme derecesine göre yol
gösteren bir kılavuzdur.”
■
BUGÜN ŞENİNDİR
Tarihi olaylar sadece tarih
kitaplarının sayfalarını değil,
milletlerin bilinçaltını da doldu­
Niçin kalbini üzüntülerle dolduruyorsun? Daha güzel işler başarmak için
rur. Bu nedenle Filistin’i işgal
bugün şenindir. Bugün elindedir. Sana verilm iştir. İçini ne dünün kederi ne
eden İngiliz kuvvetlerine komu­
ta eden General Allenby, “İşte,
yarının endişesi doldursun. Çok fazla düşünme ve bugünü kazanmaya ça­
bugün haçlı seferleri bitmiştir”
derken, Londra’daki madalya
takma
töreninde
kendisine
“Haçlıların en büyüğü ve en so­
lış. Bak, günün içinde hayat kaynıyor. Hayatı sev, insanları sev.
İnsanların sana kötülüğü dokunsa bile onları affetmeyi bil. Çünkü affet­
meyi bilmezsen kalbini ağır bir yük baskı altında tutar. Bu baskıdan, bu kin­
den, bu nefretten ve bu kıskançlıktan kurtul.
nuncusu, en son haçlı seferinin
Sabahleyin, güneşin karanlıkları dağıttığı gibi sen de içindeki karanlık­
muzaffer şövalyesi” diye hitap
edilecektir.
ları dağıt. Güzel düşüncelerle, başarılacak iyi işlerle bugünü kazan.Unutma
ki bugün şenindir.
İşte bu bilinçaltı boşalması
sebebi ile Bush, 11 Eylül sonra­
(Osman Nebioğlu)
Zaferlerin temeli adalettir; her türlü zararın sebebi zulümdür;
her türlü kusuru örten iyilik ve bağıştır; bütün iyilikleri, hünerleri örten cimriliktir.
(Nizami)
Ü m ran-A ğustos •2003
95
AYNADAKİ
TEBESSÜM
yormuş .
Kedi de, fare delikten çıksın di­
UYANIK!
ye uyukluyor numarası yapıyor­
muş . Uzun zaman geçtiği halde fa ­
re bir türlü delikten çıkmıyormuş.
F A H R E D D İN G Ö R
Daha fazla dayanamayıp fareyle
konuşmaya karar vermiş;
H
ayatta bir garip işler
olur durur. A n be an
yaşarız. Bazen farkına
varır, bazen varamayız. Farkına
vardıklarımızın da çok komik
şeyler olduğunu anlayıp güler
- ‘F are kardeş hadi oradan
çık. K orkm a, acıdım san a, aç
olduğunda belli. B u delikten şu
deliğe gir. K ısacık bir yol. İçer Kadın;
de bir am bar buğday, koçan
Size n e olur m u doktorcu -koçan mısır, kelle kelle kaşar
ğum; sizin bu kazancınızdan peyniri var, afiyetle ye! Sağlığı*
bizim de bir payım ız olm alı d e­ m a duacı olursun’ demiş.
ğil mi? Zira çocuğun başın a ta Yine uyuklam a num arasına
şı atan ben im oğlum dur!..
devam etmiş, am a fare de hareket
geçeriz.
Kişilere göre değişir am a, hani
Bazıları kolay başarılar peşin­
dağlar yansa da bir kalbur sama­
dedir. Kendini uyanık sanır. Bir
nı yanmaz kabilinden gamsız tipler
başkası da olacakların farkında
olduğu gibi, dağdaki aç kurdun
olup tedbiri elden bırakm az■ K e­
tasasını çekenler mi dersiniz, ala­
diyle farenin hikayesi buna güzel
vermiş:
cağını istemeye utananlarla kırk
bir misaldir.
- T eklifin güzel am a yapa'
m ayacağım .
' ‘N eden ’ demiş kedi.
yok. Kedi dayanamayıp tekrar so­
kere istesen de vermeyen pişkinler
Evin kedisi orta yerdeki minde­
mi dersiniz veya her olayda bir çı­
rine kurulmuş uyuklarken bir tıkır­
kar arayanlar m ı ! ..
tı ile uyanmış ve kulak vermiş bu
sese. Belli etmeden etrafı süzmüş
Kadının biri, zengin konağın­
ve kısa sürede tıkırtının sorumlu­
dan çıkan ünlü doktorun yanına
sunu bulmuş.
Bir fare köşedeki delikten
yaklaşmış:
- Doktor Bey,
ürkek bir şekilde kâh başını
şu konağın başı
y aralı çocuğunu
tedavi ediyorm uş -
çıkartıp kâh içeri çekiyor,
sunuz?
' ‘E v et’ demiş
doktor.
Kadın devamla;
- B ir hayli ücret
d e alıyorm uş sunuz
bu tedaviden ...
- ‘İyi am a bundan si
ze n e!’ demiş doktor.
9 6 Ü m ran-A ğustos •200.3
ru sormuş;
- F are kardeş ne bekliyor'
sun; dediğimi yapsana!
Fare üzüntülü bir sesle cevap
Fare;
- ‘K ısacık bir yol; bu delik'
ten çık şu deliğe gir’ diyorsun;
sonunda kelle kelle kaşarlar
ve b aşk a yiyecekler; külfet kü­
çük, n im et bü yük. B u işte
m u tlaka bir pislik var dem iş.
odayı etraflıca izli­
Uyanık
günler
dileğiyle!
ÜMRAN EK
DÜNYA YÖNETİMİ:
ÜTOPYANIN ÖTESİ
Stanley HOFFMANN*
Tüıkçesi: Mehmet OZAY
:-'rP .d aİL is
dergisinin Kif/2003 sayısında Harvard Ü nivcrsi'esi’n Jo n Stanley
Hoffm ann’’r. kaleme aldığı ‘Dünya Yönetimi’ başlıkla maksle, özellikle Soğuk S a ­
vaş dönemi sonrasından itibaren dünyanın A B D ’n ın tek yanlı tutumuna zorunlu
muhatabı oldıığn gerçeğinden yola çıkarak, dünyada barışın tesisi yolunda bu du­
rumun olumsuzlukları dolayısıyla y e ri bir dünya yönetim biçim i önerisinde bulun­
maktadır. Küreselleşmenin gemi azıya almış bir vaziyette hüküm ferma olduğu bir
dönemde, güçlıinün ve zenginin giderek daha da güçlendiği, güçsüzün ve fakirin
daha da ezildiği artık su götürmeyen ve göklerden ırak olmayan bir aurum arz et­
mektedir. Bu bağlamda H offm an’tn çalışması, eli kolu tutulmuş vaziyette kalma­
yan insaf sahiple inin çabasına bir örnek olarak değerlendirilebilir. Uluslararası
arenadaki kaotik variyetin sorumluluğu, yanlış icraatlarıyla veya yapmaları gere­
kenleri yapmamakla son döneme damgasını vuran beş tem el kurum olan BM , IMF,
jrld Bank,
(Dünya
ictjret Örgücü), O E C D olduğunu söylersek yanılmış
olmayız. Dünyada refah " e mutluluk bulmak bir yann, güce sahip olanın aklına
eseni yaptığı biı ortamla karşı karşıyayız. Politik?, yapıcılara ısmarlanan dünya düzemeri projeleri karşısında her ulusu aynı sorumluluk çerçevesinde örtüştürecek
bir yapıya duyulan ihtiyaç her zam anenden çok daha elzem hale gelmiştir. İçinde
bulunduğumuz ülke ve coğrarya kadar, her ulus ve coğrafyayı yakından ilgilendiren
böylesi bir dünya yönetimi tasarısının ufuk açıcı olacağı kanaatindeyiz,
Ü m ran ■AğusmS'20G3
I
M
odern dönemde ulus-devletlerin ortaya
çıkmasından bu yana, diplomatlar ve si­
yaset teorisyenleri uluslar arasında barışı
ve kimi adalet mekanizmalarını daha etkin kılacak
uluslar arası kurumlar inşa etmeye çalışmışlardır.
Günümüzdeki uluslar arası manzaranın ortaya koy­
duğu karmaşık durum dünya yönetimi konusunda
her zamankinden daha çok adil ve etkin bir siste­
min varlığını zorunlu -fakat, aynı zamanda, bunu
olasılık dışı da kılabilecek- kılmaktadır. Bu koşul­
larda, ütopyacılığa düşmeksizin mevcut şartları aş­
mayı sağlayacak bir olgu olarak dünya yönetimiyle
ilişkili bir tasarıyı kısaca tanımlamak faydalı olabi­
lir. Böylesi bir tasarı her zaman geçerliliği olacağın­
dan uluslar arası politikaya uygunluk arz edeceği
anlamına gelmektedir.
Uluslar arası politikanın en çarpıcı özelliği
uzunca bir süredir anarşik bir karaktere sahip olma­
sıdır. Egemen ulus-devletlerin ortaya çıkışından bu
yana, söz konusu bu devletler üzerinde egemenlik
hakkına sahip bir gücün varlığı mevzu bahis olma­
mıştır. Çatışmaların çözümlenmesinde değerler ve­
ya prosedürler bağlamında herhangi bir görüş birli­
sında var olan güçlü bağlantıları barışçıl değişim
için uygun ortamı sağlamasını engelliyordu.
Birleşmiş Milletler 1945 yılında kurulduğunda,
II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan karma­
şayla mücadele etmek yerine, Milletler Cemiyeti’nin uğradığı fiyaskoya maruz kalmayacak şekilde
planlanmıştı. BM Güvenlik Konseyi, Milletler
Cemiyeti’nin bünyesinde faaliyet gösteren Konsey’den çok daha güçlü bir yapıya sahipti. Fakat iki
yıl içersinde Soğuk Savaş, oluşan bu gücün önde
gelen devletlerin yönlendiriciliği olmadıkça -ki bu
ülkeler Soğuk Savaş boyunca bu görevi üstlenme­
diler- uygulamada herhangi bir yaptırımının olma­
yacağını ortaya koymuştu.
SSC B ’nin yıkılıp Soğuk Savaş döneminin sona
ermesiyle yeni bir küresel rejimin ortaya çıkacağı
ümidi belirdi. Fakat, Güvenlik Konseyi’nin etkin
hale gelmekle beraber, bu konudaki bütün umutlar
kırıldı. 1990 yılından beri, bir tek egemen ulusdevlet tarafından -Birleşik Devletler- hakim olu­
nan tek kutuplu bir dünyada BM, ancak Birleşik
Devletler’in önderliğini takip etmek suretiyle işle­
vini etkin bir şekilde yerine getirebilirdi.
Geçen elli yıl zarfından BM, uluslararası ve si­
ğinin olmamasıyla birleşen böylesi bir süper gücün
vil çatışmalar arasındaki geleneksel ayrımın orta­
yokluğu uluslararası politikada, -Rousseau’nun de­
dan kalkması nedeniyle çok daha büyük bir zorluk­
yimiyle ‘savaş durumu’- uzunca bir süredir gerçek
la karşı karşıya kaldı. Soğuk Savaş boyunca, Birle­
veya potansiyel bir durum arz etmektedir. Anlaş­
şik Devletler ve SSC B arasındaki öncelikli çatışma
malar, savaş durumunun geçici bir süre sona erme­
sahalarından biri iç işlerinin doğası ve oluşumuyla
si ve barış kuşakları (zones of peace) gündeme gel­
ilintiliydi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte
miştir, fakat anarşi durumu varlığını devam ettirdi­
pek çok devlet, özellikle de eski sömürge devletle­
ği sürece, savaş olasılığının sona ermesi konusunda
rinde dağılmalar baş gösterdi ve bu dağılmalar dev­
herhangi bir ümitten bahsedilemez.
letlerin birbirleri arasındaki savaşlarla iç savaşlar
XIX. yüzyılın önde gelen Avrupa devletleri,
arasındaki ayrımı belirsizleştirmekle dış müdahale­
Napolyon sonrası barış ortamının devamını sağla­
leri teşvik eder hale geldi.
mak amacıyla bir ‘anlaşma’ sağladılar. Fakat bu du­
Aynı zamanda, BM Tüzüğü kaleme alınırken,
rum, sadece bir danışma mekanizmasından ibaretti
ikincil bir konu olarak insan haklarına yönelik or­
ve sonunda iç işlerine müdahale konusunda etkisi­
taya çıkan endişeler de devletlerin birbirleriyle ve
ni yitirdi.
I.
Dünya Savaşı sonunda devlet adamları ve iç işleri arasındaki engelleri ortadan kaldırılmasına
yardımcı oldu. Çünkü BM, son yıllarda yasal yetki
halklar egemen ulus-devlet yapılaşmasının üstünde
kullanımını genişletme ve barışı koruma konusun­
bir oluşum aramaya başladılar. Savaş karşıtı mad­
da yeni yöntemler geliştirmede başarılı oldu. Fakat
deleri ve barışçıl değişimleri destekleyici uygula­
BM, insan haklarının tutarlı bir şekilde uygulan­
maları nedeniyle Milletler Cemiyeti (League of
ması için gerekli olan uluslar üstü bir güce sahip
Nations) bu anlamda önemli bir adım olarak görül­
değil. Ne de Ortadoğu, Keşmir, Kıbrıs, Kore, Çin
dü. Fakat bu, tam anlamıyla ( strictly) uluslar arası
ve Tayvan arasındaki sonu gelmez çatışmaları çö­
bir kurumdu: bu oluşumun etkin bir şekilde var
züme kavuşturmak amacıyla muhalif taraflar üze­
oluşu, önde gelen devletlerin gücüne bağlıydı. Da­
rinde baskı kurabilecek bir güce sahiptir.
ha da kötüsü, Cemiyet’in 1918 yılındaki anlaşma­
Sanki, -birincil aktörleri egemen ulus devletler
lar sonunda ortaya çıkan bölgesel statükolarla ara­
2 Ümran-Ağustosuz-2003
DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYA’NIN ÖTESİ
olan- dünya pol ir ikasının geleneksel ilgi alanı ye­
terince karmaşık değilmiş gibi, son derece farklı ye­
ni bir ilgi alanı olarak, içinde (terörizm hariç) güç
ve istilanın çok az rol oynadığı ve önde gelen ak­
törlerinin uluslar üstü finans örgütlerinden ve çok
uluslu şirketlerden oluştuğu küresel sivil toplum
ortaya çıktı. Söz konusu bu aktörler giderek artan
bir şekilde seçkin ulus devletlerin -büyük ölçüde
egemen bir ulus devlet olan Birleşik Devletler ne­
deniyle- egemenliğini göz ardı etme konusunda öz­
gürdürler.
yılan şiddetin artık ulus-devletlerin veya ulus-devletlerin liderlerinin tekelinde olmadığını kanıtla­
mışlardır. Şartları daha da olumsuz kılmak amacıy­
la terörizmle savaşa ayrılan meblağ, uluslar arası
gelişmeye ayrılacak payın çok daha kısılması anla­
mına gelmektedir -böylece dünya ekonomisinin
zaten uzun bir süredir yaşadığı krizi daha da artır­
maktadır.
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerdeki kaotik or­
tamı iyileştirmeye yönelik pek çok adım, atılmıştır.
Fakat bu teşebbüslerin her biri reformcuları düş kı­
Buna ilâve olarak, yeni küresel sivil toplum
rıklığına uğratan engellemelere maruz kalmıştır.
milyonlarca özel yatırımcı ve spekülatörden, bin­
Bu bağlamda, uluslararası arenada -aynı zaman­
lerce sivil toplum örgütünden ve çok sayıda ulus
da birbirleriyle çelişen- iki gelişme dikkat çekmek­
aşırı uzmanlaşmış bürokratik ittifaklardan (örne­
tedir. Etnik nedenlerden ötürü ortaya çıkan kitle­
ğin, Dünya Sağlık Örgütü ve ulusal sağlık bakan­
sel kıyımları önlemeyi amaçlayan sayısız insani
lıkları) oluşmaktadır. Bilgi teknolojisi ve iletişi­
müdahale söz konusu olmuş ve bu çalışmalara ulus­
mindeki yenilikler dünya çapındaki sivil toplumlalararası suç mahkemesiyle bağlantılı yeni yapıların
rın belirgin bir şekilde entegrasyonuna yol açmak­
oluşumu eşlik etmiştir. Fakat ulusal egemenlik yan­
tadır.
lıları, hem insan haklarının uluslararasılaştırılmaBöylece, güvenlikle ilgili önemli bir sektörün
sına, hem de uluslararası çatışmalarla ilgili durumu
parçalanma hattında yer alırken, zenginlik ve bü­
benimsemeye direnç göstermişlerdir. Söz konusu
yümenin söz konusu olduğu bir başka sektörün gi­
her iki durumda, ortaya çıkan yenilgiler başarılar
derek büyüyen bir entegrasyonunun söz konusu ol­
kadar ortadadır: Rwanda’yı ve Amerika’nın Ulus­
duğu bir dünyada yaşamaktayız. Aynı zamanda, si­
lararası Suç Mahkemesine karşı sergilediği düş­
manlığı örnek olarak verebiliriz.
vil toplumun küreselleşmesi tedrici olarak kimi
ulus-devletlerini, bir zamanlar onların hizmetinde
Aslında, barış koruma araçları, BM’nin ve böl­
olan -özellikle mali ve endüstri politikaları- pek
gesel örgütlerin (hem iç hem de devletler arasında­
çok şeyden mahrum bırakmaktadır.
ki çatışmalar) düzenlenmesi mali ve askeri bağlam­
Şüphesiz ki, küreselleşme yeni bir çatışma alanı
larda acınacak derecede yetersizdir. Kitlesel imha
oluşturmaktadır: Zengin uluslar fakir uluslara han­
silahlarının yayılmasını önleme yolunda sergilenen
gi ölçüde yardımcı olacakları konusunda görüş bir­
çabalar son derece zayıftır ve dolayısıyla genellikle
liğine varamamaktadırlar; fakir uluslar az ya da çok
etkisiz kalmaktadır.
yaldızlı bağımlılık ile kendi kendine yeten bir sefa­
Son on yıllarda ortaya çıkan küresel sivil top­
let arasında seçim yapmak zorunda kalmaktadırlar;
lumda sergilenen yönetim de benzer şekilde parça­
bu arada uzmanlar küresel refahı temin edecek en
lı ve etkisiz bir yapı arz etmektedir. Politikalarında
iyi yol hakkında görüş birliğine varamamaktadır­
uzmanlaşmış ve genellikle bu politikalarda birbilar; serbest piyasa ekonomisinin şampiyonları sık
riyle çatışan çeşitli ulus aşırı aktörler çeşitli otorite
ve güç derecelerine ayrılmışlardır. Çevre, nüfus ar­
sık ateşli bir şekilde sosyal adalet ve insan hakları­
tışı ve kadının konumu gibi konularda çalışmalar
nın kapsamı konusunda farklı görüşler ileri sür­
mektedirler; çevrecilerin çıkarları modernleşme ta­
yapmaları anlamına gelen mevcut küresel kurum­
lepleriyle çatışırken, işçilerin çıkarları müteşebbis­
lar talk shoıv’dan pek farklı bir anlam içermemekte­
lerin ihtiyaçları ile çatışmaktadır.
dir. Güçlü çıkar gruplarının ve serbest piyasayı en­
11
Eylül saldırılarında görüldüğü üzere, yeni gelleyebilecek herhangi bir oluşuma muhalefet
uluslar üstü terörizm yapıları olgusu söz konusudur.
gösteren kimi güçlü devletler nedeniyle küresel
Söz konusu saldırılardan sorumlu olan teröristler,
ekonomi yönetimi etkisizdir; bu yüzden dış yatı­
rımları veya kısa vadeli, sermaye akışını düzenle­
internet gibi yeni iletişim teknolojilerinden olduğu
mek tamamen imkânsız hale gelmiştir. Ayrıca hâlâ
kadar, yeni dünya ekonomisinin açık sınırlarından
uluslararası iflas kurallarıyla ilintili bir düzenleme
yararlanmaktadırlar. Teröristler, geniş bir alana ya­
U n van -A ğ u stos-20 0 3
3
söz konusu değildir. Bu gibi konularda etkin olan
pek çok devlet ve ülke içi çıkar çevreleri, iç politi­
kanın bütün bu veçhelerini uluslararası aktörlere
devretmek yerine, ekonomik ve mali istikrarı sağ­
lama vasıtası olarak kendi ulusal kurumlarına sahip
olmayı tercih etmektedirler. Özellikle Amerika
Birleşik Devletleri, ticaret ve serbest döviz dolaşı­
mı konusundaki uluslararası sınırlamaları benimse­
me konusunda isteksizlik göstermektedir.
Mevcut sistemdeki bütün bu sınırlamalar, dün­
ya yönetimiyle ilintili yapılara yönelik giderek ar­
tan bir memnuniyetsizliğe yol açmıştır. Eleştirmen­
ler, güçlü devletler tarafından -özellikle de, BM’de
veto hakkına sahip ülkeler- BM ve bölgesel örgüt­
ler üzerinde uygulanan kısıtlamaları onaylama­
maktadırlar. Güvenlik Konseyi’ne güç kullanma
konusunda yetki vermeyi amaçlamış olan BM Tü­
züğündeki şartlar asla bunu kanıtlamamıştır; insani
müdahalenin gerçekleştirilebileceği ve bu konuda
gereken şartları tanımlayan bir yasa hazırlanma­
mıştır. Örneğin, hâlâ hangi eylemin kitlesel kıyım
sayılacağı konusunda ciddi bir anlaşmazlık söz ko­
nusudur. Ayrıca, Birleşik Devletler’in aşırı gücüyle
yaratılmış olan bir takım özel problemler de vardır;
Birleşik Devletler, kendi güvenliği tehlikede oldu­
ğunda BM onayı olmaksızın harekete geçme hakkı
olduğunu bağıra çağıra ifade etmektedir ve genel­
likle de dış destek bulma gereği duymaksızın tek
yanlı yaptırımlar uygulayagelmiştir. Birleşik Dev­
letler yakın bir geçmişte, BM’nin silahlanmanın
kontrol edilmesi yönündeki çabalarını geçersiz say­
mıştır.
Aynı zamanda, eleştirmenler mevcut ekonomi
yönetimiyle bağlantılı oluşumların hem yetersiz
hem de adaletsiz olduğu yolunda şikayetleri dile ge­
tirmektedirler. Mevcut koşullarda devletler, hatta
bu ülke içindeki desteğin ve demokratik meşruiye­
tin aşınması anlamına gelse bile, şerbet ticaret ide­
olojisine uymak ve Uluslararası Para Fonu’nun
diktelerine boyun eğmek zorundadırlar. Pek çok
uluslar arası örgüt, fakir ülkelerin ve kriz içersinde
bulunan ülkelerin zayıflıklarını sömürdüğünden,
çevre ve insan hakları standartlarını göz ardı etti­
ğinden; gizliden gizliye hareket ettiğinden vb. du­
rumlardan ötürü Birleşik Devletlerin çıkarlarına
hizmet eden bir piyon olmakla kınanmaktadır. Ço­
kuluslu şirketler, devletlerin sahip olduğu gücü ele
geçirdiklerinden ötürü eleştirilere maruz kalmakta­
dırlar: Söz konusu bu çok uluslu şirketler, giderek
4
Üm ran'Ağustosuz-200 3
artan bir şekilde kaynakların, üretimin, bankacılı­
ğın ve sigorta hizmetlerinin kontrolünde küresel
bir egemenlik elde etmektedirler; bu şirketlerin po­
litikacılarla olan özel ilişkileri giderek etkin hale
gelmektedir (örneğin, ticaret görüşmelerinde); ve
çok uluslu şirketlerin üretim sahalarını maliyetleri
düşük olan ülkelere kaydırma olanağına sahip ol­
maları bir zümrenin giderek üste çıkmasına olanak
tanımaktadır. Söz konusu çok uluslu şirketler, ulus­
lar arası ilgisizlik nedeniyle, göreceli zayıf ülkeleri
kolaylıkla sömürebilmektedirler.
Bu durum günümüz dünyasının yönetimi konu­
sunda hiç de memnuniyet verici olmayan bir duru­
mu yansıtmaktadır. Fakat bu durum karşısında ne
yapılabilir?
Ütopyacı bir kimliğe bürünmeksizin, mevcut
koşulların iyileştirilmesine çalışırsak, şu an mevcut
olduğu haliyle uluslar arası politika dünyası için
uygun bir dizi kurumun varlığını gündeme getir­
mek zorundayız.
Bu yaklaşım, reforma yönelik benzer pek çok
öneriyi reddetmek zorunda olduğum anlamına gel­
mektedir. Kronolojik olarak birincisi Kant’ın tem­
sili cumhuriyetlerden oluşan bir konfederasyon dü­
şüncesidir. Bir taraftan, bu oluşumun savaşın yü­
rürlükten kaldırılmasına yönelik çabaları, terörizm
veya insani müdahale gibi çağdaş konularla baş
edememektedir (Kant temelde müdahaleci olma­
yan bir liberaldi). Diğer taraftan, Kant, ticaret öz­
gürlüğünün ve bireylerin yurtdışındaki konukse­
verliğe karşı korunması hakkından ayrı olarak, kü­
resel ölçekte sivil toplumun önemli ölçüde oluşu­
munu öngörmemektedir. Bu, liberal rejimlerin gö"
reçeli olarak azınlıkta kaldığı, saygın orduların ba­
şarılı olduğu, silahlanmanın çok daha sofistike bir
hâl aldığı ve dünya ekonomisinin çok daha fazla
eşitliksizlikci bir yapıya büründüğü bir dünya için
gereğinden fazla kabataslak bir durum arz etmekte­
dir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra pek
çok öneriye sahip olan bir başka tasarı ise, genel­
likle Amerika Birleşik Devletleri benzeri olmayan
küresel bir federasyon yapısının desteklendiği bir
dünya devletinin oluşumudur. Reforma yönelik
böylesi bir tasarıda ulus-devletler onaylanmakta­
dır. Fakat bu tasarıda, hem devletlerin hem de bi­
reysel aktörlerin, özel grupların ve örgütlerin ser­
best piyasanın işlerlik kazandığı küresel bir toplum
hakkında çok az görüş beyan edilmektedir. Daha
DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYA’NIN ÖTESİ
da ötesi, devletlerin sahip oldukları egemenlik
haklarından feragat etmeleri talebi hâlâ “ulaşılma­
sı son derece zor” bir hedeftir. Kant’ın böylesi bir
dünya devletine yönelik eleştirisi geçerliliğini mu­
hafaza etmektedir: bu tür bir devletin varlığı karşı­
sında güç kullanımının söz konusu olma ihtimali
yüksektir veya bu oluşum gündelik krizlerin üste­
sinden gelemeyecek, dünyanın ve iç politikadaki
gelişmelerin meydan okumasına karşılık veremeye­
cek denli zayıf bir yapı arz edecektir.
Ne de John RawPın The Laıv of Peoples’daki
plânını inandırıcı buluyorum. Rawl, dünyada dev­
letlerin -bugün olduğu gibi- tehlikeli ve saldırgan
aktörlerle ve ekonomik yardıma muhtaç “sorunlar­
la yüklü toplumlarla” mücadele etme gibi baş edil­
mesi güç bir görevi olacağının farkında olmakla
beraber, yönetim hakkında pek fazla bir şey söyle­
memektedir. Paradoksal bir şekilde, RawPın ideal
teorisinde liberal rejimlerinkinden çok daha geniş
bir konsensüse duyduğu ihtiyaç onu kısıtlı bir in­
san haklan anlayışına sevk etmektedir. Bu, “say­
gın hiyerarşik” rejimler olarak adlandırdığı şeyi ka­
bul etmek zorunda bırakacak bir anlayıştır. Rawl’ın
“bireylerin refahı” karşısında “halkların adaleti”
konusuna tanıdığı öncelik sonunda, herhangi bir
toplumun koruması çıkında bulunmayan ve sayıla­
rı giderek artan bireylerin -göçmenlerin, sığınma­
cıların ve diğer devletsiz insanların- kaderi konu­
sunda önemli sorunların gündeme gelmesine yol
açmaktadır.
Ayrıca, (biraz da pişmanlık duyarak) ütopya ül­
kesini (krallığından) terk edip, sosyal demokrat
eğilimleriyle oldukça geleneksel liberal bakış açı­
sından önemli bir gelişmeye yol açacak bir yöne­
tim türünü tanımlayacağım.
Egemen ulus-devletlerin teşekkül ettirdiği kü­
resel toplumda iki husus son derece merkezi öııem
arz taşımaktadır. Birincisi insan haklarının korun­
masıdır. Avrupa gibi, dünyanın kimi bölgelerinde
insan haklarının korunmasını sağlayan güçlü ku­
rumlar bulunmaktadır; söz konusu bu kurumların
varlığı Avrupa halklarının devletin uyguladığı şid­
dete karşı şikayetlerini dile getirme olanağı tanı­
maktadır. Fakat söz konusu bu kurumlar bütün yer­
kürede hakimiyet kazanmış değillerdir ve bu ku­
mrularla bağlantılı BM örgütleri zayıf ve etkisiz bir
konumda bulundukları gibi, politize ve devlet mer­
kezli bir yapıya sahiptirler.
İşte bu yüzden, insan hakları konusunda, Avru­
pa modelindekine benzer şekilde, bir dünya komis­
yonuna ve bir dünya mahkemesine ihtiyacımız var.
Aynı şekilde, söz konusu böylesi bir komisyonun
hizmetinde çalışacak kontrol aygıtlarına ve denet­
çilere de gereksinim vardır. Kontrol aygıtları ve de­
netçiler, harekete geçmeleri istendiğinde, BM Tü­
züğünün Yedinci Bölümü altında faaliyet gösteren
genel sekretere ve siyasal organlara rapor sunma
yükümlülüğünde olacaktır. İnsan haklarının en sık
ihlâlcisi olan devletler, ya imzalamaktan kaçındık­
ları veya, daha yaygın bir şekilde olduğu üzere, im­
zalayıp da gereğini yerine getirmedikleri sözleşme­
lerin uygulamasını başlatma sorumluluğu kendile­
rine verilmemelidir. Ulusal egemenlik iddiasından
insan hakları iddiasına doğru bir tercihe yönelik
tedrici bir değişme olmasına rağmen, bu iki prensip
arasındaki çatışma önemini korumaktadır.
İkinci konu güç kullanımıyla âlâkalıdır. XIX.
yüzyılda devletlerin savaş açma hakkından, saldırı­
yı yasaklayan ve sadece kendini savunmaya yöne­
lik ve saldırıya maruz kalanlara dayanışmayı meşru
kılan savaşlara hak tanıyan eski jus ad bellum dokt­
rininin modern bir versiyonuna doğru benzer bir
değişim söz konusu olmuştur. Fakat burada da, sa­
vaşla ilgili belirsiz, olası etkileriyle birbiriyle çeli­
şen iki ilkenin varlığı söz konusudur.
Dünya yönetimiyle ilişkili ilkelerinin çok daha
kararlı bir şekilde uygulanması, BM’nin gücünün
artırılmasını gerektirecektir. Genel Sekreter, Gü­
venlik Konseyi’nin gündemine sadece tehlikeli ge­
lişmeleri getirmemelidir. Aynı zamanda, devletler
arasında güç kullanımına yönelik meşru kısıtlama­
lar veya insan haklarına yönelik ciddi ihlaller söz
konusu olduğunda Konsey’i ve Genel Meclisi hare­
kete geçirmekten de sorumlu olmalıdır. İnsani mü­
dahalelerin meşruiyetinin ne zaman sağlanacağını
açık bir şekilde tanımlayan bir yasaya gereksinim
vardır. Kendilerini savunmaları bağlamında güç
kullanmayı isteyen ülkeler, bireysel veya bir grup
olarak Güvenlik Konseyi’nin -veya Konsey devre
dışı kaldığında ise- Genel Meclis’in otoritesine ih­
tiyaç duymalıdırlar. Genel Meclis eyleme geçilme­
si konusunda karara varmada görüş birliği sağlaya­
madığında, son bir başvuru yöntemi olarak, güç
kullanımı BM organlarına rapor edilmesi gerek­
mektedir.
Bütün bunların ötesinde, Güvenlik Konseyi,
üye ülkelerin katkılarıyla oluşturulan, fakat uluslar
üstü bir niteliğe sahip olacak, BM askeri komutası
Ümran‘Ağustos-2003 5
altında görev alacak daimi bir güce sahip olmalıdır.
Söz konusu bu komuta, Güvenlik Konseyi tarafın­
dan onay verilen önleyici veya reaktif bağlamda
operasyonlardan sorumlu olabilir ve görevi BM’nin
her türlü askeri faaliyetini gözlemleme olan BM
üyelerinden teşekkül ettirilen sivil bir yönetim bi­
rimi bu komutayı denetleyebilir. Bu organlar, aynı
zamanda, kitle imha silahlarına sahip olduğuna
inanılan ülkeleri denetleme ve -şayet bu tür silah­
lar gerçekten tedarik ediliyor ise- Güvenlik Konse­
yi tarafından gündeme getirilmesi için yaptırımlar­
da bulunma hakkına da sahip olabilirler. Genel
Sekreter, -ya devletlerin sergileyeceği yardımlar
vasıtasıyla ya da, şayet engeller çıkması veya söz
konusu devletler bu konuda başarısız olduklarında
bu tür yardımların ortaya konması yerine- küresel
veya bölgesel barışı tehdit eden ciddi anlaşmazlık
durumlarında BM ’nin baş müzakereci olma sorum­
luluğunu sahip olmalıdır.
İnsani müdahale durumunda BM güçleri barışı
tesis etmekten daha fazla şeyler yapmalı ve kaçınıl­
maz olan ulus inşası veya yeniden inşasına yönel­
melidir. Açıkçası, bu durum BM bütçesinin önem­
li ölçüde artırılmasını ve BM sekreteryasında çalı­
şan uluslar arası çalışanların sayısında önemli bir
artışı gerektirecektir.
Terörizmi kontrol altında tutmak amacıyla,
devletlerin sahip oldukları güçler arasındaki işbirli­
ğini teminat altına alacak ve işbirliği yapmalarını
sağlayacak BM’ye bağlı bir organ oluşturulmalıdır.
Böylesi bir organ, aynı zamanda, ilişkili olduğu
BM’nin diğer siyasal ve askeri kurumlarına periyo­
dik olarak raporlar sunabilir. Devletlerarası ve dev­
letler üstü savaş durumlarında olduğu gibi, teröriz­
me ve terörizmi destekleyen devletlere karşı savaş
Güvenlik Konseyi’nin yetkesinde olmalıdır ve
BM’nin askeri idaresinin gözetiminde yerine geti­
rilmelidir.
Küresel ölçekte sivil toplumun yönetiminin na­
sıl geliştirileceğini tasavvur etmede, sosyal demok­
rat eğilimlere sahip geleneksel bir liberal tedbiri
özenle devam ettirecektir. Küresel dirigisme ne ola­
sıdır ne de arzu edilmesi muhtemel bir durumdur.
Fakat birkaç önemli hususun dile getirilmesi gerek­
mektedir. XIX. ve XX. yüzyıl kapitalizmi, tedrici
olarak -çalışanları ve tüketicileri korumak; ücret
istikrarını sağlamak; mali felâketleri önlemek vb.ulusal ve uluslar arası düzenlemeyi kabul eder hale
gelirken, XXI. yüzyıl küresel kapitalizmi günümüz­
6 Ü m ran •Ağustosuz-2003
de olduğundan çok daha az kırılgan bir yapıya ihti­
yaç duymaktadır. Birkaç yıl önce gündeme gelen
Asya krizi sonunda, IMF tarafından ülkelerin ve
bankaların denetlenmesindeki ve IMF’nin bizzat
empoze ettiği deflasyonist politikaların yerel ölçek­
teki etkilerine kayıtsız kalmasında; özel sermaye
akışının geçiciliğinin felâkete yol açan etkisi; aşırı
ölçüde katı döviz oranlarının yol açtığı riskler, ya­
bancı yatırımcıları insan haklarını, çalışma koşul­
larını, sağlık standartlarını ve çevre korumayı dik­
kate almak zorunda bırakması sonucu ortaya çıkan
yanlışları düşünüyorum.
Kurumsal yapının yeniden tasarımlanması ko­
nusunda yeterliliğe sahip değilim. Fakat aşağıda di­
le getirilecek olan şu dört alanda politik inisiyatif­
ler konusunda taze kana ihtiyaç vardır.
Birincisi, dünya ekonomisini denetleyecek ve
söz konusu bu ekonominin gelişimine rehberlik
edecek ekonomik bir idarenin varlığına ihtiyaç
vardır. Burada söz konusu olan model, uluslar üstü
komisyonun bir ekonomik yönetim olarak işlev
gördüğü ve Bakanlar Konseyi’nin kuralları belirle­
diği Avrupa Birliği olabilir. (Küresel ekonomi için,
Güvenlik Konseyi’ne alternatif yeni bir ekonomik
ve sosyal konseye ihtiyaç duyulabilir.) Dünya Tica­
ret Orgütü’nün çalışmalarını Uluslararası Çalışma
Örgütü, Dünya Bankası ve IMF ile ahenkli hale ge­
tirme, söz konusu bu ekonomik yönetimin yasal
yetkisi çerçevesinde söz konusu olabilir; ve Avrupa
Birliği komisyonunun işlevsel bir eşdeğeri söz ko­
nusu ekonomik yönetimin idare organı olarak fa|
aliyet gösterebilir. Ekonomik yaklaşımlar ve hedef­
ler konusundaki farklılıklar varlığını sürdürebilir;
fakat bu organlar, yararlı uygulamalarla ilişkili ku­
rallar dizgesi şeklinde ortak normların tesisine ve
kapitalist rekabetin olumsuz etkilerinin asgariye
indirilmesine -küresel tekelci karşıtı bir mekaniz­
maya ihtiyacı yaratan ittifaklar ve birleşmelerin
artmasına- yoğunlaşabilir.
İkincisi, gelişmekte olan ülkelere yardımda bu­
lunma sorumluluğu merkezde toplanmalıdır; he­
deflerin fakir ülkelere yardımın artırılması ve zen­
gin ile fakir ülkeler arasındaki eşitsizliğin azaltıl­
ması dünya yönetimini etkilemektedir: Bu durum
küresel gelişmenin daha eşitlikçi örneklerini orta­
ya koymak ve bu türden BM yardımı alan ülkelerin
politikalarındaki değişiklikleri denetlemek, bunlar
hakkında raporlar hazırlayarak tavsiyelerde bulun­
mak amacıyla BM ’ye, üye ülkelerden vergi toplama
DÜNYA YÖNETİMİ: ÜTOPYA’NIN ÖTESİ
yetkisini içerebilir.
Üçüncüsü, bir dünya çevre örgütü oluşturulma­
lıdır. Bu örgüt küresel protokol müzakerelerinden
sorumlu olabilir ve söz konusu protokollerin güç­
lendirilmesini denetlemek amacıyla gerekli yeter­
liliğe ulaştırılabilir ve itaatsizliklere karşı yaptırım
kararları alabilir.
Dördüncüsü, UNESCO reforma tabi tutulmak
zorunda kalabilir; U N ESCO ’nun elit kültürlerden
ve kaybolma tehlikesi taşıyan yerel kültürlere ka­
dar faaliyetleri küresel çabayı fanatizme, dar görüş­
lülüğe ve hoşgörüsüzlüğe karşı küresel bir çaba ser­
gilenmesine doğru yönlendirmelidir. Bu durum
hükümetleri, kiliseleri ve eğitim kurumlarını etki­
lemek ve aktif hale geçirmek için büyük maddi
olanaklara ihtiyaç duyacaktır. Bir kez daha, Avru­
pa Birliği komisyonu benzeri bir yapılanma
UN ESCO ’nun bu yeni idare yapısı olarak hizmet
görecektir.
Son bir ilke olarak şu vurgulanmalıdır: Küresel
yönetimin geliştirilmesi küresel kurumlar için sa­
dece daha çok güç ve kaynağa ihtiyaç duymamak­
ta, aynı zamanda, demokratikleşmenin daha da
yaygınlaştırılmasını gerektirmektedir. Ülkeleri
temsil eden BM Genel Meclisi, başlangıçta genel
tavsiyelerde bulunma görevini üstlenebilecek BM
bünyesinde oluşturulacak bir Halklar Meclisi’nce
desteklenmelidir. Bu durumda bile, böylesi bir BM
Halk Meclisi küresel tartışmalarda resmi olmayan
görüşlerin dile getirilmesine olanak tanıyabilir.
Genel Meclis, aynı zamanda, Sivil Toplum Orgütleri’nin temsilcilerinin ve (Genel Meclis’in yerini
almasa bile Davos Zirvesi’ni tamamlayıcı resmi ve
kamusal bir organ) önde gelen çok uluslu şirketle­
rin içinde yer alacağı ayrı bir danışma meclisince
genişletilebilir. Daha önce dile getirdiğim üzere (l), Güvenlik Konseyi, Genel Meclis ve yeni
Ekonomik ve Sosyal Konsey’ce benimsenen çö­
zümlerin rutin bir şekilde gözden geçirilmesini da­
yatma, -pek çok demokratik devlette bulunan ana­
yasa mahkemelerinin parlamentolarda kabul edi­
len yasaların yetke ve meşruiyetini pekiştirdiği gi­
bi- söz konusu bu çözümlerin otoritesini ve meşru­
iyetini artırmak amacıyla Dünya Mahkemesi’ne
tevdi edilmelidir.
Dünyanın içine düştüğü felâketler neticesinde
arzu edilen noktaya gelemeyen - milyonlarca insa­
nın ölümüne yol açan nükleer, biyolojik veya kim­
yasal savaşlar, 1929 ortaya çıkan ekonomik dur­
gunluğun günümüzde ortaya çıkan ekonomik dur­
gunluk karşısında önemsiz gözükmesi, yeryüzüne
bir meteorun çarpması, nasıl durdurulacağı konu­
sunda kimsenin fikir sahibi olmadığı bir dizi küre­
sel hastalık, küresel ısınmanın dünyayı kaynayan
kazana çevirmesi (Hollywood’un bilim kurgu film­
lerinin gerçek olayları önceden görebilmesini artık
anlayabiliyoruz) —insan ırkının pek çok kabilesi
Westfalya anlaşmasının güçlü kalıntılarını ortadan
kaldıracak, mevcut devletlere ve bu devletlere hiz­
met eden kırılgan uluslararası kurumlara son vere­
cek ve bir dünya devleti ilânına yol açacak bir
dünya anayasası girişimine başlama olasılığı yok­
tur. Bunların tümüyle gerçekleşmesi halinde, ku­
rumsal reformlar büyük bir olasılıkla tedrici bir şe­
kilde gündeme geleceği gibi ortaya çıkan krizlerle
baş etmede de yol kat edilecektir.
Aslında, Avrupa Birliği’nin, devletler arası iş­
birliğinin karmaşık bir mekanizmasından -Jacques
Delors’ın şifreli bir şekilde tanımlamayı sevdiğibir ulus devletler federasyonuna dönüşümünü ta­
mamlamasındaki zorluğun hangi boyutlarda oldu­
ğu hatırlanacak olursa, tanımladığım uluslar üstü
rejimin son derece uzak bir olasılık olduğunu kabul
etmek gerekiyor. Burada konuyu detaylarıyla ele
almak için pek çok engel var. Fakat temel neden­
leri şöyle bir gözden geçirmek gerekiyor.
Birincisi, ulus-devlet yapısı henüz varlığını yi­
tirmiş değildir. Küresel piyasalarca meşru ve yürür­
lükteki egemenliğin erozyona uğramasına ve şid­
deti önlemek ve insan haklarını korumak amacıy­
la kurulan yeni küresel kurumlar adına gündeme
getirilen evrensel yasal yetki iddialara rağmen,
ulus-devletler kamusal ve özel yaşamın pek çok
alanını ilgilendiren yetkin karar mekanizmalarının
nihai merkezi olmaya devam ettirmektedirler. El­
bette, ulus-devletlerin devam edegelen güçleri,
devletler arasındaki anlaşmazlıkların sona ereceği
anlamına gelmemektedir -aslında, devletler sahip
oldukları gücü kaybetme korkusunu hissettiklerin­
de bu tür anlaşmazlıklar daha şiddetli hale gelebil­
mektedir. Görünürde egemen devletlerin sayısı
son yıllarda çoğalmasına rağmen, bunların çoğu
gerçek bir siyasal etkiye sahip olmaktan uzaktırlar.
Günümüzde gücün öylesine eşitsizcesine dağıtılmış
olması gerçeği küresel yönetim kurumlarındaki
farklı devletlerin gücü nispetinde gerçekleştirile­
cek bir anlaşmayı son derece şüpheli hale getir­
mektedir. Cüceler sürüsü, askeri ve ekonomik dev­
Ü m ran -A ğu stos-200 3
7
leri boyun eğdiremiyor. Söz konusu bu cüceler,
ulusal çıkarların somut hesaplarıyla çatışan soyut
zorunlulukları kabul etmeyeceklerdir. (İşte bu yüz­
den, ABD, İsrail gibi ittifak halindeki ülkelere to­
leranslı yaklaşırken Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler
‘şer’ devletler söz konusu olduğunda nükleer yayıl­
mayı onaylamamaktadır.)
İkinci engel, ulus-devletler sayısında görülen
artışa paralel olarak gündeme gelen kültürlerin çe­
şitliliğiyle alâkalıdır. Kitle kültürünün kısmi küre­
selleşmesine ve sadece küresel işbirliği ile halledi­
lebilecek giderek baskın hale gelen ekolojik sorun­
lara rağmen, son yıllarda milliyetçi ayrılmalar (secession), özellikle İslam ülkelerinde yeni dini-siyasal hareketlerin ortaya çıkması ve pek çok ülkede­
ki yerli kültürel uygulamaların yeniden gündeme
gelmesine tanıklık etmiştir. Ekonomik ve teknolo­
jik güçlerin yönlendirici olduğu, geçen iki yüzyılın
siyasal ideolojilerinin -korkunç aşırılıklar veya kü­
çük düşürücü gereksiz hareketlerle- kendilerini tü­
kettikleri bir dünyada, kapitalizme umut bağlamış
olanlarla, çoğu küresel kapitalizmin insanlık boyu­
tuna itimat etmeyen kültürel detaycılar (particularist) arasında üstesinden gelinemez bir ayrım söz
konusudur. Bütün bunlar, daha Rousseau’nun her­
hangi bir insanlık birliğinin yokluğu hakkındaki
yargısını önceki devirlerde olduğundan çok daha
doğruluk payı taşıdığını ortaya koymuştur.
Reformlar önündeki üçüncü engel, insan hak­
larına ve halkların kendi geleceklerini belirleme
hakkına saygı gösteren liberal demokratik rejim­
lerle, böylesi haklarla alâkası olmayan otoriter ve­
ya totaliter rejimler arasındaki ayrımdır. Rawls’ın
‘nezih’ (decent) otoritercileri, ortaya koyduğu ideal
teorisinin kurgusudurlar. Dünyadaki pek çok tiran,
diğer ülkelerin haklarını gözetme konusunda her­
hangi bir teşvikte bulunmadığı gibi, insanlığa kar­
şı suç işleyenleri yargılama hakkını da bahşetmemektedir. Ekonomilerini dünyaya açsalar bile, po­
litik duvarlar ören devletler önerdiğim demokra­
tikleşmeye yanaşmayacaklardır. Yarısı halk tara­
fından seçilmiş yarısı diktatörlerce atanmış BM
bünyesindeki bir Halklar Meclisi bir şaka olsa ge­
rek. Liberal demokrasileri öne süren Kantçı ön ko­
şul olmaksızın dünya yönetimiyle bağlantılı ku­
rumlan sadece mücadele alanı olarak kalacaktır.
Karşılaştırılması gereken son engel ise Birleşik
Devletlerle ilişkilidir. ABD, kendisini dünya düze­
ninin jandarması ve liberal demokrasinin şampi­
8 U m raıı-A ğu stosu z-2003
yonu olarak gören bir süper güçtür. Dünya düzeni
projem yeni kurumlan öngörmekle kalmıyor, aynı
zamanda, dünyanın en güçlü egemen ulus-devletinin adil olmasını da gerektiriyor. A BD ’den ve di­
ğer önde gelen ülkelerden gelecek moral ve mali
destek olmaksızın yeni bir küresel yönetim rejimi­
nin ileri sürdüğüm yasalarını tatbik etmek olanak­
sızdır.
Maalesef, son yıllarda Amerika’nın ileri gelen­
lerinin önemli bir bölümü Birleşik Devletleri’nin
-yeni bir küresel oluşum yaratma fikri bir yanamevcut küresel kurumlara desteği hakkında kuşku­
lar içeren sözler sarf etmişlerdir. Başkan George
W. Bush yönetiminde giderek artan sayıda uluslar
arası protokol ve anlaşmadan vazgeçilmiş veya
bunlar kabul edilmemiştir.
Söz konusu bu kibirli tek yanlılığın ortaya koy­
duğu mesaj son derece açıktır: ABD küresel düze­
nin kendine yeter bir garantörü ve küresel düzenin
ihtiyaç duyduğu baş vurulacak son çaresidir.
Bu durum, ortak bir proje için gerçek bir neden
teşkil etmemektedir. Diğer devletler, Amerika’nın
tek başına dünyayı yönetmesini istememektedir­
ler. Söz konusu bu yeni doktrinin reddi gerçekleş­
meden, dünya yönetiminin yeni ve demokratik bir
yapılanması söz konusu edilmeksizin Amerikanın
liderliğindeki bir politikaya dönüş aslında son de­
rece belirsizlikler taşımaktadır.
Dipnotlar:
1.Bkz. S tan ley H offm ann, W orld D isorders (Boulder: Row m an &. L ittlefield , 1 9 9 8 ), 12. B ölüm , s. 185.)
2.Bkz. Josep h N ye, J r .’n in yeni eseri, T h e P aradox o f A ın erican Pouıer (Nfew York: O xford U niversity Press,
2002)
* P r o f. S ta n le y H o ffm a n :
1955 yılından beri Harvard
Ü niversitesin de öğretim görevlisidir. 1966 yılından
1995 yılına kadar Harvard Ü niversitesi Avrupa Ç a lış­
m aları M erkezi başkanlığını yürütmüştür. Uluslararası
ilişkiler üzerine pek çok çalışm ası bulunan H offm an,
aynı zamanda, “T he N eıv Y ork Re%>iew o f Books”da de­
nem eler yayım lam akta ve "Foreign A ffairs” dergisinin
B atı Avrupa bölüm editörüdür. 196 4 yılından beri
A m erika A kadem isi üvesidir.

Similar documents

07temmuz1963

07temmuz1963 Ç oğunluk kendilerinde olm asına rağm en Rum üyeler de A nayasa dışı­ na çıkm ak y etkisine hiçbir zam an sa­ hip değillerdir. Böyle olduğu halde, Rum üyeler kasıth b ir şekilde A naya­ sayı ay a k...

More information

iktidar dili - Umran Dergisi

iktidar dili - Umran Dergisi d üşünce ♦ kültür • siyaset

More information

Pdf formatında - Umran Dergisi

Pdf formatında - Umran Dergisi Türkiye’nin NATO üyesi olduğu doğru ancak ABD ve Batı, bu gerekçeyi Türkiye’nin gerçekleştirdiği ve Batının ve İsrail’in son derece rahatsız olduğu büyük ekonomik kalkınmayı imha etmek için kullanm...

More information