1453 Dergisi 11. Sayı
Transcription
1453 Dergisi 11. Sayı
SAYI / ISSUE 11 YIL / YEAR 2011 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR / THIS IS A PERIODICAL JOURNAL ŞEHİR, İSTANBUL VE MİMARİ THE CITY, İSTANBUL AND ARCHITECTURE YÖNETİM / ADMINISTRATION Sadettin ÖKTEN Ahmet SELAMET Genel Yayın Yönetmeni / Publishing Director 9 İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi Publisher on Behalf of İstanbul Metropolitan Municipality Culture Co. Nevzat BAYHAN Yayın Danışma Kurulu / Publishing Advisor Board Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI BUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE Yayın Koordinatörü / Administrative Coordinator Hasan IŞIK YAYIN / PUBLISHING Hilmi ŞENALP 17 Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Writing Responsible Alper ÇEKER Yayın Kurulu / Publishing Board Yusuf ÇAĞLAR, İrfan DAĞDELEN, Salih DOĞAN, E. Nedret İŞLİ, İhsan KABİL, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Ömer Faruk ŞERİFOĞLU, Müjdat ULUÇAM, Altay ÜNALTAY, İbrahim Hakkı YİĞİT Fotoğraflar / Photograph TARİHİ YAPI TEMELLERİNDE UYGULANAN DEPREM SÖNÜMLEME SİSTEMLERİ EARTHQUAKE ABSORPTION SYSTEMS IMPLEMENTED IN THE FOUNDATIONS OF HISTORICAL STRUCTURES Alp ESİN, Ali KONYALI Ali BAYRAKTAR Sanat Yönetmeni / Art Director Aydın SÜLEYMAN Grafik Tasarım / Graphic Design Reklam Koordinatörü / Advertising Coordinator 25 Şükran KUMRAL Sedef TARHAN Rezervasyon / 0212 467 07 67 İngilizce Çeviri / Translation Zeynep KANDUR DOĞAN KUBAN: MAĞDURİYETİN TARİHÇİSİ DOĞAN KUBAN: THE HISTORIAN OF VICTIMHOOD Halkla İlişkiler / Public Relation Betül EREN e-mail:[email protected] YAPIM / PRODUCTION KÜLTÜR A.Ş. Uğur TANYELİ 29 Baskı - Cilt / Printing FSF Print House (0212) 690 89 89 Renk Ayrımı / CTP Beyaz Düş Matbaacılık Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz. Writers are legally responsible for their articles, photographs are to be used upon permisson, drawings and plans. Articles can be quated completely or as summery by indicating references. Photographs to be used are up on permission. Yaylagül CERAN 35 İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İSTANBUL METROPOLITAN MUNICIPALITY CULTURE CO. PUBLICATIONS İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL / TURKEY FİLOZOF MİMAR TURGUT CANSEVER TURGUT CANSEVER AS A PHILOSOPHER Afife BATUR Unesco Dünya Miras Kavramı SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL The Unesco Concept of World Heritage İSTANBUL TARİHİNE ÂB-I HAYAT: ATATÜRK KİTAPLIĞI ETERNAL LIFE FOR THE HISTORY OF İSTANBUL: ATATÜRK LIBRARY BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU 100 YAŞINDA BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’S 100th BIRTHDAY Ömer Faruk ŞERİFOĞLU LÜTFİ ÖMER AKAD VE İSTANBUL LÜTFİ ÖMER AKAD AND İSTANBUL Ali Can SEKMEÇ 71 İrfan DAĞDELEN 65 59 Muzaffer ŞAHİN - Fatma KUŞ Yusuf ÇAĞLAR İskender PALA Metin ERİŞ ŞENER ŞEN İLE SÖYLEŞİ INTERVIEW WITH ŞENER ŞEN 91 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD 85 BİR ŞAİR OLARAK MİMAR SİNAN MİMAR SİNAN AS A POET 79 “AFFAN DEDE’YE PARA SAYDIM” “I COUNTED OUT THE MONEY TO AFFAN DEDE” İSTANBUL’UN BATILI KONUKLARI WESTERN MANSIONS IN İSTANBUL ŞANGHAY BELEDİYE BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ INTERVIEW WITH MAYOR OF SHANGHAI Hakan YILMAZ 113 107 Söyleşen - Interview by: Hasan IŞIK 99 49 Şimşek DENİZ DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE 43 “İSTANBUL MİMARLIK REHBERİ” FARKLI VE YENİ “ARCHITECTURAL GUIDE TO İSTANBUL” DIFFERENT AND NEW 39 SON DÖNEM İSTANBUL VE UNESCO SÜRECİ RECENT İSTANBUL AND UNESCO PROCESS MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “Bir milletin sanatı yoksa o millet geleceğe bir şey bırakamaz” 121 117 Söyleşen - Interview by: Hüseyin SORGUN AJANDA GUIDE LOCATION İSTANBUL MEKÂN “If a nation has no art then that nation will leave nothing for the future.” 122 MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: TAKDİM INTRODUCTION Arkeolojik kazılar İstanbul’daki ilk yerleşimleri tarih öncesi dönemlere götür- Archeological researches have revealed, that settlements in Istanbul date back to müştür. Ancak şehrimiz için iki dönüm noktası; II. Roma olarak felsefi bir anlayış prehistoric times. Nevertheless, the two important dates for our city are her cons- doğrultusunda inşası ve 1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethi- truction as the Second Rome within the framework of a certain philosophy, and nin ardından külliyeleri, arastaları, kapanları, sarayları ve aşı boyalı konakları ile her conquest by the Ottomans in 1453. After that, mosque complexes, bazaars, Türklük damgasının kazınamayacak bir biçimde bağrına vurulmasıdır. docks, palaces and wooden pavilions sealed the mark “Turkish” indelibly on her. 1453 dergisi bu sayısında İstanbul’un çeşitli dönemlerini hem şehir planlama- This issue of the “1453” magazine exposes different eras of Istanbul concerning cılığı hem de yapı mimarlığı açısından ele alan çalışmalara yer veriyor. Birbirin- the aspects of city planning and architecture. In papers from distinguished archi- den değerli yüksek mimarların ve sanat tarihçilerinin kaleminden çıkan maka- tects and historians of art, with themes ranging from early city planners’ philo- lelerde şehrin tasarlanmasındaki zihniyetten, deprem tehlikesine karşı uygula- sophy to traditional quake proof techniques of basement building, remarkable re- nan temel tekniklerine kadar birçok alanda dikkat çekici araştırmalar okuyucu- search is put to the attention of the reader. ların ilgisine sunuluyor. As the Mayor of Istanbul, I’m delighted to introduce you this new issue of “1453”, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak 1453 dergisinin yeni sayısını sizlere while I am thankful to my author friends and my colleagues taking part in the takdim ederken içeriğe katkıda bulunan yazar dostlarıma ve yayında emeği ge- publication. çen mesai arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim. İSTANBUL’UN SİLÜETİ... İSTANBUL’S SILHOUETTE Şehre kimliğini, rengini, canlılığını veren unsurlar vardır. Ufukta silueti belirdiği andan itibaren o şehre dair ilk duyguyu, ilk izlenimi veren de bu duruştur. Bu duygu ve algının peşi sıra şehrin sokaklarında, caddelerinde dolaşır ve bu ilk izlenimlerimizin esintilerini, meltemlerini, ipuçlarını ararız. Bir şehre, gözlerimizle veya kalbimizle el sallayıp veda ederken de aynı his uğurlar bizi. Bu karşılaşma/ buluşma, şehirle tokalaşma anlarında, zihnimizdeki ilk fotoğraf, o şehrin en “genel” ifadesiyle arz ı endam edişidir de… There are components that give a city its identity, its color, its liveliness. From the moment the silhouette of a city becomes clear on the horizon, this stance provides the first emotion for that city and makes its first impression. Following up on this feeling and perception, we search for the breezes, the gentle winds, the clues to our first impression in the streets and avenues of the city. When we bid goodbye to this city with our eyes and our hearts, this emotion strikes us once again. This encounter, this moment of shaking hands with the city, this first photograph in our minds presents the most “general” expression of that city… Bir şehrin kimliğinde, duruşunda, asaletinde, mimari ön planda kendisini hissettirir. Dünyayı etkileyen şehirlerin karelerini hızlandırılmış bir şerit olarak gözden geçirdiğimizde, her birinin mimari olarak nasıl zihnimizde “özel” bir görüntü ile belirdiğine, bazı kareler karşısında yüreğimizin nasıl titrediğine de şahit oluruz. Mimar/mimari arasındaki ilişki, kadimle gelecek arasındaki kurulan köprü, zamanla mekân arasında işlenen gergef, hesap ile eser arasındaki aşktır.. Dolayısıyla doğal uzantısından rüzgâr sirkülâsyonuna ve tepelerinden vadilerine uzanan şehrin ruhuna en uygun libastır mimari.. Coğrafi ve insanî bütün unsurların, üzerinde yükseldiği “kürsü”dür mimari ve o kürsünün yürekli, duygulu, renkli bir hatibidir mimar.. Hal böyle olunca “Güzellikler İmparatorluğu’nun Başkenti” olan İstanbul, bu çerçevede Dünya şehirleri arasında mutena bir yere sahiptir… Kadim mimari şaheserler ve dahi mimarların yarıştığı bir alandır İstanbul… 1453 Kültür ve Sanat Dergisi, İstanbul’u bir de bu açıdan anlamanın heyecanıyla huzurlarınızda… Bu “seyr-i süluk”ta Süleymaniye’den hareketle bir “medeniyet tezahürü”nü anlamak üzere yola çıkarken, İstanbul eşlik ediyor… Kadim mimari oranlarından başlarken, “Kâbe”den attığımız adım İstanbul’da yine Süleymaniye’de tamamlanıyor… Mimariden mimara yol alıp, Mimar Sinan’ı anlamak üzere Divan’a duruyoruz… Bir başka bilgenin, Turgut Cansever’in baktığı yerden, İstanbul’u bir kez daha, yeniden keşfediyoruz… Lütfü Akad’ın filmlerindeki İstanbul… Usta oyuncu Şener Şen… İçimizi ısıtan bir kış güneşinin ilhamıyla, 1453 Dergisi İstanbul’u o muhteşem “siluet”inden yola çıkarak sayfalarına taşıyor… Şehrin kimliğine nakşedilen bu “kadim” mührü bir kez daha anlamak ve bu mimarinin “şifre”lerini çözmek için özel bir dosya siz değerli okuru bekliyor… İstanbul’un kültür ve sanatını sayfalarına taşıyan dergimiz aynı heyecan ve İstanbul aşkı ile sizlerin huzuruna çıkıyor. Röportaj, dosya ve makaleleriyle İstanbul ortak paydasında “yazı” düzleminde 1453 Dergisi bizleri buluşturuyor… İyi Okumalar… Architecture makes itself felt in the identity of this city, in its stance, in its nobility, in the foreground. When we fast-forward through the frames of cities that have affected the world, we observe how each one has identified itself in our minds with a “unique” appearance, and how our hearts quiver when we encounter some of these frames. The relationship between the architect and the architecture, the bridge that has been established between the ancient and the future, the embroidery that is worked between space and time, the love that is between account and work of art… As a natural extension, the most suitable garment for the soul of the city that is wafted with the circulation of the wind from the hills to the valleys is architecture… Architecture is a pulpit which has been raised above all the components of geography and humanity, and the preacher standing at that pulpit, speaking with heart, with emotion, with color, is the architect… Thus, Istanbul, the “Capital of the Empire of Beauty”, has an exclusive place among world cities…Istanbul is an land of ancient architectural works and one in which inspired architects have competed… With great excitement 1453 Culture and Art Magazine presents this aspect of Istanbul to you… This seyr-i suluk (inspirational journey), which departs from Süleymaniye, sets out to describe a “civilizational appearance”, and accompanies Istanbul… When setting out from the proportions of ancient architecture, the step that we take from the Kaaba is once again completed in Istanbul, in Süleymaniye… Travelling from architecture to architect, we stop at the Divan to hear about Koca Sinan… We discover Istanbul once again from the place where another wise man, Turgut Cansever, observes her…Istanbul from the films of Lütfü Akad… And the master actor Şener Şen… With the inspiration of the heat of the winter sun we set out from that magnificent “silhouette”, bringing this journey to the pages of the 1453 Istanbul Magazine…In order to tell you about this “ancient” stamp that has been placed on the identity of the city and in order to solve the “cipher” of this architecture a special file awaits our dear readers… Our magazine, the pages of which are steeped in Istanbul’s culture and art, sets out with the same excitement and love for Istanbul. Interviews, files, and articles bring our shared interests together in the 1453 Magazine … Enjoy reading…. İSTANBUL MİMARİSİ ARCHITECTURE OF İSTANBUL ŞEHİR, İSTANBUL VE MİMARİ Sadettin ÖKTEN THE CITY, İSTANBUL AND ARCHITECTURE Sadettin ÖKTEN ŞEHİR, İSTANBUL VE MİMARİ / THE CITY, İSTANBUL AND ARCHITECTURE ŞEHİR, İSTANBUL VE MİMARİ THE CITY, İSTANBUL AND ARCHITECTURE Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN* Prof. Sadettin ÖKTEN* Şehir ve Medeniyet The City and Civilization Bir şehir ile fikrî ve duygusal bir ilişki kurmak önce bu şehrin farkına varılmasıyla başlar. İçinde devamlı yaşanılan şehir günlük hayatın alelade bir rüknü, alışkanlıkların devam ettiği sıradan bir mekânı haline gelir. Halbuki şehir uzviyeti ve ruhu olan, adeta canlı bir organizmadır. Her şehrin görünen ön planının arkasında maddi ve manevi öğelerle donanmış bir arka planı, mazisi, hatıraları ve mesajı vardır. The establishment of an intellectual and emotional relationship with a city starts with an awareness of the city. The city that is experienced everyday becomes an ordinary place, a mundane element of everyday life in which regular habits continue. However, the city is in fact an organism with a soul; it is identical to a living organism. Behind the perceivable foreground every city has a background that is filled with material and spiritual elements, memories, history, and a message. Bir şehrin farkına varmak demek bu arka planı önce okumak sonra çözümlemek ve en sonra da bir değerlendirme sürecine tabi tutmak demektir. Böyle bir işlem ancak mukayese sayesinde olabilir. Başka şehirler görüldüğü, gezildiği ve içlerinde bir süre ikamet edildiği zaman farkına varma işleminin ilk aşamaları gerçekleştirilmiştir. Eğer o başka şehirler çözümleme yapılmak istenen şehrin ait olduğu medeniyet ailesinin dışında başka medeniyet ailelerine ait şehirler ise farkına varma süreci daha çabuk, güçlü ve net olarak ortaya çıkar. Çünkü her şehirde başka insanlar ve başka dünyalar vardır. Aynı medeniyet ailesine mensup olan şehirlerde birçok özellikler ortak olmakla beraber bu başka insanları ve dünyaları yine de hissetmek mümkündür. Hele farklı medeniyet ailesinin şehirlerine bakıldığında bu başkalık bütün gücüyle ortaya çıkar. Bu ziyaret ve ikametlerden sonra belki şehir hakkında biraz düşünmek, o şehirde meyve veren tefekkür ve sanatla alaka kurmak ve neticede o şehrin düşünce ve duygu dünyasından bir pay almak icap eder. İşte bir şehrin farkına varmanın usülü ve yolu kanaatimizce budur. Discovering a city means that this background will be interpreted, then analyzed, and finally subjected to an evaluation. This process can only be accomplished by making comparisons. Through living in or visiting other cities, the first steps of the process are realized. If those other cities belong to different and distinct civilizations, then the recognition period emerges more quickly and is stronger and clearer due to the presence of different people and different worlds. Even though cities which belong to the same civilization have many common traits, it is still possible to encounter different people and worlds in these cities. In particular, when examining cities from different civilizations, the force of this diversity is revealed. After visiting or residing in a city, or perhaps even thinking about it for a while, one adopts a view in which everything is perceived as coming from God (tefekkür); it is at this time that concern for the artistic, intellectual and emotional aspects of the city become necessary. This is the only method and sequence in which individuals can become aware of a city. Şehrin görünen yüzüne baktığımız zaman buThere are two main categories of features relatrada iki ana grup olguyla karşılaşırız. Bunlardan ed to the foreground of the city. The first is the Her şehrin görünen ön planının arkasında maddi ve mabiri şehrin fiziksel yapısı ki burada buna kısaca physical structure of the city, or the form, and nevi öğelerle donanmış bir arka planı, mazisi, hatıraları ve “biçimler” diyeceğiz, diğeri de bu biçimler içinde the other is the city life that is included in the mesajı vardır. yer alan şehir hayatıdır ki buna da burada “eyform, or the actions. The people, or more accuBehind the perceivable foreground every city has a backrately, the society should actualize the physical lemler” diyoruz. Gerek şehrin fiziki yapısını yani ground that is filled with material and spiritual elements, structure of the city and the city life- the form biçimleri gerek şehir hayatını yani eylemleri inmemories, history, and a message. and the actions – in the actions. Thus, when dissan, daha doğru bir tabirle toplum gerçekleştircussing a city, not only the forms or actions are mektedir. O halde şehir denildiği zaman sadece biçimleri veya sadece eylemleri kastetmemek, bu ikisinin arkasında bulunan referred to, but rather the social structure behind these two components is extoplumsal yapıyı da ana etken olarak gündeme getirmek lazımdır. Şehirdeki bi- amined. An individual in the city also exists as an individual in society. The society rey, toplumun içinde birey olarak vardır. Toplum kendi içinde birey olarak var evolves as a product of the common will and sentimentality of the people who olan tek tek insanların ortak iradeleri ve ortak duygusallıklarının bileşkesi ola- exist as individuals within the society. rak ortaya çıkar. Both the individuals and the society that lives in a city either establish it or transŞehirde yaşayan, şehri kuran veya mevcut bir şehri dönüştüren birey ya da toplum; medeniyet tasavvuru veya medeniyet algısı denilen ve özünde bir değerler sisteminden ibaret olan bir yapıya göre hayatını ve çevresini düzenler. Değerler sistemi toplumun üzerinde uzlaştığı, bildiği, anladığı ve sevdiği, akla ve kalbe hitap eden kimlik belirleyici bir sistemdir. Ve şehir bu uzlaşı zemini üzerinde kurulur. Hak ve adalet, saygı ve sevgi ancak bu ortak zeminde gelişebilir. Ve neticede şehir bir erdem üzerine kurulmuş olur. form an existing city, arranging their lifes and their surroundings depending on the concept or perception of the civilization which is in itself a system of values. This system of values determines the identities that a society has come to a mutual understanding with and appeals directly to the hearts and minds. Moreover, the city is established upon this consensus. Equity, justice, respect and love can only grow out of this common ground. Eventually, the city is established upon virtues. Toplumda üzerinde uzlaşılan ortak bir değerler sistemi varsa, bu uzlaşı ortak bir irade doğurur. Bu toplumsal irade şehir kurmak ya da mevcut bir şehri dönüştürmek için gerekli imkânları bulur ya da oluşturur. Ve bir iktidar ortaya koyar. Bu bir toplumsal iktidardır. Bu iktidar eldeki imkân nispetinde bir şehri kurar ya da mevcut bir şehri dönüştürür. If a society has an accepted system of common values, this consensus creates a common will. This shared will creates a force that is social in nature. The combination either results in the discovery of a new city or creates the opportunities necessary to transform an existing city. Şehir kurmak veya var olan bir şehri dönüştürmek genelde bir inşa faaliyetidir. Ve bu faaliyetin sonunda bir hacim ortaya çıkar. Eğer bu hacme toplumsal bir zevk ve ruh zerk edilmiş, yani inşa faaliyeti sırasında ortaya çıkan yapılanmaya özgün bir mensubiyet verilebilmişse o zaman hacim bir mekân olur. Çünkü artık ruhu ve kişiliği vardır. Establishing a city or transforming an existing city is usually an act of construction, and at the end of this activity a mass emerges. If a social spirit is injected into this mass, that is, if during its construction this emerging structure is endowed with a unique allegiance, then the mass becomes a location with a soul and personality. İmar mekân yaratırken inşa sadece hacim doğurur. İnşanın imar olabilmesi için hacmin mutlaka ruh ve şahsiyet kazanması ve bir mensubiyet sahibi olması gerekir. While community development projects create places, construction only generates masses. In order for construction to lead to community development, it must gain a soul and personality and should have an allegiance. If a society has * Yazar * Writer 10 Bir toplumda ortak değerler varsa iktidarı elinde tutanlar (siyasal, dini, mali vs) toplumun ortak iradesini temsil eder. Onların imar faaliyeti toplumun muradı ile örtüşür. Bu birliktelik gelişmiş, güzel ve yaşayan şehirler doğurur. Yukarıda sözünü ettiğimiz iktidar-toplum ilişkisinin özü anlaşılmadan İslam şehirlerinin nasıl kurulduğu açıklanamaz. Aşağıdaki bölümlerde yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız ortak değerler sistemiyle şehir yapılanması arasındaki ilişkiyi İstanbul örneği üzerinde somutlaştırmaya gayret edeceğiz. İstanbul farklı medeniyet algılarına sahne olmuş bir şehirdir. Burada şehri bu farklı medeniyet algılarına göre devirlere ayırıp bu algıları kısaca sunmayı planlıyoruz. Roma-Bizans Dönemi’nde İstanbul Burada İstanbul’da Roma-Bizans döneminde yapılmış birçok eseri zikretmek yerine şehrin bu dönemdeki kuruluş felsefesinin ana ilkeleri ifade edilmiştir. Bu ilkeler aynı zamanda şehri kuran toplumun üzerinde anlaştığı, uzlaştığı ilkelerdir. Romalı bu ilkeleri bilir, sever ve onlarla var olur. shared values, then the people who hold the power (political, religious, fiscal, etc.) represent the common will of that society and the community development activities coincide with the desires of the society. This unity generates beautiful and living cities. Without an understanding the essence of the relationship between power and society, as mentioned above, it is not possible to explain how Islamic cities were established. In the following sections the relationship between the common values and the structure briefly explained above will be focused on, using the example of Istanbul. The city of Istanbul has acted as the scene for different perceptions of civilization. Before briefly presenting these, the different periods and perceptions of civilization will be discussed. Istanbul During the Roman – Byzantium Era Instead of mentioning the various works of art that were constructed in the Roman-Byzantium era, the main principles behind the philosophy of the establishment of the city of Byzantium during this era will be explained. These principles are also ones which the society that had established the city jointly understood and agreed on; the people of Rome knew, loved and lived with these principles. Roma imparatoru Constantine MS. 324’te Byzantion kolonisini yeni başkent olarak seçti ve buraya “Yeni Roma” dedi. Roma bu mütevazı koloni üzerinde kendi medeniyet tasavvuruna göre yeni bir kent kurmaya girişti. Roma medeniyet algısında kent kavramı evrenin yapısına göre biçimlenmişti. Bu medeniyet tasavvuru In 324 A.D, Constantine, the emperor of Rome, selected Byzantium as the new kenti evrenin yapısının yeryüzüne yansıtılması olarak görmekteydi. Şüphesiz bu capital and called the city “New Rome”. The Roman Empire began to establish a city in accordance with its own yapı simgesel bir yorumla yeryüzüconcept of civilization in the modest ne yansıtılmakta ve kent bu yorum colony of Byzantium. According to sonucu biçimlenmekteydi. Evrende the Roman Empire’s concept of civilivar olan güneş ve yıldızlar ve bunlazation, the city should be structured rın hareketi bu gözlem ve yorumun like the universe, much like the city başlangıç noktasıdır. Roma güneof Rome. This concept of civilization şin Doğu’dan Batı’ya doğru harekesaw the city to be the reflection of tini kent yapısının ana ekseni olathe universe on the face of the earth. rak alır, yıldızların Kuzey-Güney yöWithout a doubt, this structure renündeki hareketini de kent yapısıflected in a symbolic way to the nın ikincil ekseni olarak kabul eder. earth, and the city was shaped as a Roma şehrinin ana caddeleri kentin result of this interpretation. The sun belirleyici ilk öğeleri olarak eksenand stars and their movements in ler Doğu-Batı ve Kuzey-Güney üzethe universe were the starting point rindedir. Bu eksenlerin kesim nokof this observation and interpretatası kentin merkezi olarak algılation. The east-west movement of the nır ve bu noktaya “kutsal emanetsun was the basis for the main artery ler” gömülür. Evrende perspektif of the city, while the north-south mevcut ve önemli bir gerçek oldumovement of the stars was the founğundan Roma kent anlayışında ana dation of the secondary axis in the caddeler de düz, geniş ve perspekFetih öncesi dönemde At Meydanı / Hypodrome before the Conquest city’s structure. The streets of Rome tifi vurgulamak üzere iki yanı kolonlarla bezeli caddelerdir. Yine Roma medeniyet anlayışında yedi sayısı çok önemli- and its axes, which were the deterministic elements of the city, run east-west and dir. Çünkü Aristoteles’in arz merkezli evren modelinde yedi gezegen vardır. Bun- north-south. The intersection point of these axes is considered to be the center lar Güneş, Ay ve beş seyyaredir. Constantine’nin kurduğu Yeni Roma bu yedi sa- of the city and the holy relics were buried here. Since perspective is an important yısını da kuruluş ilkesi olarak yansıtır. Biraz zorlama ile olsa da İstanbul’da yedi aspect of the universe, in the Roman perception of the city the main streets are tepe vardır. Constantine yeni kurduğu başkente Roma’dan yedi asil yönetici ge- wide and straight with columns on each side to emphasize the perspective. tirmiştir. Yine onun yaptırdığı surların yedi kapısı bulunmaktadır. Şehirde yedi The number seven is significant in the Roman perception of civilization as there forum (meydan) mevcuttur. Constantine’nin inşaatına başlattığı büyük sarayda are seven planets in Aristotle’s earth-centered model of the universe: the sun, ana salon yedi kandilli avizeyle aydınlatılmakta ve bu saray yedi kıt’a muhafızla moon and five other planets. The importance of the number seven is evident in korunmaktadır. the city of “New Rome” established by Constantine: Istanbul has seven hills, ConŞehrin kuruluşunda fiziksel yapısı örnek alınan evrenin hakimi tanrılardır. Bu fiziksel yapı yeryüzüne yansıtıldığında ortaya çıkan ürünün, yani şehrin hakimi ise imparatorlar olmuştur. İmparatorlar İstanbul’da forumlar ile vurgulanmıştır. Forumlardaki dikili taşlar imparatorları temsil eder. Yerden o zamanın ölçülerine göre epeyce yükselen bu ince, uzun yapılanmalar yer ile gök arasında veya kent ile evren arasında kurulmak istenen bir ilişkiyi simgeler. Dikili taşın üst kısmında bir imparator heykeli bulunur. İstanbul’daki forumlar arasında bugünkü Çemberlitaş’ta bulunan Constantine Forumu çok önemlidir. Bu dikilitaşın üzerinde kurucu imparator Constantine’nin Apollo güneş tanrısı şeklinde bir heykeli vardır. Böylece imparator bir anlamda tanrıların iradesini yeryüzünde temsil etmektedir. Ayrıca Constantine sütununun dikildiği yer, şehrin kurucu eksenleri- stantine brought seven noble administrators to the new capital, the ramparts that he had built have seven doors, there were seven public squares in the city, and the grand palace, the construction of which began under Constantine, is lit by seven chandeliers and protected by seven guardsmen. The gods, the rulers of the universe, are used as a model for the establishment of the city’s physical structure. When this physical structure is reflected on the surface of the earth, the rulers of this newly-formed product, this city, were the emperors. In Byzantium attention was drawn to the emperors with the forums. The obelisks in the forums represent the emperors. These tall, thin structures symbolize the relationship between both the earth and the sky and the city and the universe. At the top of the obelisk is a statue of the emperor. Among the forums 11 ŞEHİR, İSTANBUL VE MİMARİ / THE CITY, İSTANBUL AND ARCHITECTURE nin kesiştiği nokta yani şehrin merkezi olarak da önemlidir. Bu noktanın altında tanrılara ve azizlere ait kutsal eşyaların bulunduğu kaynaklarda kaydedilmiştir. Yeni Roma yukarıdaki esaslar üzerine inşa ve imar edildi. Hipodrom, Büyük Saray, Senato binası, hamamlar, diğer kamu tesisleri ve surlar hep bu ilkelere göre yapılmıştır. Roma imparatorluğu Hıristiyanlığı 313 yılında Milano fermanı ile yasallaştırmıştı. Yeni Roma’ya da Hıristiyanlıkla ilgili bir kimlik gerekiyordu. Bu yüzden şehre bir başka ad olarak yeni Kudüs de dediler. Ancak şehrin Hıristiyan bir geçmişe sahip olması yani “Yeni Kudüs” adını hak etmesi epey bir zaman aldı. Bu süreçte şehre azizlere ait mukaddes emanetler getirildi, bunlar muhafaza edildi ve mukaddes eşya birikimi sağlandı. Şehirde pek çok kilise, şapel, ayazma ve manastır inşa edildi. Böylece Constantine şehri dinsel bir kimliğe de sahip olmuştur. Roma’nın İstanbul hakkındaki bir başka hassasiyeti şehrin antik Truva şehrine bir gönderme yapması gerekliliğidir. Antik Truva şehri Romalılar için efsanevi bir şehirdir. Bu nedenle Truva’yı koruyan tanrı heykeli önce Truva’dan Roma’ya getirilmiş, İstanbul yeni başkent olduktan sonra da Roma’dan İstanbul’a nakledilerek yeni başkentin korunması bu tanrıya tevdi edilmiştir. Constantine sütunun altındaki iki odadan birinde tanrılara ait heykel ve kutsal eşyanın diğerinde ise azizlere ait emanetlerin bulunduğu söyleniyor. Osmanlı Dönemi’nde İstanbul Osmanlı Devleti 1453 yılında İstanbul’u fetheder. O vakte kadar Roma-Bizans tarafından kurulan ve yaşatılan şehir bu yıldan sonra farklı bir medeniyet tasavvurunun ellerine emanet edilmiştir. Osmanlı medeniyet tasavvuru İstanbul’u geçen asırlar içerisinde kendi medeniyet tasavvuruna göre yeni bir biçime ve ruha dönüştürür. Bu dönüştürmenin müşahhas örnekleri şehrin Osmanlı dönemindeki yapılanması sırasında bir bir ortaya çıkar. Burada bu örnekleri tek tek sıralamak yerine bunların arkasındaki düşünsel ve duygusal yapıyı yani Osmanlı medeniyet tasavvurunun şehre uyarlanmasını tahlil etmeye çalışacağız. Osmanlı toplumu İslam medeniyetine ait bir toplumdur. Ve İslam medeniyetinin batı coğrafyalarında ve modern zamanlarda bir uyarlamasıdır. Osmanlı medeniyet tasavvurunun İstanbul ile olan ilişkisini açıklayabilmek için önce İslam şehri kavramına göz atmak gerekir. İslam medeniyet tasavvurunda şehir, cemaat demektir. Şehirden gaye cemaatin erdemli bir hayat yaşamasıdır. Erdemli hayat ise İslam’ın ana kaynaklarında tanımlanmış ve İslam peygamberinin uygulamalarında yaşanmış ve yaşatılmıştır. Şu halde ana ilke olarak İslam’da şehir; cemaatin yaşama biçimine göre şekillenir. İslam şehrinin ilk örneği Medine’dir. Medine’de peygamberin ashabı Kur’an ve sünnete göre yaşadılar. Yani bu esaslara göre bir eylemler dizisi sergilediler. Bu eylemleri gerçekleştirmek için Medine şehrini biçimlendirdiler. İslam şehrinin Medine örneğinden çıkan ana ilkeleri şu fonksiyonları gerçekleştirecek tarzda olmalıdır: Allah’a itaat ve teslimiyet, adalet ve hakkın tecellisi, cemaat ile birey arasındaki ilişkini sağlanması, kulların birbirlerine sevgi ve saygı ile yakınlaşması. İslam şehri bu dört ilkenin ışığı altında kurulmuştur. Medine devrinden sonraki yüzyıllarda İslam toplumları bu dört ilkeyi gerçeklemek üzere kurdukları şehirlerde külliyeler, idare binaları, savunma tesisleri, vakıflar, tekkeler ve özgün bir mahalle dokusu inşa etmişlerdir. Bütün bunlar İslami ana kaynaklardan yola çıkan bir algılama ve hiyerarşi içinde düzenlenerek yapılmıştır. Bu düzenlemeye İslami planlama ilkeleri de denilebilir. Yukarıdaki esaslara göre toplumsal manada Allah’a itaat ve teslimiyet ilkesini gerçekleştirmek üzere arazinin en iyi ve en görkemli yerinde geniş bir mekân tarihin akışı içinde önce mescit, sonra ulu cami, daha sonra da külliye için ayrılmıştır. Ve buradaki kentsel düzenleme tevhide dönük bir duygusallık ortaya koymak üzere tek ve geniş bir mekân, sükun ve huzur dolu bir ortam oluşturmuştur. Bu büyük anıtsal yapıda yer alan şadırvan, çeşme, akarsu ve hamam hem taharet gibi dini bir vecibeyi yerine getirme hem de bir huzur ve sükûn unsurudur. Toplumda hakkın ve adaletin tecellisi ise idare binaları ve savunma tesisleriyle mümkün olmuştur. İslam şehrinin bu ikinci öğesi ulu caminin yanında veya yakınında yer alır. Cemaat ile birey ilişkisinin sağlanması ise çarşılar ve işyerleri üzerinden gerçekleştirilir. Bireyin ve toplumun ihtiyacı olan ticaret ve zanaat bu çarşılarda ve işyerlerinde icra edilirken bunlara ait yapılar da ulu cami, idare binası ile aynı mahalde inşa edilmiştir. Kullar arasında saygı ve sevgiyi ortaya çıkaran ana fak- 12 in Istanbul, the Constantine forum, located in today’s Çemberlitaş, was the most important. At the top of the obelisk in this forum was a statue of Constantine, the founding emperor, depicted as the god of the sun. With this, the emperor also represents the will of the gods on the face of the earth. Also, the place where the obelisk of Constantine was erected was the point where the original axes of the city intersect; that is, this point was the center of the city and was important in this respect as well. Researchers note that the sacred belongings of the gods and saints were located under this point. New Rome was constructed according to the above-stated principles. The Hippodrome, Grand Palace, Senate Building, Roman baths, other public institutions and the ramparts were all built in accordance with these principles. Christianity was legalized in the Roman Empire with the Edict of Milan in 313. New Rome also required a new identity corresponding to Christianity. For that reason, the city was also known as “New Jerusalem”. However, it took a long time for this city to establish a connection with Christianity and to be given the name “New Jerusalem”. During this period, the relics that belonged to the saints were brought to the city and preserved; thus, the accumulation of sacred belongings was guaranteed. Many churches, chapels, Greek Orthodox holy springs (ayazma), and monasteries were constructed throughout the city. With this, the city of Constantine acquired a religious identity. It was also important for the Roman Empire that Byzantium resembled the ancient city of Troy, a city legendary for the Romans. Because of this, the statue of the god who protected Troy was first transported from Troy to Rome. After Byzantium became the new capital of the empire, the statue was transferred here from Rome, and the protection of the new capital was entrusted to this god. It is said that in one of the two rooms under the column of Constantine contained the sculpture and the sacred belongings of the gods, while the relics of the saints were kept in the other room. Istanbul in the Ottoman Era The Ottoman State conquered Byzantium in the year 1453. The city that had been established and kept alive by Rome-Byzantium was entrusted to a totally different concept of civilization from then on. The Ottoman concept of civilization shaped Istanbul and accordingly gave the city a new form and soul. The concrete examples of this transformation emerged one at a time during the restructuring of this era. Instead of examining these examples individually, the intellectual and emotional structure, or the adaptation of the Ottoman concept of civilization to the city, will be analyzed. Ottoman society was a society of Islamic civilization. It was actually an adaptation of Islamic civilization for western lands and for modern times. In order to understand the relationship between the Ottoman concept of civilization and Istanbul, first the Islamic concept of the city should be examined. In Islamic civilization, the city is equivalent to the community. The city expects that the community will live a virtuous life. The main sources of Islam and the practices of the Prophet of Islam describe how a virtuous life is to be lived and sustained. Thus, community life, a main principle in Islam, is shaped by the format of the city. The first Islamic city was Medina. In Medina, the Prophet’s companions lived according to the Qur’an and the Islamic traditions (Sunnah). In order to be able to do so, they formed the city of Medina out of necessity. The main principles of an Islamic city can be seen in the example of Medina. The city should be created in such a way that the following tenets can be complied with: Obedience and resignation to Allah, the manifestation of justice and rights, the assurance of the relationship between the individual and the community, and the loving and respectful treatment of other human beings. The Islamic city is established based on these four principles. In the following centuries, other cities were founded on these four principles and Islamic social complexes, administrative buildings, defense facilities, foundations, Islamic monasteries, and an original configuration were created. These facilities were constructed in line with the main Islamic sources. These concepts can be referred to as the principles of Islamic city planning. tör hizmet ve muhabbettir. Hizmet ve muhabbet yapıları ise vakıflar ve tekkelerden başka bir şey değildir. Bireyin topluma karşı saygılı ve hizmet ehli olması toplumun da bireye sevgi ve merhametle yaklaşması vakıflar ve tekkeler sayesinde gerçekleşir. Bu saygı ve sevgi ortamı hak ve adalet kavramlarıyla birleşince ortaya İslam şehrinin mahalle dokusu çıkmıştır: insana ve çevreye saygılı, toplumdan ve çevreden ancak gerektiği kadar alan ve aldığından daha fazlasını verme gayreti içinde olan bir dokudur bu. Aynı zamanda sakin, dengeli, dikkatli ve ahenklidir. Ve bunlardan dolayı da insana huzur ve sükûn verir. İslam toplumunun insanları bu mahalle dokusunu güzel buluyordu. According to the principles stated above, in order to bring fruition to the principle of the obedience and resignation to God in a social sense, throughout the course of history the best and most glorious land was reserved for the construction of small mosques, followed by great mosques, and later Islamic social complexes. This arrangement created a unique and spacious place, as well as the tranquil and peaceful urban environment that is necessary to worship the oneness of God. The fountains, rivers and Turkish baths that are a part of these monumental structures are part of not only the fulfillment of religious duties such as cleanliness, but also the tranquility and peacefulness of the location. Osmanlı devleti ve toplumu İstanbul’a yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilkeler doğrulusunda yaklaştı. The manifestation of rights and justice in society was made possible with the construction of administrative buildings and defense institutions. These, the second element of the Islamic city, are placed either next to or close to the great mosques. The maintenance of the relationship between the community and individual was actualized through the bazaars and offices. While the commerce and trade necessary in a society were carried out in these bazaars and offices, the buildings where this work took place were constructed in the same neighborhoods as the great mosques and important administrative buildings. Tanzimat’ta İstanbul Tanzimat’ın sihirli kavramı “teknolojik üstünlük”tür. Bu kavram Cumhuriyet’e “çağdaş uygarlık” biçiminde miras kalmıştır. Burada çağdaş uygarlıktan kastedilen, yine Batı’nın ileri teknolojisidir. Ve yine bedeli, etkileri ve mahiyeti hiç anlaşılmadan ve değerler sistemi gündeme getirilmeden Cumhuriyet’te de aynen benimsenmiştir. Tanzimat İstanbul’unda Batı’nın teknolojik üstünlüğü kavramı Büyük Reşit Paşa’nın önderliğinde yankılandı. Batı medeni, zengin ve mütehakkimdi; Osmanlı ise mazlum ve mağlup. Şu halde Batılı kurum ve uygulamaları kabul ve taklit etmeliydik ki biz de ileri, uygar ve galip olabilelim. Bu anlayış İstanbul şehrine Reşit Paşa’ya ait şu cümleyle yansımıştır: “Şehir kavaid-i hendeseye göre yeniden yapılandırılacaktır. “ Kavaid-i hendese yani bugünkü dille geometri kuralları, hayata matematiksel açıdan bakan rasyonalist bir dünya görüşünün simgesel ifadesidir. Uzun asırlar Osmanlı medeniyet anlayışının aklı asla inkar etmeyip ancak vahye müstenid esaslar dahilinde yani İslam şehri kavramına göre düzenlediği İstanbul bu kez kesin ve net ve hatta vazgeçilmez rasyonalist bir anlayışla karşı karşıyaydı. Şehir ve onun asırlar boyu akıl, hikmet ve aşk dolu bir hayatla teşekkül etmiş mahalleleri kavaid-i hendesenin sert-güçlü ve yalın çizgileriyle baş başa kaldı. Ve kuşkusuz bu yalınlığa ve kudrete karşı koyamadı. Tanzimat’la beraber gerçekte bir şehir yıkılmaya başlanmadı, bir değerler dünyası da giderek artan bir ölçekte tahrip olunmaya girişildi. Şehir planında kavaid-i hendese uygulamaları fenn-i mimariyi bilen uzmanlara ihtiyaç göstermiştir. Bu uzmanlar önce Avrupa’dan getirilmiş daha sonra da Avrupa’ya talebe gönderilerek orada Avrupa usulü fenn-i mimariyi öğrenen öğrenciler bu uzmanların yerine geçirilmiştir. Yapı malzemesi olarak yangına mukavim olmadığı için ikamet birimlerinde ahşaptan kargire dönülmüştür. Bu malzeme değişiminin bile zihinsel yapıyı nasıl etkilediği konusunda en küçük bir endişe ve tereddüt söz konusu olmamıştır. Osmanlı asırlarının uzun bir zaman dilimi içinde tamamen toplumun kendi gücü ve eylemiyle düzenlediği şehir dokusu siyasal otoritenin ortaya koyduğu ebniye nizamnameleriyle biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Böylece İstanbul’da o vakte kadar görülmemiş genişlikte cadde ve sokaklar açılmış, bina bloklarının yükseklikleri ve cesametleri artmış, şehir dokusu bazı bölgelerde çıkmaz sokaktan mahrum ızgara planlarla yer değiştirmiştir. Bütün bunlar kavaid-i hendesenin ve ardındaki tek boyutlu rasyonalist dünya görüşünün İstanbul’a yansımalarıdır. Bu düzenlemeler yapılırken istimlâk kavramı gündeme gelmiş, istimlâk kavramı da yasal temellere oturtularak menafi-i umumiyye (kamu yararı) ilkesiyle gerekçelendirilmiştir. Klasik Osmanlı asırlarındaki cemaat kavramının ve bu kavramın uygulama ve çağrışımlarının yerine artık üst otoritenin tek boyutlu ve sosyal ve kültürel ortamı tanımaksızın dikte ettiği kamu yararı kavramı ikame edilmiştir. İşte Tanzimat İstanbul’u bu sözünü ettiğimiz ve şehre yabancı düşünce, duygu ve aidiyet dünyasının dışa vuran bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu görüntüde bir uçta arka planı, temelleri ve ödenen ve ödenecek bedeli hiçbir zaman anlaşılmayan Batı dünyası, tekniği ve modalarıyla yer almaktadır. Diğer uçta ise ortak değerler sistemini hâlâ korumaya çalışan fakat yeni sorunlar karşısında cevapsız kaldığı için kaçmaktan ve içe kapanmaktan başka çare göremeyen Osmanlı medeniyet tasavvuru yer alır. Love and respect between human beings is revealed through the service and small talk that takes place in the foundations and Islamic monasteries. Both the respect an individual shows to society and his competency at a service, as well as the society’s loving and compassionate approach to the individual are evident in the foundations and Islamic monasteries. When this respectful and loving environment is combined with the notion of rights and justice the contexture of the Islamic city emerges. This contexture is respectful towards both the people and the environment, utilizing only what is necessary from society and the environment, and making an effort to give more than it receives. At the same time, it is calm, balanced, careful and harmonious. As a result, tranquility and peace are provided for the people. The people who live in Islamic societies find this contexture of the neighborhood beautiful. The Ottoman state and society approached Istanbul in line with the principles described above. Istanbul During the Administrative Reforms (Tanzimat) The attractive aspect of the administrative reforms (tanzimat) was the goal of technological superiority. This concept was inherited by the Turkish Republic in the form of “contemporary civilization”. What is meant by contemporary civilization here is, in fact, advanced Western technology. This concept was embraced by the Turkish Republic without a clear understanding of its consequences, effect, true nature or value system. During the era of administrative reforms in Istanbul, the technological advancements of the West resounded under the leadership of Reşit Pasha. Western civilization was rich and dominant while the Ottomans were modest and defeated. Thus, in order to become sophisticated, civilized and victorious, it was necessary to accept and imitate Western institutions and practices. This perception of the city of Istanbul is reflected in Reşit Pasha’s assertion, “The city will be restructured according to geometric regulations.” The geometric regulations, or the rules of geometry, are symbolic expressions of a rationalist worldview that looks at life from a mathematical perspective. The city of Istanbul was developed in line with the Ottoman perception of civilization; it was designed in accordance with the Islamic concept of a city. However, during the era of administrative reforms, the Ottoman Empire was faced with a differing rationalist perceptive that was certain, clear and even indispensable. The city and its neighborhoods, which were for centuries full of intelligence, profundity and love, were abandoned for the hard, strong and simple lines of geometric regulation. Without a doubt, some were unable to resist this power and simplicity. In reality, the administrative reforms were not just the beginning of the end of the city, but also the start of the rapid destruction of the values of the city. As a result of the application of geometric regulations in city planning, experts knew that scientific architecture was required. Experts in this field were first 13 ŞEHİR, İSTANBUL VE MİMARİ / THE CITY, İSTANBUL AND ARCHITECTURE 20. yy’ın İstanbul’u ve Sonrası 20. yy Osmanlı toplumu için siyaset ve devlette hüzünlü bir finalle başlar. Düşüncede ise halka dönüş hareketi önce çıkar. Bu hareketin ana düsturu Batı uygarlığından ve Osmanlı uygulamalarından bir fayda gelmeyeceği buna karşılık halkın basit, saf ve özgün birikiminin yeni bir canlanışa kaynak olacağı fikridir. Bu meyanda şiirde halkın kullandığı hece veznine, lisan ve musikide halk diline ve musikisine, nesirde ise halk masal ve destanlarına dönüş önerilir. Ancak mimaride ve şehrin yapılanmasında nereye dönüleceği meçhuldür. 20. yy Osmanlı toplumunda yeni kurumlar ve bunların ihtiyacı olan yeni binaları gündeme getirmiştir. Bu binaların fonksiyonları eski uygulamalarda mevcut değildir. Yeni yüzyılın mimarisi bu binaların cephelerinde halka ait izleri bulmak adına kadim Osmanlı eserlerindeki öğeleri bir miktar stilize ederek tekrarlamakla başlar. Bu arada siyasal yapı tümüyle değişmiş ve bundan kısa bir zaman sonra da eski değerler sistemi devlet eliyle tümüyle askıya alınmış ya da alınmak istenmiştir. 30’lu yıllarda 20. yy başındaki mimari uygulamalara ilk eleştiriler getirilir. 20’li yıllarda batı uzun bir serüvenden sonra rasyonel ve fonksiyonel bir mimari anlayış oluşturmuş, kendi tecrübelerini elemiş, süzmüş ve sistematize etmiştir. Bu anlayışta biçim işleve tabidir. Şehirler de bu işleve göre biçimlendirilmek zorundadır. Ancak o yıllarda yine teknolojik üstünlük noktasında zaafiyeti devam eden Türkiye’de işlev denildiği zaman sadece Batı toplumunda var olan ve tanımlanan işlev kavramı anlaşılmaktadır. Batı toplumundaki işlev yani hayatın günlük akışı ise yine Batı uygarlığının medeniyet tasavvuruna göredir. Tıpkı Tanzimat’ta olduğu gibi 20. asrın bu yıllarında da bir zamanlar bize ait yerli bir medeniyet tasavvurunun olduğu, bunun bir biçimde halen yaşadığı ve hayatın doğal akışı içerisinde kente yansıması gerektiği fikri hiç kabul görmemiştir. 30’lu yılların Türkiye’si Batıdan gelen rasyonel-fonksiyonel akımın hükümran olduğu bir ülkedir. Fakat yine bu yıllarda Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan ideolojik temelli siyasal yapılanmalar mimariyi etkilemiş ve bu etkiden Türkiye de nasibini almıştır. Bu nasip şehirlerimizde ortay çıkan anıtsal ve biçimsel bir yapılanmadır. Kısaca 30’lu yıllar ülkede bir yandan rasyonel-fonksiyonel öbür yandan anıtsal ve biçimsel iki akımın karışımıyla donanan bir yapılanma ile geçmiştir. Bunların her ikisinde de Osmanlı asırlarında toplumsal bir uzlaşı ve imar kaynağı olan medeniyet tasavvurumuzun en küçük bir payı yoktur. Rasyonel-fonksiyonel mimari işlevi öne geçirmekle bir açıdan yerel şartları da dikkate almaya ihtiyaç duymuştur. İşlevin kusursuz yerine getirilmesi için binanın bulunduğu yerin malzeme, çevre ve insan şartları kısacası kültürü de göz önüne alınmalıydı. Bu nokta Avrupa’daki devlet destekli ideolojik güçler çökerken Türkiye’de “bize ait bir mimari olabilir mi?” sorusunu tekrar gündeme getirmiştir. Ancak olgunun veya problemin teknik, mali ve kültürel boyutları hızla değişen zaman şartları karşısında derinliğine ele alınamadan bu dönem de çabucak geçmiştir. Bu ikinci dönemde bize ait mimari yine Osmanlı döneminin kullandığı mimari öğelerin biraz daha soyutlaştırılmasıyla vurgulanmaya çalışılmıştır. 20. yy’ın ikinci yarısı Türkiye için Soğuk Savaş’a rağmen kapitalist Batıya açılma ve onu bütün boyutlarıyla daha yakından tanıma çabalarının başlangıcıdır. Soğuk Savaş’ın bitimini ifade eden 90’lardan sonra ise dünyadaki denge tümüyle Batı kapitalizminin lehine döndüğü için ülke bu kapitalist anlayışla baş başa kalmış ve göründüğü kadarıyla ona hiç karşı koyamamıştır. Bu genel açıklamalardan sonra İstanbul ölçeğinde şu yorumları yapmak mümkündür. Tanzimat’la beraber toplumun ortak değerler sistemi sorgulanmaya başlanmış ve Cumhuriyet’le birlikte bu sistem tümüyle terk edilerek yerine Batılı bir değerler sistemi konulmak istenmiştir. Açıktır ki bu değişim önce yukarıdan düzenlenen kurallarla eylemler ve biçimler üzerinde gerçekleştirilmiş, eylem ve biçimlerin değişmesinin ortak değerler sistemini değiştirerek dönüştüreceği tahmin ve ümit edilmiştir. 20. yy başında gerçekleşen bu olgu toplumsal yapıyı ve onun dış dünyaya yansıması olan şehir mimarisini ciddi biçimde zorlar ve sarsarken 1950 sonrasında ülkeye ve o meyanda İstanbul’a ikinci bir dönüşüm dalgası daha yüklenmiştir. Bu da üretimde tarımdan sanayiye geçiş sürecidir. Batı toplumları bu iki dalgayı aralarında birkaç yüzyıl fasıla olduğu halde yavaş yavaş ve kendi hayat mace- 14 brought from Europe, then students were sent to Europe and these students soon took the place of the experts. Stone and brick began to be used as construction materials in the residential units instead of wood, as wood was not fire resistant. How this change in material affected the intellectual structure of the city was not a cause for concern or hesitation. The contexture of the city the Ottomans had created entirely from the power and action of the society was shaped by the structural bylaws (ebniye nizamnameleri) that were promulgated by the political authority. Thereby, new unimaginably wide main roads were built, the height and size of the apartment buildings increased, and in some regions the contexture of the city was transformed into a grid plan which eliminated dead ends. This is a reflection of the geometric regulations and the rationalist, onedimensional, worldview of Istanbul. While these arrangements were being made, the topic of expropriation came up; this concept was legally justified in the name of public welfare. The community concept popular in the Ottoman era was replaced with a one-dimensional concept of public welfare dictated by leading authorities who acknowledge neither the social or cultural environment. The administrative reforms in Istanbul were nothing but the expression of thoughts, emotions and belongings that were foreign to the city. On the other hand, the characteristics of the West were not understood and it is not understood why the Ottomans looked to the West. On the other hand there is the Ottoman concept of civilization, which was still trying to protect its strong system of values; however, at that time, the Ottoman Empire was internally weak, a result of mentality at the time. Istanbul From the 20th Century Until Present The 20th century started with a somber finale for Ottoman society. The concept of the public was once again prominent in thought. The main principle of this movement was the idea that neither Western civilization nor the Ottoman practices were beneficial, but the simple, pure and original accumulation of public goods would be a source of a reawakening. Within this context, a return to the syllabic meter used by the public in poetry, the folk language and music, and the folk stories and legends was suggested. However, exactly to where the architecture and the structure of the city should return was unclear. In 20th century Ottoman society, this revived the necessity of new institutions and new buildings to house them as the existing buildings were not suitable. Discovering the traces of the public in the facades of these buildings, that is, the architecture of the new century, started with replicating the elements of the Ottoman artwork with a certain amount of restyling. At the same time, the political structure changed completely, and a short while later the government attempted to suspend the former system of values. In the 1930s, criticism of the architectural practices dating from the beginning of the 20th century began. In the 1920s, after a long adventure, the West had developed a rational and functional understanding of architecture which was screened, filtered and systematized according to its own experiences. In this perception, the shape is dependent on the function. However, in the technologically-weak Turkey of that time, when functionality was mentioned, the Western concept of functionality was being referred to. The functionality or daily flow of life in Western society was in line with the Western concept of civilization. During the early 20th century, much like the case during the period of administrative reforms, the idea that there was a local concept of civilization which still existed and should be reflected in the natural flow of life in the city was never accepted. Turkey in the 1930s was a country where the rational-functional trend from the West was dominant. However, Turkey was also affected by the ideologically-based political systems that emerged in Germany and Italy during these years. In short, the 1930s saw the mixture of two trends: the rational-functional trend and the monumental and structural trend. The Turkish concept of civilization, which was the source of consensus and development throughout the Ottoman era, did not have an effect on either of these trends. ralarının tabii akışı sonucu karşılamışlar ve yorumlamışlardır. Batının değerler sistemindeki zihinsel dönüşümü 13. yy’da erken Rönesans’la başlamış, 16. yy’da Aydınlanma ile devam etmiştir. Sanayi devrimi ise ön koşul olarak bilimsel gelişmeler, ticaret devrimi gibi aşamaları geçirdikten sonra 19. asırda meydana gelmiştir. Ve bütün bunların ötesinde batı toplumu bu sahip olduğu değerler sistemine belli bir birikim, gayret ve bedel sonucu varabilmiştir. Türkiye’nin devletçi bir anlayışla ve yukardan gelen bir etkiyle hem medeniyet algısını değiştirmesi hem de tarımdan sanayie geçmesi çok kısa bir süre içinde yapılmaya çalışılmış, içinde ve ardında birikim, düşünce, duygu ve bedel hususlarında büyük boşluklar, eksiklikler ve çelişkiler barındıran bir macera olmuştur. Bu maceranın izlerini İstanbul’un değişen dokusunda, saygıyı ve sevgiyi unutan insanlarının mimari ve şehircilik uygulamalarında, çevreye ve insana hürmeti hiç kale almayan yapı ölçeklerinde görüyoruz. 1990 sonrasındaki Amerikan menşeli kapitalist anlayışın İstanbul’daki izleri ve yankıları halen bir kasırga şiddetiyle şehir üzerinde esmektedir. Birey ölçeğinde kendimize ait bir medeniyet tasavvurumuz olmadıkça ve böyle bir tasavvur toplum tarafından paylaşılıp içselleştirilmedikçe bu tahripkâr kasırganın daha da devam edeceği gün gibi açıktır. Modernite sonrasının moderniteyi inkâr eden fakat yerine ne koyacağına bir türlü karar veremeyen şaşırmış bakışları altında ülke ve kent olarak yolumuzu bulmakta gerçekten zorlanmaktayız. Bu çağı anlayan, yorumlayan, bize ait bir mazide derin izleri olan ancak bugünkü problemlerimize de cevap verebilecek ortak bir medeniyet tasavvuruna erişemedikçe bu şaşırmış ve perişan hal sürecek gibi görünüyor. As rational-functional architecture became prominent, the need to take into account the local conditions became apparent. In order to be fully functional, the material, environment and human conditions of the location - or its culture needed to be taken into consideration as well. While the state-sponsored ideological forces were collapsing in Europe, the question of whether there could be a style of architecture that was solely Turkish was revived. However, as the technical, financial and cultural aspects of this phenomenon or problem were not discussed in detail, this stage quickly passed. In the following period, an attempt at emphasizing Turkish architecture was again made with the architectural elements used in the Ottoman era being presented in a more abstract fashion. Despite the ongoing Cold War, Turkey spent the second half of the 20th century opening up to the capitalist West and becoming more closely acquainted with its characteristics. In contrast, after the end of Cold War in the 1990s, when the balance shifted in favor of Western capitalism, Turkey was left alone with this understanding of capitalism and apparently was unable to resist it. After this general explanations, the following comments on the scale of Istanbul can be made. The Turkish society’s common system of values was first challenged during the period of administrative reforms. After the establishment of the Turkish Republic, this system was totally abandoned and replaced with a Western style system of values. It is obvious that before this change in the rules from above was implemented, it was hoped and expected these changes would eventually occur and transform the common system of values. This phenomenon occurred at the beginning of the 20th century and displayed the social structure and architecture of the city, which was the expression of the social structure, to the world. After 1950, a second wave of transformation hit the country and Istanbul; this was the transition period from a primarily agrarian society to an industrialized one with regards to production. Even though there was a lag of several centuries between these two waves, the Western societies slowly interpreted these changes. The transformation of the Western system of values began in the 13th century with the early Renaissance period and continued in the 16th century with the Enlightenment. After the necessary scientific developments took place, the Industrial Revolution occurred in the 19th century. As a result of these transformations, Western society could retain its system of values through accumulation, effort and compensation. Both the statist attempt to change Turkey’s perception of civilization from above and the transition from an agrarian to an industrialized society happened in a short period of time. This transition can be described as an adventure with significant gaps, deficiencies and contradictions with regards to accumulation, thought, emotion and cost. This adventure traces the changing fabric of Istanbul, the people who failed to respect and love the architecture and well-planned aspects of the city, and the construction that did not honor the environment or the people. The traces and echoes of the American-originated capitalism of the 1990s are still spreading throughout Istanbul like wildfire. If the concept of civilization does not exist on an individual scale, and if such a concept is not accepted, shared or internalized by society, this wildfire will continue to spread and burn. The denial of post-modernity by those who still cannot decide what to put in its place has made it difficult for Turkey and Istanbul to find their own path. Without creating a common concept of civilization which understands and is suitable for this age, an age that is both rooted in history, but also provides answers to today’s problems, this confused and miserable condition is bound to continue. 15 SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI HİLMİ ŞENALP BBUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE HİLMİ ŞENALP SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI / BUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI BUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE Hilmi ŞENALP* Hilmi ŞENALP* Süleymaniye’yi meydana getiren âmiller Süleymaniye ile beraber başka eserleri de vücûda getirmiştir. İşin özünü, onu meydana getiren âmiller, daha doğru tabirle medeniyetimizi tesis eden tesirler oluşturmaktadır. Süleymaniye, bir bütün olarak bakıldığında bir medeniyet tasavvurunun ve âlem idrakinin yansımasıdır. The elements which made up the Süleymaniye ( ccomplex?) introduced other works. In other words, the essence, or more accurately, the effects that form our civilization, is formed by the elements that make up Süleymaniye. When Süleymaniye is regarded as a whole, it is perceived as a reflection of a concept of civilization and a cognition of universe. Bu medeniyet eşyaya nasıl bakar? Mesele Hazret-i Âdem’den itibaren, Nûr-u Muhammedî’nin bu medeniyet temellerini tesisi ve tarifi hâdisesidir. How does this civilization regard physical objects? This subject is the testablishSüleymaniye’nin şahsında mündemiç olan, edebiyatından mûsikîsine, mima- ment and description of the foundations of this civilization since the era of Prophrîsinden kitabî sanatlarına kadar, hemen bütün sanat dallarında bu ortaya kon- et Adam by Prophet Muhammad. What is unique about Süleymaniye is that muştur. Mesele, gelip medeniyet noktasına daalmost all forms of art, from literature to music, yanır. Cenâb-ı Allah, bilinmeyi dilediği için, kendi architecture and the art of inscription are part of Süleymaniye, bir bütün olarak bakıldığında bir medezâtından, zâtına tecellî edip, Nûr-u Muhammedî’yi this mosque. The issue is based comes to rest on niyet tasavvurunun ve âlem idrakinin yansımasıdır. yarattıktan sonra, o Ahmedî sır, Hazret-i Âdem the basis of civilization. As Allah Almighty desired When Süleymaniye is regarded as a whole, it is perceived vasıtasıyla Efendimiz’de son bulmuştur. Onun için to be known, after revealing His own entity, and as a reflection of a concept of civilization and the world. Efendimiz, Hâtemü’l-Enbiyâ’dır. after creating Prophet Muhammad, in whose person was manifested that Ahmedian secret, transEfendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra evvelâ, ferred this characteristic to Prophet Muhammad via Prophet Adam; this found a Mescid-i Nebevî’yi inşâ ediyor. Mescid-i Nebevî’yi bir muhabbet ve medeniyet menbâı olarak, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar yoluyla Osmanlı coğ- conclusion with the final prophet. It is for this reason that Prophet Muhammad is known as Hâtemü’l-Enbiyâ, or the last prophet. rafyasına kadar gelir. İsimler değişir, işin özü değişmez. Mimarî aslında mücerred bir sanatın ötesinde küllî bir sanattır ve o küllî oluşuyla da mücerred olmuştur. Mimarî sanatında öncelikle ses ve akustik vardır. Hakk Tealâ Hazretleri “Kûn” emriyle tecelliyat aleminin kapısını açmıştır. Cami mekânı ve cidârı külliyen kâinatın remzidir. Arablar camiyi “mescit” tabir ederler. Yani sücûd edilen mahâl, mescid diye kullanılır. Ama Osmanlı’da daha çok cami keli- After Prophet Muhammad immigrated to Medina, he first constructed the Masjid Al-Nabawi. A source of love /muhabbet and civilization, after being ruled by the Umayyads, Abbasids, and Seljuks, the Masjid Al-Nabawi became part of the Ottoman Empire. While the names of the rulers varied, the essence of the mosque remained the same. * Yüksek Mimar * Master Architect Haliç’ten Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque from the view of Golden Horn mesi tercih edilmiştir. Bu, daha evvel de vardı. Meselâ, Mescid-i Cuma tabiri veya Cuma Camii tabiri kullanılırdı. Şam’da 730’lu yıllarda yapılan Mescid-i Nebevî’den sonra büyük cami, Cami-i Emevviyye’dir. Peki neden “cami” kelimesi tercih edilmiştir? Çünkü artık orada bir iddia ortaya koyulmuştur. Bir medeniyetin, bütün âmilleri, bütün kültür ve sanatı orada tecessüm etmiştir. Tezyinâtı ile, halısıyla, rahleyle, yazıya dökülen Kur’ân’la, cami mûsikîsiyle, ibadet şekliyle, bütün madde ve manasıyla, suret ve siretiyle bir medeniyetin, bütün hamûlesini yüklenen bir bina ortaya çıkar. Bu yüklenmesiyle de umumi manada şehrin, mahallenin, kısacası hayatın merkezi cami, bütün bir medeniyeti cem eden, merkez bir binâ hüviyetine girer. Mescid-i Nebevi’den, Süleymaniye’ye kadar intikâl eden bütün cami mimarîsinde veyahut sivil mimarîde, mütemâdiyen bir terakkî vardır. “O”, yani “öz”, “Nûr-u Muhammedî”, Süleymaniye’de zirveye oturmuştur. Türk-İslâm medeniyetinin kalbi camidir. Şehrin meydanı, camidir. Şehrin meydanı caminin avlusudur. Avlularda eskiden arzuhâlcisinden, ayakkabı tamircisine ve tesbihçisine kadar birçok meslek erbabı bulunurdu. Külliyeler bu noktada önemli bir görev üstlenirler. Bir insanın bütün ihtiyaçları orada mündemiç olduğu için “külliye” tabiri kullanılmıştır. Şehir yapısına baktığımızda merkezde cami, yanında medreseleri vardır. Meselâ Süleymaniye’deki Evvel Medresesi, Sânîâ Medresesi, Sâlis, Râbi... Yani birinci medrese, ikinci medrese, üçüncü medrese! Birinde hadis ilmi, diğerinde tefsir ilmi verilir. Dârü’l-Kurrâ’da Kur’ân tedris edilir. Diğer medreselerde, tabiat ilimleri vs görülür. Başka şehirlerden gelen ilim erbabı yani bugünün akademisyenleri orada kalır. Darüzziyafe’den, imaretinden yemek yenir, Dârüşşifâ’ya hastalar gelir. Hamamı, arastası (çarşısı) vardır. Bir külliye hâlinde, bir insanın, bir şehrin ne kadar ihtiyacı varsa, oranın bir câzibe, bir çekim merkezi olabilmesi için icâbeden hemen herşey oradadır. Bir Müslüman’ın günlük hayatı göz önüne alındığında, sanki içeriden dışa doğru açılan bir halkalar zinciri söz konusudur. Sanki o şahsiyet, kendi iç dünyasında ferdî tekâmülünü tamamlar ve içtimai hayata dahil olur. Süleymaniye’nin etrafındaki medreselerle Süleymaniye arasında alçak bir duvar vardır. Dış avlunun kapısından içeriye girdiğinizde dışarıdaki bir duvarla cami arasında, dünya ile irtibâtınızı keser, asude bir iklime girersiniz. Sonra ikinci halkaya dâhil olur, iç avluya girersiniz. Kemerler, kubbeler, ortadaki şadırvan... Oradan içeriye daha alçak bir kapıdan girer, muazzam bir mekâna açılırsınız. Caminin cidârı, külliyen kâinatı sembolize eder ve insanla kâinat arasındaki münasebet neyse, caminin cidârıyla insan arasındaki münasebet de odur. Süleymaniye’de de, Edirne Selîmiye’de de bu böyledir. Yani bu medeniyetin bütün hamûlesini cami olan Selâtin camilerinde bütün bunlara riâyet edilmiş, her şey yerli yerinde, tariflenelerek yapılmıştır. Süleymaniye ve Selîmiye camilerinde nispet olarak kullanılan ölçü birimi arşın, o zamanki tabiriyle Vâhid-i kıyâsî, yani kıyas birliğidir. Vahid-i kıyâsî, arşındır ve sütun başlıklarının genişliğidir. Bu bilgilerden hareket edersek, mesela Süleymaniye ve Selîmiye’de nispetleri incelediğimizde, Selîmiye’de kubbeyi taşıyan sekiz ayağın merkezlerinden geçen dairenin çapı 45 arşındır. 45, Âdem kelimesinin karşılığıdır. Kubbe kenarı zeminden 45, minare alemi ise buradan itibaren 66 arşın yüksekliktedir. 66, ebced hesabıyla “Allah” ismine tekâbül eder. Süleymaniye’de kubbe üzengi seviyesi 45, kubbe alemi ise 66 arşın yüksekliktedir. Yine aynı ölçü ve semboller söz konusudur. Şeyh Gâlib: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” “Sen kendini küçük görme, âlemin özüsün, zübdesisin. Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.” diyor. Onun için Mimar Sinan merkeze insanı almak sûretiyle 45 arşınlık bir daire üzerine inşâ etmiştir Selîmiye’yi. Süleymaniye’nin irtifâını ona göre tayin etmiştir. Çünkü Kâbe de basit bir taş binadır ama Cenâb-ı Allah’ın zâtını sembolize ettiği için, oradaki Kâbe ile insan arasında nasıl bir muârefe ve münasebet varsa, aynı muârefeyi Mimar Sinan inşâ ettiği camide de bir şekilde Architecture is actually a universal form of art and not unique. However, architecture can be considered unique due to this very universal character. Before all else, in architecture there is sound and acoustics. Allah Almighty opened the doors to the realm/ of manifestation with the order “Be”. The space in of the mosque and walls of the ’s complex symbolize the universe. The Arabic word for mosque is masjid, that is, the place of sujud (prostration in prayer). However, in the Ottoman era, the word “jamii” was preferred over the word “masjid”. This preference actually existed before this period; for instance, the titles Masjid Al-Jumuah and Jumuah Camii were sometimes also used for the above Masjid Al-Nabawi. The largest mosque to be built after the Masjid Al-Nabawi was the Umayyad Jamii in Damascus, built in the 730s. Why was the term jamii chosen for this mosque? The term jamii had begun to be associated with the elements of a civilization, including its culture and forms of art. A structure emerges, loaded with all the substance, essence, forms and burdens of a civilization, including its ornamentation, carpets, book-rests, copies of the Holy Qur’ans, music and, forms of worship. Thus, the mosque as the center of the city, the neighborhood - in short the center of life - is the central structure that unites the civilization. The architecture of the mosques, from Masjid Al-Nabawi to Süleymaniye, or civil architecture, has continually made progressed. This, that is the essence, Muhammedean divine light reached the top at Süleymaniye. The mosque is the heart of Turkish-Islamic civilization. The courtyard of the mosque functions as the city square. In the past, experts from many different professions, such as notaries, cobblers, and rosary makers, could be found working in the courtyards of the mosques. The complexes undertook an important task in this respect. As all a person’s needs could be completely fulfilled in this place/, they were referred to as külliye or “complex”. A look If we examine at tthe structure of the city, we find ireveals that mosques are located in the center and the madrasas (schools, the Evvel Madrasa, the Sânîâ Madrasa, Sâlis, Râbi, etc.) stand nearby such as. In other words, there were several madrasas included within the mosque’s complex. The science of hadith was taught at the first madrasa, while the other madrasa taught eaches the science of tafseer. At the Dâru’l-Kurrâ students were instructed in the Qur’an taught. The other madrasas provided education in subjects such like as the natural sciences. Scholars from other cities would stay in the complex, eating at the Darüzziyafe or the soup-kitchen and provided them with food and those who fell ill were seen treated at the Dârüşşifâ. There was also a Turkish bath (hamam) and a bazaar in the complex. This complex, which basically functioned as a city, was able to meet all the needs of both the city and the individuals. When the daily life of a Muslim is taken into consideration it is as if, it consists of a chain of rings, stretching from the interior to the exterior. This chain is completed when a person has finished their personal development and becomes socially involved. There is a low wall between the madrasas in the Süleymaniye complex and the Süleymaniye mosque itself. As you enter complex from the outer courtyard, you become disconnected from the world and enter a more serene atmosphere. From there, as you enter the inner courtyard, the arches, domes, and fountain in the middle will become visible. You enter the building itself through a low door and you find yourself in an incredible place. From here, through another lower door you. The walls of the mosque symbolize the entire universe. The relationship between the walls of the mosque and the human being is the same as the relationship between the human being and the universe. This is the case with both Süleymaniye and the Selîmiye in Edirne. That is, all the sultans’ mosques, buildings that carry the burden of this civilization, comply with this and everything was made in accordance with this. The unit of measurement that provides the proportion for the Süleymaniye and Selîmiye mosque was the ell (a former measure of a measurement the length of which corresponds to approximately 45 inches or 114 cm), or the Vâhid-i kıyâsî at as it was known at that time. The width of the column headings was equivalent 19 SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI / BUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE ortaya koymaya çalışmıştır. Selîmiye’de tam kubbenin irtisâmında (izdüşümünde) yapmıştır müezzin mahfilini. Müezzin mahfilinin öçüleri, Kâbe’nin ölçülerinin tam yarısı kadardır. Bunlar hep düşünülerek yapılmış hesaplardır. Tezkiretü’lBünyan’da Süleymaniye hakkında şöyle der: “Oldu Kâbe bu câmî-i mevzun, Çâr-ı yâr oldu anda çâr sütun. Çâr rükn üzre hâne-i İslâm, Çâr-ı yâr ile buldu iskihkâm. Umarım ola bende-i zâre, Bunların yüzü suyuna çare.” Bu mevzun cami, Kâbe misâl oldu, burada dört sütun üzre istihkâm oldu ve dört ayağı cihanyâr-ı güzine nispet ediyor. “Ol camii şerifin kübabları (kubbeleri) deryây-ı letâfetin (letâfet deryalarının) hababları gibi (habbecikleri gibi ) zeyn to the Vâhid-i kıyâsî. For example, if one examines the proportions of the Süleymaniye and Selîmiye mosques are examined the mosques are examined, we find the diameter of the circle that passes through the center of the eight pillars which support the dome in the Selîmiye mosque is 45 ells, while the diameter of the base of the dome measures the same. The number forty-five is the value of the letters in the name Adam according to the ebced calculation. The alem (metal device on top of a the minaret) measures 66 ells. The number sixty-six is equal to the value of the letters in the word Allah method of (a system of numerology). The /elevation/pitch? of the joist hanger on the dome in of Süleymaniye measures 45 ells while the alem on the dome is 66 ells. The same measurements and symbols can be found in both the Süleymaniye mosque and the Selîmiye mosque. Sheikh Gâlib wrote:, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” (Don’t be little yourself, you are the quintessence of the universe. You are the apple of the eye of the universe.) For this reason, putting the human being at the center, the architect Koca Sinan built the Selîmiye mosque on a diameter measuring 45 ells. architect the mosque ells with / man? It was according to this principle that Koca Sinan determined the height of the Süleymaniye mosque principle. Whilet the Kaaba, a simple stone structure, it symbolizes Allah Almighty; and Mimar Sinan tried to reveal this relationship between the Kaaba and human beings in the mosques that he built. He put the mahfil (the special raised platform in a mosque where the muezzin stands), which he delibirately constructed to be exactly half the size of the Kaaba, at the point of projection of the dome in Selîmiye. In Tezkiretü’l-Bünyan, the Süleymaniye mosque is described as: Eski bir kartpostalda Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque in an old postcard olup kubbe-i âlîsi (yüce kubbesi) âsumân-ı girdâr ve âlem-i zernigâr-ı üzerinde mihr-i pür-envâr (nurlar saçan bir güneş gibi) rûşen-i bedîdâr ve minareler ile kubbe, Kubbetü’l-İslâm olan Habîb-i Muhtar ile misâr-ı cihanyâr vâkî olmuş idi “. Yani Habîb-i Muhtar Efendimiz’in isimleri ile cihanyârın isimleri burada vâkî oldu denmektedir. Bu tarifi tahlil ettiğimizde ebced hesabıyla Ebûkebir (231); Ömer (310); Osman (661); Ali (110)’a tekâbül eder. Toplamı: 1312’dir, bunu dörde taksim ettiğiniz zaman 328 çıkar. “Muhammed” ism-i şerîfinin karşılığı olan 92’yi buna ilâve ettiğimiz zaman 420 olur. Yani cihanyâr kelimesinin karşılığı da ebced değeri olarak 420’ye tekâbül eder ki Mimar Sinan bunu kendi metninde gayet açık beyân edip bizzat Sâi Çelebi’ye yazdırmıştır. Bir şairin böyle bir teferruatı bilmesine imkân yoktur. Mimar Sinan’ın ana kubbede tercih ettiği âyet Fâtır Süresi’nin 41’inci âyetidir ve Karahisârî tarafından yazılan âyetin meâli şudur : “Allah zevâl bulmasınlar diye gökleri ve yeri tutmaktadır. Andolsun ki zevâl bulsalar, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz o Halîm’dir, çok bağışlayıcıdır.” “Oldu Kâbe bu câmî-i mevzun, Çâr-ı yâr oldu anda çâr sütun. Çâr rükn üzre hâne-i İslâm, Çâr-ı yâr ile buldu iskihkâm. Umarım ola bende-i zâre, Bunların yüzü suyuna çare.” “This mosque was inspired from Kaabe and built on four columns. These four columns symbolize the four caliphs. The domes of thes mosque are ornamented like the sea of grace and the noble dome is above the sky and shining like the sun above a golden earth which is known as bright. And on the minarets and the dome exist the names of the caliphs and the name of Prophet.” Burada kâinat tarifi yapılmaktadır ve camiin cidârının kâinatın remzi olduğunun altı çizilmektedir. Onun da bâlâ noktasına, en üst noktasına bu âyet-i kerîmeyi yazarak, kâinatın remzi olduğunun altı çizilmiştir. When we analyze this description is analyzed using the ebeced method of calculation, we find that while the name Abu Bakr corresponds to 231, Omar corresponds to 310, Uthman to 661, and Ali to 110. These numbers total 1.312, which when divided by four equals 328. When we add 92, which corresponds to “the name Muhammad” is added to the result, the total is 420. The equivalent of the word cihanyâr (the dearest of the universe) is 420, as which is clearly stated by Mimar Sinan stated in a text which he had Sâi Çelebi write. It is not possibility for a poet to know such details. The verse of the Qur’an which Mimar Sinan preferred is the 41st verse of Surah Al-Fatır: “It is Allah who sustains the heavens and the earth, lest they cease (to function): and if they should fail, there is no one - not one – who can sustain them thereafter: Verily he is Most Forbearing, Oft-Forgiving.” Bunun yanı sıra Süleymaniye’nin siluetine karşıdan bakıldığında caminin iki yanından, yer ile caminin kubbesindeki aleme birer çizgi çizildiğinde bu zaviyenin zeminle yaptığı açı 52 derecedir . Bir avuç kumu elinize alıp da yavaşça akıttığınız- Here, we have a description of the universe described and attention is drawn to the walls of the mosque, which is a symbol of the universe. Writing the above verse of the Qur’an at the highest point emphasizes this symbolism. 20 da, yerçekiminin tesiriyle yatayla oluşan açı yine 52 derecedir. Bu öncelikle sağlamlığı ve depreme dayanıklılığı sağlamıştır . İkinci olarak bir fıtrat mimarîsi meydana getirmiş, fıtrata uygun bir mimarî ortaya koymuştur. Onun için maddî olarak da gayet kavî ve sağlam, salâbet kesbetmiş bir binâ ortaya çıkmıştır . Mescid-i Nebevî’den itibaren terakkî ede ede gelişen, mimarîde kullanılan birçok mimari unsur ve sanat vardır. Meselâ mihrap mukarnası, taç kapılarda kullanılan mukarnaslar; ilk baktığınız zaman bunu bir bütün yapı olarak görürsünüz. Ama onun teferruatına girdiğiniz zaman her biri bir küçük kristal hüviyetindedir. Yani orada bir nevî İslâm tasavvufunun özü olan kesrette vahdet, vahdette kesteri temaşa edersiniz. Yani çoklukta birlik, birlikte çokluğu görürsünüz. Tek bir mihrap gibi görülür ama her biri ayrı bir şeydir. Ama aynı zamanda o bir süs değildir. Mihrapta imam efendi Kur’ân’ı tilâvet ettiği zaman, o değişik geometrideki taş yüzeylerden kubbeye o ses yansır. Yani o sesin yansıması için kullanılan bir mimarî unsur hâline gelir. Moreover, the angle of a when a line is drawn from the ground to the sides of the mosque and then to the alem on top of the Süleymaniye mosque the angle measures 52 degrees. If you take a handful of sand in your hand and let it gradually fall between your fingers, the angle formed by the gravitational pull when a handfull of sand is slowly released is also 52 degrees. The use of this angle in the construction of the mosque not only providesprovided stability and resistance to earthquakes, but it also forms an architecture of fitrat (the nature that we are created with) fıtrat and produced a type of architecture that is in agreement with creation. Thus, a building that was physically strong and safe, proving to be firm, was created. Since from the time that the Masjid Al-Nabawi was built, many developments have been made in architectural and art, including the introduction of the muqarnas (a type of corbel used as a decorative device) on the mihrab and , the muqarnas used on the portals. At first glance, the building is can be viewed as a whole. However, when the features of the building are explored in detail, each part is like a small crystal. In a sense, unity in abundance and the abundance in unity, the essence of Sufism, can be seen here. In other words, the multitude in unity and the unity in multitude are visible here. theS can be seen are visibleAll the elements aappears as iif one mihrab, but every part of the mihrab is actually something differentunique, while at the same time atsame time, the details not ostentatious. When the imam recites the Qur’an from the mihrab the sound of his voice echoes off the surfaces of the various architectural elements, bouncing off to the dome. In a sense, the architectural components of the mosque are used to reverberate and amplify the sound. Eski bir kartpostalda Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque in an old postcard Tezyinât hiçbir zaman bir süs değildir. Bir zarûrettir. Nakış ve nakkaş münasebetidir. “Medh-i nakış, nakkaşa râcîdir. Zemm-i nakış, nakkaşa râcîdir”. Yani nakşı methetmek, onun nakkaşını methetmektir. Bir nakşı kötülemek de onun nakkaşını kötülemektir. Bu düşünceyle baktığınız zaman o taşlar dile gelir. Süleymaniye’deki mihrap çinileri, Kara Memi’nin tezyinâtıdır. Kara Memi, Kanuni’ye ait olan Muhibbi Divanı’nın tezhibini bizzat yapmıştır. Natüralizme kaçan bir tecrid anlayışı içerisinde muazzam bir geometri bilgisiyle fevkalâde güzel yorumlar yapmıştır. Süleymaniye’deki bütün çini ve tezyinât kendisinin eseridir. Yazılar Karahisârî ve talebesi Hasan Çelebi’nin eserleridir. Ahşap işçiliğinde ise, kündekârî kapıların hiçbiri aynısı değildir. Bu, kesretle vahdet, vahdette kesrettir. Gerçekte temâşâ edilen, kâinatın kendisi değil, ondaki ihsaslar, nakışlar, nakıştaki öz ve hakikatidir. Her bir nakış, Allah’ın âyetlerinden bir âyettir. Bu sebeple tabiat doğrudan değil, işâret ve atıfla temâşâ edilir. İnsanın varlığı, varlığın ve eşyanın bizzat kendisi, Hakk ve hakikatle insan arasındaki hicapların, yani perdelerin en büyüğüdür. O yüzdendir ki varlığın verâsına yani ötesine, verânın verâsına (ötenin ötesine) işâretle fânîlik setredilir, örtülür. Mutlaka, sonsuzluk ve bekâya atıfta bulunulur. Nakıştan nakkaş murâd olunur. Eşya göründüğü şekliyle kendi hakikatini insana göstermez. Onu, görünüşünden tecrit edip, fânî olandan tasfiye ettikten sonra, o temâşâya lâyık hâle gelir. Yaratılış gayesini bilen insan için mekân, mekânsızlık âlemine açılan bir penceredir. İnsan da mekânsızlığı içine almış bir mekândır. Mekân, cidârın içindeki boşluk, Adornment is never mere decoration; it is a necessity and a liaison between paintings and the muralistpaintings.. In a sense, to praise the decoration is to praise the muralist. To disparage the decoration is to disparage the muralist. Along this line of thought, the stones express themselves. The ceramic tiles onof the mihrab in the Süleymaniye mosque are the work of Kara Memi, Whogildedwho illuminated the Muhibbi Divan (The Collected Poems of Muhibbi) which belonged to Süleyman the Magnificent. Using his immense knowledge of geometry he produced wonderful interpretations that proceeds from isolation to naturalism. detailing hisfromKara Memi did carried out all of the ceramic work and adornmentdecorations in the Süleymaniye mMosque. The calligraphy was done executed by Karahisârî and his student Hasan Çelebi. As for the woodwork, none of the kündekârî doors are identical. This is unity in abundance, and abundance in unity. What actually being observedwe are actually seeing here is not the universe itself, but the sensations and /images?the decorations in the universe, the substance and the truth in the decorations. /images? Every embellishment is /imagea verse from the verses of Allah. For this reason, nature is not to be examined directly but through signs and references. Human existence, the existence and the object itself, is the greatest of screens, the greatest veil between the human being, Allah and reality. Therefore, what lies beyond of existence is covered by mortality, in reference to the beyond of the beyond. Without a doubt, this is a reference to eternity and perpetuity. The muralist attempts this desiredthrough /imagthis decoratione. Osnotappear exactly as they areThe appearance of an object does not show its reality to human beings; objects do not appear as they are, but become An ob- 21 SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI / BUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque sûretteki sîret, fenâdaki bekâ telmihidir. Oraya atıfta bulunulur, “O”nu hatırlatır. Hakikatte şekiller, eşya ve bütün varlık, maddenin mânâsına, sûretin sîretine, âfâkın enfüsüne aynadır. Vücutta zaman olmaz, ân olur. Zaman itibarî, boyutlar nâmütenâhîdir (sonsuzdur). jectworthy of contemplation after being isolated from its appearance and from what is mortal. For the human being who knows the purpose of creation, space is a window which that opens up a world of spacelessness. The human being is a space which is part of this spacelessness. The space includes the emptiness within the walls, the manner of appearance, and the allusion of the perpetuity in non-being. Here there is a reference to this, “He” is rememberede is remembered Oraya atıfta bulunulur, “O”nu hatırlatır. In reality, the forms, the object and all of the entity reflects the meaning of the object, its manner of appearance, and the self of the universe. Hakikatte şekiller, eşya ve bütün varlık, maddenin mânâsına, sûretin sîretine, âfâkın enfüsüne aynadır, There is no time in the body. Time is arbitrary and the dimensions are infinite. Sîretini aksettiremedikten sonra sûretin ehemmiyeti yoktur, çünkü sûret fânîdir. Bu anlayış, İslâm sanatlarında teksif, terkib ve tecrid şuuruyla, üsluplaştırmayı yani stilizasyonu ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple Türk-İslâm sanatları tabiatta mevcut gizli geometriyi keşfederek, eşyanın özünde ihtimamla setredilmiş yani saklanmış, saklı dünyaları ve inşâlarındaki geometriyi tecrid üslûbuyla, insanın idrakine takdim etmişlerdir. Hendesî şekiller başka hiçbir medeniyette bizdeki kadar mâ-i mukattar ve muarrâ hâle, yani her şeyden, hulâsa fânîlikten berî hâle gelmiş değildir. Bu bakış eşyaya, görünene, şahsiyet ve hüviyete, değerler üstü mânâ ve mâhiyet kazandırır. Yüksek bir kültür ve medeniyet olan Türk-İslâm medeniyetinde ve sanatlarında, eşyaya bu bakış, dünya ve âhiret dengesiyle, hayat ve ölüm gerçeğini doğru kavrayarak insanlığın refâhının yanında, huzur ve saadetinin de fevkalâde önemli olduğunun ifadesidir. 22 If appearance cannot reflect its manner, athen it has no significance, as appearance is mortal. This understanding reveals the stylization of Islamic arts with a consciousness of concentration, combination and isolation. Therefore, TurkishIslamic arts have discovered the hidden geometry that is inherent in nature, present the worlds that are hidden in the appearance of objects and the geometry in the constructions to the perception of the human being in a isolated style. Nowhere else have the geometrical forms been rescued from everything, from mortality, nor have they become as pure and exalted as in this civilization. This point of view ensures that the object has greater meaning and essence, going beyond what is visible. The significance of the object in Turkish-Islamic arts and civilization illustrates the importance of peace and happiness as well as the welfare of the human being, grasping establishing the balance between the world and the after-life, and the reality of life and death. According to Eisenman, the greatest enemy of post-modernity is post-modernity itself. This means being spineless. In a sense, what is offered to eliminate modernity is another modernity without a spine. Deconstructivism in architecture is actually a building that cannot stand, or a building that cannot stand naturally, but which is standing or seems to be standing. Western civilization’s current Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque Eisenman’ın tarifiyle, postmodernitenin en büyük düşmanı, postmodernitenin bizâtihî kendisidir. Bu, omurgasız olmak demektir. Yani moderniteyi bertaraf etmek için teklif ettiği şey, bizzat omurgasız başka bir modernitedir. Mimarîde dekonstrüktivizm, aslında ayakta durmayan bir binadır. Fıtrî olarak ayakta durması mümkün olmayan, ayakta duran veya ayakta duran ama durmuyor gibi görünen. Batı medeniyetinin bugün içinde bulunduğu durum, mimarîye intikal etmiştir. Çünkü, mimarî bir cemiyetin aynası, şekli, lisanıdır. Cemiyette ne zaman bir kaos olursa, bunun ilk tezâhürü mimarîde görülür. Onun için bizdeki bozulma da şehirlerde mimarî ile başlamıştır. Bilhassa Tanzimat sonrası zihnimizin mağşuş hâle gelip, Batı zihniyetiyle mâlul olmasıyla beraber, şehirlerimiz de o eski, fıtrî hüviyetinden soyunmuş, sivil mimarî ile beraber fıtrî hâlden çıkıp, gayr-i fıtrî bir hâle veya gayr-i insanî bir hâle bürünmüştür. Biz bu eserlerin şu anda bizim için meçhul olan, saklı mânâlarını ne kadar keşfeder ve bunları gelecek nesillere aktarabilirsek, o kadar vazifemizi yapmış olacağız. position is reflected in its architecture; as architecture is the mirror, form and language of a society. Whenever there is chaos in society, it is first reflected in the architecture. The deterioration of Ottoman society began to be reflected in with the architecture in the cities. Particularly after the Tanzimat Reforms and the influence of the Western mentality, Turkish cities were stripped of their natural identity and original architecture, becominga unnatural and inhuman. The more we discover the hidden meaning of these events, and the sooner we convey them to the future generations, the more we will be able to achieve. 23 SÜLEYMANİYE’NİN ŞAHSINDA BİR MEDENİYET İNŞÂSI / BUILDING A CIVILIZATION IN THE CASE OF SÜLEYMANİYE Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque 24 TARİHİ YAPI TEMELLERİNDE UYGULANAN DEPREM SÖNÜMLEME SİSTEMLERİ Ali BAYRAKTAR EARTHQUAKE ABSORPTION SYSTEMS IMPLEMENTED IN THE FOUNDATIONS OF HISTORICAL STRUCTURES Ali BAYRAKTAR TARİHİ YAPI TEMELLERİNDE UYGULANAN DEPREM SÖNÜMLEME SİSTEMLERİ / EARTHQUAKE ABSORPTION SYSTEMS IMPLEMENTED IN THE FOUNDATIONS OF HISTORICAL STRUCTURES TARİHİ YAPI TEMELLERİNDE UYGULANAN DEPREM SÖNÜMLEME SİSTEMLERİ EARTHQUAKE ABSORPTION SYSTEMS IMPLEMENTED IN THE FOUNDATIONS OF HISTORICAL STRUCTURES Ali BAYRAKTAR* Ali BAYRAKTAR* Anadolu yapı medeniyetlerini araştıran arkeologların bildirdiklerine göre; taşıyıcı beden duvarlarının altına isabet eden temel duvar kısımları tabaka tabaka, harç kullanmadan kırık taşlarla örülmüştür. Bu yapı sistemi ile temel yapısından beklenen, üst yapıdan gelen düşey yükleri sağlam zemin tabakasına aktarmaktır. Anadolu medeniyeti, temelin tabii zemine çıktığı tabakada, duvarda birtakım strüktürel değişikliklerle, tabandan gelen deprem yüklerinin, yapının üst katmanlarına geçmesine mani olmanın sistemini keşfetmiştir. İstanbul`daki normal ve örme dikilitaş, bu strüktürel yapının günümüze kadar gelmiş örneklerindendir (Şekil 1). Arkeologlar bu uygulamaya başkaca ad bulamadıkları için Orthostat taş döşeği demektedirler. According to archaeologists who have researched those Anatolian civilizations that erected buildings, the foundational wall segments found under the loadbearing walls were interlocked layer by layer with shaped stones that were not held together with mortar. This structural system accomplished what is expected of a foundational structure, transferring the vertical load from the superstructure to the sturdy ground layer. Anatolian civilization discovered a system of preventing the seismic load that emanates from the base from transferring to the structure’s upper layers by making a series of structural changes to the wall in the layer where the foundation emerges from the ground. The normal and brickwork obelisks in Istanbul are examples of this structural arrangement that have survived until today (Figure 1). Unable to find any other name for such an implementation, archaeologists refer to it as Orthostat stone-laying. Günümüze intikal eden yapılardaki sonuçlarından, yapılanların doğru olduğu kesindir. Bu uygulamalardan bazı sonuçlar çıkarmak ve bu sonuçların laboratuvar neticeleri kaArkeologların M.Ö. 1900 yıllarında ilk uygulamasını dar değerli olduğunu düşünmek gerekir. Günübildirdikleri deprem izolatörü Kâbe’nin, Augustus müzde, bu inşa tekniği ders olarak anlatılmalıTapınağı’nın, Ayasofya’nın ve Süleymaniye Cami’nin dır. Bu temel sistemleri tarihin laboratuvarında temellerinde uygulanmıştır. başarı ile denenmiştir. Sonuçlar, bugünkü depStructures that implement the seismic insulator, which rem mühendisliğine büyük katkı yapacak nitearchaeologists say were first applied around 1900 BC are: The liktedir. foundations of the Ka’ba, Augustus Temple, Ayasofya (Haghia Tarihi yapılarda uygulanmış olan deprem izolatör sisteminin ilkeleri ve çalışması şu şekildedir: Orthostat taş döşeğinin ilk uygulaması basit bir yapı şeklinde yapılmıştır. Temel tabakası sağlam zeminden itibaren kırık taşlarla tabaka tabaka örülmekte, yer üstüne çıkınca, düzleme tabakası ile sonlandırılmaktadır. Sophia) and Süleymaniye Mosque. The results in the structures that are still standing today make it clear that the techniques used were correct. Some conclusions can be drawn from these applications, conclusions that have as great a value as any laboratory results. Today this construction technique should be taught to engineers. These foundational systems have been successfully tested in the laboratories of history. The results can make major contributions to contemporary earthquake engineering. The principles and operation of the seismic insulator system used in historical structures are as follows: The first application of Orthostat stone-laying is accomplished through a simple construction method. The foundational layer is woven, stratum by stratum, each layer made up of shaped stones, building up from the solid ground; this is completed by a leveling layer above ground. Temelde kullanılan taşlarla mukayese dahi edilemeyecek büyüklükteki taşlarla yapı beden duvarlarına taban teşkil edilmektedir. Bu tabakada kullanılan taşlar 1,50 m genişliğinde 1,80–2,00 m Stones of a size incomparably yüksekliğinde 3,0 m ile 5,0 m bo- Şekil 1. Deprem izolatörü yapmak için dikilitaş temel sistemi strüktürünün teşkili. Solda Dikilitaş, sağda Ör- larger than those used in the yundadır (Şekil 2). Bu büyüklükte- metaş. Foto:A.Bayraktar / Figure 1. The formation of the structure of the obelisk foundational system that acts as foundation form the base of the an earthquake insulator. On the left, the Obelisk of Theodosius; on the right, the Walled Obelisk. Photo: A. Bayraktar ki taşlar, kırık taşlarla örülen testructure’s main walls. The stones mel tabanının üstüne yerleştirilir. Kırık taş taban 10-20 cm büyük taşlardan dı- used in this layer are 1.5 meters wide, 1.8-2 meters in height and between 3 meşarı taşmaktadır. Taş döşeğin teşkili için büyük taşlar yerine yerleştirildikten son- ters and 5 meters long (Figure 2). Stones of this size are placed upon the foundara alt boşluklar kırık taşlar ile sıkıca doldurulmaktadır. Bu tabakanın altında eni- tional base which is made of shaped stones. The shaped-stone base extends for ne, boyuna ve dikine hiçbir bağlantı yapılmamaktadır. Bu tabaka tam bir yatay 10-20 cm beyond the large stones. The stone-laying is accomplished by firmly fillderz oluşturmaktadır. Bu tabakanın bazen iki veya üç sıra taştan teşkil edildiği ing in the empty spaces underneath the large stones after they have been placed. de olmuştur. Fakat sıralar arasında derzlerde yatay düzlemlilik önemlidir. Arkeo- No connections are made underneath this layer transversally, lengthwise or endwise. This layer forms an entirely loglar bu uygulamanın bir neticesi horizontal joint. Sometimes this olarak kesme taş duvar tekniğinin layer is formed of two or three geliştiğini düşünmektedirler. rows of stone. But the horizontal Yeraltında deprem oluşumunda, leveling of the joints between the yapıya ilk etkiyen titreşim P dalrows is important. Archaeologists gasıdır. Bu dalganın özelliği, yapı believe that the ashlar masonry temelimizde, genlikleri ufak, fretechnique was developed as a rekansları büyük, doğrultuları düşey sult of this application. veya düşeye yakın yer değiştirme etkileridir. P dalgası yapıya düşey tesirli çoklu titreşim oluşturur. Bu * Mimarlık Tarihçisi 26 Şekil 2 Orthostat taş döşeği. Eski Anadolu Mimarlığı R. Nauman. / Figure 2. Orthostat stone-laying. Ancient Anatolian Architecture. R. Naumann. * Historian of Architecture When an earthquake forms underground, the first tremor to titreşimler temel Orthostat tabakalarındaki yatay sürtünme mukavemetini zayıflatmakta hatta yok edecek kadar azaltmaktadır. P dalgası yapının yatay kayma mukavemetini zayıflattığı ve dağıttığından, hemen sonra depremin asıl yıkıcı S dalgası yapı temeline ulaşmaktadır. Yapı temeli, orthostat taş tabakası ile derz oluşturduğundan S dalgalarının yatay tesirleri yapı üstüne geçememektedir. Yatay deformasyonlu deprem tesirleri, orthostat altındaki yatay dilatasyonda sönümlemekte, enerjisini bitirmektedir. Bu strüktür P dalgalarının özelliğini yapının deprem tesirlerinden kurtarılması için kullanılmaktadır. P dalgaları yapıyı depremin yıkıcı tesirlerinden kurtaran yardımcıdır. P dalgaları olmazsa orthostat tabakasına, sürtünmeyi azaltan, yok eden bir yapının yapılması gerekir. P dalgasının faydası düşünülmeden yapılan çalışmaya günümüzde izolatör demekteyiz. Bu sade uygulama büyük kütlesel yapılarda bazı ek elemanların da kullanılmasını gerektirmiştir. Depremin dinamik tesirleri, yapıda az da olsa bazı şakulinden kaçmalara ve dağılmalara neden olabilmektedir. Yapıdaki şakullemeyi yapmak ve dağılmalara mani olmak için dikili taşın altındaki orthostat tabakalarının arasına, dört köşeye yerleştirilen granit taş bloklar yapılmıştır (Şekil 3). Dikilitaşın tabanındaki iki blok taş arasındaki sürtünmesiz yüzeyde taşların sağa sola hareketlerinde granit taşlar kasılarak dönmekte, yatay yük tesiri ile oluşan deformasyonlar, yük üzerinden kalkınca yapının yerine geri dönmesini sağlamaktadır. Arkeologların M.Ö. 1900 yıllarında ilk uygulamasını bildirdikleri deprem izolatörünün uygulandığı yapılar şunlardır: Kâbe’nin, Augustus Tapınağı’nın, Ayasofya’nın ve Süleymaniye Cami’nin temelleri. Sultanahmet meydanındaki örme dikili taş temelinin basit uygulaması ve Dikilitaş’ın altındaki teknik tasarım açık bir şekilde görülmektedir. Dikilitaş’ın orthostat yapısı, depremin tüm tesirlerini karşılayacak bir tasarımdadır. 19 m yüksekliğinde ve 90 ton ağırlığında yekpare taş olan obelisk, temelde şu parçalara oturmaktadır: 3.80x3.80x3.00 m ölçülerinde alt taban. Dikili taştaki bu tabakanın yerini, diğer yapılarda harçsız örülen kırık taş duvarlar almıştır. Daha ileri teknolojilerde beden duvarları tabaka tabaka sandık dolgu duvar, kemer, tonoz ve sütunlarla teşkil edilmektedir. İkinci kısım, 3.00x3.00x3.00 m boyutlarında yekpare taş olan orthostat tabakasıdır. Temel tabakası ile orthostat tabakası arasında, dört köşeye yerleştirilen 30x40x70 cm ebatlarındaki sert granit taşlar bulunmaktadır. Bu taş parçaları, depremin titreşimlerindeki deformasyonlarla yapıda oluşan ötelenmeleri şakuluna getirmektedir. Obelisk’in altındaki dört adet bronz ayak, temelin tamamlayıcı son parçasıdır. Bronzdan yapılan 40x40x70 cm ölçülerindeki dört ayak, ana bloğun depremin P dalgaları tesirindeki, az da olsa düşey vuruntularını yumuşatmaktadır. affect a building is the P wave. The particularity of this wave lies in its placechanging effects in the foundation of the structure, the low amplitude and high frequency, the direction of which is vertical or close to vertical. The P wave forms a multiple tremor that affects the building, moving vertically. These tremors weaken and lessen to such a degree that they eliminate the horizontal sliding endurance of the foundational Orthostat layers. As the P wave weakens and disrupts the building’s horizontal sliding resistance, the earthquake’s principal destructive S wave immediately follows and reaches the foundations of the building. As the structure’s foundation forms a joint with its Orthostat stone layer, the horizontal effect of the S waves cannot be passed on to the structure. The horizontal deformation caused by an earthquake are also absorbed by the horizontal dilatation joints that lie underneath the Orthostat, which absorbs the remaining energy. In this structure, the characteristics of the P wave are utilized to save the structure from the impact of the earthquake. P waves help the structure, saving it from the earthquake’s destructive impact. Without P waves, it would be necessary to build a structure that would reduce and eliminate friction in the orthostatic layer. Today, building without consideration of the benefits of the P wave is referred to as insulation. This simple application makes it necessary to use some additional components in large structures. The dynamic impacts of an earthquake cause some (although minor) breaks from the structure’s plumbbob, and can lead to disintegration. Granite stone blocks were made and placed in four corners between the orthostatic layers beneath the obelisk in order to ‘plumb’ the structure and prevent any disintegration within (Figure 3). The movement to the right and left of the two stone blocks upon the frictionless surface of the obelisk’s base causes the granite stones to rotate, ensuring that the structure returns to its place when the deformation caused by the horizontal load effects is reversed as the weight is lifted. Structures that implement the seismic insulator, which archaeologists say were first applied around 1900 BC are: The foundations of the Ka’ba, Augustus Temple, Ayasofya (Haghia Sophia) and Süleymaniye Mosque. The simple application of the stone masonry obelisk foundation in Sultan Ahmet Square and the technical design beneath the Obelisk of Theodosius can be easily seen. The obelisk’s orthostatic structure is of a design that addresses all of the impacts of an earthquake. The 19-meter-high, 90-ton monolithic stone obelisk rests upon the pieces of its foundation: the lower base measures 3.80x3.80x3 meters. The place of this layer in the obelisk is occupied by walls of shaped stones in other structures that are built without mortar. In later technology, the main walls are M.Ö. 1900 yılında Güneydoğu Anadolu’da yaşadığı söylenen formed by layers of prefabricated walls, arches, vaults and colBilge kişiye ulaşmak kolay oldu. Bu Bilge kişinin yaşam öyküsüumns. The second segment is the orthostat layer, which is made nü bir biçimde anlatalım: Basra körfezinde Dicle ile Fırat nehirof a monolithic stone measuring 3x3x3 meters. There are hard lerinin buluştuğu yerde, Ur kentinde bir bebek dünyaya gelir. Şekil 3. Dikilitaşın tabanındaki izolatör granite stones, measuring 30x40x70 cm, which are placed in the Babası taş ustasıdır, kent taşlık yörede olmadığından gurbete, görevini yapan blok taşlar. / Figure 3. four corners between the foundation layer and the orthostat Urfa’ya çalışmaya gitmektedir. Baba uzak diyarlarda çalışarak The stone blocks which serve as insu- layer. These pieces of stone allow for a transition in the struclators in the obelisk’s base. ture along with deformation caused by the earthquake tremors, ailesine bakmaktadır. Bebek büyüyünce babasına takılır, amcası ile birlikte Urfa’ya o da gitmektedir. Amca, baba ve evlat ortak bir hayat yaşa- bringing them into line with the plumb-bob. The four bronze feet underneath the maktadırlar. Bilge çocuk hayatı ve yaşamı sorgulamaktadır. “Baba bizi kim yarat- obelisk are the final, completing piece of the base. Albeit to a minor degree, the tı?” Cevap basit, “Nemrut yarattı.” Baba işin kolayını seçer. Fakat Bilge çocuk tat- four bronze feet, measuring 40x40x70 cm, soften the vertical effects of the earthmin olmaz. Bu kadar çirkin insan güzel insanları nasıl yaratır! Baba, güneşin do- quake’s P wave in the main block. ğuşunda “Bizi güneş yarattı” diye söylenir. Bilge çocuk “Güneş batınca bizi kim It is easy to find the wise individual who is said to have lived in Southeast Anatolia koruyacak?” diye babasına tekrar sorar. Bu baba-oğul çatışması yaradılış ile ilgi- in 1900 B.C. Let us relate the story of this wise individual here: A baby enters the li tartışmaların oluşmasına sebep olur. İş büyür ve artık Bilge çocuk Bilge adam world in the town of ur, where the Tigris and Euphrates Rivers meet in the Persian olur. Artık toplumda saflaşma ve bölünmeler başlar. Nemrut işe el koyar ve Bil- Gulf. His father is a stonemason who leaves home to work in Urfa, as their town ge adamı cezalandırmaya, öldürmeye kasteder. Bu anda bir mucize olur. Nem- is not built on stony ground. The father works in far-off lands to provide for his rut Bilge adamı, taraftarlarına gösteri olsun diye yakarak öldürmeye karar verir. family. When the baby grows up, he wants to visit his father and travels to Urfa “Bir bina inşa edin ve içini odunla doldurun! Odunları ateşe verin, Bilge adamı with his uncle. They live together, uncle, father and son. The wise child has serious da ateşe atın.” emrini verir. Bilge adamın yapı ustaları ateşe atılacak kardeşleri- questions about life. “Father, who created us?” The answer is simple, “Nimrod ni kurtarmanın yolunu bilmektedir. Binanın ortasına yeraltı suyuna kadar ulaşan did.” The father chooses the easy way out. But the wise child is not satisfied. How su kuyusu yaparlar, binanın dört duvarını sıkıca örerler, gerekli yüksekliğe ula- could such an ugly person create beautiful people! At sunrise, the father says, 27 TARİHİ YAPI TEMELLERİNDE UYGULANAN DEPREM SÖNÜMLEME SİSTEMLERİ / EARTHQUAKE ABSORPTION SYSTEMS IMPLEMENTED IN THE FOUNDATIONS OF HISTORICAL STRUCTURES şınca içine odun doldurup ateşe verirler. Ateş havalandıkça bina su kuyusundan nemli havayı emmektedir. Yapı içi yerin 20 derecedeki nemli havası ile dolunca Bilge adam mancınıkla ateşe atılır. Yanan odun korları su kuyusuna doluşur. Su kuyusundan büyük miktarda buhar fışkırır ve alevli ateşi söndürür. Allah’ın mucizesi oluşur ve Bilge adam yanan dev ateşten küçük sıyrıklarla kurtulur. Bilge adam bu kurtuluş sonrası artık Urfa’da kalamaz. Kendine inananlar ve yeğeni ile birlikte taş ve kayalıklar bölgesi olan Kudüs’e yerleşir. Taş ustası, taş kalfası, taş yapı mühendisi aynı yeri seçer. Ayrıca beslediği, kendine tabi olan insanları da kayırmak ve doyurmak zorundadır. Mısır bu çağda firavunların zengin ülkesidir. Ekibine ancak zengin olan bu ülkede iş bulabilir. Firavundan birkaç yıllık iş alır. İşlerini tamamen eda edince büyük miktarda servetle Kudüs’e döner. Ancak Mısır’dan getirdiği mal ve paranın tümü kendisinin değildir. Beraber olduğu kişilere hakları verilince kendine ancak geçinebilecek mal kalmıştır. Bir gün düşünde Allah’ın emrini alır: “Mekke’ye git, Kâbe’nin temellerini yükselt!” Allah’ın emrini, kendine inanan ustalara aktarır. Bilge adama inananlar ordusu Mekke’ye doğru yola çıkarlar. Düşünde bildirilen su kuyusunun üstü açılır, Kâbe’nin ilk yapılan temel taşlarına ulaşılır. Aynı ebat ve boyutlarda yükseltilerek bugün bile kullanılan Allah’ın ilk mabedi yapılmış olur. Anadolu’da arkeologların aradığı Bilge adamın hayatını ve yaptıklarını, kısaca anlattım. Bu Bilge adamın adını hepiniz bilirsiniz: Hazreti İbrahim. Anadolu’da İbrahim (a.s.)’ın yapı sanatı 500 yıl tüm deprem bölgelerinde uygulandıktan sonra unutulmuş. Unutulan asırlar için arkeologlar Anadolu mimarlık tarihinin kara yılları demektedir. Çünkü bu döneme ait hiçbir yapı günümüze gelmemiştir. M.Ö. 900 yılında bir bilge kişinin bu yapı sanatını yeniden bulup tüm deprem bölgelerinde tekrar uyguladığını bilmek arkeologların büyük başarısıdır. Anadolu’da tüm anıtsal yapılarda uygulanan bu taşıyıcı yapı sistemi o kadar etkilidir ki hangi kavimler bu taşıyıcı sistemi altlık yapmış ise mimarlık tarihi yazmışlar; hangi yapılarda uygulandı ise, eserler günümüze sağlam intikal etmiştir. Bu tekniğin en bilinen ve görülen uygulaması, İstanbul Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş temelidir. M.S. 390 yılında dikildiği bilinen tek parça granit taş, günümüze kadar yerinden santim oynamamıştır. Obelisk’in temelindeki izolatör sistemi o kadar düzgün çalışmıştır ki, İstanbul’un önemli depremlerinde bile devrilmemiştir. Anadolu yapı mühendisliğinin temelini oluşturan bu keşif, zamanla unutulmuştur. Yeniden keşfedilip uygulanması için yeniden bir bilge kişinin ortaya çıkması gerekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile bu yapı sanatı da unutulmuştur. Son olarak Osmanlı yapı standartlarına şekil veren bu buluş günümüz yapı mühendisliğine aktarılmamıştır. Modern deprem yapı mühendisliği eskinin buluşlarından ve tecrübelerinden mahrum, tarihi geçmişi olmayan bir bilim olarak yürütülmektedir. “The sun created us.” The wise child asks his father again, “Who will protect us when the sun sets?” This father-son conflict leads to the formation of debates over creation. The conflict grows, and the wise child has now become a wise man. Polarization and division in society begin. Nimrod steps in and decides to punish and kill the wise man. At that moment, a miracle occurs. Nimrod decides to burn the wise man alive as an example to his followers. “Construct a building and fill it with firewood. Set the firewood ablaze! Throw the wise man into the fire” he commands. The wise man’s master builders know a way to save their brother who is to be thrown into flames. They construct a well in the middle of the building that extends to the groundwater below, tightly interlock the four walls of the building; when the required height is reached, they fill it with firewood and set it ablaze. As the fire is ventilated, the building absorbs the humid air from the well. When the inside of the building is filled with the humid 20-degree air from the ground, the wise man is thrown into the flames with a catapult. The burning firewood embers gather in the well. A large amount of steam erupts from the well, and the blazing flames are extinguished. A miracle of God takes place, and the wise man is saved from the giant blaze with only minor injuries. After being saved in this manner, the wise man can remain in Urfa no longer. Together with his followers and nephew, he goes to Jerusalem, a rocky region of stone. Even today, stonemasons, stone builders and stone structural engineers prefer this location. The wise man had to protect and feed those in his charge. At this time, Egypt was the rich land of the pharaohs. Only the rich were able to find work for their men in this country. The wise man succeeds in this as well, getting the contract for a project that will last for a few years from the Pharaoh. When the work is completed, the wise man returns to Jerusalem with a large fortune. But not all of the goods and wealth he brought from Egypt are his own. After distributing shares to his comrades, the amount left to him is just enough to get by. One day, he receives an order from God in a vision: “Go to Mecca and raise the foundations of the Ka’ba!” He relays God’s command to the artisans who believe him. The army of the wise man’s followers set out on the road for Mecca. The top of the well mentioned in his dream is opened, and the Ka’ba’s first foundation stones are discovered. They build upon this, raising stones of the same size and dimensions, and thus the first house of worship of God, in use even to this day, was re-built. I have briefly explained the life and works of the wise man who is sought by archaeologists in Anatolia. We all know the name of this wise man and the place he lived: Prophet Abraham. The art of construction of Prophet Abraham was forgotten after being applied for 500 years in all the earthquake zones in Anatolia. Archaeologists refer to these forgotten centuries as the dark years of Anatolian architectural history. No structures belonging to this period have survived to the present day. It is important for archaeologists to realize that in 900 B.C. a wise individual rediscovered this art of building and re-applied it in all the earthquake-prone regions. This load-bearing construction system, which is applied to all monumental structures in Anatolia, is so effective that whichever tribes used this load-bearing system created architectural history; whichever buildings it was applied in have been transferred securely to the present day. The application is so effective that it is impossible not to admire it. The best-known and most attractive application of this technique is the base of the Obelisk of Theodosius in Istanbul’s Sultanahmet Square. Believed to have been erected in 390 A.D., the stone is a single piece of granite and has not moved a centimeter from its spot since that day. The insulator system in the obelisk’s base has worked so well that it did not collapse, even during the most major earthquakes of Istanbul. This discovery formed the foundation of Anatolian structural engineering, but was forgotten over the course of time. The emergence of a new individual wisdom was necessary for it to be re-discovered and applied. With the collapse of the Ottoman Empire, this building art was also forgotten. Ultimately this knowledge, which shaped Ottoman building standards, was not passed on to the structural engineering of our day. Modern earthquake/ structural engineering is bereft of the findings and experiences of that past, and is being implemented as a science with no historical past. 28 DOĞAN KUBAN: MAĞDURİYETİN TARİHÇİSİ Uğur TANYELİ DOĞAN KUBAN: THE HISTORIAN OF VICTIMHOOD Uğur TANYELİ DOĞAN KUBAN: MAĞDURİYETİN TARİHÇİSİ / DOĞAN KUBAN: THE HISTORIAN OF VICTIMHOOD DOĞAN KUBAN: MAĞDURİYETİN TARİHÇİSİ DOĞAN KUBAN: THE HISTORIAN OF VICTIMHOOD Uğur TANYELİ* Uğur TANYELİ* Türkiye’de akademik ya da profesyonel mimarlık tarihçiliği Doğan Kuban ile başlar. Ondan öncekilerin hiçbiri kendilerini öncelikle mimarlık tarihçisi diye niteleyemezlerdi. Örneğin Celal Esad Arseven operet yazarlığından sinemacılığa, mimarlıktan şehirciliğe dek her alanda amatör olarak çalışmıştı. Onun hiçbir konuda profesyonel olmadığı bile söylenebilirdi. Behçet Ünsal da hep mimarlığını ön planda tutmuştu ve zaman içinde adım adım tarihçiliğe doğru ilerleyecekti. Yine de ürün toplamı uzun meslek yaşamı sonunda bile bir profesyonelin birikimine ulaşabilmiş sayılmazdı. The historiography of academic or professional architecture in Turkey begins with Doğan Kuban. Before his time, there was no other historian call himself primarily as a historian of architecture. For example, Celal Esad Arseven was interested in writing operettas, film-making, architecture, and city planning, but it could not be said that he was an expert in any of these fields. Behcet Unsal, who focused on architecture, over time became a historian; however, even when he retired, he had not accumulated the wealth of knowledge that an expert would have. * Mimarlık Tarihçisi * Historian of Architecture In contrast, Kuban’s professional life started off with an emphasis in architectural Kuban ise, kurumsal olarak da mimarlık tarihi alanına yapılmış bir vurguyla iş ya- history. After working for a short period, he participated in the Architectural Hisşamına başlamıştır. Çok kısa bir üniversite dışı çalışma evresinin ardından İTÜ Mi- tory Platform at Istanbul Technical University’s Faculty of Architecture. Kuban marlık Fakültesi Mimarlık Tarihi Kürsüsü’ne katıldığını biliyoruz. Yine de mimari has been interested in architectural design since the beginning of his academic tasarım, en azından akademik yaşamının başlangıcında Kuban’ı meşgul etmiş gö- life; he even submitted his work to various competitions. Following the decision zükür. Bazı yarışmalara proje göndermiştir. YÖK sonrasında ise restorasyon ile by the Higher Education Board to officially separate restoration and architecmimarlık tarihi “resmen” iki ayrı akademik disiplin haline getirildiğinde Restoras- tural history into two separate academic disciplines, he chose the department yon Anabilim Dalı’nı seçerek Mimarlık Tarihi ile resmi bağını koparmıştı. Bunda of restoration, severing his ties with architectural history. It can be said that he tasarımla doğrudan ilişkili bir disiplini tercih etme gerekçesinin rol oynadığı dü- preferred a discipline that was directly related to design, and this played a role şünülebilir. Hatta o yıllarda birkaç tasarım denemesi de yapacaktı. Ancak, mes- in his decision. Furthermore, Kuban made a few attempts to create his own delek yaşamına başladığı kürsüden kopuşunda başka bir neden de Mimarlık Tarihi signs. However, another reason for this decision to part ways with the academic Anabilim Dalı içinde yer alacakları besbelli bazı kişilerle aynı ortamı paylaşmak is- world, where he began his professional life, was his desire not to work with certememesi olmalıdır. En azından bu nedenin betain people who were certainly to be included in nim İTÜ’ye katılışım (Kasım 1982) sırasında sık department of architectural history. Kuban himTürkiye’de akademik ya da profesyonel mimarlık sık dile getirildiğini hatırlıyorum. self described his feelings on this matter to the tarihçiliği Doğan Kuban ile başlar. author at Istanbul Technical University in 1982. Kendisi bazen başka şapkaları taşıma arzusuThe historiography of academic or professional architecna kapılsa da, Kuban tüm sapma denemelerine Despite his desire to turn his hands to different ture in Turkey begins with Doğan Kuban. rağmen bir profesyonel-akademik mimarlık tathings, Kuban has remained an academic archirihçisi olarak kalacaktır. Ona profesyonel tarihtectural historian. While a professional histoçi, fakat amatör mimar ve amatör restoratör demek haksızlık olmaz. Üstelik ala- rian, he is also an amateur architect and restorer. Furthermore, his contributions na yaptığı katkı ve orada yapılan ve yapılacak tartışmaları biçimlemede oynadığı to the field and the role he has played in shaping the debates that took place rol bağlamında da o, akademik tarihçilik dünyasında Türkiye’deki hiçbir meslek- therein, and indeed in those that were yet to take place, render him far more taşına nasip olmamış ağırlıkta bir etki merkezi olmuştur. Bugün Doğan Kuban et- influential than any of his colleagues. Today, throughout Turkey architectural kisi içinde çalıştığı kurumu çok aşan bir biçimde Türkiye’nin her yerinde mimar- historiography continues to be influenced by Doğan Kuban. This does not mean lık historiyografisini koşullandırmaya devam ediyor. Bu ifade, Kuban’ın mimar- that Kuban’s approaches to architectural history still carry the revolutionary imlık tarihi yapma yaklaşımlarının hâlâ 1960 veya 1970’lerde taşıdığı devrimsel an- portance and meaning they did in the 1960s or 1970s. It is possible to speak lam ve önemi taşıdığına işaret etmiyor. İki yönlü bir güncel Kuban etkisinden söz of Kuban’s dual impact: His discourse continues to determine the thoughts and etmek mümkün: Birincisi, Kuban’ın söyledikleri akademik tarihçilik alanında ge- approacehs of a broad group of academics. Furthermore, in order to enable the niş bir grubun düşünce ve yaklaşımlarını hâlâ belirliyor. İkincisi, Türkiye’de mi- creation of new discourses and paths in architectural history, the critical readmarlık tarihçiliği yeni sözler söyleyebilmek, yeni yollar açabilmek için, herkes- ing of Kuban’s works should take precedence. Consequently, an investigation of ten çok Kuban’ın yazdıklarının eleştirel okumalarını yapmak zorunda. Dolayısıy- Kuban’s historiographic approach requires at least a comparable effort if one is la, Kuban’ın historiyografik yaklaşımını irdelemek en azından onun alana verdi- to match the caliber of his endeavors. In such a short text it would not be posği emeğin niceliğinde bir eleştirel karşı-emeği gerektiriyor. Kısa bir metinde ben sible to cover such a comprehensive subject; therefore, this article will examine bu denli kapsamlı bir işe başlangıç denemesi bile yapamayacağım kanısındayım. the Kubanian corpus from one aspect alone: the claim that his discourse is one Kuban “corpus”unu sadece tek bir eksen üzerinde ele alacak ve onun söylemle- of victimhood. However, even this topic is too large to be addressed in such a rinin mağduriyet söylemleri olması meselesi üzerinde duracağım. Ne var ki, bu small space. bile yazdığım kısa metinle yapılmayacak kadar ciddi bir iş. Speaking from a position of victimhood has long been a determinant in writings Mağdur pozisyonundan konuşmak Türkiye’de tarihyazımı için, mimarlık tarihiy- on Turkish history and is not limited merely to the realm of architecture. Even in le sınırlı olmayarak, uzun süre belirleyici olmuştur. Daha Arseven’in bile 1928’de 1928, Arseven’s first book, Turk Sanatı (Turkish Art History), was written from “Türk Sanatı” adlı ilk kitabı yazdığında dile getirdiği, bu mağduriyet pozisyonuy- the perspective of a victim. He drew attention to the fact that the West classified du. Batılılar’ın Türkler için örneğin, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar için yapılage- art history by country, i.e. German art history, French art history, Italian art hislenin aksine, ulusal bir sanat tarihi kategorisi tahsis etmeyişlerini problemleşti- tory, etc., but Turkish art history was not granted such a classification. Arseven riyor ve böyle bir yerin verilmesi için çalışıyordu. Bu yaklaşımın, hak ettiği his- insisted that such a spot be accorded to Turkey, as he felt Turkey, a victim in toriyografik yere oturtulduğuna inanmayanların mağduriyet dili olduğu aşikâr. this case, had not been placed in the historiographic position it deserved. Those Kültürel anlamda mağdur olduklarını düşünenler en az iki dert (haksızlık) tanımı who believe they are being culturally victimized must have at least two examples 30 yapmak durumundalar. Bir yandan kendilerini mağdur eden bir suçlu, bir “öteki” bulmaları (varetmeleri) gerekiyor; öte yandan da hakkı yenilen, değeri teslim edilmeyen olumlu niteliklerle varlık kazanmış bir “ben” inşa etmeleri… Bunun anlamı, mağduriyetin kaçınılmaz olarak trajik bir yeni “ben” inşası olduğudur. O “ben” trajiktir, çünkü kendisini yenmiş hakları ve mahrum bırakıldıkları aracılığıyla tanımlar. Arseven de, Kuban da yaklaşık olarak bunu yapmayı denerler. Yaptıkları iş, artık yaygın biçimde “ulus inşası” diye bilinen etkinliğin bileşenlerinden biridir. İkisi için de suçlu bellidir: Türkler’i hak ettikleri yerde konumlandırıp tarihselleştirmeyen Batı. Ancak, Arseven muhtemelen ilk başlangıç denemelerinden birini yapışından ötürü, fazla iddialı değildir. Sayısız ülkede sayısız benzeri of such a violation of rights. Not only must they find (or create) a guilty party who has victimized them, they must also construct a self whose rights have been usurped and whose positive qualities have not been valued. In other words, victimhood is the inevitable construction of a new, tragic “me”. That “me” is tragic because it defines itself based on its rights that have been infringed upon and its rights of which it has been deprived. Both Arseven and Kuban more or less aim to do this in what is nowadays commonly known as “nation building”. For both, the guilty party is obvious: the West. According to them, the West has neither placed nor historicized the Turks as they deserve. However, Arseven does not boast, perhaps because he penned one of the first works on this topic. He was to Doğan Kuban (Zaman Gazetesi Arşivi / Archive of Zaman Newspaper) bulunan bir ulusal sanat tarihini (veya daha çok tarihlerini) yazma imkânına işaret ettikten sonra susacaktır. Deyim uygunsa, historiyografik anlamda ulusal bağımsızlık ona yeter. Kuban konuşmaya Arseven’in bıraktığı yerden başlar. Ama çok önemli bir farkla bunu yapar: O, Türk ulusal mimarlık tarihine dünya genelinde “şık” bir yer tayin etmeyi öngörecektir. Doçentlik tezinin Rönesans’la 16. yüzyıl Osmanlı anıtsal mimarlığı arasında bir karşılaştırma yapmaya yönelik oluşu bu bağlamda aydınlatıcıdır1. Kuban ilk önemli çalışması olan2 bu kitapta Osmanlı Klasik Çağı’nı kendisi olarak, “per se”, okumayı denemez; İslam dünyası genelindeki eski ve güncel eğilimler çerçevesinde okumaya da yönelmez; Rönesans’la kısmen aynı çağda varolmalarına merkezi önem atfeden bir karşılaştırma zemini kurmaya kalkışır. Bu karşılaştırmanın ne önemi ve gereği olduğu kuşkusuz sorulmalıdır. Örneğin, neden Safevi, Hint- Baburoğlu, Çin veya Rus mimarlıklarıyla bir karşılaştırma değil de Rönesans’la karşılaştırma yapmak akla gelmiştir? Metodolojik anlamda, Rö- calm down after indicating that it is possible to write about national art history, as this had been done in numerous countries (or rather in their histories). And to coin a phrase, “historiographical speaking”, national independence was enough for him. Kuban begins where Arseven left off. There is, however, one big difference between the two: Kuban foresees the designation of an appropriately “chic” place for Turkish national architecture history in the world. The fact that his published thesis compares 16th century Ottoman monumental architecture with that of the Renaissance is quite enlightening in this regard (1). In this book, which is Kuban’s first important work, the author does not try to decipher the Ottoman classical era itself “per se” (2). Nor does he try to unravel it within the framework of the old or new tendencies throughout the Islamic world. Instead, he attempts to create a comparative basis from which he focuses on the importance of the coexistence of Ottoman and Renaissance architecture. The importance and need for such a 31 DOĞAN KUBAN: MAĞDURİYETİN TARİHÇİSİ / DOĞAN KUBAN: THE HISTORIAN OF VICTIMHOOD nesans dahil bunların hiçbiri anlamlı olmayacaktı. Ancak Kuban, Rönesans’ı seçerek Türkiye ortamına o zamanlar özellikle egemen olan bir kaygıya prim verir: Batılılaşma ideolojisine historiyografik bir derinlik katmaya çalışır. Sonraki yıllarda bu güzergâhı sonuna dek zorlayacaktır. Giderek, Batı teriminin yerini “evrensel kültür” başlığının aldığı görülür. Onun da yine dünya ölçeğinde geçerlilik iddiasında olan ve kültür ürünlerini değer hiyerarşisine tabi tutan bir kategori olma açısından Batı teriminden pek az farkı vardır. Batı’ya veya evrenselliğe eklemlenen bir Osmanlı tahayyül edişi, Osmanlı mimarlığını da evrensel geçerlilikte olduğunu varsaydığı parametrelerle yorumlamaya yöneltir Kuban’ı. O sayede, Osmanlı mimarlığı tarihini rasyonel gerekçelerle düşünüp çalışan, neredeyse “modernlikten önce modern” öznelerin bir ürün toplamı gibi okumaya koyulur. Sadece kimi modernist yapılar için anlamlı strüktürel dürüstlük ve iç-dış mekân bütünlüğü gibi paradigmaları Klasik Osmanlı’ya taşır. Sinan’ı ve onu merkez alan geleneği -kendi deyişiyle- Akdeniz dünyasının yapı üretim geleneğine eklemleyerek kubbeli yapımın Antik Roma’dan başlayan strüktürel çizgisiyle bütünleştirir. Sinan’ı çok kolay inanılacak, çünkü çok geniş bir toplumsal talebi olan bir konstrüksiyonla bir İtalyan Rönesans sanatçısı gibi anlatır. En genelde pozitivist bir açıklama modeli kurar. Çağdaş öznelerden pek az farklı düşünen rasyonel, sanki Aydınlanma Çağı’nı Aydınlanma’nın icadından önce yaşamış zihinlerin varettiği bir Osmanlı mimarlığıdır onun yazdığı. Yani Kuban pozitivist açıklamalar yapmakla kalmaz, tarihini yazdıklarını da pozitivist öznelermiş gibi tahayyül eder. Sözgelimi, bir “Çağdaşımız Sinan” makalesi bile kaleme alır. Kuban’ın yaklaşımının, kendisine Doğu’nun dışında yer arayan Erken Cumhuriyet Türkiyesi için yaşamsal olduğu kesin. Ancak, bu ihtiyacın tatmininin Kuban’a comparison in the first place begs the question of why he chooses to compare Ottoman architecture to that of the Renaissance and not, for example, Safavid, Indian-Babur, Chinese or Russian architecture. Methodologically, the inclusion of these types of architecture, and even the inclusion of Renaissance architecture, does not have any meaning. Kuban’s decision to compare Ottoman architecture to that of the Renaissance let the dominant concern in Turkey at the time incrcased: The addition of a historiographic depth to Western ideology. In the years to follow, he pushes this way of thinking to the very limits. Over time, the term “the West” is replaced with “universal culture”. There is very little difference between this term and the term “the West”, as they are both categories which claim to be global standards that create a hierarchy of cultural values. His depiction of the Ottomans as something in addition to that of “the West” or universality, and his presumption that Ottoman architecture is of universal validity lead Kuban to interpret events within the parameters of his suppositions. Consequently, he became preoccupied with approaching Ottoman architectural history with reason and interpreting it as being almost “modern prior to modernity”. Kuban creates meaningful paradigms about classic Ottoman architecture, such as the structural and the inner-outer integrity of the buildings. He brings into this the architect Koca Sinan and the tradition of which he is the center; in his own words, Koca Sinan integrated the traditional structures produced in the Mediterranean world with the domed structures which originated in ancient Rome. Due to the great demand for information about Koca Sinan, similar to the demand for information on Italian Renaissance artists, this information is presented in an easy-to-believe fashion. In general, Kuban makes use of a posi- Doğan Kuban (Zaman Gazetesi Arşivi / Archive of Zaman Newspaper) 32 (1950’lerin sonuna ve 1960’ların başlarına) kadar ertelenerek fazlasıyla geciktiği söylenmelidir. Ama gecikmişliğine rağmen, sözkonusu historiyografi Doğu-Batı kutupsallığını Edward Said’in yaptığının aksine problematize etmekle ilgilenmeyecektir. Yine de Kuban’ın Said’den ve ünlü kitabı Oryantalizm’den haberli kesinlikle ilk Türk mimarlık tarihçisi, belki de ilk Türk olduğunu biliyoruz.3 Ne var ki, Kuban yine de Doğu-Batı kutupsallığını veri alır ve bir başka mağduriyet meselesi olarak değerlendirir. Ona göre, Türkler ait olmaları gereken kültürel konumda bulunmadıkları için de mağdur olmuşlardır. Dolayısıyla, Kuban söylemleri açık veya örtük olarak bu tarihsel hatanın giderilmesi için biçimlendirilmiştir. Örneğin, en önemli Osmanlı estetik yaratısının mimarlık olduğu; edebiyattan müzik ve resme diğer estetik ifade bölgelerinin ancak ikincil önem taşıdığı gibi çok sık dile getireceği söylem böyledir. Çünkü aynı alandaki Batılı ürünlerle yarışabilir tek yerli pratiğin mimarlık olduğuna inanır. Bu yarıştırma hevesi uğruna geniş bir kültürel birikimi pek az dikkate alır. Ona göre Osmanlılar veya (çoğunlukla eşanlamlısı olarak kullandığı) Türkler dünya kültür kervanına öncelikle mimarlık aracılığıyla katılabilirler. Batılı estetik modellerle ve onların hemen her historiyografik araçla parlatılmış ürünleriyle kolayca uzlaştırılamayan veya benzeştirilemeyen diğer estetik pratikler dışlanmışlardır. Tasvir ettiği o evrensel yarışmada Türkler’in kaybetmesi mitolojisine Kuban’ın bazı İslami kültür ürünlerini de katışı ilk başta şaşırtabilir. Ancak, o eserlerin de yarışmada kazanma nedenlerinin Batı’da kabul görmüşlükleri olduğu hatırlanmalı ve bu akıl yürütmede aslolanın yine Doğu-Batı kutupsallığına merkezi bir yer vermek olduğu farkedilmelidir. Kuşkusuz bu tavırda Kuban’ın yalnız olmadığı ve çok geniş bir konsensusa onun da katıldığı itiraf edilmelidir. Hemen tüm mağduriyet söylemleri gibi Kuban’ınkiler de yeni mağduriyetler üretir. Kendisini mağdur hissedenler ötekileştirdiklerini mağdur ederler. Kuban’ın dolaylı rolü bu olacaktır. Osmanlı’yı mağdur edilmiş monolitik bir bütün olarak düşlediği için, örneğin onun mimarlığını vareden çoğulluğu görmeyecektir ya da önemli bir mesele olmadığı inancıyla hesaba katmayacaktır. Kuban anlatılarında Osmanlı mimarlığı devletin mimarlığıdır. Örneğin, onun karmaşık bir etnodinsel çeşitlilik içinde üretilmiş olması dikkate alınmaz. O yüzden bu söylemlerde mimarlığın tek aktörü devlet ve devletin personifikasyonu gibi tarif edilmiş olan mimardır. Diğer rol sahipleri tarihleri yazılmayarak mağdur edilmişlerdir. Bu arada Osmanlı kültürü de, mimarlık bağlamında tam aksi amaçlansa bile, mağdur edilenler kervanına katılır. Onun mimarlık dışındaki tüm ürünleri evrensel kültüre önemli katkılar sayılmadıkları gerekçesiyle hiçe sayılarak marjinalleştirilir.4 Kuban Postkolonyal düşüncenin en ufuk açıcı ifadelerinden birini, “evrensel olanın Shakespeare değil, onu okuyan özne olduğu” paradigmasını hiç umursamaz. Shakespeare’de bulunduğuna inandığı, Baki’nin veya Nedim’in ürünlerinde de bulunması gereken içkin bir evrensellik değeri arar. Tabii ki bulamaz. Onlara evrenselliğini verebilecek olanın evrensel ölçekte okunup okunmama meselesi olduğunu görmez. Bu arada mimarlık da diğer Osmanlı kültürel üretimlerinden yalıtılarak mağdur edilecektir. Kuban hiçbir biçimde amaçlamadığı halde, değer taşıdığına inanmadığı düşünce, inanç ve sanatsal ifade bölgeleriyle bağlantısız olarak tahayyül ettiği Osmanlı mimarlığını entelektüel anlamda çırılçıplak bırakmıştır. O çıplağı giydirmek içinse, bir kez daha klasik Osmanlı mimarlığını pozitivist tivist model of explanation. His work on Ottoman architecture that was created before the Enlightenment suggests that there is little difference between Ottoman architecture and Enlightenment architecture, that Ottoman architecture is rational, and that it has modern elements which make it more advanced than Enlightenment architecture, if the time period is taken into consideration. This means that Kuban does not stop at providing positivist explanations; he actually imagines that it is possible to prove history with positivist elements. He even penned an article entitled “Our Contemporary Sinan.” It is certain that Kuban’s approach is applicable to the early Turkish Republic, which was searching for a place of its own outside the East. However, it must be said that the gratification of this need was delayed until Kuban began to approach the subject at the end of the 1950s. Despite this delay, the historiography at hand was not concerned with the problematization of the East-West polarization, as emphasized by Edward Said. In spite of this, it is likely that Kuban is the first Turkish architectural historian who was familiar with Said and his famous book Orientalism (3). However, Kuban still viewed the polarization of the East and West as a separate matter of victimization. According to him, the Turks had also been victimized as they had not been granted the cultural status which they deserved. Thus, Kuban’s discourse, either directly or indirectly, was formatted in order to eliminate this historical mistake. For example, his frequent claim that the most important Ottoman aesthetic creation was architecture and that other aesthetic forms of expression, such as literature, music and visual arts, were all of secondary importance is a good example of this. As Kuban believes that the only domestic work which can compete with the West in this category is architecture, with the zeal of this competition, he seldom takes into consideration the wide array of other forms of cultural wealth. According to him, Ottomans or Turks (he frequently used the term “Turks” as a synonym for the former) can first and foremost join the international cultural bandwagon by way of architecture. The other aesthetic works, which cannot easily be reconciled or compared to Western aesthetic models or its products, which have been polished with just about every historigraphic tool, are sidelined. In the universal competition that Kuban describes -- the mythology in which the Turks fail -- it is surprising that he includes certain works that are the result of Islamic culture. However, it must be noted that the reason for the success of these works is their acceptance in the West, and it must be emphasized that what is of essence in this logic is the placement of the East-West polarization at the core of the matter. Furthermore, it must be admitted that Kuban is not alone in this attitude and that the consensus is with him. Similar to other statements regarding victimhood, Kuban indirectly creates new grievances; this is an example of the tendency of those who feel victimized to victimize others. As he imagines the Ottoman Empire as a victimized monolithic whole, he is either unable to see the plurality that brought Ottoman architecture into being, or simply overlooks it, or is of the belief that it is of no significance. In Kuban’s discourse, Ottoman architecture is the architecture of the state. For ex- 33 DOĞAN KUBAN: MAĞDURİYETİN TARİHÇİSİ / DOĞAN KUBAN: THE HISTORIAN OF VICTIMHOOD ussallıkla, yani mimari ömrü ilk ortaya kondukları yerde bile iki yüzyılı bulmayan paradigmalarla açıklamak zorunda kalır. Artık o mimarlıktan ne sembolizm, ne anlam, ne dinsellik, ne de Osmanlı’nın karmaşık ve çelişik toplumsal yaşamının etkileri bağlamında konuşma imkânı bırakır. Sadece devletle tanımlı bomboş bir kültür alanının ortasında, ıssız adada kalakalmış bir Sinan ile klasik Osmanlı mimarlığıdır anlatılan. Sanki devlet denizinin ortasında yalnız başına duran bir tür Hayy ibn Yakzan’ın öyküsüdür bu5. Oradaki gibi, tek başına mahsur olduğu adada sadece insana özgü ussal yeteneklerini kullanarak, kimseyle entelektüel ilişki tesis etmeden, tek başına tüm insanlık tarihinin mimari bilgi birikimini üreten biri olur çıkar Sinan ve klasik Osmanlı mimarlığı. Bu kısa ve aceleci eleştirel irdeleme denemesinden sonra Kuban’ın mimarlık tarihçisi olarak önemini hiçe mi saydığım sorulabilir. Tam tersine, Kuban’ın çok önemli olduğuna inanıyorum. Şu var ki, Kuban söyledikleriyle şiddetli bir kavga verildiği zaman zihin açan ender düşünce adamlarından biridir. Üstelik, ortaya koyduğu ürün toplamı, bu kavgayı daha birkaç kuşağa yaptırtacak kadar geniş içerikli ve kapsamlıdır. NOTLAR: Doğan Kuban, Osmanlı Dini Mimarisinde İç Mekan Teşekkülü (Rönesansla Bir Mukayese), İTÜ Mimarlık Fak. Yay., İstanbul, 1958. 1 Aslında yeterlik tezi de (Doğan Kuban, Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme, İTÜ Mimarlık Fak. Yay., İstanbul, 1954) bu yer tayini meselesiyle ilişkilidir. Osmanlı mimarlığının Batılı veçhesini ortaya koymaya yöneliktir ve on yıllar boyu özgün bir yaratma evresi olarak nitelenmeyerek mağdur edilen bir dönemi ele alır. 2 İlk olarak Doğan Kuban, “The Geographical and Historical Bases for the Variety in Muslim Architecture: A Summary of a Conceptual Approach”, International Symposium on Islamic Architecture and Urbanism, Dammam, 1980’de yapılmış bu konuşmanın Türkçe metni: Doğan Kuban, “İslam Mimarlığında Çeşitliliğin Coğrafi ve Tarihi Nedenleri: Kavramsal Bir Yaklaşım”, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul, 1982, s. 16 (Said’e gönderme). 3 Çok yeni bir yazısında da Kuban aynı tavrı sürdürür: Doğan Kuban, “Tarihe Karşı Namuslu Olmak”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji eki, 10 Aralık 2010, s. 2. 4 Bu önemli kitabın bir Türkçe çevirisi de var: İbn Tufeyl ve İbn Sina, Hayy İbn Yakzan (Ruhun Uyanışı), çev.: Y.Ö. Özburun, S. Özburun, Ş. Yalçın, O. Düz, D. Örs, İnsan Yay., İstanbul, 2003. İbn Tufeyl’in yazdığı asıl metin s. 21-88. Bir tür Robinson Crusoe öyküsü gibi gözüken kitap aslında felsefenin bilgi üretimi sorunsalına ilişkin temel idealist metinlerinden biridir. 5 ample, the fact that what is known as Ottoman architecture grew out of a complex ethno-religious multiplicity is overlooked. For this reason, in this discourse architecture is defined with the state and the personification of the state as the sole actor; other key players are overlooked as their history was not recorded. In the meantime, Ottoman culture is also included among those who have been victimized, despite the fact that in the realm of architecture the exact opposite is envisaged. For Kuban, all works other than architecture are reduced to nothing and marginalized as they do not constitute important contributions to the universal culture. (4) Kuban does not pay attention to one of the most enlightening expressions of the post-colonial paradigm that, “what is universal is not Shakespeare, but the subject reading it.” Rather, he searches for an inherent universal value in the works of Baki and Nedim which he believes to exist in the works of Shakespeare of course, he is unable to find this, as Kuban fails to see that what would grant them universality is that they are read on a universal scale. At the same time, architecture is also victimized after being isolated from other Ottoman works of art. Even though Kuban in no way aims to leave Ottoman architecture completely naked, in an intellectual sense, he does just this by imagining it as being unconnected to the thoughts, beliefs and artistic expressions which he believed to be of no value. In order to clothe that naked body, he is forced once again to explain classical Ottoman architecture with positive neo-nationalism, in other words, with paradigms that did not even exist 200 years ago when these architectural works of art were first created. He is thus left no chance for the discussion of the symbolism, meaning, religiosity or the effects of Ottomans’ complicated and contradictory social life. What is spoken of is Koca Sinan and classical Ottoman architecture, but they are left stranded on a desolate island in the midst of a cultural arena defined solely by the state. This is similar to the story of Hayy ibn Yakzan, who stood alone in the middle of the sea of the state (5). Similarly, by utilizing the mental capabilities that are unique to mankind and without forming an intellectual relationship with anyone else, Koca Sinan and classical Ottoman architecture are shown to be solely responsible for the production of the wealth of architectural information for the whole of mankind. In this short and hasty critical attempt, it may be asked whether we are trying to cast Kuban cast aside as an architectural historian - this is not the case. On the contrary, Kuban remains a very important, unique man of thought whose ideas and work are mind-expanding. Furthermore, the sum of his work is enormous and has wide-ranging consequences that will carry on this struggle for a few more generations. NOTES: Doğan Kuban, Osmanlı Dini Mimarisinde İç Mekan Teşekkülü (Rönesansla Bir Mukayese), (The Formation of Interior Land in Ottoman Religious Architecture) İTÜ Mimarlık Fak. Publications, Istanbul, 1958. 1 Doğan Kuban, Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme (An Essay on Turkish Baroque Architecture), İTÜ Mimarlık Fak. Publications, Istanbul, 1954. (This thesis is tied into the issue of placement and is an effort towards unveiling the Western direction of Ottoman architecture. It examines a unique period of creation which was not defined as victimized for decades.) 2 The Turkish version of a speech, Doğan Kuban, “The Geographical and Historical Bases for the Variety in Muslim Architecture: A Summary of a Conceptual Approach”, International Symposium on Islamic Architecture and Urbanism, Dammam, 1980: Doğan Kuban, “İslam Mimarlığında Çeşitliliğin Coğrafi ve Tarihi Nedenleri: Kavramsal Bir Yaklaşım” (The Geographical and Historical Reasons for Multiplicity in Islamic Architecture), Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler (Essays on Turkish and Islamic Art), Arkeoloji ve Sanat Publications, İstanbul, 1982, pg. 16 (A reference to Said). 3 Kuban maintains the same attitude in many of his later writings: Doğan Kuban, “Tarihe Karşı Namuslu Olmak” (Being Honorable Against History), Cumhuriyet Bilim Teknoloji (Republic Science Technology Supplement), Dec. 10, 2010, pg. 2. 4 5. There is an important Turkish translation of this book as well: Ibn Tufeyl and İbn Sina, Hayy İbn Yakzan (Ruhun Uyanışı) (The Awakening of the Soul), Translation: Y.Ö. Özburun, S. Özburun, Ş. Yalçın, O. Düz, D. Örs, İnsan Publications, İstanbul, 2003. Ibn Tufeyl’s original text. pg. 21-88. The book, which appears to be a sort of Robinson Crusoe tale, is actually a basic idealist text towards philosophy’s problem of producing information. 34 FİLOZOF MİMAR TURGUT CANSEVER Yaylagül CERAN TURGUT CANSEVER AS A PHILOSOPHER Yaylagül CERAN FİLOZOF MİMAR TURGUT CANSEVER / TURGUT CANSEVER AS A PHILOSOPHER FİLOZOF MİMAR TURGUT CANSEVER TURGUT CANSEVER AS A PHILOSOPHER Yaylagül CERAN* Yaylagül CERAN* Mimarın taşıması gereken bilincin, ‘insanın dünyadaki varoluş amacı ve esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir’ ilkesiyle biçimlendirilmesini vurgulayan Turgut Cansever,1 yirminci yüzyıl Türk mimarları kuşağının son büyük simasıdır. Eleştirmenler tarafından filozof mimar Turgut Cansever’in kimliği, içinde bulunduğu tarihsel süreç çerçevesinde biçimlenen çeşitli roller üzerinden ele alınmıştır. Örneğin, Uğur Tanyeli’ye göre, Cansever yaşama biçimiyle aktivist; düşünsel pratiğiyle şarih; felsefi referansıyla İslam çatısı altında olan; kenti kavrayışıyla ütopist ve mimarlığıyla dekonstrüktif bir inşaî etkinlik gösteren bireydir.2 Tanyeli’nin bu kimlik kodlaması, kendisinin de belirttiği gibi, modern bireyin parçalanmış, bağlantısız ve metafizik üst söylemden uzak varlık tasavvurunu temsil etmektedir. Peki, onun bu yaklaşımında Cansever’in kuşatıcı, bütünsel ve dinamik varlık idraki bir anlam buluyor mu? Turgut Cansever was the last great figure in the 20th century generation of Turkish architects, and he emphasized1 that the architect’s awareness should be shaped by the principle ‘the meaning of man’s existence in the world, and his principle duty, is to beautify the world around him.’ The philosopher-architect Turgut Cansever’s identity has been addressed by critics with regard to the various roles that were shaped by the historical period in which he lived. For example, in the view of Uğur Tanyeli, Cansever was an individual who was an activist in the way he lived his life, while in intellectual practice he was a commentator; he sheltered under the umbrella of Islam for his philosophical point of reference, but he was a utopist in his perception of the city who displayed the constructive activity of a deconstructive nature with his architecture.2 This identity codification of Tanyeli’s, as he himself states, represents the modern individual’s perception of existence as shattered, disconnected and far removed from any metaphysical metadiscourse. But does Cansever’s enveloping, holistic and dynamic perception of existence find any meaning in this approach? Cansever’in bu kimlikleri birbirinden ayrı ve çatışmasız olarak taşıdığını bildiren Tanyeli’nin bu tasvirlerini kabul etmekle birlikte biz, bütün varlığın ilişkiler ağı içinde ve dinamik bir kozmoloji anlayışıyla varlık kazandığını iddia eden ve kendi oluşunu bu varlık idraki çerçevesinde inşa eden filozof mimar olarak Cansever’i ele alacağız. In addition to accepting these depictions of Tanyeli, who states that Cansever bore his identities separately and without conflict, we shall approach Cansever as a philosoMimarın taşıması gereken bilincin, ‘insanın dünyadaki varoTurgut Cansever’i popüler söylem bağlamında pher-architect who asserted that all of existence luş amacı ve esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir’ ilkesiybiçimlendirilen ve kısa vadede kazanç gibi gögained being within a network of relationships le biçimlendirilmesini vurgulayan Turgut Cansever, yirminci rünse de uzun vadede bütün bir varlığın siluetiand through a dynamic cosmological underyüzyıl Türk mimarları kuşağının son büyük simasıdır. ni dönüştüren gündelik politik ilişkilerle anlamak standing, as well as being a person who conmümkün değildir. Mimarların filozofları binalara Turgut Cansever was the last great figure in the 20th censtructed his own being within the framework of yabancılaşmayla, filozofların da mimarları mekatury generation of Turkish architects, and he emphasized1 this perception of existence. nikleşmeyle suçladıkları bir zeminde varlığın dithat the architect’s awareness should be shaped by the It is not possible to understand Turgut Cannamik ve sürekli oluşunu mekân tasarımlarında principle ‘the meaning of man’s existence in the world, sever through daily political relationships that yansıtmayı başaran filozof mimar Turgut Canand his principle duty, is to beautify the world around him.’ are shaped in the popular discourse; these may sever, felsefenin ve mimarlığın ortak paydasıseem profitable in the short term, in the long nı ‘varlık idraki’nde belirleyen bir isimdir. Bu nedenle onu ne modernist ne ‘muhafazakâr’/‘İslamcı’ ne de postmodernist olarak run they transformed the silhouette of an entire entity. While architects accuse tanımlayabiliriz. Yaşadığı dönemin sosyo-psikolojik yapısı ve entelektüel arka pla- philosophers of making buildings foreign, and philosophers accuse architects of nı dikkate alındığında, filozof mimar Turgut Cansever’in referanslarını İslam ek- mechanization, the philosopher-architect Turgut Cansever succeeded in reflectseninde ve eleştirel bir tutumla biçimlenen 19.yy sonrası Batı düşünce ve teknik ing the dynamic and continual formation of existence in his local designs and is a dünyası, İbn Arabi-Molla Sadra tasavvuf çizgisi ve Uzak Doğu bilgelikleri oluşturur. figure who defined the common denominator between philosophy and architecture in the ‘existential perception.’ For this reason, we can define Cansever neiO varlığın bütünselliğinin, dinamizminin ve birbirini içeren ilişkiselliğinin anlaşıl- ther as a modernist, nor as a ‘conservative/Islamist’ or postmodernist. When the masıyla inşa edilen evrensel bir idrakin temsilcidir. İndirgemeci, parçaların oto- socio-psychological structure and intellectual background of the period in which nomluğunu esas alan, statik ve mekanik bir varlık ve eşya anlayışına karşı felse- he lived is taken into consideration, the influences of the philosopher-architect fi derinliği İbn Arabi ve A.N.Whitehead’in varlık tasavvurunda ve mimari derinli- Turgut Cansever constitute an Islamized and critically reshaped world of postği Le Corbusier ve Mies van der Rohe’nin eklektik ve eleştirel yapı anlayışında te- 19th century Western thought and science, the Ibn Arabi-Molla Sadra axis of mellendirilen bütünsellik çerçevesinde bir mimarlık tasavvuru geliştirir. Tasawwuf (Sufism) and Far East wisdom. Cansever’in mimarlığı ve özelde İslam mimarisi olarak tanımladığı inşa etkinliği Turgut Cansever is the representative of a universal understanding that is built ‘eşyayı ait olduğu yere koymayı’ amaç edinen bilinçle şehir, insan ve toplum iliş- upon the perception of the integrality, dynamism and relativism of existence. In kisini dinamik organik ve sürekli süreksizlikler içinde ele alan bir planlama etkin- response to the reductionist, static and mechanical understanding of existence liğidir. Mimarlık sadece bir binanın (yapının) estetik ve fizik yapısını düşünüp, ta- and objects rooted in the autonomy of parts, he developed an architectural consarlamak değildir; tasarlanan yapıyla en temel birimlerinden insana ve oradan da ception within a framework of holism, the philosophical depth of which is based şehrin dokusuna etki edildiğinin hesap edilmesidir. Böyle bir bilinçle mimar, di- in the perception of existence of Ibn Arabi and A.N. Whitehead and the archinamik fonksiyonlara sahip olan çok amaçlı yapılar inşa edilebilmektedir. Bu bağ- tectural depth of which is based on the eclectic and critical understanding of lamda, Cansever’e mimarinin ve mimarın işlevini ve amacını nasıl tanımladığı so- construction of Le Corbusier and Mies van der Rohe. rulduğunda, klasik anlayışın dışında kuşatıcı bir tavırla şöyle cevap vermiştir: ‘Mimari, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddi, organik, ruhi ve fikri bütün varlık Cansever’s architecture, and in particular the construction activity that he defined as Islamic architecture, is the act of planning that takes place under an awareness alan ve tabakalarında düzenleyen disiplindir. Teknolojik, iktisadi ve politik sorunthat aspires ‘to put objects in the places they belong’, and which addresses the re3 lara ek olarak insanın fikri dünyasının tümünü kapsar.’ Bu çerçevede mühendislationship between city, man and society amidst dynamic organic and consistent lik ve bilimin bir alanı olarak kabul edilen mimarlık Cansever’in tutumunda, ‘ahdiscontinuities. Architecture is not merely coming up with and designing the aes4 lak ve din alanının ürünü’nü de içeren felsefi bir etkinliğe dönüşmüştür. thetic and physical structure of a building (structure); it is the calculation of the “Bir şehrin yapısı ve planlanması, önce onu anlamakla mümkün olur”, diyen effect of the designed structure’s most basic units upon man and from there, upon Cansever’e göre şehri anlamak, planlamak ve yönetmek; bütünsel ve dinamik the feel of the city. With such an understanding, the architect is able to construct ilişkiler ağında ve özellikle insan ölçeğinde gerçeklik kazanır, şehir idrak ve inşa multipurpose structures with dynamic functions. In connection with this, when * Yazar 36 * Writer sürecinde şehirde yaşanır: ‘Şehir, insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürünüdür ve insan hayatını yönelten, çevreleyen yapıdır.’5 Başka bir ifadeyle insan, bütünün bir parçası olan ‘birey’ ve etik, estetik bir değer olan ‘kişi’ olarak, içinde yaşanılan zaman ve mekânın sürekli değişim ve dönüşüm içinde olduğu bu sürekli süreksizliği, anlamalı ve idrak etmelidir. Bu idrak çerçevesinde şehri planlamalı ve sonuçta da planında çizdiği ilkelerden hareketle onu yönetebilmelidir. Bu noktada, Cansever’in üzerinde durduğu konulardan biri şehrin insan hayatı üzerindeki etkilerinden hareketle, şehir planlama faaliyetlerinin ayarını mani efradını camii bir düzenlemeyle ele alınmasının gerekliliğidir. Şehir insanın hem meydanları ve ortak kullanım alanlarının inşasıyla kamusal alanını hem de evin kapı, pencere, ışık ve diğer ayrıntılarının inşasıyla özel alanını kurma çabasıdır. Cansever, şehrin bu amaçla değişen ve dönüşen dinamik yapısının, makro ve evrensel ölçülerle belirlenen ve minimal ve ye- asked to define the function and aim of architecture and the architect, Cansever answered with an encompassing attitude that falls outside the classical understanding: ‘Architecture is the discipline that organizes the relationship between humanity and existence in all of its material, organic, spiritual and intellectual existential fields and layers. Along with technological, economic and political problems, it encompasses the human intellectual world in its entirety.’3 In this context engineering and architecture – the last which is also accepted as a field of science -- have in Cansever’s approach been transformed into philosophical activity that includes ‘the product of the field of morality and religion’.4 Turgut Cansever (Zaman Gazetesi Arşivi / Archive of Zaman Newspaper) In addition to the design of these two locations, with his “Batıkent New City and Residence Project”, which we can assert reflects the harmony and dynamic togetherness of both the public and the private, Cansever also put forward how he determined the references for his activity in public works. Presenting the meaning of the residences and public spaces envisaged in this project as articles, Cansever dwells in particular upon four basic meanings; “1-Residences are connected to nature and the garden, 2-Living areas comprising the home, garden, neighbors, streets, squares and city centers will provide the opportunities for the development and existence of individual privacy as well as social interaction, 3-The involvement of everyone in the formation of the home and communal locations provides all with a part of this solution, presenting them the opportunity to be a glorious individual member of society with this feeling of awareness and responsibility, 4-The home departs from being an unchanging, rigid, restrictive environment and can be formed according to new needs.”7 With such an awareness, the city becomes the location of people acting together and the development of man’s conscious reflexes against danger. Thus, the city that Cansever defines within the context of Ibn Arabi’s Fusus and A.N. Whitehead’s process philosophy is based in a holistic, organic, dynamic perception of existence and an understanding of time (past, present, future) as being intermingled. rel olanı yok eden tasarımlar yerine otantik, yerel ve insan ölçeğinde tasarlanmış ve içinde yaşayan bireye değer katan, ben-idrakini perçinleyen ve nesiller boyu değişime uğrasa da o minimal ve otantik yönünü taşıyan tasarımlarla ortaya konacağını savunur. Bu idrakle tasarlanmış ve türünün en güzel örneklerinden biri Büyükada’daki Anadolu Kulübü binasıdır.6 Bir başka çarpıcı örnek ise Türk Tarih Kurumu Binasıdır. Bu iki mekân tasarımına ek olarak hem kamusal alanın hem de özel alanın uyumunu ve dinamik birlikteliğini yansıttığını iddia edebileceğimiz ‘Batıkent Yeni Şehir ve Konut Projesi’yle Cansever, imar etkinliğinin referanslarını nasıl belirlediğini de ortaya koymaktadır. Bu projede öngörülen konut ve kamusal alanın anlamını maddeler halinde sunan Cansever özellikle dört temel anlam üzerinde durur; “1-Konutlar tabiata ve bahçeye bağlantılıdır, 2-Ev, bahçe, komşular, sokak, meydan ve şehir merkezinden oluşan yaşama çevresinde özel ferdiyet kadar toplumsallık için gelişme ve varolma imkânı sağlanacaktır, 3-Evin ve toplumsalın mekânının oluşmasına herkesin katılması, bu çözümlemeyle sağlanmakta, herkese bu bilinçle ve sorumluluk duygusu ile toplumun yüce bir ferdi olmak imkânı verilmektedir, 4-Ev, değişmez, katı, kısıtlayıcı bir çevre olmaktan çıkmakta ve yeni ihtiyaçlara göre şekillenebilmektedir.”7 Böyle bir bilinçte şehir, insanın birlikte hareket etmesinin ve tehlikelere karşı bilinçli refleks geliştirmesinin mekânı olarak kabul edilir. Bu bağlamda, Cansever’in İbn Arabi’nin Füsus’u ve A.N.Whitehead’in süreç felsefesi kapsamında belirlediği şehir bütünsel, organik, dinamik varlık idraki ve birbiri içine kümelenmiş zaman (geçmiş, şimdi ve gelecek) anlayışından hareketle temellendirilmiştir. According to Cansever, “A city’s construction and planning is possible first by understanding it,” and this understanding, planning and administrating the city gains reality within the holistic and dynamic network of relationships and in particular at the human level; the city is experienced during the perception and construction processes of the city: ‘The city is the most important and greatest physical product that has arisen to give order to human life, and it is the structure that directs and surrounds the life of humanity.’5 Put differently, the human being, as an ‘individual’ that is a part of a whole and a ‘person’ of ethical and aesthetic value, should understand and perceive this continual discontinuity of constant change and transformation in which the current time and place are. The city should be planned within the framework of this understanding, and ultimately must be able to administrate it by taking action in accordance with the principles that have been established in the plan. In this connection, one of the topics Cansever dwelled upon is the necessity that, in consideration of the effects of the city upon human life, the calibration of urban planning activities should be approached with the mentality of a mani efradını camii (only that which is integral should be included). The city is the effort of humanity to establish both a public sphere through the construction of squares and areas of communal usage, and a personal sphere with the construction of doors, windows, lights and other details. Cansever defends that the city’s dynamic structure which changes and transforms in alignment with this goal will become manifest not through designs that are defined through macro and universal scales which eliminate that which is minimal and local, but by designs that are authentic, local and designed on the human scale; these assign value to the individual living within it and focus self-perception, even if change is encountered over the generations, this is minimal and the authentic aspects remain. The Anatolia Club building on Büyükada Island was designed with this understanding and is amongst the most beautiful examples of its kind.6 Another striking example is the Turkish Historical Society Institute Building. A conversation said to have taken place between Kublai Khan and Marco Polo can be accepted as a good example that will help in understanding Turgut Cansever’s emphasis on the determining role of the relationship between the part and the whole in his view on existence: Marco Polo describes each stone in a bridge. 37 FİLOZOF MİMAR TURGUT CANSEVER / TURGUT CANSEVER AS A PHILOSOPHER Kubilay Han ve Marco Polo arasında geçtiği rivayet edilen bir konuşma, Turgut Cansever’in varlık telakkisinde bütün ve parça ilişkisinin belirleyici rolünü neden vurgulandığını anlatan güzel bir örnek olarak kabul edilebilir: - It is not this or that stone which supports the bridge, but the line of the arch that the stones form,” Marco Polo says. Marco Polo, bir köprünün her bir taşını anlatır. Kublai Khan remains silent for a spell, ponders and then adds: - Peki köprüyü taşıyan taş hangisi? diye sorar Kubilay Han. - Why then do you speak to me of the stones? There is but a single thing that interests me, and that is the arch. - Köprüyü taşıyan şu ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi der Marco Polo. - But which is the stone that carries the bridge, Kublai Khan asks. Marco Polo responds: Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür ve sonra ekler: - If there were no stones, there would be no arch.8 - Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer. The city envisaged by Cansever is, within a harmony of existence and objects, defined as: ‘not so much a whole that has been created from pieces added one to another as a cultural accumulation which, due to the attitude that has been adopted in the face of historical heritage has developed in accordance with the differing needs of the time and the whole, with the latter being shaped by their interaction over time.” 9 Marco Polo cevap verir: - Taşlar yoksa kemer de yoktur.8 Cansever’in düşlediği şehir, varlık ve eşyanın uyumu çerçevesinde ‘birbirine eklenen parçaların bir bütünlüğü olduğu kadar içinde oluştuğu, geliştiği zaman dilimlerinin farklılaşan ihtiyaçları ve değişen amaçları tarihi miras karşısında alınacak tavır dolayısıyla da bir kültürler birikimi ve zaman içinde birbiriyle hesaplaşarak şekillenen davranışlar bütünlüğü’9 olarak tanımlanır. Sonuç olarak, bizce Cansever’in mimari etkinliğini çağdaşlarından farklı kılan yön şehir, toplum ve insan ilişkisini varlık telakkisiyle biçimlendirmesidir. Ona göre, bir şehri şehir yapan, üzerine inşa edilen yapılar değildir sadece; şehri bütün bunlarla şehir yapan, o yapıları tasarlayan, onlara etik ve estetik değerler yükleyen, biçim ve işlev ilişkisini dinamik ve metafizik bir üst söylemde dile getiren insan ve toplumdur. Cansever günümüz mimarlık ve sanat anlayışlarını bu referans noktasını görmezden geldikleri için eleştirir. Varlığın bütünlüğünü dikkate almayan parçacı yaklaşımlar, Cansever’in sınırlarını çizdiği mimarinin dışında kalmışlardır. Günümüzde sanat, yüzeysel avunma ve eğlenme faaliyetlerinin baskısından mimari de faydacı mühendislik ve gösterişçi süsleme düzeyinden öteye geçememiştir.10 Bu noktada özellikle varlık referanslarını kuşatıcı bir zeminde kuran ve idrak eden bir birey olarak mimar, ‘gelecek nesillere güzel, çelişkileri olmayan bir dünya sunmak mesuliyetiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle de oturup neyin ne olduğu hususunda karar vermek mecburiyetindedir.11 DİPNOTLAR: 1 İstanbul’un 1945-2008 dönemleri arasında siluetini belirleyen bilge filozof mimar Turgut Cansever, 1921’de Antalya’da doğdu. 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1949’da İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde oldukça kritik dönemlerde İstanbul’un planlanması ve ‘şehirleştirilmesi’ çalışmalarında önemli roller almıştır. Bu görevlerden bazıları şunlardır; 1957’de İstanbul Belediyesi’nin planlama çalışmaları, 1959-1960’ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı, 1961 İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü. U.Tanyeli, A.Yücel, Düşünce Adamı ve Mimar: Turgut Cansever, 2007:16 2 T.Cansever, Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler, 1992:283 3 4 T.Cansever, İslam’da Şehir Mimari, yayına haz. M.Armağan, İstanbul İz Yayıncılık, 1997, sf:15; H.İ.Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi, İstanbul, Klasik Yayınları, 2009, sf:184 5 T.Cansever, İslam’da Şehir Mimari, 1997:109; H.İ.Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi,1997 6 H.İ.Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi, 2009:66-67, bu binayla ilgili şu yorum yapılmaktadır; ‘ Batı’dan gelen biçim etkilerine karşı uluslararası tarzın etkin olduğu bir ortamda tasarlanan bu otel binası yerel mimarlığın tarihi özelliklerinin değerlendirilme kaygısı ile kendini öne çıkartmaktadır. ( M. Ekincioğlu, Turgut Cansever, Çağdaş Türkiye Mimarları Dizisi 1, Boyut Yay., İstanbul 2001, s. 26 H.İ.Düzenli dipnotu ) 7 H.İ.Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi, 2009:170 (Turgut Cansever Özel Sayısı, Mimar, Sayı 11, 1983, sf.53’den alıntı yapılmıştır) I.Calvino, Görünmez Kentler, çev. I.Saatçıoğlu, YKY 9. bs. 2009, sf:127 8 T.Cansever, İslam’da Şehir Mimari, 1997:121 9 T.Cansever, Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler, 1992:118 10 T.Cansever, İslam’da Şehir Mimari, 1997:107 11 38 In conclusion, we believe that what sets the architectural activity of Cansever apart from that of his contemporaries is that it is wrought with a consideration of the existence of the relationship between city, society and humanity. According to him, what makes a city a city is not just the buildings constructed upon it; but also the people and society that dwell in them as well as those who designed the structures, imbuing them with ethical and aesthetic values and expressing the relationship between shape and function in a dynamic and metaphysical metadiscourse. Cansever criticizes the understandings of architecture and art of our day because they ignore this reference point. Destructive approaches that pay no heed to the wholeness of existence have remained outside the architecture that Cansever drew the boundaries of. Due to pressure from activities related to art, superficial distraction and recreation, the architecture of our day has not been able to surpass the level of utilitarian engineering and ostentatious decoration.10 At this point, the architect - as an individual who perceives and establishes his existential references upon an encompassing ground - is faced with the responsibility ‘to present to future generations a beautiful world that is free of contradiction.’ And it is for this reason that he is obliged to sit and decide what is what.11 FOOTNOTES: 1 Scholar, philosopher and architect Turgut Cansever, whose silhouette appeared in Istanbul between 1945 and 2008, was born in Antalya in 1921. He graduated from the Istanbul State Academy of Fine Arts High, Department of Architecture. He completed his doctorate at the Istanbul University Faculty of Literature, Art History Department in 1949. He played important roles during rather critical periods in the history of the Turkish Republic in planning and ‘urbanizing’ Istanbul. Amongst these duties were planning the Istanbul Municipality in 1957, the Presidency of the Marmara Region Planning Organization, which he helped establish between 1959 and 1960, and at the Istanbul Metropolitan Planning Authority in 1961. 2 U. Tanyeli, A. Yücel, Düşünce Adamı ve Mimar: Turgut Cansever (Man of Thought and Architect: Turgut Cansever), 2007:16. 3 T. Cansever, Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler (Thoughts on the City and Architecture), 1992:283 4 T. Cansever, İslam’da Şehir Mimari (Urban Architecture in Islam), publication prep. M. Armağan, Istanbul, İz Publishing, 1997, pg:15; H.İ. Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi (Perception and Building: The Two Planes of Turgut Cansever’s Architecture), Istanbul, Klasik Publications, 2009, pg:184 5 T. Cansever, İslam’da Şehir Mimari (Urban Architecture in Islam), 1997:109; H.İ. Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi (Perception and Building: The Two Planes of Turgut Cansever’s Architecture),1997 6 H.İ. Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi (Perception and Building: The Two Planes of Turgut Cansever’s Architecture), 2009:66-67; the following comment is made with regard to this building: ‘Designed in an environment in which international style is influential in the face of stylistic influences from the West, this hotel sets itself apart with its tendency to be evaluated for the historical characteristics of its local architecture.’ (M. Ekincioğlu, Turgut Cansever, Çağdaş Türkiye Mimarları Dizisi 1 (Modern Turkish Architects Series 1), Boyut Pub., Istanbul 2001, p. 26 H.İ. footnote) 7 H.İ. Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi (Perception and Building: The Two Planes of Turgut Cansever’s Architecture), 2009:170 (Turgut Cansever Special Edition, Mimar (Architect), Issue 11, 1983, excerpt taken from pg. 53) 8 I. Calvino, Görünmez Kentler (Invisible Cities), Trans. I. Saatçıoğlu, YKY 9th edition. 2009, p:127 9 T. Cansever, İslam’da Şehir Mimari (Urban Architecture in Islam), 1997:121 10 T. Cansever, Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler (Thoughts on the City and its Architecture), 1992:118 11 T. Cansever, İslam’da Şehir Mimari (Urban Architecture in Islam), 1997:107 SON DÖNEM İSTANBUL VE UNESCO SÜRECİ Şimşek DENİZ RECENT İSTANBUL AND UNESCO PROCESS Şimşek DENİZ SON DÖNEM İSTANBUL VE UNESCO SÜRECİ / RECENT İSTANBUL AND UNESCO PROCESS SON DÖNEM İSTANBUL VE UNESCO SÜRECİ RECENT İSTANBUL AND UNESCO PROCESS Şimşek DENİZ* Şimşek DENİZ* UNESCO, 1985 yılında İstanbul Tarihi Yarımada’da 4 bölgeyi Dünya Miras Alanı olarak seçti: Süleymaniye, Zeyrek, Sultanahmet ve Bizans Surları. UNESCO declared the 4th region of Istanbul Historic Peninsula (Süleymaniye, Zeyrek, Sultanahmet and the Walls of Byzantine) as World Heritage Site in 1985. Gerçekleştirilen çalışmalarla İstanbul’un tarihi yeniden yazılıyor. Yenikapı’daki Marmaray kazılarıyla İstanbul artık M.Ö. 8500’lü yılların şehri ve belki de Yarımburgaz Mağaraları’ndaki inceleme ve kazılarla insanlık tarihinin ilk dönemlerine gidecek. The history of Istanbul is being rewritten thanks to the works undertaken. Istanbul’s history now dates back to BC 8500 after the Marmaray excavations and will probably go as far back to the first periods of the history of humanity with the investigations and excavations in Yarımburgaz caves. İstanbul hem eski, hem yeni, hem güzel, hem de kaotik. Günün her saatinde farklı renklere ve elbiselere bürünen ve bu ruhunu insanlara hissettiren bir şehir. Uluslararası toplantılarda İstanbul’u temsil etmek gerçekten bir ayrıcalık. İstisnasız bütün yabancıların özlemle andıkları ve bir daha gelip ayak basmak istedikleri bir şehir İstanbul. Istanbul is both old and new, beautiful and chaotic. It is a city which is wrapped in different colors and dresses at any time of the day and makes its spirit felt by people. It is a privilege to represent Istanbul in international meetings. Istanbul is a city all foreigners without exception longingly remember and would like to come and visit again. Istanbul Metropolitan Municipality has participated in UNESCO process and sessions more effectively since 2004. Despite the great steps toward the protection İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2004 yılından beri daha etkin katılıyor UNES- of cultural heritage and rejuvenation of ancient arts; decades of neglect, destrucCO sürecine ve oturumlarına. Son dönemlerde kültürel mirasın korunması ve tion of wooden buildings in the suburbs of Süleymaniye and Zeyrek, both World Heritage Sites, lack of an Area Management eski eserlerin ihyası yönünde büyük adımlar atılPlan and the interventions in Byzantine Walls masına rağmen; on yılların ihmali, Dünya Miras İstanbul hem eski, hem yeni, hem güzel, hem de kaotik. caused Istanbul to be admitted to the list of enAlanı olan Süleymaniye ve Zeyrek mahallelerinGünün her saatinde farklı renklere ve elbiselere bürünen dangered World Heritage. This poses a threat de ahşap yapı stoğunun tahrip olması, Alan Yöve bu ruhunu insanlara hissettiren bir şehir. of loss of the city’s. This issue became clearer in netim Planı’nın olmayışı ve Bizans Surları’ndaki a session carried out in Vilnius / Lithuania. The Istanbul is both old and new, beautiful and chaotic. It is uygulamalar İstanbul’u tehlike altındaki Dünsession in Vilnius was indeed a critical threshold. a city which is wrapped in different colors and dresses at ya Mirası listesine alınma konumuna getirdi ve Istanbul Metropolitan Municipality and Goverany time of the day and makes its spirit felt by people. bir nevi statü kaybı tehlikesi doğdu. Bu durum norship of Istanbul showed a strong will in the 2006 yılında Litvanya’nın Vilnius kentinde yapılan session. The plans and action programs which oturumda daha belirgin hale geldi. Vilnius oturumu gerçekten kritik bir eşikti. İs- had to be conducted were explained to the members of the committee. Howtanbul Büyükşehir Belediyesi ve İstanbul Valiliği bu oturumda güçlü bir irade or- ever, I cannot skip mentioning the fact that Istanbul has its own importance and taya koydular. Yapılması gereken plan ve eylem programları komite üyelerine brand value. UNESCO decision makers and committee members think that it is conceptually difficult to make such a decision for Istanbul because it is one of the anlatıldı. Ancak şu hususu da belirtmeden geçemeyeceğim. İstanbul’un kendi özimportant centers for Civilization and Culture of the world like Rome and Athens gül ağırlığı ve bir marka değeri var. UNESCO karar vericileri ve komite üyeleri İs- even in the current situation. tanbul için böylesi bir kararın kavramsal olarak kendilerini de çok zorladığını düA committee composed of three or four people from UNESCO comes to Istanbul şünüyor. Çünkü İstanbul, Roma ve Atina gibi halihazırdaki durumuyla da dünya- in February every year. They make examinations in the field and receive briefings nın sayılı medeniyet ve kültür merkezlerinden biri. from relevant institutions. These meetings take place in Kayserili Ahmet Pasha UNESCO’dan her yıl 3-4 kişilik bir heyet Şubat ayında İstanbul’a geliyor. Sahada Mansion of KUDEB (Conservation, Implementation and Control Bureau). The Chief of World Heritage Sites Francesco Bandarin and the Chief of Europe and incelemelerde bulunuyorlar ve konuyla ilgili birimlerden sunumlar alıyorlar. Bu North America Section Ms. Rössler with the rapporteurs sometimes attend the toplantılar KUDEB’in (Koruma, Uygulama ve Denetim Büroları) Süleymaniye’de preliminary examinations before the decision. bulunan Kayserili Ahmet Paşa Konağı’nda yapılıyor. Karar öncesi ön inceleme çaThe UNESCO session in 2007 was carried out in Christchurch/New Zealand. lışmalarına raportörlerle beraber bazen Dünya Miras Alanları Başkanı Frances- Christchurch and the church in the city center were declared World Cultural Herico Bandarin ve Amerika ve Kuzey Avrupa Bölüm Başkanı Bayan Röessler de ka- tage. The session in New Zealand lasted a week. It was expressed during the sestılıyor. sions that there was a positive progress in the areas of World Cultural Heritage in Istanbul, and was decided that the Area Management Plan and the cultural 2007 yılındaki UNESCO oturumu Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde yapılinventory of Istanbul would be registered centrally through an automation plan, dı. Christchurch ve kent merkezindeki kilise Dünya Kültür Mirası ilan edilmiş. and a protective buffer zone border would be created for the historic city center. Yeni Zelanda’daki oturumlar bir hafta sürdü ve İstanbul’da Dünya Kültür Mi- It was a great happiness for our delegation that an Ottoman bridge in the Balras alanlarında olumlu gelişmeler sağlandığı ifade edilerek alan yönetim planı- kans was declared Cultural Heritage with the support of Turkey in this session. nın ve İstanbul’daki kültür envanterinin otomasyon çalışmasıyla merkezi kayıt The UNESCO meeting in 2008 took place in Quebec/Canada. The previous year altına alınması ve tarihi kent merkezi için koruyucu bir tampon bölge sınırı (buf- had witnessed important and positive works with respect to rejuvenation of anfer zone) tayin edilmesi, şehrimiz adına kararlaştırıldı. Balkanlardaki bir Osman- cient arts and in the areas of World Heritage. The historic wooden buildings and lı köprüsünün de bu oturumda Türkiye’nin desteğiyle Kültür Mirası ilan edilmesi monuments in the suburbs of Süleymaniye and Zeyrek were restored by Istanbul Metropolitan Municipality Kültür A.Ş. KUDEB (Conservation, Implementation and heyetimizi oldukça sevindirdi. Control Bureau). The first successful examples appeared at street scale. The first 2008 yılında UNESCO toplantısı Kanada’nın Quebec kentinde gerçekleşti. Ancak examples of wooden building repairs consisted of Süleymaniye Ayrancı Street, geçen bir yıl içerisinde İstanbul’da eski eserlerin ihyası yönünde ve Dünya Mi- Ayşe Kadın Hamamı Street, Kayserili Ahmet Pasha Street and Parmaklık Street in rası alanlarında önemli ve olumlu işler yapılmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediye- Zeyrek. In addition, the Head of the Area Management was founded in the building near KUDEB in Süleymaniye and the issue of preparing an area management si Kültür A.Ş. - KUDEB tarafından Süleymaniye ve Zeyrek mahallelerindeki tari- plan was handled within a program. All positive and successful developments hi ahşap yapılar ve anıt eserlerin restorasyonları yapılmış ve ilk başarılı örnekler were presented to the members of Executive Committee and this situation took sokak ölçeğinde ortaya çıkmıştı. Süleymaniye Ayrancı Sokak, Ayşe Kadın Hama- place in the text of decision. However, the critics focused on Four Seasons Hotel in Sultanahmet, Urban Renewal Areas number 5366 and the project of Sulukule *İstanbul Büyükşehir Belediyesi KUDEB Müdürü 40 *Director of Istanbul Metropolitan Municipality - KUDEB mı Sokağı, Kayserili Ahmet Paşa Sokağı ve Zeyrek’teki Parmaklık Sokaktaki ahşap yapı onarımları ilk örnekleri teşkil etti. Ayrıca Süleymaniye’de KUDEB’in yanındaki binada Alan Yönetim Başkanlığı kuruldu ve alan yönetim planının hazırlanması bir program dahilinde ele alındı. Bütün olumlu ve başarılı gelişmeler icra komitesi üyelerine sunuldu ve bu durum karar metnine geçti. Ancak bu sefer eleştiriler Sultanahmet’teki Four Seasons Hotel ve 5366 sayılı Kentsel Yenileme Alanları ve Sulukule Kentsel Yenileme Alanları Projesi üzerine yoğunlaştı. Alan yönetim planının süratle bitirilmesi talep edildi. Koruyucu tampon bölgeye (buffer zone) vurgu yapıldı. 2009 yılında İspanya’nın Endülüs bölgesindeki Sevilla kentinde yapıldı UNESCO oturumu. Dış İşleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Valiliği yetkililerinin katıldığı oturumlarda olumlu gelişmelerle beraber Haliç Metro Köprüsü ve İstanbul silüetine olan etkisi ön plana çıktı. Haliç Metro Köprüsü, İstanbul için başat bir konuma geldi. İtirazlar ve eleştiriler metro köprüsünün pilonlarının yüksekliğine ve Süleymaniye Camii silüetine olan etkisine yapıldı. Süleymaniye Camii “İnsanlık dehasının eşsiz bir örneği” olarak tanımlandı. Geçen iki yıl zarfında bilhassa Süleymaniye’de Dünya Miras Alanları’nda önemli çalışmalara imza atıldı. Urban Renewal Areas. It was demanded that the Area Management Plan was finished quickly. The issue of protective buffer zone was underlined. UNESCO session in 2009 took place in Seville in Andalusia region of Spain. Positive developments occurred in the sessions in which Ministry of foreign Affairs, Ministry of Culture and Tourism and Governorship of Istanbul participated. Golden Horn Metro Bridge and its effect on the skyline of Istanbul came to the forefront. Golden Horn Metro Bridge emerged as a dominant issue for Istanbul. Objections and critics were mainly on the height of pylons of metro bridge and the effect on the skyline of Süleymaniye Mosque. Süleymaniye Mosque was defined as “the unique example of the genius of humanity”. In the past two years, important works were carried out in Süleymaniye in the field of World Heritage site. Most of the restoration work on the mosque named after “Hızır Reis”, the first Mayor of Istanbul, SüIeymaniye İmareti (Soup Kitchen), Recaizade Mehmet Effendi Sıbyan Mektebi (Primary School), Kethüda Mehmet Effendi Darül-kurrası (School for Koran Reciters), Süleymaniye Şifahanesi (Hospital) and Süleymaniye fountains has been completed or is about to be completed by Istanbul Metropolitan Municipality, Kültür A.Ş., KUDEB and Directorate of Construction Affairs. The wooden building repairs are continuing mainly in Kirazlı Mescit Street. More than 400 trainees were trained for 6 months at the traditional wooden and stone Training Workshop by cooperation of Kültür A.Ş. and KUDEB and they were given İBB Başkanı Kadir Topbaş UCLG toplantısında / Mayor of İstanbul Kadir Topbaş at the meeting of UCLG İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür A.Ş., KUDEB ve Yapı İşleri Müdürlüğü’nce İstanbul ilk belediye başkanı Hızır Reis’in adını taşıyan camii, Süleymaniye İmareti, Recaizade Mehmet Efendi Sıbyan Mektebi, Kethüda Mehmet Efendi Darülkurrası, Süleymaniye Şifahanesi ve Süleymaniye çeşmelerinin restorasyonlarının büyük bir kısmı bitirildi, bir kısmı da bitme aşamasına geldi. Ahşap yapı onarımları Kirazlı Mescit Sokağı ağırlıklı olarak devam ediyor. Kültür A.Ş.- KUDEB işbirliğiyle geleneksel ahşap ve Taş Eğitim Atölyeleri’nde 400’den fazla kursiyer 6 aylık eğitimlerle yetiştirildi ve sertifikaları verildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ortak çalışmasıyla Tarihi Yarımada’nın koruma tampon bölge sınırı (buffer zone) belirlenip UNESCO’ya bildirildi. Alan yönetim planı ihale edildi. Plan, yüksek katılım ve çoğulcu bir süreçte ele alındı. Zeyrek Mahallesi’nde İBB KUDEB – Kanal D işbirliğiyle Salih Paşa Caddesi’ndeki yedi adet certificates. The protective buffer zone of Historic Peninsula was determined by ministry of Culture and Tourism and Istanbul Metropolitan Municipality, and it was reported to UNESCO. The contract for the Area Management Plan was given through a tender. The plan was handled by a high-level participation. The restoration of seven examples of architecture at Salih Pasha Street in the suburb of Zeyrek was carried out with the cooperation of Istanbul Metropolitan Municipality-KUDEB and Kanal D television channel. A platform was created with the repaired wooden buildings in Salih Paşa Street for the popular soap opera “Öyle Bir Geçer Zaman Ki.” The restorations of five wooden buildings in Zeyrek suburb and two wooden buildings in Süleymaniye suburb are about to be finished thanks to the common protocol of Istanbul Metropolitan Municipality-KUDEB and 2010 European Capital of Culture Agency. 41 SON DÖNEM İSTANBUL VE UNESCO SÜRECİ / RECENT İSTANBUL AND UNESCO PROCESS sivil mimarlık örneğinin restorasyonu tamamlandı. Onarılan ahşap yapılarla sevilen dizi “Öyle Bir Geçer Zamanki” dizisinin çekimi için Salih Paşa Caddesi’nde platform oluşturuldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi - KUDEB - 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’yla yapılan ortak protokolle Zeyrek Mahallesi’nde 5 adet ahşap yapının, Süleymaniye’de de 2 adet ahşap yapının restorasyonları bitme noktasına geldi. Fifteen fountains were repaired; the fronts were cleaned and the water flows were enabled in collaboration with Istanbul Metropolitan Municipality-KUDEB and Istanbul Chamber of Commerce. The workings and activities were remarkably intensive in the process of European Capital of Culture in 2010. The chief of UNESCO Irina Bokova visited Turkey. The restoration and epigraph works of Murat I Hüdavendigar Mosque in İBB-KUDEB - İstanbul Ticaret Odası (İTO) işbirliğiyle 15 adet çeşmenin onarımı ve Plovdiv/Bulgaria, which was repaired by Istanbul Metropolitan Municipality, cephe temizliği yapılıp suları akar hale getirildi. were presented to the governors. Istanbul Metropolitan Municipality agreed 2010 yılındaki Avrupa Kültür Başkenti sürecinde çalışmalar ve etkinlikler oldukça to prepare an Environmental Impact Assessment report open to the internayoğundu. UNESCO Başkanı İrina Bokova ülkemizi ziyaret etti. İstanbul Büyükşe- tional experts regarding the Golden Horn Metro Bridge. The committee of Istanhir Belediyesi’nin Bulgaristan’ın Filibe kentinde onardığı I. Murat Hüdavendigar bul Heritage List was established. Turkey participated in the UNESCO meeting Camii’nin kitabe ve restorasyon çalışmalarının devlet büyüklerine sunumu ger- in Brazil in such an atmosphere. Our delegation was composed of the followçekleştirildi. Haliç Metro Köprüsü için uluslararası uzmanlara açık bir ÇED (Çev- ing: the Chief of EU and Foreign Affairs Commission Serpil Bağrıaçık, the Chief resel Etki Değerlendirme) raporunun hazırlanaof Reconstruction Commission Sefer Kocabaş, cağı İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından AK Party Assistant of Group Deputy Chairman taahhüt edildi ve İstanbul Miras Komitesi oluşÖmer Lütfi Arı, Director of Istanbul Metropolituruldu. Böyle bir atmosferde Brezilya’nın baştan Municipality Rail Systems Yalçın Eyigün, kenti Brezilya’da yapılan UNESCO toplantısına the Consultant of the Department Murat Tungidildi. Heyetimizde AB ve Dış İlişkiler Komisyocay, Lieutenant Governor of Istanbul Feyzullah nu Başkanımız Sayın Serpil Bağrıaçık, İmar KoÖzcan and on behalf of the project of Golden misyonu Başkanımız Sn. Sefer Kocabaş, AK ParHorn Metro Bridge Hakan Kıran. The Chief of ti Grup Başkanvekili yardımcısı Sn. Ömer LütTurkish Delegation in Brazil was permanent fi Arı, İBB Raylı Sistemler Müdürümüz Sn. YalAmbassador Gürcan Türoğlu. Mr. Ambassaçın Eyigün ve Başkanlık Danışmanımız Sn. Mudor performed a very effective and successful rat Tuncay, İstanbul Valiliği’ni temsilen Vali work with the decision maker Executive ComYardımcısı Sn. Feyzullah Özcan ve Haliç Metro mittee and the committee members. Istanbul Köprüsü Projesi adına Sn. Hakan Kıran da yer UNESCO heyeti İstanbul’da / Committee of UNESCO in İstanbul aldı. Brezilya’daki Türk heyetinin başkanlığını was on the agenda on July 29, 2010, and it UNESCO daimi Büyükelçimiz Sn. Gürcan Türoğconstituted the longest agenda topic. The seslu yaptı. Karar verici icra kurulu ve komite üyesion moderator was Brazil. While Sweden proleriyle bire bir, çok etkileyici ve başarılı bir çaposed that Istanbul would be admitted to the lışma yürüttü büyükelçimiz. 29 Temmuz 2010 list of Endangered World Heritage, Switzerland, Perşembe akşamı İstanbul gündeme geldi ve Bahrain and Australia mentioned the successful en uzun gündemi oluşturdu. Oturum Başkanand positive improvements and proposed that lığını Brezilya yürüttü. İsveç, İstanbul’un Tehlithe Environmental Impact Assessment report ke Altındaki Dünya Mirası’na alınmasını teklif for the Golden Horn Metro Bridge, the alternaederken, İsviçre, Bahreyn ve Avustralya başative bridge project and the area management rılı ve olumlu gelişmelerden bahisle Haliç Metplan be finished until February 2011. Upon the ro Köprüsü için ÇED raporu, 2011 Şubat ayına new situation, Sweden withdrew the proposal kadar köprü alternatif projesi ve alan yönetim and the decision was issued in favor of Istanplanının bitirilmesini öngören teklifi sundular. bul. Some other requests were preparation of a İsveç yeni durum üzerine teklifini çekti ve karar UNESCO heyeti İstanbul’da / Committee of UNESCO in İstanbul traffic plan, turning the repair of wooden buildİstanbul’un lehine çıktı. İstanbul için talep edilen diğer hususlar arasında trafik planının haings to a strategic action plan and preventing zırlanması, ahşap yapıların onarımının bir stradamage to ancient texture in Areas of Urban tejik eylem planına dönüştürülmesi ve 5366 saRenewal number 5366 based on the example yılı Kentsel Yenileme alanlarında Sulukule örof Sulukule. neğinden yola çıkarak eski dokuya zarar verilSuch is the current state of relations between memesi gibi hususlar da vardı. İstanbul and UNESCO. UNESCO will most probİstanbul’un UNESCO ile beraberliğinde son duably visit to control the developments in Februrum böyle. Büyük ihtimalle Şubat 2011’de geary 2011. A report will be prepared and prelip gelişmelere bakacaklar. Bir rapor hazırlanıp sented in the session in Bahrain in June 2011. Haziran 2011’de Bahreyn’de yapılacak oturuIstanbul is the city and common value of not ma sunulacak. İstanbul sadece bizim değil, tüm only us but also all humanity. We must protect insanlığın şehri ve ortak değeri. Tüm dünya ve this city for the entire world and human history. insanlık tarihi için bu şehri korumalıyız. UNESUNESCO criteria and process serve this aim and CO kriterleri ve süreci de bu amaca hizmet ediUNESCO heyeti İstanbul’da / Committee of UNESCO in İstanbul accelerate our work. yor ve çalışmalarımıza ivme kazandırıyor. 42 “İSTANBUL MİMARLIK REHBERİ” FARKLI VE YENİ Afife BATUR “ARCHITECTURAL GUIDE TO İSTANBUL” DIFFERENT AND NEW Afife BATUR “İSTANBUL MİMARLIK REHBERİ” FARKLI VE YENİ / “ARCHITECTURAL GUIDE TO İSTANBUL” DIFFERENT AND NEW “İSTANBUL MİMARLIK REHBERİ” FARKLI VE YENİ “ARCHITECTURAL GUIDE TO İSTANBUL” DIFFERENT AND NEW Prof. Dr. Afife BATUR* Prof. Afife BATUR* İstanbul, Grek kolonizasyonundan günümüze kadar 2500 yıl süren kentsel varlığının büyük bölümünü ve Büyük Konstantin’den 20. yüzyıla kadar 16 yüzyıl süren bölümünü başkent olarak yaşadı. En büyük pagan, en büyük Hıristiyan ve en büyük İslam imparatorluklarının başkenti oldu. Istanbul served as a capital city for the most part of its existence that lasted 2500 years since the Greek colonization until today and its status as a capital was uninterrupted for 16 centuries from Constantine the Great until the 20th century. It was the capital of the great Pagan, the great Christian and the great Islamic empires. Bu destansı tarihtir doğal olarak kenti görkem ve iktidarın sergilendiği bir özel mekân haline getirdi. This epic history naturally turned the city into a special place where magnificence and power were demonstrated. Tarihi sürecin yanında kentsel oluşumun diğer ayağı, İstanbul’un eşsiz coğrafyasıdır. The other aspect of urban formation is the unique geography of Istanbul beside the historical process. Aslında her kentin kendine özgü bir tarihi ve coğrafyası vardır. Ancak, tarihi İstanbul’unki kadar özellikli ve coğrafyası ile bu denli bütünleşmiş kentler enderdir. Tarih ve coğrafyanın bu birlikteliği İstanbul’a dünya şehircilik tarihinde özgül bir konum kazandırıyor. İstanbul denizle ayrılmış üç büyük kara parçasının üzerinde yer alıyor: Anadolu’nun uzantısı olan Doğu parçası (Bitinya) ile Batı’da Galata ve Tarihi Yarımada. Kentin üzerinde kurulduğu Tarihi Yarımada, Boğaz geçişini kontrol eden pozisyonu ile ve kuzeyinde büyük ve korunaklı limanı Haliç ile son derece önemli ekonomik ve siyasi bir potansiyel barındırıyordu. Tarihi, bu potansiyelin değerlendirilişinin öyküsüdür. In fact, every city has its own history and geography. However, the cities that have such a special history as Istanbul, and are so integrated with their geography are rarely seen. The unity of history and geography brings Istanbul to a specific position in the world urban history. Istanbul is located on three pieces of land separated by the sea: the East part (Bithynia) that is the extension of Anatolia, Galata in the West and the Historic Peninsula. The Historic Peninsula, where the city was founded, had extremely important economical and political potential due to the position controlling Bosphorus passage, and the Golden Horn, the large and sheltered harbor in the North. The story of assessing the mentioned potential constitutes its history. Kentin çekirdeği olan Suriçi bir müzedir aslında. Toprağının altında Konstantin’in Nea Roma’sının, bin yıllık Bizans İmparatorluk başkentinin ve 500 yıllık Osmanlı başkentinin kalıntılarını barındırır. Toprağının üstü Geç Antikite’den 20 yüzyıla uza- The city walls of Istanbul, the core of the city, are actually a museum. It hosts the nan tarih diliminde inşa edilmiş anıtlarla doluremains of Constantine’s Nea Rome, the thoudur. Kenti kuşatan ve büyük bölümü hâlâ ayaksand-year capital of Byzantine Empire and five Aslında her kentin kendine özgü bir tarihi ve coğrafyası vardır. ta olan güçlü surlar, mimarlık tarihinin en gözhundred-year capital of the Ottomans underAncak, tarihi İstanbul’unki kadar özellikli ve coğrafyası ile bu de anıtlarından Ayasofya, görkemli bir iktidar ground. It hosts the monuments founded in the denli bütünleşmiş kentler enderdir. göstergesi olan büyük külliyeler veya bir Topkaperiod of history going back from Late Antiqpı Sarayı ya da nadir bir parça olarak Kapalıçaruity to the 20th century above the ground: The In fact, every city has its own history and geography. Howşı. Doğu Roma ve Osmanlı çağının birbirinden strong walls still standing and surrounding the ever, the cities that have such a special history as Istanbul, önemli ve sayılması zor yapıtları. city, the Hagia Sophia, one of the most popular and are so integrated with their geography are rarely seen. monuments of architectural history, the large Boğaziçi ise iki kıta ve iki denizin buluştuğu, complexes or the Topkapı Palace, magnificent daha da özellikli bir coğrafi mekândır. Karadeniz / Pontus Euxinus ile Marmara Denizi’ni /Propontis birbirine bağlar ve Karadeniz signs of power, or Grand Bazaar, a rare work of art. These are some of highly imporhavzasının tek kapısıdır. tant and innumerable works of East Roman and Ottoman Empires. Bizans döneminde “Stenon” diye adlandırılan Boğaz, Osmanlı kaynaklarında “Halic-i Bahr-i Rum”, “Halic-i Bahr-i Siyah”, “Halic-i Kostantiniye”, vb. olarak anılagelmiştir. Uzunluğu 55 km, genişliği 1,5 km dolayındadır. En dar yeri Rumeli ve Anadolu Hisarları arasındadır ve 698 m’dir. Koyların ve vadilerin bezediği şiirsel bir coğrafyadır. Avrupa ve Asya’yı fiziksel olarak ayırır, kültürel olarak buluşturur. İstanbul’u dünyanın en önemli kavşaklarından biri yapan bu coğrafya, görkemli tarihiyle bütünleştiğinde İstanbul’u daha da ayrıcalıklı yapar. Bu bağlamda İstanbul dünya tarihinin en simgesel kenti sayılabilir. Bütün düzensizliğine karşın yüksek bir evrensel statüsü vardır, bütün çarpık gelişmesine karşın hâlâ dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak algılanabilir. Eğer fiziksel çevre ile insan mutluluğu arasında bir ilişki varsa, bunun en olumlu örneği İstanbul olmalıdır. Bu denli zengin ve derinlikli bir kentin sayısız ziyaretçisi olması doğal. Denizden ve karadan sivil ulaşımın açılmaya başladığı yıllardan bu yana İstanbul gezginleri hep var olageldi. İlk seyahatnameler, kenti anlatan yazılar ve çizimler kaleme alındı. Bu belgeler, tarihçilere olduğu kadar sonraki gezginlere de yol gösterdi. Anıtları ve insanlarıyla kenti anlattılar tanıyıp öğrenmek isteyenlere. İlk kent rehberleri idi bunlar. Bu ziyaretçilerin kenti oluşturan mimariyi görmek ve öğrenmek istemeleri giderek mimarlık ve kent tarihçilerinin çalışmalarının ve ilk İstanbul rehberlerinin yazımının yolunu açtı. The Bosphorus is a more specific geographic place where two continents and two seas meet. It connects the Black Sea / Pontus Euxinus with the Sea of Marmara / Propontis, and is the only gate of the Black Sea basin. The Bosphorus was named as “Stenon” in the Byzantine period, and mentioned as “Halic-i Bahr-i Rum”, “Halic-i Bahr-i Siyah”, “Halic-i Kostantiniye”, etc. in the Ottoman resources. The strait is 55 kilometers long with a width of 1.5 kilometers. The minimum width is 698 meters between Rumeli and Anadolu fortresses. It is a poetic geography adorned with bays and valleys. The Bosphorus physically separates Europe and Asia, but culturally unites two continents. The geographic features of Istanbul, which turn it into one of the most important junctions of the world, coupled with its magnificent history make Istanbul even more priviliged. Within this context, Istanbul could be considered as the greatest symbolic city of the world history. It has a high-level universal status despite its disorderliness and could still be considered as the most beautiful city in the world despite unplanned development. If there is a relationship between physical environment and human happiness, Istanbul must be the most positive example for this. Yalnız gezginler değil; tüccarlar, diplomatlar ve genellikle onlara eşlik eden sanatçılar tarafından yazılan ve resimlenen seyahatnamelerin sayısı hayli fazladır. (1) 16. It is very natural for such a rich and deeply-rooted city to have countless visitors. There have always been travelers to Istanbul and writings and drawings about the city since the years in which civil transport by sea and by land started. These documents guided the historians as well as the following travelers. They told the city * Yüksek Mimar * Master Architect 44 yüzyılın ikinci yarısından başlayarak bir edebi tür olarak gelişen ilk seyahatnamelerde başat bir yer almasa da kentin anıtsal dokusu zenginleştikçe mimarlık yapıtlarının anlatımı giderek önem kazandı. Örneğin 14. yüzyılda gelen İbn-i Batuta kentin coğrafi ve sosyal betimlemelerinin yanında mimariye çok az yerdiği halde 16. yüzyılda gelen El-Gazzi “cami, mescit ve imaretlerin yanı sıra güzel çarşılardan, yüksek köşk ve saraylardan ve çok sayıda sade yapılı evden” söz etmiştir. (2) Avrupalı yazarların gravürlerle zenginleşen seyahatnameleri İstanbul’un kentsel tarihi için değerli bir belge koleksiyonu oluştururken; her biri ardılını besleyen bir birikim de oluşturmuştur. Bertrandon de la Broquière’den (kente gelişi: 1433) John Sanderson’a (kente gelişi 1585) uzanan bu birikim 16. yüzyıldan başlayarak haritalar ve topografik çizim denemelerini de içeren seyahatnamelerle devam edecektir. Sonraki yüzyıllarda sayıları iyice artan gezginler, tanınmış yazarları da içermek üzere Gerard de Nerval, Alphonse de Lamartine ve Théophile Gautier’e uzanan bir liste oluşturacaktır. (3) Seyahatnamelerden kent rehberlerine geçiş doğal olarak haritacılığın gelişmesine bağlı olmuştur. Ölçme tekniklerinin henüz gelişmediği evrede resim ile harita arası çizimler olan gravürler, yüksekçe bir noktadan gözlem yoluyla çizilen perspektifli veya minyatür türü çalışmalardır. İstanbul’un bu klasmanda bilinen ilk haritası Cristoroforo Buendelmonti’nin 1422’de yayınladığı gravürdür. İstanbul’un alınışından sonra yapılan ilk haritası ise Venedikli ressam ve hakkâk G.A. Vavassore’nin 16. yüzyılın ilk yarısında yaptığı çalışmadır. Ünlü Osmanlı sanatçısı Nasuh El-Matraki’nin minyatürü de bu bağlamda İstanbul’un yapıtlarını gösteren bir harita olarak düşünülebilir. Ölçüm tekniklerine dayanan ilk İstanbul haritası, 1776 yılında F. Kauffer tarafından çizilmiştir. Daha gelişmiş ölçme teknikleri ile ve daha geniş alanı kapsayarak yapılan harita ise 1836-1837 yılında H. Von Moltke yönetiminde yapılandır. Sonrasında yeni Mühendishane’nin öğretim kadrosunun katkılarıyla haritacılık hızlı bir gelişme gösterdi ve büyük bir birikim oluştu. Emin Nedret İşli, ilk İstanbul rehberi hakkında kesin bir bilginin bulunmadığını, ancak 1839 yılında Paris’te ve 1841 yılında İstanbul’da iki rehberin basıldığını yazar. İstanbul’da basılan rehber, Beyoğlu’nda yaşayan bir Levanten olan Alexandre Timoni tarafından hazırlanmıştır.(4) Mühendishane bünyesinde eğitimi verilen haritacılığın gelişmesi ise Şehremaneti Harita Şubesi Müdürü Mühendis Necib Bey tarafından 1918 yılında hazırlanan “İstanbul Rehberi”nin yayımlanmasıyla sonuçlanmıştır. Necib Bey’in adıyla tanınan İstanbul Rehberi Türkçe ve Fransızca olarak ve haritaları Viyana’da basılarak yayımlandı. 1/50.000 ölçekli İstanbul genel haritası ile 1/5.000 ölçekli tüm yerleşim alanlarını içeren noktasal haritalar içeriyordu. Günümüzde belge olarak kullanılan çok önemli bir çalışma idi. İkincisi 1934 yılında İstanbul Belediyesi tarafından ve Osman Nuri Ergin eliyle hazırlanarak yayınlandı. Bu rehber, 1/8000 ölçekli 34 pafta içeriyordu. Sokak ve cadde isimleri fihristli olarak verilmişti. İstanbul Belediyesi 1955, 1971 ve 1989’da da Şehir Rehberleri yayımlamaya devam etti.(5) Günümüzde bazı kurum ve kişilerce yayınlanan çok sayıda İstanbul rehberi var. Çeşitli büyüklük ve içerikteki bu kent rehberleri, genel olarak turistik amaçlı olup kent ve yapılar üzerine yinelene gelen bilgiler ve görüntülerle sıradanlaşırlar. Renkleri ve baskı kaliteleri öne çıkarken içerik ve tasarımda sıradanlaşan bu yayınlar, İstanbul düzeyinde bir kenti anlatmak ve hakkındaki bilgi düzeyini yükselterek tanıtmak işlevinde gerekli kalite ve doygunluktan uzak kalmışlardır. İşte tam da bu noktada Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin girişimi olan “İstanbul Mimarlık Rehberi”, yüksek bir bilimsel kalite ve içerik doygunluğu ile yayına hazırlanmaktadır. Yetkin uzmanların oluşturduğu bir komitenin uzun bir hazırlık ve çalışma sürecinin sonunda hazırlanan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın mesleki bir dayanışma ve sorumluluk paylaşımı ile destek verdiği ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin baskı ve yayın katkısı ile gerçekleşmekte olan bu rehber, bilinen ve alışılagelen rehberlerden iyice farklıdır. Yönetimini ve editörlüğünü üstlendiğim ve “İstanbul Mimarlık Rehberi” adıyla yayına hazırlanan bu uzun soluklu çalışma, 2005 yılında Uluslararası Mimarlar Birli- with its monuments and people to the ones who wanted to recognize and learn it. They were the first city guides. The wish of the visitors for seeing and learning the architecture of the city led to the works of architectural and urban historians and the first Istanbul guides. There are a large number of travelogues written and illustrated by not only the travelers but also by the merchants and the diplomats accompanying the artists (1) . The description of architectural works was not dominant in the first travelogues developed as a literary genre from the second half of the 16th century. However, it gained more importance as the monumental texture of the city flourished. For example; although Ibn-i Batuta who came in the 14th century mentioned architecture less than the geographic and social descriptions of the city, El-Gazzi who came in the 16th century mentioned “beautiful bazaars, high mansions and palaces and many simple structured houses as well as mosques, small mosques and soup kitchens (2). The travelogues of European writers, which were illustrated with engravings, constitute a valuable collection of documents. In addition, they created an accumulation that nourished each other. This accumulation from Bertrandon de la Broquière (date of visiting the city: 1433) to John Sanderson (date of visiting the city: 1585) continued with the travelogues including maps and attempts at topographic drawings. In the following centuries, the list consisted of a larger number of travelers and the famous writers like Gerard de Nerval, Alphonse de Lamartine and Théophile Gautier. (3) The transition from travelogues to city guides naturally occurred depending on the development of cartography. Engravings, which were drawings between pictures and maps during the period when measurement techniques had not developed yet, were a kind of miniature or picture with perspective drawn through observation from a high point. The first map of Istanbul known in this classification is the engraving of Cristoroforo Buendelmonti published in 1422. The first map drawn after the conquest of Istanbul is the work of painter and engraver G.A. Vavassore made in the first half of the 16th century. In this context, the miniature of the famous Ottoman artist Nasuh El-Matraki could be considered as a map showing the works of Istanbul. The first Istanbul map relying on measurement techniques was drawn by F.Kauffer in 1776. Another map covering a wider area was made with more developed measurement techniques under the control of H. Von Moltke in 1836-1837. After then, cartography showed a rapid development thanks to the contributions of teaching staff of new Mühendishane (engineering school). Emin Nedret İşli writes that he does not have definite information about the first guide to Istanbul; however, two guides were published in Paris in 1839 and in Istanbul in 1841. The guide published in Istanbul was prepared by Alexandre Timoni, a Levanter who lived in Beyoglu (4). The cartography courses in Muhendishane led to the development of the science and as a result, “Guide to Istanbul” by Engineer Necip Bey, the manager of the Mapping Division of Sehremaneti (prefecture) was published in 1918. Guide to Istanbul known by the name of Necip Bey was published in Turkish and French; its maps were printed in Vienna. The guide included 1/50 000 scale general map of Istanbul and 1/5 000 scale spot maps covering all residential areas. It was a very important work, which is used as a document today. The second guide was prepared by Osman Nuri Ergin and published by the Municipality of Istanbul in 1934. The Guide includes 34 sheets of maps prepared on a scale of 1/8000. The names of the streets were indexed. The Municipality of Istanbul continued to publish City Guides in 1955, 1971 and 1989. (5) Today, there are a large number of guides to Istanbul published by some institutions and individuals. These guides in various sizes and contents are generally for touristic purpose, and are ordinary with repeated information and images. While the colors and print quality of publishing are striking, their content and design are unexceptional and lack the necessary quality and adequacy to tell about a city like Istanbul and to contribute to the accumulation of information about it. 45 “İSTANBUL MİMARLIK REHBERİ” FARKLI VE YENİ / “ARCHITECTURAL GUIDE TO İSTANBUL” DIFFERENT AND NEW ği UIA’nın İstanbul’da toplanan 22. Uluslararası Kongresi sırasında farklı ülkelerden katılacak mimarların da kullanabilmesi amacıyla önce İngilizce olarak yayınlandı. 2005 yılı baskısında da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin desteğini almış olan rehber, geçen dönem içinde yeniden elden geçirilerek ve incelenen yapı sayısı artırılarak yayıma hazırlandı. Yeni yayım planında her bir yapı, dili ve içeriği ile tek tek elden geçirildi, görüntü kalitesi kontrol edildi, gerekli hallerde yenilendi. Belirlenen mimari kalite düzeyinde olduğu halde ilk baskıda atlanmış yapılar eklendi. Bu açıdan özellikle Galata bölgesinde seçilen yapı stoku genişletilerek zenginleştirildi. Bütünü açısından ise yeni düzenlemeler yapıldı ve bazı bölgelerde, -özellikle Boğaziçi’nde- inceleme ve görme rotası sistematiği açısından ilk rehberde kullanılan grid ve numaralama sistemi yenilendi. Boğaziçi’nin coğrafya ve görsellik çizgisini gözeten yeni bir rota sistemi kurulmaya çalışıldı Rehber, İstanbul’un metropolitan alanında bulunan ve günümüzde gezilip görülebilecek kadar ayakta duran, tarihi, estetik ve mimari açıdan nitelikli anıtsal ve sivil mimarlık yapıtları ile açık alan anıtları arasından seçilmiş yaklaşık 1100 yapıt hakkında bilgi içermektedir. Yapıtlar, 1/10 000 gerçek ölçekli kent planları üzerinde işaretlenip seçilmiş fotoğrafçıların çektiği belgesel nitelikli ve güncel fotoğrafları ve çizimlerinin yanı sıra konuyla ilgili metinlerle de anlatılmaktadır. Metinler tarihini, mimarını, yaptıranını, geçirdiği onarım ve yıkımları belirtirken yapıtın mimari özelliklerini de özetleyen bilgi vermektedir. İstanbul Mimarlık Rehberi bölgelere göre üç ve döneme göre bir kitap olmak üzere toplamda dört kitaptan oluşmaktadır : 1. Tarihi Yarımada, 2. Galata, 3. Boğaziçi ve Adalar ve 4. Modern Mimarlık 1. Tarihi Yarımada: İstanbul’un Tarihi Yarımada Suriçi Bölgesı ile Eyüp-Silahtarağa, Bakırköy ve Yeşilköy’ü içeren bölgedeki, yapım tarihi 1930’lara kadar olan dönemin tarihi ve mimari nitelik taşıyan yapıtlarını; 2. Galata: Galata, Pera, Taksim-Talimhane, Kurtuluş, Şişli, Beşiktaş, Maçka, Nişantaşı-Teşvikiye, Dolapdere, Kasımpaşa, Hasköy ve Sütlüce’yi de içine alan bölgedeki 1930’lara kadar olan dönemlerin tarihi ve mimari nitelik taşıyan yapıtlarını; 3. Boğaziçi ve Adalar: Üsküdar, Kadıköy-Bostancı arası, Adalar (Büyükada, Heybeliada, Burgaz ve Kınalıada) ve Boğaziçi yerleşimini (Ortaköy-Rumeli Feneri ve ÜsküdarAnadolu Feneri) içine alan bölgedeki yine 1930’lara kadar yapılmış nitelikli mimarlık yapıtlarını içermektedir. 4.Modern: Bu bölümde rehberin ilk üç kitabında yer alan bölgelerdeki 1930’lar sonrası yapılmış nitelikli modern ve çağdaş mimarlık yapıtları üzerine bilgi verilmektedir. Rehber çalışması bütünüyle, -kurgusu, sistematiği ve içeriği ile- bilimsel bir konu olarak ele alınmıştır. Binlerce mimari yapıta sahip bir kent olan İstanbul’un 1100 civarında yapıtı, bölgelere ve dönemlere göre sorumluluk alanları belirlenmiş uzmanlarca akademik ve bilimsel bir dikkatle ele alınmış, yapılarla ilgili bilgiler kaynaklardan derlenmiş, gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir. Dönem sorumluları : Paleolitik, Byzantion ve Doğu Roma İmparatorluğu Dönemleri: Prof. Dr. Ayla Ödekan Osmanlı Dönemi (Erken ve Klasik Dönem): Prof. Dr. Zeynep Ahunbay, Doç. Dr. Yegân Kâhya, Yard. Doç. Dr. Gülsün Tanyeli At this point, “Architectural Guide to Istanbul” is being prepared for publication by the İstanbul Metropolitan Branch of Chamber of Architects and has a high-level scientific quality and content. The guide, which was written after a long process of preparation and working of a committee consisting of competent experts, supported by The Mayor of Istanbul Kadir Topbaş in a spirit of professional solidarity, and with the contribution of Kültür A.Ş. in terms of printing and publishing, is remarkably different from the known and usual ones. This long-term work, named as “Architectural Guide to Istanbul” of which I undertook the management and editorship, was firstly published in English so as to be used by the architects from different countries during the 22nd International Congress of International Union of Architects meeting in Istanbul in 2005. The guide was supported again by Istanbul Metropolitan Municipality when published in 2005. In the meantime, it was revised and prepared for publication after the number of works examined increased. Within the new publishing plan, each work was reviewed in terms of language and content, visual quality was checked and renewed when necessary. The works that were exempted from the first edition despite meeting the architectural quality level determined were added. Therefore, especially the structure inventory chosen in Galata region was extended and enriched. New arrangements were made in the whole guide. Regarding some of the regions, especially the Bosphorus, the grid and numbering system used in the first guide was renewed from the point of search and visual route systematic. A new route system was established considering the geography and the visual line of the Bosphorus. The guide includes information about almost 1,100 structures chosen from among open space monuments and monumental works and works of civil architecture which are aesthetic and qualified in terms of architecture and have remains enough to be visited in the metropolitan area of Istanbul. The structures are described with up-to-date photos of documentary quality taken by photographers, and drawings marked and chosen from on 1/10,000 real scale city plans, as well as relevant texts. The texts give information about the date, the architect, the builder, the demolitions and repair work done as well as the architectural features of the structure in summary. Architectural Guide to Istanbul consists of a total of four books, three of them by region, the other one by period: 1. Historic Peninsula 2. Galata 3. Bosphorus and the Princes’ Islands 4. Modern Architecture 1. Historic Peninsula: The structures possessing the historic architectural characteristics of the period until the building date of 1930 in the Historic Peninsula, City Walls of Istanbul region and the region covering Eyüp-Silahtarağa, Bakırköy and Yeşilköy; 2. Galata: The structures possessing the historic architectural characteristics of the period until the building date of 1930 in the region covering Galata, Pera, Taksim-Talimhane, Kurtuluş, Şişli, Beşiktaş, Maçka, Nişantaşı-Teşvikiye, Dolapdere, Kasımpaşa, Hasköy and Sütlüce; 3. Bosphorus and the Princes’ Islands: The qualified architectural structures dated until 1930 in the region covering Üsküdar, the area between Chalcedon (Kadıköy)Bostancı, the Princes’ Islands (Büyükada, Heybeliada, Burgaz and Kınalıada) and the Bosphorus residential area (Ortaköy-Rumeli Feneri and Üsküdar-Anadolu Feneri); 18. ve 19. yüzyıl: Prof. Dr. Nur Akın, Prof. Dr. Afife Batur 4. Modern: In this section, information about the qualified, modern and contemporary architectural structures built after the 1930s in the regions mentioned in the first three books of the guide is provided. Modern Mimarlık: Yard. Doç. Dr. Yıldız Salman, Araştırma Görevlisi Dr. Nilüfer Yöney, Araştırma Görevlisi Dr. Ebru Omay The work for the guide was handled entirely as a scientific subject in terms of its organization, systematic and content. Almost 1,100 structures of Istanbul, which 46 Bölge sorumluları : Tarihi Yarımada ve Eyüp: Prof. Dr. Zeynep Ahunbay Galata, Pera, Harbiye, Şişli: Prof. Dr. Nur Akın, Prof. Dr. Afife Batur Boğaziçi: Yard. Doç. Dr. Yıldız Salman, Kadıköy ve Üsküdar: Yard. Doç. Dr. Gülsün Tanyeli, possesses thousands of architectural works, were examined by the experts, whose field of responsibility was determined by regions and periods, with an academic and scientific attention. The information about the structures were compiled from the sources, reviewed and rearranged. Period Responsibles: Adalar: Doç. Dr. Yegân Kâhya Paleolithic, Byzantium and the Eastern Roman Empire Periods: Prof.Dr.Ayla Ödekan Ayrıca, Dr. Meryem Doğuoğlu Alman mimarların yaptıkları yapıları, Yar.Doç.Dr. Gül Köksal endüstri yapılarını ve Doç. Dr. Aygül Ağır ise Balkapanı Hanı’nı kaleme almışlardır. The Ottoman Period (Early and Classical Period): Prof.Dr.Zeynep Ahunbay, Assoc. Prof.Dr.Yegân Kâhya, Assist.Prof.Dr.Gülsün Tanyeli Rehber, girişteki editoryal sunumların ve Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın yazısının ardından kent geneli hakkında bilgi ve görüşlerin yer aldığı bir bölümle başlamaktadır. Konularının üst düzeyde uzmanı oldukları bilinen bilim insanlarının yazdığı bu bölümde: Prof.Dr. Doğan Kuban / İstanbul’un kentsel gelişimi, Prof.Dr. Nuran Zeren Gülersoy / İstanbul’daki koruma alanları, Prof.Dr.Tülay Kılınçaslan / yol dokusu ve ulaşım ağı ile ilgili genel bilgileri içeren ve kentin daha iyi kavranmasını sağlayacak metinler ve haritalar yer almaktadır. Bu bölümde yer alan ‘İstanbul’un Koruma Alanlarının Haritası’, parçalar halindeki mevcut haritaların, ilk defa İstanbul Mimarlık Rehberi için bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Rehberde, yapılar hakkında tek tek bilgi veren metinlere geçilmeden önce, ilgili bölüm sorumlularınca yazılmış, bölge ve mimarisi üzerine genel değerlendirme yazıları yer almaktadır. Dördüncü kitapta bu yazılara ek olarak Prof.Dr. Uğur Tanyeli, İstanbul’da Modern mimarlığın gelişimi üzerine yazmıştır. Yapıların kitaplardaki sıralamaları, bölgelerdeki yakınlıkları, gezi rutini ve harita gridlerinin bölünüşleri göz önüne alınarak yapılmıştır. Haritalarda ise özel bir sunum modeli olarak, yapıların ait oldukları dönemler farklı renkler ile ifade edilmiştir. İstanbul’un kentsel tarih dönemleri ve verilen renkler, sırası ile şöyle kabul edilmiştir: 1. Paleolitik, Byzantion ve Doğu Roma İmparatorluğu Dönemleri - haritalarda mor/erguvan, 2. Osmanlı Dönemi a. Erken Osmanlı Dönemi / haritalarda sarı, b. Klasik Osmanlı Dönemi / haritalarda yeşil, c. Geç Osmanlı- 18. ve 19. yüzyıllar/haritalarda mavi, 3. Modern Dönem- 1930’lardan bugüne kadar / ilk 3 kitabın haritalarında gri, kitabın haritasında kırmızı olarak gözükecektir. Rehber, 4 indeks içermektedir: 1. Yapı adlarına göre alfabetik 2. Dönemlere göre kronolojik 3. Mimar adlarına göre alfabetik ve 4. Yapı tarihlerine göre kronolojik Ayrıca, ek olarak metinlerde referans verilen Osmanlı Sultanları ve Bizans İmparatorlarının tahtta kalış süreleri kronolojik olarak verilmiştir. Bir diğer ek ise bölge haritalarının tümünü bir araya getiren ve bir yüzünde Tarihi Yarımada ve Galata’nın ‘70cmx42cm’, öbür yüzünde ise Boğaziçi’nin ‘80cmx42cm’ boyutlarında ve toplam yapı stokunu gösteren ve katlanarak kitaplar toplamına eklenen büyük haritadır. Tüm kitaplar ve bu harita geçmeli bir kutu sistemi içinde sunulmaktadır. 18th and 19th century: Prof.Dr.Nur Akın, Prof.Dr. Afife Batur Modern Architecture: Assist.Prof.Dr. Yıldız Salman, Research Assisstant Dr. Nilüfer Yöney, Research Assisstant Dr. Ebru Omay Region Responsibles: Historic Peninsula and Eyup: Prof.Dr. Zeynep Ahunbay Galata, Pera, Harbiye, Şişli: Prof.Dr.Nur Akın, Prof.Dr.Afife Batur Bosphorus: Assist.Prof.Dr.Yıldız Salman Chalcedon (Kadıköy) and Üsküdar: Assist.Prof.Dr.Gülsün Tanyeli The Princes’ Islands: Assoc.Prof.Dr.Yegân Kâhya In addition, the structures built by German architects were covered by Dr. Meryem Doğuoğlu, the industrial structures by Assist.Prof.Dr. Gül Köksal and Balkapanı Hanı by Assoc.Prof.Dr.Aygül Ağır. Following the editorial presentations and the introduction of the Mayor of Istanbul Kadir Topbaş, the guide begins with the part containing information and opinions about the city in general. In order to provide a better comprehension of the city, there are maps and texts in this part written by the scientists known to be high-level experts in their fields about the urban development of Istanbul (by Prof.Dr.Doğan Kuban,), the protected areas in Istanbul (by Prof.Dr.Nuran Zeren Gülersoy,) and the road pattern and transport network (by Prof.Dr. Tülay Kılınçaslan). The Map of the Protected Areas in Istanbul was compiled for the first time from existing pieces of maps specially for the Architectural Guide. Before moving on to the texts giving information about the structures one by one, there are writings of general assessment on the region and architecture written by the period responsible. Additionally, Prof.Dr. Uğur Tanyeli wrote about the development of modern architecture in Istanbul in the fourth book. The structures in the books were sorted by regional closeness, excursion routine and the divisions on the map grids. The periods to which the structures belong were shown by different colors through a special presentation model. The urban history periods of Istanbul and the colors were agreed as follows: 1. Paleolithic, Byzantium and the Eastern Roman Empire Periods - purple in the maps, 2. Ottoman Period a. Early Ottoman Period – yellow in the maps b. Classic Ottoman Period – green in the maps c. 18th and 19th century Ottoman – blue in the maps 47 “İSTANBUL MİMARLIK REHBERİ” FARKLI VE YENİ / “ARCHITECTURAL GUIDE TO İSTANBUL” DIFFERENT AND NEW Rehber çalışmasının yürütülmesinde yukarıda anılan akademik kadronun yanı sıra güçlü bir ekibin yoğun çalışması vardır. İstanbul Mimarlık Rehberi’nin koordinatörlüğünü, bu edisyonda görevi Göze Üner’den devralan Cansu Yapıcı üstlenmiştir. İlk yapı metinlerinin kaynaklardan derlenmesi ve yapıların yerinde incelenmesi Şebnem Aykol ve Işıl Çokuğraş tarafından gerçekleştirilmişti. Bu toplama ek olarak Türkçe versiyonun hazırlanmasında bu görevi Cansu Yapıcı yürütmüştür. Rehberde yer alan fotoğrafların güncel olmasına özellikle önem verilmiştir. Bunun için Hilmi Etikan, Erkin Emiroğlu, Aras Nefti, Necip Sevindik, Şeniz Kabadayı, Ümit Kazım Sandıkçı, Yasemin Hacıkura, Leman Sanıtürk, Vural Yazıcıoğlu ve ekibi ile çalışılarak seçilen tüm yapılar belgelenmiştir. Rehber aynı zamanda bir envanter çalışması ortaya koyduğundan, bir veritabanı oluşmuştur. Bu veritabanına erişim web üzerinden mümkün olacaktır. Aynı zamanda, yapıların üzerinde işaretli olduğu harita da web sayfası üzerinden yayınlanacaktır. İstanbul Mimarlık Rehberi çalışması aynı zamanda bir envanter sistemi tanımlamaktadır. Aynı sistem içerisinde, rehbere ve/veya web sayfasına yapılar eklenebilir ve İstanbul’daki bütün yapıların veritabanı oluşturulabilir. Çalışmamızı bu eşsiz kente bir saygı sunumu olarak algıladık ve layık olmaya çalıştık NOTLAR Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nin maddeleri içinde yer alan ve İstanbul üzerine yazan seyahatname yazarlarının sayısı 48’dir. Bkz. C.VIII. s. (1) (2) Şebnem Önal, “Seyahatnameler”, DBİA, C.IV, s. 540-541. (3) ay.es. Emin Nedret İşli, Osman Nuri Ergin-Hayatı ve Eserleri, s. 13 (Bu risale, 2003 yılında yayımlanan Fethinin 550. Yıldönümünde İstanbul’un En Eski ve En Yeni Rehberi adlı esere ek olarak verilmiştir.) (4) (5) İlhan Tekeli, “Haritalar”, DBİA, C. III, s. 556-560. 3. Modern Period / from 1930s until today – grey in the maps of the first three books, red in the map of the fourth book. The guide includes four indexes: 1. Alphabetical by the names of the structures 2. Chronological by the periods 3. Alphabetical by the names of the architects 4. Chronological by the date of building Additionally, the length of ruling periods of the Ottoman Sultans and Byzantine Emperors is in chronological order. Another addition is the big map which brings together all of the region maps, shows total structure inventory and is foldable. It shows Historic Peninsula and Galata in a size of ‘70cmx42cm’ on one side and the Bosphorus in a size of ‘80cmx42cm’ on the other side of the map. All of the books and the map are presented in a book box. A strong team was also included in the study of the guide. In this edition, Cansu Yapıcı took over the coordination of Architectural Guide to Istanbul from Göze Üner. The first informative texts on structures were compiled from the sources and the structures were examined by Şebnem Aykol and Işıl Çokuğraş. In addition to this compilation, this task was undertaken by Cansu Yapıcı in the Turkish version. We paid attention to use up-to-date photos in the Guide. All chosen structures were photographed by Hilmi Etikan, Erkin Emiroğlu, Aras Nefti, Necip Sevindik, Şeniz Kabadayı, Ümit Kazım Sandıkçı, Yasemin Hacıkura, Leman Sanıtürk, Vural Yazıcıoğlu and the rest of the team. As the Guide is also an inventory study, a database was formed. It will be possible to access this database online. The map on which the structures are marked will also be presented online. Architectural Guide to Istanbul describes an inventory system. Within the mentioned system, the structures can be added to the Guide and/or the web page, so the database for all of the structures in Istanbul can be formed. We consider our study as a tribute paid to this unique city and we have tried to make it worthy of its purpose. NOTES The number of the travelogue writers writing about Istanbul, and included in the articles of the Encyclopedia of Istanbul Past and Present, is 48. see. C.VIII. s. (1) (2) Şebnem Önal, “Travelogues”, DBİA, C.IV, s. 540-541. (3) ay.es. Emin Nedret İşli, Osman Nuri Ergin-Life and Works, p. 13 (This booklet was given as an addition to the work “The Oldest and the New Guide of Istanbul in the 550th anniversary of the Conquest”) (4) (5) 48 İlhan Tekeli, “Maps”, DBİA, C. III, s. 556-560. DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE Unesco Dünya Miras Kavramı Muzaffer ŞAHİN - Fatma KUŞ SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL The Unesco Concept of World Heritage Muzaffer ŞAHİN - Fatma KUŞ DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE/ SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL Unesco Dünya Miras Kavramı The Unesco Concept of World Heritage Muzaffer ŞAHİN*- Fatma KUŞ** Muzaffer ŞAHİN*-Fatma KUŞ** Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) 17 Ekim - 21 Kasım The United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization (UNESCO) l972 tarihleri arasında Paris’te yapılan on yedinci oturumunda, yayınladığı Dün- took a historical step towards protecting the cultural and natural heritage which ya Kültür ve Doğal Mirasını Koruma Konvansiyonu’yla tüm ulusların sahip olduk- belongs to all nations throughout the world with the World Culture and Natural ları kültürel ve doğal mirasın dünya çapında korunması yönünde tarihi bir adım Heritage Protection Convention; this convention was published as a result of the atmıştır. UNESCO bu konvansiyonla, kültürel ve doğal mirasın sadece gelenek- 17th sitting held in Paris between 17 October and 21 November, 1972. With this convention UNESCO drew attention to the sel bozulma nedenleriyle değil, savaşlar, doğal afetler, hızlı ve kontrolsüz kentleşfact that cultural and natural heritage was Görkemli geçmişi ile farklı dinleri, kültürleri, toplulukları ve bunların me, yoğun turizm baskıları gibi sosyal, ekounder threat not just from traditional deürünü olan yapıtları benzersiz bir coğrafyada bir araya getiren İstannomik ve küresel şartların değişmesiyle gitterioration, but also from pressure caused bul, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır. tikçe artarak yok olma tehdidi altında olduby wars, natural disasters, rapid and unIstanbul brings together magnificent histories with different reliğuna dikkat çekmiştir. Kültürel ve doğal micontrolled urbanization, intense tourism, gions, cultures, societies, as well as displaying the structures that rasın herhangi bir parçasının bozulmasının and changes in societies, economies and were the products of these civilizations in a unique geography; thus veya yok olmasının, bütün dünya milletleri globalization. It was emphasized that she deservedly takes her place on the UNESCO World Heritage List için telafisi mümkün olmayan bir yoksullaşthe destruction or loss of any part of the ma teşkil ettiğinin altını çizilmiş ve Dünya cultural or natural heritage would cause Miras Listesi’nde yer alan varlıkların sadean impoverishment that cannot be comce sınırları içinde bulundukları ülkeye değil tüm dünya uluslarına ait olduklarına vurgu pensated, and that this is true for all the yapılmıştır. nations of the world; moreover, those properties that are included on the World Konvansiyonla birlikte taraf devletlere kenHeritage List do not belong only to the di sınırları içindeki tüm kültürel ve doğal micountries in which they are located, but to ras varlıklarının envanterini yapıp onları tanımlamaları, muhafaza etmeleri, korumaall the nations of the world. ları, teşhir etmeleri/sunmaları ve gereken With the convention, the party nations tüm yasal, idari, bilimsel ve teknik önlemlewere called upon to carry out inventories ri alarak bu değerleri en iyi şekilde gelecek of all the cultural and natural heritage nesillere aktarmaları için çağrıda bulunulproperties within their borders, to identify muştur ve taraf devletlere bu konuda gerethem, protect them, display/present them ken önlemleri almada ve gereken adımları atmada sorumluluklar yüklenmiştir. and to take all the necessary legal, administrative, scientific and technical precauTürkiye 14.04.1982 tarih ve 2658 sayılı kations to transmit these values in the best nunla UNESCO Dünya Kültürel ve Doğal Mipossible way to future generations, as rasını Koruma Konvansiyonu’na Taraf Devwell as shouldering the responsibility for İstanbul’un Tarihi Alanları /Historical Areas of İstanbul let olarak katılmış ve sınırları içindeki kültütaking necessary precautions and steps in rel ve doğal varlıkların envanterini çıkararak Dünya Mirası Komitesi’ne bir liste hathis matter. linde sunmuştur. Ülkemizin Dünya MiraTurkey joined as a Party State to UNESCO sı Listesi’nde yer alan 9 varlığı bulunmakWorld Cultural and Natural Heritage Protadır. Bunlar; tection Convention with Law No. 2658 on • İstanbul’un Tarihi Alanları (1985) 14.04.1982; drawing up an inventory of • Göreme Ulusal Parkı ve Kapadokya the cultural and natural properties within (1985) her borders, these were presented as a list • Divriği Ulu Camii ve Hastanesi (1985) to the World Heritage Committee. There • Hattuşaş (1986), Nemrut Dağı (1987) are 9 properties on the World Heritage • Pamukkale (1988) List forTurkey and these are: • Safranbolu Şehri (1994) • Istanbul Historical Regions (1985) • Truva (1998) • Göreme National Park and Cappadocia İstanbul Yarımadası Avrupa ve Asya’yı bir (1985) birine bağlayan stratejik konumu nedeniy• Divriği Great Mosque and Hospital le tarihi boyunca kentte hüküm süren uy (1985) garlıklar için daima çok önemli olmuştur. • Hattushash (1986), Mt. Nemrut (1987) İstanbul’un Tarihi Alanları / Historical Areas of İstanbul Bu nedenle Roma, Bizans ve Osmanlı gibi • Pamukkale (1988) * Şehir Plancısı - İstanbul Sit Alanları Alan Başkanlığı- İ.B.B.Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevre Koruma Mdr Yrd. ** SanatTarihçisi - İstanbul Sit Alanları Alan Başkanlığı 50 * Urban planner-Directorate of İstanbul Protected Areas, deputy manager at the İstanbul Metropo- litan Municipality Protection of Historical Environmet ** Historian of Art - Directorate of İstanbul Protected Areas büyük İmparatorluklara başkentlik yapmıştır. Bu görkemli geçmişi ile farklı dinleri, kültürleri, toplulukları ve bunların ürünü olan yapıtları benzersiz bir coğrafyada bir araya getiren İstanbul, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır. “İstanbul’un Tarihi Alanları”, adıyla 06.12.1985 tarihinde Dünya Mirası Listesi’nde dört alan olarak dâhil edilmiştir. • Sultanahmet Arkeolojik Park (1. Derece Arkeolojik Sit Alanı ve Kentsel Arkeolojik Sit Alanı) • Süleymaniye Camii ve Çevresi Koruma Alanı • Zeyrek Camii (Pantokrator Kilisesi) ve Çevresi Koruma Alanı • İstanbul Kara Surları Süleymaniye Camii ve Çevresi Koruma Alanı; Süleymaniye Külliyesi 5.5 hektarlık bir alan üzerinde dört medrese, darülhadis, tıp okulu, darüşşifa, imaret, hamam, sıbyan mektebi, ahırlar, dükkânlar, bekâr odaları ve biri Kanuni Sultan Süleyman’a diğeri de eşi Hürrem Sultan’a ait iki türbeden oluşmaktadır. Bu haliyle yapı bugün sadece bir mimari başyapıt değil, kurumsallaşmış bir sosyal düşünce, bütün bir medeniyeti özümseyen bir imge niteliğindedir. Mimarlık sanatımızın klasik döneminin zirve noktasındaki birkaç eserden biri olarak da en yetkin düzeyde külliye kavramını temsil etmekte ve bu toplumsal-dinsel komplekslerin kentsel tasarımın nüvesini teşkil ettiğini kanıtla- • City of Safranbolu (1994) • Troy (1998) Due to the strategic position of the Istanbul Historical Peninsula as a bridge that connects Europe and Asia, throughout history the city has been important for the civilizations that have ruled here. For this reason, great empires like the Eastern Roman, Byzantine and Ottoman states made this their capital. Istanbul brings together these magnificent histories with different religions, cultures, societies, as well as displaying the structures that were the products of these civilizations in a unique geography; thus she deservedly takes her place on the UNESCO World Heritage List. Four areas were included in the World Heritage List as the “Istanbul Historical Areas” on 06.12.1985. • • • • • Sultanahmet Archeological Park (First Degree Archeological Site and Ur ban Archeological Site) Süleymaniye Mosque and Environs Protected Area Zeyrek Mosque (Pantokrator Church) and Environs Protected Area İstanbul Land Walls Süleymaniye Mosque and Ehutous protected area; The Süleymaniye Complex is formed upon an area that measures 5.5 hectares; in this area are located four madrasas, a darülhadis (Qur’an school), a medical school, a darüşşifa (hospital), an imaret (soup kitchen), public baths, a primary Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque maktadır. İmparatorluğun en simgesel yapısı olarak peyzaj içindeki konumu ile kentin en güzel siluetinin egemen öğesidir. Öte yandan külliye, mimarlık tarihinin en büyük şantiye organizasyonlarından biriyle inşa edilmiştir. Osmanlı Klasik döneminin yapı tekniğindeki en yetkin sistemi ve yapı ekonomisini belgelediği gibi, Osmanlı kent yaşamında büyük sultan vakıflarının sosyal ve simgesel rolünü açıklaması bakımından da eşsiz bir tanıktır. school, barns, shops, bed-sits and the tomb of Süleyman the Magnificent and his wife Hürrem Sultan. This complex is not just an important architectural structure today; rather it is a symbol of social thought, the assimilation of a complete civilization. This structure is not only one of the few works from the pinnacle of the classical period of Turkish architecture, but it also represents the concept of a külliye (complex) at its most effective level, forming the nucleus of urban design 51 DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE/ SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL 19. yüzyıl kaynaklarına bakıldığında Külliye yapıları dışında bölgenin güneyinde Harbiye Nezareti Binası, Kışla-yı Hümayun, Cephane, Süleymaniye Kışlası gibi yapılarla semtte askeri ve kamusal işlevlerin ön plana çıktığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte Süleymaniye bölgesinin güneyinde yer alan Vezneciler ve Direklerarası şehrin en önemli eğlence odaklarından bir olmuştur. Bu asırda bölgenin ticaret profilinde de önemli değişimler yaşanmıştır. 1850’li yılların başında kâğıtçılar, eskiciler, kahveciler, bakırcılar gibi ticaret kolları bölgeye gelmiştir. Ticari faaliyetlerin süreç içinde bölgeyi kuşatmasıyla birlikte sahil kesiminde nakliyat ihtiyacını karşılamak amacıyla iskeleler çoğalmış ve yoğunluk artmıştır. 19. yüzyılda İstanbul ve Süleymaniye’yi ilgilendiren en etkili değişim Dolmabahçe Sarayı’nın 1856’da tamamlanışından sonra İmparatorluk sarayının Tarihi Yarımada’daki Topkapı Sarayından Dolmabahçe’ye nakledilmesiyle yaşanmıştır. Osmanlı Sarayı ile birlikte ona bağlı birer kamu kurumu fonksiyonu taşıyan rical konakları da bu yüzyılda gelişen ulaşım olanaklarının etkisiyle Boğazın iki yakasındaki yeni yerleşim bölgelerine taşınmışlardır. a serious textural change. In the end, the increase in the population and the increased frequency of the structures created a dangerous component for the urban texture of the region. In the 19th century, as part of the urban rehabilitation efforts which were being carried out throughout Istanbul, new neighborhoods, in which the increasing population of the city would be housed, were systematically designed in order to prevent the hugely destructive fires and to widen the roads to meet the needs of the new city-transportation vehicles. Süleymaniye grew until the 19th century in a way that was in keeping with the topographic incline; after this date the roads were widened, without affecting the main arteries or monumental structures, as well as being illuminated, and public improvements were carried out. When the 19th century sources are examined it can be observed that in the south of the region, in addition to the structures of the complex, buildings that had military and public functions were brought to the fore; buildings such as the Naval Ministry Building, the Imperial Barracks, the Arsenal, the Süleymaniye Barracks were constructed here. In addition to these, the regions of Vezneciler and Direklerarası, which 20. yüzyılın başlarından itibaren böllay to the south of the Süleymaniye gedeki yaşam standartları düşmüş; region, formed one of the most imulema ve paşa konaklarının bulunduportant focal pionts of entertainment ğu semtin Haliç’e doğru inen yamaçin the city. In this century important ları İstanbul’un en yoksul görünümchanges in the trade profile of the relü evlerinin ve sokaklarının bulundugion occurred. At the beginning of the ğu bir çevreye dönüşmüştür. Burada 1850s tradesmen like paper sellers, rag oda oda kiraya verilen eski ahşap evand bone men, coffee sellers and copper sellers entered the region. In adlerde bekârlar, öğrenciler ve yoksul aidition to the region being invaded by leler yaşamaya başlamıştır. 1990 Gemerchant activities, in order to meet nel Nüfus Sayımı’na göre, büyük ölçüthe transportation needs of the coastal de üniversite binalarını içeren Süleyregion, the number of docks increased maniye Mahallesi’nin nüfusu 258’i kaand became busier. In the 19th cendın olmak üzere 869’dur. Bu nüfusun tury the most important change that sadece 156’sı İstanbul doğumludur. İsconcerned Istanbul and Süleymaniye tanbul doğumlular arasında kadın ve was that after the completion of Dolmabahçe Palace in 1856, the imperial erkeklerin hemen hemen eşit oranda palace was transferred from Topkapı bulunması az sayıdaki yerleşik hanenin Palace on the Historical Peninsula to de göstergesidir. Dolmabahçe. The mansions of the 1950’lerden itibaren eski sahiplerinin noblemen, which had functioned as Süleymaniye Kirazlı Mescit Sokak / Süleymaniye Kirazlı Mescit Street terk ettiği, yeni göçmen nüfusun yerpublic institutions associated with the leştiği Süleymaniye’de 1980 sonrasındaki değişim daha da gözle görülür hale gel- Ottoman Palace, were moved to the new settlements that were developed on miştir. Apartmanlaşmanın yayıldığı, tarihi ahşap yapıların bakım ve onarımları- both sides of the Bosphorus; this move was also affected by the developments in nın yapılmayıp köhnemeye başladığı bölgeye imalat sektörünün girmesiyle öz- transportation that occurred in this century. gün karakter yok olmaya başlamıştır. Günümüzde semt Süleymaniye Camii ve From the beginning of the 20th century on the living standards of the region deKülliyesi sebebiyle turizmin öncelik kazandığı bir semt durumundadır. Öte yanclined; the hills that descended towards the Golden Horn, a region in which the dan İstanbul Üniversitesi’nin çeşitli bina ve fakülteleriyle, semtin geleneksel eğimansions of the ulama and pashas were located, was transformed into a region tim bilim işlevi farklı niteliklerle de olsa sürmektedir. Fakat semtte konut olain which the meanest houses and streets could be found. Here the old wooden rak kullanılan binalar azalmış, kalan yapılara çoğunluğu iç göçle gelmiş olan çoğu houses were now rented out room by room, and bachelors, students and poor bekâr nüfus ve üniversiteye yakınlığı sebebiyle de öğrenciler yerleşmiştir. 1983 families started to reside. According to the 1990 census, the population of the Süyılında ise Turizm Merkezi Alanına dâhil edilmiştir. leymaniye Neighborhood, which included a large number of university buildings, 1985 yılında UNESCO’nun İstanbul’un Tarihi Alanlarından biri olarak Süleymani- consisted of 869 people; 258 of these were women. Of this population, only 156 ye semtinin Dünya Mirası Listesine alınma kararında Koca Sinan’ın ustalık eseri- had been born in Istanbul. The fact that the proportion of women to men among ne; Muhteşem Süleyman’ın emriyle inşa ettiği Süleymaniye Külliyesine atıf yapıl- the population born in Istanbul was almost equal indicates the small number of makta ve bu geleneksel yerleşmede tescil edilmiş ve korunmakta olan 525 ah- local households. 52 şap evin bulunduğu vurgulanmaktadır. DML’de yer alma kriterleri düzenli olarak UNESCO tarafından güncellenmektedir. Listede yer alan her varlığın söz konusu kriterlerden en az birine uyması ve özgün olması beklenmektedir. Tarihi Yarımada belirlenen kriterlerden dört tanesini karşılamaktadır. Bu kriterler şöyledir. i: İstanbul etkileyici anıtlarıyla insan dehasının oluşturduğu sanat eserini temsil etmektedir. İstanbul Tarihi Alanları Tralles’li (Aydın) Anthemios ve Milet’li Isidoros tarafından tasarlanan Ayasofya, Ortaçağ dönemi, bir örneği daha olmayan mozaikler ve fresklere sahip olan Kariye Müzesi, Osmanlı mimarisinin şaheseri olan Süleymaniye Camii gibi evrensel mimari örneklere ve eşsiz anıtlara sahiptir. ii: İnsani değerlerin teatisi bu tarihi şehre muhteşem rengini ve somut değerlerini kazandırmıştır ve mimari, teknoloji, anıtsal sanat ve şehir planlamadaki gelişmeler zengin mirasına yansımıştır. İstanbul’daki anıtların tarih boyunca hem Avrupa’da hem de Yakın Asya’da mimarinin, anıtsal sanatların ve alan düzenlemesindeki gelişmeler üzerinde önemli etkileri olmuştur. 447 yılında inşa edilen 6650 metre yüksekliğindeki II. Theodosius kara suru ikinci savunma hattıyla askeri mimari açısından en önde gelen referans noktalarından bir tanesidir. Bundan sonra ise Ayasofya tüm kilise (ve sonradan camii) ailesi için bir model olmuşken Konstantinopolis sarayları ve kiliselerinin mozaikleri Doğu ve Batı sanatını etkilemiştir. From the 1950s on Süleymaniye was deserted by its former residents and settled by new immigrants; after the 1980s this situation in Süleymaniye became more visible. The number of apartment buildings increased, the historical wooden buildings were neglected and not repaired and they fell into dilapidation. This process started with the entrance of the manufacturing sector into the region, and its unique character started to be lost. Today, thanks to the Süleymaniye Mosque and Complex the region is one that has gained priority for tourism. On the other hand, the traditional educational-science function of the region, with the large number of buildings and faculties of Istanbul University, even if they are used for different purposes, continues today. However, the number of buildings that are used as residences in the neighborhood has fallen off, with many of the remaining structures being occupied by bachelors who came to the city or students, due to the proximity of the university. In 1983 this region was included into the Tourism Center Area. In 1985 UNESCO took the decision to include the Süleymaniye region as one of the Historical Areas of Istanbul; the masterpiece of Koca Sinan was included in iii: İki imparatorluğun başkenti olan İstanbul Bizans ve Osmanlı medeniyetlerin en büyük tanığıdır. iv: Sarnıçlar, kiliseler, camiler, hamamlar, ticari binalar gibi pek çok bina türü İstanbul’da kendi ifadelerini bulmuşlardır. Yüksek kaliteleri ve avangart tasarımları ile birkaç bina türünün gelişimini izleme fırsatını sunmaktadırlar. Bu da, tarihi şehri insanlık tarihinin en önemli aşamalarının takip edilebildiği olağanüstü bir anıtlar, mimari ve teknolojik yapı toplulukları şehri yapmaktadır. Topkapı Sarayı ve ek binalarıyla (kervansaraylar, medreseler, tıp okulu, hamamı, hanı, padişah türbeleri vb.) Süleymaniye Camii Osmanlı dönemine ait sarayların ve külliyelerin en üst örneklerini oluşturmaktadır. Dünya Miras Alanından Yenileme Alanına Süleymaniye; Tarihi Yarımada olarak bildiğimiz bugünkü Fatih İlçesi sınırlarında bulunan Sultanahmet Camii ve Ayasofya çevresi 1953 yılında arkeolojik park ilan edilmiş, 1975 yılında Zeyrek Camii ve çevresi, 1977 yılında Süleymaniye Camii ve çevresi ve 1981 yılında Kara Surları kentsel ve arkeolojik sit ilan edilmiştir. Bütün bu parçacıl sit kararlarının ardından 12 Temmuz 1995 yılında Tarihi Yarımada 12.07.1995 tarih ve 6848 sayılı İstanbul I No.lu KTVKK kararı ile 1. Derece Arkeolojik Sit ve Tarihi-Kentsel Sit Alanı ilan edilmiştir. Buna bağlı olarak, Tarihi Yarımada’da tescil, tespit işlemleri, tescilli binaların bakımı, onarımı, fonksiyon değişiklikleri, imar ve yapılaşma koşullarını kapsayan planlama konuları, 21.07.1983 tarihinde yürürlüğe giren ve 2004 yılında 5226 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun isimli yasal düzenlemeyle içeriğinde temel değişiklikler yapılan, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu çerçevesinde yürütülmüştür. 1980’e kadar parçacı da olsa koruma adına çalışmaların başladığı Tarihi Yarımada için 1980 sonrası, kapsamlı planlama çalışmalarının yapıldığı dönem olmuştur. İstanbul bütünü için hazırlanan 1/5000 ölçekli Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı, gerek planın getirdiği kat artışına imkân veren ve dokuyu tahrip edebilecek ulaşım ağırlıklı plan kararları; gerekse eski idari yapılanmaya göre Eminönü ve Fatih’e ait uygulama planlarında uygulama sırasında planlama hiyerarşisine uyulmadığı gerekçesiyle birçok eleştiriye maruz kalmıştır. Hazırlanan Plan, onaylandığı 1990 yılından 1996 yılına kadar karşılıklı açılan davalar nedeni ile kısmen uygulanabilmiştir; uygulamalar daha çok eski Fatih ilçesinde 1990 Planı’na göre imar durumu verilmesi, yol terklerinin gerçekleştirilmesi, kamulaştırma (yeşil alan ve diğer donatı alanları için), tevhid-ifraz işlemleri yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. Söz konusu Plan, Tarihi Yarımada’nın bütününün sit alanı ilan edilmesi ile yürürlükten kalkmıştır. Bu süreçten sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Planlama Müdürlüğü tarafından 1/5000 ve 1/1000 Ölçekli Koruma Süleymaniye Camii ve Çevresi Koruma Alanı / Süleymaniye Mosque and Environs Protected Area the World Heritage List, with reference being made to the Süleymaniye Complex that had been built in the name of Süleyman the Magnificent. Here it was emphasized that there were 525 wooden houses which were registered in this traditional region and which were under protection. The criteria in DML were regularly updated by UNESCO. It is stated that every structure on the list was to comply with at least one of the criteria and that the structure was to be unique. The Historical Peninsula complied with four of the criteria, which are as follows: i: Art works that represent the formation of human genius and the impressive monuments of Istanbul. Among the Historical Areas of Istanbul are included structures like Haghia Sophia, designed by Anthemios from Tralles (Aydın) and Isidoros from Milet, the Chora Museum, a unique example of mosaics and frescos from the Middle Ages, and Süleymaniye Mosque, a masterpiece of Ottoman architecture; all of these are examples of universal architecture and are unique structures. ii: Wonderful colors and concrete values were brought to this historical city with the exchange of human values; the development of architecture, technology, 53 DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE/ SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL Planlarına başlanmıştır. Bu çalışmalar neticesinde 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisince 09.05.2003 tarihinde oy birliğinde onaylanarak ilgili Koruma Kurulu’na gönderilmiştir. Plan, Koruma Kuruluca 26.01.2005 tarihinde uygun görülmüş olup 30.04.2005 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından onaylanmıştır. 29.11.2007 tarihinde Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucu 1/5000 plan usul yönünden iptal edilmiştir. Koruma Planı kapsamında bölgede bulunan eserlere ilişkin yapılan tescil ve tespit çalışmaları neticesinde korunması gerekli kültür varlılarının adedi ve dağılımları aşağıdaki tabloda görüldüğü gibidir. monumental art and city-planning are reflected in a rich heritage. Throughout history both the architecture of Europe and that of the Near East, monumental arts and developments in the arrangement of space all had their effect on the monuments of Istanbul. The second defense line of the Theodosius II Land Walls, measuring 6,650 meters were built in 447; this is one of the leading landmarks from a military architectural aspect. While Haghia Sophia forms a model for all churches (and later mosques), the palaces of Constantinople and the mosaics of the churches also affected the art of the East and West. İstanbul Dünya Mirasal Anlarındaki Kültür Varlıklarının Dağılımı / Table for the cultural values of İstanbul in World Heritage Tabloya göre UNESCO Dünya Miras Alanları kapsamında İstanbul Tarihi Alanlarında Ocak 2011 tarihi itibarı ile 2833 adet envantere konu olan kültür varlığı bulunmaktadır. Yönetim Planı; iii: Istanbul, the capitol of two empires, is the greatest witness to the civilizations of Byzantine and Ottoman civilization. iv: Many types of buildings, like cisterns, churches, mosques, public baths and commercial buildings, found their own unique expression in Istanbul. The city presents an opportunity to observe high quality and avant-garde design in the development of a few types of buildings. And Istanbul, a historical city, is not only a city of extraordinary monuments, architecture and technological structures, but also one in which the most important stages of human history can be read. Topkapı Palace and its auxiliary buildings (caravanserais, madrasah, medical schools, public baths, commercial buildings, sultans tombs, etc), and Süleymaniye Mosque form the most exquisite examples of palaces and complexes of this era. UNESCO 2004 yılından itibaren Dünya Mirası Sözleşmesi gereği taraf ülkelerin sahip oldukları Dünya Mirası Alanlarında Yönetim Planı hazırlaması zorunluluğu getirilmiş ve İstanbul’un tarihi alanları için de bir yönetim planı hazırlanması istenmiştir. Bu konuya ilişkin ilk gelişme 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na yönetim alanı tanımının getirilmesi olmuştur. Bu kapsamda Alan Yönetimi ile Anıt Eser Kurulunun Kuruluş ve Görevleri ile Yönetim Alanlarının Belirlenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik 27.11.2005 tarihinde yayınlanmıştır. 2007 yılında alanda Yönetim Planı hazırlamak amacıyla İstanbul Sit Alanları Alan Yönetimi Başkanlığı kurulmuştur. Süleymaniye, from World Heritage Area to Renewal Area Tarihi Yarımada’da Yönetim Planı Sınırları 2863 sayılı Kanun’un 3.fıkrasının 10. bendi gereğince, İstanbul Sit Alanları Alan Yönetim Başkanlığı Danış- In the Fatih Region, or as it is known the Historical Peninsula, in 1953 Sultanahmet Mosque and Haghia Sophia and the surrounding areas have been pro- 54 ma Kurulu’nun kararı ile ilgili Koruma Kurullarının uygun görüşleri sonucunda 22.04.2009 tarih ve 77841 sayılı Bakan Oluru ile ‘İstanbul’un Tarihi Alanları Yönetim Alanı Sınırları’ tanımıyla onaylanmıştır. Tarihi Yarımada olarak bilinen bölge, Fatih ilçesi sınırlarının tamamı ile örtüşmekte olup tampon veya etkilenme bölgesi ise Zeytinburnu, Eyüp ve Bayrampaşa ilçe sınırları içinde kalmaktadır. Böylece toplam 2110 hektar olan Yönetim Planı Alanı’nın 1562 hektarını Tarihi Yarımada, 548 hektarını ise Etkilenme Bölgesi oluşturmaktadır. claimed to be an archeological park, while Zeyrek Mosque and its environment were proclaimed to be the same in 1975; Süleymaniye Mosque and its surrounding area were made into an archeological park in 1977 and the Land Walls were proclaimed to be an urban and archeological site in 1981. After all these gradual site decisions, on 12 July 1995 the Historical Peninsula was declared to be a First Degree Archeological Site and Historical-Urban Site with the Istanbul No. 1 KTVKK Decision, dated 12.07.1995, No. 6848. In connection with this, Law No. 5226 The Protection of Cultural and Natural Entities, which became effective on 21.07.1983, covering the registration, identification, care of registered buildings, repair, change in functions, public improvements, and conditions of construction and the Law on Changes in a Number of Laws made fundamental changes, and were executed within the framework of Law No. 2863 The Protection of Cultural and Natural Entities. Tarihi Yarımada Yönetim Planı Alanı / The Historical Peninsula Management Plan Area Tarihi Yarımada Yönetim Planı Alanı The work that was started before 1980 in order to at least partially protect the Historical Peninsula entered a period of wide-reaching planned work after 1980. The City Master Development Plan to Protect the Historical Peninsula, which was prepared on a scale of 1/5000, was greatly criticized not only in that it provided an opportunity for an increase in the number of floors and that the planning decisions were inclined to destroyed the texture, but also in that the hierarchy of the planning stages included in the plan that was to be implemented for Eminönü and Fatih were not followed in keeping with earlier administrative plans. The plan that was prepared was approved in 1990, but due to a number of mutual law suits, it could only be partially implemented until 1996; these implementations were carried out for the most part in the old Fatih district according to the 1990 Plan in a way that allowed for improvement and road conveyance, as well as expropriation (green areas and other equipped areas), and unification and subdivisions. The aforementioned plan was eliminated when the Historical Peninsula was proclaimed to be a historical site. After this process the Istanbul City Council Planning Directorate started the 1/5000 and 1/1000 Scale Protection Plans. As a result of this study the 1/5000 Scale Master City Protection Plan was ratified by the Istanbul City Council on 09.05.2003 and sent to the relevant Protection Board. The plan was approved by the Protection Board on 26.01.2005 and on 30.04.2005 it was ratified by the mayor of the Istanbul City Council. On 29.11.2007 as a result of the law suit brought by the Architects’ Guild, the 1/5000 aspect of the plan was canceled. In the framework of the Protection Plan, as a result of the efforts to register and identify the works found in the area, the number and distribution of cultural entities that were in need of protection can be seen in the table. Alan Başkanlığı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ile birlikte Tarihi Yarımada Yönetim Planı’nın oluşturulması için ortak hazırlıklarını tamamlamıştır. Gerçekleştirilen ihale sonunda Tarihi Yarımada Yönetim Planı’nın hazırlanması amacıyla BİMTAŞ (Boğaziçi İnşaat Müşavirlik AŞ) proje ekiplerini oluşturarak Alan Başkanlığı ve Danışma Kurulu ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü eşgüdümünde çalışmalara başlamıştır. Management Plan Tarihi Yarımada Yönetim Planı ile koruma (somut ve somut olmayan kültürel miras), geliştirme ve yaşatma çalışmalarının ulusal ve uluslararası koruma ölçütleri içerisinde yürütülmesinin sağlanması amacıyla, Tarihi Yarımada’nın çok katmanlı tarihi birikimini koruyup, çok kültürlülüğün zenginliklerini kullanarak; yaşayan, üreten, sosyal-ekonomik mekânsal ve kültürel kimliğini geleceğe aktaran bir Tarihi Yarımada için kullanıcıların ve yaşayanların katılımıyla tüm kurum ve kuruluşları ile eşgüdüm ve şeffaflık içinde yürütülen; Tarihi Yarımada’nın üstün evrensel değerini koruyan bir yönetim planı hedeflenmektedir. Tarihi Yarımada Yönetim Planı Alanı’nda yer alan mevcut ve kayıp tescilli eserler tabloda görüldüğü gibidir. From 2004 UNESCO demanded that State Parties to the World Heritage Convention be obliged to prepare a Management Plan in World Heritage Areas and that a management plan be prepared for the historical areas of Istanbul. The first development in connection with this matter was the introduction of the Law to Protect Cultural and Natural Properties, No. 2863. In this framework the Area Management and Establishment of Monumental Works Board and Duties and the Method Concerned with the Determination of Management Areas and Directive on the Essentials was published on 27.11.2005. In 2007, in order to prepare the Management Plan, the Area Management Presidency of the Istanbul Site Areas was established. Yenileme Alanları; Tüm bu gelişmelerin paralelinde, koruma alanlarını il- gilendiren bir diğer mevzuat olan, “5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun” 16.06.2005 In keeping with the third clause of the 10th paragraph of Law 2863 of the Boundaries of the Management Plan on the Historical Peninsula, as a result of decision of the Advisory Board of the Area Management Presidency of the Istanbul Site Areas and of talks with the Protection Boards, the Boundaries of the Management Area of Istanbul Historical Areas was approved on 22.04.2008 with Ministerial Confirmation No. 77841. The region that is known as the Historical Peninsula coincides completely with the borders of the Fatih region; the bumper and influenced regions of Zeytinburnu, Eyüp and Bayrampaşa are included in the borders. Thus, 1,562 hectares of the Manage- ment Plan, which has a total area of 2,110 hectares, makes up the Historical Peninsula, while 548 hectares makes up the Influenced Area. 55 DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE/ SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL tarihinde kabul edilmiş ve 05.07.2005 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Kanunun amacı; “yıpranan ve özelliğini kaybetmeye yüz tutmuş; kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurullarınca sit alanı olarak tescil ve ilan edilen bölgeler ile bu bölgelere ait koruma alanlarının, bölgenin gelişimine uygun olarak yeniden inşa ve restore edilerek, bu bölgelerde konut, ticaret, kültür, turizm ve sosyal donatı alanları oluşturulması, tabiî afet risklerine karşı tedbirler alınması, tarihi ve kültürel taşınmaz varlıkların yenilenerek korunması ve yaşatılarak kullanılması” olarak belirlenmiştir. The Presidency of the Area, in order to form the Historical Peninsula Management Plan Area with the Istanbul 2010 European Capitol of Culture Agency, cooperated to complete their preparations. At the end of the bidding, in order to prepare the Historical Peninsula Management Plan BİMTAŞ (Boğaziçi İnşaat Müsavirlik AŞ) formed project teams and stated that they would work in coordination with the Area Presidency and Advisory Board and the Istanbul Metropolitan Council Historical Environment Protection Directorate. Süleymaniye 24.05.2006 tarih ve 2006/10501 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile yenileme alanı ilan edilmiştir. Ortak uygulama yapılmak üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Fatih Belediyesi arasında protokol yapılmış olup söz konusu protokol; 13 Eylül 2006 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisince kabul edilmiş ve 19 Eylül 2006 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanın- In order to provide the execution of the Historical Peninsula Management Plan and protection (of concrete and non-concrete cultural heritage), efforts were made for the development and sustenance with national and international protective measures, as well as the protection of the multi-faceted historical accumulation of the Historical Peninsula, the implementation of the multi-cultural wealth, the sustainability of the Historical Peninsula, the production and transfer Samples of civil arcitecture in the management plan of the historical peninsula. Renewing areas in the management plan of the historical peninsula ca onaylanmıştır. Yaklaşık 94 hektarlık bir alanda yer alan Süleymaniye Yenileme Alanı, 5 ayrı etaba bölünmüş olup İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Fatih Belediyesi-Kiptaş tarafından yaklaşık 35 hektarlık bir alanda proje ve uygulamalar yapılmaktadır. of the socio-economic spatial and cultural identity to future generations, the participation of the users and residents, carried out with transparency and cooperation with all establishments and institutions; it was intended that the management plan would protect the superior universal values of the Historical Peninsula. The existing and lost registered works which are found as part of the Historical Peninsula Management Plan Area can be seen in the table. Süleymaniye yenileme alanında ortak uygulama yapılmak üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyesi arasında yapılan protokolün kabulünden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü bünyesinde bir uygulama birimi oluşturulmuştur. Bu birim 2009 yılının başından itibaren 8 hektar alan dahilinde 150’si tescilli 95’i imar parselli 245 onaylı restorasyon projesi gerçekleştirmiş, bunlardan 10 adedi Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nda onay safhasına gelmiştir. Tescilli kültür varlığı niteliğinde olan toplam 40 adet parsel için İl Özel İdaresi’nden uygulamaya ilişkin %60 katkı payı temin edilmiştir. Geriye kalan %40’lık maliyetin temini için mülk sahipleri ile muhtelif görüşmeler yapılmış ve bu miktarın ilgili mevzuat gereği TOKi kredisi ile temini yönünde muvaffakatlar alınmıştır. Sadece 1 adet parselde %40 oranındaki maliyeti bir defada karşılamayı kabul ve taahhüt etmiştir. 15 tescilli parsel sahibi mülkünü belediyeye satmak istemiş, yapılan görüşmeler neticesinde sadece bir yapı sahibi ile anlaşma sağlanabilmiştir. 2008 yılından 2010 yılı sonuna kadar geçen süreçte anlaşma sağlanan 11 adet tescilli yapının yapım ihalesi İstanbul Büyükşehir Belediyesince gerçekleştirilebilmiştir Süleymaniye Yenileme Alanında, Fatih Belediyesi-Kiptaş tarafından da satın alınan tescilli veya tescilsiz parsellerde ada ve parsel temelinde hazırlanan restorasyon projeleri ve uygulamaları yaklaşık 10 hektarlık bir alanda devam etmektedir. Kiptaş’ın çalışma yaptığı alanda 733 bina bulunmakta olup; bunlardan 330 adedi tescilli sivil mimarlık örneği, 26 adedi de anıt eserdir. Söz konusu 330 adet tescilli sivil mimarlık örneği binalardan 167 adedinin projeleri ilgili Yenileme Kurulu tarafından onaylanmış olup 163 adedi de onay aşamasındadır. 56 Renewed Areas: In parallel with all these developments, another subject that is concerned with the protected areas, “Law 5366 on the Use of Deteriorated Properties that Carry History and Cultural for Renewal, Protection and Sustainability” was ratified on 16.06.2005 and on 05.07.2005 it was published in the Official Gazette. The aim of the law was “to reconstruct and restore properties that have been damaged and have begun to lose their unique characteristics, registering and announcing a site to protect the cultural and natural properties of the region and, with the protected areas of this region and in keeping with the development of the region, to form areas for the residential, commercial, tourism and social needs of the region, to take precautions against the risk of natural disasters, to renew and protect the non-transferable historical and cultural properties and to make use of them and sustain them.” Süleymaniye was proclaimed to be a renewal area on 24.05.2006 in the Cabinet Decision 2006/10501. To carry out a joint implementation a protocol between Istanbul Metropolitan Council and Fatih Council was drawn up; the aforementioned protocol was ratified on 13 September 2006 by the Council of the Istanbul Metropolitan Council and approved by the Mayor’s Office of the Istanbul Metropolitan Council on 19 September, 2006. The Süleymaniye Renewal Area, which covers an area measuring approximately 94 hectares, was divided up into 5 sep- arate stages; the projects and implementations in this area, which measured approximately 35 hectares, are being carried out by Istanbul Metropolitan Council and Fatih Council-Kiptaş. After the acceptance of the protocol drawn up between Istanbul Metropolitan Council and the regional council to carry out joint implementations in the Süleymaniye renewal area, an implemenation unit was established under the Istanbul Metropolitan Council Historical and Environmental Protection Directorate. This unit, from the beginning of 2009 on, carried out 245 approved restoration projects, 150 of which are registered and 95 of which are building plots; of these 10 have arrived at the approval stage in the Cultural and Natural Properties Protection Board. For the total of 40 plots that are registered cultural properties, a 60% contribution from the Special Provincial Administration for implementation was secured. To secure the finances for the remaining 40% , a number of talks have been held with the owners of the properties and in keeping with the subject matter, permission has been attained to secure this amount with TOKİ credit. It has been accepted and stipulated that the financing for the 40% can be secured only once in any one plot. The owners of 15 registered plots wanted to sell their properties to the council, but as a result of the talks held agreement could be reached with only one owner. The building contract for 11 registered structures which had provided agreements in the process that lasted from 2008 until 2010 will be able to be implemented by the Istanbul Metropolitan Council. In the Süleymaniye Renewal Area the restoration projects and implementations that have been prepared on the basis of blocks and plots in the registered or unregistered plots that have been purchased by the Fatih Council-Kiptaş are continuing over an area that measures about 10 hectares in size. In the working area of Kiptaş there are 733 buildings; of these 330 are examples of registered civilian architecture, with 26 being monumental works. Of the 330 examples of registered civilian architecture, 167 have had projects approved by the Renewal Board and 163 are in the process of being approved. Projects are being carried out in the 377 parcels that are not registered in the working area of Fatih Council-Kiptaş. Of these 47 projects have been approved by the Renewal Board and a project of 158 plots is in the ratification stage of the Board. SOURCES: Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque Fatih Belediyesi-Kiptaş tarafından çalışma alanlarında yer alan 377 adet tescile konu olmayan parsellerde de projeler yapılmaktadır. Bunlardan 47 adedinin projeleri Yenileme Kurulu tarafından onaylanmış olup 158 adet parsele ait proje Kurulda onay aşamasındadır. • • • • • • 1984 Culture and Tourism Ministry World Heritage Center Application Document 2009 Progress Report “Declaration of Exceptional Universal Value” Istanbul Encyclopedia from Yesterday to Today A City History of Istanbul Istanbul Metropolitan Council Planning Directorate Istanbul Metropolitan Council Historical and Environmental Protection Directorate • Istanbul Site Area Management Directorate KAYNAKLAR: • • • • • • • 1984 Kültür ve Turizm Bakanlığı Dünya Miras Merkezine Başvuru evrakı 2009 İlerleme Raporu “İstisnai Evrense Değer Beyanı” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi İstanbul Bir Kent Tarihi İBB. Planlama Müdürlüğü İBB. Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü İstanbul Sit Alanları Alan Yönetimi Başkanlığı 57 BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU 100 YAŞINDA Ömer Faruk ŞERİFOĞLU BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’S 100th BIRTHDAY Ömer Faruk ŞERİFOĞLU BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU 100 YAŞINDA / BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’S 100th BIRTHDAY BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU 100 YAŞINDA BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’S 100th BIRTHDAY Ömer Faruk ŞERİFOĞLU* Ömer Faruk ŞERİFOĞLU* Türk sanatının; resmin ve şiirin büyük ustası Bedri Rahmi Eyüboğlu doğumunun 100. yılında yıl boyunca devam edecek bir dizi etkinlikle anılacak. Sanatçının torunu S. Rahmi Eyüboğlu’nun koordine ettiği 100. Yıl etkinliklerinin ilki Amerika sergisi. Sonrasında doğum günü kutlaması, hakkında kapsamlı bir sempozyum ve görkemli sergiler, hatta Kalamış’ta Mimar Turgut Cansever imzalı evinin müzeye dönüştürülmesi planlanıyor. In commemoration of what would have been his 100th birthday, the famous Turkish painter and poet Bedri Rahmi Eyüboğlu will be remembered in a series of events that will take place this year. As the first event of the year his grandson, S. Rahmi Eyüboğlu, coordinated an exhibition in the United States. Follwing his birthday celebrations, a comprehensive symposium on the artist and an exhibition will be in the United States. The architect Turgut Cansever is even planning to turn his house in Kalamış into a museum about Eyüboğlu. Bedri Rahmi Eyüboğlu 100 Yaşında, etkinlikleri 11 Ocak 2011’de New York’ta açılacak sergi ile başladı. Aile koleksiyonundan seçilmiş eserlerden oluşan sergi 11- The events celebrating Bedri Rahmi Eyüboğlu’s 100th birthday started with an 27 Ocak tarihleri arasında New York Turkishevi’nde sergilendi. İkinci sergi “Er- exhibition in New York on January 11, 2011. Works chosen from the family’s ken Sevdalar, 1932-1949 kağıt üzerine işler” ise 14 Şubat’ta İstanbul Maçka’daki collection were on display at the Turkish House in New York from January 1-27. Galerimart’ta açıldı. 31 Mart 2011’e kadar görülebileThe second exhibition, “Early Passions: Works on Pacek olan sergide, sanatçının 1932-1949 yılları arasına per 1932-1949”, opened on February 15 at Galerimart Ömer Faruk Şerifoğlu, ülkemizin dünyaca ünait çoğu ilk kez gün ışığına çıkan, kağıt üzerine guaj, in the Maçka district of Istanbul. This exhibition, which lü ressam ve şairi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu karakalem, füzen ve mürekkep çalışmalarından oluşan continues until March 31, 2011, consists of 27 of doğumunun 100. yılında kaleme aldı. 27 adet eser yer alıyor. Eyüboğlu’s works executed between 1932 and 1949. Most of these works, which include works in gouache, Ömer Faruk Şerifoğlu wrote about world 64 yaşında bu dünyaya veda eden Bedri Rahmi Eyüboğfamous Turkish painter and poet Bedri Rahmi charcoal and ink, are being exhibited for the first time. lu, bu yıl 100 yaşında. Anadolu’da 20. yüzyılda doğmuş Eyüboğlu in his 100th anniversary of birth. ve ölmüş bir kültür ve sanat adamı. Bu topraklarda binBedri Rahmi Eyüboğlu, who passed away when he lercesi doğup büyüyen ve unutulan değerleden sadece was sixty-four, would have celebrated his 100th birthbiri. Bedri Rahmi şanslı olanlardan; ailesi, dolayısıyla day this year. Born in Anatolia in the twentieth censahip çıkanı var. Sahipsizleri çoktan unuttuk zaten!... tury, Eyüboğlu died a man of culture and art, one of thousands born and raised on this land whose value Bedri Rahmi için bir portre denemesi has been forgotten. However, Eyüboğlu is one of the lucky ones; his family has made sure the he has not Bedri Rahmi, 1911’de Trabzon’da doğar. Küçük yaşbeen forgotten. However, unfortunately those who larda resimle ilgilenir. Bu ilginin uyanmasında kimin have been unclaimed have long since been forgotten. etkisi olmuştur bilinmiyor. Çok belirgin bir ustası olmamakla birlikte, Trabzon Lisesi’nde resim öğretmeAn Attempt at a Portrait of Eyüboğlu ni olan Zeki Kocamemi’nin etkisi olduğunu yine kendiEyüboğlu was born in Trabzon in 1911. He became insi belirttiği gibi, asıl hocası olarak da ağabeyi Sabahatterested in painting at a young age. It is not known tin Eyüboğlu’na işaret etmiştir ve “O benim üniversiwho led to the awakening of this interest in him. Altemdi” demiştir bir konuşmasında. Ağabeyle beraber, though he did not study with a prominent master, he anne, babanın katkısı da vardır; Baba Rahmi Bey, eski mentioned to Zeki Kocameni, his art teacher at Trabkaymakam, daha sonra Trabzon mebusu Rahmi Eyüzon High School and his brother Sabahattin, had made boğlu, evde oğulları için Molliere ve Victor Hugo gibi an impact on him. Eyüpoğlu said in a speech that Zeki ustaların Fransızca metinlerini Türkçeye çevirerek çoKocameni had been “his university”. cuklarına okuyan bir babadır. Anne ise benzeri bir duyarlıkla Yunus Emre’yi, Pir Sultan’ı oğullarına eski yaEyüpoğlu’s parents also helped him and his brother. zıdan okumaktadır. Böyle bir evde büyümüş olmak, His father, Rahmi Eyüboğlu, a former district governor sonrasında da abinin izinde yürümek, Bedri Rahmi’nin who was later to become a member of parliament for çoçukluk yıllarının bir özetidir sanki... Trabzon, translated the works of famous authors such 23 Ekim 1923’te yani 12 yaşında günlüğüne düştüğü bir kayıt var onu fazlasıyla ele veren: “Ben tanınmış bir ressam olacağım, eğer bizi göklere asan ömür ipleri hep bir büyüklükteyse ilerde kim bilir neler yapacağız? Belki ben tanınmış bir ressam olacağım, belki abim yüksek bir lisancı, mükemmel bir tercüme yapan, tatlı yazılarını herkese sevdiren bir edip olacak, Hey Yaratan bütün bunlar olacak”. 12 yaşında ne olacağına bunlar karar vermiş ve günlüğüne yazmış bir sanatçı adayı var karşımızda. 17 Mart 1927 tarihli bir başka not. Bu kez 16 yaşında: “Sanatın ocağında alev olmak derdim. Ya Rabbim ya akıl ver ya verdiğini al, Ya bana bir yol göster ya da yerden yere çal. ... Sanatın ocağında alev olmak derdim, O zaman ne gelecek bir kederin tortusu. * Sanat Tarihçisi 62 as Molliere and Victor Hugo from French into Turkish and read them to his children. In a similar vein, Eyüpoğlu’s mother read old essays by Yumus Emre and Pir Sultan to her sons. Being raised in a house like this and then following in the footsteps of his brother, is a summary, so to speak, of Bedri Rahmi Eyüboğlu’s childhood. On October 23, 1923, when he was 12 years old, Eyüpoğlu wrote on a piece of crumpled paper he put in his journal: “I will be a famous painter. Who knows what my brother and I will do in the future if life allows us? Maybe I will be a wellknown painter, maybe my brother will be a great translator, a scholar whose beautiful essays are loved by everyone. O Creator, let all of these be.” At twelve had Eyüpoğlu had decided what was going to happen and wrote in his journal that he planned to become an artist. At age sixteen, on March 17, 1927, he wrote another note: * Critic of Art Ne öğretmen korkusu ne de sıfır korkusu. Ne öfkeli bir bakış ne de sert bir kelime. Soğuk bir pergel değil, bir fırça ver elime. Beni bırak sanatın ufkunda haykırayım. Ya kafamı kırayım ya fırçamı kırayım.“ Bedri Rahmi lise yıllarının ortalarında bir içe kapanış dönemi yaşar. Okuldan, derslerden kopar bir süre, resim dışında hiçbir şeyle ilgilenmez. Baba Rahmi Bey’i endişelendiren bu durum üzerine, o yıllarda Fransa’da devlet bursuyla okumakta olan ağabeyi Sabahattin Bey’e yazdığı mektuptan uzun uzun, ne yapacağız bu çocuğu diye kederlendiğini öğreniyoruz. Sonrasında Trabzon’da liseyi bitirmeden İstanbul’a gönderilir. O zaman akademinin lise bölümü de vardır. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi olur. Her iki hocasını da çok sever ama sonraki yıllarda yazdıklarından Çallı ile başka türlü bir hukuk oluşturdukları anlaşılmaktadır. Nitekim bir yıl sonra Çallı, “bu çocuğu Paris’e gönderin, buradan alacağını aldı” der babasına ve abisinin bursuna ortak olmak üzere Fransa’ya gönderilir. Trabzon’da, onlu yaşlardan itibaren oluşan kişiliği Fransa’da bambaşka boyutlar kazanır. Fransa, Bedri Rahmi için sadece kişiliğinin değil sanatının da şekillendiği yer olur. Etrafındaki onlarca başarılı sanatçının dünyasına dalmış, konaklamak istediği kadar kalmış, doyumsuz bir iştiha ile balını damıtmıştır adeta... Maurice Utrillo ile tanışır bir gün. Üç ay sonra, hayatında Utrillo’dan başka bir şey yoktur!.. Matisse, Chagall, Picasso, Gouguin... Hepsini tek tek adeta mass eder ve hiçbirine takılıp kalmaz. Bir gün, Cemal Tollu’nun daveti üzerine, Lyon’dan Paris’e geçer. André Lhote atölyesinde öğrenci olan Tollu, Bedri Rahmi’yi o akşam evindeki bir davete çağırmıştır. Lhote’un atölyesini bulur ancak öğle tatilinde olan atölyede Ro- “I would say being a flame in the fire of art. O my Lord, either give me wisdom or take what you have given me, Either show me the way or destroy me. I would say being a flame in the fire of art, Then what is to come is the residue of sorrow. Neither fear of the teacher nor the fear of failing. Neither an angry glance nor a harsh word. Nor a cold compass; give me a brush. Leave me to my screams on the horizon of art. I will either break my head or my brush.” In the middle of his high school years, Eyüboğlu went through a period of introversion. He took a break from school during which he was not interested in anything other than painting. Concerned and saddened by this situation, Bedri Rahmi’s father wrote a long letter to his other son Sabahattin, who was studying in France on a government scholarship at the time, asking what they should do about Bedri Rahmi. Afterwards, Eyüboğlu was sent to Istanbul without finishing high school in Trabzon. At that time, the art academy had a high school. There, Eyüpoğlu became the student of Nazmi Ziya and İbrahim Çallı. He loved both his teachers, but he wrote in later years that he had a different kind of relationship with Çallı. Indeed, a year later Çallı told his father, “Send this boy to Paris. He’s got what it takes.” Eyüboğlu was sent to France where his brother supported him with his scholarship. Eyüpoğlu’s character began to develop at the early age of ten in Trabzon. When he went to France, his character took on quite a different dimension. France did not just shape Bedri Rahmi’s personality, it also influenced his art. He was immersed in the worlds of dozens of successful artists, he could stay as long as he wanted, it was as if he had an insatiable appetite... One day he met Maurice Utrillo. Three months later, Utrillo was the only thing of import in his life. Matisse, Chagall, Picasso, Gauguin – Eyüpoğlu absorbed something from all of these, one by one; he never abandoned any of them. men bir kızdan başka kimse yoktur. Bedri Rahmi, sokakta öğrenilmiş Fransızcasıyla konuşmaktan kaçınmaktadır. Beklerken ikram edilen kahve ve akşam Cemal Tollu’nun evindeki davette, geçirilen birkaç saatlik koyu sohbet, kısa sürede bir aşk masalına dönüşür. Ernestine Hanım’la Paris’te başlayan aşk hikâyesi 1936’da İstanbul’da evlilikle neticelenir. Türk resmi Bedri Rahmi’nin yanısıra bir usta daha, Eren Eyüboğlu’nu kazanmış olur. 1936’da başlayan Akademi’deki hocalığını ölümüne kadar sürdürür. Ressamlığı ve şairliğinden çok hocalığını önemser. Yıllarca topladığı, damıttığı birikimini öğrencileriyle hala dillere destan hukuklar kurarak aktarır. Hâlâ Akademi’nin efsane hocalarından biri olarak anılır. Nitekim bir yazısında şöyle der; “Beni ressamlara sorarsanız, resmini bilmeyiz ama iyi şairdir derler; şairlere sorarsanız da şiirini bilmeyiz ama iyi ressamdır derler. Ressamlığıma, şairliğime dil uzatanları affederim ama hocalığıma dil uzatanın alnını karışlarım.” One day, at the invitation of Cemal Tollu, Eyüboğlu traveled from Lyon to Paris. Tollu, who was a student in André Lhote’s studio, invited Bedri Rahmi to a party at his house that evening. He found Lhote’s studio, but as it was lunchtime no one there aside from a Romanian girl. Eyüboğlu, who had learned French on the street, avoided talking to her. While he was waiting, she offered him coffee. A few hours spent in deep conversation quickly turned into a love story at that evening in Cemal Tollu’s house. The love story that began in Paris resulted in his marriage to Ernestine in Istanbul in 1936. In addition to being a Turkish painter, Eyüboğlu also had one more skill: he was able to win the heart of Eren (Ernestine) Eyüboğlu. Eyüboğlu started working at the Academy in 1936 where he would continue to work until his death. He cared greatly about teaching painting and poetry. He taught his students and shared his knowledge with a style that is still talked about today; he is one of the Academy’s most legendary teachers. Indeed, he said in an article, “If you ask painters about me, they don’t know any of my paintings, but they say I am a good poet. If you ask poets about me, they don’t know any of my poems, but they say I am a good painter. I forgive those who criticize my paintings and poetry but I oppose those who attack my teaching.” 63 BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU 100 YAŞINDA / BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’S 100th BIRTHDAY 1938’da Yurt Gezileri başlar. İlk Yurt Gezisi’nde Edirne’ye, ardından 1945’de Çorum’a gönderilir. Arada kısa süreli bir iş için Çankırı’ya gitmiştir. Bu seyahatler, Bedri Rahmi’nin Anadolu’yu keşfi olur. Yurt Gezileri, Bedri Rahmi’ye gerçekten Anadolu’yu fark etmesini sağlar ve Anadolu’nun kilimi, motifleri, taşı, böceği, ateşi, çiçeği yani her şeyine vurulur. O yaşına kadar edindiği, batıdan aldığı argümanlarla harmanlayarak kendine özgü bir Anadolu mitolojisi, Anadolu ikonografisi kurgulamaya başlar ve bunu modern resmin imkânlarıyla bir tuvale aktarmaya bir resme dönüştürmeye çalışır. Zaten sevdiğini öylesine seven ve içselleştiren bir aşk adamıdır ki, bir taşa bakar, yavaş yavaş o taşa hayran olur, yüreğinde eritir o taşı ve üç gün sonra o taş ya bir sanat eserine dönüşür ya da eserin parçası olur. Âşık Veysel’e gider bir gün; Âşık Veysel’in filmini yapar, onun Türkiye’de daha fazla görülmesi, tanınması için çaba gösterir. Veysel’le uzun uzun söyleşir, aynı şekilde kendi duyarlılığı içerisinde bir yere çeker ve ondan da alacağını alır: “Serde ressamlık olduğu için Veysel’le konuşurken bahsi dönüp dolaşıp renklere döktük, ekmeğin rengini hatırlıyor musun Âşık dedim, hayır dedi. Tuzun rengini? Hayır dedi, İneklerin, mandaların, öküzlerin? Hayır dedi. Dağların, taşların, böceklerin, kuşların rengini? Hayal meyal dedi. Toprağın rengini? Hayır dedi. Kanın rengini deyince biraz düşündü, hatırlıyorum dedi. Altı yaşlarımdaydım, babamın kafa kâğıdında kırmızı mürekkeple yazılmış bir satır yazı vardı, o da kan renkteydi.” Sonra bir Mercan Usta efsaneleri var Sait Faik’le. Mercan Usta, Galata Köprüsü’nün girişindeki ayakkabı boyacısıdır. Sait Faik öyküsünü yazar, Mercan Usta’nın Bedri Rahmi de resmini yapar. Bedri Rahmi’nin resmi Sait Faik’in kitabına kapak olur. Kitabı baskıdan geldiği gün, birbirlerine karşılıklı imzalar ve birbirlerine takdim ederler. İki kitapta da aynı cümle yazılıdır: “Mercan Usta’nın yüzü suyu hürmetine”. Anadolu’dan derlediği temel figürleri resmin başköşesine koyarak, bu sergide de sıklıkla yer alan soyut aramaları, daha doğrusu Anadolu mitolojisini soyutlama çabaları söz konusudur uzun süre. Yine bir röportajında, non-figüratif yani soyut resim için ne düşünüyorsanız diye sorulur: “Ben non-figüratif yerine kısaca nakış diyorum. Bizim nakış sanatımızla bu cereyan arasında çok önemli bir bağ var. Her ikisi de etraftaki şekilleri taklit ederek değil, icat edilmiş şekiller ve renklerle düzen kurar. Bizim nakışlarımız etrafı ve dünyayı taklit etmezler ama birbirlerini taklit ederler. Bizim nakışımızın resim alanına dökülmesi için Garp kültürüyle yoğrulmuş bir resim anlayışı şarttır. Non-figüratif çalışma tarzı henüz çok genç olmasına karşılık sağlam temeller üzerine kurulmuştur. Büyük yapılara, büyük sanayiye, büyük yayın basım işlerine karışarak toplumla temas kurabilirse az zamanda baş döndürücü bir çabuklukla gelişebilir. Dayandığı en sağlam temel müzik anlayışıdır. Müzikte taklit yoktur, icat vardır. Bir kompozitör, eserini etraftaki sesleri taklit ederek değil, imkânlarını gayet iyi bildiği sazlardan çıkacak sesleri icat ederek kurar. Sahici ressam da elinden çıkan her rengi, her biçimi icat etmekle sorum- 64 In 1938, the Country Travel program began. He first went to Edirne as part of this program and was then sent to Çorum in 1945. In between these two trips, he went to Çankırı for a short time for a job. On these trips, Eyüboğlu discovered Anatolia. The Country Travel program enabled him to become more aware of the real Anatolia. He was smitten with everything in Anatolia, including its rugs, motifs, stones, insects, fire, and flowers. Until that time he had blended the West with his own Anatolian mythology. After these trips he began to imagine Anatolian iconography and tried to depict it on canvas using modern painting techniques. Eyüpoğlu was already a man who was able to love things and personalize that which he loved. He would look at a stone and slowly admire that stone, which would melt his heart. Three days later, the stone would either be turned into a piece of art or would become part of a work of art. One day Eyüpoğlu went to see Aşık Veysel whose film he had made. He pushed for Veysel’s movie to be shown more in Turkey so people would get to know Veysel. He chatted with Veysel for a long time, after which he began to understand and learn something from him: “While talking to Veysel, who had gone blind, I asked him if he remembered the color of bread. He said no. The color of the salt? No. The cows, the buffaloes, the oxen? He said no again. The color of the mountains, the stones, the insects, the birds? He said something indistinct. The color of the soil? He said no. When I said the color of blood, he thought a little. ‘I remember,’ he said, ‘I was six years old. There was something written in red ink on my father’s identity card. That was the color of blood.”’ Then there was the legend of Mercan, who shined shoes at the entrance to the Galata Bridge; his story was written by Sait Faik and Eyüboğlu painted him. The painting made by Eyüboğlu is on the cover of Sait Faik’s book. The day the book was printed they each signed the book and gave a copy to one another. In both books the same sentence is written: “In honor of Mercan”. Using the essential figures compiled from Anatolia as the main theme of a painting, this exhibiton also often falls within the abstract. Attempts have been made at abstracting Anatolian mythology for quite some time. Eyüboğlu was asked in an interview what he thought about nonfigurative or abstract painting: Instead of ‘non-figurative’, I say would say nakış (embroidery/decorative). There is a very important link between our nakış art and this movement. Neither of the two mimic the surrounding shapes; the invented shapes are laid out with the colors. Our nakış does not mimic the world or the environment, but rather they mimic one another. Our nakış is essential for understanding the loss that has permeated Western culture. Although still a very young style, non-figurative work is built on solid foundations such as large buildings and industries; if these were to establish contact with artists they could quickly be improved. The strongest foundation of this can be seen in music. There is no imitation in music; it is invented. A composer does not work by mimicking the sounds around him, but ludur. Non-figüratif çalışma tarzının yayılabilmesi için müzikte sazın tuttuğu yeri resimde tezgâhın tutması mümkündür.” Bu sırada 1955’de Nazilli Basma Fabrikası’na davet edilir. Oradaki basma desenleri, hep Avrupai motiflerin kopyaları ya da taklitleriyle üretilen desenlerdir. Müthiş bir heyecanla, motiflerin, desenlerin yüzlerce, binlerce kumaşa basılması ve bunların bütün Anadolu evlerine girebileceği fikri Bedri Rahmi’yi mutluluktan uçurur. Bütün yabancı desenlerin atılarak tamamen yerli desenlerle üretim yapılmasını talep eder. Nazilli için ürettiği birçok desen vardır. Bedri Rahmi’nin defterleri, notları ve eserleri üzerinde kapsamlı bir tarama yapılsa ortaya ciddi bir motif birikimi çıkacaktır. Bugün yazdıklarını görüyoruz; İş Bankası Yayınları’ndan hala çıkıyor, hala kitaplaşmamış yazıları var, tamamlandığında sanıyorum 20 cildi aşmış olacak. 64 yıllık hayatından geride kalanların bir dökümünü yapmaya çalıştığımızda 5.000 civarında resim, 30.000 sayfalık yazılı külliyat... Türk sanatının, kültür hayatının daha çalışkan bir kalemi ve fırçası olduğunu sanmıyorum. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sanat hayatında tereddüt yoktur; çocukluk yıllarından itibaren nereye yürüdüğünü, ne yapmak istediğini bilen bir hali vardır, hep ve onu özel kılan da budur. Bedri Rahmi’ye dair söylenecek söz çok ama yukarıda da değindiğim gibi, onun yapmaya çalıştığını; Anadolu mitolojisini ve ikonografisini kurmaya çalışmak ve bunu modern sanat eserine dönüştürmek olarak özetleyebiliriz. Bu yolda aşkla, iştiyakla çalışmıştır. Yine kendisi bir konuşmasında söylüyor: “Yirmi yıldır günde en az 14 saat çalıştım, ya yazdım ya boyadım” der. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Anadolu kültürünün en zengin karakterlerinden biri olarak, dünya durdukça yaşayacaktır. “RESSAM YEMİNİ Bugüne kadar resim sanatı alanında Yapılagelmiş olanları inceleyeceğime Kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler Arasında beni en çok saranlarını ayırarak Onlara kendi aramalarımı, denemelerimi Katacağıma Alışılagelmiş, basmakalıp, hazırlop Klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu Kalmamış hiç bir şeyi tekrarlamayacağıma Elimden çıkan her çizgiye Her lekeye Her renge Her beneğe Kendi aklımı Kendi tecrübemi Kendi tasamı Kendi ömrümü, yüreğimi basacağıma Aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak Gözüm, kulağım, burnum, Elim, belim, dilim, derim üstüne Yemin ederim; Yemini bozduğum gün Buradan giderim.” by creating sounds and possibilities with well-known instruments. A real painter also works with every color available; every form is responsible for invention. In order to spread non-figurative work it is possible to place an easel in the place of a musical instrument.” In the meantime, Eyüboğlu was invited to the Nazilli Printing Factory. The patterns printed there were all either copies of European motifs or patterns which imitated other patterns. Removing all the foreign designs, he requested that only totally indigenous designs be used in production. Eyüboğlu was very excited by the idea that hundreds of these motifs and patterns would be printed on thousands of pieces of fabric which would be found in homes throughout Anatolia. He produced many patterns for Nazilli. When a comprehensive look is taken at Eyüboğlu’s notebooks, notes, and works a significant number of motifs emerge. Today his work is still being published by İş Bankası and his articles are still being published in books. In total, his works number more than 20 volumes. An inventory of what remains from his 64 years of life consists of around 5,000 images and 30,000 pages of written corpus. There is no harder-working pen or brush in Turkish art and culture. Bedri Rahmi Eyüboğlu had no reservations about his artistic life. From his childhood years on, he always knew that he wanted to do; this is what made him special. He tried to transform Anatolian mythology and iconography into modern art. He worked on this with love and fervor. In a speech he said: “For twenty years I have worked at least 14 hours a day. Either I wrote or I painted.” Bedri Rahmi Eyüboğlu, one of the richest characters in Anatolian culture, will continue to live on through his work. “A PAINTER’S OATH Until today in the field of painting Those who have come ready to analyze Have had themselves accepted by the entire world The remove me from those who have been most embraced I am going to add them to my own searches, experiences The routine, the stereotypical, the effortless Chew up and spit out the cliched There is nothing left for me to repeat Every line from my hand Every stain Every color Every dot Is my own mind My own experience My own sorrow My own life, I will press it to my heart The breath that I took, the water that I drank, the soil on which I stepped My eyes, my ears, my nose, My hand, my waist, my tongue, my skin. I swear, The day my oath is broken I will leave here.” 65 İSTANBUL TARİHİNE ÂB-I HAYAT: ATATÜRK KİTAPLIĞI İrfan DAĞDELEN ETERNAL LIFE FOR THE HISTORY OF İSTANBUL: ATATÜRK LIBRARY İrfan DAĞDELEN İSTANBUL TARİHİNE ÂB-I HAYAT: ATATÜRK KİTAPLIĞI / ETERNAL LIFE FOR THE HISTORY OF İSTANBUL ATATÜRK LIBRARY İSTANBUL TARİHİNE ÂB-I HAYAT: ATATÜRK KİTAPLIĞI ETERNAL LIFE FOR THE HISTORY OF İSTANBUL: ATATÜRK LIBRARY İrfan DAĞDELEN* Irfan DAĞDELEN* Atatürk Kitaplığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü’ne bağlı merkez kütüphanedir. Kütüphanenin kuruluş tarihini 1928’e kadar indirebilmekteyiz. İlk kuruluş çalışmaları bu yıllarda Kurtuluş Savaşı’nın planlarının hazırlandığı Şişli’deki üç katlı ahşap bir binada başlamıştır. Şimdi Atatürk Müzesi olarak kullanılan bu binada “İnkılap Müze ve Kütüphanesi” kurma fikrinin temelleri atılır. Atatürk Library, part of the Istanbul Metropolitan Municipality Libraries and Museums Directorate, is the central library in Istanbul. The library was established in 1928 in a three-story wooden house in Şişli, the building where the first plans for the War of Independence were formulated. This building, which is currently used as the Atatürk Museum, is where the groundwork for the foundation of the Inkilap Museum and Library was laid. Başkanlığını dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Muhittin Üstündağ’ın yap- Several important figures have served on the library’s council, which was cretığı kurulda Prof. Mehmet Fuat Köprülü, Halil Edhem, Dr. Ahmed Süheyl Ünver ated by former Istanbul Governor and Mayor Muhittin Üstündağ; these include ve Osman Nuri Ergin gibi dönemin önemli şahsiyetleri yer almaktadır. Kısa za- Mehmet Fuat Köprülü, Halil Edhem, Dr. Ahmed Süheyl Ünver and Osman Nuri manda yapılan çalışmalar sonucunda pek çok eşya, kitap, gazete ve dergi top- Ergin. The library quickly accumulated many materials, books, newspapers and lanmıştır. Şişli’deki bina yetersiz gelmiş ve burasının sadece Atatürk’e ait eşya- magazines and the building in Şişli soon proved to be inadequate. Due to the lack ların yer aldığı bir müze ev olarak kalması uygun görülerek 1931 yılında Beya- of space and the thought that the house should be transformed into a museum zıt Meydanı’ndaki II. Bayezid Külliyesi’nin medrese kısmıwhich displayed Atatürk’s belongings, in 1931 the library na -bugünkü Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi - taşınmıştır. moved to the complex of the second Bayezid madrasa in Atatürk Kitaplığı, bir İstanbul araşBayezid Square, where the Museum of Turkish Calligraphy Kuruluş çalışmaları devam eden kütüphaneye önemli batırmacısının konusu ile ilgili bilgileArt is located today. ğışlar yapılmıştır. Muallim Cevdet bunların en önemlileri bir bütün olarak bulabileceği tek rindendir. Hayatı boyunca toplamış olduğu nadir yazmaPeople continued to make significant donations to the likütüphanedir. ları ölümünden hemen önce bu kütüphaneye bağışlamışbrary. Just before his death, Muallim Cevdet, an important Atatürk Library is the only library tır. Kütüphane 10 Temmuz 1939 tarihinde resmi bir töbenefactor, donated the rare manuscripts that he had colwhere a researcher of İstanbul can renle “Şehir ve İnkılap Vesikaları Müze ve Kütüphanelected throughout his life to the library. The City and Revofind all the information related to si” adı ile hizmete açılmıştır. Müze kısmı 1945 yılında lution Records Museum and Library opened for service his subject in one place. Saraçhanebaşı’ndaki Gazanfer Ağa Medresesi’ne taşındıfollowing an official ceremony on July 10, 1939. After the ğında, kütüphanenin adı “İstanbul Belediye Kütüphanesi” museum portion of the library was relocated to the Gazenolur. Zamanla genişleyen kitap koleksiyonu buraya da sığmaz hale gelir. Bu sı- fer Agha Madrasa in Saraçhanebaşı in 1945, the library became known as the ralarda Belediye kitaplığı Cumhuriyetin 50. yılına armağan olarak temeli atılan Istanbul Municipality Library. However, this new space also proved insufficient Taksim’deki binaya taşınır. 3 Mart 1981 tarihinden beri Belediye Kütüphanesi for the library’s growing book collection. The Municipality Library moved to a building in Taksim, which was a donated in commemoration on the 50th anniver“Atatürk Kitaplığı” adı ile hizmet vermeye devam etmektedir. sary of the Turkish Republic. Since March 3, 1981, the Municipality Library, now Ünlü Mimar Sedat Hakkı Eldem’in eski Türk mimarisinden esinlenerek yaptığı bi- known as the Atatürk library, has been open to the public in Taksim. naya altıgen biçimler egemendir. Beton perdeleri gibi binanın içi de altıgen formInfluenced by ancient Turkish architecture, the famous architect Sedat Hakkı Ellarla düzenlenmiştir. Öyle ki okuyucu masaları da altıgen biçimindedir. “Üst okudem included many hexagons in the design of the building. The interior concrete ma” biriminin yer aldığı çatı kısmında 7 adet aydınlatıcı fanus sayesinde ortamı walls form a hexagon; the reading desks are hexagonal as well. On the top floor, ferahlatan bir işlevselliğe sahiptir. Konferans ve sergi salonları ile birlikte 3 ana 1 where the upper reading room is located, there are seven lanterns which that ara kat üzerine inşa edilen kütüphanenin toplam kapalı sahası 5.350 metrekare produce a warm atmosphere. The 5,350 square meter library, which cost almost olup yaklaşık olarak 20 milyon TL’ye mal olmuştur.1 20 million Turkish Lira to build, consists of three main floors and one mezzanine 1 Atatürk Kitaplığı okuyucu hizmetlerini Üst Okuma, Süreli Yayınlar, İstanbul Kitap- level, and has conference and exhibition rooms. lığı ve Nadir Eserler bölümleri ile vermektedir. Üst Okuma biriminde güncel kitaplar yer almaktadır. Dewey Onlu Sınıflamaya göre tasnif edilmiş olan kitaplar aldıkları notasyon numarası ile raflara yerleştirilir. Gelen araştırmacı aynı konulu kitapları bir arada bulma şansını elde etmekte ve aradığı konu ile alakalı diğer yayınları da kütüphane veri tabanından tespit edebilmektedir. Aynı katta “ödünç verme” bölümü ile kütüphaneye üye olan okuyuculara 15 günlüğüne kitap verilmektedir. Süreli Yayınlar Bölümü Atatürk Kitaplığı, 370 adet farklı gazeteye ait 9.000’in üzerinde gazete cildi ve 3.122 farklı dergiye ait 17.000’i aşan dergi cildi ile Süreli Yayınlar konusunda Türkiye’nin sayılı kütüphanelerinden birisidir. Vakayı-ı Mısriye, Takvim-i Vekayi, Tercüman-ı Ahval ve Ceride-i Havadis koleksiyondaki Osmanlı basınından sadece bir kaçıdır. Söz konusu dergi ve gazetelerden bir kısmının tek nüsha, şapirograf baskı ve elyazması olduğu dikkate alındığında, kütüphanenin süreli yayınlar koleksiyonunun değeri bir kat daha artmaktadır. Enîn-i mazlûm, Bâdiye ve Varlık bu tür eserlerden ilk akla gelenlerdendir. * İ.B.B. Atatürk Kitaplığı, Nadir Eserler Uzmanı 68 The Atatürk Library has an upper reading room, as well as a periodical collection and the Istanbul library and rare books collections. Books on current issues are found in the upper reading room. Classified according to the Dewey Decimal Classification System, the books are arranged by their call numbers. Under this system, books are grouped by subject, making browsing easy for readers; the library’s database provides another method to search for books by subject. Readers who are members of the library can check out books for fifteen days at the circulation desk. The Periodical Collection The Atatürk Library is one of the few libraries in Turkey with a periodical collection; it contains over 9,000 copies of 370 different newspapers and over 17,000 copies of 3,122 different magazines. Vakayı-ı Mısriye, Takvim-i Vekayi, Tercuman-ı Ahval and Ceride Havadis are just a few of the Ottoman Turkish newspapers in the collection. If the single copies of magazines, newspapers, a spirograph press and manuscripts were also to be counted, the value of the periodical collection would double; Enin-i mazlum, Badiye and Varlık are the most important works in this collection. *Rare Books Specialist at the Istanbul Metropolitan Municipality, Atatürk Library. Nadir Eserler Bölümü The Rare Books Collection Nadir Eserler Bölümünde el yazması ve matbu Arap harfli (Arapça, Farsça ve Osmanlıca) kitaplar, nadir yabancı dil kitaplar, haritalar, kartpostallar, fotoğraflar, evraklar yer almaktadır. 550 yıllık çok nadir ve tek nüsha olan el yazması eserler dijital ortamlarda okuyucunun hizmetine sunulmaktadır. Son yıllarda satın alma ve bağışlarla koleksiyon zenginleşmiş, çok önemli yazmalar kütüphane dermesine katılmıştır. Pertevniyal Valide Sultan’ın vakıf defterleri, yakın tarihimize ışık tutacak Harb-i Umumide Irak cephesi ve Kurtuluş Savaşı yıllarında komutanların tuttukları notlar, bunlardan sadece bir kaçıdır. Yazma ve müzehhep Kur’an-ı Kerimler de göz zevkimizi doyuracak güzelliktedir. Kur’an-ı Kerim./ es-Seyyid Ahmed el-Hamdi el-mütelemmizü bi-Terlikcizade’nin harekeli nesih hattıyla, 1260 H. (Kur’anlar 66) / The Holy Qur’an, transcribed by Seyyid Ahmed elHamdi el-Mutelemmizu bi-Terlikcizade, with harakali nasqh calligraphy 1260 H. (Qur’an 66) The rare books collection includes manuscripts; these consist of handwritten books in Arabic, Persian and Ottoman Turkish, rare books in foreign languages, maps, postcards, photographs and documents. Rare and first edition handwritten books dating five hundred fifty years have been digitized for the convenience of the readers. Recently, the collection has increased thanks to purchases and donations, and significant manuscripts have been added to the library’s collection, such as Pertevniyal Valide Sultan’s foundation notebooks and the notes of the commanders on the Harb-i Umumi Iraq front and from the War of Independence, providing insight into recent history. A handwritten and gilded Holy Qur’an is another beautiful addition to the collection. Cezuli, Muhammed b. Süleyman - 870 H./ Delailü’l-hayrât. Ahmed Fuad’ın harekeli nesih hattıyla, 1286 H. yılında yazılmıştır. (Belediye Yazmaları K.1558) / Cezuli, Muhammad b. Süleyman - 870 H./ Delailü’l -hayrât. In script of Ahmad Fuad’s harakali nasqh calligraphy in 1286 H. (Municipality Manuscripts 1558) With a postcard collection numbering more than 12,000 pieces, Atatürk Library has one of Turkey’s largest graphic archives. The collection contains postcards from many photographers, including Max Fruckterman, Othmar, the Abdullah Brothers, and Sebah and Joaillier. The changes Istanbul has undergone during the past 110 years of urbanization can be seen in these postcards: there are images of Istanbul’s unique streets, wooden buildings, mosques, palaces, mansions, waterside residences, city walls, ferries, rowboats, sailboats, elegant women, the men, who could be tough but were generally polite, hawkers, dancing bears, and candy. The postcards of old Istanbul found in the collection of Atatürk Library are also available online for readers. Pertevniyal Valide Sultan Vakıf Defterleri / Pertevniyal Valide Sultan Foundation Notebooks Atatürk Library is home to the largest archive of old maps in Istanbul. The collection of almost 10,000 maps includes engraved maps of Istanbul, maps that date back to the beginning of the 16th century, the first scientific thematic maps, city maps, and fire escape maps. Maps in the library’s collection include the first cadastral plans for Beyoğlu, drawn on a scale of 1:200, from the era of Sultan Abdülaziz; maps of Istanbul produced between 1913 and 1914 on a scale of 1:500, known as German Blues; Huber’s maps of Beyoğlu; the first insurance maps of Istanbul drawn by Charles Edouard Goad; the Jacques Pervititich maps from later years; fire-escape maps and the first maps from the Republican period. These maps show the city’s topographical development; in addition, these maps give images of many old mosques, madrasas, dervish lodges, and monuments that are no longer standing today. Atatürk Kitaplığı, 12.000’i aşkın kartpostal koleksiyonu ile Türkiye’nin en büyük görsel arşivlerinden birine sahiptir. Max Fruckterman’dan Othmar’a, Abdullah Biraderlerden Sebah & Joaillier’e kadar birçok fotoğrafçının İstanbul kartpostalları mevcuttur. Kartpostallarla İstanbul’un yaklaşık 110 yıllık kentleşme olgusunu yıl yıl gözlemlemek mümkündür. İstanbul’un kendine has sokaklarını, ahşap mimarisini, camilerini, saraylarını, köşklerini, yalılarını, surlarını; kayıklarını, vapurlarını, yelkenlilerini, zarif kadınlarını, yerine göre külhanbeyi çoğu zaman da İstanbul beyefendisi erkeklerini, seyyar satıcılarını, ayı oynatıcılarını, macuncusunu; velhasıl eski İstanbul’unu bünyesinde arşivleyen Atatürk Kitaplığı, kartpostal koleksiyonunu internet üzerinden de kullandırmaktadır. Atatürk Kitaplığı harita arşivi İstanbul’un en büyük eski harita arşividir. Koleksiyonunda İstanbul’un gravür tarzı çizilmiş ve 16. yüzyıldan itibaren başlayan haritalarından, ilk üretilen bilimsel içerikli haritaya, şehir planlarından, yangın haritalarına kadar 10.000’e yakın harita yer almaktadır. Sultan Abdülaziz dönemi Beyoğlu’nun 1:200’lük ilk kadastral planları, 19131914 yılları arasında üretilen 1:500’lük Alman Mavileri diye şöhret bulmuş İstanbul planları, Huber’in Beyoğlu planları, İstanbul’un ilk sigorta haritalarını yapan Charles Edouard Goad ve daha sonraki yıllarda Jacques Pervititich haritaları, yangın haritaları ile Cumhuriyetin ilk yıllarında üretilen haritalar bunlardan sadece bir kısmıdır. Tüm bu haritalar ile şehrin topografik gelişimini tespit etmek mümkündür. Bunun yanında cami, mescit, medrese, tekke ve şimdilerde eski eser statüsündeki birçok kayıp eser ortaya çıkartılmaktadır bu haritalar sayesinde. Zengin bir yabancı dil nadir eser koleksiyonunu da bünyesinde bulunduran Ata- 69 İSTANBUL TARİHİNE ÂB-I HAYAT: ATATÜRK KİTAPLIĞI / ETERNAL LIFE FOR THE HISTORY OF İSTANBUL ATATÜRK LIBRARY Siyer-i Veysi’den bir madalyon: Veysi, Üveys b. Mehmed 969 - 1037 H. / Dürretü’t-tâc fi sîreti Sâhibi’l-mi’râc (Siyer-i Veysi). 1074 H. yılında yazılmıştır. (Belediye Yazmaları K.1569) 70 A Medallion from Siyer-i Waysi, Waysi, Uways b. Mehmed 969-1037H./ Dürretü’t-tâc fi sîreti Sâhibi’l-mi’râc (Siyer-i Veysi), 1074 H. (Municipality Manuscripts 1569) türk Kitaplığı’nda İstanbul’u anlatan seyahatnameler, tarihî, coğrafî, demografik, folklorik bilgiler veren binlerce kitap yer almaktadır. Bu kitapların içeriğinde İstanbul’un tarihine ışık tutacak birçok bilginin yanında binlerce gravür, fotoğraf ve harita da yer almaktadır. Atatürk Kitaplığı, Arap harfli Türkçe kitaplar yönünden de Türkiye’nin en zengin kütüphanelerinden birisidir. Müteferrika matbaasında basılan ilk kitaptan harf inkılabına kadarki süreçte yayınlanan Osmanlıca kitapların büyük çoğunluğu bulunmaktadır. Atatürk Kitaplığı, koleksiyonlarının özelliğinden dolayı araştırmacıların aynı konuda farklı kaynaklardan yararlanabileceği zengin bir dermeye sahiptir. Bu özelliğinden dolayı 2007 yılında Hürriyet Gazetesi’nin yaptığı ilk onlar serisinin kütüp- Atatürk Library’s foreign rare books collection contains travel books on Istanbul and thousands of other books which contain historic, geographic, demographic, and folkloric information about the city. Not only do these books shed light on the history of Istanbul, they also have thousands of engravings, pictures and maps of the city. Atatürk Library houses one of the best collections of Turkish language books which use the Arabic alphabet in Turkey. It contains most of the Ottoman Turkish books that were printed, starting with those that were printed at the Müteferrika publishing house, up until the alphabet was changed. Researchers can benefit from Atatürk Library’s rich collection, which contains a wide variety of different resources. For this reason, in its “top ten” series in 2007 D’ostoya, G. - Galata, Pera, Pangaltı, 1858-60 Harita Aşivi no: Hrt 5692 / D’ostoya, G.- Galata, Pera, Pangaltı, 1858-60 Map Archive no: Hrt 5692 • (Sağda) Gazzali, Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed et-Tûsî 450 - 505 H. - İhyaü ulumi’d-din. salbek şemseli, köşebentli, miklebli nefis cilt kapağı (Belediye Yazmaları B.66) / (Right) Gazzali, Abu Hamid Muhammad b. Muhammad Tusi 450505H. Ihyau Ulumi’d-din. With a sunburst design, brackets, and a decorative cover (Municipality Manuscripts B.66) Beyoğlu ciheti. Pafta no: H 9/4, Harita Arşivi no: Hrt 1671 / Beyoğlu quarter. Pafta no: H 9/4, Map Archive no: Hrt 1671 Kıztaşı civarında bugün mevcut olmayan bir sütundaki kabartmaları izah eden bir gravür. Atatürk Kitaplığı Yabancı Dil koleksiyonu / An engraving on Kıztaşı, a stone from Byzantine times, tells us about the decoration on a column that no longer exists today. Atatürk Library Foreign Language Collection haneler bölümünde Türkiye’nin en iyi kütüphanesi seçilmiştir. Bu seçimde Atatürk Kitaplığı’nın; Cumhuriyet dönemi kurulan ilk belediye kütüphanesi olması, el fotokopisini Türkiye’de kullanan ilk kütüphane olması, nadir eserlerin dijital ortama aktarmaya başlayan ilk kütüphane olması, FM 200 gazlı söndürme cihazını kullanan ilk kütüphane olması, çekimi biten nadir eserleri (elyazması, Arap ve Latin harfli nadir basma eserler, Arap harfli gazete ve dergiler, haritalar, kartpostallar...) intranet üzerinden bilgisayar ortamında sunması, kartpostal arşivinin tamamını görsel olarak intranet ve internet üzerinden okuyucularına açan ilk kütüphane olması kıstas olarak göz önünde bulundurulmuştur. Hurriyet Newspaper selected the Atatürk Library as the best library in Turkey. The article lists the valuable features of this library: this was the first municipal library established in the Republican period, the first library to use manuscript copies, the rare book collection (manuscripts, rare books written in the Arabic and Latin alphabets, Arabic-lettered newspapers and magazines, maps, postcards, etc.), as well as the computerized archives and digitized online postcard collection. Atatürk Kitaplığı’nın İstanbul araştırmacıları bakımından önemi: Atatürk Kitaplığı’nın, bir İstanbul araştırmacısının konusu ile ilgili bilgileri bir bütün olarak bulabileceği tek kütüphanedir olduğunu söylemek, çok doğru bir yaklaşımdır diyebiliriz. Bunu örnekleme ile anlatırsak konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamış olacağız. The importance of the Atatürk Library for researchers in Istanbul: It would not be an exaggeration to say that the Atatürk Library is the only library where a researcher of İstanbul can find all the information related to his subject in one place. For example: If someone wants to conduct research on the New Mosque (also known as the Valide Mosque or Galata New Mosque), which no longer exists today, but was located next to the Ottoman Bank (now Garanti Bank) in Beyoğlu, many books on this mosque can be found in the Istanbul Library. The following books, which may be useful, are also located here: Istanbul Mosques, Hadikatü’l-Cevami, Mosque 71 İSTANBUL TARİHİNE ÂB-I HAYAT: ATATÜRK KİTAPLIĞI / ETERNAL LIFE FOR THE HISTORY OF İSTANBUL ATATÜRK LIBRARY Üsküdar – Yenikapı tüp Geçit projesi. Harita Arşivi no: Hrt 3064 D’ostoya, G. - Galata, Pera, Pangaltı, 1858-60 Map Archive no: Hrt 5692 / Üsküdar- Yenikapı tube tunnel Project. Map Archive no: Hrt 3064 Atatürk Kitaplığı / Atatürk Library Kartpostal Arşivi no: Krt 459 / Postcard Archives no: Krt 459 İstanbul’da Beyoğlu ilçesinde Osmanlı Bankası’nın (şimdiki Garanti Bankası) hemen yanında, şu anda mevcut olmayan ve Yeni Camii (Valide Camii, Galata Yeni Camii) diye anılan camii araştırmak isteyen bir araştırmacı İstanbul kitaplığındaki kaynaklardan işe başlar. Burada İstanbul Camileri, Hadikatü’l-Cevami, Cami kıyımı, İstanbul Ansiklopedisi gibi kaynakları inceler. Hadikatü’l-Cevami’de bu cami için “Bânisi Sultan Mehmed Hân-ı Râbi’in kadınlarından Sultan Mustafâyı Sâlis ve Sultan Ahmed Hân-ı Sâlis hazretlerinin vâlideleri Gülnûş Emetullah Sultân’dır. Üsküdar Yeni Cami’i bu vâlide sultan içün binâ olunmuştur. İnşâ’allah mahallinde zikr olunur. Kabri de Üsküdar’dadır. Ve câmi’in yerinde fi’l-asl bir kilisa olub, ba’de muhterik oldukta binâsına müsâ’ade-i şer’iyye olmamağla arsa-yı hâlîyekalmış idi. Ba’de zemân bu câmi’i şerif binâ olunmuştur.2 Pogroms, Istanbul Encyclopedia. In Hadikatü’l-Cevami, in connection with this mosque, we find the following: “The patron of this mosque was Gülnûş Emetullah Sultan, the wife of Sultan Mehmed IV and mother of Sultan Ahmed III. The Uskudar New Mosque was built for this imperial personage. We hope that prayers are said for her in these regions. Her grave is in Uskudar. There had formerly been a church in the location of the mosque; it was not permitted to use this building, which had burned in a fire, and thus it was left as empty land. In time, this was used to build a holy mosque.”2 Bu camii hakkında bilgileri değişik kaynaklardan bulmak ve metni zenginleştirmek mümkündür. Bununla yetinmek istemeyen araştırmacı bu camiin bir resmini bulmak isteyecektir. Kartpostal arşivinden Beyoğlu ve Galata ile ilgili görselleri inceleyip bu camiin en azından siluetini bulabilirsiniz. Daha ileriye giderek harita arşivinden yerini, caddesini, sokağını, ölçülerini ve bulunduğu yere göre konumunu tespit etmek mümkündür. Bir İstanbul Kütüphanesi olma özelliğine sahip olan Atatürk Kitaplığı yaklaşık bir asırdır kültürümüze hizmet etmektedir. Araştırmacıların vazgeçilmez uğrak mekânı olan Boğaziçi’nin asude bir köşesinde meraklılarını ağırlayan Atatürk Kitaplığı, koleksiyonlarını bu yolda geliştirmektedir. If further research is carried out, it would be possible to find more information about this mosque. The researcher may want to have illustrations of this mosque. By examining the images related to Beyoğlu and Galata in the postcard archives, the researcher can locate the silhouette of the mosque. A further step would be to look up the mosque’s address in the map archive. Atatürk Library has been open for almost a century. Atatürk Library, which welcomes visitors in its tranquil location near the Bosphorus, is a popular haunt for researchers. FOOTNOTES: Hüseyin Türkmen, “The First Municipality Library in the Republican Period: the History of Atatürk Library and Valuable Books,” Notes 6 (Interviews on Istanbul Libraries). Istanbul: Science and Art Foundation Turkey Research Center, pp. 63-64. 1 Ayvansarayı Huseyin Efendi. Hadikatu’l-Cevami (Istanbul Mosques and other religion-civil architectural builds)— Translated by : Ahmed Nezih Gültekin—İstanbul İşaret, 2001.: p.427 2 DİPNOT: 1 Hüseyin Türkmen. “Cumhuriyet devrinin ilk belediye kütüphanesi: Atatürk Kitaplığı tarihi ve içerisinde bulunan değerli eserler” Notlar 6 (İstanbul Kütüphaneleri Üzerine Söyleşiler) .—İstanbul: Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi, 63-64 s. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi. Hadîkatü’l-Cevâmi‘ (İstanbul Câmileri ve diğer dînî - sivil mi‘mârî yapılar).-- çev.: Ahmed Nezih Gültekin .-- İstanbul: İşaret, 2001.; s. 427 2 72 LÜTFİ ÖMER AKAD VE İSTANBUL Ali Can SEKMEÇ LÜTFİ ÖMER AKAD AND İSTANBUL Ali Can SEKMEÇ TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI / A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD LÜTFİ ÖMER AKAD VE İSTANBUL LÜTFİ ÖMER AKAD AND İSTANBUL Ali Can SEKMEÇ* Ali Can SEKMEÇ* Lütfi Ömer Akad, 1949 yılında “Vurun Kahpeye” filmi ile başlayan sinema kariyeLütfi Ömer Akad, who started his film career in the year 1949 with the movie Vurinin ilk yıllarında, o günkü Türk sinemasında henüz var olmayan sinema dilinin run Kahpeye (Strike the Whore), pioneered the effort to establish the language kurulması, oturtulması çabalarının öncüsü olmuştu. Türk sinemasında tiyatro ge- of cinema, which at that time did not exist in Turkey. The transition from the leneğinden sinema tekniğine geçişi başlatmış, kendisinden önceki sinemacılar- theater to the cinema had begun, and Akad contributed to a new understanding dan farklı olarak sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış getirmişti. Hikâyeleri ele of the techniques and language of cinema. Akad’s approach to stories and the alış biçimi ve bunların işlenişindeki sadelik, Lütfi Ömer Akad’ın kendine has bir si- simple way in which he produced them resulted in the creation of a unique lannema dilini oluşturmasını sağlamış, kamerasını tıpkı “Yeni Gerçekçi” akıma öy- guage of cinema. Akad took his camera to the street, capturing scenes in a way künürcesine hem sokağa çıkarmış hem de hareket vermiştir. Tiyatrocu sinema- that seemed to imitate the neo-realist movement. Not a fan of theatrical sets, he preferred to shoot on location, exposing the stark cıların geliştirdiği dekor üzerine kurulu, yaşamareality of Istanbul in his films. yan hatta nefes alamayan mekân kullanımı yeriLütfi Ömer Akad, tiyatrocu sinemacıların geliştirne, gerçek mekân kullanımına yönelmiş, İstanbul’u diği dekor üzerine kurulu, yaşamayan hatta neOH HOW COMFORTABLE A LUXURIOUS LIFE IS en sahi, en çıplak gerçekliği ile filmlerine yerleştirfes alamayan mekân kullanımı yerine, gerçek miştir. Şişli’de bir apartıman, yoksa eğer halin yaman, mekân kullanımına yönelmiş; İstanbul’u en sahi, Nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar, en çıplak gerçekliği ile filmlerine yerleştirmiştir. “LÜKÜS HAYAT OH NE RAHAT” İki tane otomobil, biri açık, biri değil, Lütfi Ömer Akad took his camera to the street, Şişli’de bir apartıman, yoksa eğer halin yaman, Aşçı, uşak, hizmetçiler, dolu mutfak, dolu kiler. capturing scenes in a way that seemed to imitate Nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar, the neo-realist movement. Not a fan of theatrical (If you don’t have an apartment in Şişli you are in sets, he preferred to shoot on location, exposing İki tane otomobil, biri açık, biri değil, trouble, the stark reality of Istanbul in his films. Aşçı, uşak, hizmetçiler, dolu mutfak, dolu kiler Nickel-cubic furniture, paintings on the wall, diye devam eder, bu sözler ünlü “Lüküs Hayat” operetinde… 1933’te Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen bu operet, 1950’de Lütfi Ömer Akad tarafından Erman Film adına filme alınır. Oyunun yazarı, Ekrem Reşit Rey olarak bilinse de “Lüküs Hayat” şarkısının sözlerini Nazım Hikmet’in Two automobiles, one a convertible A cook, butler, servants, a fully-stocked kitchen and pantry.) * Sinema Tarihçisi * Cinema Historian Lütfi Ömer Akad film setinde / Lütfi Ömer Akad at film set. 74 These lyrics, from the famous operetta Lüküs Hayat (Luxurious Life) composed by Cemal Reşit Rey in 1933, were included in a film Akad shot in 1950. While Ekrem yazdığı düşünülmektedir. Akad’ın filmografisinde, içine İstanbul’u yerleştirdiği ilk filmi de budur. Sezer Sezin, Settar Körmükçü, Halide Pişkin ve Yaşar Nezihi Özsoy gibi oyuncuların rol aldığı bu film 1950’li yılların İstanbulu’nda Taksim, Suadiye ve Fenerbahçe’de geçiyordu. “Lüküs Hayat”, İstanbul şehri eşliğinde Türk toplumunun Batı ile yüzleşmesi ve bu çerçevede yaşanan gülünçlükleri dile getiren, iki farklı kültürün yüzleşmesinden ortaya çıkan durumun değişmezlerini anlatmaktadır. Küçük hırsızlıklarla geçinen Rıza (Settar Körmükçü) ile Fıstık’ın (Yaşar Nezihi Özsoy) girdikleri zengin köşkünde, içine düştükleri bu yeni ortam, Batılılaşma özentisinin ortasına düşmüş halktan insanların durumudur. Çelişkilerin iyice keskinleştiği yaşam biçimleri komik olaylara neden olmaktadır. “KANUN NAMINA” TESLİM OL NAZIM USTA Lütfi Ömer Akad, 1952’de çektiği “Kanun Namına” ile yeni ve gerçek bir İstanbul hikâyesini anlatır. Senaryosunu Osman F. Seden’in gazetelere düşmüş gerçek bir olaydan çıkardığı film, Ayhan Işık’ın yıldızının parladığı ilk yapım ve İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin Türk sinemasındaki ilk yansımasıdır. Kamera ilk kez İstanbul sokaklarına çıkmış; hikâye, özenle seçilmiş İstanbul köşelerinde en hareketlisinden sürüp gitmiştir. Film boyunca İstanbul’un tramvaylı, tenha günlerinin, Galata, Karaköy, Eminönü, Kasımpaşa, Sirkeci (özellikle Büyük Postane ve çevresi) ve Büyükada (Yörük Ali plajı) gibi köşeleri doyasıya görüntülenmiştir. Kamera ilk kez hareket halindeki bir tramvayın içinden İstanbul’u kaydetmiştir. Kısacası filmin oyuncu kadrosu yanında İstanbul şehri de önemli rollerden birini üstlenmiştir “Kanun Namına”da… Ayhan Işık’tan başka Gülistan Güzey, Muzaffer Tema, Pola Morelli, Talat Artemel, Neşe Yulaç ve Settar Körmükçü gibi dönemin en kaliteli kadrosunu bu film için bir araya getiren Kemal Film, dergilere verdiği reklamlarla da ilgi çekmiştir: “Çok büyük özenle hazırlanmış bu filmde belki kendinizi dahi göreceksiniz!”… Galatalı Nazım ustanın (Ayhan Işık) gerçek öyküsüdür “Kanun Namına”. Komşu kızı Ayten’i (Gülistan Güzey) sevmiş ama onun safahat düşkünü üvey kardeşi Nezahat’in (Neşe Yulaç) kurbanı olmuştur. Tabii sonra da elini kana bulamıştır. Nazım ile polisler arasındaki İstanbul sokaklarında (Halıcıoğlu, Kasımpaşa, Unkapanı ve Karaköy) süren kovalamaca, onun Galata’daki tamirhanesinde sona erecektir. KASIMPAŞALI “MEYHANECİNİN KIZI” Lütfi Ömer Akad’ın, 1957’de yazar Orhan Kemal’in bir hikâyesinden sinemaya uyarladığı “Meyhanecinin Kızı” adlı filmi daha çok baş kadın oyuncusu Sezer Sezin’in üzerine kuruludur. Sezer Sezin’e, Turan Seyfioğlu, Üftade Kimi, Ahmet Tarık Tekçe, Osman Alyanak, Kadir Savun, Faik Coşkun ve Suphi Kaner gibi dönemin sevilen oyuncularının yanında İstanbul şehri, özellikle de Kasımpaşa semti eşlik etmekteydi. Haliç kıyısının en mütevazı, en masum ve en şirin köşelerinden birindeydi Lütfi Ömer Akad’ın meyhanesi. Film, Haliç kıyılarında seyreden küçük bir mavnada seyahat eden, hapisten yeni çıkmış Ali’nin kıyılara hasretle yönelen bakışlarıyla başlar. Mavna, Kasımpaşa iskelesine ağır ağır yanaşırken, Haliç’in doyumsuz kıyıları ve değişen İstanbul’un belki de en acı belgesi olarak durmaktadır bu görüntüler… Hapisten yeni çıkan Ali (Turan Seyfioğlu), bir akşam arkadaşı Selim (Kadir Savun) ile gittikleri Viran Kazım’ın (Osman Alyanak) meyhanesinde, onun kızı Zehra (Sezer Sezin) ile tanışır ve kendisinden hoşlanır. Film bu çerçeve üzerinde sürüp giderken, fotoğraf direktörü Yoakim Filmeridis’in kamerası eski Kasımpaşa semtinin kimi kesme taşlı kimi bozuk sokaklarında ve tersaneler bölgesinde gezinir durur. Reşit Rey is listed as the playwright of the song “Lüküs Hayat”, it is believed that Nazım Hikmet actually wrote the lyrics to the song. The first movie filmed in Istanbul, it featured Sezer Sezin, Settar Körmükçü, Halide Pişkin and Yaşar Nezihi Özsoy. Lüküs Hayat takes place in the 1950s in Istanbul in the districts of Taksim, Suadiye and Fenerbahçe. Sezer Sezin and Roberto Loreno’s dance scene in one of Beyoğlu’s most famous entertainment venues, Londra Bar, is unforgettable. Lüküs Hayat tells the story of a Turkish society that is coming to terms with the West and the comedy which ensues as a result of two cultures facing off in Istanbul. Rıza (Settar Körmükçü), a petty thief and Fıstık (Yaşar Nezihi Özsoy) find themselves in a mansion. The plot unfolds around their new environment and tells the tale of ordinary people caught in the middle of Westernization. The contradictions they experience in their new lifestyle leads to humorous situations. SURRENDER IN THE “NAME OF THE LAW” In his 1952 film Kanun Namına (In the Name of the Law), Akad presents the story of a new and real Istanbul. The scenario, written by Osman F. Seden, is based on a true story and was the first movie to star actor Ayhan Işık. The film also shows the influence of Italian New Realism on Turkish cinema. The first film set on the streets of Istanbul, the carefully-crafted story features the bustling corners of Istanbul. Throughout the film, different areas of Istanbul such as Galata, Karaköy, Eminönü, Kasımpaşa, Sirkeci (particularly the area around the main post office) and Büyükada (Yörük Ali beach) are seen from the trolley, showcasing the beautiful scenery of the city. This was the first time Istanbul was captured from a moving trolley. In other words, Istanbul also had a lead role in the film. In addition to Ayhan Işık, other famous actors such as Gülistan Güzey, Muzaffer Tema, Pola Morelli, Talat Artemel, Neşe Yulaç and Settar Körmükçü were in this film. The film attracted great interest due to advertisements promoting it in magazines which said, “You may even catch a glimpse of yourself in this movie!” Kanun Namına is the true story of Nazım Usta (Ayhan Işık) from Galata who fell in love with his neighbor Ayten (Gülistan Güzey), but was the victim of her squandering step-sister Nezahat (Neşe Yulaç). He took matters into his own hands, with bloody results. A chase scene between Nazım and the police on the streets of Istanbul (through Halıcıoğlu, Kasımpaşa, Unkapanı and Karaköy) ends in his repair shop in Galata. The movie did much better at the box office than expected and received positive reviews from the movie critics of the time. This movie also sparked a trend of detective films in Istanbul. THE BARKEEPER’S DAUGHTER FROM KASIMPAŞA Akad’s 1957 film Meyhaneci’nin Kızı (The Barkeeper’s Daughter), which was adapted from an Orhan Kemal story, stars actress Sezer Sezin. Sezin is joined by other leading actors of the time including Turan Seyfioğlu, Üftade Kimi, Ahmet Tarık Tekçe, Osman Alyanak, Kadir Savun, Faik Coşkun and Suphi Kaner. The film is set in the Kasımpaşa neighborhood of Istanbul, specifically the quaint area near the Haliç (Golden Horn) where Akad’s favorite bar was located. The first scene of the film shows Ali (Turan Seyfioğlu), who has just been released from prison, navigating the shore of the Golden Horn in a small boat, with a longing look on his face. While the boat slowly inches towards the Kasımpaşa dock, the beautiful ghazal by Abdullah Yüce, “The prickled paths of love I have traveled upon” plays. These scenes show the bitter reality of the transformation of Istanbul. Just released from prison, Ali goes to Viran Kazım’s (Osman Alyanak) bar with his friend Selim (Kadir Savun) where he meets the owner’s daughter, Zehra (Sezer Sezin), whom he takes a liking to. Throughout the film, photography director Yoakim Filmeridis shows the cobblestone streets and shipyards in Kasımpaşa. “YALNIZLAR RIHTIMI” THE LONELY DOCK Martılar çığlık çığlığa her akşam, Martılar çığlık çığlığa her akşam, Bir büyük rüzgâr dağıtır şarkılarımı, İçim boş, gemiler boş, nereye baksam ölüm gibi susar, yalnızlar rıhtımı… Bir büyük rüzgâr dağıtır şarkılarımı, İçim boş, gemiler boş, nereye baksam ölüm gibi susar, yalnızlar rıhtımı… 75 LÜTFİ ÖMER AKAD VE İSTANBUL / LÜTFİ ÖMER AKAD AND İSTANBUL Lütfi Ömer Akad’ın 1959’da çektiği “Yalnızlar Rıhtımı” adlı filminde, Galata barlarının yıldızı Kontes Güner’in hüzünlü bakışları altında seslendirdiği bu şarkı, şiirsel bir dünyanın takdimini yapar âdeta… Senaryosu, Fransız Şiirsel Gerçekçilik akımından bolca etkilenen Ali Kaptanoğlu ya da bilinen adıyla Attila İlhan tarafından yazılmıştır. Müzikleri sonraki yılların ünlü yapımcı-yönetmeni olacak olan Hulki Saner’in elinden çıkmıştır. İpekçi Kardeşler adına çekilen filmde Sadri Alışık, Çolpan İlhan, Turgut Özatay, Melahat İçli, Osman Alyanak, Sadettin Erbil, Kamuran Yüce, Kemal Edige ve Ahmet Tarık Tekçe gibi oyuncular bir araya gelmiştir. Bugün Lütfi Ömer Akad sineması denilince akla gelen ilk filmlerdendir “Yalnızlar Rıhtımı”… Filmde anlatılan, mutsuz ve zayıf karakterli bir bar şarkıcısı olan “Kontes” lakaplı Güner (Çolpan İlhan) ile uzak deniz kaptanı, mutsuz ve yalnız Rıdvan’ın (Sadri Alışık) sonu hüzünle biten aşklarının öyküsüdür. Fotoğraf direktörü Yoakim Filmeridis’in iç sahnelerde kullandığı aydınlatma çalışması ile Lütfi Ömer Akad’ın abartısız, uzun ve tek planlı sahneleri, “Yalnızlar Rıhtımı”nı dönemin Türk sineması ürünlerine çok da tahammül gösteremeyen eleştirmenlerin karşısına iftiharla çıkaracaktır. İstanbul’un Sirkeci’den başlayarak Galata köprüsü, Eminönü, Süleymaniye Camii ve Unkapanı’na kadar uzanan kıyı çizgisinin, Haliç’e vuran sisli, puslu silueti, Arnavut kaldırımlı Karaköy sokakları ve özellikle (The seagulls shriek every evening, A great wind disperses my songs I am empty inside, the ships are empty, No matter which way I look, the lonely dock is thirsty like death) Akad’s 1959 film Yalnızlar Rıhtımı (The Lonely Dock) presents the story of the star of the Galata bars, Countess Güner, in almost a poetic fashion. The script was written by Ali Kaptanoğlu, or as he is better known, Atilla İlhan, who was heavily influenced by the French poetic realism movement. The credit for the film’s music goes to Hulki Saner, who would later emerge as a famous producerdirector. Filmed by the İpekçi brothers, the film features many famous actors of the time including Sadri Alışık, Çolpan İlhan, Turgut Özatay, Melahat İçli, Osman Alyanak, Sadettin Erbil, Kamuran Yüce, Kemal Edige and Ahmet Tarık Tekçe. Today, Yalnızlar Rıhtımı is the first film that comes to mind when Lütfi Ömer Akad is mentioned. The film tells the love story of the unhappy and flighty bar singer Güner (İlhan Çolpan), nicknamed “Countess” in the movie, and the sea captain Rıdvan (Sadri Alışık), who is also unhappy and lonely. Photography director Yoakim Filmeridis’ proudly presented Akad’s long, literal scenes, filmed in one take, to movie critics who were not fond of the products of Turkish cinema. The Yalnızlar Rıhtımı / The Lonely Dock Üç Tekerlekli Bisiklet / The Tricycle Galata rıhtımındaki son sahnelerin yağmurlu görüntüleri filmin en unutulmazları olarak her zaman anılacaktır. Sirkeci’deki, günümüzde yerinde yeller esen, bir dönemin en uğrak otelleri Pozan Palas ve Lozan Palas dönemin İstanbul’undan silik bir hatıra olarak kalmıştır. film’s most unforge table scenes include the foggy silhouette of the shoreline from Sirkeci and to the Galata Bridge, Eminönü, the Süleymaniye Mosque and Unkapanı, the cobblestone streets of Karaköy and the final scenes in the rain at the Galata docks. The Pozan Palas and Lozan Palas -- the two most popular venues of the time in Sirkeci which no longer exist -- have become faded memories of the Istanbul of the past. “YANGIN OLUR BİZ YANGINA GİDERİZ” Lütfi Ömer Akad’ın 1959’da çektiği “Yangın Var” işte bu eski İstanbul türküsüyle başlar. Tipik bir İstanbul filmidir “Yangın Var”… fakat bir farkla; buradaki İstanbul eski Osmanlının başkenti olan İstanbul’dur. Hani kimi kesme taşlı, kimi Arnavut kaldırımlı sokaklara dizilmiş bahçeli ahşap konaklarıyla, çifte atlı faytonlarıyla, fesli feraceli hanımları, redingotlu beyleriyle, Göksu sefalarıyla dillere destan olan, o eski Osmanlı İstanbulu… Lütfi Ömer Akad filmleri içinde esas oğlan ve esas kızdan sonra üçüncü büyük rol, İstanbul şehrine verilmiş gibidir bu filmde... Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden çıkmış ünlü bir romanın sinema uyarlamasıdır “Yangın Var”… Eski İstanbul tulumbacıları üzerine kurulu tek filmdir Türk sinemasında. Haykırışlar arasında yangınlara koşan tulumbacıların reisidir, Murat reis (Ayhan Işık). Kabadayılık, efendilik ve sportmenlik simgesidir tulumbacı takımı reisliği. Fakat Kadırgalıların bir rakibi vardır: Mevlanakapılılar… Onların reisi de Yalaza Nuri (Turgut Özatay) adında başka bir bıçkın. Her iki grup da Beyazıt kulesinden gelecek yangın ihbarına ilk gitmenin derdinde… Bir gün Cibali’de Yemenili Sokak’ta Hilmi Paşa’nın (Hulusi Kentmen) konağında bir yangın çıkar. İki tulumba takımı için eski İstanbul sokaklarında (Kadırga, Süleymani- 76 THERE’S A FIRE Akad’s 1959 film Yangın Var (There’s a Fire) begins with an old Istanbul folk song. Yangın Var is a typical Istanbul film, but with one difference: the Istanbul in this film is the capital of the Ottoman Empire. Ottoman Istanbul was famous for its wooden mansions, cobblestone streets, double-horsed carriages, the style of dress, and the events at Göksu Palace. It is as if the city of Istanbul has, after the lead male and female, the third most important role in the film. Based on the famous novel penned by Necip Fazıl Kısakürek, it is the only Turkish movie about the old Istanbul tulumbacis (members of the fire brigade). Fire Chief Murat (Ayhan Işık) said, “They come strong and go strong, the powerful people of Kadırga.” As the chief, he is tough, but also gentlemanly and a good sport. However, the fire brigade from Kadırga has an opponent – the brigade from Mevlanakapı, lead by a roughneck named Yalaza Nuri (Turgut Özatay). Both groups are notified of fires from the Beyazıt tower and aim to be the first to respond. One day, a fire ye, Küçükpazar ve Unkapanı) bir yarış başlar. Yangın yerine ilk Kadırgalılar gelir. Murat reis yangını söndürürken başka bir yangının içinde buluverir kendisini: Gönül yangını… Paşa kızı Müjgan’dır (Leyla Sayar) bu yangının sebebi… Osmanlı İstanbulu’nda yaşanan kabadayılık, efendilik, centilmenlik, ahlâk anlayışı ve aşk-u sevda, ince ince işlenmiştir “Yangın Var” da. “ÜÇ TEKERLEKLİ BİSİKLET” Lütfi Ömer Akad’ın 1962’de çekmeye başladığı “Üç Tekerlekli Bisiklet”, Orhan Kemal’in Sokakların Çocuğu adlı romanından Hüsamettin Gönenli ya da bilinen adıyla Vedat Türkali’nin senaryosu üzerine kuruluydu. Fakat filmin başrol oyuncusu ve dönemin yıldız ismi Ayhan Işık’ın bu film için verdiği çalışma günü bitince, eser yarım kalmış ve Lütfi Ömer Akad filmden kopmuştur. Bir süre sonra yerine Memduh Ün girer ve film biter. Ayhan Işık’tan başka Sezer Sezin, Reha Yurdakul, Sadettin Erbil, Senih Orkan, Muazzez Arçay, Osman Alyanak ve Ayla Kaya gibi oyuncuların yer aldığı film, İstanbul’un o güne kadar sinemada hiç kullanılmayan bir semtinde, Zeytinburnu ve çevresinde çekilmiştir. 1960’lı yılların hızlı göç günlerinde ortaya çıkan bu semt, tüm sıradanlığıyla yer alır filmde. Derme çatma gecekondular ve fakir insanlar... Lütfi Ömer Akad, çekim planlarını en ince breaks out at Hilmi Paşa’s (Hulusi Kentmen) mansion on Yemenili Street in Cibali. Both teams race through the streets of Istanbul, passing through Kadırga, Süleymaniye, Küçükpazar and Unkapanı. The fire brigade from Kadırga is the first to arrive on the scene. After Chief Murat puts out the fire, he realizes that his love interest, Mujgan (Leyla Sayar), the daughter of the pasha, caused the fire. This film shows how the bravado, politeness, chivalry and love experienced in Istanbul are dealt with. THE TRICYCLE Akad’s film Üç Tekerlekli Bisiklet (The Tricycle), which began production in 1962, was adapted from Orhan Kemal’s novel Sokakların Çocuğu (A Child of the Streets) which tells the story of Hüsamettin Gönenli, commonly known as Vedat Türkali. However, when the number of days the star, Ayhan Işık, had allotted for the film ran out, the project was left incomplete and Akad removed himself from the film. A while later the film finished under the direction of Memduh Ün. In addition to Işık, Sezer Sezin, Reha Yurdakul, Sadettin Erbil, Senih Orkan, Muazzez Arçay, Osman Alyanak and Ayla Kaya are also in the film which was shot in an area that had not yet been captured on film: Zeytinburnu and its surroundings – shanty Vesikalı Yarim / My Licensed Loved One Yangın Var / There’s a Fire detaylarına kadar kendi elleriyle çizmiş, iç mekândaki her dekor ve aksesuarı elleriyle yerleştirmiştir. Filmlerinde sık kullandığı “kıstırılmış adam” teması burada had safhaya çıkmış, işin içine bir de psikolojik olarak “kıstırılmış kadın” eklenmiştir. Filme böyle bakıldığında bir kenar mahalle hikâyesidir. Film, yaralı ve kaçak Ali’nin (Ayhan Işık), tek çocuğu ile yaşayan çamaşırcı dul kadın Hacer’in (Sezer Sezin) evine zorla girip saklanması ile başlar. Zeytinburnu’nun kıyısındaki mahallede yaşayanlar, komşuluk ve hemşerilik ilişkileri, Almanya’ya gitme derdindeki işsiz insanlar, kahvehane kültürü ve fakirlik, Çetin Gürtop ve Mustafa Yılmaz’ın kameralarıyla kayda alınmış her biri birer belge niteliğinde görüntülerdir. towns and poor people. The ordinariness of this district, which became more developed during the period of rapid migration in the 1960s, is featured in this film. Akad drew up detailed plans for shooting the film and handled the set decor and arrangements himself. Akad frequently features a “cornered man” in his films; in this film, he created the “psychologically cornered man”. When looked at from his perspective, this is a movie about a disadvantaged neighborhood. The movie begins with the injured fugitive Ali (Ayhan Işık) forcefully entering the home of the widowed laundrywoman Hacer (Sezer Sezin) in order to seek refuge. Every scene captured by Çetin Gürtop and Mustafa Yılmaz in this movie – from the outskirts of Zeytinburnu to the neighborhood and town relations to the unemployed looking to go to Germany to the coffee shop culture and poverty -- is equivalent to a document. LÜTFİ Ö. AKAD’IN İSTANBUL VE AŞK ÜÇLEMESİ: “VESİKALI YARİM”, “KADER BÖYLE İSTEDİ” VE “SENİNLE ÖLMEK İSTİYORUM” Her ne kadar yönetmenin kendisi bir İstanbul üçlemesi olarak adlandırmasa da “Vesikalı Yarim”, “Kader Böyle İstedi” ve “Seninle Ölmek İstiyorum” filmleri, genel olarak İstanbul şehrinin farklı köşelerinden umutsuz aşk öykülerini anlatır. 1968’de çekilen “Vesikalı Yarim”, büyük şair Orhan Veli’nin “Tahattur” adlı şiirinin finalinden almıştır ismini… Safa Önal’ın yazdığı senaryo, Sait Faik’in “Menekşeli Vadi” adlı hikâyesinden esinlenmiştir. Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın başrollerini paylaştığı çalışma, Türk sinemasının unutulmaz filmlerinden biri olarak kabul edilir. Halil (İzzet Günay), Kocamustafapaşa’da manavlık yaparak yaşayan evli bir adamdır. Arkadaşlarıyla eğlenmek için Beyoğlu’na çıkar. Yolları ünlü Çağlayan Saz’a düşer. Burada karşılarına Sabiha (Türkan Şoray) adlı bir kadın çıkar. Halil ile Sabiha arasında tutku dolu bir aşk başlar. Filmde küçük ama gönlü büyük insanla- AKAD’S ISTANBUL LOVE TRILOGY Even though the director himself does not label the movies Vesikalı Yarim (My Licensed Loved One ), Kader Böyle İstedi (Fate Desired It So) and Seninle Ölmek İstiyorum (I Want to Die With You ) an Istanbul trilogy, these three movies all tell tales of hopeless love stories in different corners of Istanbul. Vesikalı Yarim, which was shot in 1968, is named after the poem “Tahattur” (Reminiscence), written by the great poet Orhan Veli. Safa Önal wrote the script, which was inspired by the story Menekşeli Vadi (Violet Valley) by Sait Faik. This movie, which stars İzzet Günay and Türkan Şoray, is one of the most memorable Turkish films. 77 LÜTFİ ÖMER AKAD VE İSTANBUL / LÜTFİ ÖMER AKAD AND İSTANBUL rın davranışları yorumlanmış, mekân kullanma, ölçülü duygusallık ve fedakârlığın küçük ama etkili hali vurgulanmıştır. Ayrıca Ali Uğur’un kamerasından İstanbul şehri, filmin içine olabildiğince etkili ve abartısız şekilde yerleştirilmiştir. Beyoğlu, Tarlabaşı, Tepebaşı, Beşiktaş Balık Pazarı, Dolmabahçe, Topağacı ve Belgrad Ormanı… Film içinde bir İstanbul gezisine çıkar seyirci. Aynı yıl çekilen “Kader Böyle İstedi”, küçük, derli toplu bir İstanbul filmidir. Ahmet (İzzet Günay) adlı kendi halinde bir dolmuş şoförüyle, Nilüfer (Nilüfer Koçyiğit) adlı çok zengin bir aile kızının umutsuz ve acı bir sonla biten aşklarının öyküsüdür anlatılan. Sade ve sahici bir aşk ve fonda İstanbul… Bu kez İstanbul üzerinde dolaşan kameranın sahi- Halil (İzzet Günay), the main character, is a married man who works as a greengrocer in Kocamustafapaşa. While in Beyoğlu with some friends, he meets a woman named Sabiha (Türkan Şoray) at the famous venue, Çağlayan Saz. Passionate love ignites between Halil and Sabiha as Halil finds the love he is unable to find in his family with Sabiha. The movie interprets the actions of small people with big hearts, and the use of space, measured romanticism and self-sacrifice are emphasized. Furthermore, the city of Istanbul is captured in an extremely effective and unexaggerated fashion through the camera of Ali Uğur. Beyoğlu, Tarlabaşı, Tepebaşı, Beşiktaş Balıkpazarı, Dolmabahçe, Topağacı and Belgrade Düğün / Wedding Gelin / Bride bi Mike Rafaelyan’dır. Yağmurlu, puslu, sisli havalarda çekilen Bayazıt meydanı, Eminönü, Beşiktaş, Boğaziçi, Sarıyer görüntüleri filmin dokusuna son derece sağlam bir destek sunar. 1969’da çekilen “Seninle Ölmek İstiyorum”da Selma (Türkan Şoray), milyoner Rıza (Cahit Irgat) ile evli olmasına rağmen mutluluğun uzağında bir kadındır. Nihat (İzzet Günay) adlı mühendis bir gençle tanışınca umutsuz bir aşk başlar. Biri mutsuz, diğeri yalnız iki insan, onları anlamayan insanlar tarafından âdeta birbirlerine itilirler. Bu kez İstanbul üzerinde Gani Turanlı’nın kamerası gezinir. forest are all shown in the film. A Şükran Ay song is featured as the background music: “Breaking my heart into pieces/you left a memory with me/look for your sin in/the lips of liars.” LÜTFİ ÖMER AKAD’IN İSTANBUL VE GÖÇ ÜÇLEMESİ: “GELİN”, “DÜĞÜN”, “DİYET” Lütfi Ömer Akad’ın 1973-1974 yıllarında Erman Film adına çektiği bu üç film, bir göç üçlemesi olarak Türk sinema tarihindeki yerini almıştır. “Taşı toprağı altın” denilerek, yerini yurdunu geride bırakıp yeni hayatlara pencere açmak isteyen insanların Haydarpaşa Garı’nda başlayan İstanbul serüvenleri aslında 1950’lere kadar uzanmaktadır. 1970’lere gelindiğinde, artık “gecekondu” denilen ve yalnızca bu insanların yaşadığı derme çatma kenar mahalleler kurulmuştur İstanbul’un kıyısında bucağında… Lütfi Ömer Akad, bu insanların İstanbul’da var olma savaşlarına çevirmiştir kamerasını…“Gelin”de konu edilen aile Yozgat, Sorgunlu’dur. “Düğün”de Şanlıurfalı, “Diyet”te ise Afyonlu… Üçlemenin tamamının hikâye birliği içinde olmasına rağmen, üç filmde de ağırlık kadın kahramanın üzerindedir. Meryem gelin, Zelha bacı ve işçi kız Hacer tiplemeleri Hülya Koçyiğit üzerinden işlenmiştir. “Gelin”, trenin Haydarpaşa Garı’na gelmesiyle başlar. Yozgat, Sorgunlu Hacı İlyas’ın oğlu Veli, gelini Meryem ve küçük oğulları Osman da İstanbul’a gelmiştir. Aile önceden gelmiş, bir kenar mahallede bakkal dükkânı açmış ve kök salmaya niyetlenmiştir. Amaç İstanbul’un merkezine yürümek, büyümektir. Aslında istenen büyümek değil, değişmektir ama bedeli ağırdır. Ailenin yaşadığı yer, Mecidiyeköy’ün aşağılarında bir mahallede, dükkân ve çevresi ise Kemerburgaz’da çekilir. Filmde ayrıca Haydarpaşa Garı, Karaköy vapuru, Eyüp ve çevresi de görüntülenir. “Düğün”de Şanlıurfa’dan İstanbul’a 78 The movie, Kader Böyle İstedi, (Fate Desired It So) is a well-thought out Istanbul film. This film shares the love story of Ahmet (İzzet Günay), a quiet minibus driver, and Nilüfer (Nilüfer Koçyiğit), the daughter of a very rich family, which ends in a desperate and bitter state. Istanbul is the backdrop in this tale of simple and genuine love. Mike Rafaelyan captured rainy and foggy scenes in Beyazıt Square, Eminönü, Beşiktaş, Boğaziçi and Sarıyer which support the film’s storyline well. In Seninle Ölmek İstiyorum, which was shot in 1969, Selma (Türkan Şoray), despite being married to millionaire Rıza (Cahit Irgat), is far from being happy. When she meets a young architect by the name of Nihat (İzzet Günay), a hopeless romance ensues. One unhappy and the other lonely, the two are practically pushed to one another by people who fail to understand them. Because this movie is more colorful than the others, the scenes of Istanbul, filmed by Gani Turanlı, were received by the audience with great pleasure. AKAD’S ISTANBUL MIGRATION TRILOGY: “BRIDE”, “WEDDING”, AND “COST” These three movies, which Akad shot in 1973-1974, are a Turkish migration trilogy. People began to leave their home towns in the 1950s for Istanbul, the city of dreams. By the time the 1970s rolled around, neighborhoods known as varoslar (ghettos), which housed these people, had been established throughout Istanbul. In these films, Akad shares the struggles of such individuals to get by. The family in Gelin (Bride) is from Sorgun, Yozgat, while in Düğün (Wedding) the family is from Şanlıurfa, and in Diyet (Cost) from Afyon. The trilogy has a united story line and in all three movies the lead female character is played by the same actress. The stories of the bride Meryem, the sister Zelha and worker Hacer are all brought to life by actress Hülya Koçyiğit. göçmüş Zeliha, Cemile ve Habibe adında üçü kız, Halil, İbrahim ve Yusuf adında üçü erkek altı kardeşin öyküsü vardır. Zelha, tüm kardeşlerinin annesi gibidir ve bu yüzden Şanlıurfa’daki nişanlısı Ferhat’ı bırakıp İstanbul’a gelmiştir. Fakat İstanbul’da var olmak bu altı kardeşe de bedel ödetecektir. “Düğün”de kullanılan mekânlar yine Kemerburgaz ve Eyüp çevresindedir. Ayrıca Sirkeci sahil yolu, Eminönü gibi İstanbul’un kalabalık mekânları da filmde yer alır. Göç üçlemesinin son filmi “Diyet”te ise, Afyon’dan kopup babası Yusuf ile İstanbul’a gelen ve iki küçük çocuğuyla terk edilen fabrika işçisi Hacer’in öyküsü anlatılır. Hacer, çalıştığı cıvata fabrikasında hemşerisi Hasan ile tanışır ve onunla evlenir. Fakat fabri- Gelin begins with a train pulling up to the Haydarpaşa Train Station. Veli, son of Hacı İlyas from Sorgun, Yozgat, his wife Meryem and their little son Osman have come to Istanbul. The family comes in advance, opening up a store in a low-income neighborhood in hopes that they would do well for themselves. Their aim is to move to central Istanbul and to grow. What they actually desire is not growth but change; however, there is a heavy price to pay for this. The scenes of the family’s residence were shot in the lower end of Mecidiyeköy, while the store and its surroundings were filmed in Kemerburgaz. In addition, the Haydarpaşa train station, the Karaköy docks, and Eyüp and its surroundings are shown in the film. Kader Böyle İstedi / Fate Desired It So. ka sendikaya üye olanlarla olmayanlar arasındaki sürtüşmeye sahne olmaktadır. Hacer sendikadan yanadır ama Hasan asla… Bu karşı duruşun acı bir bedeli olacaktır. “Diyet” Gayrettepe, Mecidiyeköy ve çevresinde çekilir. Filmde ayrıca Valikonağı Caddesi ve Nişantaşı da yer alır. Lütfi Ömer Akad filmlerinde İstanbul genel anlamda, dramatik yapının elverdiği ölçüde ve ölçülü bir seyir izlemiştir. Akad için, İstanbul’un özel anlamlar yüklenmiş ve bunu takip eden özel bir kullanımı olmamıştır. Üstelik buraya kadar, onun filmlerinden yaptığımız seçkide anlattığımız İstanbul, romantik bir şehir de değildir. Akad’ın kamerası kimi zaman eleştirel bakmış, kimi zaman da duygusal yaklaşmıştır İstanbul’a… Ama çoğu zaman apaçık bir gerçek olarak yerleştirmiştir filmlerine… The movie Düğün, on the other hand, tells the story of six siblings: three daughters named Zelha, Cemile and Habibe and three sons Halil, İbrahim and Yusuf. Zelha is like a mother to her other siblings. For this reason, she leaves her fiancé Ferhat behind in Şanlıurfa and moves her family to Istanbul, sparking the start of a difficult journey. Once again, the sets used in Düğün are located in and around Eyüp and Kemerburgaz. The crowded areas in Istanbul such as the Sirkeci waterfront and Eminönü are also depicted in this film. Diyet, the last of the trilogy, tells the story of Hacer, a factory worker who was abandoned along with her two little children. Hacer leaves Afyon behind, moving to Istanbul with her father Yusuf. Hacer meets Hasan, who is also from Afyon at the factory and marries him. Tension builds in the factory between union members and non-union workers. While Hacer sides with the union, Hasan is on the opposite side, starting a conflict. Diyet is shot in Gayrettepe, Mecidiyeköy and the surroundings areas and views of Valikonağı Street and Nişantaşı can also be seen in the film. Istanbul, in the films of Akad, followed a measured course, at least as far as the dramatic productions allow. For Akad, Istanbul did not possess a special meaning and subsequently was not used in a special way in his films. Furthermore, the Istanbul narrated in the movies mentioned here was not a romantic city. Akad’s camera at times assumes a critical angle while it takes on an emotional angle in others. However, it is generally shows a bare and straightforward perception of the city. 79 “AFFAN DEDE’YE PARA SAYDIM” Yusuf ÇAĞLAR “I COUNTED OUT THE MONEY TO AFFAN DEDE” Çizim / Illustration: Dağıstan Çetinkaya Yusuf ÇAĞLAR “AFFAN DEDE’YE PARA SAYDIM” / “I COUNTED OUT THE MONEY TO AFFAN DEDE” “AFFAN DEDE’YE PARA SAYDIM” “I COUNTED OUT THE MONEY TO AFFAN DEDE” Yusuf ÇAĞLAR* Yusuf ÇAĞLAR* Affan dedeye para saydım, Sattı bana çocukluğumu. İlkokul ders kitaplarından tanıdık Affan Dede’yi. “Çocukluk” şiirinin ilk mısralarında yapılan bu alışverişi yadırgadık ilkin. Çocukluğun alınıp satıldığı bir yer düşünemiyorduk. Cahit Sıtkı Tarancı’nın (1910-1956) şiirlerini okudukça pek de anlamsız gelmedi bu şiir, bu alışveriş. I counted out the money to Affan Dede, He sold my childhood to me. We first became acquainted with Affan Dede through elementary school textbooks. Initially, we found the exchange in the first verses of Çocukluk (Childhood) poem to be strange; we couldn’t imagine a place where childhood could be bought and sold. But with further readings of the poetry of Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956), this poem, this exchange, no longer seemed so meaningless. Tarancı Diyarbakır’da doğmuş, Kadıköy Saint Joseph Lisesi’nde başladığı eğitimini Galatasaray Lisesi’nde ikmal etmiş. Bir de tamamlayamadığı Mülkiye eğitimi var. Tarancı was born in Diyarbakır, and after being educated at Kadıköy Saint Joseph High School he completed his education at Paris yıllarını, İkinci Dünya Savaşı’nı, hastalıklarını, Galatasaray High School. In addition, he underdönemin fikir buhranlarını da işe katınca yadırgatook civil service education, but he was unable to yacak pek bir şey kalmıyor geriye... Yusuf Çağlar bizlere Türk edebiyatında şiirlere ve complete this. When you add to this his years in öykülere konu olan Affan Dede’yi yazdı. Belki de Affan Dede, “35 Yaş” şiiriyle edebiyat Paris, his experiences in the Second World War, Yusuf Çağlar wrote about Affan Dede that we read âleminde ismini duyuran Cahit Sıtkı’nın; Ruşen his illnesses, and the intellectual crises of the era, in stories and poems of the Turkish literature. Eşref’in “Oyuncakçı Affan Dede” hikâyesinden tanot much is left that we can view as strange… nıdığı Üsküdarlı bir attardı. Bu hikâyeyi çoğumuz bilmeyiz. Cahit Sıtkı’nın Affan Dede’sini ise ezber Perhaps Affan Dede was an Üsküdar shopkeeper etmeyenimiz yok gibidir. Şimdi “Affan dedeye para saydım” mısrasını mırıldansak, for Cahit Sıtkı, a poet who became known in the literary world with his poem “35 hemen yanıbaşımızda duran arkadaşımız: “Sattı bana çocukluğumu” diyecektir. Yaş” (35 Years); perhaps he became acquainted with this shopkeeper from Ruşen Eşref’s story “Oyuncakçı Affan Dede” (Toy Seller Affan Dede). However, this is a Sonra şiirin bütün mısraları ilkokul günlerinden hafızamıza sökün edip gelecektir: story that most of us are not familiar with. But Cahit Sıtkı’s Affan Dede; it is as Affan dedeye para saydım, if there is no one who has not memorized this poem. Were one to murmur the Sattı bana çocukluğumu. verse, “I counted out the money to Affan Dede”, another will immediately finish Artık ne yaşım var ne adım; the line: “He sold my childhood to me.” Then, suddenly all of the poem’s verses will appear in our memory, left from our elementary school days: Bilmiyorum kim olduğumu. Hiçbir şey sorulmasın benden; I counted out the money to Affan Dede, Haberim yok olan bitenden. He sold my childhood to me. Bu bahar havası, bu bahçe; Havuzda su şırıl şırıldır. Uçurtmam bulutlardan yüce, Zıpzıplarım pırıl pırıldır. Ne güzel dönüyor çemberim; Hiç bitmese horoz şekerim! (1) Aslında bu şiirin kahramanı olan Affan Dede kimdir, isminin anlamı nedir, mesleği nedir? Ne yer, ne içer, ne yapar boş zamanlarında? Sözü uzatmayalım: Affan kelimesi, Arapça’dan dilimize geçen bir isim. Anlamı ise: “Kötü şeylerden kaçınan, kötülüklerden uzaklaşan, temiz.” Affan Dede’nin mesleğine gelince… O, Cahit Sıtkı’nın şiirinde bir seyyar satıcı olarak çıkıyor karşımıza. Elinde taşıdığı bir camekân içinde rengârenk horoz şekerleri satıyor çocuklara.(2) Cahit Sıtkı Tarancı’nın horoz şekeri satın alıp çocukluğuna doğru hayali yolculuğunun kaynağı budur. Diyarbakır’da yaşadığı çocukluk günlerine, havuz başındaki şenliğe, çemberin peşindeki zamanlarına doğru zıp zıplarıyla geçip gitmesine ramak kalmıştır. “Çocukluk” şiirinin son satırında vurgulanan “Hiç bitmese horoz şekerim!” mısrasında çok daha iyi anlıyoruz şairin kalbinde olan biteni. I no longer have age nor name; I do not know who I am. Don’t ask me anything from I have no knowledge of what goes on. This spring weather, this garden; In the pool, the water gurgles. My kite is higher than the clouds, My marbles shine. How wonderfully my hoop turns; Would that my rooster lollipop never end! (1) But who is this Affan Dede, the protagonist of this poem? What does his name mean, what is his occupation? What does he eat, what does he drink, what does he do in his free time? Let’s get to the point: The word Affan is a name that entered the Turkish language from Arabic. It means: “that which avoids bad things and distances itself from evil; clean.” Bu mısralarda alınıp satılan şeyin bir daha gelmeyecek olan çocukluk günlerinin sevinçli hatıraları olduğunu anlıyoruz artık. Onun için: When it comes to Affan Dede’s vocation… In Cahit Sıtkı’s poem, he appears before us as a traveling salesman. He sells colorful rooster-shaped lollipops to children from a glass case he carries. (2) Purchasing the rooster candy is the source of Cahit Sıtkı Tarancı’s imaginary journey to his childhood. He comes tantalizingly close to rolling off along with his marbles back into his childhood in Diyarbakır, a time of poolside revelry and chasing after hoops. In the emphatic final verse of “Çocukluk”, “Would that my rooster candy never end!”, we gain a much better understanding of what is going on in the poet’s heart. * Yazar 82 Affan dedeye para saydım, Sattı bana çocukluğumu. Artık ne yaşım var ne adım; Bilmiyorum kim olduğumu. * Writer I counted out the money to Affan Dede, He sold my childhood to me. Hiçbir şey sorulmasın benden; Haberim yok olan bitenden.” der şair. Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirinde yalnızca bir imaj olarak var olan Affan Dede, Ruşen Eşref Ünaydın’ın (1892-1959) “Oyuncakçı Affan Dede” hikâyesinde ete kemiğe bürünür. Oyuncakçı Affan Dede, dükkânında Eyüp işi oyuncaklar bulunduran, çocuklara asla veresiye satış yapmayan ve haftanın belirli günleri Mesnevi derslerini aksatmayan, mahallenin çocukları nezdinde aksi bir ihtiyardır. Mahallede onu herkes tanır ve hürmet eder. Bana kalsa “Oyuncakçı Affan Dede” hikâyesinden tanıdığımız Affan Dede’nin aktar dükkânını ilk resmeden de Celâl Esad Arseven (1878-1971) olmuştur. Yedigün dergisinin 14 Mart 1939 tarihli nüshasında 12. sayfada dükkânın içinde bağdaş kurup oturmuştur Affan Dede. Başucunda, âdet olduğu üzere “Elkâsibü Habibullah” levhası vardır. Mangalı, süpürgesi, Eyüp işi oyuncakları, üzerlerinde isimler yazılı ecza kutuları… hepsi yerli yerinde durmaktadır. Affan Dede, gözlüklerini takmış, bir mecmuanın sayfaları arasında büyük bir zatın zikrettiği uzunca bir duayı terennüm etmektedir: Çocukluğumda mahallemizin Mehmet efendi isminde bir aktarı vardı. Bizim için mahallenin en cazip yeri, onun dükkânı ve en sevimli çehresi onun siması idi. Mehmet efendi kısa çember sakallı, bıyıklarının dudak üstüne gelen kısmı fırça ile kesilmiş, Edirne sabunu gibi temiz yüzlü, yanakları kırmızı, ellilik bir adamdı. Dört odalı ve cumbalı eski ahşap evinin altında küçücük bir dükkânı vardı. Kapısının yanına dikili bir asma, dükkânının camekanı üstünde yeşil yapraklarile bir gölgelik yapar ve içerideki eşyayı güneşten korurdu. Dükkâna sağ tarafta küçük bir camlı kapıdan girilirdi. Burada zemini toprak bir küçük yer vardı ki, dükkânın döşemesi bu zeminden diz boyu yüksekte idi. Temizlikten pırıl pırıl parlıyan döşemeler üzerine müşteri çıkmazdı. Gelenler kapının yanındaki döşemeye ilişir ayaklarını Mehmet efendinin toprak zemin üstünde el pençe duran pabuçları yanına uzatarak otururdu. We now understand that what is being bought and sold in these verses are the joyous childhood days, days that will never return. For this reason, the poet says: I no longer have age nor name; I do not know who I am. Don’t ask me anything from I have no knowledge of what goes on. The Affan Dede who exists only as an image in Cahit Sıtkı Tarancı’s poem is embodied in the flesh in Ruşen Eşref Ünaydın’s (1892-1959) story Oyuncakçı Affan Dede. The toy salesman Affan Dede, who has toys made in Eyüp for sale in his shop, never sells to children on credit, never misses his Masnawi classes on set days of the week, and, in the eyes of the neighborhood children, is a cranky old man. Everybody in the neighborhood knows and respects him. In my opinion, the first to depict the general store of the Affan Dede who we know from the Oyuncakçı Affan Dede story was Celâl Esad Arseven (1878-1971). Affan Dede sat cross-legged inside his shop on page 12 of the March 14, 1939 issue of the journal Yedigün. As customary, up near his head is a plaque reading: Elkâsibü Habibullah. His braziers, brooms, Eyüp-made toys, medicine boxes with the names written on top… all are in their proper place. Affan Dede is wearing his spectacles and is reciting a long invocation passed on from a spiritual figure from the pages of a book: In my childhood, our neighborhood had a shopkeeper by the name of Mehmet Efendi. To us, the neighborhood’s most enticing spot was his shop, its most amiable sight the shop’s front. Mehmet Efendi was a rosy-cheeked man in his fifties with a face as clean as Edirne soap, a short round beard, and a moustache which had been trimmed like a brush over his upper lip. Underneath his old, wooden, bay-windowed, four-room house, he had a tiny shop. The green leaves of a vine planted next to the door cast a shadow over the shop window and protected the wares inside from the sunlight. The store could be entered by means of a small glass door Biz Mehmet efendiyi her zaman dükkânın sürme pencereon the right-hand side. Here, there was a small space with a li camekânı önünde tüyleri aşınmış beyaz bir pösteki üzeridirt floor; the shop’s flooring was a few feet above this level. Cahit Sıtkı Tarancı ne bağdaş kurmuş, başında beyaz takkesi, arkasında turuncu Customers would not step up onto the store’s floor, which kaplı elma kürkü ile oturmuş, iki elile göbeğinden yukarı tuttuğu deri kaplı En’am-ı shone from cleaning. Rather they would sit on the floor next to the door, and şerifini okur bulurduk. place their feet by the shoes on Mehmet Efendi’s dirt floor. Sarı toprak kumbaramı kırıp içinden çıkan siyah metelik ve çil kuruşları avucuma alınca doğru Mehmet efendiye koşardım. Bir telâşla pencereyi vurarak Mehmet efendiye seslenirdim. Mehmet efendi burnunun üzerine oturmuş olan gözlüklerinin bir karış yakınında tuttuğu deri kaplı kitabını okumakta ve iki tarafına sallanmakta devam eder, ben muttasıl elimdeki paralardan birini cama ve ayaklarımı münavebeten kaldırım taşlarına vurarak zıplar, o da muttasıl sallanır ve durak noktasına gelip En’am-ı şerifi öperek yanındaki rafa koymadan ve iki elile sakalını sıvamadan pencereyi açmazdı. Sinemalardaki ralanti hareketleri gibi ağır ağır pencereyi yan tarafa sürerken hâlâ dudaklarını oynatarak bir şeyler okumakta devam ederdi. Ben ekseriya Mehmet efendinin dükkânına gelinceye kadar ne alacağımı tayin edemezdim. - Mehmet efendi, derdim, şey, bana şey ver.. Zıpzıp taşı.. Bir de şey nane şekeri, bir defter... bir kurşun kalemi... şey.. boyalı kalem... Meşk kâğıdı... Bir top, bir de düdük. We could always find Mehmet Efendi sitting cross-legged on a white, worn sheepskin in front of the store’s sash window, his white skullcap on his head, wearing his elma kürk (fox fure) cloak, and reading from the leather-bound En’am-ı şerif he held in his hands above his belly. After breaking my yellow clay moneybox and removed the black coins and flecked kuruş pieces from it, I ran straight to Mehmet Efendi. I hastily knocked on the window and called out to Mehmet Efendi, who was sitting reading the leatherbound book that he held exceedingly close to the glasses perched upon his nose; he continued to rock from side to side. I kept jumping up and down, tapping one of my coins on the window and alternately kicking my feet at the stones of the sidewalk. And he kept rocking until he came to a good place to stop; he did not open the window before kissing the En’am-ı şerif and placed it on the shelf beside him, stroking his beard with his two hands. - Allahü maassabirin... Evlât beni şaşırtma, ne istiyorsun sırası ile söyle bakayım. As he unhurriedly slid the window to the side, like the slow-motion shots in the movies, he still continued to move his lips, reciting something. In general I would not be able to decide what I would buy when I arrived at Mehmet Efendi’s shop. Der ve gözlüklerinin üzerinden bana hiddetle bakardı. Mektepteki hocanın bakışını andıran bu bakıştan evvelâ biraz ürkerdim. Fakat Mehmet efendi gözlüklerini çıkarıp gülümseyerek: - “Mehmet Efendi,” I would say. “Give me, um… a hopscotch marker… And a mint candy, a notebook… a pencil… um… crayon… calligraphy paper… one ball, and a whistle.” - Yeni Karagözler kestim ister misin, sana güzel bir Hacivat’la bir Karagöz vereyim? Ramazan da geliyor. Mehmet Efendi murmured, as if he had just been roused from sleep and was not yet fully awake: Uykudan uyanmış gibi henüz kendini toplıyamıyan Mehmet efendi mırıldanarak: 83 “AFFAN DEDE’YE PARA SAYDIM” / “I COUNTED OUT THE MONEY TO AFFAN DEDE” Dediğini işitince hemen şımarır laubalice musahabeye başlardık. Ben, kumbaramdan kaç para çıktığını, bir hafta evvel aldığım Karagözü mektepte oynatırken hocanın yırttığını, eve teyzemin misafir geldiğini, dün akşam evde fincan oynadıklarını, annem sokağa bırakmadığı için şimdi evden gizlice kaçtığımı ve sokak kapısını açık bıraktığım için çabuk olmasını anlatır, telâşlı sözlerimle yine Mehmet efendiyi şaşırtırdım. Mehmet efendi yerinden kalkar, tavana asılı Karagözleri indirir, önüme kor ve içinden istediklerimi ayırmamı beklerken benim gözüm öbür oyuncaklara dalar, Mehmet efendiyi ayakta bekletir dururdum. Dükkânda bizi hayran eden ne oyuncaklar yoktu. Tavana asılmış, raflara dizilmiş kırmızı kursaklı kamış düdükler, mavi kırmızı boyalı arabalar, iplerini çekince küçük tetikleri düşerek şaklıyan kamış tüfekler, tahta kılıçlar, borular, kocakarı zırıltıları, uzanıp kısalan tahta leylekler, emziğinden üflenen bülbül düdükleri, fırıldaklar, insanı eciş bücüş gösteren allı yeşilli yeni dünyalar, aynalı tahta beşikler, dönme dolaplar, hacı yatmazlar, dama taşına benziyen tahta askerler, kurşun tekerlekli sarı toplar, kapsollu tabancalar, topçular, hareli zıpzıp taşları, meşin toplar, düdüklü kamçılar, daha neler... daha neler... Bunların çoğunu Mehmet efendi dükkânının arkasındaki küçük odasında yapardı. (3) Dikkatli bir okuma sonunda hemen şu soru gelir takılır aklımıza: Ruşen Eşref’in hikâyesi 1930’lu yıllarda yayımlandığına göre, Celâl Esad Bey’in “Mahallenin Aktarı” yazısından alınan bir ilhamla “Oyuncakçı Affan Dede” yazılmış olabilir mi? Belki de, Ruşen Eşref’in hikâyesi Celal Esad’a ilham vermiştir. - “Allahü maassabirin... Don’t rattle me, son; tell me what you want, in order, and I’ll have a look,” he’d say, looking at me with irritation over his glasses. At first, I’d be a bit frightened by this look, which was reminiscent of a schoolteacher’s glare. But Mehmet Efendi would take off his glasses and laugh: “I have cut some new Karagöz figures, would you like one? Shall I give you a nice Hacivat and a Karagöz? Ramadan is coming.” Upon hearing this, I’d immediately begin acting in a spoiled way, chatting away saucily. I surprised Mehmet Efendi with my hurried words, explaining how much money had come out of my moneybox, how the Karagöz I’d bought a week ago had been torn up at school by the teacher when I was caught playing with it, that my aunt had a guest at our house, they had played cups at home last night, that I had snuck out of the house because my mother wouldn’t let me go out, and that he’d better be quick, because I had left the street door open. Mehmet Efendi would rise from his spot, take down the Karagöz figures strung from the ceiling and set them in front of me. While he waited for me to pick out the ones I wanted, my eyes would wander over to the other toys, and I would pause, making Mehmet Efendi stand and wait. There were all manner of toys in the shop that entranced us. Red-bellied bamboo whistles hung from the ceiling and lined up on shelves were cars, painted blue and red, bamboo guns whose tiny corks fell with a snap when you pulled their cords, wooden Bu soruların cevabını edebiyat araştırmaswords, horns, wooden storks that lengthİstanbul Oyuncak Müzesi’ndeki şeker kalıpları. / Candy molds, the İstanbul Toy Museum cılarının müdakkik nazarlarına arz ederek, ened and shortened, nightingale whistles, sizlere Ruşen Eşref’in “Oyuncakçı Affan Dede”sini takdim ediyorum. Aynı zaman- windmills, red and green new worlds in which people appeared distorted, woodda bir sosyal tarih uzmanı gibi tahliller yapan Ruşen Eşref’in, eseri kaleme aldığı en cradles with mirrors, ferris wheels, tumblers, wooden soldiers that looked like yıllardaki zihniyet değişikliklerinin de hikâyenin gidişatında önemli bir rol oynadı- checkers pieces, yellow balls with lead wheels, cap guns, soccer players, opalesğını söylememiz yerinde olacaktır. İşte Affan Dede’nin bir donanma gecesinde sır- cent marbles, leather balls, whip and whistle sets, and so much more…. So much more… Mehmet Efendi would make most of these in the small room behind his ra kadem bastığı o kadim zamanlardan sesler ve renkler taşıyan hikâyesi: shop. (3) Çocukluğumuzda bir oyuncakçı Affan Dede vardı. Dükkânı evinin altındaydı. Fakat öyle dar bir dükkân ki Affan Dede öteberi vermek için tümseğinden ayağa kalktı- Upon a careful reading, the question immediately comes to mind: As Ruşen ğı zaman sikkesi tavana asılı İyip beşiklerine, kaynana zırıltılarına değerdi. Esasen Eşref’s story was published in the 1930s, could Oyuncakçı Affan Dede have been yerinden pek az kımıldardı ya! Beyaz Ankara keçisi pöstekisinin üstünde müzeh- written with inspiration taken from Celâl Esad Bey’s The Neighborhood Shophep sülüs bir “Elkâsibü Habibullah” levhasıyla talik bir “Ya Hazreti Mevlâna” hita- keeper? Perhaps Ruşen Eşref’s story was inspired Celâl Esad. bının önünde bağdaş otururdu. Ahıretlikler, uşaklar; tarçın, zencefil, karanfil, hindistan cevizi gibi baharata ait öteberi istediler mi, hayderiyesinin göğsünü kavuşturur, bembeyaz sakalıyla bıyıklarının arasından dudaklarına leylek gagası gibi sarkan beyaz burnuna takılı gözlüğü alnına kaldırır: “Şu ikinci kutuyu çekiver evlat; şu beşinci kutu; bak üst rafta, sana zahmet uzatıver!” derdi. Terazisi, para çekmecesi, diviti, Mesnevisi, yanı başındaydı. Yemeğini küçük bir sinide, önüne getirirlerdi. Ufacık mangalı, yaz-kış yanından eksilmezdi. Kahvesini kendi eliyle pişirirdi. Yaftalarının yazısı silinmiş beş on esmer baharat kutusuyle, beş on tane kavanozu, yirme otuz tane çıngıraklı teneke düdükle, sekiz on tane toprak kumbara, tavana asılı dört beş İyip salıncağıyle, beş altı kaynana zırıltısı, beş altı da kursak düdük, oyuncakçı Affan Dedenin bütün sermayesiydi. Öyle taş bebekti, kurşun askerdi, zilli çengiydi, düdüklü lâstikti falan satmazdı. Gâyet Müslüman’dı. Suret namına bir Karagöz bulundururdu. O da zannederim, Karagöz bizde teamül olduğu için mahzursuz görülürdü. Şarkın nesillere neş’e veren muthik kahramanı camekânda sarkar, her gün akşama kadar Karaca Ahmet Mezarlığına getirilen tabutları, harmanlığa talime çıkan askerleri, Haydarpaşa ile Üsküdar arasında işliyen arabaları seyrederdi. 84 I submit this question to the scrupulous literary researchers to find an answer to these questions, and I present Ruşen Eşref’s Oyuncakçı Affan Dede to the reader. It would be accurate to say that changes in mentality during the years in which Ruşen Eşref penned this work played an important role in the story’s direction; Ruşen Eşref also conducted analyses like an expert in social history. This is a story that transmits all the sounds and colors of these times, times when Affan Dede vanished on one carnival night: During our childhood, there was a toy seller named Affan Dede. His shop was underneath his home. But the shop was so narrow that when Affan Dede stood up from his seat to dispense this or that, his turban would brush against the İyip cradles and rattles hanging from the ceiling. As it were, he hardly ever moved from his spot! He would just sit cross-legged upon his white Ankara sheepskin in front of a gilded plaque in Thuluth Arabic script that read Elkâsibü Habibullah and a calligraphy piece reading Ya Hazreti Mevlâna. When the servants requested this or that spice, such as cinnamon, ginger, cloves or coconut, he would draw his vest closer, and lift the glasses that sat perched upon his white nose – which sagged like a stork’s beak from between his snowwhite beard and moustache to his lips – onto his forehead: “Pull out that second box, son; that fifth box; look up at the top shelf, hand that to me if you please!” he would say. Oyuncakçı Affan Dede’nin ticarette acelesi yoktu. Sabahleyin dükkânını ikide açar, öğleyin kapar, ikindiye doğru gene açar; namaz vakti kapının çengelini tekrar iliştirirdi. Her kapısını açışta beş altı çocuk birden içeriye dalar, dükkâna sinen baharat kokuları içinde uçurtma kağıtları seçerler, çiriş isterlerdi. Akşama doğru alış veriş seyrekleşirdi; çünkü babaları eve dönen çocuklar korkudan dışarıya çıkamazlardı. Yalnız Selimiye’den Nuhkuyusu’na giden taburlardan bir iki çocuk, bevabı kandırırsa bir lâhza girer, iğde, hubbulleziz, amerikan fıstığı, sakız gibi şeyler alırlardı. Oyuncakçı Affan Dedenin dükkânı bazı akşamlar hususî bir kahvehane gibi olurdu. Evine gelince soyunup dökünen kalem efendileri şam hırkalarıyle itfaiye zabitleri mintanlarının üstüne avniyelerini çekerek birer, ikişer toplanırlardı. Orada kahve içilir, sohbetler edilirdi. Hatta Affan Dede’den Mesnevi dinliyen mevlevi muhibbi komşular bile vardı. Babaları yanlarına çocuklarını da almışlarsa Affan Dede’nin elini öptürürler. O da öpülen elini, kişniş şekeri şişesine uzatıp bir avuç hediye verirdi. His scale, money drawer, pen and ink and Masnawi were located by his side. His meals were brought to him on a small tray. His little brazier was never missing from his side, summer or winter. He would prepare his coffee himself. Toy seller Affan Dede’s entire stock consisted of five to ten dark spice boxes whose label writings had been erased, five to ten jars, 20-30 bins of belled whistles, eight to ten clay moneyboxes, four to five İyip hammocks hanging from the ceiling, five to six rattles and five or six craw whistles. He didn’t sell wares like porcelain dolls, lead soldiers, finger cymbals or bells, or tire-and-whistles. He was Muslim through-and-through. He kept one Karagöz for show. And that, I think, was because as Karagöz was a tradition of ours, it was not seen to be objectionable. The comical hero that brought cheer to Eastern generations would hang down from the shop window, each day observing the goings-on until the evening, watching as caskets were brought to Karaca Ahmet Cemetery, soldiers were sent out into the fields for exercises, and boats sailed between Haydarpaşa and Üsküdar. Toy seller Affan Dede was in no hurry when it came to business. He would open his shop at 2 in the morning, close at noon, and reopen Mahallede çok hürmet ve itibar toward the time for the mid-aftersahibi olan Affan Dede’nin hatırınoon prayer; at prayer times he ma geliyor, iki adeti çocuklar için would hook the door’s latch again. çok fenaydı. Biri çeşidi ve biçimleri Each time he opened his door, five eski, evelki nesilleri avutabilen bu or six children would rush inside, oyuncaklar, zamanenin çocuklarıselecting kite papers and asking for na az ve basit gelirdi. Öteki de hiç glue amidst the smell of spices that veresiye mal vermeyişiydi. Çocukpermeated the shop. Toward evelar “oyuncakçı amca, annem misaning, business would slow, for chilfirlikte, şimdicik dönsün getiririm” dren whose fathers had returned diye on paralık pestil isteseler; home were too afraid to go outside. Ruşen Eşref Ünaydın Celal Esad Arseven’in Aktar Dükkanı resmi /Spice Seller painting by Celal Esad Arseven Just a child or two from the droves - “Oğlum maşallah okuma biliyorsun! bak, ne demiş oku” diye iç kapıyı gösterirdi. “Bugün peşin, yarın veresiye” that traveled from Selimiye to Nuhkuyusu would enter for a moment, convinced vaadını gören çocuk boynunu büker: “Ben batakçı değilim oyuncakçı amca, an- by the doorkeeper, and buy things like silverberries, hubbulleziz, peanuts and gum. nem dönsün, vallah şimdicik getirirdim!” der, burnunu çeke çeke giderdi. Fakat bir defa haylazlardan biri: - “Eh, sen de artık çok oluyorsun, canın isterse ver. Ben sanki Ligordan alamaz mıyım? Ucuz da veriyor; veresiye de veriyor; malı da iyi efendi baba” dedi. O çelebi adam bu cüretten bir öfkelensin! Mangalın kenarındaki cezveyi devirerek, tavandaki beşik hevengini sallayarak tümseğinden atladı. - “Git yumurcak, sen de ondan al; başımı ağrıtma!” diye üzerine yürüdü. Çocuk korkusundan pabuçlarını yolda bırakmış, mezarların arasına kadar koşmuştu. Affan Dede nefes nefese yerine çıkıp bağdaşını kurabilmişti. Yeni mahalleden bir aydır buraya gelen Kayserili Ligor, bu kadar az müddette böyle kuvvetli bir yer tutacak mıydı? Bu muhalle kurulurken Affan Dedenin babası tarafından açılan eski bir dükkânı bir kötü Ligor, kökünden sarsacak mıydı? Müşterileri git gide seyreldi, zira Ligorun çeşitleri çoktu; taş bebekler, piyanolar, mantar atan tüfekler, kurunca yürüyen köpekler, ağaç kumparalar, çıkartmalar, yeni, cilalı camekânlarını zarif şekilleriyle süsler, çocukları imrendirirdi. Sonra bütün bu şeyleri veresiye almak ta mümkündü; küçük çıraklar, çocukları analarının başına musallat ederdi. Yukarıda kadın misafirler varken çocuklar merdiven tırabzanlarına asılırlar: “Anneciğim isterim, haydi Ligordan top alacağım” diye vızlanırlardı. Kadınlar, utanarak ododan dışarıya uğrar, misafirler duymasın diye yavaş sesle: “Akşam baban gelir elbet, ben sana gösteririm, boyunu yerler örtesice! haydi defol ne istersen al” diye savarlardı. Sonra her evde aktar Ligorun davası sürülürdü. Bir yerine iki üç yazdığına onluk çukulataları yirmiye sattığına hemen herkes kanidi. Büyükler Ligora “Artık veresiye vermiyeceksin, sonra tanımayız.” diye tembih ettiler. Ligor “Baş üstüne!” der, çıraklara döner, “Duydunuz, parasız zırnık bile vermiyeceksiniz. Gözünüzü patlatırım.” diye çıkışırdı. Aradan bir iki gün geçip bu sözler eskidi mi, Ligor gene usulünce giderdi. İki üç ay içinde o avurt eden beylerden Ligorda öteberi rehin bırakmadık kimse kalmadı. Hatta dulların üçü dördü maaş bile kırdırdılar. Ligor aktar dükkânının karşısına bir de On some nights, toy seller Affan Dede’s shop was more like a coffeehouse. People drank coffee and held conversations there. Writers in their Damascene dervish coats and firefighters with mackintoshes drawn over their shirts would shed their outerwear and gather in small groups. Conversations were held accompanied by coffee. In fact, there were even Mawlawi-loving neighbors who listened to Affan Dede read from the Masnawi. And if the fathers brought their sons with them, they would have them kiss Affan Dede’s hand. And he would reach the kissed hand over to a jar of cilantro candies and give a handful as a gift. I recall that Affan Dede, who was shown great deference and held in high esteem in the neighborhood, had two traits that were particularly bad for children. One was that his toys, which were old-fashioned in variety and type, although able to amuse previous generations, seemed insufficient and simplistic to the children of the day. The other was that he never sold merchandise on credit. If children were to ask for 10 lira of dried fruit candy, saying, “Uncle, my mother is out on a visit, as soon as she returns I’ll bring the money, right away” he would reply, “Son, maşallah, you know how to read! Look and see what it says here, read it,” he would say, gesturing toward the inside door. The child, reading the slogan “Cash today, credit tomorrow”, would bow his head and say, “I’m no crook, toyseller uncle; just wait until my mom comes back, I swear I’d bring the money right away!”, and would leave, sniffling along the way. But once, one of the rascals said: “Geez, that’s just too much; give it to me if you want. As if I can’t buy it from Ligor! He sells it cheap, and also gives credit; and his merchandise is also good, efendi baba.” That well-mannered man became so incensed at this cheek! Knocking over the coffeepot at the edge of the brazier, he swung the cradle string on the ceiling and jumped up from his mound. “Get lost brat, and buy it from him; don’t give me a headache!” he said, walking toward him. The child lost his shoes out of fright, running as far as the cemetery. Affan Dede went back to his spot out of breath and returned to his cross-legged position. 85 “AFFAN DEDE’YE PARA SAYDIM” / “I COUNTED OUT THE MONEY TO AFFAN DEDE” bakkal dükkânı açtı. Ligorun bu mahalleye Zehirli bir örümcek ağı kurduğunu, kırk yıllık müşterileri sinek boğar gibi emdiğini oyuncakçı Affan Dede bilirdi. Fakat vekarı rakibinin aleyhine taşmasına, ahbap gibi konuştuğu adamları kendinden alış verişe kışkırtmasına mâni idi. Her şeyi onların insafına havale ediyordu, hem biliyordu ki Ligor gibi adam kandıramıyacak, faizle para işletemiyecekti. Affan Dede, o senenin Berat kandilinde dükkânının önüne son defa olarak sebil fıçıları dizdi. Doğancılara gidenlere kalaylı küçük maşrapalarla su dağıttı. O gün ne kadar düşünceliydi. Simasına son demlerinin acıklı bezginliği düşmüştü. Zira bir gece evel Haydarpaşada kafayı tütsüliyen Ayaş İshak Bey kapısının önünden geçerken: - “Gene başına Elkâsibü Habibullah’ı as ta altında pinekle, emi? Bak bakalım, lafla peynir gemisi yürür mü? Üç günlük kokmuş Ligor, ocağına incir dikti; sana külâhı şimdi giğdirdi!” diye bağırmıştı. İki gün sonra donanma vardı. Gecesi mahallenin fakir ve öksüz çocukları, kışla boyunda sünnet edilecekdi. İtfaiye muzikası defne dallariyle süslü çardağın içinde alafranga bir hava çalarken sırtında zembil, bir ihtiyar mevlevinin sopasına dayana dayana çadırdan içeriye girdiği görüldü. “Selamünaleyküm” dedi. Kadınlar, erkekler fenerlerin ışığında Oyuncakçı Affan Dede’yi tanıdılar. Zembilini bir karyolanın ayak ucuna koydu, içinden karagözler, kapsol tapancaları, aynalı, yaldızlı İyip beşikleri, kursak düdükleri çıkardı. “Maşallah, maşallah evlâtlar, ne yapalım karınca kaderince, bunlar da size Affan Dede’den yadigâr olsun” diye dükkânın son sermayesini sünnet çocuklarına dağıttı. Atlı tramvaylarla, piyanolarla oynıyan çocuklar, dedenin oyuncaklarını şöyle bir kenara koydular. Kadınlar “Allah razı olsun, Allah ne dileğin varsa yerine getirsin!” diye dua ediyordu. Affan Dede: “Bizden artık geçti, nasip bu kadarmış!” dedi. Sonra gene boş zembilini umuzuna vurdu. “Eyvallah evlâtlar!” diye elini göğsüne basarak karanlıklara karıştı. (4) DİPNOT: (1) “Çocukluk”. Cahit Sıtkı Tarancı. Otuz Beş Yaş. İstanbul: Varlık Yayınları, 1956. s. 101-102 İstanbul Oyuncak Müzesi’ne gitmek imkânı olanlar, horoz şekeri yapımında kullanılan şeker kalıplarını karşılarında bir sergi malzemesi olarak görünce hiç şüphesiz, hayretlerini ve heyecanlarını gizleyemeyecektir. Çocukluk günlerinin o efsane şekerlerini tek bir kalıpta hayal etmek biraz üzücü de olsa, tanıdık bir dostu görmenin burukluğu hissediliyor dilimizde, damağımızda... (2) “Oyuncakçı Affan Dede”. Ruşen Eşref [Ünaydın]. Güzel Yazılar. Haz. Süleyman Şevket. Cilt:1. İstanbul: Türkiye Matbaası, 1934. 81-85. (3) (4) “Mahallenin Aktarı” Celâl Esad [Arseven]. Yedigün 314 (14 Mart 1939): 12-13. Could Ligor, who was from Kayseri and had come one month before from another neighborhood, come to occupy such a mighty place in such a small amount of time? Would one bad Ligor shake the very core of the old shop that had been opened by Affan Dede’s father when this neighborhood was being established? Customers started to dwindle, for Ligor’s selection was expansive; children were entranced by porcelain dolls, pianos, guns that shot corks, dogs that walked, wooden moneyboxes, and stickers in new, polished glass cases decorated with elegant shapes. And then, it was also possible to procure all of these things on credit; young apprentices set the children to nagging their mothers. When there were women guests upstairs, the children would hang over the staircase rails, whining, “Mommy I want it, please, I’m going to get a ball from Ligor.” Embarrased, the women would exit the room, and whisper so that the guests wouldn’t hear, shooing them away: “Your father will be home tonight, I’ll show you – you’ll get what’s coming to you! Hurry, get out of here, get whatever you want.” Then, the Ligor case went on trial in every household. Everyone would immediately decry his tallying two or three instead of one lira, and selling chocolates worth ten for twenty. Adults would admonish Ligor, saying: “You’re not going to give credit anymore, we won’t acknowledge it.” Ligor would say, “Certainly!” and turn to his apprentices, scolding: “You heard; you won’t give even the smallest thing without taking payment! I’ll give you a whipping!” It would only take a day or two before these words would fade, and Ligor would return to his habits. Within two or three months, all of those gentlemen who had spoken so strongly to Ligor had eventually dropped off this or that to pawn at his store. In fact three or four widows drew advances on their salaries there. Ligor also opened a grocery across the street of his general store. Affan Dede knew that Ligor had spun a poisonous spider web in the neighborhood, that he sucked up customers of 40 years as if smothering flies. But his dignity prevented him from striking out against his competitor, from coaxing those who were friendly with him to do their shopping at his store. He left everything up to their justice; he also knew that a man like Ligor wouldn’t fool them and wouldn’t get them to incur interest. On Laylatu’l Bara’ah of that year, Affan Dede lined up the drinking water barrels outside his shop for the last time. He distributed water with small tin cans to people going out to the hunt. How thoughtful he was that day. You could see the sadness of one who is about to depart. For, the night before, Ayaş İshak Bey, who had gotten drunk at Haydarpaşa, had shouted as he passed the storefront: “So it’s hanging an Elkâsibü Habibullah up and sleeping underneath it again, is it? Let’s see, will empty words fill an empty stomach? Ligor has got you where he wants!” Two days later, festivities were held. That night, the neighborhood’s poor and orphaned children were to be circumcised out in the meadow. As a band of firefighters played a European tune inside the arbour, decorated with bay leaves, he was spotted with a woven basket upon his back, leaning on an old Mawlawi cane as he entered the tent. “Selamünaleyküm,” he said. The women and men recognized Toy Seller Affan Dede in the lanterns’ light. He set his basket down upon the foot of a bed frame, and pulled out Karagöz figurines, cap guns, cradles with plated mirrors, and crow whistles. “Maşallah, maşallah children, this is the little we can do– let these be keepsakes from Affan Dede to you all!” he said, and distributed his store’s remaining merchandise to the children at the circumcision. The children, who were playing with horse-drawn trams and pianos, set Affan Dede’s toys to one side. The women were saying prayers for him: “May Allah be pleased with you, may Allah grant any wish that you have!” Affan Dede said: “The matter is beyond us; this was the extent of fate!” Then he again slung his empty basket over his shoulder. “Goodbye, children!” he said, pressing his hand against his chest and disappearing into the darkness. (4) FOOTNOTES: “Çocukluk” (Childhood). Cahit Sıtkı Tarancı. Otuz Beş Yaş (Thirty-Five Years). Istanbul: Varlık Publications 1956. 101-102 (1) When those with the opportunity to travel to the Istanbul Toy Museum see the candy molds used in making rooster candy, they will doubtlessly be unable to disguise their astonishment and wonder. Even if it is a touch sad to think of those legendary candies of the childhood days as a single mold, the sadness at seeing such a familiar friend is felt on our tongue and palate... (2) “Toy Seller Affan Dede”. Ruşen Eşref [Ünaydın]. Güzel Yazılar (Good Writings). Haz. Süleyman Şevket. Volume:1. İstanbul: Türkiye Publishing House, 1934. 81-85. (3) (4) 86 “The Neighborhood Shopkeeper” Celâl Esad [Arseven]. Yedigün 314 (14 March 1939): 12-13. BİR ŞAİR OLARAK MİMAR SİNAN İskender PALA MİMAR SİNAN AS A POET İskender PALA BİR ŞAİR OLARAK MİMAR SİNAN / MİMAR SİNAN AS A POET BİR ŞAİR OLARAK MİMAR SİNAN MİMAR SİNAN AS A POET Prof. Dr. İskender PALA* Prof. İskender PALA* Ustalar ustası Sinan, şiir okur muydu bilmiyorum. Süleymaniye’yi yaparken istik- I do not know whether the master of masters Koca Sinan, read poetry or not. balin sultanu’ş-şuarası Bakî, genç bir molla olarak onun bina eminliğini yapmış- While he was building Süleymaniye, Bakî, a young mullah at that time, the sultan tı. Osmanlı coğrafyasının dört bir bucağına kondurduğu manzumeleri düşündük- of poets, was working as the official in charge of this building. When we think çe, büyük ustanın ritmik mimarî çizimlerini aruzun ahenginden uzak görmeye yü- of the poems that he imprinted on every corner of Ottoman geography, it is not reğimiz el vermiyor. İhtimal o, altın çağın söz uspossible to contemplate the rhythmic architecturtalarına bakarak, çıldırtıcı güzellikleri keşfetmekal drawings of the great master as separate from Mimar Sinan, eşyaya şair gibi bakmasını bilmişti te melekiyet kesbetmişti. the harmony of prosody. When we examine the galiba. Yoksa eserlerindeki bunca şiiriyet, nasıl ruh master of the words of the golden age, it is likely Sinan şair olsaydı, onun divanında Selimiye tevbulsundu? that acquired an angelical aspect when discoverhit, Süleymaniye münacat, Şehzade Camii de naat It seems that Sinan knew how to look at structures ing these maddening beauties. olurdu. Sonra dizi dizi köprüler, imaretler, türbeas a poet. Otherwise how could his pieces be so ler, sebiller... Her biri bir gazel tertibinde sayfaları If Sinan had been a poet, his diwan, Selimiye poetic, so full of soul? doldurur; ardınca kıt’alar, musammatlar, müfretwould be a compilation, Süleymaniye would be ler sökün eder gelirdi. Tezkiretü’l-Bünyan onun a fervent prayer addressed to God, and Şehzade eserlerini bir divan tertibinde, şu kadar kaside, şu kadar gazel, şu kadar rubaî Mosque would be a poem written for the Prophet. In addition to these, there was dercesine sayar: 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 22 türbe, 7 darülkurra, 17 ima- a series of bridges, mausoleums, public fountains… If they were an ode, each ret, 3 darüşşifa, 7 su yolu ve kemeri, 8 köprü, 15 kervansaray, 33 saray, 32 ha- would fill pages, and quatrains and different meters of poetry (musammar, mümam, 6 mahzen. 9 Nisan 1588’de 92 yıllık fâni ömrünü tamamladığında Sinan’ın fret) would appear, flowing. In the scheme of the divan, the Tezkiretü’l-Bünyan would be considered master poetry; many would be eulogies, many odes and mürettep divanında bu kadar vedia bulunuyordu. many quatrains: there are 84 mosques, 52 masjids, 57 madrasahs, 22 mausoleO, eşyaya şair gibi bakmasını bilmişti galiba. Yoksa eserlerindeki bunca şiiriyet, ums, 7 Qur’an reading rooms near the madrasahs, 17 poorhouses, 3 hospitals, 7 nasıl ruh bulsundu? O şiiriyettir ki ardından yüzlerce şaire konu olmuş, evlatları water-courses and aqueducts, 8 bridges, 15 caravansaries, 33 palaces, 32 Turkyıllar yılı ustalığına şiirlerden gergefler dokuyup durmuşlar. Sinan Şiirleri Antoloish baths, and 6 storehouses. When his mortal life of 92 years came to an end on jisi, dünya durdukça her yıl yeniden tertip edilse sezadır. Çünkü gök kubbenin al9 April, 1588, in his rewritten diwan, this is what he left as a trust to us. tında şiir var olduğu müddetçe, şairler Sinan’ı, Sinan’ın abidelerini anlatmaktan It seems that Sinan knew how to look at structures as a poet. Otherwise how geri durmayacaklardır.: could the poetry on his pieces be so full of soul? He created such a poetical texBu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır ture that it became the subject for hundreds of poets, and his sons weaved tamŞu mihrâb Sinanüddin, şu minare Sinan’dır bours with poems, lauding his mastership. It would be worthy of Sinan to form an Sinan şair olsaydı ve Tezkiretü’l-Bünyan’ı Nakkaş Mustafa değil de kendisi yaz- Anthology of Poems again and again, every year, forever and ever, because, as mış bulunsaydı, ihtimal, orada Bakî konuşuyor sanırdık. Ama Sinan yazmayı de- long as poems exist under the open sky, the poets will continue to speak of Sinan ğil, çizmeyi yeğledi ve ardından, çizimleri hakkında yüzlerce eser yazıldı. Sinan, and his monuments. They will not abstain from saying: inşa etmeseydi estetik anlayışımızın bir yanı eksik kalırdı şüphesiz. O taşlar yeriThese books are Fatih, Selim, and Süleyman. ne kelimeleri yan yana veya üst üste koyuyor olsaydı adı şiir olan abideler ortaThis mihrab is Sinanüddin while that minaret is Sinan. ya çıkardı. Ve o abideler ortaya çıkmasaydı nakkaşlarımız, müzehhiplerimiz, hattatlarımız, hakkâklarımız, bu derece mahir olabilirler miydi? O kurmamış olsaydı If Sinan had been a poet and if he had written Tezkiretü’l-Bünyan, and not Nakkaş herhâlde semalarımız, sularımız öksüz kalırdı. O inşa etmeseydi, Türk sanatını ve Mustafa, we would probably think that this was Baki speakıng. However, Sinan preferred drawing to writing; however, later, hundreds of pieces were written kudretini asırlar boyunca kim dünyaya hatırlatır dururdu? about his drawings. If Sinan had not built, one part of our sense of aesthetics Bir gün Sultan Süleyman, Mimarbaşı Koca Sinan’ı huzura alıp sordu: would certainly be missing. If he had piled up words instead of rocks, then monu— Bak a mimarbaşı! Şehzadeler güzidesi Mehmet’im için yaptığın cami gibi bir ments, known as poems, would have emerged. And if those monuments had cami de biz arzularız. Ne dersüz? not been created, could our muralists, illuminators, calligraphists and engravers — Belî hünkârım. Devletinizde her şey yapılmak mümkündür. İllâ kulunuzu cihan- have become this skilful? If he had not established all of these, our skies and değer iltifatınız ve itimadınızdan ırak tutmayasuz. waters would probably have been left as orphans. If he had not built, who would Birkaç ay sonra 1550 yılı Haziran’ının on üçüncü Cuma günü, Şeyhülislâm Ebus- constantly have made the world remember the art and might of the Turks? suut Efendi, İstanbul ufkunun en gözde tepesinde bir temele ilk taşı koyuyordu. Adı, Süleymaniye olacaktı. Yıllar akıp geçerken, mimarbaşı bir yandan cami ile meşgul oluyor; diğer yandan ülkenin dört bir yanındaki imar faaliyetlerini yürütüyordu. Meyveli ağaç taşlanır, derler; onu kıskananlar, camiin vüs’atine, hele kubbe kutruna baktıkça ellerine fırsat geçmiş misillu şayialar çıkartıyor, entrikalar döndürüyorlardı. Veziri* Yazar 88 One day Sultan Süleyman summoned the head-architect Sinan into his presence and asked him: “Head architect, look! We desire a mosque like the one you have built for my dear, cherished prince, Mehmet. What do you say?” “Of course, my Sultan. Anything can be accomplished in your State. Please do not deprive your humble servant from your compliments or confidence that are worth the universe.” * Writer azam Rüstem Paşa, onun hünkâr katındaki itibarını kıskanıyor ve böyle vüs’atli bir binada böyle cesim bir kubbenin durmasının muhal olduğuna dair dedikodular yaydırıyordu. Sinan Ağa ise bunlara pek aldırmıyor, yanında çalışanlara moral veriyordu: — Bu kubbe nice asırlara mukavemet eyler; zira ehl-i İslâm’ın kubbeye yükselen duaları onu tutar. Ahmakların lâfına asla ve kat’a itibar etmeyesiz! Sinan, yaptığı esere âşık olmuş gibiydi. Zaman ilerledikçe bütün günlerini orada geçirmeye, milimetrelere indirgediği statik hesaplarını tatbike başlamıştı. Taş yontucuların çekiç ve keski sesleri bir musiki ahengine tahvil olunmuş, kulağında yeni şarkılar besteliyordu. İçinden, — Sultanımıza seza eserin, tam ve mükemmel olması gerekir, diye tekrarlıyordu durmadan. Mabetteki çinilerin zarafeti göz kamaştırıyor, cidarlarında hattat Karahisarî ve talebesi Hasan Çelebiler bedialar yaratıyorlardı. Altı küsür yıl böylece akıp gitti. Külliyenin kütüphanesi, medreseleri, hamamı, türbesi, velhasıl bütün müştemilatı tamamlanmıştı. Ancak cami bitmediği için hiç biri göze görünmüyor, yaşı ilerleyen padişah sabırsızlanıyor, bir an evvel milletine böyle bir âbide sunmanın huzurunu yaşamak istiyordu. Öte yandan vezir ve adamları işi iyiden iyiye azıtmışlardı. — Sinan bu işi başaramayacak, onun için ağırdan alıyor, başka işlerle uğraşıyor, diyorlardı. After a few months, on the thirteenth of June, a Friday, in 1550, the Sheikh-ulIslam Ebussuut Efendi placed the first stone of the foundation that was being laid on the favorite hill of the skyline of Istanbul. This was to be Süleymaniye. As the years passed, the head-architect dealt with the mosque, while continuing his public work activities throughout the depth and the breadth of the country. It can be said that the tree-bearing fruit is the first to be struck; looking at the expanse of the mosque, and, in particular, the diameter of the dome, some people became envious and spread rumors and plotted against him every opportunity they had. The grand vizier, Rüstem Pasha, was envious of the esteem Koca Sinan had gained in the eyes of the sultan and thus he began to spread rumors that such a gigantic dome could not possibly remain on a mosque of such an expanse. However, Sinan Agha did not mind these rumors and he buoyed up the people working with him: “This dome will remain standing throughout many centuries because the prayers of Islam that rises through the dome will hold it in place. Thus, never give credit to the words of the fools!” It was as if Sinan had fallen in love with this monument that he was building. As time progressed, he started to spend all of his days there and began to carry out his calculations, down to the very millimeter. The sounds of the hammers and chisels of the stonemasons were transformed into the harmony of music; they were composing new songs in his ears. From within, he was continuously repeating: “For a monument to be worthy of our sultan it should be perfect.” Süleymaniye Camii / Süleymaniye Mosque 89 BİR ŞAİR OLARAK MİMAR SİNAN / MİMAR SİNAN AS A POET Üsküdar Mihrimah Sultan Camii / Üsküdar Mihrimah Sultan Mosque Bir gün padişah, apansız çıkageldi. Sinan, mihrap ve minberin tanzimi ile meşguldü. Usta, önlüğünü çıkarıp cümle kapıda etek öptü. Hünkâr, hiddetinden alev alev gözlerle sordu: — Ne içün benim camiim ile mukayyet olmayup mühim olmayan nesnelerle vakit geçirürsüz. Ceddim Fatih Sultan Mehmet Han’ın mimarı sana numune yetmez mi? Bana, bu bina ne zaman tamam olur, tiz haber ver; yoksa sen bilirsin! O anda Sinan’ın ağzından şu kelimeler dökülüverdi: — Saadetlû hünkârımın himmeti ve duası berekatıyla iki ay sonra tamamdır inşallah! Yakınındaki kalfaları ve ağaları müdahale ettiler: — Mimar Ağa, bir iyi düşün. Efendimiz ne der, işitirsin hele? Sinan, sözlerini tekrarladı: — İki ay tamam olunca, cami-i şerifiniz dahi tamam olur hünkârım. Sinan gerçekten sözünde durdu ve iki ay sonra hünkâra dövme gümüşten bir çift anahtar sundu. 90 The elegance of the tiles on the shrine was dazzling, and the Calligrapher Karahisari and his pupil Hasan Çelebi were creating aesthetic artworks on its walls. Approximately six years flew by like this. The library, the madrasahs, the Turkish bath, the mausoleum and all the other components of the Islamic-Ottoman social complex were completed. However, because the mosque had not yet been completed, the components were not visible and the aging sultan was becoming impatient, wanting to experience the tranquility of presenting this grand monument to his people as soon as possible. On the other hand, the grand vizier and his men were continuing to spreading rumors. They were saying: “Sinan will not be able to make it; this is why he is dragging his feet and becoming involved with other works.” One day, the sultan suddenly appeared. Sinan was busy arranging the altar and the mimbar. The master architect removed his apron and went to greet the sultan at the main door, kissing the hem of his robe. Flames of rage sparking from his eyes, the sultan asked: “Why are you spending time on other works instead of tending to my mosque? Is not the mosque built by the architect of my ancestor Fatih Sultan Mehmet Khan an example enough for you? Tell me is this building going to be finished as soon as possible - or it will be your funeral!” Üsküdar Mihrimah Sultan Camii /Üsküdar Mihrimah Sultan Mosque At that moment, the following words poured from Sinan’s mouth: “With the profusion of the benevolence and prayers of my sultan, the Holiness, insh’Allah it will be completed in two months! The master builders and aghas that were standing close to him intervened and said: “Chief Architect, think calmly. Do you hear what our sultan is saying?” Sinan repeated his words: “Before two months have passed, your mosque will be ready my sultan.” Sinan kept his word and after two months he handed over the two silver keys to the sultan. İbrahim Paşa Sarayı/ İbrahim Pasha Palace O asrın yarısına kadar bütün dünyanın tek eser kabul ettiği Bizans soylu Ayasofya’yı gölgede bırakan Süleymaniye ibadete açılacak ve 8 Haziran 1557 günü ilk Cuma namazı kılınacaktı. O gün muhteşem hükümdar, elinde tuttuğu anahtarları koca mimara uzatırken şöyle diyecektir: — Berhudar olasın Sinan! Devrimde senin gibi bir mimar yetişmiş olmasından iftihar ediyorum. Bu bina eylediğin Beytullah’ı, dua ile yine senin açman muradımdır. Buyur! Dualar, Sinan’ın şiirsel ahengiyle birleşerek o müstesna kubbede çınlamaya başladı ve kıyamete dek okunacak bir münacat, tamam oldu. Sinan, o gün altmış yedi yaşında idi ve geride daha nice mimarî beyitler, rubaîler, musammatlar yazmak için 31 yıllık ömrü vardı. Tevhit için ise önce II. Selim’in Edirne’ye gelmesi ve deha tuğlalarının estetik ocağında 17 yıl daha pişmesi gerekecekti. Süleymaniye, which overshadowed the noble Haghia Sofia of Byzantium, a building that was accepted by the entire world as the grandest monument until the middle of that century, was going to be opened for worship; on 8 of June, 1557, the first Friday prayer was performed. On this day, handing the keys back to the great architect, the magnificent sultan said: “Be prosperous Sinan! I am so proud that an architect like you has lived in my period. It is my desire that you open this house of God which you built with your prayers. Please open the door!” Uniting with the poetic harmony of Sinan, the prayers started to resound under that exceptional dome and a fervent prayer addressed to God which was to be read until the Day of Judgment had been completed. Sinan was sixty-seven years old on that day; he would live for another 31 years to write many more architectural couplets, quatrains, and various meters of poetry. For his fervent prayer that would be addressed to God to be created it was first necessary for Selim II to come to Edirne, and the bricks of brilliance had to be cooked in the oven of aesthetics for another 17 years. After that day, the name of Koca Sinan became a legend; many tales have been told about his monuments over centuries. I am sure that you are familiar with one or two of them as well. Sinan adı, o günden sonra efsane oldu, eserleri hakkında asırlarca efsaneler anlatıldı. Onlardan en az birini mutlaka siz de biliyorsunuzdur. 91 DÜNYA MİRAS ALANINDAN YENİLEME ALANINA SÜLEYMANİYE/ SÜLEYMANİYE FROM AN AREA OF WORLD HERITAGE TO AN AREA OF RENEWAL Süleymaniye Külliyesi Türk kültüründeki kent kavramını aydınlatan en önemli kentsel örgütlenme örneği olarak çevresindeki dokuyu da değiştirmiş, konut yoğunluğunu arttırarak Haliç’e doğru yönelen yeni bir doku ve siluet ortaya çıkarmıştır. İstanbul’un üçüncü tepesinde, Süleymaniye Külliyesi’nin çevresinde adını külliyeden alan tarihi Süleymaniye semti, Süleymaniye, Kalenderhane, Molla Hüsrev, Hoca Gıyasettin, Demirtaş, Hacı Kadın, Sarı Demir ve Yavuz Sinan mahallelerinden oluşmaktadır. Süleymaniye 17. yy.ın ilk çeyreğine kadar burada ikamet eden ulemanın saygınlığı ile bağlantılı olarak şehrin en önemli ve seçkin semti olmuştur. Bölgenin limana ve ticari merkeze yakınlığı nedeniyle, Süleymaniye çevresinde geniş zanaatkâr ilişikleri, ticarethaneler ve dükkânlar yer almıştır. Buna bağlı olarak da semtin Haliç’e doğru inen yamaçlarında ise tüccar evleri ve konakları bulunmuştur. Semtte Türk şehir yerleşiminin teşekkül prensibine uygun olarak, özellikle çıkmaz sokakların organizasyonu ile içe dönük bir mesken gruplaşması söz konusu olmuştur. Bu doğrultuda büyük camiler etrafında, medrese, kütüphane ve hastane ile bir bütün meydana getiren, konutların bir yapı topluluğu etrafında kümeleşmesi kuralı Süleymaniye Külliyesi çevresinde odaklanan konut dokusu için de geçerli bir düzendir. İstanbul’un geçirdiği büyük yangınlarda ulaşımı engellediği için çıkmaz sokakların yapımının yasaklanması ve mevcut olanların açılmasına rağmen, sokakların günümüzde dahi Süleymaniye Camii odak noktası olmak üzere, çevreyi sardığı fark edilebilmektedir. Böylelikle Süleymaniye; mahalle grupları, cami, ona bağlı mezarlığı, imareti ve alışveriş merkezi ile kendi sivil ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak tesislere sahip olan Türk şehri kavramına uygun bir çekirdek yapılanma göstermektedir in social-religious complexes. As the most symbolic structure of the empire, its position within the landscape is a dominant element that makes up the most beautiful silhouette of the city. On the other hand, the complex was constructed as one of the greatest building sites. Not only has the most effective system and building economy in structural techniques of the classical Ottoman period been documented, this structure is also a unique witness in that it tells of the social and symbolic role of the great sultans’ waqfs in the life of the Ottoman city. The Süleymaniye Complex, as the most important example of urban organization that illuminates the urban concept in Turkish culture also changed the texture of its surroundings; the frequency of the number of buildings increased, creating a new texture and silhouette that reached towards the Golden Horn. On the third hill of Istanbul the region is formed from the historical Süleymaniye region, which takes its name from the Süleymaniye Complex, and the Kalenderhane, Molla Hüsrev, Hoca Gıyasettin, Demirtaş, Hacı Kadın, Sarı Demir and Yavuz Zinan neighborhoods. Süleymaniye was the most important and distinguished region due to its connection with the members of the ulama (scholars) who resided here until the first quarter of the 17th century. Due to the region’s proximity to the ports and trade centers, there were well-developed artisan relationships in the area, as well as trading establishments and shops. In connection with this, merchants had houses and mansions on the hills that descended towards the Golden Horn. In keeping with the formative principle of Turkish urban settlement, in the region there were groupings of residences that turned inwards and were organized as cul de sacs. The general rule was that centers were created with madrasahs, libraries and hospitals around the large mosques Süleymaniye’nin bölge dokusuna seçand the houses were arranged in cluskinlik kazandıran en önemli kentters of buildings. Even though, as the sel öğelerinden biri ulema ve rical kodead-end streets impeded access in naklarının pek çoğunun burada buluthe great fires that Istanbul frequently nuyor olmasıdır. Geç dönem Osmansuffered from, the cul de sacs were lı toplumunda özel bir yeri olan bu koprohibited and the existing ones were naklar yakın çevrelerinin sosyal meropened, today we can notice the way kezi konumunda olmuşlardır. Bu kothe streets focus on the Süleymaniye nakların mahallenin yaşamı üzerinde Mosque, surrounding it. Thus, Süleybüyük bir katkıları olmuş; bu konakmaniye appears before us as a nucleus ların büyüklüğü sahibinin zenginliği19. yüzyılda Süleymaniye / Süleymaniye in 19th. Century that is in keeping with the Turkish ne ve politik gücüne göre değişmiştir. urban concept which worked within Konakların bazıları, saray ölçeğine ulaşırken bazıları da İstanbul’da çok rastla- neighborhood groups; a mosque, the cemetery associated with it, a soup kitchen nan bir ev tipi olan mütevazı ölçeklerdeki konaklardır. Yakın zamanlara kadar and a shopping center which would meet social and civilian needs. Süleymaniye’de de önemli örnekleri olan bu büyük konutlar ailelerin parçalanması, yangın arsa ve yapı spekülasyonları nedeniyle hemen hemen tümüyle yok The most important urban component that makes the texture of the Süleymaniolmuşlardır. Süleymaniye’de bugün hâlâ mevcut olan Kayserili Ahmet Paşa Ko- ye region superior is that many of the mansions of the ulama and noblemen were nağı ve Hayriye Hanım Konağı Süleymaniye’nin konut dokusu içinde kalan birkaç located here. The regions close to these mansions, which held a special place örnekten biri olması açısından çok özel bir yere sahiptir. Bugün mevcut olmayan in late-period Ottoman society, formed a social center. These mansions made çok sayıdaki rical konağından Ethem Paşa, Emin Bey, Mebus Münir Bey, Nuri Bey an important contribution to life in the neighborhoods; the size of the mansions changed according to the wealth and political power of their owners. While some konakları ise isimleriyle tespit edilen önemli örneklerdendir. of the mansions attained the dimensions of palaces, others were manors of more Süleymaniye 17. yüzyıldan itibaren bölgede çıkan yangınlar sebebiyle büyük ölhumble dimensions, similar to the houses which could be frequently encountered çüde doku değişimine uğramıştır. Nüfusun artması ve yapı yoğunlaşması sonuin Istanbul. Up until today these large mansions, which were important examples cunda ahşap konut dokusu bölge için tehlike unsuru olmuştur. 19. yüzyılda İsin Süleymaniye, were almost all destroyed by fire or land and building speculatanbul bütününde gerçekleştirilen kentsel rehabilitasyon çalışmaları kapsamıntion. The Kayserili Ahmet Paşa Mansion and the Hayriye Hanım Mansion, which da, büyük tahribat yapan yangınların önlenmesi, yeni kent içi ulaşım araçlarının gereksinimini karşılayacak şekilde yolların geliştirilmesi, kentin artan nüfusunu are still standing in Süleymaniye today, hold a very special place from the aspect barındırmak üzere kent çevresinde yeni mahallelerin sistemli bir şekilde kurul- of being one of the few examples of such buildings remaining within the building ması hedeflenmiştir. 19. yüzyıla kadar topografik eğilimlerine uygun olarak ge- texture of Süleymaniye. Of the many mansions of noblemen that are no longer lişen Süleymaniye, bu tarihten sonra ana arter ve anıtsal yapıları etkilenmemek standing today, the Ethem Paşa, Emin Bey, Mebus Münir Bey, Nuri Bey mansions suretiyle yol genişletme çalışmaları, aydınlatma ve imar durumuna ilişkin düzen- are important examples which can be identified by name. lemelere sahne olmuştur. 92 Due to the fires that broke out from the 17th century on, Süleymaniye experienced TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI Metin ERİŞ A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD Metin ERİŞ 93 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI / A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD Dr. Metin ERİŞ Dr. Metin ERİŞ Türk Dünyası Kültür Atlası projesi büyük bir hayal ile başladı. Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1985 yılında, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu ile bir avuç idealistin devlet ve sivil toplum kurumlarının dinamiklerini birleştirerek daha hızlı ve büyük projelere yön vermesi amacıyla kurulmuştu. Vakfın Yönetim Kurulu toplantılarını bir “Türk Medeniyeti Kültür Parkı” kuruluşu hülyası süsledi. Kültür Bakanlığı’nın desteği ile 1991 yılının sonbaharında 70 kişilik bir bilim ve uzmanlar heyeti İstanbul’da böylesi bir parkta bulunması gereken nesneleri tespit etmek amacıyla toplandı. Çoğu vakıf yöneticilerinden oluşan bir “İcra Kurulu” teşekkülüne ve bunun Umumi Heyete en kısa zamanda yapılabilirlik raporu sunmasına karar verildi. The Cultural Atlas of the Turkish World project began as a dream. The Foundation of Service for Turkish Culture was established in 1985 by Mükerrem Taşçıoğlu, the Culture and Tourism Minister of that period; several idealists brought together the dynamics of state and non-governmental organizations in an aim to direct more rapid and larger projects. The board meetings brought forward the dream of establishing a “Turkish-Civilization Culture Park.” In the autumn of 1985, with support by the Ministry of Culture, a committee of seventy academics and experts came together in order to define the objectives of locating such a park in Istanbul. An executive board, consisting mainly of foundation executives, decided to present a feasibility report to the organization and board of directors at the earliest possible date. Fakat böyle bir Kültür Parkı’nın kuruluşu için yapılacak çalışmaların başlangıcından itibaren ortaya çıkan gerçekse “Türk Medeniyeti ve Kültürü” sahasının tarih- However, a fact which emerged at the very beginning of the investigations to çilerimiz tarafından müteselsil bir seyir içinde ele alınmamış olduğuydu. Böyle bir establish this park was that historians had not carried out consistent research durumda, kurulacak Kültür Parkı’ndaki tercihlerin tam anlamıyla doğruları dile ge- into the field of “Turkish Civilization and Culture”. Under such conditions, it was tirmesinin güçleşeceği açıktı. Yapılan araştırmaların ortaya çıkardığı güçlük karşı- clear that expressing ideas about the future Cultural Park would be very difficult. sında, tam bir yıl sonra, bir önceki toplantıya katılan bilim adamları ve uzmanlara In view of the difficulties that emerged during these studies, exactly a year later 30 civarında isim ilâve edilerek bu defa 100 kişilik yeni bir bilim grubu toplantıya an additional thirty members joined the academics and experts who had particiçağrıldı. İcra Heyeti’nin yapmış olduğu tespitlerin gündeme getirildiği tam günlük pated in the previous meeting; this time a new group of a hundred experts joined müzakereler sonunda varılan sonuç “Türk Medein the meeting. As a result of the day-long discusniyet ve Kültür Tarihinin” bilinen tarihi geçmişinsions carried out by the executive committee it Şurası muhakkaktır ki Türk Dünyası Kültür Atlası den günümüze inceletilerek ele alınması ve bunun was agreed that the common history of “The Hisprojesi, devlet kurumlarının projenin hacmi dikkate neşredilmesi; sonrasında da “Kültür Parkı’nın” yetory of Turkish Civilization and Culture” should be alındığında hemen hemen hiç denilecek derecedeniden gündeme getirilmesi yönündeydi. İcra göreresearched from the past to the present and pubki katkılarına rağmen, sahasında bir ilk olarak ebevi, ise Türk Kültürüne Hizmet Vakfı yönetim kurulished; only then could the subject of a “Cultural diyete uzanacaktır. luna veriliyordu.. Park” be put forward. The duties of the committee However, it is clear that even if we take into considwere to be undertaken by the executive board of eration the volume of state organization projects, Böylece “Türk Tarihi Coğrafyası Kültür Parkı” proalmost no contributions were made to the Cultural the Foundation of Service to Turkish Culture. jesi “Türk Dünyası Kültür Atlası”na dönüştü. Türk Atlas of the Turkish World project; this will always Therefore, the “Turkish History Geographic CulKültür ve Medeniyet Tarihi, ne yazık ki yıllar içeribe a first in this field. tural Park” project was transformed into the “Culsinde ne bilim adamlarınca, nede devlet kurumtural Atlas of the Turkish World.” Unfortunately, larınca müteselsil bir bütünlük içinde ele alınmaover the years, the history of Turkish culture and civilization was not seen to be mıştı. Uzman ve akademisyenlerle arka arkaya yapılan toplantılar sonunda, Türk a joint project, neither by academics or state organizations. As a result of conDünyası Kültür Atlası projesinin Türk tarihinin beş ana bölümde ele alınarak hastant meetings with experts and academics, the decision to prepare the Cultural zırlanması kararına varıldı. Atlas of the Turkish World project was taken; five main sections of Turkish history Düşünülen proje başlangıçta 6 ciltlik bir külliyat olarak öngörülmüştü. Türkçe ve would be dealt with. İngilizce olarak, bir bütünlük içinde ve bol görsel malzemeyle kamuoyuna sunulması hedeflenen çalışma, bizleri, önce Selçuklu bölümünde sonra da özellikle Os- In the early stages of the intended project, a six-volume compilation of the commanlı dönemindeki yoğun malzeme dolayısıyla cilt sayısını arttırma baskısı altına pleted works was proposed. Due to the large amount of material, principally soktu. Böylece çalışma, önce 8 sonra da eldeki zengin kaynak dolayısıyla 12 ciltlik from the Seljuk period, and more specifically from the Ottoman period, there bir külliyata doğru yol aldı. Fakat, Kültür Bakanlığı’nın arkamızda olacağını hesap- was an increase in the proposed volumes of this project, which would include ladığımız ve heyecanla başladığımız atlas çalışmaların en yoğun olduğu bir dö- extensive visual material and would be presented to the public in both Turkish nemde Kültür Bakanlığı’na Fikri Sağlar ve ekibinin gelişi, resmî senedimiz gereği and English; this put immense pressure upon us. So due to the large amount of bakanın mütevelli heyeti başkanımız hüviyeti taşımasına rağmen, maalesef çalış- available sources, the volumes of the project were initially increased to eight; maların gün yüzüne çıkması açısından önemli bir engel ortaya çıkardı… Daha ön- however, at the present time it is planned that the collection will be comprised ceki dönemlerde, çok fazla olmasa da, Bakanlık’tan sağlanan kitap alımı tarzında- of twelve volumes. However, during the most intense period of the atlas project, ki kısmî desteklerle, Atlas çalışmalarındaki teliflerin ödenmesi temin edilebilmiş- one that was launched with great enthusiasm and with anticipation of support ti. Fakat ne yazık ki Kültür Bakanı Fikri Sağlar ve ekibinin temel direği müsteşar from the Ministry of Culture, the appointment of Fikri Sağlar and his team to the Prof. Dr. Emre Kongar’ın dönemi başlı başına bir sıkıntı haline gelmişti. En ufak Ministry of Culture lead to major difficulties in terms of discovery, despite the bir destekte bulunmuyorlardı. Üstelik vakfı, çalışmalarını sürdürdüğü mekândan changes to the head of our board of trustees in keeping with the official contract koparmak için de müsteşar aracılığıyla baskı altında tutuyorlardı. Böylesi bir or- …In earlier periods payments of the expenses for the Atlas project were made by tamda, yazım faaliyetlerine 1992 yılında başlanılan“Türk Dünyası Kültür Atlası” the Ministry, although not a large amount, with the money earned from book çalışmalarının ilk cildinin neşri için, bu ekibin iktidarının bittiği 1997 yılını bekle- sales. But unfortunately, this in itself became a huge problem during the period mek gerekecekti. Fakat, ne yazık ki başkanımız Hulûsi Çetinoğlu’nun ömrü, ilk cil- of the Minister of Culture Fikri Sağlar and the leader of his team, the undersecretary Professor Emre Kongar, who provided no support to the project at all. In din neşriyat safhasına ulaşmasına yetmedi. * Akademisyen 94 * Academician Şurası muhakkaktır ki Türk Dünyası Kültür Atlası projesi, devlet kurumlarının projenin hacmi dikkate alındığında hemen hemen hiç denilecek derecedeki katkılarına rağmen, sahasında bir ilk olarak ebediyete uzanacaktır. Fikri anlamayanlar veya karşı olanlar dışında bile, bu çalışma içerisinde inanılmaz zorluklarla karşılaşılmıştır. Daha gençlik yıllarından itibaren yakından tanıdığım Agâh Oktay Güner, Kültür Bakanı olduğunda ancak bir buçuk ay sonra kendisine ulaşabildim. Kendisinden projenin hayata geçirilmesi için ilk kaynağın Bakanlık’tan sağlanması sözünü aldık. Fakat ilk cildin baskı safhasına ulaşması Kültür Bakanlığı’na getirilen İsmail Kahraman dönemine sarktı. Ona da uzun süre ulaşamadık ve sonunda evinden rahatsız ederek randevu aldık. Neyse ki şu veya bu zorlamalarla Kültür Bakanlığı’ndan aldığımız ilk kaynak “İslâm Öncesi Dönem” başlığını taşıyan birinci cildimizi tamamlamamıza destek olacaktı. Sonrasında ise birinci cildi, dostlarıma ve sanayicilere “yılsonlarında verdikleri hediyelerin yerlerine” konmak üzere neredeyse kapı kapı dolaşarak pazarladım. Aynı imkânı, bir öncekinin devamı olduğu gerçeğini de dillendirerek Selçuklu Dönemi ciltleri için de yakalamıştık. O sırada Osmanlı Devleti’nin 700’üncü Kuruluş Yıldönümü Kutlamaları için devlet tarafından Ankara’da kurulmuş olan komiteye projemizin “Osmanlı Dönemi” ile ilgi bölümü sunuldu. Komite, vakfımıza Osmanlı bölümünün gerçekleştirilmesi hususunda oldukça yüksek bir katkı yapma kararını verdi ve yayınımızı kabul gören projeler arasına aldı. Bu desteği almamız halinde, Cumhuriyetimizin 80’inci yılını vesile ederek 2003 yılına Cumhuriyet dönemi ciltlerini de yetiştirmeyi ve böylece 12 ciltlik külliyatı tamamlamayı plânlama heyecanını duymaya başladık. Fakat 1999 depremi nedeniyle Osmanlı Dönemi için öngörülen rakamların çok altında bir destek bulabildik. İş dünyasının 2000’li yıllara girerken artık Türk Dünyası Kültür Atlası’nın alımına eski sıcaklıkta yaklaşmadığı gerçeği ile karşı karşıyaydık. Bu yüzden zaman, neşriyatımız için zorlayıcı olmaya başlamıştı. Daha sonra, Ülker Grubu’yla görüşmeğe karar verdim. Yaptığım görüşmede ısrarıma rağmen, kendilerini Osmanlı Dönemi’nin tamamlanmasına ikna edemedim. Gerekçe, o yıllardaki Üçlü Koalisyon ve 28 Şubat Sendromu idi. Ülker Grubu, haklı olarak o süreçte firmanın üzerine yeni “etiketler” yapıştırılmasından kaçınmak istiyordu. Bunun üzerine kendilerine “Türk Devlet ve Toplulukları” cildini teklif ettim. Yapılan görüşmelerde, destekleri karşılığında Ülker Grubu’na verilecek kitap sayısı mutabakatı sağlandı ve külliyattaki akış seyrinin değiştirilmesine karar verildi. Böylece plânlanmış olan sıralamamızdan vazgeçilerek serinin 8’inci cildi neşredilme şansını yakaladı. Cumhuriyetimizin 80’inci Yılı vesile edilecek ve Atlasın “Cumhuriyet Dönemi” bölümü projelendirilerek Tanıtma Fonu yönetimine sunulmak üzere Devlet Bakanı Beşir Atalay’a intikal ettirildi. Heyet halinde kendilerine yaptığımız ziyarette sunduğumuz yayınlarımız karşısındaki şaşkınlıkları ve iltifatları gerçekten görülmeğe değerdi. Böylesi cesametli bir işin altından nasıl ve hangi kaynaklarla kalktığımızın cevabını ararken, konunun esas itibariyle bir devlet görevi olduğunu söylemesi, doğrusu içtendi. Kendilerinden destek sözü almıştık ama ardından karşımıza bürokrasi çıktı. Neticede yapılan müzakereler sonunda Tanıtma Fonu’ndan, kendilerine 2500 cilt verilmesi ve devlet kanalıyla yapılacak ödemelerin doğrudan telifler tarzında yazarlara veya hizmet karşılığında kurumlara yapılması kaydıyla 100.000 Dolarlık bir destek sağlandı. Bu safhada ilk yıllardaki plânımıza göre hazırlatılmış Cumhuriyet Dönemi metinleri yeniden ele alındı, üzerinde yoğun bir çalışma yapılmağa başlandı. Şüphesiz yakın tarihin değerlendirilmesinin sorumluluğu geçmiş tarihlerden daha ağırdı ve dönem çalışmalarının incelenerek irdelenmesi daha bir öneme haizdi. Cumhuriyet Dönemi’nin baskıya hazırlanması addition, the foundation was put under pressure by the undersecretary, who attempted to remove the foundation from the site where it was being constructed. Amidst such an atmosphere, we had no choice but to delay the publication of the first volume of the “Cultural Atlas of the Turkish World”, which initially began in 1992, until the team no longer had leadership in 1997. But unfortunately, our chairman, Hulusi Çetinoğlu, died before the publication of the first volume. However, it is clear that even if we take into consideration the volume of state organization projects, almost no contributions were made to the Cultural Atlas of the Turkish World project; this will always be a first in this field. Great difficulties were encountered during this project, not including those who did not understand or those who opposed the idea. I was only able to contact Oktay Güner, who I had known for many years, a month and a half after he was appointed as the Minister of Culture. He assured us that the initial funding for the materialization of the project would be secured by the Ministry. However, the publishing phase of the first volume coincided with the period in which Ismail Kahraman was assigned to the Ministry of Culture. In fact, we were unable to contact Ismail Kahraman for some time as well, but eventually we were able to contact him at home and he gave us an appointment. Indeed, the first resources received from the Ministry of Culture in response to this persistence funded the completion of the first volume, which was entitled “The Pre-Islamic Period.” Then I visited my colleagues and some businessmen in an attempt to sell the first volume, trying to convince them to use this book as their “New Year gifts”. Again, stating that this was the follow-up to the previous book we also managed to achieve the same results for the Seljuk Period volume. In the meantime, a section from our project regarding the “Ottoman Period” was presented to a committee that was formed in Ankara during the celebrations for the 700th anniversary of the establishment of the Ottoman Empire. The committee decided to provide substantial funding to the foundation to complete the Ottoman section, thus placing our publication among other acclaimed projects. When we attained this funding in 2003 we were able to then publish the “Republican Period” volumes to mark the 80th year of the establishment Republic, and as a result our enthusiasm to plan for the rest of the twelve volumes grew. However, due to the 1999 earthquake, the figures for the funding of the Ottoman Period volume were a great deal less than originally proposed. As we entered 2000, we were confronted by the fact that the business world was not as enthusiastic about purchasing the Cultural Atlas of the Turkish World as they had been previously. Thus, the issue of time was a huge challenge standing in the way of our publication schedule. It was at this time that I decided to contact the Ülker Group. But despite my dedication during the meeting, I was unable to convince them to fund the rest of the Ottoman Period, mostly due to the 3-party coalition that was ruling at that time, and the events of 28 February. During that period, the Ülker Group quite rightly wanted to avoid any new “labels” being ascribed to the company. So I proposed that they fund the “Turkish State and Societies” volume of the collection. During the meetings we also negotiated and agreed on the number of books that would be given to the Ülker Group in return for their support to the project, and the course of the publication of the collection changed. Therefore, by changing the sequence of the original plan, we now could publish the 8th volume. After the “Republican Period” section had been designed, the project to mark the 80th anniversary of the Republic was submitted to the Minister of the Interior Beşir Atalay, to be presented to the Promotional Fund. It was so rewarding to 95 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI / A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD için Prof. Dr. Cevdet Küçük ve Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar’dan teşekkül ettirdiğimiz redaksiyon ikilisine bir siyaset bilimcisi ve yönetici olarak katıldım. Bu arada Tanıtma Fonu’ndan aldığımız süreyi de redaksiyon çalışmalarının güçlüğü nedeniyle birkaç kere uzatmak mecburiyetinde kalacaktık. Nihayet Cumhuriyet Dönemi ile ilgili 2 ciltlik Atlas neşriyatı tamamlandı. Böylece külliyatta bir basamak daha yukarılara çıkmıştık. Ama hâlâ Osmanlı Dönemi’nin 2 cildi, özellikle de sanatla ilgili olan bölümleri eksikti. Fakat bu duraklama yıllarında İstanbul Valisi Muammer Güler’in İl Özel İdaresi’nden sağladıkları destekle İstanbul’un Fethinin 550. Yıldönümü vesilesiyle “Fatih ve Dönemi Atlası”nı Türk Dünyası Kültür Atlası nitelikleri içerisinde gerçekleş- witness his amazement and compliments when we presented our publications during the group visit. When he inquired how we had funded and accomplished this work up to date, sincerely stating that this was actually the duty of the government. We were assured financial support, but unfortunately then encountered bureaucratic problems. Eventually, after negotiations, we were given $100,000 funding from the Promotion Fund in return for 2,500 volumes, on the condition that the payments made through the government would be directly transferred to the writers as royalties, or to the organizations in return for their services. At this stage, the text of the “Republican Period” had been prepared according to the earlier plans, and extensive research on the project was launched. The responsibility of assessing recent history was more strenuous than that of assessing more ancient history, and analyzing the periodic studies took on even greater importance. I joined Dr. Cevdet Küçük and Dr. Ahmet Güner Sayar, who were assigned as editors, in the preparation of the publication stage of “Republican Period”, which I participated in as a political scientist and supervisor. In the meantime, due to difficulties during the editorial process, we were forced to extend the deadline that had been imposed on us by the Promotional Fund. Eventually, two volumes of the Atlas publication related to the Republican Period were completed. Thus, we had taken yet another huge step towards completing the collection. But the two Ottoman Period volumes, in particular the section on art, were still incomplete. However, during this unproductive period, support given by the Special Provincial Administration of the governor of Istanbul, Muammer Güler, provided us with the opportunity to publish “The Atlas of Mehmed II and His Reign” out of the compilation of the Cultural Atlas of the Turkish World, on the occasion of the 550th anniversary of the Conquest of Constantinople. During my speech at the press conference that was organized to announce this project that was being carried out with local contributions, I thought it necessary to mention that due to insufficient funds we had been unable to publish the last two volumes of “The Cultural Atlas of the Turkish World”, which were connected to the Ottoman Period. Muammer Güler then pledged to support the publication of these two volumes. The materialization of this enthusiastic proposal to complete the Ottoman volumes was postponed from October 2004 until November 2007. A total of four contracts were cancelled in connection with the first proposal date. In the final months of 2007 the opportunity to publish the last two volumes of the collection was eventually found. tirmiştik. Vilâyetin katkılarıyla gerçekleştirdiğimiz bu çalışmanın takdimini yaptığımız basın toplantısı sırasında konuşmamın bir yerinde “Türk Dünyası Kültür Atlası” külliyatının son iki cildi olan Osmanlı dönemine ait bölümlerin vakfımızın malî yetersizliği dolayısıyla basılamadığını dile getirmek gereğini duydum. Bunun üzerine Muammer Güler bu iki cildin baskısına destek sözünü verdi. Osmanlı ciltleri için yapmış oldukları heyecanlı işbirliği teklifinin gerçekleştirilmesi 2004 yılının Ekim ayından 2007 yılının Kasım ayına kadar uzadı. İlk karar gününden son güne tam dört ihale iptal edildi. 2007 yılının son aylarında külliyatın son iki cildi yayınlanma şansını elde etti. “Osmanlı Dönemi”yle ilgili son ciltler basılmıştı ama bu defa 12’li takımda eksikler ortaya çıkmıştı. Özellikle 1’inci cilt “İslâm Öncesi Dönem”den mevcut kalmadığı gibi, döneme ait yeni bilgi ve bulgular da ortaya çıkmıştı. “İslâm Öncesi Dö- 96 The last volumes that are associated with the “Ottoman Period” have been published, but problems with the 12-volume set have begun to emerge. In particular, there are no stocks of Volume 1, the “Pre-Islamic Period” left, and in addition to this new information and evidence emerged from that period; therefore, this particular volume should be revised, and thus we were faced with the problem of finding new funding for the second edition. Funds obtained by Şerafettin Yılmaz from the Acıbadem Group came to the rescue to complete the necessary research for that specific period. Thus, the second edition of the “Pre-Islamic Period” has been published. This collection that includes every stage of Turkish history, which initially began to be written in 1992 with the publication of the 12th volume in 2007 and reaching the final publication stage with the first volume, the “Pre-Islamic Period”, is one that addresses the civilization and cultural factors and which was completed after fifteen years of research. Considering that during this undertaking, in order to produce this 6,000-page collection, 200 academics and experts were involved and individuals in almost 135 different fields contributed to the collection, working as graphic designers, illustrators, cartographers, translators, artists and ad- nem” yeniden ele alınmak durumundaydı ve ikinci baskı için kaynak arayışı zarureti ile karşı karşıyaydık. Dönemle ilgili gerekli tamamlayıcı çalışmalar imdada Şerafettin Yılmaz’ın Acıbadem Grubu’ndan bulduğu kaynak yetişti. Böylece “İslam Öncesi Dönem”in ikinci baskısı gerçekleşti. 1992 yılında yazılma safhası başlayan, 1997 yılında “İslâm Öncesi Dönem” le ilk cildi baskı safhasına ulaşan ve 2007 yılında ise 12’nci cildi ile Türk tarihinin bütün safhalarının, ağırlıklı olarak medeniyet ve kültürel unsurlarının ele alındığı bir külliyat, 15 yıllık bir çalışma sonrasında tamamlanmış oldu. 200 ilim adamı ve uzmanın yazdığı 6.000 sayfalık bu külliyatın gün yüzüne çıkışında grafiker, ressam, haritacı, tercüman, sanat adamı ve danışman olarak 135 civarında değişik sahalardan kişinin katkıda bulunduğu düşünülürse, 15 yılda 335 kişilik bir kadronun verdiği hizmete, sanırım şükran duyulması gerekir. Yazarından, kullanılan görsel malzemesine, belki en yüksek seviyede değil ama en ince teferruatına kadar teliflerinin ödenmesine gayret gösterilen çalışmayı sahip olduğu kurumlarıyla devletin üstlenmesi gerekirken, böylesi bir hizmet bir vakıf tarafından birçok imkânsızlıklar aşılarak gerçekleştirilmiştir. Böylesi bir çalışmanın tamamlanabilmiş olması Türk Kültürüne Hizmet Vakfı mensupları ve tabiatıyla şahsen benim için de bir mazhariyettir ve şükre vesiledir. Türk Dünyası Kültür Atlası Muhtevası ve Çalışma Yöntemi Hakkında Türk Dünyası Kültür Atlası çalışmaları başladığında Türk tarihinin nasıl ele alınması gerektiği hususunda uzun müzakereler yapıldı. Bilinen tarihimizi devletler açısından ele almak, düşünülen yöntemlerden biriydi. Ama çağlara tesir eden genel kavram içerisinde meseleye yaklaşmanın uygun olacağı düşünülerek, bölümlerin başlıklarının “Selçuklular Dönemi”, “Osmanlı Dönemi” gibi kapsayıcı vasıflar esas alınarak ifade edilmesi doğru bulundu. Her dönemin sorumluluğunu üstlenmek üzere bir bilim adamının “Yazı Kurulu Başkanı ve Genel Koordinatör” olarak isimlendirilmesi önemle üzerinde durulan bir nokta idi. Dönemleriyle ilgili konu başlıklar ise, yazı kurulu başkanı olarak isimlendirilmiş bilim adamı veya adamlarıyla istişare edilerek belirlendi. Bu kararlar muvacehesinde ilk bölüm olarak tasarlanan “İslâm Öncesi Dönem” için Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’nun Yazı Kurulu Başkanı olarak isimlendirilmesi cihetine gidildi. Çok kısa sürede birinci baskısı tükenen bu cildimizin ikinci baskısında, bu defa Gülçin Hoca’ya Orta Asya’daki son çalışmalarından dönen Prof. Dr. Ahmet Taşağıl eşlik edecekti. Ayrıca yazı kurulu başkanlığı ve genel koordinatörlük dışında her dönem için Atlas hüviyeti ağırlığını taşıtmak amacıyla çalışmanın Genel Danışmanlığını yapmak üzere Prof. Dr. Metin Tuncel, Prof. Dr. Ara Altun ve Prof. Dr. İlhami Turan’dan oluşan üç kişilik bir heyet teşekkül ettirildi. Bu heyet atlas projesinin tamamlanmasına kadar görevini sürdürdü. Dönemler itibariyle çok sayıda bilim adamı ve uzmanın konularındaki yazılarının metinlerindeki Türkçe ve İngilizce dil birliğini sağlamak amacıyla ilk ciltlerin Türkçelerinde Prof. Dr. Necat Birinci’den yararlanıldı. Daha sonraki ciltlerde ise Türkçe redaksiyon konusundaki hizmeti Dr. Mahmut Ak, Prof. Dr. Cevdet Küçük, Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar, Dr. Metin Eriş, İsa Kayaalp, Doç. Dr. Gülden Sağol ve Dr. Aydın Usta’nın üstlendi. İngilizce çevirilerde veya son kontrollerde uzun yıllar Mr. Robert Bragner’den istifade edildi. Ancak zamanla tercüme yükümlülüğü Mr. Stuart Kline ile Reşat Dengiç’e intikal ettirildi. Atlasların yayına hazırlamasında bazı ciltlerde Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vefa Çobanoğlu, Dr. Aydın Usta ve Cüneyt Özkaya gibi isimler görev üstlenseler de hemen bütün ciltlerde yükü taşıyan Yavuz Tiryaki olmuştur. Grafik tasarımı ve sanat yönetimi için konularında uzman kişiler görev aldı. İlk ciltlerimizde İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi öğretim üyelerinden Mehmetşan Yıldızhan‘ın sanat danışmanlığındaki rolünün yanında, uzun yıllar birlikte çalıştığımız genç grafik tasarımcıları Kerem Öztürk ve Fevzi Yazıcı’yı bizlerle tanıştırması da çok önemlidir. Bu iki genç uzun yıllar grafik çalışmalarında hizmet ürettikten sonra görevi Cüneyt Özkaya’ya devrettiler. Ayrıca Cüneyt Özkaya’nın sonraki yıllarda sanat yönetiminde de önemli katkıları oldu. Harita eskizlerinin ve çizimlerinin Atlas tasarımında ne kadar önemli bir çalışma gerektirdiğinin ilk tespitlerini birlikte yaptık. Fakat şu bir gerçektir ki neşriyatın genel sorumluluğu bütün külliyat safhası boyunca İcra Kurulu tarafından deruhte edilmekteydi. visors. I sincerely believe that the 335 people who provided services over the last 15 years deserve our deepest gratitude. Although it should have been the responsibility of the government, this project, which struggled to secure funding, was one in which everyone, from the authors to the graphic artists, perhaps not to the highest level, but certainly to the very finest detail, produced an outstanding service in overcoming a number of obstacles. The completion of this project is a great privilege and achievement for all the members of the Foundation of Service to Turkish Culture, not to mention how important it is for me personally… On the Cultural Atlas of the Turkish World’s Content and Working Method When the effort to produce a Cultural Atlas of the Turkish World began, lengthy discussions were held on how Turkish history should be approached. One of the approaches considered was addressing our known history from the perspective of states. However, with the thought that it would be appropriate to approach the topic within the context of general concepts that influenced the different eras, it was decided to name sections with titles of an encompassing nature, such as “The Period of the Seljuks” and “The Ottoman Period”. One point that was given careful attention was the appointment of an academic as “Editorial Board President and General Coordinator”, who would take on the responsibility of each period. The titles of topics within the periods were determined in consultation with the academic(s) appointed as editorial board president. Within the context of these decisions, Dr. Gülçin Çandarlıoğlu was named Editorial Board President for the “Pre-Islamic Period”, envisioned as the first volume of the atlas. For the second printing of our volume, the first edition of which quickly sold out, Professor Dr. Ahmet Taşağıl, who had returned from his latest research in Central Asia, was to accompany Dr. Çandarlıoğlu. In addition to this presidency and general coordination of the editorial board, a three-person committee, comprising Dr. Metin Tuncel, Dr. Ara Altun and Dr. İlhami Turan, was formed to oversee the Atlas content for each period. This committee served until the atlas project was completed. Dr. Necat Birince was availed upon for the Turkish of the first volumes, in order to ensure linguistic unity between Turkish and English in the articles for each period, written by many academics and experts in their fields. With later volumes, the Turkish copy-editing services were taken on by Dr. Mahmut Ak, Dr. Cevdet Küçük, Dr. Ahmet Güner Sayar, Dr. Metin Eriş, İsa Kayaalp, Dr. Gülden Sağol and Dr. Aydın Usta. For many years, Mr. Robert Bragner was availed upon for English translations or in the final editing. But over time, the translation load was transferred to Mr. Stuart Kline and Reşat Dengiç. Though individuals, such as Dr. Ahmet Taşağıl, Dr. Ahmet Vefa Çobanoğlu, Dr. Aydın Usta and Cüneyt Özkaya contributed to the preparation of some atlas volumes for publication, Yavuz Tiryaki shouldered the majority of the load for nearly all the volumes. Field experts were assigned for graphic design and art direction. In addition to Mehmetşan Yıldızhan, a faculty member of Istanbul Mimar Sinan University, who took on a role in art consultation in our first volumes, it is also very important to note that he introduced us to the young graphic designers Kerem Öztürk and Fevzi Yazıcı, with whom we worked for many years. After long years of service in graphics, these two youths devolved this duty to Cüneyt Özkaya. In later years, Cüneyt Özkaya would also make important contributions to the art direction. Together, the important effort of Atlas’ design, demanded in terms of map sketches and drawings, was decided upon. But it is a reality that throughout the production phase of the corpus, the general responsibility for publication was undertaken by the Executive Board. Regarding the Pre-Islamic Period, in addition to “Turkish History’s Place in Time and Space”, “The Name Turk”, “The Turkish Hearth”, and “The Expansion of the Turks and the Empires they Established”, the cultures, religions, arts, cities and urbanisms, languages, epics, music, understandings of sport and armies, which 97 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI / A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD İslâm Öncesi Dönem’le ilgili olmak üzere; “Türk Tarihinin Zaman ve Mekânda Yeri”, “Türk Adı”, “Türk Yurdu”, “Türklerin Yayılmaları ve Kurdukları Devletler”in yanında her birinin temel varlıklarını oluşturan kültürleri, dinleri, sanatları, şehirleri ve şehircilikleri, dilleri, destanları, musikileri, spor anlayışları ve nihayet orduları ayrı ayrı ele alındı. “İslâm Öncesi Dönem” cildinin ikinci baskısının önemi ise, 1997 yılındaki birinci baskıdan sonra geçen 10 yıllık zaman sürecinde, Orta Asya’da yapılan araştırmalardan pek çok belgenin elde edilmiş ve bunların ikinci baskıya alınma şansının doğmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Selçuklu Dönemi, 750 sayfalık muhtevası ile iki cilt olarak plânlandı. Atlas çalışmalarının genel danışmanlığındaki isimler değişmemekle birlikte dönemin uzman ismi Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Yazı Kurulu Başkanı ve Genel Koordinatör olarak görev üstlendi. Yine birinci ciltte olduğu gibi 30 civarında bilim adamı ve uzmanın hazırladıkları yazıların yayına hazırlanması, İngilizce çevirileri, sanat yönetmenliği, haritaların eskiz ve çizimleri için her biri kendi sahasında öne çıkan isimlerden yararlanıldı. Yukarıda da belirttiğim üzere “Selçuklu Dönemi” başlığı, esas itibariyle Selçukluların, yaşanılan o yüzyıllar içerisindeki ağırlıklı varlıklarıdır. O yüzyıllar içerisinde tarih sahnesine çıkmış Türk Devlet ve Toplulukları da dönemin sayfaları arasında bu iki ciltte ayrı ayrı bütün kimlikleriyle ele alınmıştır. Selçuklu Dönemi’nin birinci cildi bu düşüncelerle o dönemin Türk devlet ve topluluklarına tahsis edildi ve tarihi akış içerisinde sırasıyla “Tolunoğulları, İhşidiler, Karahanlı Devleti,Gazneliler Devleti, Büyük Selçuklular, Kirman Selçuklu Devleti, Suriye ve Irak Selçuklu Devletleri, Hârezmşahlar Devleti, Fars Atabeyleri Salgurlular, Azerbaycan Atabeyleri, Erbil Atabeyliği, Dımaslı Atabeyliği, Zengiler, Eyyübiler Devleti, Memlükler, Ahlatşahlar, Artuklular, Danişmendiler, Mengücükler, Saltuklular, Sahibatoğulları, Pervanoğulları, Çaka Beyliği, İnanoğulları Beyliği, Çobanoğulları Beyliği, Karamanoğulları Beyliği, Eşrefoğulları, Menteşe Beyliği, Lâdik Beyliği, Çandaroğulları, Karasioğulları, Aydınoğulları Beyliği, Dilmaçoğulları, Dülkadiroğulları Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği, Saruhanoğulları, Hamidoğulları Beyliği, Tekeoğulları Beyliği, Taceddinoğulları Beyliği, Ramazanoğulları Beyliği, Kadı Burhaneddin Devleti, Eretna Beyliği, Ak Koyunlular, Kara Koyunlular, Timurlular Devleti ve Hindistan Türkleri” ele alındı. Dönemin ikinci cildi ise hemen tamamiyle kültürel unsurlara tahsis edildi. Böylece Orta Çağ’da Türk kültürünün ana hatları incelendikten sonra Türk şehirleri, Selçuklu çağında mimari ve buna bağlı olarak ele alınan camiler, medreseler, mezar anıtlar, sivil mimari, kervansaraylar, saray ve köşkler temel vasıflarıyla belgelendi. Daha sonra Beylikler Devri mimarisi ile minareler, tuğla süsleme, taş süsleme, ahşap işçiliği, su yapıları, halıcılık, kumaş sanatları, minyatür, giyim-kuşam, maden sanatı ve onun temelini teşkil eden Anadolu’daki maden ocakları, çini ve seramik sanatı, musiki, spor ve tabiatıyla dönemin dil anlayışı, edebiyatı yanında dinî hayatı inceleme konuları arasında yerlerini aldı. Büyüklüğü, ihtişamı ve açıkça itiraf edilmese de yüzyılımızda da taklit edilmeğe çalışılan devlet kurumlarıyla var olduğu döneme Osmanlı Yüzyılları damgasını vuran bir imparatorluğu başlangıçta iki, sonra dört cilde sığdırmayı düşünmek doğrusu bizi yanıltan en önemli noktaydı. Hatta eğer konuları belli hudutlarla sınırlandırmaktan biraz uzaklaşsaydık belki Türk Dünyası Kültür Atlası külliyatını bir o kadar daha ciltle donatma imkânı ortaya çıkardı. Ama bunu bir yerde sınırlamak durumundaydık! Genel hareket tarzımızda olduğu gibi Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişin simgesi olan bir imparatorluğun yaşadığı döneme“Osmanlı Dönemi” başlığını verecektik. Ama bu, o yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun gölgesinde kalmış olsalar da var olan diğer Türk devlet, topluluk ve hanlıklarının ihmal edilmesi anlamına gelmeyecekti. Fakat daha önceki satırlarımda zikrettiğim gibi, “Osmanlı Dönemi” çalışmaları fasılalara uğrayacak ve zamanla yarışmak durumunda kaldı. 1999 yılında neşredilen dönemin birinci cildinden sonra son cildi olan 6’cısına ancak 8 yıl sonra ulaşıldı. Bu araya, daha önce zikredilen olaylar sebebiyle, iki ciltlik Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devlet ve Toplulukları girdi. 98 form the fundamental entities of each section, were all addressed individually. The second edition of the “Pre-Islamic Period” volume was important, as in the 10-year period following the first edition in 1997, research in Central Asia yielded many new documents; thus the opportunity arose to include them in the second edition. The Seljuk Period, consisting of 750 pages, was planned as a two-volume work. While the figures involved in the general consultation of the atlas did not change, the expert professor, Dr. Erdoğan Merçil took on the role of Editorial Board President and General Coordinator. As with the first volume, this volume benefited from the contribution of prominent figures in their respective fields in the preparation for publication of articles, written by around 30 academics and experts, and including English translations, art direction, and sketches of maps and drawings. As I mentioned above, the title “The Seljuk Period” essentially concerns the Seljuks, who were the most important entity in these centuries. The Turkish States and Communities that emerged on the historical stage during those centuries have also been addressed individually, with all of their identities appearing in the two volumes concerned with the period. Upon these considerations, the first volume of the Seljuk Period was allocated for the Turkish states and communities of the era. In chronological historical order, the following topics were addressed: “The Tolunoğullar, the Ikhshidis, the Karahanid State, the Ghaznavid Empire, the Great Seljuks, the Kirman Seljuk State, the Syrian and Iraqi Seljuk States, the Khwarezmian Empire, the Persian Atabegs: the Salgurs, the Azerbaijan Atabegs, the Arbil Atabeylik (Principality), the Dımas Atabeylik, the Zengids, the Ayyubid Dynasty, the Mamluks, the Ahlatşahs, the Artuklus, the Danishmandis, the Mengücüks, the Saltuklus, the Sahibatoğulları, the Pervanoğulları, the Çaka Beylik (Principality), the İnanoğulları Beylik, the Çobanoğulları Beylik, the Karamanoğulları Beylik, the Eşrefoğulları, the Menteşe Beylik, the Lâdik Beylik, the Çandaroğulları, the Karasioğulları, the Aydınoğulları Beylik, the Dilmaçoğulları, the Dülkadiroğulları Beylik, the Germiyanoğulları Beylik, the Saruhanoğulları, the Hamidoğulları Beylik, the Tekeoğulları Beylik, the Taceddinoğulları Beylik, the Ramazanoğulları Beylik, the Kadi Burhaneddin State, the Eretnid Beylik, the Akkoyunlu Turcomans, the Karakoyunlu Turcomans, the Timurid Dynasty and the Turks of India”. As for the period’s second volume, this was devoted almost entirely to cultural elements. Accordingly, after analyzing the primary elements of Turkish culture in the Middle Ages, Turkish cities and Seljuk-era architecture and its mosques, madrasas, burial monuments, civilian architecture, caravanserais, palaces and pavilions were documented with their basic features. The work goes on to examine the topics of the Beylik era architecture and minarets, brickwork, masonry, carpentry, water structures, carpet weaving, fabric-arts, craft miniatures, clothing and apparel, the trade of mining and the Anatolian mines that the trade was based on, production of porcelain and ceramics, music, sports, landscapes, the linguistics concept of the era, literature and religious life. The most important point at which we erred was, frankly, our initial effort to fit all the information into initially two, and then four volumes; this information was concerned with an empire that left its stamp on the Ottoman centuries with its size, grandeur and – even if it is not openly confessed – state institutions, which were the subject of imitation attempts, even today. In fact, had we retreated from restricting the subjects to specific confines, perhaps the opportunity would have arisen for the Cultural Atlas of the Turkish World to feature twice as many volumes. But we had to limit the work at some point! In line with our general mode of action, we thought to assign the title of “The Ottoman Period” to the period occupied by an empire that is symbolic of the passage from the Middle Ages to the Modern Age. However, this did not mean neglecting the other Turkish empires, communities or khanates of those centuries, even if they fell into the shadow of the Ottoman Empire. But as I mentioned above, work on the “Ottoman Period” would experience interruption, and ended up having to race against the clock. Following the period’s first volume, published in 1999, the final volume, the sixth, arrived with difficulty eight years later. The two-volume Republic of Turkey, and Turkish States and Communities were produced in the interim, due to the abovementioned events. Osmanlı Dönemi çalışmaları Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu’nun Yazı Kurulu Başkanlığı ve Genel Koordinatörlüğü altında yürütüldü. Neredeyse 3.000 sayfayı bulan çalışmada hem zamanın darlığı, hem de konuların çokluğu bakımından; pek çok bilim adamı ve uzmanın Türkçe metinlerinin redaksiyonu, İngilizcelerin çeviri ve gözden geçirilmesi, grafik tasarımcılarının ve nihayet haritaların eskizleriyle çizimleri için çalışan uzmanların sayıları artarken, tabiatıyla yeni isimlerin katkılarına da imkân verildi. Birinci ciltte Osmanlı’nın siyasî tarihi ile coğrafî yapısı yanında devletin temel varlığını teşkil eden hususiyetleri ele alındı. Bu hususiyetler kanunnâmeler, ilmîye teşkilâtı ve sınıfı, merkez ve taşra teşkilâtları, derbent, esnaf ve saray teşkilâtları yanında bir de teşrifat kurallarıdır. İkinci ciltse devletin ayakta kalmasında müessir başkaca unsurların ortaya konulduğu bir çalışmadır. Burada Osmanlı toprak düzeni, iskân politikaları, bilim ve eğitim, nüfus, şehir yapıları, başşehirleri, ordu, tersaneleri, havacılık, silahlar ve nihayet çadırları üzerinde durulduktan sonra dönemin başkaca Türk topluluklarına yer verildi. Bu meyanda Türk Hanlıkları ve Ayanlık Dönemi de ikinci cildin konuları arasındadır. Üçüncü ciltte ele alınan konularsa başta uluslararası ilişkiler ve dış siyaset ile iktisadî tarihin seyridir. Bunlara ulaşım, deniz ulaşımı, liman ve rıhtımları, demiryolları, maden kaynakları, para tarihi ve darphaneleri, vakıf kütüphaneleri, tababet ve hastahanelerle eczaneler katıldı. Dördüncü ciltte öngörülen başlıca konularsa sosyo-kültürel hayatın temel unsurlarıdır. Önce Osmanlı cemiyetinin sosyal yapısı, bağlı olarak Osmanlı’nın hayat damarlarından vakıflar, dinî hayat, tekkeler ele alındı. Bilâhare Osmanlı mimarisi bütün coğrafyada gözler önüne serildikten sonra özel olarak başşehirlerindeki anlayış üzerinde duruldu. Bu vesileyle ihtişamın simgeleri olan baş mimarlar için de ayrı bir fasıl açıldı. Su tesisleri, Osmanlı evi ve şehri yanında askerî mimari, saray, kasır ve köşkler ile Türk bahçesi de yaşayışın simgeleri olarak teker teker ele alınan konulardır. Osmanlı Dönemi’nin beşinci ve altıncı ciltlerinin yayın safhasına ulaşmaları, ne yazık ki, 5 yıllık bir gecikmeden sonra mümkün oldu. Hâlbuki bu ciltler sanata dönük olmaları bakımından muhteva bakımından fevkalâde zengin oluşlarının yanında çok sayıda bilim adamı ve uzmanın yazılarını da ihtiva etmekteydi. Hat, tezhip, minyatür, kıyafetler, serpuşlar, cilt, ebru, dokuma, işlemeler, ahşap, bakırcılık, diğer maden sanatları, camcılık, sedefkârlık, dericilik, kuyumculuk, çini ve seramik, saat ve saatçilik, müzecilik, musiki, spor, mutfak, at ve atçılık, binek arabaları, halk eğlenceleri ve sosyal yapının temeli aile ile kadının durumu bu ciltte işlenen konulardır. Altıncı ciltte ise ha- Work on the Ottoman Period was controlled by Dr. Mübahat Kütükoğlu, who served as President of the Editorial Board and General Coordinator. The number of workers needed for the nearly 3,000-page effort continued to rise, due both to time constraints and the abundance of topics; it was necessary to edit the Turkish texts of the many academics and experts, to carry out English translations and copy-editing, to conduct graphic design and sketch and draw maps; this naturally led to the opportunity for new faces to make contributions. The first volume covers the political history and geographic structure of the Ottoman Empire, as well as the traits that marked the state’s basic entity. These traits are kanunnâmes, the organization of the ulama and the ulama class, central and provincial governances, guards, guild members and palace corps, as well as rules of etiquette. The second volume addresses the further elements that were influential in keeping the empire on its feet, covering the Ottoman land administration, population policies, science and education, population, urban structures, main cities, military, shipyards, aviation and weaponry, tents and finally, other Turkic communities in the era. Among other things, the second volume includes topics concerned with the Turkic Khanates and the Ayanlık period. As for the topics in the third volume, they comprise international relations and foreign policy as well as the course of economic history. Included in these are transportation, sea transportation, harbors and docks, railways, mining resources, monetary history and minting facilities, private foundation libraries, medical science, hospitals and pharmacies. The principle topics envisioned for the fourth volume were the building blocks of socio-cultural life. First, the social makeup of the Ottoman community was covered, and in connection with this foundations –the main life-force of Ottoman life – religious life and tekkes. Subsequently Ottoman architecture across its entire geography was laid out, and then particular attention was taken to address the understandings prevalent in the major cities. Here, another section was set aside for important architects, who were the symbol of this grandeur. Topics addressed individually include waterworks facilities and the Ottoman home and city, as well as military architecture, palaces, pavilions and kiosks, and Turkish gardens, all of which were symbols of the Ottoman lifestyle. Unfortunately, only after a five-year delay could the fifth and sixth volumes of the Ottoman Period reach the publication phase. For these volumes, which are geared toward the arts, include both extraordinarily rich content as well as articles by many academics and experts. The topics covered in this volume are calligraphy, tezhip, miniatures, clothing, headgear, binding, ebru, weaving, engravings, woodwork, coppersmith work, other mining arts, glassmaking, pearl inlay, 99 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR ATLASI / A CULTURAL ATLAS OF THE TURKISH WORLD lıcılık, resim sanatı, kâğıt ve kâğıtçılık, basın, halk hikâyeciliği, mizah, Divan, Halk ve Âşık edebiyatları ile 19. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan edebiyat dünyamız ayrı ayrı ele alındı. Bunların dışında tarih yazıcılığı, nişanlar, madalyalar, armalar ile kahvehaneler, afetler ve yangınlarla genel olarak âdet ve gelenekler de ihmal edilmeyen konu başlıklarıdır. Osmanlı Dönemi’nin son cildine normal dizin dışında bir de dönemin bütün haritaları için örnekli bir dizin ile Osmanlı Sultanlarının, mümkün mertebe, bilinmeyen resimlerinden müteşekkil bir albüm eklendi. Osmanlı Dönemi’nin son iki cildi tamamlanmadan aradaki yıllara, 1.400 sayfalık hacmiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin iki cildi sığdırıldı. Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç ve dış politikaları itibariyle siyasi tarihi ele alındı; bilâhare idarî, adlî, iktisadî ve malî yapıları incelendi. Daha sonraki safhada 1923 yılından 2004 yılına kadar olan iktisadî gelişmeler 4 ana başlık altında değerlendirildi. Askerî yapının ele alındığı bölümde alt başlıklar olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ve Savunma Sanayii; Devletin Güvenlik Kurumları içerisinde jandarma, polis ve istihbarat teşkilâtları üzerinde duruldu. İlköğretimden üniversiteye milli eğitimimiz, mediko-sosyal yapı ve başta aile olmak üzere mutfak kültürü, Türk kadını, göç gerçeği, şehirleşme, doğal afetler, sivil toplum kurumları ile gönüllü kuruluşlar “Sosyal Hayata Yön Veren Yapı ve Kurumlar” başlığı altında incelendi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cildi önce sektörel açıdan Türk ekonomisinin, daha sonra iktisadî hayata yön veren kurumlarının incelenmesiyle devam etti. Dil ve edebiyat, yayın hayatı, kütüphaneler, müzecilik ve arkeoloji çalışmaları, resim, heykel, mimari, müzik, tiyatro, sinema, geleneksel el sanatları, folklor ve spor çeşitli başlıklar altında yerini aldı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden sonra 20. yüzyılda yeni Türk devletlerinin kurulacağının işaretleri, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı âdeta ortaya çıkmıştı. Nitekim 1983 yılı, Batılı ülkelerin baskılarıyla tanınma safhası aşılamasa da, K.K.T.C.’nin dünya devletleri arasına katılmasına yol açtı. Sonra 1989 yılında SSCB’nin çöküşü ve dağılması ile Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan bağımsızlıklarına kavuştu. Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali ile Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın Yazı Kurulu Başkanlığı ve Genel Koordinatörlüğü’nü yüklendiği, 680 sayfalık hacmi ile “Türk Devlet ve Toplulukları” başlığını taşıyan çalışmanın kapsamı bu 6 devletle sınırlı değildi. Dünyanın hemen her tarafına dağılmış ve topluluklar halinde yaşayan bütün Türklerin, tarihi geçmişlerinden 21. yüzyıla uzanan sosyo-kültürel yapılarına kadar incelenerek gün yüzüne çıkarılması temel hedefti. Nitekim bu düşünce destek gördüğünden çalışma ile ilgili finans imkânı kolaylaşmış ve Türk Devlet ve Toplulukları çalışması, gerek Osmanlı Dönemi’nin son iki cildinin gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne geçerek 2003 yılında yayın şansını bulmuştu. Çalışmanın üçte birlik bölümü “Günümüz Bağımsız Türk Devletleri”ne tahsis edildi ve Türk dilinin dünü ve bugünü üzerinde geniş bir inceleme yapıldı. Cildin diğer sayfalarında ise bölgeler itibariyle Sibirya Türkleri, İdil Ural Türkleri, Kafkas ve Kuzey Karadeniz Türkleri, Balkan ve Avrupa Türkleri, Doğu ve Güney Türkistan Uygur Türkleri, Orta Doğu Türkleri başlıkları altında o yörelerdeki Türk toplulukları incelendi. Bu arada, 20. yüzyılın bir gerçeği olarak göç ile Batı dünyasına dağılan Türk toplukları da çalışmanın dışında bırakılmadı. Özetleyecek olursak, Türk Dünyası Kültür Atlası adlı çalışmanın temel vasfı Türk tarihinin akış seyri içerisinde, bulunduğu coğrafyaların ve tabiatıyla da sosyokültürel unsurlarının bilinen bütün varlıklarıyla ve mümkün olduğunca bol, bol olduğu kadar da özel görsel malzemelerle kamuoyunun dikkatlerine sunulmasıdır. Bu sırada medeni araçlar sergilenirken, kültürel değerlerin varlığının altını çizmek ve onu sevdirmek asıl amaçtır. 100 tannery, jewelry, porcelain and ceramics, watch and clock making, museology, music, sports, cuisine, horses and horsemanship, automobiles, public recreation and the foundation of social life, women and the family. The sixth volume addresses carpet making, painting, paper and the paper industry, media, public storytelling, humor, diwan, popular and minstrel literature and Turkish literature since the 19th century. In addition to these, the subjects of historical records, plaques, medallions, coats of arms, coffeehouses, disasters and fires, as well as a broad overview of traditions and customs were not neglected. In addition to its normal layouts, through a spread that included all of the maps of the era, the Ottoman Period’s final volume includes an album that has many pictures of Ottoman sultans, including never-before seen pictures. In the interim years before the completion of the final two volumes of the Ottoman Period, the two volumes of the Republic of Turkey, with its 1,400 pages, were completed. First, the Republic of Turkey’s political history, with its domestic and foreign policies, was addressed; subsequently, its administrative, judicial, economic and financial institutions are examined. In the following phase, economic developments from 1923 until 2004 are evaluated under four main headings. In the section on military structure, the Turkish Armed Forces and Defense Industry are covered in subdivisions, and the gendarmerie, police and intelligence corps are treated under the division on the State’s Security Institutions. Underneath the heading of “Structures and Institutions Directing Social Life”, the national educational system, from elementary school through university, the medico-social structure, the family, the Turkish woman, the reality of migration, urbanization, natural disasters, civil society groups and volunteer organizations are analyzed. The second volume concerned with the Republic of Turkey begins with a sector-based view of the Turkish economy, continuing with an examination of the institutions that direct economic life. Topics addressed under various headings include language and literature, publishing life, libraries, museum and archaeology projects, painting, sculpture, architecture, music, theatre, cinema, traditional handicrafts, folklore and sports. Signs that after the Republic of Turkey new Turkic states would be established in the 20th century emerged with the 1974 Cyprus Peace Operation. And as a matter of fact, in 1983, while recognition by Western countries has not yet been accomplished, the road was paved for the Turkish Republic of Northern Cyprus’ ascension into the midst of world states. Later, with the 1989 collapse and disintegration of the U.S.S.R., Azerbaijan, Kazakhstan, Uzbekistan, Turkmenistan and Kyrgyzstan gained their independence. The extent of the 680-page effort bearing the title “Turkish States and Communities”, for which Dr. Emine Gürsoy Naskali and Dr. Ahmet Taşağıl shouldered the Editorial Board Presidency and General Coordinatorship, was not limited to these six states. The fundamental aim of the work was to bring to light all the Turks who have been scattered throughout the world and who live in communities through an examination of the socio-cultural structures that extend from their past until the 21st century. This idea was supported, which made financing easier, and so the Turkish States and Communities project – preceding both the final two volumes of the Ottoman Period and the Republic of Turkey – was able to be published in 2003. A section amounting to a third of the work was allocated to “Contemporary Independent Turkic States” and conducted an expansive examination of the Turkish language’s past and present. The volume’s other pages examine, based on region, the Turkish communities of the following areas: the Turks of Siberia, the İdil Ural (Kazan) Turks, the Turks of the Caucasus and northern Black Sea, the Balkan and European Turks, the Uighur Turks of East and South Turkistan, and Turks of the Middle East. Meanwhile, the Turkish communities which had spread through migration throughout the Western world in the 20th century were not left out. To summarize, the core feature of the Cultural Atlas of the Turkish World is that on the journey through the course of Turkish history, along with the relevant geographies and landscapes, it presents to the public socio-cultural elements in all their known opulence, and accompanied by abundant special visual materials whenever possible. Its primary goal is to underline the existence of cultural values while exhibiting civilizational instruments and to encourage others to follow. ŞENER ŞEN İLE SÖYLEŞİ Söyleşen: Hasan IŞIK INTERVIEW WITH ŞENER ŞEN Interview by: Hasan IŞIK 101 ŞENER ŞEN İLE SÖYLEŞİ / INTERVIEW WITH ŞENER ŞEN ŞENER ŞEN İLE SÖYLEŞİ INTERVIEW WITH ŞENER ŞEN Söyleşen: Hasan IŞIK* Interview by: Hasan IŞIK* • Sinema izleyicisi olarak, bugüne kadar oynamış olduğunuz filmlerin hepsini büyük bir keyifle izledik. Babanız Ali Şen de sizin gibi tiyatro ve sinema oyuncusuydu. Oyunculuğa yönelme aşamasında babanızdan ne kadar etkilendiniz? • We, as film goers, have watched all your films with great pleasure. Your father, Ali Şen, was also a theatre and film actor. How much were you affected by your father when you turned to acting? 1940’lı, 50’li yıllarda Halkevleri, kültürel faaliyetlerin merkeziydi. Tiyatro faaliyetleri, müzik faaliyetleri… Babamın esas mesleği marangozluktu; Adana Halkevinde yetişti. Tiyatro oyunlarının dekorunu yaparken tiyatroya ilgi duymaya başlıyor ve sahneye çıkıyor. Yetenekli de tabii, hemen fark ediliyor. İleride de oyunculuk asıl mesleği oluyor. Ama hayatı boyunca marangozluk mesleğini sürdürdü. Geçim derdinden ve bizleri yetiştirmek için çeşitli çileler çekti. Community centers were the hub of cultural activities in the 1940s and 1950s. Theatres, music… My father was actually a carpenter who was trained at the Adana Community Center. He became interested in the art of theatre when making the sets, and he went onto the stage. His talent was immediately recognized. Then, his acting career began and he became an actor. But, he always continued to be a carpenter to make a living. He lived through a great deal of difficulties to support us. Ben de önceleri oyunculuğu bir meslek olarak düşünmüyordum. Büyük bir ilgim vardı açıkçası okul dönemimde. Kültürel faaliyetler herkesin ilgisini çeker. Dolayısıyla ben müzik ve resim çalışmalarına katıldım. Tiyatro çalışmaları da aşağı yukarı her okulda olurdu. Bütün faaliyetlere katılırdım. Sonra oyunculuk, herhalde babamın model oluşundan ötürü, ileride mesleğe dönüşecek biçimde kuvvetli bir tutkuya dönüştü. • İstanbul’da uzunca bir dönem liseye devam ettiniz, değil mi? I had not thought about acting as a career. I was actually very interested in it when I was going to school; cultural activities attract everyone. So, I started to become involved in music and painting. There were theatre activities in almost every school. I attended all the activities. It was at this time that acting became a strong passion for me, possibly because my father was my role model. • You were in high school in Istanbul for many years, weren’t you? Biz, ben dokuz yaşındayken 1955 yılında İstanbul’a geldik. Liseye kadar okulda bir sıkıntı olmadı, ama lise bitmek bilmedi bir türlü. Ben sürekli birinci sınıfa gi- We moved to Istanbul in 1955, when I was nine years old. There were no problems diyorum. Arkadaşlarım ikiye geçiyor, üçe geuntil high school, but high school dragged on. çiyor ben birinci sınıfta doktoramı vereceI got stuck in the freshman year as my friends Para reddetme günümüzde akıl sağlığıyla ilgili bir teşhis; içeri ğim. Bu arada okula da devam ediyorum famoved on to the second and even third years. kapatma gerekçesi. Bense, mutlu olmak istiyorum. kat bir süre sonra almıyorlar. Meğerse belgeli It was as if I took my doctorate in the first durum varmış. Sonra gece liseleri açıldı. Vefa Turning down money is something that is considered to be grade. I continued going to school but after Akşam Lisesi… Ben onun ilk talebelerinden bimadness today. Reason of being sent to a hospital. Instead, I some time, they did not allow me in. This riyim. Liseyi yedi yılda bitiren nadir öğrenciwant to be happy. was when I learned I had been kicked out lerden biriyim. Bu durum benim gözümü de of school. Then, night schools opened - Vefa yıldırdı, ‘’Lise 7 yılda biterse, üniversite 20 yılda biter’’ dedim. : Bir an önce hayata atılmak için dışarıdan öğretmen okulu sı- Night School. I am one of the first students to have graduated from Vefa Night navlarına girdim ve öğretmen oldum. İki üç yıl kadar bu mesleği sürdürdüm. School. I am a unique example of a person finishing high school in seven years. I was discouraged enough to think that as it had taken me 7 years to finish high • Kaç kardeşsiniz? school I would only be able to finish university in 20. To begin working as soon Biz üç kardeşiz. En büyük benim, benden 1,5 yaş küçük bir erkek kardeşim var. O as possible, I took exams for external students for teacher-training and I was denizaltıcı oldu. O zamanlarda ya doktor olurdun ya öğretmen ya memur ya as- teacher for a couple of years. ker. Bir de kız kardeşim var. O da emekli olduktan sonra oyunculukla ilgilenmeye başladı, İnci Şen. Kendisi daha önceden tiyatro heveslisiydi fakat babam pek ruh- • How many brothers and sisters do you have? sat vermedi. Emekli olduktan sonra bizden habersiz devam etti oyunculuğa. Ken- There are three children in my family and I am the eldest. I have brother who is di alanında çok başarılı biridir. eighteen months younger than me. He became a submariner. At that time, one • Hayatın sıradan akışı içerisinde kendinizi ne zaman keşfettiniz? Öğretmenliğe kadar çok çeşitli işlerde çalıştım. Akşam lisesinin özelliğinden ötürü, gündüz çalışma zorunluluğu da vardı. Çalışmak zorundasınız çünkü bütün gün boş. O yüzden fabrika işçiliği, şoförlük, işportacılık, pazarcılık yaptım; denemediğim iş kalmadı. O an sıkıntı gibi görünen şeylerin sonradan bana olağanüstü faydaları oldu. Toplumun değişik kesimlerinden insanlarla iç içe, birebir ilişkide oldum. Biz de zaten üst tabakadan bir ailenin değil, orta halli bir ailenin devamıyız. Oyunculukta bütün bu gözlemlerimin bana çok faydası oldu. Belki şoförlük yapmasaydım, Çiçek Abbas o kadar iyi olmayacaktı. Pazarcılık yapmasaydım, limonculuk oyunu olmayacaktı. • Oyunculukta ilk sahne deneyiminiz ne zamandı? Okul dışında amatör tiyatroda ilk defa sahneye çıkma dönemi sanıyorum 1959 yılı. • Kimler vardı o dönemde tiyatroda? Bizde o dönemde amatör olarak Yeşil Sahne diye bir grup vardı. Cağaloğlu’nda, Yeşilay’a bağlı bir gruptu. Biz orada amatör çalışmalar yapardık. Mesela o dönemden Seden Kızıltunç vardı, Şehir Tiyatrosu’ndan Cüneyt Türel vardı, Mete İnsenel vardı bir dönem, rahmetli oldu sonra. * Yazar 102 would either become a doctor, a teacher, or go into the civil service or the military. I have a sister, İnci Şen. After she retired, she became interested in acting. She was interested in theatre when younger, but my father did not allow her to pursue this interest. After she retired, she continued acting, without letting us know. She is a very successful actress in her own field. • During the routine flow of life, when did you first discover your talents? I worked in many different kinds of jobs, I even taught in schools. I had to work during the day as I was going to night school. You have to work, as the whole day is free. So, I worked as a factory laborer, driver, street vendor, market-seller. I tried all kinds of jobs. These seemed very difficult, although they helped me a lot in my acting career. I was in contact with people from every section of the society. If I had not been a driver, I might not have played the role of “Çiçek Abbas” as I did. If had not worked as seller in the market, I might have not acted the role of the lemon seller as I did. • When was your first experience on stage? As far as I can remember, apart from the school plays, I started acting on amateur theatres in 1959. * Writer • Şehir Tiyatrosu daha sonra mı başladı? • Who were the actors performing in the theatre at those times? Şehir Tiyatrosu öğretmenlikten sonra başladı. Ben kesin oyuncu olmaya karar verince… Bildiğim, ilgilendiğim tek alan tiyatroydu. Şehir tiyatrosuna başvurdum ama tabii konservatuar eğitimim olmadığı için zorlandım. There was a group called Yeşil Sahne, which was related to Yeşilay; they were in Cağaloğlu. We put on amateur plays there. For instance, Seden Kızıltunç and Cüneyt Türel from the City Theatre were there, as well as Mete İnsenel, who has now passed away. • Alaylı olduğunuz için. Alaylı olarak figüran alıyorlar, kalabalık oyunlar için. Mevsimsel, bir dönemlik tarım işçileri gibi… ‘’Bu oyun bitene kadar sen gel, bu kalabalık olayda oyna’’ deniyor. Bir kahvede oturan ya da koşuşturan adamlar gibi sözsüz roller bunlar. Ben öyle başladım, sonra ilerledi. • Alaylı olmanın da getirdikleriyle, tiyatroda geleneksel ve modern rolleri oynuyorsunuz, doğaçlamaya yatkın bir oyuncu izlenimi veriyorsunuz. Görünümde öyle bir izlenim var ama ben çok disiplinliyimdir. Oyuncu belli bir noktaya gelince, alanı genişleyince, usta denilmeye başlanınca meydanı boş bulur. Artık ne yapsa mubah olur. Ben öyle değilim. Disiplinle devam etmesini isterim ve etrafın da böyle olmasını isterim. Önceden ne yapacağımıza karar verelim. Esneklik, doğaçlama, tuluat varsa ona karar verelim ve öyle oynayalım. O çok tuluat gibi görünen, çok rahat, doğaçlama gibi görünen şeyler, büyük bir hesap kitap işi bence. Ama ne yapsanız birebir aynısını oynamanız mümkün değil. Ben o başıbozukluğa pek taraftar değilim. Her gün yeni bir şey deneyemeyiz. Laboratuvar gibi değil, ortada bir de metin var. Metne saygı diye bir şey var. Oyuncu coşkulu bir yaratıktır, onu bırakırsanız kimseyi oynatmaz, kendisi beş saat aklına geleni söyler. • Tiyatroda ve sinemada metne çok müdahale ediyor musunuz? Hayır… Öyle bir terbiyeden gelmedik. Benim sinemada ünlenmem Arzu Film’de ‘Badi Ekrem’ rolüyle oldu. Sinema benim ilgi alanım değildi, uzak duruyordum açıkçası. Tiyatroda kısa zamanda figüranlıktan belli bir yerlere gelip istediklerimi yapmaya başladım. • Kadroda mıydınız orada? Bayağı hızlı oldu kadroya geçişim. Stajyer oldum, aynı yıl kadroya geçtim, ondan sonra terfiler iki üç derece oldu. • Komedi mi oynuyordunuz tiyatroda? Ortada, hem komedi hem değişik şeyler oynuyordum. Ama daha çok komediydi, daha dönüşüm olmamıştı o zaman. Ama komedi nedir? Mesela, Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası… Bir komiserin ahlâk anlayışının sorgulanması, bir bürokrasinin işleyişi, çağa ayak uyduramayan dürüst bir adamın geri kalmışlığı. Bunun yanında fırıldak, üçkâğıtçı bir polisi oynuyordum. Çok değişik şeyler deneniyordu. Sonra Şvayk (Şvayk Hitler’e Karşı), Zengin Mutfağı oynandı. • 13 yıllık İstanbul Şehir Tiyatroları geçmişiniz varken, bir kararla 1980 yılında istifa ediyorsunuz ve Almanya’ya gidiyorsunuz; neden? O dönem Almanya’da bir tiyatro kuruluyordu. Belki izin de alınabilirdi tiyatrodan ama davranışlarında hesap kitap yapan biri olmadığımdan karışıklık olmasın diye istifa ettim. • 12 Eylül’den önce miydi sonra mıydı? Önceydi. Biz baharda gittik, Eylül’de ihtilal oldu. Sürekli kadroda değildik ama sürekli gidip geliyorduk. Bizim kadroda Ayla Algan, Tuncel Kurtiz, Macit Koper, Berrin Koper gibi isimler vardı. • Did you start working in the City Theatre later? I started to work in the City Theatre after I was a teacher. When I made my decision to become an actor… Acting was the only field in which I was interested and I knew this; I applied to the City Theatre, but it was difficult as I had not graduated from the conservatory. • Because you were self-trained? They hired the self-trained people as extras for plays with large casts, like seasonal workers… They would say “Come and act in this large cast”. • As is to be expected from a person with your educational background, you act both modern and traditional roles on the stage, but we always have the impression that you are improvising. It may appear that way, but I am a disciplined person. When an actor gets to a certain point, when he expands his horizons, and especially when he starts to be referred to as a master of the art, he can take advantage of this. Whatever he engages in is seen as acceptable and welcome in the eyes of the critics. I am not, however, like this. I like to move forward with discipline and I also like it when those around me do the same. We should decide how we want to proceed before stepping onto the stage. Whether we are looking for improvisation or flexibility, we should first decide and then act accordingly. The improvisational, relaxed, fluid motions that we witness are, in my opinion, much more complicated and planned than they seem. But no matter what you do, you can never play the same role the same way twice. I don’t like such irregularity; we shouldn’t try to try something new on a daily basis. This isn’t like a science lab. There is a manual, a script, a text in front of you; a text that should be respected and followed. An actor is an easily excitable character, if you let him be, he will just speak for hours about topics on his mind without letting anyone else interrupt his speech. • Do you often intervene in the script in theatre or cinema? No… We are not trained in that way. I become popular with the “Badi Ekrem” charecter in Arzu Films. Cinema was not my pursuit; to be honest I always stayed out of it. After establishing a footing from a walk-on part in the theatre, I started doing what I wanted. • Did you become a member of the cast at that time? I became a member of the cast very quickly. First I was a trainee, and then I joined the cast in the same year. Then I continued to move up rapidly. • Did you play comedy roles? I played roles, both comedy and others. But I preferred comedy; I did not change my roles at that time. What do I mean by comedy? For example; Seferi Ramazan Bey’s Nafile Dünya … The questioning of a commissary’s moral sentiment, the bureaucratic process, the underdevelopment of an honest but un-modern man. I also played a shady policeman. Truly different things were being tried. Then I did a role in Şvayk Hitlere Karşı, Zengin Mutfağı. 103 ŞENER ŞEN İLE SÖYLEŞİ / INTERVIEW WITH ŞENER ŞEN • O dönem Almanya’da bir arayış mı vardı sizce? Almanya’da duvar yıkılmamıştı; Doğu Berlin, Batı Berlin ayrımı vardı. Batı Berlin Batının Doğu Bloğu içinde tek temsilcisiydi. Uçaklar ayrı giderdi. Biz sanki kurtarılmış bir bölgeye giderdik. Tabii orayı parlatma, cilalatma ve çok özel bir yer olarak tutma peşindeydiler. Bu, Berlin senatosunun kararıyla oldu. Biz paramızı oranın ciddi bir tiyatrosundan alıyorduk. • Birçok kişinin gözünde tartışmasız Şener Şen bir efsane… Bu durum günümüz modern terimiyle, bir kariyer üretimini de beraberinde getiriyor. Siz ne kadar “Hesaplamadığım bir süreç” deseniz de iç dünyanızda hesapladığınız, denk getirdiğiniz bir şeyler olmalı. Bu nasıl bir şey? Bu, planla yapılacak bir şey değil. Neden değil? Çünkü çok büyük riskler taşıyor benim yaptığım şeyler. Bu bir saflıkla ilgili… Saflık da bir bilinçsizlik, yetersizlik değil. Dürüstlük, pür olmakla ilgili… Ben kendi sesimi dinledim. Bu işi çok seviyorum, tat alıyorum. Bu tat alma sürecini kendim tayin ettim. Yani bu yolu… Çünkü çekiştiriyorlar sizi bir yerlere. Birçok şeyi yapmanı istiyorlar. Teklif edilen para da cazip, hayır derken parayı da reddetmiş oluyorsunuz. Para reddetme günümüzde akıl sağlığıyla ilgili bir teşhis; içeri kapatma gerekçesi. Bense, mutlu olmak istiyorum. Sistem sürekli bir şeyler dayatıyor ama sizin hayat hakkında bir fikriniz yoksa, kendinizle ilgili bir fikriniz yoksa rüzgâra göre sallanırsınız; oraya buraya gidersiniz. Hayatta bir duruşunuz olmaz. Benim yapabileceğim ve yapamayacağım şeyler var. Ama parayı verirseniz birçok insanın yapamayacağı şey yok. Bu insanlık adına beni çok düşündüren bir şey… Şimdiki çocuklara soruyorum “Ne iş yapacaksın?” diye, ‘’Para nerede ise o işi yaparım’’ diyorlar. Sevdiği, mutlu olacağı bir şeyleri yapmak hiç akıllarına gelmemiş, gelmiyor. Ben kendi yolumu tutturdum, menajerler, danışmanlar tasarlamadı bunu. • Dizi de yapmıyorsunuz bu aralar, bu sizin tercihiniz mi? Neden yapmıyorum? Şu an dizi enflasyonu var. Koşullar çok ağır. Bölüm başına doksan dakika süre ve amansız bir rekabet var. Hangi kanala güvenip de dizi yapacaksınız. Hiç senin gözünün yaşına bakmazlar. Şener Şen, Robert De Niro, Al Pacino’yu bir dizide oynat Türkiye’de, tutmazsa üçüncü bölümde kalkar. Böyle bir şeyin içine atlamaya gerek var mı? 104 • After spending 13 years at the Istanbul City Theaters, in 1980 you left without warning for Germany. Can you tell us why you made this sudden decision? There was a theater being built in Germany at that time. I could have asked for a leave of absence, but since I am not a person who spends a lot of time on decisions, I thought making a clean break was better. • Was this before September 12 or after? It was before then; we left in the spring before those events. We didn’t move to Germany permanently; rather we were going back and forth between the two countries. Our group included people like Ayla Algan, Tuncel Kurtiz, Macit Koper, and Berrin Koper, among others. • Do you think people were searching for something in Germany at that period? The wall had not yet been torn down. There was a distinction between East and West Berlin. West Berlin was the only representative of the West in the Eastern Block. Separate planes went there; it was as if we were traveling to a liberated zone. They were trying to polish and keep that zone separate. The Berlin Parliament made this decision; we were paid by one of the serious theatres of that area. • For many people, Şener Şen is, unquestionably, a legend. In modern terminology, we could say that you have created a career. Although you say “this was an uncalculated process”, you must have thought about it to some extent, there must have been something you weighed up. What was that? This is not something that could be planned beforehand. Why? Because, what I did was very risky. This is something to do with innocence. Innocence does not mean being unaware or incompetent. It means honesty, pureness. I listened to my own voice. I love this job, I enjoy it. I, myself, developed this enjoyable process; that is, I chose this way. People pull you in different directions. They want you to handle lots of different roles. They also offer you good money, so when you turn down a job, you are turning down the money as well. Turning down money is something that is considered to be madness today. Reason of being sent to a hospital. Instead, I want to be happy.The system always imposes something, but if you don’t have any idea about life or about yourself, you will be blown around by the wind. You won’t have any world perspective of yourself. • Ama İkinci Bahar’da oynadınız. Oynadım, çünkü otuz beş bölümü önceden yazmıştık. Bir filmi inceler gibi tek tek inceleyerek yapmıştık. Farkı oradaydı. Şimdi, mesela bana bir bölüm geliyor, ‘’abi sonra şöyle bir şey düşünüyoruz’’ diyorlar, sonrası yok. Biz, İkinci Bahar’ı bir yıl önce yazdık bitirdik, ondan sonra anons ettik. Koşullar yanlış. Her şey denk gelsin, güvendiğim bir ekip yapsın, grafiğini bileyim, kaç bölüm olacağını bileyim, sonrasında niye yapmamayım. • Yapmış olduğunuz gözlemler nasıl şekilleniyor? Bu tiyatroda da, sinemada da böyle oldu. Önce komediyle başladım, sonra yavaş yavaş roller değişti. Farkında olmadan benim peşinden gittiğim bir yol. 1984’te başrol oynamaya başlayınca, seçtiğim proje Namuslu’ydu. Onu ben seçtim. Hâlbuki benden öyle bir şey beklenmiyordu. Komedi türü beklentisi vardı, kırsal kesimden fırıldak adam, ‘’Badi Ekrem’’ gibi sivri tipler… Bu karakterlerin başrolü talep ediliyordu. Ben ötekini tercih ettim çünkü yeni bir yola giriyordum. O yol bana ait bir yoldu. There are things I can do and things I can’t do. But most people will do anything for money. This makes me think about humanity. I ask children what they want to be when they grow up. They say “I will do whatever earns the most money”. They haven’t thought about doing things they like and enjoy. I have chosen my own way, not my managers or advisors. • You do not act in any TV series nowadays; is this by choice? Why do I not appear in TV series? Because today there is great inflation in TV series. The conditions are too strenuous. Each episode lasts 90 minutes. There is also fierce competition. How can you take on a role in a TV series if you don’t trust the channel? They do not care about the actor. In Turkey they would make Şener Şen, Robert De Niro or Al Pacino act in a show; if the viewers do not like it, then the show will not continue after the third episode. Is that worth being involved in? • But you acted in “İkinci Bahar”. I did. The 35 episodes had already been written. We made that show as meticulously as if we were making a movie. That was the difference. For instance, in other series they come up with an episode and say “after this episode we will do this or that”. But here, nothing was created later. We had written “İkinci Bahar” a year before it was filmed and then we publicized it. The conditions are wrong today. I want everything to be perfect. If a team that I trust makes a show, if I know what is about and how many episodes it will last, then of course I would accept it. • How do your observations form? This happens both in theater and cinema in the same way. I started with comedy first, then the roles changed over time. I went down this way without realizing what was happening. The work I chose was “Namuslu”, in which I took the leading role. However, this was not what they expected me to do. People expected me act in comedies, to play characters such as the “cheeky guy from the country side” and “Badi Ekrem”… Such leading roles were offered. But I preferred following another path, and this path would belong to me. • So your choice was first comedy and then drama? No, I did what I liked… For instance if Şekerpare were to come up now, I would play in it, why wouldn’t I? It would be very lovely acting in Şekerpare after all these other roles. • Well, which role in cinema did you see as having made your name, that is in which people loved you the most and which you embraced the most? • Bir dönem komedi, sonra da dram sizin tercihiniz miydi? Hayır, içimden geldiği gibi... Daha önce yapmamış olsak mesela, Şekerpare gelse şimdi oynarım, niye oynamayayım. Çok güzel olurdu bu kadar işin üstüne bir Şekerpare; çok da iyi gelirdi. • Peki, sinemada sizin mihenk taşı olarak gördüğünüz, insanların çokça sevdiği ve sizin de çok tuttuğunuz rol hangisi? 1984’den itibaren her rolü ben seçtiğim için, şimdi buna nasıl ‘’bu iyi, bu kötü’’ diyeyim. Bir laf vardır ya ‘’hepsi yavrularım’’ diye. Öyle demeyeceğim ama benim özel bir durumum var. Hepsini büyük bir hevesle, kendimi orada gördüğüm için coşkuyla yaptım. Ama aynı oranda seyirciye ulaştı mı? Geçenler var, geri kalanlar var, çok daha öne geçenler var. Mesela Eşkıya’nın o dönem bu kadar seyirci getireceğini filmin yönetmeni Yavuz Turgul dâhil hiç birimiz tahmin etmiyorduk. Seyircinin verdiği kararlarla bizimkiler arasında da farklar oluyor tabii. • Bir karakter analizi yapıp sahnelerken, süreç itibariyle, yaşantınız o alanların içerisinde gözlem yapmanızı gerektiriyor. Gözlem, oyunculuktaki nüanslardan biridir. Halk deyimleri vardır ya mesela ‘’Nalları dikti’’gibi. Ben şimdi nalları dikmenin resmini düşünürüm. Bir oyuncu nasıl For each role I have selected since 1984 I can’t say this one was good, that one was bad. There is a saying, “all my children”. I will not say they are all the same, but my situation is unique. I acted in all of them with great enthusiasm as I saw myself in that part. But it is questionable if this feeling reached the audience or not. Some did; some could not and some were more obvious. For example, no one, including Yavuz Turgul, the director of the movie, no one thought that Eşkiya would attract much of an audience at that time. There are differences between our perspectives and that of the audience. • When you analyze the character and act it, your style requires that you make certain observations. Observation is one of the key factors in acting. There are sayings such as “kick the bucket”. I think of how one would depict a person “kicking the bucket”. How should an actor kick the bucket? In the film Kibar Feyzo there was a guy. As part of the role he gets shot, and he falls down a hill. I said to Atıf Yılmaz “Should this guy be “kicking the bucket?” He didn’t understand me and asked “What do you mean?” I said “Let me do it”, and I did. The same is true for “kicking up one’s heels”… I asked myself; “How does someone kick up their heels? Can I do it?” I almost did it literally in Kibar Feyzo. I received different comments afterwards. They said this is “Şener Şen’s run”, or the “Kurdish Run” - since I was playing Eastern characters a lot. However, in reality there is no such way to run! It is something I made up, but it has meaning for audiences. 105 ŞENER ŞEN İLE SÖYLEŞİ / INTERVIEW WITH ŞENER ŞEN nalları diker? Kibar Feyzo’da bir adam var, vuruluyor, tümsekten aşağı düşecek. Ben Atıf (Yılmaz) abiye dedim ki ‘’Bu adam nalları diksin mi?’’ Atıf abi anlayamadı hemen; ‘’Nasıl diker?’’ dedi. ‘’Ben yapayım’’ dedim, yaptım. Yine,‘’Tabanları kıçına vurmak’’deyimi… Tabanlar nasıl kıçına vurur? Ben bunu yapabilir miyim? Yine Kibar Feyzo’da bir koşuda tabanlarımı vurdurdum ben. Adam tehlike gelince ağır ağır koşmaya başlıyor, sonra hakikaten tabanlarını vurduruyor bir yerlerine… Sonra değişik yorumlar oluştu. Şener Şen koşusu oldu bu, hatta ben Doğulu tipleri oynadığım için Kürt koşusu oldu. Hâlbuki böyle bir koşu yok. Benim uydurduğum bir şey ama bir anlamı var, seyirciye geçen bir ifadesi var. • Arzu Film has loomed large in your 47 years old acting life; can you talk about your memories of this time? • 47 yıllık sinema yaşantınızda Arzu Film’in çok önemli bir rolü var, oradaki serüveninizden biraz bahsedebilir misiniz? Hababam Sınıfı is a movie series filmed in the traditional sense. From 1963 on, I had been getting small parts in movies. But to be honest, I was staying away from the cinema in those days. Then, for the second “Hababam Sınıfı” film, they began to look for an actor for the role of “Badi Ekrem”. I think people said to Ertem “there is someone who would be good for this role.” I had a very brief meeting with him and he said: “You are going to play this role!” So we started, and it continued. 1963’ten beri çok küçük rollerle arada bir oynuyordum. Ama sinemaya uzak duruyordum açıkçası. İlk defa Hababam Sınıfı serüveninin ikincisinde ‘’Badi Ekrem’’ rolü aranıyor. O arada ben de Şehir Tiyatrosunda adımı biraz duyurmuştum. Herhalde, Ertem abiye söylemişler “Böyle biri var” diye, onunla birebir çok kısa bir görüşme yaptım. ‘’Sen oynuyorsun’’ dedi, öyle başladık. Sonra arkası geldi. All Arzu Film movies are traditionally filmed. That is why people find them intimate. There are exaggerations or misunderstandings with some characters. Exaggeration is something so dangerous that with some people it looks terrible. You may dislike the character immediately. For instance, if someone else did what Kemal Sunal did, it would not be acceptable. You would say “what rubbish!” The late Kemal Sunal had a unique talent. • Hababam Sınıfı geleneksel yapıda çekilmiş bir seri. • The cast was good at that time, wasn’t it? Arzu Film’in bütün filmlerinde bu var. Sıcak gelmesi de oradan. Yanlış anlamalar, abartılar var. Abartı o kadar tehlikelidir ki kiminde hiç iyi durmaz. Hemen soğursun. Mesela, Kemal Sunal’ın yaptığını başka biri yapsa olmaz, ‘’Bu ne saçmalık’’ dersiniz. Bu kadarına gelinmez. Ama rahmetlinin özel bir durumu vardı. The cast was very good... In the script-writing group was Sadık Şendil and Yavuz Turgul; moreover, Müjde Ar, Emel Sayın and Tarık Akan were in the cast. At that time everyone was dying to be part of the cast. • O filmlerde iyi bir kadro vardı, değil mi? • Would you have like to be an actor in Europe or the USA? Çok iyi bir kadro… Yazı grubunda Sadık Şendil, Yavuz Turgul; Müjde Ar, daha evvel kadroda Emel Sayın ve Tarık Akan vardı. Yalnız herkesin de o kadroda yer almak için can attığı bir dönemdi. Çünkü öyle bir kadro kuran sinema şirketi de yoktu. Batı, Hollywood tarzı bir şey ekip kurmak... I had been abroad. My first visit was to Germany. Then I went abroad for several festivals. You can see the situation better from there, as you are a Turk, a Muslim; it is not an easy thing at all. Sometimes Hollywood gives a part, with great difficulty, to Italian or British actors. They give some roles to Spanish actors and actresses, because the market is big, Spanish is a widely spoken language; you know everything is commercial. Hollywood has enough material. Why should it be training actors or actresses in the world who come from a country that does not have international influence? In a co-production, you play the head heroin smuggler, this is the role given to you. Why would they give you Robert De Niro’s role? They have their own actors/actresses. This is what I believe: Acting is about being a part of a culture. Gestures and mimics of an American are different from ours. I know we are living in a global world, that communication is getting faster, and that all borders will be removed. Soon everyone will speak like an American. There won’t be anything left that belongs to “us”. You were born in Turkey, brought up in Adana in a feudal structure, then you come to Istanbul, work as a stallholder, or a factory laborer; what would you do abroad? You can’t know about their feelings or spirits. In the same way, they can’t understand our Züğürt Ağa. It would look strange if I were to do something there. It would be strange for me to play an American stockbroker; I could not do this. • Avrupa’da ya da Amerika’da oyuncu olmak ister miydiniz? Ben yurt dışında da bulundum. İlk deneyimim Almanya oldu. Sonra çeşitli festivaller nedeniyle gittim yurtdışına. Orada daha net görüyorsunuz. Konumunuzdan ötürü, Türk olmanızdan ötürü, Müslüman olmanızdan ötürü, bu böyle kolay iş değil. Bazen Hollywood, İngilizlere ve İtalyanlara bile zar zor yer veriyor. İspanyollara biraz veriyor, o da pazar büyük, İspanyolca çok konuşulan bir dil; her şey ticari olduğu için. Kendi elinde o kadar malzeme var ki. Durup dururken hiç bilmediği, daha dünyada da ağırlığını koyamamış bir ülkenin oyuncusunu niye parlatsın. Bir koprodüksiyonda, eroin kaçakçısının şefini oynarsın, sana biçilen rol odur. Ama niye bir Robert De Niro’nun rolünü sana versin? Kendi oyuncuları var. Ben şuna da inanıyorum: O kültüre ait olmakla da ilgili oyunculuk. Şimdi bir Amerikalı ne yapsa; jesti, tonlaması filan, bizden farklı… Tamam küresel bir dünya, iletişim arttıkça o da kırılıyor. Zaten yakında herkes Amerikalı gibi konuşacak, bize ait bir şey kalmayacak. Türkiye’de doğmuşsun, Adana’da feodal yapıda yetişmişsin, İstanbul’a gelmişsin, pazarcılık yapmışsın, fabrika işinde çalışmışsın, şimdi gidip orada ne yapacaksın? Bilmezsin ki onların ruhunu, anlayamazsın. Tıpkı onların bizim Züğürt Ağa’nın ruhunu anlamamaları gibi. Resim olarak dolanır, ama komik gelir, yani yapamazsın. Benim de orada bir şey yapmam komik gelir. New Yorklu bir borsacıyı oynamam komik gelir, oynayamam. • Şener Şen son dönemlerde, Yavuz Turgul’dan başka bir yönetmenle çalışmıyor gibi bir algı var, neden böyle bir izlenim oluştu sizce? Öyle görünüyor. Herkes de bu izlenimde haklı, çünkü ters bir örnek için ben çabalıyorum ama çıkmıyor. Bunun şöyle bir tehlikesi de var: Tutuculuk ve geri kalma… Ben öyle olmak da istemiyorum. Senaryo, konusunda istediği kadar modern, marjinal olursa olsun kendime göre benim bir senaryo kıstasım var. Bundan vazgeçemiyorum. Yoksa radikal değişimlere hazırım. Ama yine de ne anlatırsak anlatalım bir senaryo sorunu var. Bence bütün bu yeni kuşağın çoğunun filmlerinin çuvallamasının da altında bu var. Yenilerden aklıma gelen Çağan Irmak var, bir de yurtdışındaki Ferzan Özpetek ve Fatih Akın. • Recently there has emerged an impression that you won’t work with any director other than Yavuz Turgul. Why do you think this is the case? Yes, it does seem to be the case. However, this is only an impression, and I have tried to create the counter impression, but have failed. On the other hand, this has a negative impact: one of conservatism and lagging behind… I don’t want to be conservative or lag behind. However modern and marginal they may be in nature, I have my own special criteria for a scenario. I can’t abandon them… Putting these criteria aside, I’m personally open to radical change. However much we talk about this issue, there is also certainly a problem with scenarios. And this is the real reason why many of the new generation films are flops. Çağan Irmak, and Ferzan Özpetek and Fetih Akın, both of whom live abroad, are among the new-generation directors. • Nuri Bilge Ceylan’ın, Semih Kaplanoğlu’ nun filmlerini nasıl buluyorsunuz? • What do you think of the films of Nuri Bilge Ceylan and Semih Kaplanoğlu? Nuri Bilge’nin sineması farklı bir sinema, çok beğeniyorum ama filmlerini anlamaya çalışıyorum. Başka bir kulvar o. Yönetmen kabul ama bu başka bir anlayışın temsilcisi… Zamanı gerçek süresince kullanma durumu. Nuri Bilge’nin sineması bilinçli ve son derece donanımlı. İyi bir gözü olduğuna ve bu tercihinin de bilinçli olduğuna inanıyorum. Bilge’s cinema is very different; I like it a lot, but I’m still trying to understand it. The director is normal but his cinema is a different world, it represents a different approach. His cinema is much more conscious and much equipped. I believe that he has an acute understanding and this approach is something intentional. 106 • Biraz da İstanbul’dan bahsedelim. İstanbul nasıl bir şehir? • Let’s talk a little about Istanbul. What do you think of this city? İstanbul tek kelime ile olağanüstü bir şehir… Dünyada eşi benzeri olmayan çok özel bir yer… Ben bir de 1950’den beri her dönemini bildiğim için, ‘’Ah bizim zamanımızda Kadıköy’deki bahçeli konaklar, tramvaylar, ne güzeldi’’ diye eskiyi yâd etmek istemiyorum. O döneme aitti, bitti. Ama bütün bunların yanında, günümüzde diğer dünya kentleriyle baş edebilecek dinamizmde, güçte, çok renkli bir metropol. İstanbul büyüleyici bir şehir… In a word, Istanbul is a wonderful city… It has no peer… Though I know a lot about each and every period Istanbul has experienced since the 1950s, I don’t want to reminisce about the past, saying “How beautiful the garden mansions were, or the tramways in Kadıköy!” This is past and over. These features aside, Istanbul is also a metropolitan city that can rival the world cities with its dynamism and power. It’s a fascinating city… Adalar beni her zaman heyecanlandırır. Adaya gidince sanki başka bir ülkeye gidiyormuşsun gibi hissediyorsun. Mesela hepimiz köprüden geçiyoruz fakat denizden İstanbul’a çok az kişi bakmıştır. Orada büyüleyici bir şey var. • Genç oyuncularla iletişiminiz nasıl? Genelde yeni kuşaklarla karışıyoruz her filmde. Bu son filmde de öyle oldu. Bu ekip içerisinde yönetmen olarak Yavuz Turgul, oyuncu olarak Cem Yılmaz, Okan Yalabık, Melisa Sözen ve ben varım. Bu genç kuşağın en parlak oyuncuları… Bu kişilerle bir arada bulunmaktan ben de çok etkilendim. Onlar da bizden etkilenmiş olabilirler. ‘’Sadece bizim kuşaktan adamlarla çalışırız, bunlarla çalışılmaz’’ mantığında değiliz. Yavuz zaten o konuda çok açıktır. O da benim kuşaktan olmasına rağmen her şeyi takip eder. Bütün yeni dinlenen müzikleri, yeni filmleri ve sinemadaki bütün aykırılıkları da bilir. Ben onun kadar takip edemem. • Var olan oyuncular içerisinde kendinize yakın bulduğunuz isimler var mı? Hepsi başarılı. Cem Yılmaz diye bir fenomen var günümüzde… Ben Cem Yılmaz’ı çok özel bir yere koyuyorum. Kesinlikle Av Mevsimi’nde herkesi şaşırttı. Ama yalnızca farklı bir rolde görünmeyle şaşırtma değil. Farklı bir rolün bu kadar ustalıkla üstesinden gelmesiyle de şaşırttı. Yani gerçek bir oyuncuyla karşı karşıyayız. I always find the islands exciting. Whenever I get there, I feel as if I’m in a different country. Most of us pass over the bridge, but few look over Istanbul from the sea. It’s fascinating. • How do you get on with the new actors and actresses? In every film I encounter the new generation. This is true in the last film I did as well. The director was Yavuz Turgul and the actors were Cem Yılmaz, Okan Yalabık, Melisa Sözen and myself. Brilliant actors of a new generation… They impressed me; I might also have impressed them. I do not think: “We can work only with those from our generation, and no others.” Yavuz is also positive in this respect. Even if he’s from my generation, he follows everything closely, including all new types of music and films, all the different genres in the cinema world. I’m not so good at following this stuff. • Is there any actor to whom you feel close to? All of them are great. However, today there is the Cem Yılmaz phenomenon … He has a special place for me. In Av Mevsimi he absolutely surprised everybody, not only acting in a completely different role, but also skillfully overcoming its challenges. • Şehir Tiyatroları’nda en son ne zaman bir oyun izlediniz? • When did you watch last go to a play at the City Theaters? Ben hep izliyorum. Geçen yıl neredeyse bütün oyunları izledim. Orayı kendime ait bir yer olarak gördüğüm için, çok ilgiliyim. Ayrıca tiyatro benim ilk göz ağrım… Ne var ne yok, hepsini görmeye çalışıyorum. I usually go to plays. I went to almost all the plays last year. I’m very interested in them, as they are all like a piece of me. They are my old, but first love… So I try to go to all of them. • Tiyatroda sizin oynadığınız dönemle bu dönem arasında ne farklılıklar var? • What are the differences between the theater of today and that of your time? Anlayışlar değişiyor. Eskiden tiyatro, kendini rahatça ifade ettiğin çok özgün bir alandı. Ama bizde saygıdan ötürü hiyerarşik yapıya çok dikkat edilirdi. Muhsin Bey gibi bir hoca… Onun yanında konuşamayız, sadece dinleriz. Vasfi Bey, yine aynı… Bunlar ağırlığı olan ustalardı, ya da bizim yetişme tarzımız böyle. Ustaların yanında çıraklar sesini keserdi. Muhsin Bey de bu durumu korurdu, öyle çok görünmezdi. Genel provaları bile balkonun en gerisinden izlerdi, biz onu göremezdik. Ben çok önceki dönemlere yetişemedim ama Vasfi Bey’in yönettiği oyunda oynadım. Sami Ayanoğlu’nu, Hüseyin Kemal Gürmen’i de bilirim. Bedia Hanım’la aynı sahnede oynadık. Ben ara dönemde geldiğim için, hem onları hem de yenileri gözlemleyerek, bir senteze vardım. Kendi yolumu çizdim. • İstanbul Şehir Tiyatroları’na misafir oyuncu olarak döner misiniz? Şimdi bunu bilemiyorum, bir daha dönülür mü dönülmez mi; ama kendi tiyatromu kurmayı tercih ederim. Çok büyük bir yapım, özel bir çalışma olursa, hiçbir kaygı gütmezsem, o şekilde olabilir. Beliefs change. In the past, the theater used to be a place where you expressed yourself freely. However, we would give reverential priority to the hierarchical structure. For instance, think of a master like Mr. Muhsin… We never used to speak with him; we’d only listen. That’s also true of Mr. Vasfi… These were great masters, and that was the way we grew up. The apprentices would be silent with their masters. Mr. Muhsin attached importance to this hierarchy, and did not show up very often. He even watched the rehearsals from the back rows of the balcony. I did not catch up with the previous generation, but I took part in a play directed by Mr. Vasfi. I know Sami Ayanoglu and Hüseyin Kemal Gürmen. We acted on the same stage as Ms. Bedia. Since I was between the two generations, I formed a synthesis from what I had seen and made my own way. • Do you ever consider returning to the City Theaters of Istanbul as a guest actor? I never know whether I will return or not, but I’d rather establish my own theater. The City Theaters are a great work; if I there is a really special play and I have no other plans, I may return. 107 Çin’in Batı’ya açılan penceresi olan Şanghay, İstanbul’un kardeş şehri olmasının yanında kültürel ve ekonomik açıdan pek çok ortak özelliklere sahip. The city of Shanghai is the window of China which is opened to Western and has many in common with İstanbul both cultural and economic. Bizler İstanbul ile kültürel ve iktisadi ilişkilerinin geliştirilerek sürdürülmesi gereken Şanghay’ı 1453 dergisi okurlarına daha yakından tanıtmak amacıyla Belediye Başkanı Han Zheng ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Shangai and İstanbul must develop their cultural and economic relations. By means, as the journal of 1453 we realized an intarview with Han Zheng who is the mayor of Shanghai. Son derece başarılı bir yönetici olan Han Zheng 2008 yılında Dünya Belediye Başkanı Ödülü’ne aday gösterildi. Görüşme talebimizi memnuniyetle kabul eden başkan uzun yıllardır görevini sürdürmektedir. As a successful governer Han Zheng was the candidate of World Mayor Award in 2008. Mayor who kindly accepted our request is in charge for long years. ŞANGHAY BELEDİYE BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ /INTERVIEW WITH MAYOR OF SHANGAY • Okuyucularımız Şanghay’ın uzun ve zengin tarihini merak ediyorlar. Bu önemli şehrin belediye başkanı olarak bize kısaca Şanghay tarihinden bahsedebilir misiniz? 1453 okuyucularının Şanghay’ın tarihine olan ilgilerine çok teşekkür ederiz. Başkan Kadir Topbaş’ın davetiyle şehrinizi Ağustos 2008’de maiyetimle birlikte ziyaret etmiştim. Bu şöhretli, 2600 yıllık şehirden güzel hatıralarla ayrıldım. • Our readers are very interested in the rich and long history of Shanghai. As Mayor of such an important and fast-growing city in the world, could you briefly tell us about the history of Shanghai? We appreciate the rich interest that readers of 1453 have in Shanghai. At the invitation of Mayor Kadir Topbaş, I visited İstanbul with a municipal delegation in August 2008. This prestigious 2,600-year-old city left me with beautiful memories. İstanbul’a nazaran Şanghay’ın daha kısa bir tarihi var. 1267’de kasaba iken 1292’de bir şehre dönüştü. 16.yüzyıldan itibaren de Çin dokuma sanayiinin baş- Compared with İstanbul, Shanghai has a shorter history. A township in 1267, kenti ve doğu Çin’in ünlü bir kenti oldu. 1800’ler ortasında iç suyolları ve deniz ti- Shanghai grew into a full-fledged town in 1292 and later became the center of the careti arasında zengin bir liman haline geldi. 1920-30’larda çoktan Uzakdoğu’nun textile industry of China and a famous city in the East China in the 16th Century. By en büyük finans merkezi unvanını almıştı. Şangay artık modern Çin ulusal sana- mid-1800’s, it had evolved into a prosperous port for inland water and seaborne yiinin beşiği ve Çin ile diğer kültürlerin buluştuğu yerdi. Ancak yarı sömürge ve trade. As early as 1920’s and 30’s, it had already earned the stature as the largest yarı feodal bir toplum zemininde şehrin gelişmesi acılar ve haksızlıklarla birlikte financial center of the Far East, the cradle of the modern national industry and yürüyordu. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra Şanghay yeni bir geli- the intersection where the Chinese and foreign cultures met. However against the şim dönemine girdi; modern uluslararası bir metbackdrop of a semi-colonial and semi-feudal sociropol ortaya çıktı. ety, the city’s development track was marked with İstanbul gibi Şanghay da bir erime potasıdır, gelenek frustration and humiliation. After the founding of İstanbul gibi Şanghay da bir erime potasıdır, geile modernliği, Doğu ve Batı kültürlerini birleştirir. the People’s Republic of China, Shanghai has emlenek ile modernliği, Doğu ve Batı kültürlerini birLike İstanbul, Shanghai is also an inclusive city, featurbraced a new era of development and a modern leştirir. Tarih İstanbul’a Batı usulü renkli duvarlar ing mixture of tradition and modernity and fusion of international metropolis is emerging. eastern and western cultures. ve çatılarla süslü binalar bırakmış. Şanghay’a ise Like İstanbul, Shanghai is also an inclusive city, “Shikumen” kompleksini ve dar sokakları sunmuşfeaturing mixture of tradition and modernity and tur. İstanbul, Taksim meydanı ve Kapalıçarşı’sıyla fusion of eastern and western cultures. History gurur duyar; Şanghay Nanjing caddesi, Yu bahçehas left Istanbul with European-styled buildings leri ve Tanrıkent tapınağıyla. of colored walls and roofs, and Shanghai with • Şanghay’ın hızlı gelişimi tüm dünyanın ilgisini Shikumen complex and narrow alleys. İstanbul çekti. Başarılı gelişim sürecini özetler misiniz? boasts Taksim Square and Grand Bazaar while Shanghai is home to Nanjing Road Promenade, Son 30 yılda reform ve dışa açılım (özellikle son the Yu Garden and the City God Temple. 20 yılda) ve Pudong bölgesinin gelişimi ve açılımı ile Şanghay’da muazzam tarihi değişiklikler oldu. Bunlar şu üç boyutta cereyan etti. • The rapid development of Shanghai has attracted worldwide attention. Can you highlight its major achievements? Kentsel faaliyetler: Öncelikle Şanghay’ı klasik bir sanayi ve ticaret kentinden uluslararası bir ekoIn the past 30 years of reform and opening-up, nomi merkezine dönüştürdük. 1992’den 2007’ye especially in the past 20 years of Pudong’s deŞanghay 16 yıl süreyle çift basamaklı gelişim Şangay Belediye Başkanı Han Zen Zhenb / Han Zen Zhenb, Mayor of Shangai velopment and opening-up, tremendous historic oranlarını korudu. 2010’da yerel gayrı safi hasıla 1,7 trilyon RMB Yuan’a ulaş- changes have taken place in Shanghai in three major aspects. tı (sabit fiyatlarla). 1. City’s functions. We have preliminarily turned Shanghai from a traditional Şehrin görünümü: Temel olarak modern bir altyapı çerçevesini kurduk. 2010’da industrial and commercial city to an international economic center. From 1992 Şanghay limanı dünyanın en büyük konteyner terminali oldu. Öte yandan Pu- to 2007, Shanghai maintained double-digit growth for 16 consecutive years. In dong uluslararası hava limanından geçen kargo ve posta dünyada üçüncü sevi- 2010, the local GDP reached about 1.7 trillion RMB yuan (at constant prices). yeye ulaştı. 2. City’s outlook. We have basically put in place a modernized infrastructure İnsanların hayat kalitesi: Eski kendine yeterlilik zamanları artık geride kaldı. Artık insanlar bir refah toplumunda yaşıyorlar. 2010’da kişi başı harcanabilir gelir gerek kent gerekse de kır kesiminde 1990’a kıyasla sırasıyla 14 ve 8 kat arttı. • 2003 yılında belediye başkanı olduğunuzda hedefleriniz ve sorunlarınız ne idi? Bu hedefleri gerçekleştirmek ve sorunları çözmekte ne kadar yol aldınız? 2003’te Şanghay belediye başkanı oldum. Bu şerefli ağır yük bana Şanghaylı hemşehrilerimce yüklendi. Ardından merkezi hükümet Şanghay için stratejik bir hedef belirledi: Şanghay uluslararası bir ekonomik, finansal, ticari ve denizcilik merkezine dönüşecek (“Dört Merkez”) ve modern bir sosyalist metropol olacaktı. Bu hedefe ulaşmak için 3 aşamalı bir plan geliştirdik. İlk aşama “Şanghay’ın sosyo-ekonomik gelişimi için 10. Beş Yıllık Plan” hedeflerini tamamlayarak 2005’te “Dört Merkez” hayalinin temellerini atmaktı. 2. aşama 2010’da “Dört Merkez” için temel çerçe- 110 framework. In 2010, the port of Shanghai became the largest international container terminal while cargo and mail throughput of Pudong International Airport reached the third in the world. 3. People’s quality of life. Those days of sufficient subsistence are behind us. People now are living in a well-off society. Per capita disposable income in the urban and rural areas increased by 14 and 8 times respectively in 2010 in comparison with 1990. • What were the goals and challenges when you became Mayor in 2003? How far have you come in meeting these goals and addressing the challenges? I took over as Mayor of Shanghai in 2003, a glorious yet heavy mandate given to me by the citizens of Shanghai. The Central Government by then set out a strategic goal for Shanghai, which was to turn the city into an international economic, financial, trade and ship- veyi kurmaktı. 3. hedef Şanghay’ı 2020’de “Dört Merkez” ve modern bir metropol yapmaktı. Yine de bu vizyon 3 temel sorunla karşılaştı. İlki ağır sanayi ve kimya sanayiinin hâkim olduğu ekonomik yapının kaynaklar ve çevre itibarıyla sürdürülebilir olmamasıydı; öte yandan Şanghay gibi bir mega-kentte işletme masrafları giderek artıyordu. İkincisi, eski sanayi bölgelerinin açılmasının ve dönüşümün işsizlik, artan nüfus yaşlanması ve kente göç akını gibi sorunlar çıkarmasıydı. Üçüncü olarak, Şanghay kitlesel kent altyapı dönüşümlerine uğradı. Yıkım ve yapım sırasında bizim devasa inşaat projeleri finansmanı, güvenli ve sürekli belediye hizmetleri ve artan toplumsal gerilimleri yönetim ve müdahale gibi sorunlarla uğraşmamız gerekti. Son 8 yılda ben ve iş arkadaşlarım yoldaki sorunların çözümünde reform ve yeniliklerin gücüne inandık ve birçok cephede hatırı sayılır gelişmeler kaydettik: Sınai yeniden yapılanma: Bu, Şanghay’ı Çin’in uluslararası üne sahip en büyük ekonomik merkezi yaptı. Sosyal refah: 600.000 yeni istihdam açıldı ve sakinlerimizin %98’i emeklilik, sağlık, işyeri kazaları için sosyal güvenceler, işsizlik ve doğum gibi konularda temel sosyal güvenlik şemsiyesi altına sokuldu. Fonksiyonel altyapı merkezleri ve ağları: Özelde raylı taşıma 2003’teki 100 km’den geçen yıl 452.6 km’ye çıktı. Ancak, şunun da farkındayız: Şanghay hızlı ekonomik dönüşümde hassas bir yol ayrımına geldi. “Dört Merkez” hayaline erişim daha çok ter ve bilgelik istiyor. Yine de merkezi hükümetin rehberliği ve hemşerilerimizin ortak çabaları ile şehrimizin gelişim hedeflerine varacağından eminiz. • Son yıllardaki ekonomik durgunluk şehrinizi nasıl etkiledi? 2008’in ikinci yarısından beri ABD’deki riskli krediler krizinin tetiklediği, sürekli yayılan ve derinleşen dünya finans krizi dünya ekonomisine Büyük Buhran’dan* sonra en büyük sorunu oluşturdu. Ekonomisi yüksek oranda dışa açık ve dünyanın geri kalanıyla sıkıca ilişkili olan Şanghay da uluslararası finans krizinden ağır darbe aldı. Sonuçta yıllardır görülmemiş sanayi ve dış ticarette negatif büyüme, vergi gelirlerinde ciddi düşüş, kimi sektör ve şirketlerde işletim ve üretim güçlükleri ve ekonomik yavaşlamanın artan baskısı gibi süreçlerle karşılaştık. ping center (“Four Centers”) as well as a socialist modern metropolis. In order to achieve this goal, we have mapped out a three-step plan. The first step was to complete the 10th Five-Year Program for the Economic and Social Development of Shanghai and lay the ground work for the “Four Centers” ambition by 2005. The second was to put in place a basic framework for the “Four Centers” by 2010. The third was to establish Shanghai as the “Four Centers” and a modern metropolis by 2020. However, such a vision was confronted with three key challenges. Firstly, the economic structure that was dominated by heavy and chemical industries became unsustainable as a result of the resource as well as environmental constraints and rising business costs in a megacity like Shanghai. Secondly, the opening-up and transformation of old industrial bases gave rise to new problems including more layoffs, accelerated population aging and large inflow of migrants. Thirdly, Shanghai was then undergoing massive urban regeneration. We had to over- come such obstacles as financing for tremendous construction projects, maintaining safe and smooth urban operation and management as well as handling increased social tensions in the process of demolition and resettlement. Over the past eight years, my colleagues and I have relied on reforms and innovation to solve difficulties along the way and made considerable progress on a number of fronts. 1. Industrial restructuring. This has made Shanghai the biggest economic center in China with greater global clout. 2. Social welfare. Some 600,000 new jobs have been created and nearly 98 percent of the citizens have been covered by the basic social security network of pension and health care as well as social benefits of workplace injuries, unemployment and reproduction. 3. Functional infrastructure hubs and networks. In particular, the total mileage of rail transit in operation surged from less than 100 kilometers in 2003 to 452.6 kilometers last year. But we are well aware of the fact that Shanghai has come to a critical juncture of accelerated economic transformation. To achieve the “Four Centers” ambition requires more sweat and wisdom. Yet we are confident that with the strong leadership of the Central Government and the joint efforts of the citizenry, the City is set to attain its development goal. 111 ŞANGHAY BELEDİYE BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ /INTERVIEW WITH MAYOR OF SHANGAY Bu beklenmeyen sorunlarla karşılaşınca merkezi hükümetin finans krizine cevaben başlattığı mali destekleme paketini aynen benimseyip yürürlüğe koyduk; büyüme, iç tüketimin artışı, ekonomik yeniden yapılanma, reformların sürdürülmesi ve halkın refah artışını sürdürmekte daha hedefe yönelik ve etkin siyasi önlemler aldık. Tüm bu zorlu önlemler sürekli ve nispeten hızlı ekonomik büyüme sağladı. 2009’da Şanghay ekonomisi çeyrek yıllık ölçümlerde büyüme işaretleri verdi. 2010’da ekonomimiz güçlü bir hareketlenme ile yıllık gayrı safi hasılada %9.9 büyüme sağladı. Uluslararası finans kriziyle uğraşırken edindiğimiz tecrübe gösterdi ki, ekonomik yeniden yapılanma ve büyüme modelinden değişiklik her zamankinden daha önemli ve zorunludur. Biz yenilik temelli ekonomik dönüşüme bağlı kalmalı ve hizmet sektöründe hızlı büyüme ile bir hizmet temelli ekonomi geliştirmek ve imalat endüstrisini modernleştirmekte hiçbir çabayı esirgememeliyiz. • Şanghay’ın geleceği için plan, ufuk ve hayalleriniz nedir? Geleceğe baktığımızda 20 milyondan çok Şanghay sakini ve ben çok emin ve ümit doluyuz. Bu sorunuza üç cevap vereceğim. Birincisi, ümid ediyorum ki, Şanghay çok etkili bir küresel merkez olacaktır. Şehir bilimsel gelişimin rehberliğine bağlı kalacak, kaynakların küresel düzeyde yönlendirilişi kabiliyetini artıracak, her alanda gücünü arttırıp küresel rekabette öne geçecektir. Açık fikirli ve değişikliklere yatkın olarak biz güçlü, rekabetçi ve çok işlevli bir ortam yaratarak, uzak yakın dostlarımızın Şanghay’a gelmelerini ve birlikte daha güzel bir şehir kurarak daha uyumlu hayatlar yaşamalarını sağlayacağız. İkincisi, ümid ederim ki, Şanghay dinamik yaratıcılığın en yenilikçi şehirlerinden biri olacaktır. Reform ve dışa açılımla devam ederek şehir siyaseti, yönetişim ve kültürünü yenileyecek, böylece yaratıcılığın sınırsız potansiyelini serbest bırakarak Şanghay’ı yenilikçi yeteneğin, ticaretin ve araştırmanın dinamik merkezi kılacağız. Üçüncüsü, yine ümid ederim ki, Şanghay düşük karbon yayan, yeşil ve yaşanılır bir eko-şehir olacaktır. • What impact did the world economic recession over the past few years have on the city of Shanghai? Ever since the second half of 2008, the ever expanding and worsening world financial crisis triggered by the subprime crisis in the USA has posed the most serious challenge to the world economy since the Great Depression*. As its economy is highly open and closely intertwined with the rest of the world, Shanghai was hit hard by the international financial crisis. As a result, it encountered scenarios unseen for many years such as negative growth of foreign trade and industrial output, drastic decline in fiscal revenue, production and operation difficulties in some sectors and companies, and rising pressure of economic slowdown. In face of unprecedented challenges, we fully embraced and implemented the fiscal stimulus package launched by the Central Government in response to the financial crisis, and took more targeted and effective policy measures to maintain growth, boost domestic consumption, restructure the economy, promote reform and improve people’s well-being. All these strenuous efforts ensured steady and relatively fast economic development. In 2009, Shanghai’s economy showed signs of upward trend on a quarterly basis. In 2010, our economy sustained the strong momentum as evidenced by a 9.9% year-on-year GDP growth. Our experience in response to the international financial crisis has told us that economic restructuring and changing the growth model are more important and pressing than ever before. We must adhere to innovation-driven economic transformation and spare no efforts in developing a service-led economy through faster growth of the service sector and upgrading of the manufacturing industry. • What plans, vision and dreams do you have for Shanghai’s tomorrow? Looking into the future, 20 million plus Shanghai citizens and I are all very confident and full of hopes. I have three sentences to answer this question. First, I hope that Shanghai will become a global Expo 2010 Shanghai China’nın “daha iyi kent, city of great influence. daha iyi hayat” temasından ilham alarak biz çevThe City will stay committed to the Outlook of renin korunması ve ekolojik koruma konularınScientific Development, improve its capability to da somut adımlar atacağız. Böylece Şanghay koallocate resources on a global scale, build up its ruma odaklı ve çevre dostu bir şehir olacak; sastrength across the board, and sharpen its global kinlerinin mavi göğün, yeşil çevrenin, temiz su ve competitiveness. Open-minded and inclusive, we havanın tadını çıkarmasını sağlayacağız. İnsanlaTrafiğe kapalı Nanjig Caddesi / Nanjig Road Pedestrian Road will create an enabling, competitive and diversirın hayat kalitesini yükseltmeye, onların eğitim, istihdam, sağlık, yaşlılık bakımı ve konut gibi kamu hizmetlerine daha iyi ulaşımı- fied environment so that friends near and far will be attracted to Shanghai to nı sağlamaya devam edeceğiz. jointly build a better city and share harmonious lives. • Biraz da Şanghay’ın kültür, spor ve ekonomiyle doğrudan ilişkili olmayan diğer alanlardaki atılımlarından bahseder misiniz? Second, I hope that Shanghai will become a most innovative city of dynamic creativity. Kültür ve spor bir şehrin “yumuşak gücü”nün önemli kalite işaretleridir. Şanghay’ın gelişimi sadece ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim ile ilgili olmayıp, kültürel zenginlik, toplumsal bilinç ve insanlarımızın genel gelişimiyle de ilgilidir. Driven by reform and opening-up, we will innovate the city’s policies, governance and culture to unleash the inexhaustible potential of creativity and make Shanghai a dynamic hub of innovative talent, businesses and research results. Her yıl Şanghay’da birçok uluslararası kültür ve spor etkinliği düzenlenir. Örneğin, Çin Şanghay uluslararası sanat festivali, “Şanghay Baharı” uluslararası müzik festivali ve Şanghay uluslararası film festivali şehrin başlıca yıllık sanat etkinliklerindendir. Sanatseverler bir dizi dünyaca ünlü konuk kültür ve sanat grupları- 112 Third, I also hope that Shanghai will become a low-carbon, green and livable eco- city. Inspired by the theme of the Expo 2010 Shanghai China - “Better City, Better Life”, we will take concrete actions in environmental protection and ecological nı izler. Şanghay ayrıca Formula 1 Çin Grand Prix’si, Shanghai ATP Masters 1000, IAAF Diamond League Shanghai gibi uluslararası spor etkinliklerinin de ev sahibidir. Bu yılın önemli bir olayı 14. FINA Dünya Kupası’dır. Yanı sıra sakinlerimiz birçok popüler kültür ve spor programlarına katılırlar; örneğin okuma festivali, sanat gösterileri ve spor-sağlık etkinlikleri gibi. Açık bir metropol olarak Şanghay uluslararası iletişim ve kültürel alışverişte etkindir. Birçok genel ve özel uluslararası kurum toplantılarını Şanghay’da yapar. Mesela Şanghay, Dünya Bankası Şanghay Konferansı – fakirlikle savaşı hızlandırma ve 60. BM Asya ve Pasifik ekonomik ve sosyal komisyon toplantılarına başarıyla ev sahipliği yapmıştır. Dahası Şanghay temel kamu hizmetleri olan eğitim ve sağlığa halkın erişimini artırmaya çalışmaktadır. Şu sıra yeni işgücünün ortalama eğitim süresi 14,5 yıl ve ortalama ömür beklentisi 81.73 yıldır. preservation so as to build Shanghai into a conservation-oriented and environmentally-friendly city and enable our citizens to enjoy blue sky, green land, clean water and air all the time. We will continue to improve people’s quality of life and their access to better public services of education, employment, health care, elderly care and housing. • Could you introduce to us the development of Shanghai’s cultural, sports and other sectors not directly related to industrial and economic growth? Culture and sports are important hallmarks of a city’s soft power. Shanghai’s development is reflected not only in economic growth and technological progress but also in cultural prosperity, civic awareness and all-round development of our people. Every year Shanghai holds a great variety of international cultural and sporting events. For example, China Shanghai International Arts Festival, “Shanghai Spring” International Music Festival and Shanghai International Film Festival are the main annual culture feasts of the town. Art lovers have enjoyed the performances by a number of visiting world-renowned cultural and artistic troupes. Shanghai also hosts the Formula 1 Chinese Grand Prix, Shanghai ATP Masters 1000, IAAF Diamond League Shanghai, among other annual international sporting events. One highlight of this year is the upcoming 14th FINA World Championships. Meanwhile our citizens participate in a myriad of popular cultural and sports programs, such as reading festivals, arts exhibitions and fitness activities. As an open and metropolitan city, Shanghai actively engages itself in international communication and exchange. Many general and specialized international organizations had their conferences held in Shanghai. For example Shanghai successfully hosted the World Bank Shanghai Conference - Scaling Up Poverty Reduction and the 60th Session of UN Economic and Social Commission for Asia and the Pacific. Moreover, Shanghai strives to improve public access to such basic public services as education and health care. Currently, the average educational attainment of the new labor force is 14.5 years and the average life expectancy is 81.73 years. • Shanghai and Istanbul are sister-cities. Would you please give some examples of cooperation projects both already implemented and planned for the future? Yangpu Köprüsü / Yangpu Bridge Çin ve Türkiye arasındaki sağlam ilişkiler sayesinde Şanghay ve İstanbul giderek birbirine yaklaştı. 23 Ekim 1989’da bu iki şehir kardeş şehir anlaşmasını imzaladı. Son 20 yıl ekonomi, ticaret, turizm, kültür ve spor alanında devlet kurumları, profesyonel kurumlar ve sivil örgütler arasında sık değişim ve işbirliğine şahit oldu. Kültür, işbirliği projelerimizde önemli bir alan. Örneğin, 2008’de İstanbul’da kardeş şehir oluşumuzun 20. yılı münasebetiyle kutlamalar yapıldı. Kitap değişimiyle, resim sergileriyle, elsanatları ve film gösterileriyle İstanbullular Şanghay’ın yerel kültürü ve gelenekleri hakkında birinci elden bilgi edindiler. Thanks to the sound bilateral relations between China and Turkey, Shanghai and Istanbul have become increasingly closer. On October 23rd, 1989, the two cities were twinned through the signing of Agreement on SisterCity Relations. The past two decades witnessed frequent exchanges and cooperation in ever expanding areas of economy, trade, tourism, culture and sports among government agencies, professional institutions and civil organizations. Culture is an area where our cooperation projects abound. For example, celebrations were held in İstanbul in 2008 to commemorate the 20th anniversary of the sister-city relations. Through book exchange, picture exhibition, handicraft display and film screening, İstanbul citizens had first-hand appreciation of Shanghai’s local culture and traditions. Dünya Expo 2010 Şanghay, iki şehrin halkı arasında karşılıklı anlayış ve dostluğu daha da artırdı. İstanbul’un, çok ziyaret edilen Türkiye pavyonunun en önemli The World Expo 2010 Shanghai China has further enhanced the mutual understanding and friendship between peoples of the two cities. I know that İstanbul • Şanghay ve İstanbul kardeş şehirler. Bize halihazırdaki ve gelecek için planlanan ortak etkinliklerden söz edebilir misiniz? 113 ŞANGHAY BELEDİYE BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ /INTERVIEW WITH MAYOR OF SHANGAY Bund konularından bir olduğunu hatırlıyorum. 7 milyon ziyaretçi burasını gezdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, diğer 100 önemli kişiyle beraber Expo açılmadan önce görüşleri alınmak üzere davet edildi. Onun Expo’nun barışçı kültürlerarası ilişkiler kurmaktaki rolü konulu sunumu çok ilgi çekti. 20 milyon Şanghaylı adına ben Türk halkına ve İstanbullulara Expo’ya sundukları güçlü destek için minnettarlığımı bildirmek isterim. Geleceğe baktığımızda, Şanghay ve İstanbul, Expo’nun getirdiği olumlu hareketi kullanıp ekonomi, ticaret, turizm, kültür, sanat ve öğrenci değişimi gibi konularda daha güçlü işbirliği bağları geliştirmeli ve böylece dostane ilişkilerimize yeni boyutlar katmalıdır. • Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çıkardığı bir kültür yayını olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat dergisi önemli popülerlik ve etkiye sahip. Kardeş şehrinizin belediye başkanı olarak 1453 dergisiyle söyleşi yapmaktan çok memnunum ve bunun karşılıklı anlayış açısından faydasına inanıyorum. 1453 dergisinin Şanghay’daki gelişmelere, özellikle de kültürel olaylara daha çok yer ayıracağına inanıyorum. Böylece kültürel işbirliği ve değişim konusunda önemli bir köprü olacaksınız. Son olarak 1453’e başarılar dilerim. *Büyük Buhran, 1929 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan ve on yıl kadar tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizdir. (editörün notu) was one of the highlights in the popular Turkey Pavilion, which attracted more than 7 million visits. Mr. Kadir Topbaş, Mayor of İstanbul, among the one hundred celebrities, was invited to share his views on the Expo before its launch. His paper on the role of the Expo in facilitating peaceful cross-culture interactions remains very impressive. On behalf of the more than 20 million Shanghai citizens, I would like to extend our appreciation to the people of Turkey and citizens of İstanbul for their strong support rendered to the Expo. Looking into the future, Shanghai and İstanbul should leverage the good momentum brought by the Expo and build closer ties of cooperation in such areas as economy, trade, tourism, culture, art and youth exchanges so as to scale new heights in our friendly relations. • Any more comments? As a cultural journal affiliated to the Municipal Government of İstanbul, 1453 Journal of İstanbul’s Culture and Art enjoys great popularity and influence. As Mayor of your sister city, I’m very delighted to take a distance interview from 1453 and I think it is a very good opportunity to enhance our mutual understanding. I truly hope that 1453 will give more coverage to the development of Shanghai, especially its cultural updates, thus becoming an important bridge in promoting our cultural cooperation and exchange. Last but not least, I wish 1453 every success. * Great Depression: “Great Depression” is the name of the economic crisis that started in 1929 in U.S.A. and effected all the world for ten years. (ed. n.) 114 İSTANBUL’UN BATILI KONUKLARI Hakan YILMAZ WESTERN MANSIONS IN İSTANBUL Hakan YILMAZ İSTANBUL’UN BATILI KONUKLARI / WESTERN MANSIONS IN İSTANBUL İSTANBUL’UN BATILI KONUKLARI WESTERN MANSIONS IN İSTANBUL Hakan Yılmaz* Hakan Yılmaz* İstanbul’un şansıdır ayrılmaz sevgilisi deniz. Nadide bir gerdanlık gibi süsler şeh- Istanbul is fortunate in that she is the inseparable beloved of the sea. It threads through the city like a precious necklace. In fact, each wave hitting the shore is an invitation. Through the centuries she has taken those who have heeded the call to her breast. Undoubtedly, one of the most famous examples of such people is Pierre Loti. This French author, whose real name was Louis-Marie Julien Viaud, came to Istanbul as a naval officer in 1876 while Sultan Abdülhamid II was on the throne; this was a journey that changed his life. Pierre Loti first attracted our attention as an author with his novel Aziyade. ri. Dalgalarının sahile her dokunuşu bir davettir aslında. Yüzyıllar boyu davetine icabet edip gelenlere sinesini açmıştır. Bunun en tanınmış örneklerinden birisi de hiç şüphesiz Pierre Loti’dir. Asıl adı Louis-Marie Julien Viaud olan Fransız yazarın deniz subayı olarak Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktığı yıl olan 1876’da İstanbul’a gelmesiyle birlikte hayatı da değişir. Bir yazar olarak Pierre Loti Aziyade romanı ile dikkat çekmeye başlar. Fransa’da sanayi devrimine inat İstanbul’un muhafazakâr semtlerinden olan Eyüp ve Sultanahmet’te, üstelik yerel kıyafetler giyerek vakit geçirmeyi sever. 1891 yılında Fransız Akademisi’ne kabul edilen Loti’nin yazdığı Les Desenchantess (Mutsuz Kadınlar) 220 binden fazla satarak dönemin en çok ilgi gören kitaplarının başında gelir. Osmanlı topraklarında da büyük bir üne sahip olan Loti’nin şehirde rahat etmesi için Sultan II. Abdülhamid polis teşkilatına fotoğrafını dağıtarak, rahatsız edilmeden koruma altında tutulmasını emreder. İstanbul’a aşk ile bağlı olan Loti, savaşlardan sonra bile şehri ziyaret etmekten çekinmez. Balkan Savaşları’ndan sonra iki defa İstanbul’a gelir. Öyle ki Fransa’da yaşarken İstanbul’a olan özleminden dolayı evinde sabah ezan okutturur. İstanbul’un şansıdır ayrılmaz sevgilisi deniz. Nadide bir gerdanlık gibi süsler şehri. Dalgalarının sahile her dokunuşu bir davettir aslında. Yüzyıllar boyu davetine icabet edip gelenlere sinesini açmıştır. Istanbul is fortunate in that she is the inseparable beloved of the sea. It threads through the city like a precious necklace. In fact, each wave hitting the shore is an invitation. Through the centuries she has taken those who have heeded the call to her breast. In the era in which the Ottoman State collapsed, with great courage he presented his novel “La Turquie Agonisante” to the French market. Loti criticized France for adopting a position in opposition to the Ottoman State in World War I and was accused of not being patriotic. After the Ottoman State had been divided up after the war Loti continued to defend it. A society was established in his name in 1920 and he was announced an “honorary resident of Istanbul”. The coffeehouse in which he created his novels while smoking the nargile today is one of most popular locations in Istanbul. The house in which he stayed for a while on the Divanyolu has been partially screened off due to the electric cables that pass in front of it, and there is only a simple plaque. This building has yet to be turned into one of the Istanbul house museums. Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde Can Cekişen Türkiye adlı eserini büyük bir cesaretle Fransa’da piyasa sürer. Fransa’nın I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almasını eleştiren Loti, bu yüzden ülkesinde sevilmeyen adam ilan edilir. Savaş sonrası ülke paylaşılırken, Loti Osmanlı Devleti’ni savunmaya devam eder. 1920’de adına bir dernek kurulan Loti, ‘İstanbul’un fahri hemşerisi’ ilan edilir. Bugün nargilesini içerken romanlarını kurguladığı kahve, İstanbul’un en gözde mekânlarından birisidir. Divanyolu’nda bir süreliğine kaldığı evde ise önünden geçen elektrik kablolarından dolayı kısmen perdelenmiş, sade bir levha bulunmaktadır. Ancak henüz İstanbul’daki evi müze haline getirilmemiştir. Loti’nin aksine yıllar önce İstanbul’da yaşamış ünlü Romen şarkiyatçı ve Boğdan prensi Dimitri Kantemir’in Fener’deki evi bugün bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadır. Ancak burada evin ihtişamından bahsetmemiz * Yazar 116 Reacting to the industrial revolution in France, he liked to wander the conservative neighborhoods of Istanbul, Eyüp and Sultanahmet, wearing local clothing. Les Desenchantess the book written by Loti, who accepted by the French Academy, sold more than 220.000; this was one of his most popular books. Loti had earned great fame in the Ottoman lands and so that he would not be disturbed when wandering through the city Sultan Abdülhamid II had his photograph distributed to the police force, ordering that he be protected and not disturbed. Loti, who was affiliated to Istanbul with love, did not refrain from visiting the city even after the wars. He came to Istanbul twice after the Balkan Wars. While living in France because of his longing for Istanbul he had the morning adhan recited in his house. Pierre Loti’nin Çemberlitaş’taki evi / Pierre Loti’s house in Çemberlitaş * Writer In contrast to Loti’s house, that of Dimitri Kantemir, the famous Rumanian Orientalist and prince of Moldavia, who lived at a much earlier era in Istanbul, is still standing in all its glory in Fener. However, it is not possible to speak of the glory of the house here, because what stands in the name of a mümkün değil; çünkü ev namına taş bir bina kalmıştır. Bugünlerde ziyarete kapalı olan binayı yakınındaki Vedoni Cafe’nin çatısından görme imkânına sahip olduk. Çeşitli aralıklarla İstanbul’da 21 yıl yaşayan Kantemir’in, tarihe damgasını vuran eserlerin altına imzasını atmasına sebep hiç şüphesiz bu şehir olmuştur. On beş yaşında Rum Patrikhanesi’nin yüksekokulunda eğitim gören Kantemir, temel eğitiminin ardından kendisini Türkçe, Arapça, Farsça ve İslam tarihi öğrenimine verir. Hocaları arasında müfessir Nefioğlu, Sadrazam Rami Mehmed Paşa ve filozof Yanyalı Esad Efendi gibi saygın kimseler vardır. Bütün bunların yanı sıra Boğdan prensinin müzik yeteneğine zamanın padişahı III. Ahmed bile ilgisiz kalamaz. Kantemir’in ünü Osmanlı sınırlarını aşar ve 1714’te Türk musikisi hakkındaki eseri dolayısıyla Berlin Akademisi’ne üye olarak seçilir. Rus Çarı Petro ile yaptığı ittifak yüzünden Rusya’ya sürgün giden Kantemir’in burada yazdığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Çöküşü adlı eseri bir yüzyılı aşkın süre Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulur. Osmanlı ve İslam tarihi konusunda ün sahibi bir ismin tarihi kayıtlarda saray olarak nitelenen evi günümüzde sade bir taş yapı görünümündedir. Bugünkü evin, kompleks bir yapı grubundan günümüze kalan tek parçası olması daha büyük bir ihtimal olarak gözükmektedir. Kantemir’in evinin, Loti’nin ünlü kahvehanesi ile en büyük ortaklığı herhalde muhteşem Haliç manzarasıdır. Hani Laima Hanım için “Mezardan kalkmam için sesini duymam yeterli” der ya Cemil Meriç, tarihçi için de denizin öyle bir etkisi olsa gerek. house is a stone building. It is possible to see the building, which is closed to the public, from the roof of the Vedoni Café, the adjacent building. There can be no doubt that Istanbul had an effect on the great works of Kantemir, who lived in Istanbul at a number of different times over a period of 21 years; these works put a stamp on history. Kantemir was educated at the age of 15 in the Greek Patriarchate high school; after receiving a basic education turned to learning Turkish, Arabic, Persian and Islamic history. Among his tutors were respected people like the professor Nefioğlu, Grand Vizier Rami Mehmed Pasha and the philosopher Yanyalı Esad Efendi. In addition to this the talent of the Moldavian prince for music did not go unnoticed by Ahmed III. Kantemir’s fame spread beyond the boundaries of the Ottoman State and he was selected as a member of the Berlin Academy for his work on Turkish music in 1714. Due to the alliance he made with the Russian czar Peter he was exiled to Russia; here Kantemir wrote his work The Rise and Fall of the Ottoman Empire; this was used for over a century as a text book in European universities. The house, which is qualified in historical records in the name of this man, renowned in Ottoman and Islamic history, today appears as a simple stone building. The house today is most likely the sole part of what was a complex. Probably the greatest shared characteristic of Kantemir’s house and Loti’s famous coffeehouse is the magnificent view they had of the Golden Horn. The sea must have had a similar affect on the historian to that of Laima Hanim, for whom Cemil Meriç said “It is enough for me to raise me from my grave if I hear your voice”. Eyüp 117 İSTANBUL’UN BATILI KONUKLARI / WESTERN MANSIONS IN İSTANBUL Dimitri Kantemir’in Balat’taki evi / Dimitri Kantemir’s house in Balat 118 MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “Bir milletin sanatı yoksa o millet geleceğe bir şey bırakamaz” Söyleşen: Hüseyin SORGUN MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “If a nation has no art then that nation will leave nothing for the future.” Interview by: Hüseyin SORGUN MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “Bir milletin sanatı yoksa o millet geleceğe bir şey bırakamaz” / MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “If a nation has no art then that nation will leave nothing for the future.” MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “Bir milletin sanatı yoksa o millet geleceğe bir şey bırakamaz” “If a nation has no art then that nation will leave nothing for the future.” Söyleşen: Hüseyin SORGUN* Interview by: Hüseyin SORGUN* Bir insanın yaşam öyküsünden bir kuruluşun gelişimine ve bir ülkenin siyasi, sosyal tanıklıklarına uzanmak mümkündür. Yaşadığı çağa, çevresine ve çağının değişim/ dönüşüm dönemlerine şahitlik eden, sorumluluk alan ve adım atan insanlar vardır. “Kimin himmeti milleti ise o kişi bir millettir” sözünün ışığında tek başına çoğalmış, insanlara iyilik etmenin, yardım etmenin timsali olmuş, aydınlık insanlar vardır. Mustafa Şevki Kavurmacı ile konuşmaya başladığınızda bu heyecanı duymaya ve hissetmeye de başlıyorsunuz. It is possible to extrapolate the development of an institution or the political and social witnessing of a nation from the life story of an individual. These are people who have witnessed the era in which we live, the environment and the transformation of the era, people who have taken up the responsibility and who have taken the necessary steps. These are enlightened people who represent philanthropy, doing good deeds for others, people who have grown in the light of the phrase: “If a person’s sincere endeavor is the nation, then that person is the nation”. We began to be aware of this excitement when we started to interview Mustafa Şevki Kavurmacı. “Hafızayı beşer her daim nisyan ile malul” olmuyor, “Babam, Menderes’in yakın çevresindendi. Menderes, babama “hocam” der, hürmet gösterirdi” derken, Aydınlı markasının çıkış hikâyesini de söyleyiveriyor: “O zamanlar Aydın’a ve Aydınlı- “Old flames die hard”, he says, “my father was a close friend of (the then Prime lara karşı bir korku havası estirilmek isteniyordu. Aydınlı ve demokrat olmak bir suç Minister) Adnan Menderes. Mr. Menderes respected my father, calling him ‘my gibi görülüyordu. Bu durum bende bir tepki meydana getirdi ve şirketimizin adı- Mentor’.” He also tells, how the Aydınlı Trademark Company was established: nı “Aydınlı Yerli Malları” koyma kararı aldım…” Soh“That time was a time of terror for people from the betimiz de hafızanın pelesenk noktasından başlıyor, Aydın province. To be from Aydın or to be democrat Bize önce ekmek lazım… Ekmek için de eğitim, bizim Mustafa Şevki Kavurmacı: “Ben şunu da söyleyeyim. için olmazsa olmaz. was like to be a criminal. I reacted to it calling my 1950, demokrasi açısından bir pencere oldu. MenFirst we need bread…. Education for bread, this is company the Aydınli Domestic Products”. He also absolutely essential for us. deres, on yıllık iktidarlık döneminde Cumhuriyet dömentions the much remembered things: “I also neminde yapılanların fevkinde işler başardı. Bunları want to add, that the year 1950 was an opening for başarırken de halk hep yanında oldu.” Turkey in terms of democracy. Mr. Menderes, in his 10 years of power, achieved Mustafa Şevki Kavurmacı, bir iş adamı kimmore then the previous republican eras. He liğinin yanı sıra ülkesi için düşünceleri olan was also firmly supported by the public.” bir “aydın” aynı zamanda… 1941 doğumlu ve hâlâ haftanın büyük çoğunluğunu iş yerinde geçiriyor. Günlük gazeteleri okuyor, tarihe büyük merakı var. 1961 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne kaydolmuş ve 20 yaşında geldiği İstanbul, birçoklarına olduğu gibi kendisine de mesken olmuş: “İstanbul’da iş yapmak ve ailemi yanıma almak benim için bir baba vasiyetiydi. İstanbul’a geldiğim zaman, çocuklarımın geleceğinin bu şehirde olduğunu görmüştüm. İktisat’ta okurken, 1964 yılında babamı kaybettim. Ancak vasiyetini yerine getirmek bir sorumluluk olarak omuzlarımdaydı. İstanbul piyasasında, yanımda getirdiğim 10 bin lira ile iyi bir iş kurmanın fırsatını kolluyordum” Mustafa Şevki Kavurmacı is not only a businessman, but also an intellectual, who has many ideas for his country... In a senior age (born 1941), he still spends much of his time in his office. He reads newspapers, he is interested in history. In 1961 he attended the Economy Faculty of the Istanbul University. He came to Istanbul, when he was 20, and stayed: “It was my father’s wish for me to come to Istanbul and settle with my family here. When I came here, I realized, that my children’s future will be in this city. In 1964, When I was still attending school, I lost my father. But it was still on my shoulders to fulfill his wish. So I was looking for an opportunity to establish a business with my startup capital of 10.000.- TL.é • Siyasette çok farklı dönemleri yaşadınız. Menderes dönemine dair duyduklarınız, okuduklarınız var. 1950 seçimleri neden önemliydi? • You have lived through many different periods in politics. You have heard and read things about Menderes’ era. Why were the 1950 elections important? 1950 seçimlerinde iktidara karşı en göze batan şey şu olmuştur: Parmak kalkmıştır, “yeter, söz milletindir’’ denmiştir. Ayrıca halkımız o günkü sistemden bezgindi… O dönemde iktisadi imkân hiç yok, ama buna rağmen devletin, tahsildarın, baskısı onları korkutuyordu. Kişinin devlete ödeyeceği bazı vergiler vardı. Bunları veremeyenlerin * Yazar 120 The most blatant characteristic of the 1950 elections was that hands were raised and people said: “Enough is enough, the people have a say.” Moreover, at this time our people had been worn out by the system; they were like weary warriors. There * Writer evlerine haciz gelirdi. Sisteme adapte olamayan, sistemin içinde olup da tercih ve düşüncelerini siyasi iktidara anlatamayan vatandaşlar bir parya gibiydiler. Söz gelimi benim doğduğum kazada, el dokumasıyla uğraşılıyordu. Bir ailenin aylık geliri, 3 kişi 18 saat çalışıyor olmasına rağmen yüz lirayı geçmezdi. Devlet memurunun maaşı üç yüz liraydı. Vatandaş çarşıya ancak memurlar alımlarını yaptıktan sonra gider, ucuzluktan faydalanırdı. • Özal dönemi ve günümüzü nasıl mukayese edersiniz? Özal bizim için cankurtaran simidi oldu. Bizim en büyük açmazımız şuydu: Vasat zekâlı insanların bizim eğitim sistemi içerisinde yabancı dil öğrenmeleri mümkün değildi. Kimler öğrenir yabancı dili? Azınlık çocukları, sosyete çocukları, çok zengin ailelerin çocukları; özel dersler alarak… Fakat Özal bu kördüğümü çözdü. Ne yaptı? Anadolu Liseleri kurdu. Anadolu Liselerinin eğitime başlaması ve netice vermesiyle Türkiye’nin ufku değişti. Yetişmiş gençler, çocuklar lisan bilmeleri sayesinde dünyayı taramaya, dolaşmaya başladılar. Allah Özal’dan razı olsun. Aynı zamanda iş sektörünün de önünü açmıştır. Mesela ben yurtdışına çıktığımda o ülkeden Türkçe bilen birini alıyor, onu vazifelendiriyordum; o bizi dolaştırıyordu. Siz her şeyi anlatamıyorsunuz, anlatsanız bile ifadelerin belli bir kısmı kayboluyor. Ama bizim kendi çocuklarımız lisan öğrendikten sonra biz yurtdışı fuarlarını dolaştık. Biz de sanayici olduk. Eğitimimiz kaliteli hale geldi. Kendi imkânlarıyla okuyamayan bütün çocuklar devlet imkânlarıyla okuma şansını kavuştu. • Günümüzün ekonomik, siyasi gelişmeleri umutlandırıyor mu sizi? Ülkemizde rakamlar çok açık gözüküyor. Dünya içersinde bilhassa Batı’da bir numarayı teşkil ediyoruz. Eğer bu hızla devam edersek başbakanımızın ifade ettiği gibi 2023 yılında fert başı milli gelir 20.000 doları aşacaktır. Bizim halkamızın yaş ortalaması 28-29 dur. Yaşlanmış bir ulusa sahip değiliz. Yalnız bu ortalamanın korunması lazımdır. Avrupa’daki fazla yaşlanma ve doğumlardaki azalma onlardaki geri saymayı artıracak; neticede o ülkedeki insanlarının hayata devam etmelerinde bizim insan gücümüz ciddi destek olacaktır. • İşlerinize tekrar dönersek, birkaç soru sormak isterim. “Aydınlı” markası ile başladınız ve bazı yabancı markaları da bünyenize kattınız. Pierre Cardin, sizinle çok özdeşleşti. Marka olarak haklarını aldığınız söyleniyor? Bizim ana konumuz tekstil… Fakat geçmiş yıllardaki ticari çalkalanmalar bizi farklı sektörler arayarak çalışmaya muhtaç etti. Ama hiçbir zaman ana mesleğimiz olan tekstilden vazgeçmedik çünkü o bizim her şeyimiz. Bir de bu meslek peygamber mesleği. Merhum babam derdi ki “Siz mesleğinize ne kadar sahip olursanız bu mesleğin getirdiği nemadan o kadar geniş faydalanabilirsiniz”. 1990 yılında sanayici olarak hayata başladık. Beş yıl boyunca ürettiğimizin % 80’ini ihraç ettik, %20 sini Aydınlı markası olarak kullandık. Yalnız 1993 yılında bunun yerli markalarla başarılı olamayacağı, yabancı bir markayla işbirliği yapmanın gerekli olduğu düşüncesiyle, Pierre Cardin’le lisans anlaşması yaptık. Bu lisans anlaşması daha sonra stratejik ortaklığa dönüştü. Şimdi biz onlarla iş ortağıyız. Türkiye dışında da İran, Irak, Suriye gibi ülkeler bizimle beraber çalışmaktadır. Lisans vermekteyiz. Ülkemizde de 20 sektöre lisans veriyoruz. Bizim bugünkü iş hayatımızın ciddi bir bölümünü Pierre Cardin teşkil etmektedir. • Pierre Cardin’i alıp bir Türk markası yapacağınız üzerine bir beklenti var. Bununla ilgili bir gelişme var mı? Biz bu markayı 2005’te satın aldık. Bu yörelerde marka lisansı bizim. Türkiye’deki lisansörlerimiz nitelikli şahsiyetlerdir. Geleceğe iyi adımlarla gidiyoruz. 1997 yılında Cacharel’le lisans anlaşması yaptık. Bu anlaşmayı Pierre Cardin’e alternatif olarak yapmıştık. Bunlara bir spor markası olan U.S Polo’yu dâhil ettik. Bugün bizim çalışma stratejimiz içerisinde grubun amiral gemisi U.S Polo’dur. İkinci sırada Pierre Cardin, üçüncü sırada Cacharel gelir. were no economic opportunities at this time, but despite this, the oppression of the state, of the tax collectors, terrified them. The people had to pay some taxes to pay the state. The foreclosure officers would come to the houses of those who could not pay. At that time , citizens who have not adapted themselves to the system, or those who were part of the system but still unable to tell their ways or thoughts to the political power, all those people were like pariahs. For example, in the town where I was born the people were weavers. The monthly income of a family, even if three people worked for 18 hours, was not more than 100 lira. The income of a government official was three hundred lira. Citizens could only go to the shops after the government officials had done their shopping, thus taking advantage of the sales. • How would you compare the Özal era and today? Özal was a life-saver for us. Our greatest dilemma is this: In our education system it was not possible for a person of average talent to learn a foreign language. Who were learning foreign languages? The children of minorities, the children of high society, the children of very wealthy families, children who could afford private tuition…However, Özal sliced through this deadlock. What did he do? He established the Anatolian High Schools (foreign language high schools). The start of education in Anatolian High Schools and the achievement of positive results therefrom widened the horizon of Turkey. The educated young people, as they now knew a foreign language, were able to browse the world; and travel globally. May God bless Özal. He also opened the closed gates before business. For example, when I went abroad those times, I took an aide person from that country who knew Turkish; so they would take us around. You were unable to explain everything, or if you somehow could, part of your words were lost. But after our own children learned foreign languages we were able to tour all the foreign exhibitions. At that time the positive acceleration given to us by Özal turned us into industrialists. Özal opened the door for us; democracy, human rights, as well as the principle of the superiority of the law have been comfortably carried forward to today. Our people have been made wealthier, their perspective on life has changed and they have learned the life-style of people not only in our own country, but also that of different countries. Our education has achieved a quality. All the children who are unable to study now have the chance to be educated thanks to the opportunities offered by the state. • Do the economic and political developments today give you hope? The statistics for our country are very clear. As our prime minister stated, if we continue at this rate in 2023 the national income per capita will be 20,000 dollars. There is no obstacle we cannot overcome. The average age of our people is 28-29. We do not have an elderly nation. We need only protect this average. The increasing age in Europe and the falling off in the birth rate means that the reduction in their numbers will increase; as a result, our man power will offer serious support for the people in those countries to continue living. • Now back to your business, I would like to ask: You started with the brand Aydınlı and you added some foreign brands to your organization. Pierre Cardin is strongly identified with you. It is said, that you have taken the brand rights. Is that true? Our main product is textiles… However the market volatility in last years forced us diversify in different sectors. Yet, we have never abandoned our main business of textile, because that means everything to us. And it is also believed to be the “art prophets”. My father, may he rest in peace, said: “You will as much benefit from your business as much you embrace it.” I started my career as an industrialist in 1990. Over five years we exported 80% of what we produced, and 20% of this was under the Aydınlı brand. But in 1993, realizing that we would not be 121 MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “Bir milletin sanatı yoksa o millet geleceğe bir şey bırakamaz” / MUSTAFA ŞEVKİ KAVURMACI: “If a nation has no art then that nation will leave nothing for the future.” • “Aydınlı” nerede duruyor? “Aydınlı” bizim kurumsal markamız artık. Biz diğer markaları bu markamızla ihraç ediyoruz. Rusya’da yirmiye yakın şubemiz var. Romanya ve Ukrayna’da şubemiz var. Ülke içerisinde de %50’ye yakın şubemiz var. Ümit ediyorum ki bu miktarlar ciddi artışlarla devam edecek. Bu yıl içerisinde kırka yakın yeni şube açılacak, yurt dışında da en az beş yeni şube daha açacağız. • Sanatla aranız nasıl? Okul yıllarında tiyatroya, sinemaya gider miydiniz?.. Gençliğimde giderdim. Bilhassa şehir tiyatrolarına üniversite yıllarımda giderdim. Tüm sanat dalları hakkında müspet düşüncelerim var fakat zamanım çok kısa. Günümün belli bir zamanını okuyarak geçiriyorum. Ciddi bir kısmını ibadetle, bir kısmını da eşimle geçiriyorum. Geri kalan kısmını misafirlerle geçiyorum. Ülke içi ve very successful only with Turkish brands, it was necessary to set up a deal with a foreign brand, we made an export licensing agreement with Pierre Cardin. This export licensing agreement was later transformed into a strategic partnership. Now we are business partners with them. Outside Turkey, we also work with partners in countries like Iran, Iraq and Syria. We provide export licenses. We also give export licenses in 20 sectors in Turkey. Pierre Cardin represents a serious proportion of our business life today. • There is an expectation that you will take over Pierre Cardin and make it a Turkish brand. Are there any developments to this end? We purchased this brand in 2005. The brand license here and around is ours. Our licensees in Turkey are qualified people. We are entering the future with firm steps. We made an import license agreement with Cacharel in 1997. We made it as an alternative to Pierre Cardin. We also added the sports brand U.S. Polo to this. In our working strategy today the flagship of our group is U.S.Polo. The second place is Pierre Cardin’s, and in the third is Cacharel’s. • Where does “Aydınlı” stand? “Aydınlı” is our corporate brand. We export our other brands under this brand name. We have close to 20 stores in Russia. We have stores in Romania and the Ukraine. We have close to 150 stores in Turkey. I hope that this number will continue to increase. We will open close to 40 stores this year, while we will open at least 5 stores abroad. • What is your relationship with art? Did you go to theater or cinema when you were at school? I went when I was young. I went to the city theater in particular when I was at university. dışından çok dostum var. Hepsiyle de münasebetlerimizin temelinde karşılıklı sevgi ve saygı vardır. O bakımdan geçirdiğim hayat serüveni içerisinde “Ah şunu yapsaydım!” diye bir düşüncem olmadı. En mühim ideal, bu toprakları bize emanet eden ecdadımızın emanetlerini Cenâbı Hakk’ın bize sağladığı hayat boyunca muhafaza etmektir. • Ne tür müzikler dinliyorsunuz? Neler okuyorsunuz? Tarihe karşı çok büyük ilgim var. Klasik Türk Müziği dinlerim. Bunun dışında tekke müziğini severim. Sanat eğitimi konusundaki düşüncelerinizi alarak bitirelim isterim bu söyleşiyi!.. Bize önce ekmek lazım… Ekmek için de eğitim, bizim için olmazsa olmaz. Zaten orada yetişenler sanatın gereğini ve değerini verirler. Bir milletin sanat gücü yoksa o milletin hayat damarları kopmuştur. Tarihe baktığımız vakit ecdat o günkü imkânlarla bugünkü medeniyet harikalarını ortaya koymuş. En büyük, en güzel miras hayra yatırım felsefesidir. Onların terekelerinde servet hemen hemen çok azdır. Ama kalıcı eser bırakmışlardır. Her biri bulunduğu yörede vazifeyi en güzel biçimde başarmıştır. Benim de istikbalimin, düşüncelerimin arasında kul olmanın gereğini icra ederek milletime, vatanıma, dinime yaraşır bir şekilde yaşamaktır. Bizler sade insanlarız, lükse düşkünlüğümüz yok. Neden yok? Biz biliyoruz ki hayat çok kısa; bu kısa hayat dönemi içerisinde de bize tebliğ edilen vazifeler var. Benim nacizane kararım şu: Bir milletin sanatı yoksa o millet geleceğe bir şey bırakamaz. Bırakılmazsa da bu millet tarih sayfasından silinir. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. 122 I have positive thoughts about all branches of art, but there is not enough time. I spend a certain amount of my time for reading. I spend a large part in worship and a part with my wife. The rest is for guests. I have many friends, both in Turkey and abroad. The basis of our relationships is mutual affection and respect. For this reason, throughout the adventure of my life I have never thought “If only I had done that”. The most important ideal is to protect this land, entrusted to us by our ancestors, for all our God given life. • What type of music do you listen to? What do you read? I am very interested in history. I listen to Classic Turkish Music. In addition to this I like Sufi music. I would like to finish this interview by asking you about your thoughts on the education arts First we need bread….Education for bread, this is absolutely essential for us. The educated people know the value and necessity of arts. If a nation has no power in art then a vital blood vessel of that nation is broken. When we look at history, our forefathers brought forth what are considered wonders of civilization today with the opportunities of that time. The greatest, most wonderful heritage is the philosophy of philanthropy. There were very few in what these people left for their descendants. But they left behind permanent works. They carried out their mission in the best way in their environment. For me, my future is to live in a way that is in keeping with this, doing whatever necessary, whatever best for my people, my country and my faith. We are simple people; we are not fond of luxury. Why not? We know that life is short; within the period of this short life we have a mission entrusted to us. My humble opinion is this: If a nation has no art then that nation will leave nothing for the future. If it won’t then that nation will be history. Thank you for taking your time. LOCATION İSTANBUL MEKÂN ÇUKURCUMA ÇUKURCUMA Beyoğlu’nda Firuzağa mahallesinin bir bölümünü oluşturan Çukurcuma Caddesi, adını buradaki Çukurcuma Camii’nden almaktadır. Caddenin çevresindeki sokaklar günümüzde İstanbul’un gözde antikacılarına ev sahipliği yapmaktadır. The Çukurcuma Alley, deriving its name from the Çukurcuma Mosque, is part of the Firuzağa district in Beyoğlu. The shops in the streets, connecting to the alley, host famous antique sellers of Istanbul. Önce eskicilerin görülmeye başladığı Çukurcuma’da zamanla bu dükkânlar yerlerini antikacılara bırakmıştır. Günümüzde semte adım atanlar âdeta büyüleyici bir atmosferin içinde bulur kendini. Çukurcuma, ziyaretçilerinde zaman makinesi etkisi yaratır. Her kesimden meraklılar bütçelerine uygun bir antika eseri ya da sahafiye kitabı bu dükkânlarda bulabilir. The second hand ware sellers of previous years has gradually changed to antique sellers along the Çukurcuma Alley. Today, visitors find themselves in a mystique atmosphere there. Çukurcuma gives the impression of a time machine to its visitors. Customers with much or less money can find something suitable for themselves in Çukurcuma. 123 İSTANBUL 2010 AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ AJANSI’NIN DESTEĞİYLE BEYOĞLU’NA TAŞINAN TÜRKİYE’NİN İLK VE TEK “SİNEMA TİYATRO MÜZESİ” TÜRVAK, 2 OCAK 2011’DE AÇILDI… TÜRVAK, THE FIRST TURKISH CINEMA - THEATER MUSEUM, AIDED BY THE “ISTANBUL 2010, EUROPEAN CULTURE CAPITAL AGENCY” HAS OPENED ON 2 JANUARY 2011 Türk sinema ve televizyon sektöründe 54 yıl boyunca gerçekleştirdiği “İlk”lerle adını duyuran Türker İnanoğlu, 2001 yılında kurmuş olduğu “Türvak Sinema, Tiyatro Müzesi ve Sanat Kitaplığı”nı Beyoğlu’nda yeni binasına taşıdı. İnanoğlu, Türvak Sinema, Tiyatro Müzesi ve Sanat Kitaplığı’nı, 1997 yılında kurduğu TÜRVAK Vakfı’nın bünyesinde “Türkiye’nin ilk ve tek sinema müzesi” olarak 2001 yılında Kavacık’ta kurdu.Türk Sineması’nın geçmişine ait belge, bilgi, fotoğraf, afiş, cihaz ve filmleri bir müze ve kitaplık çatısı altında toplayarak bu muhteşem arşivi gelecek nesillere aktarmayı amaçladı. Müze koleksiyonunun temelleri Türker İnanoğlu’nun sinema kariyeri boyunca biriktirdiği ERLER FİLM arşiviyle atıldı. Bunun yanı sıra gazetelere ilan verilerek, sinemacılar, özel koleksiyoncular, eski filmci ve sinemacı aileler ve tiyatrocular ile sinemayla ilgilenen herkese çağrıda bulunuldu. Tiyatro kökenli sanatçılar müzeye el birliğiyle sahip çıktılar. İnanoğlu da Türk Tiyatrosu’nun bu gönlü zengin dev çınarlarına borcunu ödemek için hemen hazırlıklara başladı ve tam bir yıl sonra, 2002’de Tiyatro Müzesi’ni açtı. Türker İnanoğlu, known with his many “firsts” in the Turkish Cinema Sector for 54 years, moved the “Türvak, Cinema - Theater Museum and Arts Library”, he founded 2001, to its new location in Beyoğlu. Founded in 2001 in Kavacık, Istanbul as part of the Türvak Foundation (1997), the museum aims to preserve documents, information, images, posters, instruments and films for future generations. 124 The Erler Film Co. film archive, which was collected by Mr. İnanoğlu throughout his cinema career, was the start-up treasury of the museum. Then, by newspaper ads, cinema men, collectors, old artist families of theater and cinema and other fanciers are called for help. Theater artists jointly helped the museum. Mr. İnanoğlu as a thanksgiving for this help, started preparations opening the Theater Museum next year (2002). Bugün Türvak Sinema, Tiyatro Müzesi ve Sanat Kitaplığı’nın arşivinde 1.000’nin üzerinde cihaz, 4.200 adet Türk filmi kopyası, 6.000’in üzerinde yerli film afişi, 10.000’in üzerinde sinema-tiyatro lobi ve fotoğrafları, 12.000 saatin üzerinde TV programı ve TV dizileri bulunuyor. Ayrıca müze, Ulvi Uraz Kitaplığı dahilinde 60.000 ciltlik dev bir kütüphaneye de sahip. Türker İnanoğlu 2005 yılında, müze ve kitaplığı Beyoğlu’na taşımak için Galatasaray’da dokuz katlı bir bina satın aldı. 2009 yılında büyük bir hızla Galatasaray’da müzeyi taşıyacağı binanın restorasyonuna başladı. 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul Ajansı’yla yapılan görüşmelerin sonucunda ajans, projeye destek vermeyi kabul etti. İnanoğlu 2010 yılının Ağustos ayında binanın restorasyon Türvak Sinema, Tiyatro Müzesi ve Sanat Kitaplığı’nı Kavacık’tan Beyoğlu’na taşıdı ve Türvak arşivi yeni adresinde sanatseverlere daha iyi hizmet sunabilmek için çalışmalarına başladı. TÜRVAK SİNEMA VE TİYATRO MÜZESİ VE SANAT KİTAPLIĞI ZİYARET SAATLERİ VE GÜNLERİ: Pazartesi - Cumartesi saat:10.00 - 18.00, Pazar günleri tatil. Today Türvak’s archive has 1.000 movie instruments, 4.200 copies of Turkish films, 6.000 film posters, 10.000 cinema and theater lobby pictures, TV programs and serials longer than 12.000 hours in total. Besides, the museum has library section in the Ulvi Uraz Library House of 60.000 volumes of books. In 2005, Mr. İnanoğlu bought a 9 storey building in Galatasaray, Beyoğlu, to move the museum there. In 2009 restoration for the old building started. The “Istanbul, European Cultural Capital” Agency decided to sponsor the project after negotiations. August 2010, the museum moved to its new home to better serve art lovers. “TÜRVAK, CINEMA - THEATER MUSEUM AND ARTS LIBRARY” VISITING DAYS AND HOURS. Monday to Saturday, between 10.00 am. - 6.00 pm. (Sundays closed) Address: Yeniçarşı Caddesi No:24 Galatasaray Meydanı - 34430 - Beyoğlu - İstanbul Phone: +90-212 245 80 91• +90-212 245 80 92 • +90-212 245 80 93 ADRES: Yeniçarşı Caddesi No:24 Galatasaray Meydanı - 34430- Beyoğlu - İstanbul TEL: 0212 245 80 91 • 0212 245 80 92 • 0212 245 80 93 125 İSTANBUL’UN YÜZLERİ HUNDREDS OF İSTANBUL İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş’nin İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteğiyle İstanbul’a kazandırdığı “İstanbul’un 100’leri” başlıklı kitap serisi, İstanbul ile ilgili yüz mekân, kişi, tarihi ve kültürel eser ve çeşitli başlıklara ilişkin yüz ayrı kitap çalışmasından oluşmaktadır. Series of books named as “Hundreds of İstanbul”, published by Culture Co with the accompany of İstanbul 2010 European Capital of Culture Agency have the themes such as personalities, history, locations etc. of İstanbul. Yayımlanan eserler sayesinde Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi ile başlattığı misyonun devam ettirilmesi, İstanbul ile ilgili bir külliyat oluşturulması ve İstanbul’un bugüne değin gözden kaçırılmış özelliklerinin ve değerlerinin ortaya çıkarılması amaçlanıyor. These books aim to continue the mission of Ancyclopedia of İstanbul which was published by Reşad Ekrem Koçu. When the projectis completed a library about İstanbul will be realized and the values or missed specialities of İstanbul will arise. İstanbul’un 100 Ressamı kitabı ile başlayan proje, İstanbul’un 100 Fotoğrafçısı, İstanbul’un 100 Kaybolan Eseri, İstanbul’un 100 Roma Bizans Eseri, İstanbul’un 100 Yazarı, İstanbul’un 100 Şiiri, İstanbul’un 100 Filmi, İstanbul’un 100 Cadde ve Sokağı, İstanbul’un 100 Kütüphanesi, İstanbul’un 100 Spor Kulubü, İstanbul’un 100 Efsanesi, İstanbul’un 100 Süreli Yayını, İstanbul’un 100 Gravürü, İstanbul’un 100 Romanı, İstanbul’un 100 Esnafı, İstanbul’un 100 Cam Sanatçısı, İstanbul’un 100 Musikişinası, İstanbul’un 100 Kilisesi, İstanbul’un 100 Çini ve Seramik Sanatçısı, İstanbul’un 100 Önemli Olayı, İstanbul’un 100 Su Yapısı, İstanbul’un 100 Kuşevi, İstanbul’un 100 Karikatüristi, İstanbul’un 100 Namazgahı İstanbul’un 100 Ailesi ile okuyucularla buluştu. The project has started with the theme of 100 Painters of İstanbul. This book was followed by the 100 Photographers of İstanbul, 100 Lost Works of İstanbul, 100 Roman-Byzantium Works of İstanbul, 100 Poems of İstanbul, 100 Districts of İstanbul, 100 Legends of İstanbul, 100 Libraries of İstanbul, 100 Sport Clubs of İstanbul, 100 Journals of İstanbul, 100 Illustrations of İstanbul, 100 Novels of İstanbul, 100 Crafts of İstanbul, 100 Glass Artists of İstanbul, 100 Musicians of İstanbul, 100 Churches of İstanbul, 100 Families of İstanbul, 100 Important Cases of İstanbul, 100 Comic Artists of İstanbul, 100 Mosques of İstanbul etc. İstanbul’un 100’leri tüm İstanbul sevdalılarının kolayca anlayabileceği şekilde kaleme alınıyor. Proje, İstanbul’un Türkiye’nin ve Avrupa’nın önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri yapan özelliklerini tüm yönleriyle insanlara tanıtmayı amaçlıyor. OSMANLI SARAY TARİHİ Târîh-i Enderûn Hundreds of İstanbul are made up of texts that are very easy to read and understand by the fans of İstanbul. İstanbul is presented to Turkey and Europe as a center of art by this project. OTTOMAN COURT HISTORY The Enderun History Tayyar-zade Ata’nın kaleme aldığı beş ciltlik bu kitap, Osmanlı bürokratlarının, bilim adamlarının, sanatçıların ve askeri sınıfın yetiştirildiği Enderun’un tarihini konu almaktadır. Yıllardan beri tarih meraklılarının yayımlanmasını beklediği eser Mehmet Arslan tarafından hazırlanmıştır. Written in five volumes by Tayyar-zade Ata, the book tells the history of Enderun, the school for Ottoman bureaucrats, scientists, artists and military men. History fanciers for a long time have waited for this book to come out; it was finally published by Mehmet Arslan. Enderun, Osmanlı dünya görüşünün, estetiğinin, savaş gücünün ortaya çıktığı yerdir. Ne yazık ki bugüne kadar bu önemli kurum hakkında birinci elden bir kaynak okuyucu ile buluşmamıştır. Osmanlı Saray Tarihi- Târîh-i Enderûn bu alandaki açığı kapatacak niteliktedir. The Enderun is the cradle for Ottoman Weltanschauung, aesthetics, and military might. Unfortunately, no source of information could appear before the reader until now. The book Ottoman Court History - The Enderun History is an important step to fill the gap. 126 Osman Turan