İ Ç İ NDEK İ LER - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Transcription
İÇİNDEKİLER Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ .................................................. 1 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal Ruhdan UZUN .................................................................................................................................... 45 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI ....................................................................... 77 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri Serdar ÖZTÜRK .......................................................................................................... 95 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine Bir Değerlendirme Erdal DAĞTAŞ ...........................................................................................................125 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal İzgi GÜNGÖR ............................................................................................................169 Osman Aysu Polisiyeleri Elif Güliz BAYRAM .....................................................................................................203 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri Stuart HALL- Çeviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU .............................................................245 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... (Toplantı Değerlendirmesi) Hülya ERASLAN ........................................................................................................265 “Medyada Yeni Trendler” (Toplantı Değerlendirmesi) Cem YAŞIN .............................................................................................................281 Bir “İç Savaş”ın Perde Arkası... (Kitap Değerlendirmesi) Bülent TELLAN ..........................................................................................................291 Yazı Teslim Kuralları ..................................................................................................301 İletişim 2005/21 İletişim 2002/12 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar İrfan ERDOĞAN Esra KELOĞLU-İŞLER 1 Nurgül DURMUŞ 2 Ampirik araştırmalar çoğu kez toplumun özel veya kamu sektöründeki karar vericilere yardım Lazarsfeld, 1972:ix etmek için yapılır. Giriş: Konu ve Amaç Kitle iletişimi araştırmaya konu olduğundan beri çeşitli yöntembilimsel yaklaşımlar geliştirilmiş ve bunlara dayanan araştırmalar yapılmıştır. Günümüzde kitle iletişimi alanında dünyada egemen araştırma yöntemi, yapısal işlevsel yaklaşıma (structural functionalism) bağlı olarak gelişmiş olan pozitivist ampirik gelenektir. İletişimde, özellikle alan araştırmalarının hepsinde, yöntembilimsel hareket noktası yapısal işlevsellik olmuştur. Yaklaşımın gönderici, mesaj, alıcı ve geri besleme bağlamlarında ele aldığı temel kuramsal konular ve sorunlar “etki” üzerine kurulmuştur. Paul Lazarsfeld etki araştırmaları geleneğini başlatan ve egemen paradigma olması yolunda geliştirdiği yöntembilimsel tekniklerle, kendi araştırmaları ve destek verdiği araştırmalarla çok önemli katkılarda bulunmuştur. Bu 1 2 A.Ü. İletişim Fakültesi araştırma görevlisi Gazi Üniversitesi Rektörlüğü okutmanı ve doktora öğrencisi İletişim 2005/21 2 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ makalede, Paul Lazarsfeld’in çalışmaları ve katkıları ele alındı ve en önemli çalışmalarından biri olan “Yönetimsel ve Eleştirel İletişim Araştırmaları” makalesi, özlü açıklamalarla sunuldu. Kitle iletişiminde pozitivist yapısal işlevsel yaklaşımın çıktığı ve yayıldığı yer Amerika’dır. Lasswell’in Library of Congress’teki içerik analizi ve Lazarsfeld’in Columbia Üniversitesi’nde Office of Radio Research merkezindeki çalışmaları gibi ilk incelemeler Rockefeller Foundation ve benzeri özel çıkar kuruluşları tarafından finansal olarak desteklenmiştir. Rockefeller ve araştırmacıları Amerikan kamuoyunu Nazi Almanya’ya karşı nasıl örgütleyecekleriyle ilgileniyorlardı: Savaşın Amerikan halkına pazarlanması. Lasswell’in görüşüne göre, Amerikan elitleri Nazi Almanya ve Sovyetler Birliği gibi otoriteryan toplumlardan gelen tehlikeye karşı demokrasiyi korumak için kitlelerin duyarlılıklarını maniple etmeliydiler. Yani, Amerikan zenginleri Lasswell ve benzerlerini araştırma ve propaganda yapmak için finansal olarak desteklemeliydiler. Lasswell ve Lazarsfeld, çevresinde topladıkları ve yetiştirdikleri akademisyenler ve araştırmacılarla, elde ettikleri fonlarla ve yaptıkları araştırmalarla, sadece savaş sırasında değil savaştan sonra da hem Amerikan iç ve dış politikalarının yaygınlaşması ve meşrulaştırılmasında, hem de kitle iletişim alanındaki araştırmaların yönü ve içeriğinde belirleyici rol oynamışlardır. Paul Lazarsfeld istatistikçi, yöntembilimci, araştırmacı ve lider olarak pozitivizmin, yapısal işlevselci yaklaşımın ve bu yaklaşımın metodolojisinin ve araştırmalarının hem Amerika’da hem de diğer ülkelerde yayılmasında öncü olmuştur. Bu makalenin amacı, günümüzde iletişim alanında Türkiye’de hızla yayılan yönetimsel araştırma yönteminin doğasıyla ilgili temel bilgileri, bu egemen yönelimin kurucusu olan Paul Lazarsfeld’in katkılarını irdeleyerek sunmak; böylece, iletişim fakültelerinde kuram ve yöntemle uğraşan herkesin bu konuda bilgilenmesine katkıda bulunmaktır. Çünkü Türkiye’de hemen hepsi DeFleur gibi en sağda ve McQuail gibi liberal-çoğulcu görüşteki çeviri kuram ve yöntem kitaplarında, Lazarsfeld’in katkıları ya hiç ele alınmamakta ya da tarihsiz model anlatısı içine sıkıştırılmaktadır. Daha kötüsü, kuram derslerinde, örgütlü toplumsal yaşamla ilişkisinden kopartılarak biçimlendirilmiş olan McQuail’in derlediği “iletişim modelleri” ezberlenmekte ve ezberletilmektedir. Lazarsfeld’in özellikle kitle iletişimi, kişiler arası iletişim, grup iletişimi ve ampirik yöntem konularında bilinmesi gerekir. Bu makale, aynı İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 3 zamanda, Türkiye’de Lazarsfeld ile ilgili bu eksikliği ve gereksinimi gidermeye katkıda bulunmak için tasarlandı. Bu amaçlarla, makalede önce, Lazarsfeld zamanındaki gelişmeler de göz önünde bulundurularak, Lazarsfeld’in kitle iletişimi araştırmaları, kuramları ve yöntemle ilgili olarak katkıları, üniversiteyi bitirdikten sonraki çalışmalarından başlayarak kurduğu gelenek ele alındı ve irdelendi. Sonra, Lazarsfeld’in yaklaşımının doğasıyla ilgili eleştiriler üzerinde duruldu. Ardından, Lazarsfeld’in 1941’de yazdığı “Yönetimsel ve Eleştirel İletişim Araştırmaları” adlı makalesi, genel yapısı özlüce açıklanarak tümüyle sunuldu. Böylece, bu çok önemli makalede sunulanlar hakkında okuyucunun hem bilgi edinmesi hem de kendisinin de irdelemesi ve bizim irdelemelerimizi irdelemesi sağlanmaya çalışıldı. Bu makale Lazarsfeld’in değerini düşürmek, ona hücum etmek veya onu övmek için hazırlanmadı. Lazarsfeld’in geliştirdiği ve kullandığı yöntemi ve yaptığı araştırmaları gözden geçirmek; bir şirket veya kurum için “alan araştırması” yapıyorum diye eline anket alıp veya öğrencilerin eline anketler tutuşturup, Türkiye’de pozitivist ampirist3 araştırma yaptığını sananlara öğretici bazı ip uçları vermek; pozitivist ampirizmi, ne olduğunu gereğince bilmeksizin geçersiz sayanlara, kapitalizm kadar geçerli olduğu hakkında bilgiler sunmak; iletişim alanında kesinlikle okunması gereken bir bilim adamını, çalışmalarını ve önemli bir makalesini sunarak, yeni yetişen akademisyen adaylarının yetişmesine katkıda bulunmak için hazırlandı. Lazarsfeld’i bazen eleştirirken, herhangi bir alternatifi meşrulaştırma kaygısı güdülmedi. Birilerinin yazdıklarını basit biliş, bilinç ve değerlendirme huyundan vazgeçmemiz gerekir. Lazarsfeld ve Kurduğu Gelenek Lazarsfeld (1901-1976) sosyalist hareketi benimseyen, ortanın üstü seviyede, entelektüel Yahudi bir ailede yetişti. Babası avukat, annesi de psikolog ve yazardı. Friedrich Adler gibi önemli insanlar evlerine gelirdi. O zaman (Marksist) devrimci kahraman olarak nitelenen Adler’in önerisiyle ve teşvikiyle matematik alanında eğitim gördü. 3 Deneyci kavramını kullanmadık; çünkü kavram deney yapmayı anlatıyor; “survey Research” (alan araştırması) gerçek deneysel bir araştırma değildir; en iyi şekliyle “ex post facto” “quasi-experimental research” karakterini taşır. Alanda gerçek deney koşulları “survey research” tasarımında kurulmaz, zaten istense de kurulamaz. İletişim 2005/21 4 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ Lazarsfeld üniversiteye başladığı zamanlar, Avusturya Katolik tutucular ile sosyalistlerin yarıştığı ve Viyana’da yönetimin, sendikaların ve sosyalistlerin “sivil toplum” kurma çabalarının olduğu bir dönemdi. O sırada, Viyana kavramların açıklanmasında ampirizme ağırlık veren “mantıksal pozitivizmin” merkeziydi. Lazarsfeld genç olarak ve ailesinin sosyalist geleneğinin etkisiyle sosyalist akımın bir parçasıydı. Bu bağlamda gençken hareketin içinde aktif olarak çalıştı. Fakat pazar araştırmasına yöneldiği andan itibaren endüstriyel çıkarların gerçekleştirilmesine yardım eden ürünler ortaya koymaya başladı. Yapıtları Amerikan Mertoncu orta yol pozitivist yapısalcı anlayışı yansıtır. Bilimsel yöntembilimci ve araştırmacı olarak Lazarsfeld, ampirist geleneği geliştirme işini yaptı; endüstriyel çıkarların gerçekleşmesinde üniversite ve endüstri işbirliğini kurdu ve araştırma merkezleriyle kurumsallaştırdı. Paul Lazarsfeld 1925’te Vienna Üniversitesinden matematik doktorası aldı ve matematik ve fizik öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Fakat kısa zaman sonra Karl Bühler’ın yarattığı Psikoloji Bölümünde yarı-zamanlı asistan olarak çalışmaya başladı. Sosyal psikolojiyi, sosyalist toplumun yaratılmasının dayandığı insan davranışını anlamak için bilimsel yöntem olarak gördü. Lazarsfeld burada, “kaybedilmiş bir devrimin başvurduğu psikolog” gibiydi. Dolayısıyla, başlangıç ve bitiş noktasının birey psikolojisi ve davranışı olmadığı, bu birey psikolojisi ve davranışın da biçimlendiği, toplumsal yapısal üretim tarzı ve ilişkilerinin olduğu düşüncesinden uzaktı. Bireyin yaşadığı yerdeki tercihlerini ve eylemlerini inceleme teknikleri geliştirmek ve bu teknikleri kullanmak için gerekli örgütü (araştırma enstitüsünü) oluşturmak işine girişti. Lazarsfeld “insanları ve eylemleri araştırma” sözüyle, ampirik alan araştırmasından (survey research veya quasi-experimental research) bahsediyordu: Nicel olarak hesaplanacak datayı toplamak için örneklem çıkartmak ve ölçmeler yapmak. O zamanlar, üniversitede bu örgütü/enstitüyü kurmak için yeterli mali kaynak yoktu. Bir girişimci olarak, Lazarsfeld iş adamlarından, kurumlardan, cemiyetlerden ve hükümetten projeler ve fonlar/bağışlar aldı. Böylece, Research Center for Economic Psychology (Wirtschaftspsychologische Forschungsstelle) araştırma merkezini kurdu. Lazarsfeld 1928’de çeşitli kurumlar ve şirketlerin yardımıyla araştırma merkezini kurduğunda, sosyal bilimlerin önde gelenleriyle birlikte çalışıyordu: Örneğin, Karl Bühler, Marie Jahoda, Hans Zeisel, İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 5 Gertruda Wagner, Herta Herzog ve Lotte Rademacher. Merkezde kahve, ayakkabı, giyecek, çikolata, parfüm ve diğer tüketici ürünleriyle, kuru temizleme servisiyle, Amerikan çizgi filmlerinin kiralanmasıyla, turizmle ve sinemaya gitmeyle ilgili ilk pazarlama araştırmaları yapıldı. Lazarsfeld, aynı zamanda, Radyo Viyana izleyici alan araştırmasını da yaptı. İlk bilinen akademik araştırması Viyana’nın dışında hemen herkesin işsiz olduğu Marienthal köyünde işsizlikle ilgili araştırmadır. Araştırma resmi istatistikleri ve dokümanları, yerel profesyonellerle görüşmeleri/mülakatları, yazıları, insanların tuttuğu günlükleri ve kayıtları, hayat anlatısı görüşmeleri, gruplara katılımcı gözlemi ve psikolojik testleri yöntem olarak kullandı. Bu bağlamda bir klasik oldu. Lazarsfeld Marienthal araştırmasının sonuçlarını 1932’de Hamburg’da bir psikoloji kongresinde sundu. Lazarsfeld’in bu çalışması ve pazar araştırmasına eğilen araştırma merkezi Rockefeller Foundation’ın Paris temsilcisinin dikkatini çekti. 1933’te kitap olarak yayınlanan ama ancak 1960’larda yeniden basılarak sosyologların dikkatini çeken araştırma sonuçlarından en önemlilerinden birine göre, uzun zaman işsizlik radikalizme değil, ilgisizliğe götürmektedir. Bu kuşkusuz çok ciddi bir bulgudur. Elbette, burada sormamız gereken sorulardan biri, ilgisizliğe götürenin uzun zaman işsiz kalmak mı, yoksa yapısal koşulların getirdiği çaresizlik veya başka faktörlerin mi olduğudur. İşsizlik belli koşulların bir sonucudur; ilgisizliğe götüren bağımsız değişken, işsizliğin kendisi (yani işsiz olma) değildir; hele “ilgisizliği” nedeniyle işçinin kendisi de değildir. İş ve iş bulmayla ilgili olan yapısal faktörlerdir. Bunun anlamlarından biri şudur: Nedensellik bağlarının doğru kurulması gerekir. Bu da birkaç yüz veya birkaç bin kişiden toplanarak elde edilen verilerdeki değişkenleri karşılaştırarak ulaşılan sonuçlardan çıkartılırsa, yanlış olma olasılığı çok fazladır. Bir akademik incelemede nedensellik bağı kuramsal gerekçelerden hareket ederek kurulur. Bu pozitivist bilimin ve pozitivist ampirizmin en temel kurallarından biridir. İstatistik sonuçları bize nedensellik bağları vermez, sadece ilişki hakkında olasılıklı sonuç verir. Araştırmanın kurduğu diğer bir anlamlı “neden sonuç ilişkisi” de şudur: Hitler gibi demagog bir liderin işsizliğe ve enflasyona çözüm sözü vermesi ve insanların buna inanıp onun peşinden gitmesi. Yani, toplumsal-yapısal nedenlerle çıkmazda olan insana “söz vererek,” yani umutsuza umut vererek oy toplanıyor veya destek sağlanıyor. İletişim 2005/21 6 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ Mariental araştırması işsizliğin işsiz insanlar üzerindeki etkisiyle ilgilendi. Bir bilimsel girişimde elbette bu önemlidir. Fakat bundan çok daha önemli olan işsizliği yaratan koşullardır. İşsiz insanların duyguları ve düşüncelerini öğrenerek, sosyal politikalar işsizliğin son verilmesi yönünde değiştirilmez. Çünkü insanların düşüncelerini öğrenme amacı bu değildir. Bu tür yaklaşımda, herkesin bildiği ve araştırmaya gerek olmayan etik ve duygusallık işlenir; ama asıl sorun ve çözüm üzerinde durulmaz. Bu tür araştırmaların asıl amacı, insanları tanıyarak onların kontrol ve yönlendirilmesi girişimlerine yardım etmektir. Bu tür araştırmalar için, fazla zorluk çekmeden güç yapılarından destek bulunabilir. Eğer ikinci tür araştırma tasarımı yapılırsa, yani işsizliğin yapısal nedenleri üzerinde durulursa, araştırma bulguları “işsizlik” gibi savunulamayacak bir durumu yarattığı için örgütlü yapıyı zor duruma sokar. Hele bir de nedenler sıralanmış ve çözümler sunulmuşsa, yapısal gerçekler sunulduğu için, bu gerçekleri yaratan, bu gerçeklerden faydalanan ve zenginlikleri bu gerçekler üzerinde kurulu olan kişiler ciddi şekilde rahatsız olurlar. Bu tür tasarıma destek bulunamaz. Lazarsfeld üniversitedeki ve araştırma merkezinde öğrencilerini eğitmek için 1929’da Avrupa’daki ilk istatistik ders kitabını yazdı: A Handbook of Statistical Methods for Psychologists and Teachers. 1931-1932’de Viyana’da 110 bin kişi üzerinde ilk radyo dinleyicisi alan araştırmasını yaptı. Araştırma, dinleyicilerin program tercihleri üzerinde tasarlanmıştı. Lazarsfeld farklı grup dinleyicilerle karşılaştırmalar yaparak izleyici ilgisindeki farklılıkları analiz etti. Lazarsfeld 1930 ile 1937 arasında yoğun bir şekilde pazarlama araştırmaları, işsizlik, araştırma yöntemleri ile ilgili makaleler yazdı. 1937’de “Magazines in 90 Cities – Who Read What?” başlıklı bir araştırma makalesiyle Amerika’da kitle iletişimi alanında da incelemelere başladı. Bütün araştırmalarında, daima denediği ve geliştirdiği metodolojiydi. Dolayısıyla, yöntem üzerine çalışmaları devam etti. Public Opinion Quarterly ve birçok pazarlama dergilerinde makaleleri yayınlandı. Avusturya’da kurulan Nazi egemenliğiyle birlikte 1933’te yakınlarının hemen hepsi rejim tarafından hapse atılmaya başlandı. Lazarsfeld 1933-35 arası için “Rockefeller Travel İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 7 Fellowship” ödülünü kazandı. Avusturya’da Nazilerin gücü ele geçirmesiyle, Nazilerin kendinden olmayanlara karşı açtıkları baskı ve katliam politikasının başladığı sırada, Lazarsfeld Amerika’ya geldi. Lazarsfeld eğer işsizliğin yapısal sorunları üzerinde dursaydı, bir zamanlar Amerikanın en büyük hırsızı olarak nitelenen Rockefeller’in ismini taşıyan Rockefeller Foundation, asla ona burs verip, işsizlikle ilgili araştırmalarını Amerika’da devam etmesi için fırsat yaratmaz ve Amerika’ya çağırmazdı veya bu bağlamda da araştırma yapması için Amerika’ya geldiğinde teşvik bulması mümkün olmazdı. Aldığı bursla iki yıl Amerika’daki üniversiteleri ve araştırma merkezlerini dolaştı. 1935’te Columbia Üniversitesi Sosyoloji bölüm başkanı Robert Lynd’in yardımıyla Amerika’ya göç etti. Viyana’daki merkezin bir örneği olarak “Research Center of the University of Newark” araştırma merkezini kurdu. Merkezde pazarlama araştırmaları ve işsizlik üzerine çalışmaya başladı. Lazarsfeld 1935’deki “The Art of Asking Why” makalesinde “neden analizi” (reason analysis) yöntemini açıkladı. 1935’te Amerika’nın en önde gelen iki psikologu, Hadley Cantril and Gordon Allport “The Psychology of Radio” adlı incelemelerinde, klasik promosyon veya akademik jargon ile “radyo izleyicileri üzerinde araştırma yapılması” gerektiği sonucunu da sundular. Radyo ile ilgili araştırma gereğine inanan Rockefeller Foundation’dan Marshall, CBS araştırma başkanı olan ve Psikolojide doktorası olan F. Stanton ile konuştu. Marshall ve Stanton radyo araştırmaları için uygun yöntem belirleme üzerine bir araştırma projesi hazırladılar. Projeyi Rockefeller Foundation kabul etti. 1937’de Rockefeller Foundation, Princeton Üniversitesi’ne radyonun Amerikan toplumu üzerindeki etkilerini incelemek için 67,000 dolar bağışta bulundu. Profesör Hadley Cantril başkanlığında Office of Radio Research kuruldu. Projeyi yönetmek için Lazarsfeld’i yönetici/yürütücü olarak görevlendirdiler ve Lazarsfeld orada da çalışmaya başladı. Bu sırada Newark Research Center New York’ta kiralanan bir yere taşındı, çünkü iş kontratları New York’tandı. Lazarsfeld alan araştırması yöntemi ve uygun data/veri analizi teknikleriyle ilgileniyordu ve kitle iletişimiyle hiçbir ilgisi yoktu. Bunu da gerektiğinde açıkça belirtiyordu. Lazarsfeld için İletişim 2005/21 8 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ kitle iletişimi sadece, insan tercihi ve eylemini incelemek için kendi araştırma araçlarını geliştirebileceği bir davranışsal alandı (Morrison, 1988: 204). Dikkat edilirse, Lazarsfeld için “konunun”, insanın veya kitle iletişiminin anlamı “yöntembilimsel araç geliştirmek için araç” olmasıdır. Bu araç, o insanları anlamak için geliştirilen bir ölçme tekniğidir. Fakat Lazarsfeld hiçbir zaman, örneğin radyo izleme incelemelerinin önemsiz bir iş olduğunu kabul etmedi, onu kendi sosyal ilgisiyle ilişkilendirdi (1940). Lazarsfeld’in sosyal ilgi olarak yazdıklarına bakılınca, açıkça en azından bir sosyal demokrat olduğu görülür. Lazarsfeld Princeton Radio Project (1937) ile kitle iletişim araştırmaları alanını kurdu. Stanton ve Lazarsfeld, radyo yayınlarının izleyiciler üzerindeki etkisini ölçmeye yönelik bu “Radio Research Project” araştırması sırasında, “Lazarsfeld-Stanton Program-Analyzer” ismiyle bir veri toplama aracı geliştirdi: İzleyicilerin saniyeden saniyeye sevdiklerini ve sevmediklerini kaydetti. Ardından, sevip sevmemelerinin nedenlerini bulmak için insanlarla derinlemesine mülakat (focus group interviewing) yaptı. Ayrıca, bu araştırmada basit “crosssectional survey” uygulamalarının (bizde yoğun şekilde yapılan anketle alan araştırmaları türünün) medya kullanımının etkileriyle ilgili sorulara cevap vermedeki yetersizliğini keşfetti. Çok değişkenli çapraz-tablo (cross-tabulation) karşılaştırması kullandı. Pembe diziler (soap opera) ve yarışma programlarını izleyenlerin kullanım ve doyumlarını keşfetmek için niteliksel görüşme tekniğini ve programların karakterlerini belirlemek için içerik analizini geliştirdi (Barton, 2001: 251,252). Büroda, Lazarsfeld basit örneklem almanın sınırlılığının üstesinden gelmek için kartopu örneklemi (snowball sampling) yöntemini geliştirdi. Yöntem aynı zamanda, kişiler arası ağın belirlenmesi ve analizini mümkün kıldı. 4 Stanton 1938’de iletişim etki klasiği “Invasion from Mars” yayınının incelemesini yapan psikolog Cantrill’i (1940) destekledi. 1939’da Rockefeller Foundation Radio Research projesi fonu, Columbia Üniversitesinde “Office of Radio Research” için yenilendi. Lazarsfeld Columbia Üniversitesine taşındı. 1941’de Sosyoloji Bölümünde doçent oldu ve meşhur sosyolog Robert K. Merton ile tanışıp 4 Bu tür örneklemle ve ölçmeyle ilgili kavramların açıklaması için bkz Erdoğan, 2003. İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 9 çalışmaya başladı. Office of Radio Research resmi olarak Sosyoloji Bölümüne araştırma laboratuarı olarak eklendi. Merton, Office of Radio Research’e yönetici oldu. Ofis alanını genişletti ve diğer tür pazarlama ve sosyal araştırmaları da yapmaya başladı. Columbia Bureau of Social Research radyo araştırmasından sonra, ilgi alanını kitle iletişimi ve kişisel etki incelemelerine kaydırdı. Kişiler arası iletişimle ilgili olarak 1939’da “The Change of Opinion during the Political Discussion” makalesi başlangıç oldu. Kişiler arası iletişimle ilgisi, sonradan (1955), Lazarsfeld Katz ile birlikte Personal Influence başlıklı kitaplarında kullandıkları yöntemde ve bulgularda yansıdı. Bu kitapta sundukları araştırma sonuçları ve değerlendirmeleriyle “fikir önderliği” ve “iki aşamalı/basamaklı akış” tezlerini yinelediler. Böylece, doğrudan etki ve hipodermik iğne gibi tezleri çürüttüler. Lazarsfeld, 1940’ta, B. Berelson ve H. Gaudet ile başkanlık seçimlerinde oy verme tercihlerinin nasıl oluştuğu üzerine yaptığı araştırmada, daha önce “düşünceleri ölçmede yeni araç” (Lazarsfeld ve Fiske, 1938) olarak nitelediği panel tekniğini (panel analizini) kullanarak geliştirdi. Bu araştırmada, iletişimin iki aşamalı/basamaklı akışı hipotezini inşa ve test ettiler. Fikir önderliğini tanımladılar ve belirlediler. Kesişen-baskıların (kişinin içinde bulunduğu gruplardan ve çeşitli ilişkilerden gelen baskıların) karar vermedeki etkilerini ve kişilerarası ortamın etkisini saptadılar. İki aşamalı/basamaklı akış tezinde, Charles H. Cooley tarafından ortaya atılan “birincil grubun” etkisinin önemini keşfettiler (Mattelart, 1999: 91; Schiller, 1996: 60) Araştırmanın sonuçları People’s Choice (1944) kitabında yayınlandı. Lazarsfeld’in, Berelson ve McPhee ile birlikte oluşturduğu “Voting” yapıtında (1954), kuramsal bağlamda siyasal iletişimin “oy verme” alanında kapsamlı bir sunum yaptı. Aynı zamanda, bu yapıtta, Lazarsfeld Amerika’da sınıf bilincinin ampirik ölçmesini geliştirdi (1972a: 41). 1944’te merkezin adı “Bureau of Applied Social Research” (Uygulamalı Sosyal Araştırma Bürosu) olarak değiştirildi. Columbia Üniversitesinde, orta yolcu yapısal işlevselci sosyolog Merton ile kitle iletişimiyle ilgili iki önemli makale yazdı: 1943’te savaş zamanındaki radyo ve propaganda filmlerinin izleyicilerde etkisiyle ilgili incelemeleri özetlediler ve irdelediler (Sills, 1996: 113). 1948’de, İletişim 2005/21 10 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ “Mass Communication, Popular Taste and Organized Social Action” başlıklı makalede, kitle iletişiminin toplumdaki ana işlevleri üzerinde durdular. Bu işlevler sonraki bütün iletişim sosyologları tarafından tekrarlandı: Statü sağlama, sosyal normları destekleme ve narkotik etkisi (Sills, 1996: 113; Schiller, 1996: 57; Peterson, 1996: 91). Lazarsfeld ve Merton, kitle iletişim araçlarının sahiplik yapısı ve işlemesiyle ilgili olarak, medyanın büyük ticari endüstriyel şirketler tarafından desteklendiğini, dolayısıyla normal olarak o sisteme tutuculuğu ekerek (cultivation theory) veya gerçek eleştirel görüşün gelişmesini engelleyerek, katkıda bulunacağının beklendiğini, bunun normal olduğunu belirtirler (Schiller, 1996). Bu makalede kitle iletişiminin sosyolojik bir analizi ve irdelemesi yapılmıştır. Fakat bu makalede bile, Lazarsfeld ve Merton hâlâ, bir kitle iletişim kampanyasının nasıl başarılı olacağı üzerinde durarak, asıl irdelemenin bir kampanyanın başarısıyla ilişkili olduğunu sergilemektedirler. Belki de, bu şekilde öneri getirerek, onları destekleyen kaynakların kurumaması ve incinmemesini sağlama kaygısı vardır. Bu bilinemez. İkinci Dünya Savaşı sırasında orduda “Office Of War Information” Birimi yaratılıp Amerikan entelektüelleri buraya toplandığında, Lazarsfeld de “danışman” olarak görev aldı. İletişimin, siyaset biliminin, sosyolojinin, psikolojinin sosyal bilimlerin diğer alanlarının önde gelenlerinin, sağcı ve solcu, hepsi, psikolojik savaş araştırmasının yapıldığı (ve D. Lerner ve diğerleri tarafından sonradan sürdürülen) bu askeri birimdeydi: Wilbur Schramm, Harold Lasswell, Samuel Stouffer, Leonard Cottrell, Carl Hovland, Hadley Cantril, Charles Dollard, Paul Lazarsfeld, Louis Guttmann, Robert Merton, Ithiel de Sola Pool, John Clausen, Edward Barrett, Nathan Leites, Morris Janowitz, Daniel Lerner, Edward Shils, Alexander Leighton, Leo Lowenthal, Hans Speier, Herbert Marcuse, Clyde Kluckhohn, Frank Stanton, George Gallup, Elmo Roper. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, Lazarsfeld alan araştırmasında çok değişkenli analiz yöntemini geliştirmeye devam etti. Bu bağlamda savaş sırasında ve sonrasında çeşitli araştırmalarda “survey research” tarzını uygulayıp geliştirdi. Lazarsfeld, Patricia Kendall ile “Problems of Survey Analysis” başlıklı makalesinde (1950) yaklaşımın ilkelerini ve sorunlarını açıkladı. İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 11 Lazarsfeld’in araştırma yöntemine kazandırdığı diğer bir analiz de, yapısal işlevselci sosyolojinin temel kuramsal kavramlarından birini ele alan “latent structure analysis” olmuştur. “Latent structure analysis” verilerin çok-boyutlu analiz yöntemini getirdi. Yöntemin genel karakterini 1947’de belirledi ve 1950’lerde yaptığı incelemelerde analizi geliştirdi. Analizle ilgili makale serilerinden sonra, 1968’de Neil Henry ile Latent Structure Analysis kitabını yazdı. Lazarsfeld’in Columbia’daki araştırma bürosunun bir kopyasını Michigan Üniversitesinde “Michigan Survey Center” olarak kurdular ve R. Likert de orada yer aldı. Aralarında rekabet ortaya çıkıncaya kadar, The University of Chicago's National Opinion Research Center tarafından, 1945-1947 arasında yürütülen iki ulus çapındaki radyo dinleyicileri araştırmasında Lazarsfeld ortak yazar oldu. Üniversitenin güçlü desteğiyle, 1940’ın sonlarında Michigan, Columbia’dan daha güçlü olmaya başladı ve Likert’in önderliğindeki Michigan ile Lazarsfeld’in Merkezi rekabete girdi ve aralar açıldı. 1950’de Lazarsfeld iletişim araştırmalarına ilgisini yitirdi ve araştırma bürosunun direktörlüğünü bıraktı. Büro 1970’lerin sonlarına kadar varlığını sürdürdü. Fakat yönetimsel araştırmanın kitle iletişiminde egemenliği kazanması ve sürdürmesi devam etti. Lazarsfeld, yönetimsel araştırma (administrative research) ile birlikte, ona paralel olarak, uygulama araştırması (applied research) ve matematiksel sosyolojinin gelişmesine de öncülük etti. 1950 başlarında Matematiksel sosyolojiyle ilgili üç eser verdi. 1960 ve 1970’lerde, Lazarsfeld sosyolojinin sosyal hayatın çeşitli alanlarına uygulanması üzerinde çalıştı. Bu bağlamda The Uses of Sociology (1967), Main Trends in Sociology (1973) ve An Introduction to Applied Sociology (1975) yapıtlarını ortaya koydu. ABD’de 1950’lerde McCarthyism dehşeti yaşandı: Yoğun bir komünist avı başlatıldı ve ABD’de aydınlar ya hapse girdi, ya işsiz bırakıldı ya da ülkeyi terketmek zorunda bırakıldı. Suçlanmak için bir solcuyla selamlaşmak, bir toplantıya katılmak, bir sol gazete veya dergi okumak veya birinin iftirasına uğramak yeterliydi. McCarthy’nin komünist avcılığı sürerken, Lazarsfeld ve benzerleri işlerine devam ettiler. Bir zamanlar Amerika’da bir konuşmasında Lazarsfeld kendisini “tatilde/izinde olan bir Marksist” olarak nitelediğinde, arkadaşlarından İletişim 2005/21 12 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ biri olan Bernard Berelson’un buna alaylı karşılığı şuydu: “Kesinlikle uzun bir tatildi” (Morrison, 1998: 64). 5 Lazarsfeld’i kurtaran bu uzun tatil değil, yaptığının doğasıydı. Lazarsfeld’in girişimlerinden biri de üniversite öğretim üyelerinin davranışları ve tutumları üzerinde bir alan araştırması oldu. İncelemenin sonucu, 1958’de Academic Mind: Social Scientist in The Time of Crisis kitabında sunuldu. Bu araştırmada Lazarsfeld bağlamsal analiz (contextual analysis) yöntemini kullandı. Araştırma bulgusuna göre, “Amerika’ya bağlılığı ispat etmek” fakülte saflarının içine işlemişti. Parenti bunu, Komünist avının ürpertici bir etkisi olarak nitelemektedir; çünkü var olan siyasal-ekonomik düzeni herhangi bir şekilde eleştirmek, eleştirenin içinde “komünist yönelimler” taşıdığı şüphesini uyandırıyor, dolayısıyla soruşturma açılmasına neden oluyordu. Parenti, akademisyen olan ve korkan insanlardan bahsetmektedir; ama bir de üniversitelerde akademisyen olarak yer alan, fakat akademisyenliğin doğası hakkında bilgiye sahip olmadığı gibi, akademisyenliği ve akademiyi “cehaletin bilgiçlik tasladığı” cahiller ve muhbirler yerine çevirenler de vardır. 1969’da Lazarsfeld ve Menzel halkla ilişkileri incelemek için yeni bir analiz tarzı eklediler: Yapısal veya ilişkisel analiz. Lazarsfeld kitle iletişimiyle ilgili girişimlerinde araştırmanın içeriğinden çok yöntem üzerinde durdu ve yönetimsel araştırma geleneğini kurumsallaştırdı. Yönetimsel alan ve uygulama araştırması enstitüleri uluslararasına yayıldı. Lazarsfeld’in Amerika’da kurduğu ampirik gelenek kısa zamanda egemen konuma geldi. Bu durum, Chicago Okulu geleneğinin iletişim alanında 1930’larda kaybolup gitmesini de beraberinde getirdi. 6 Amerikan sosyal demokratları (örneğin, Dewey), kitle iletişim araçlarının akılcı kamu ilişkisini oluşturacağı, cemaat duygusunu geliştireceği gibi umutlu beklentilere ve 5 Bireyin ne ve nasıl olduğu, kendi hakkında kendinin söylediği ve başkalarının söylediğiyle belirlenmez; neyi nasıl yaptığıyla, yani kendini ve diğerlerini nasıl ürettiğiyle belirlenir. Özün gizlenmeye çalışıldığı ve/veya özü kavrayacak beyin kapasitesinin körleştirildiği yerde, söz ve görüntü özü belirler: İnsanlık karakterini yitirenler, insanca değeri insanca ilişkilerle kuramadıkları için, insan kullanma, insan harcama ve öğrenciler üzerinde baskıyla kurulan egemenlik yoluyla “kendilerini bulurlar”. Bilimsel kapasite yoksunluğuyla birlikte, aptalca didişme, bireysel çekişme ve dedikodu ortamı egemen olur. 6 Ayrıntı için Lazarfeld’i savunan Katz’a bkz: Katz, 2001 İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 13 normatif/etiksel görüşlere sahiptiler. Lazarsfeld’in böyle bir etiksel ve normatif kaygısı yoktu: o pozitivist, ampirik yöntembilimci ve araştırmacıydı. Lazarsfeld’in çalışmalarıyla gelişen akademik egemenlik, uluslararasına yayılan çeşitli kuramlar ve bu kuramların desteklediği araştırmaları ortaya çıkardı: Bunlar arasında en önemlileri kullanımlar ve doyumlar (uses and gratifications), yeniliklerin yayılması (diffusion of innovations) ve gündem hazırlama (agenda setting function of media) olmuştur. Lazarsfeld’in Yöntemine Yönelik Bazı Eleştiriler Lazarsfeld’in geliştirdiği ampirik veri toplama ve ölçmeyle ilgili yöntemlere, yöntemin epistemolojik ve yöntembilimsel çerçevesi bağlamlarında herhangi bir önemli eleştiri bulamayız. Fakat eleştiriler daha çok bilimsel yönelim, bu yöntemlerin kullanımı ve sonuçları, bu yöntemlerin kullanıldığı araştırmaların bilimsel ve sosyal amaç ve sonuçların doğası üzerinde toplanmaktadır. Lazarsfeld’in en önemli özelliklerinden biri de eleştiriye açık olması ve eleştirileri pozitif bir şekilde karşılamasıdır. Eleştiriyle ilgili “eylem” bağlamında, Lazarsfeld medya’nın tepkisini şaşırtıcı bulmaktadır. Bu tepkiye örnek olarak, Türkiye’de aralarında bir zamanlar öğretim üyesi olan bazı medya yöneticilerinin, “İletişim fakülteleri medyaya düşman öğrenciler yetiştiriyor” gibi sözlerini verebiliriz. Lazarsfeld’in belirttiği gibi, “kitle iletişimi medyasının konu olduğu bir kurumsal hastalık varsa, o da kendine yöneltilen eleştiriye karşı sinirli tepkisidir. Bu çok şaşırtıcı bir tepkidir, çünkü eleştiri hakkını garanti eden ilkeleri şiddetle savunanlar, medya mensuplarıdır” (1948/1972b:123). Lazarsfeld’e göre Rusya’daki gibi, başarılı bir devrim mühendisler gerektirir. Viyana’daki gibi hezimete uğramış bir devrimi anlamak için psikoloji gerekir (Lazarsfeld, 1968). Lazarsfeld, sosyal psikolojiyi sosyalist toplumun yaratılmasının dayandığı insan davranışını anlamak için bilimsel yöntem olarak görür. Bunu belirten Lazarsfeld, başından itibaren pazar araştırması işine soyunur ve etki araştırması yapmaya başlar. Bir yandan sosyalist toplumu ve insanı yaratmak için sosyal psikolojiyle uğraşmaktan bahsederken, öte yandan şirketler İletişim 2005/21 14 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ için etki araştırması yapılmaz. İki aşamalı/basamaklı akış ve buna bağlı olarak gelen dolaylı etki, dolayısıyla sınırlı etki tezinin egemenliğini kurarak, teori geçerli veya geçersiz olsun fark etmez, yoğun bir ilişkiler ağı içinde yoğrulan ve bu yoğurma içinde kendini o yoğurma koşulları içinde yoğuran bitmiş ürünün (izleyicinin) psikolojik tutumlarını, tercihlerini, sevilerini, düşündüklerini bilmek, sosyalist insanı yaratmaya yardım etmez; çünkü sosyalist bir toplumda yaşanmıyor; kapitalist bir toplumda (Amerika’da) yaşanıyor. Bu bilgiler ancak Amerikan endüstrilerinin pazar politikalarına, pazarda talebi (izleyiciyi) kullanma ve yönlendirmeye yardım eder. Aynı eleştiriyi 1950’de Berkeley grubuyla çalışan Adorno’nun Authoritarian Personality yapıtı için ve Frankfurt Okulunun teorisiz ampirizmi reddedip, ama teorinin ampirizm ile test edilmesine yönelen anlayışı getirenlerine karşı da yöneltebilir miyiz? Burada elbette ampirizmin pazar araştırması karakterinde olup olmadığı ayırımını yapmalıyız. Elbette, eğer gerekirse veya bir kuramsal varsayım ampirik yanıt gerektiriyorsa, bu yapılmalıdır. Fakat bu kuramsal inşa “mağazanın iç mimari/peyzaj düzeninin alıcıların satın alma davranışları üzerindeki etkisi” biçiminde olduğu andan itibaren, artık amaç bilimsel bilgi değil, bilimi araç olarak kullanan yönetimsel bilgi elde etmek olur. Elbette, bilim daima güç yapısının ya doğrudan ya da dolaylı olarak bir parçası olmuştur. Üretilen bilgi elbette bir şekilde birileri tarafından ve çoğu kez toplumları kontrol edenler tarafından kullanılmıştır. Bu gerçek elbette bilimsel girişimin yönünü ve/veya sonucunu ve sonucunun sonuçlarını (örneğin atomun veya nötronun bulunması ve bu sonucun sonucu olarak, Hiroşima’da insanların kitle halinde öldürülmesi veya günümüzdeki gibi kimyasal silahların yapılması ve sonuçları) belirlemektedir. Ama bu gerçek, istense de istenmese de, bilimsel faaliyetleri durdurmaz: İnsan kendini bulduğu koşulu korumaya çalışırken, aynı zamanda değiştirmeye çalışmıştır ve çalışacaktır. Lazarsfeld kuramsal bağlamda kendini Avrupalı pozitivist olarak niteler ve Viyana Grubuna/Çevresine (Vienna Circle) yakın sayar (Hardt, 1992: 99). Viyana Çevresi bilimsel bilginin mantıksal analiziyle ilgilenir. Logical empiricism, logical neopositivism ve neopositivism olarak da bilinen mantıksal pozitivizme göre bilginin temel olarak iki kaynağı vardır: Birincisi, tümdengelim analize dayanan mantıksal muhakemedir. İkincisi ise, tümevarım senteze dayanır. Bütün pozitivistler, felsefenin görevinin bilimi geliştiren İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 15 yöntemleri anlamak olduğunu belirtirler. Sentezsel tümdengelimsel bilginin olasılığını reddederler. Sadece kanıtlanabilir gerçek şeylerin anlamlı olduğu üzerinde dururlar ve felsefenin birçok ilgi alanını anlamsız bulurlar; dolayısıyla, ampiristtirler. Lazarsfeld bu anlayışı iletişim alanına taşımış ve egemen yapmıştır. Frankfurt Okulu’nun dergisinde yazı yazmak, yazanı eleştirel okulun temsilcisi yapmaz. Aynı şekilde, örneğin medyanın “tekelleşmesini” eleştirmek de, yazarı eleştirel okula veya Marksist okula dahil etmez. Gene benzer şekilde, burjuva sosyologları Paul F.Lazarsfeld ve Robert Merton’un medya izleyicilerinin sistematik olarak medyanın narkotik (dysfunctional narcotization) etkisine tabi olduğunu söylemesi de onları Frankfurt Okuluna dahil etmez. “Gerici” De Fleur’un ve arkadaşlarının “medya bağımlılığı teorisi” diye ortaya attıkları birkaç varsayım onları, örneğin A. G. Frank’ın dahil olduğu “bağımlılık okulunun” bir parçası yapmaz. Bir kitabın başlığının “Halkla ilişkilerde veya iletişimde eleştirel yaklaşımlar” olması onun eleştirel kuramları sunduğu anlamına gelmez. İçeriğine bakıp gerçekten öyle olup olmadığını görmek gerekir. “Post-modern durumu yaşıyoruz” diye İstanbul’da veya Türkiye’de yaşanan gerçeklerle asla uyuşmayan bir sürü anlaşılmaz ve süslü laf ebeliği yapmak, ne o laf ebeliğini yapanı ne de o toplumu postmodern yapar. Bu nedenle, teorik inşalar çok iyi anlaşılmalı ve bir akademisyen veya bir söz dizisi bir teorik yapı içine yerleştirilirken, çok dikkat edilmelidir. Araştırmalarda konunun seçimi fonu veren tarafından belirleniyordu; başka seçenek zaten olamazdı. Bu durum da, kaçınılmaz olarak akademik etik konusunu öne çıkartır. Fakat Lazarsfeld bundan herhangi bir rahatsızlık duymadı. Onun için, destek önemliydi ve gerekliydi. Lazarsfeld araştırma merkezlerini endüstrinin siyasal, sosyal ve ekonomik pazar gereksinimlerine uygun bir şekilde yönetti. Schiller’in belirttiği gibi, “temel konuların/sorunların biçimlendirilmesi şu şekildeydi: endüstriyel organizasyonlar artık sekiz yaşındaki bir çocuğu günde 14 saat bir makinede çalışmaya zorlamıyorlar; özenle hazırlanmış halkla ilişkiler programlarıyla çalışıyorlar; ülkenin gazetelerinde büyük ve etkili reklamlar yerleştiriyorlar; çeşitli radyo programlarını destekliyorlar; halkla ilişkiler danışmanlarının önerisiyle, ödüllü yarışmalar örgütlüyorlar, İletişim 2005/21 16 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ yardım vakıfları kuruyorlar ve değerli davaları destekliyorlar. Ekonomik gücün doğrudan sömürüyü azalttığı ve büyük ölçüde kitle iletişimi medyasından geçerek yayılan propaganda ile sağlanan daha ince bir tür psikolojik sömürüye yöneldiği görülüyor” (Schiller, 1996: 57). Kitle iletişimi süreçleri ve etkileriyle ilgili araştırma yaklaşımını yönetimsel araştırma olarak niteleyen Lazarsfeld, Frankfurt Okulu’nun önde gelenlerinin, (Theodor Adorno, Max Horkheimer, Walter Benjamin ve Herbert Marcuse’nin) yoğun eleştirisiyle karşılaştı. Kitle iletişimi teorisinde en önemli çatışma olarak nitelenen karşılıklı eleştirileri ve savunuları ortaya çıkarttı. Adorno “Radio Research Project” araştırmasında görev alıyordu; fakat “Lazarsfeld-Stanton program analyzer” yöntemini “şu makine” diye niteliyor; anlamsız ve yetersiz buluyor; izleyici yerine medya metni üzerinde durmak gerektiğini savunuyordu. Adorno, ampirik sosyolojinin kuramsal yoksunluğunu ve yöntem bilimin araştırmanın tekniksel pratiklerine indirgendiğini belirtiyordu (Mattelart, 1999: 202). Frankfurt Okulu ve Lazarsfeld arasındaki tartışmadan biri uygun iletişim araştırması yöntemi üzerindeydi: Yönetimsel araştırma görüşüne göre, pratik veya eylem kuramsal varsayımdan çok daha önemlidir. Var olan ekonomik ve siyasal güç arasında ve onlar ile kurulu düzeni destekleyen sosyal güçler arasında güçlü bağ vardır. Yönetimsel araştırma orta-seviyede kuramlar üretmek için data analizine dayanır; zenginliğin üretimi, dağılımı ve güç ile ilgilenmez. Rosengren’in belirttiği gibi (1989: 35), yönetimsel araştırmalar güçlü olanların çıkarlarını gerekleştirmek için yapıldı; eleştirel araştırma ise güçsüzlerin çıkarı için. Lazarsfeld’in eleştirel inceleme (critical research) tanımlaması eleştirel araştırmanın tarihsel geleneğini ihmal etmektedir (Hardt, 1992: 109). Yönetimsel inceleme, ekonomik olarak zayıf olan ve kültürel bakımdan sürülmüş, tüketici olarak eksik becerileriyle her tür toplumsal iletişime katılması reddedilen veya sınırlanan bireyleri bir köşeye atar (Hardt, 1997:71). Buna en somut örnek reyting sistemidir: bu sistemde marjinal insanlar (yoksullar) reyting dışında bırakılır, çünkü onlar potansiyel alıcı/tüketici olacak ekonomik güce sahip değildirler. Böylece güçsüzün dışarıda bırakılması süreçleri ve alanları genişler. İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 17 Donsbach ve diğerleri (2001: 227), Lazarsfeld’in konsept ile ampirik göstergeler arasındaki ilişkiye yoğunlaştığını ve “farklı konseptler için nasıl ölçmeler inşa ederiz?” sorusu üzerinde durduğunu belirterek, Lazarsfeld’i savunurlar. Bu savunu Adorno’nun indirgeme görüşünü geçersiz kılmaz, aksine destekler. Çünkü Lazarsfeld ölçekler, ölçme yöntemleri geliştirirken, aslında konseptlerin (kuramsal kavramların) kuramsal gerekçelendirmelerini ya hiç yapmadan veya yetersiz bir tanımlamadan sonra, kavramı ölçme, yani ölçülebilir işlevsel tanımlamalar yapma ve geçerli ölçme aygıtı (ölçme makinesi) geliştirme üzerinde odaklanarak, epistemolojik bir sorunu/konuyu yöntembilimin veri toplama ve ölçme ile ilgili uç bir aşamasındaki mekanik yapı içine sıkıştırmaktadır. Ampirik yönteme göre, elbette doğru ölçmek için ölçeğin, ölçme aygıtının ölçülmek isteneni ölçmesi gerekir. Bu da geçerli ve güvenilir aygıt (ölçme aleti, ölçek) geliştirmeyi gerektirir. Fakat aygıt amaç değil, araçtır. Dolayısıyla yöntembilim, veri toplamadaki kesinliğe ve aygıtı amaç yapan mekanikliğe indirgenmemelidir. Lazarsfeld bunun bilincindeydi. Bu nedenle, nicel ile nitel çalışmaların karşılıklı bağımlılığına inandığını belirtmiştir (Lazarsfeld, 1972b:xvii). Fakat ampirik gelenek bu bağı kurmaktan çoğu kez yoksundur. Mills, Lasswell’in formülüyle bağıntılı ampirik araştırmaları “soyut ampirizm” olarak niteler (1959:51): Soyut ampirizmde neyin doğruluğunun kanıtlanacağı ciddi bir konu/sorun olarak düşünülmez; nasıl kanıtlanacağı düşünülür (s.125). People’s Choice araştırmasında zengin, Protestan, kentli kişilerin Cumhuriyetçilere oy verme yöneliminde olduğunu, aksi türdeki kişilerin de Demokratlara yöneldiğini öğreniyoruz. Fakat Amerikan siyasetinin dinamikleri hakkında çok az şey öğreniyoruz” (s.53). Mills oldukça haklı. Ayrıca, yönelimi bilmenin bilimsel bağlamda anlamı ne? Evet, yönelim bu. Pekiyi, sonrası ne? Asıl sorun bu “sonrası ne?” sorusuyla gelen sonuçlarla daha da derinleşiyor: Araştırma orada bitiyor, çünkü zaten öğrenilmek istenen insanların yönelimlerinin belirlenmesi ve bu belirlenmeye göre siyasal, ekonomik veya kültürel politikaların, taktiklerin ve stratejilerin tasarlanıp uygulanması veya uygulananların gözden geçirilip ayarlanması. Amaç herhangi bir sosyal, evrensel, bilimsel faydaya yönelik kaygıya bağlı değil. Amaç “parayı verenin, desteği sağlayanın veya bütün endüstriyel yapının çıkarlarına yönelik yönelim, tercih, tutum, düşünce ve davranış bilgisi toplamaktır. Dolayısıyla, Mills, haklı olarak bunu “sosyal İletişim 2005/21 18 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ araştırmanın bürokratlaştırılması” olarak nitelemektedir (1959:100). Adorno ve diğerlerinin de benzeri nitelemelerinde, bu bağlamda, bir yanlışlık bulunamaz. Neo-pozitivizmi eleştirirken, Birnbaum (1971:15) neopozitivistlerin, kim, ne, nerede, ne zaman ve nasıl gibi basitçe kesin ve sınırlı sorular sorulması üzerinde ısrar ettiklerini, bunun sosyal bilimlere transfer edildiğini belirtmekte; bu ısrarın özellikle araştırma tasarımında, içerik analizinde yansıtıldığını açıklamakta; Lasswell ve Lazarsfeld’in çalışmalarının bu dar neopozitivist çerçeve içinde yapıldığını anlatmaktadır. Ampirik sosyoloji ve akademik pazar konusunu irdeleyen Thurnborn (1976: 32,33,34), Lazarsfeld’i sosyolojinin en önde gelen pozitivist yöntembilimcisi olarak niteler: Lazarsfeld’in yaklaşımında, teori, ampirik incelemeleri biriktiren ve genelleştiren bir şey olarak ele alınır. Teoriye bir araştırmanın konusunu tanımlamayan konsept üretimi olarak ilgi duyulmaz. Peters’e göre (1989: 213) The People’s Choice araştırmasında, kamu ve siyasal hayatta besbelli olan bir problem ele alınmakta, açıkça ve yeterlice kuramsal bir yapı inşa edilmemektedir. İki aşamalı ve ardından çok aşamalı etki (kısaca aslında sınırlı etki ve medyanın gücünün güçsüzlüğü) tezi, kapitalist demokrasinin ve şirket çıkarlarının savunusunu yapan en önemli “‘sorun çözümlerinden” biridir. Bu tez ile, demokrasisinin varlığı ve katılımcı demokrasinin gerçek olduğu savı desteklenir. Bir o kadar önemli olarak, sonradan eklenen “aktif izleyici tezi” yardımıyla da, bilinç endüstrileri (özellikle sinema ve televizyon) ürettikleri ürünlerin doğasıyla ilgili sorunlardan aklanır ve sosyal sorumluluktan sıyrılır: Çünkü etki kişiler arası ilişkilerden, kapı tutuculardan, fikir liderlerinden geçerek olmaktadır. Dolayısıyla, sistemin medyası, sistemi satmakta ve “aptallar kitlesi” yaratmakta etkin bir güce sahip değildir. Bu bizi etki paradigmasında “kullanımlar ve doyumlara” götürür; o da, aktif izleyici tezini getirir. Böylece, pozitivist işlevselci yaklaşımda etki sorusu çözümlenir ve dikkatler “izleyiciler kendi psikolojik ve sosyolojik gereksinimlerini gidermek için medyayı nasıl kullanırlar? Bu kullanımdan ne tür doyumlar elde ederler?” sorusuna odaklanır. Bu akıllıca dönüştürmede, ilgi hâlâ “izleyicinin tercihlerini, sevilerini, düşüncelerini ve yönelimlerini bilme” üzerinde toplanmakta, dolayısıyla, endüstriyel politikalara yardım etme amaçlanmaktadır. Lazarsfeld İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 19 ve arkadaşlarının bu çizgideki araştırmaları 1940’larda yoğunlaşmıştır: Örneğin 1944’te Herzog ve Arnheim’in radyo pembe dizileriyle ilgili araştırması, Berelson’un 1945’teki gazetenin ne tür fonksiyon gördüğüyle ilgili araştırması, Lazarsfeld’in bu bağlamdaki araştırmalarına ek örneklerdir. Gitlin (1978) Columbia ve Lazarsfeld geleneğinin kitle iletişiminin gerçek etkisini sakladığını ileri sürmüştür. Endüstriden aldığı parayla ilgili olarak Gitlin’in “satılmış” nitelemesi ve diğer benzeri eleştiriler karşısında Lazarsfeld hiçbir zaman herhangi bir eziklik duymamıştır, hatta “satıyor” olarak da niteleneceğini kendisi dile getirmektedir; çünkü şirketlerden destek almakta veya onlar için araştırma yapmakta hiçbir sorun görmemiştir. Amerikan yayılmacılığının, özellikle kırsal alanlardaki yayılmacılığının kuramsal çerçevesini, “diffusion of innovations” kuramıyla kuran Rogers (1994: 312) Lazarsfeld’e yöneltilen “düşmanlığın kaynağının” bu sosyologların, ampirik olmayan Avrupa geleneğinde olması ve sosyal felsefeyle uğraşması; disiplinin sevmedikleri ve anlamadıkları, bilmedikleri bir yöne doğru gitmesi ve onların elinden alınması olduğunu söylemektedir. Rogers belli ölçüde haklı olabilir. Fakat Rogers’in savunusu/saldırısı, klasik mantıksal hatalardan (logical fallacy) birine benziyor ve oldukça ilkel. Bu tür “hatalı mantık savunusunu” çok görürüz: Bir bilim adamı ampirik araştırma yapmanın mekaniğini, sürecini çok iyi biliyor olabilir; fakat bir şirketin verdiği parayla araştırma yapmıyor veya yapmamış da olabilir. Bu durum, ampirik araştırmayla yakalanan gerçeğin belli bir çıkara uygun gerçek olduğunu belirtmesini, eğer geçerli nedensellik bağlarına dayanıyorsa, geçersiz kılmaz. Ayrıca, ampirik tasarımı kullanarak, araştırmacı mükemmel bir araştırma inşa edebilir. Bu sadece tasarımın ampirik çerçeveye uygunluğu gösterir; fakat ampirizmin dayandığı yöntembilimsel ve epistemolojik yapı/çerçeve dışında geçerli olduğunu ve evrensel bir karaktere sahip olduğunu göstermez. Benzer şekilde, Rogers yanılıyor; çünkü ampirizmi eleştiren herkes ampirizm hakkında cahil değildir; ampirizmi çok iyi bilenler ve eleştirenler de vardır. Lazarsfeld tüm bu eleştirilerin ve aynı zamanda neyi neden yaptığının çok iyi farkındaydı. İletişim 2005/21 20 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ Lazarsfeld: Yönetimsel ve Eleştirel İletişim Araştırmaları Lazarsfeld 1972’de Oualitative Analysis: Historical and Critical Essays kitabında, sosyolojik bilgi üzerinde durduğunu anlatan ve görüşlerini sunan eskiden yazdığı makalelere yer vermiştir. Girişinde bu amacını açıkladığı kitaba 1941’de yazdığı “Yönetimsel ve Eleştirel İletişim Araştırmaları” makalesini de eklemiştir. Hem kendi yönetimsel araştırma yönelimini hem de Frankfurt Okulu’nun eleştirel yaklaşımını ele aldığı makalede, Lazarsfeld her iki yaklaşımı da meşrulaştırmaya çalıştığını belirtmiştir (Lazarsfeld, 1972b:x). Fakat, Lazarsfeld “Critical Theory and Dialectics” makalesinde (1970) Frankfurt Okulu’nun eleştirel kuramını Horkheimer’in “Traditional and Critical theory” (1937) makalesini temel alarak, “Proletaryasız Marksizm” olarak nitelediği neo-Marksist bir kuram geliştirdiklerini, yoksulluk, işsizlik ve hatta sömürü gibi kavramlar yerine yabancılaşma, fetişizm ve sahte bilinç üzerine odaklandıklarını ve Adorno’nun 1950’lerde ampirizmle değişen ilişkisini ciddi bir şekilde eleştirmektedir. “Yönetimsel ve Eleştirel İletişim Araştırmaları” makalesinde, Lazarsfeld önce, kitle iletişimi medyasıyla ilgili araştırmaların arttığını, bu araştırmaların amaçlarını ve neler üzerinde odaklandıklarını olumlayarak anlatmakta; bu sırada, daha doğru ve iyi ölçmelerin yapılması için kaçınılmaz olarak ölçme tekniklerinin de geliştiğini belirtmekte ve bazı salık verici (prescriptive) ve ilişkisel öneriler sunmaktadır: “Son yirmi yılda, kitle iletişim medyası, özellikle radyo, basın ve film, modern toplumun iyi bilinen ve en iyi belgelenen alanlarından bazıları olmuştur. İtinalı çalışmalar, tüm önde gelen radyo programlarının dinleyici büyüklüğünü ve bu dinleyicilerin cinsiyet, gelir ve birkaç diğer kritere göre kompozisyonunu ortaya çıkarmıştır. Gazete ve dergilerin tirajı, özel olarak düzenlenmiş araştırma ekipleriyle kaydedilmektedir ve diğerleri güncel olarak hangi dergi yazılarının ve hangi reklamların okunduğunu her hafta rapor etmektedir. Kitaplar, radyo programları ve filmler kullandıkları dilin zorluğu ve nüfusun farklı eğitim düzeyindeki kesimleri için ne kadar yeterli oldukları bağlamında test edilmektedir. Farklı gruplardaki insanların tercih ettikleri eğlence türleri her zaman araştırılmakta ve pek çok promosyon kampanyasının başarısı günümüzde sınanmaktadır. Tüm bu araştırma çabaları sırasında İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 21 birçok önemli yeni teknik geliştirilmiştir. Modern örneklem alma teknikleri, örneğin, çok büyük ilerleme yaptı, çünkü bir çalışmanın, sponsor firmanın ulaşmak istediği nüfus kesimlerini temsil etmeyen bir grup halk arasında yapılırsa pratik değerini kaybedeceği anlaşılmıştı. Görüşme teknikleri benzer nedenlerden dolayı inceleştirildi. Bu çalışmaların çoğunun rekabetçi karakteri, gerçekleri dinleme ve okuma yoğunluğuna göre çok daha iyi kaydetme yöntemlerine götürdü. Konular basit kayıt araçlarıyla ölçülmeye izin vermediği durumda, karmaşık tutum ve tepkiler için indekslerin geliştirilmesinde büyük bir ilerleme sağlandı. “7 “Bu tür araştırma fikrinin gerisinde, modern iletişim araçlarının, kişiler veya kurumlar tarafından verili amaçlar için kullanılan araçlar olduğu anlayışı yatmaktadır. Bu amaç mal satmak, nüfusun entelektüel standardını yükseltmek ya da hükümet politikalarının anlaşılmasını garantilemek olabilir; ancak her durumda, araştırmanın işi herhangi bir nedenle araç kullanan kişi için o aracın daha fazla bilinmesini sağlamak ve böylece kullanımını kolaylaştırmaktır.” “Bunun sonucu olarak tüm iletişim araştırmaları standart bir dizi probleme odaklanır. Farklı medyaları kullananlar kimlerdir? Özel tercihleri nelerdir? Farklı sunuş yöntemlerinin etkileri nelerdir? İletişim araçlarını kullanan biri, farklı amaçtaki diğer kurumlarla rekabettedir ve bu nedenle, araştırma, diğerlerinin ne iletildiğini de mutlaka izlemelidir. Son olarak, iletişim araştırması; radyo, basılı medya veya filmlerin etkilerinin, yönetimsel kurumların belirlediği amaçlı kullanımla son bulmadığını göz önünde bulundurmalıdır. Örneğin, eğer reklamcılar radyonun özellikle güçlü bir satış aracı olduğunu hissederlerse, o zaman basılı medyanın eline daha az para geçer ve araştırma radyonun nüfusun okuma alışkanlıklarında genel bir gerilemeye sebep olup olmadığına bakacaktır” (s.155-156). Lazarsfeld, bu çalışmaların gelişmesi ve dayandığı ekonomik destek üzerinde durmakta; ardından, desteğe uygun araştırma yapılması gereğini belirtmekte; sosyal faydaya ve düzeni 7 Alandaki genel bir yönlendirme için bkz. Douglas Waples, What Reading Does to People, University of Chicago Press, 1940 ve Paul F. Lazersfeld, Radio and the Printed Page, Duell, Sloan and Pearce, 1940. Daha güncel ve spesifik açıklama için Princeton University Press tarafından yayımlanan Public Opinion Quarterly, makaleler ve bibliyografya açısından en iyi kaynaktır. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 22 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ korumaya yönelik uygun politikalar için bu araştırmaların işlevselliğini, bu araştırmalarda genel olarak neler üzerinde durulduğu ve ne yapıldığını bir kurgusal örnekle açıklamakta; anlatmaktadır. Bu araştırmalara “yönetimsel inceleme” adını vermektedir: Bu türden çalışmalar kısmen başlıca basın yayın örgütleri ve radyo şebekeleri, kısmen de üniversiteler ya da vakıflarca desteklenen akademik kurumlar tarafından gerçekleştirildi.8 Sosyal araştırmaların bu yeni dalının sosyal ve politik kapsamını netleştirmek üzere geçen yıllarda hatırı sayılır ölçüde düşünce geliştirildi. Günümüzdeki krizle ilişkisi, Harold Lasswell’in yeni bir çalışmasında oldukça ilgi çekici bir şekilde tartışıldı.9 Bu türde bir çalışmaya katılmamış biri, 1939 ve 1940 yıllarında gerçekleşen bir dizi tartışma süresince katılımcılar tarafından yazılmış bir “söylenceye” bakarak bu ortamı iyi anlayabilir: “Somutlaştırmak için, kitle iletişimindeki araştırma işinin neleri içerdiğini resmetmeye yardım eden farazi bir durumla açıklamaya çalışalım. “Hükümet liderlerinin ve kitle iletişiminden sorumlu olanların, ülkedeki yabancı uyruklu gruplarla ilgili politikalar konusunda uzlaşma içinde olduklarını varsayalım. (Kamunun yabancı uyrukluların oturduğu bölgedeki huzur bozucu faaliyetlerin tehlikelerinden haberdar edilmeleri gerektiğine inanıyorlar; ancak genel olarak yabancılara yönelik yaygın antipati minimize edilmeli ve her şeyin ötesinde yabancı karşıtı duyguların patlak vermesinin önüne geçilmelidir.) O halde kitle iletişim kanallarının hizmet etmek zorunda olduğu politika; huzuru bozucu eylemlerin belli tehlikelerine dair kamunun farkındalığını artırmak, aynı zamanda genel olarak yabancılara karşı toleransın inşa edilmesi şeklinde olur. “Akşamları yayınlanan ve toplam dinleyicilerin önemli bir kesimince beğenildiği bilinen bir popüler radyo programının yabancıların huzur bozan eylemlerinin tehlikelerini konu alan bir konuşma içerdiğini varsayın. Bir ya da iki gün sonraki bültenler, her nasılsa, ülkenin çeşitli yerlerinde yabancı gruplara karşı duyguların yayıldığı hakkında haberler verir. Bu yayılmayla 8 Üniversiteler arasında özellikle University of Chicago Library School ve University of Minnesota Journalism School, iletişim araştırmaları alanında aktiftir. Dernek fonları ile benzer çalışmalar yapan organizasyonlar; Adult Education Association, American Film Center, Columbia University Office of Radio Research, Library of Congress ve Princeton Public Opinion Research Project’tir. Dergiler arasında Life ve McCall’s günümüzde değerli bilgiler yayınlanmaktır. Radyoya dair materyal, Columbia Broadcasting System ve National Broadcasting Company’nin araştırma müdürleri aracılığıyla elde edilebilir. (Lazarsfeld’in notu) 9 Harold Lasswell, Democracy Through Public Opinion. George Banta Publishing Co. 1941. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 23 ilgili yerel sözlerin raporları akşam haberlerindeki sunumlarda bahsedilenleri taşır. Sonuç olarak, onlarla akşam yayınında söylenenler arasında bir bağ olduğuna dair en azından güçlü bir şüphe doğar.” “Hasarı telafi etmeye yönelik dürüst çabalar, hasarın ne olduğuna dair daha fazla bilgi almayı içerir. Basında yer alan fikirler, etkilerin sadece radyo kanalıyla hissedilmediğini; aynı zamanda bu talihsiz konuşmayla ilgili haberleri yayımlayan gazeteler, konuşmaya göndermeler yapan yerel sözler ve hatta konuşmanın ardından patlak veren olaylarla ilgili geniş bir alana dağıtımı yapılan haber filmlerinde de hissedildiğini açıkça ortaya koyar.10 O halde, yayının olumsuz etkilerini düzeltmek üzere hangi halka ulaşılması gerekir?” “Söylenilen bir şey belli ki dinleyicilerin eğilimleri ve mevcut koşullarla –olayların etkisi ve muhtemelen geniş kitlelere ulaştırılan diğer iletilerle– birleşerek, sonraki olaylar için sahneyi hazırladı.” “Her radyo istasyonundan, elemanları arasından en uzman olanları, yayınlanan konuşmada neyin bu beklenmeyen patlamalara sebep olduğunu mümkün olduğunca belirlemek üzere dinleyicilerle mülakat yapmak için görevlendirmeleri istendi. Onlardan, söz konusu patlamalarda aktif olarak yer alan kişilerle görüşmelerini özellikle istediler.” “Bu tür araştırmada, uzmanların yardımıyla orijinal konuşmadan etkilenen dinleyiciler yeniden belirlendi. Radyo programları, basın bültenleri ve haber filmleri üzerinde çalışıldı, (bunlar) konuya dair, orijinal konuşmanın etkilerine karşı koyabilmek için yeterli ve yeni bir açıklamaya ulaşabilmek amacıyla en geçerli kanıtlar hesaplandı. Şüphesiz başlangıçtaki konuşmacı tarafından sunmak için bir açıklama hazırlanacaktı; ancak kamunun gözündeki konumu ve kimliğiyle kendilerinin kısmında olabildiğince geniş bir etki yaratabilecek diğer kişiler de listeye konacaktı. Hazırlanan tüm materyallerin üreticilerin yeni ürünler için pazarı test etmek için ödediklerine oranla çok daha düşük bir maliyetle ön testi yapıldı. Gösterilen içten çabayla geldikleri safhada, sorumlular çare olarak planladıklarının gerçek etkilerini 10 Haber filmi, haber niteliği taşıyan, belirli aralıklarla piyasaya sürülen ve önemli olaylar hakkında halka bilgi vermek amacıyla sinema ve televizyonlarda gösterilen belgesel film çeşididir. İletişim 2005/21 24 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ daha fazla sınamak arzularında hemfikirdiler. Buna uygun bir şekilde, önceden kampanyalarının başarısını ölçmek için gerekli düzenlemeler yapıldı.” “Bu söylencenin mutlu sonu, kampanyaları ilerledikçe, sosyal patlamaların yöneldiği gruplara karşı aleni düşmanlık göstergelerinde devamlı bir düşüşün olduğunu göstererek, ilgili kişilerin vicdanlarını rahatlatmalarını sağlayan şekiller dizisi biçimini muhtemelen alabilir.” “Başlangıçtaki konuşmacı, sponsorlar ve yayıncılar, ilk masumiyetlerine halen inanmaktadır. Ancak belli hatırlanan şeyler nedeniyle rahatsız hissetmektedir. Örneğin onlardan biri, içerikteki konuşmanın tam zamanında yapılmış bir açıklama olduğu düşüncesiyle yayın için ekstra tanıtım yapılması gerektiğini önerdiğini hatırlamaktadır. Bir diğeri ise konuşmanın temasının, büyük ihtimalle vatansever zeminlerde bir dönem için ülkedeki yabancıların daha sıkı kontrolünü savunan örgütteki önemli bir tanıdık tarafından önerildiğini anımsamaktadır. Nihayetinde, bilinçli amaçları ne kadar masumane olursa olsun, onlar da zamanın Amerikalıları olarak, yayını planlarken aynı eğilimleri paylaştılar ve aynı koşulların gücüne yanıt verdiler, tıpkı dinleyicilerin yaptığı gibi” (s. 156-158). Bu tür araştırmanın “yönetimsel araştırma” olduğunu belirten Lazarsfeld, bu yönelime karşı üç argümanın olduğunu ve bunların anlamlarını açıkladıktan sonra, kendi yaklaşımının savunusunu yapmaktadır: “Buraya kadar betimlenen araştırma türünü yönetimsel araştırma (administrative research) olarak adlandırmak uygun olacaktır. Bu araştırma, kamusal ya da özel karakterdeki bir yönetimsel kurumun yararına yürütülür. Yönetimsel araştırma iki taraftan itirazlara konu olur: Bir tarafta, paralarının karşılığını gerçekten almadıklarını düşünen bazı sponsorların kendileri vardır. Argümana göre, iyi bir tahmin, ampirik bir çalışmayla aydınlığa çıkarılabilecek tüm ayrıntılardan daha pratik öneme sahiptir. Ancak bu itirazın ardında yanlış bir inanış vardır. Gerçi her türlü ampirik çalışmada yol göstermede spekülasyonlar vazgeçilemezdir; eğer dürüstçe yapılırsa, hepsi aynı anda doğru olamayacak bir dizi alternatif sonuçlara götürür. Hangisinin gerçek duruma uyduğuna ancak ampirik İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 25 çalışmalarla karar verilebilir.11 Diğer taraftan, mevcut çalışmaların büyük kısmında egemen olan amaçlara yönelik eleştiriler gelir. Eğer yöntemler, sadece dönemimizin sıkıntı veren ekonomik ve sosyal sorunlarıyla ilgili ileri dönük projelere uygulanabilirlerse toplumun hayat koşullarında bir iyileşme sağlayabilecekken, küçük problemleri, genellikle iş dünyası karakterindekileri çözerler. Robert S. Lynd, “Knowledge for What” isimli çalışmasında bu bakış açısını şiddetle savunmuş ve araştırmanın daha hayati hale nasıl getirilebileceğine dair pek çok yol göstermiştir. “Bu iki argümanların hiçbiri araştırmanın iyi belirlenmiş saptanmış belirli amaçlar yararına yapılabileceği ve yapılması gerektiğinden şüphe etmez. Fakat bu noktada üçüncü bir argüman ortaya çıkar. İtiraz, birinin tek bir amaç güdemeyeceği ve incelemenin gerçekleşme yollarını bu tür planlama ve çalışmanın içinde gittiği genel tarihsel durumdan yalıtılarak incelenemeyeceğinden yükselir. Modern iletişim medyası öyle karmaşık araçlar haline geldi ki her nerede kullanılırsa kullanılsınlar, onları yönetenlerin niyetlendiğinden çok daha fazlasını insanlara yaparlar ve yönetimsel kurumları, sahip olduklarına inandıklarından çok daha az seçenekler bırakan kendi momentumlarına sahip olabilirler. Hizmet verilen özel amaca ek olarak ve ondan önce, iletişim araçlarının mevcut sosyal sistemdeki genel rolü üzerinde çalışılmasını isteyen eleştirel araştırma fikri, yönetimsel araştırma uygulamasına karşı ortaya atılmıştır. Bu çalışmanın sonraki kısmı, bu fikrin açıklanmasına ve bugünkü iletişim araştırmalarına olası katkılarının kısa bir değerlendirmesine ayrıldı” (s.158-160). Lazarsfeld eleştirel araştırmanın üçüncü karşı argüman olduğunu belirtikten sonra, yukarıda belirttiği gibi, eleştirel yaklaşımın doğasını (ne olduğu, neler üzerinde durduğunu) kendi görüşü çerçevesinde örneklerle açıklamakta ve kendi yaklaşımıyla karşılaştırmalar yapmaktadır: 11 Ampirik araştırmanın boşuna olduğuna dair argümanın üstesinden gelmek için daha akıllıca bir yol vardır. Örneğin böyle bir muhalife, kararlarını bir siyasi kampanya süresince verenlerin daha kalıcı politik bağları olanlara nazaran çok değişik faktörlere göre oy verme davranışının nasıl etkilendiğini yapılan çalışmalara dayalı olarak anlatılabilir. Muhalif ise bunu oldukça anlaşılabilir bulup kendisinin bu sonuca akıl yoluyla ulaşabileceğini söyleyebilir. Bunun tersinin gerçekleşmesi ve fiili parti bağları olan kişileri tanımlayan karakterler aracılığıyla kararsızların oylarının büyük oranda tahmin edilmesinin mümkün olmaması, sık karşılaşılan bir durumdur. Mantık yoluyla bazı sonuçlara ulaşılıp daha sonra gerçek bilgilerle bunların yanlış olduğunun kanıtlandığı diğer pek çok örnek vardır. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 26 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ “Eleştirel araştırma fikri Max Horkheimer’in birçok çalışmasıyla geliştirilmiştir.12 Yönetimsel araştırmadan iki yönden ayrılıyor görünür: Zamanımızın egemen sosyal eğilimlerinin, herhangi bir somut araştırma probleminin aynı zamanda düşünülmesini gerektiren genel eğilimlerin bir teorisini geliştirir; ve tüm gerçek veya arzulanan etkilere göre değer biçilmesi gereken temel insan değerleri fikrini ima ediyor görünür.” “Egemen yönelimlere gelince, sahipliğin merkezileşmesinin arttığı bir dönemde yaşadığımızı herkes kabul edecektir. Yine de, büyük ekonomik organizasyonlar üretimlerini en ince ayrıntısına kadar planlasalar da, ürünlerinin dağıtımı sistematik bir şekilde planlanmaz. Başarıları, nüfusun oldukça büyük kesimlerini müşterileri haline getirmek zorunda olan birkaç büyük birim arasındaki rekabetin sonuçlarına bağlıdır. Dolayısıyla, her biçimdeki promosyon, çağdaş toplumda ana güçlerden biri olur. Geniş insan kitlelerini maniple etme teknikleri iş dünyasında geliştirilir ve oradan tüm kültüre nüfuz eder. Sonuçta her şeyin, iyi ya da kötü olsun, promosyonu yapılır; her geçen gün daha fazla egemen olan “reklam kültürü” içinde yaşıyoruz. Bu genel eğilim, kendisini gizlemesi gerektiği gerçeği nedeniyle yine de daha fazla vurgulanıyor. Satacağı bir ürünü olan satıcı, her bir müşteriye bu ürünün kendi bireysel amaçlarına neden uyduğunu açıklamak zorundadır. Bir ulusal reklamcıya hizmet veren bir radyo sunucusu, milyonlarca dinleyiciye kendisini “sizin” sunucunuz olarak tanıtır.” “Böyle bir analiz, şayet bu eğilimlerin insan hayatındaki temel değerlere zarar vereceği anlaşılırsa, güçlü bir ilgi ve endişe unsuru haline gelir. Zamanımızın çok sayıda promosyon kalıbına boğulduğu görüşü, bunun sonucunda insanların her geçen gün daha fazla satranç tahtasındaki piyonlar gibi davrandığı, insan karakterinin temel özelliği olan doğallık ve haysiyetin kaybolduğu izlenimiyle daha da güçlenmektedir. Eleştirel araştırma fikrini daha net anlayabilmek için bunun; en çok ihtiyacımız olanın doğru gördüklerimizi düşünüp yapmak ve kendimizi görünürde kaçınılmaz olana göre ayarlamamak şeklinde daha önce de var olan fikre sahip kişilerce vurgulandığının kavranması gerekir.” 12 Özellikle karşılaştırınız: Zeitschrift für Sozialforshung’ta “Traditional and Critical Theory”, VI (1937), sf. 245-295; “Philosophy and Critical Theory” sf. 625-631. Eleştirel sosyal araştırma fikrini sunmak üzere burada kullanılan örnekler, Dr. T.W. Adorno’nun çalışmalarından alınmıştır. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 27 “Promosyon kültürü yönündeki bir eğilimin teorisi, zamanımızın belirli yönelimlerinin, temel insani değerleri tehlikeye attığı; çünkü insanların kendi potansiyellerini tam olarak geliştirmekten alıkonuldukları sonucuna ulaştırır. Günlük rekabete hazır olmak için kıymetli vaktimizi geniş bir ilgi ve yetenek yelpazesi geliştirmek için harcamamalı; istesek de istemesek de zamanı çalışma kapasitemizi artırmak üzere kullanmalıyız. Böylece kendimize dair ölçütler edinmeden hayatın tüm alanlarında bizi, kendisine daha fazla bağımlı kılan bir promosyon sistemine boyun eğip onu destekliyoruz ki bu sistem de bize her gün daha teknik araçlar sunuyor ve onları kullanabileceğimiz faydalı tüm amaçları bizden alıyor.13” “İşte böylece eleştirel araştırma için ortam hazırlanır. Modern iletişim araçlarını analiz eden bir eleştirel öğrenci radyoyu, filmleri, basını inceleyecek ve şu türden sorular soracaktır: Bu medyalar nasıl örgütlenmiş ve nasıl kontrol ediliyor? Kurumsal yapılarında, tekelleşmeye, standartlaşmaya ve promosyoncu baskıya doğru yönelim nasıl ifade ediliyor? Örtülü de olsa hangi biçimlerde insani değerleri tehdit ediyorlar? Bu öğrenci, araştırmanın temel görevinin, bu medyaların hangi maksatsız (çoğunlukla) ve genellikle de epey zekice yollarla, berbat olarak düşündüğü süregelen alışkanlık ve sosyal tutumlara katkıda bulunduğunu ortaya çıkarmak olduğunu hissedecektir.” “Eleştirel iletişim araştırmaları hangi operasyonlara ayrıştırılabilir? Buna cevap vermek kolay değil ve ilk olarak öğrencinin günlük hayatında gözlem yapmayı ve bunların sosyal açıdan anlamlarını tahmin etmeyi denemek üzere nasıl eğitileceğini tasavvur etmekle işe başlanabilir. Bir sinemada oturmuş on yıl öncenin modasını gösteren eski bir haber filmi izliyorsun. Pek çok kişi gülüyor. Sadece kısa bir süre önce hoşumuza giden şeyler şimdi niye bu kadar saçma geliyor? Genel baskı nedeniyle bunları kabul ettiğimiz için kendimizden intikam alıyor ve artık bu tarzda kıyafetler lehindeki baskı kalktığından geçen yılın tapıncaklarını alaya alarak durumu telafi ediyor olabilir miyiz? Aynı zamanda bugün reklamı 13 Bu fikirleri netleştirmek için tüketici hareketliliği ve propaganda analizi gibi diğer düşünce akımlarıyla kısaca karşılaştırmak yararlı olabilir. Müşteri hareketliliği, günümüz reklamcılığındaki somut hatalarla ilgilenir ve hatta reklamcığın ekonomik anlamda tamamen israf olduğunu ileri sürebilir. Eleştirel yaklaşıma göre ticari reklamcılık, günümüz toplumunun devamlılığını sağlayan çok sayıdaki promosyon yapılarından sadece biridir ve ekonomik anlamlarından ziyade kültürel anlamları tartışılır. Benzer bir farklılık propaganda analiziyle karşılaştırıldığında da ortaya çıkar. Sorun, insanların belirli yalıtılmış gerçekler bakımından yanlış yönlendirilmesinden değil, başlarını nereye çevirirlerse çevirsinler bir tür promosyona yakalandıkları için kendi değerlendirme standartlarını geliştirme şanslarının giderek daha da azalmasından kaynaklanır. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 28 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ yapılan modaya, sadece birkaç yıl sonra gülmek üzere boyun eğiyoruz. Geçmişteki boyun eğişimize gülerek gelecekte üzerimizde kurulacak baskıya kendimizi teslim etmek için güç topluyor olabilir miyiz? Böylece, sıradan bir gözlemciye sinemadaki bir tesadüf gibi görünen şey, bu açıdan bakıldığında büyük sosyal öneme sahip bir araz (semptom) haline gelir.” “Veyahut büyük bir içecek firmasının bira reklamında; bir adam Avrupa’daki savaşın dehşetiyle dolu gazetesini tiksintiyle bir kenara atarken gösteriliyor; alt yazıda, böyle zamanlarda sadece kendi şöminenizin önünde bira içerken huzur, güç ve cesaret bulunabileceği yazıyor. Huzur gibi böyle temel insani isteklere atıfta bulunan sembollerin, kişisel rahatlık ifadelerine dönüştürülerek tahrif edilip milyonlarca dergi okuyucusuna satış sloganları olarak sürekli sunulmasının sonucu ne olacaktır? İnsanlar yeni bir markanın birasını içerek aynı sonuca ulaşacaklarsa sosyal sorunlarını neden eylemde bulunarak ve fedakarlık ederek çözsünler ki? Sıradan bir okuyucu için reklam, az çok zekice bir satış hilesinden fazlası değildir. Daha eleştirel bir analizle bakıldığında ise, promosyon kültürünün neyle sonuçlanabileceğine dair tehlikeli bir sinyal haline gelir.” “Bu yaklaşımı açıklamak için sonraki adım, bunu sadece günlük hayattan bir gözleme değil, güncel sosyal bilimlerdeki ders kitaplarında karşılaştığımız sorunlara uygulayarak atılabilir. Örneğin aileye dair bir metinde, babanın baskın konumunun çocuğu gelecekte karşılaşacağı mahrumiyetleri kabullenmeye ve gerekli olup olmadıklarını sorgulamadan yapması gerekenleri yapmaya hazırlaması dolayısıyla ailenin toplumumuzdaki işlevlerinden birinin nasıl günümüz ekonomik sistemi için gerekli otoriter yapıyı korumak olabileceğine dair detaylı bir inceleme olması pek muhtemel değildir. Bunu buhran döneminde aileyi inceleyen bir çalışmaya uygulayarak, buhranın ailede hangi değişikliklere yol açtığına dair geleneksek sorulardan vazgeçebiliriz. Aile buhranı etkilemiş olamaz mı? İlgi çekici araştırma soruları geliştirilebilir: Farklı seçkin ailelerin işsizlere yönelik organizasyonlarda inisiyatif kullanmak için kişilerin sıra dışı işler bulma yeteneği üzerindeki etkisi neydi ve daha niceleri.” “Bir diğer örnek, dünyaya bakışımız ve günlük sorunlara tepkilerimizin önceki deneyimlerimiz tarafından belirlendiğine dair sosyal psikoloji konusundaki her metinde bulunabilecek bilindik bir gözlemden çıkarılabilir. Deneyim fikri, çok fazla açıklamaya ihtiyaç İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 29 duymayan psikolojik bir kavram olarak alınır. Fakat “deneyim” olarak adlandırdığımız şeyin tarihsel değişimlere maruz kalması mümkün olamaz mı? Görece durağan, küçük bir toplum yapısı içinde yaşayan; birkaç hafta önce meydana geldikleri için haber olduğunu düşündüğü dikkatle hazırlanmış açıklamaları okuyan; kırlarda dolaşarak saatler geçiren; doğanın ilelebet başa çıkılamayacak bir şey olduğunu ve onun tüm detaylarını gözlemleyebilmek için çok uzun yıllar gerektiğini yaşayarak öğrenmiş bir insan için deneyimin ne anlama geldiğini bir düşünün. Bugün gökdelenlerin hızla boy attığı, yükselenlerin bir gecede yok olduğu; her birkaç saatte bir şok dalgaları gibi haberlerin geldiği, içerikleri sürekli yenilenen haber programlarının önceki haberlerin detaylarını öğrenmemize müsaade etmediği ve doğanın, görkemli bir dağ sırasını filmden sahnelere dönüştüren birkaç anlık görüntü yakalayarak arabalarımızla yanından geçip gittiğimiz bir şey olduğu bir çevrede yaşıyoruz. Deneyimlerimizi, on yıllarca önce mümkün olduğu gibi edinmiyor olamaz mıyız ve eğer böyleyse eğitime dönük tüm çabalarımızın ötesinde bir etkiye sahip olmazlar mı? Nispeten küçük Amerikan topluluklarıyla ilgili çalışmalar göstermiştir ki; yirminci yüzyıldan itibaren eski tarzda yetişkin eğitimine yönelik çabalarda, sürekli bir düşüş yaşanmaktadır. Artık “Professor Quiz” gibi programlarıyla radyo, kitle eğitiminin yeni yapılarını geliştiriyor ki bunlar, eski okuma ve tartışma ortamlarından farklılığıyla, burada kabaca anlatılan gelişimle dikkat çekici bir paralellik gösteriyor.14” “Bir dizi detay ve özelliği dikkate almazsak, bu yaklaşımın temel “işleyişi” dört adımı içerir:” a) Genel gözlemler temeli üzerinde “promosyon kültürü” yönündeki egemen eğilimler hakkında bir teori sunulur. Gerçi teoriyi geliştirmek ve kanıtlarla desteklemek için sürekli çaba gösterilmektedir, (ama) herhangi bir özel çalışma öncesinde bahşedilmiş olarak kabullenilir. b) Herhangi bir fenomenin özel incelenmesi, (a şıkkında sunulan) fenomenin egemen eğilimleri nasıl ifade ettiğini ve geriye dönerek, onları desteklemeye (nasıl) katkıda bulunduğunu tespit etmeyi içerir. 14 Karşılaştırınız: W. Benjamin’in bu dergide yayımlanan Baudlaire üzerine çalışması, Vol. VIII (1939-40) s. 50 ve sonrası. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 30 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ c) Modern, endüstriyel toplumda insan karakterlerine damgasını vurmada “b’nin” sonuçları ön plana çıkarılır ve insanoğlunun haysiyet, özgürlük ve kültürel değerlerini neyin tehlikeye attığı ve neyin koruduğu hakkında oldukça açık olan fikirlerin bakış açısından incelenir. d) Çözüm olasılıkları, eğer varsa, düşünülür. Böyle bir yaklaşımın özel iletişim araştırmaları alanı için sahip olduğu değere dönmeden önce, eleştirel araştırma fikrine karşı, çabaların büyük kısmının gerçekleri bulmak veya yapıcı önerilerde bulunmak yerine şeyleri “gözler önüne sermeye” harcadığı itirazını yanıtlamak gerekir. Yapıcı olmanın göreli bir fikir olduğu ve ilgili gerçeklerin ne olduğu sorusunun sadece yerleşmiş prosedürlere göre belirlenemeyeceği kabul edilmelidir. Bu durum, İngiliz Parlamentosundaki Royal Commission’ın raporları ve on sekizinci yüzyılın ilk yarısındaki Dickens tarzı İngiliz sosyal edebiyatıyla başlayan eleştiri dalgalarına biraz benziyor. O zamanlar görev, yeni endüstriyel sistemin materyal acımasızlıklarını ortaya çıkartmak ve kınamaktı: çocuk işçiler, varoşlardaki koşullar ve benzerleri. Günümüzde bu dehşet verici koşulların tamamı ortadan kalkmış değil; fakat en azından, bir öğrenci, örneğin, göçmen işçiler veya tarım ortakçıları ile ilgili benzer koşulları bulduğunda, ilerleme yönünde bazı adımlar atılabilecek kadar yeterli kamusal bilinç var. Kamuoyu ve kamu yönetiminin eğilimi daha iyi sosyal koşullar yönündedir. Kültürel konularda, benzeri bir gelişme henüz olmamıştır. Yukarıda verilen örnekler, birçok öğrenci tarafından, fazla pratik önem taşımayan bir alanda oldukça anlamsız olarak düşünülecektir. Buna karşın, yerleşmiş başarı standartlarına göre toplumdaki yerimizi bulmakla o denli meşgulüz ki, şu anda bizim için hiçbir şey bozulan temel kültürel değerleri bize hatırlatmaktan daha önemli değildir, tıpkı yüz yıl önce, modern endüstriyel toplum kurulduğunda, endüstri işçilerinin oluşturduğu yeni sosyal tabakanın katlanmak zorunda kaldığı fedakarlıkları görmezden geldiklerini İngiliz orta sınıfına hatırlatmanın tarihsel öneme sahip olduğu gibi. Waller’in da işaret ettiği gibi, yarının ahlaki ölçütleri, bugünkü küçük bir grup entelektüel liderin mutlak duyarlılığına bağlıdır.15 Yirmi otuz yıl önce, ardından gelen kuşakların klasikleri olmaya mukadder olan sanatçılar, kendi yaşadıkları dönemde açlığa terk ediliyordu. Bugün ise 15 The Family, Dryden Press, 1931. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 31 yetişen bir yeteneği görmezden gelmeme konusunda oldukça hassasız ve herhangi bir sanatsal gelişim tohumunun büyümesine yardımcı olmaya çalışan burslarımız ve pek çok kurumumuz var. Neden eleştiriye daha dostça olmayı öğrenmeyelim ve daha fazla sabır gösterebileceğimiz ve nihayetinde neyin yapıcı neyin değil olduğunu göreceğimiz biçimleri bulmayalım?” (s.160-165) 16 Lazarsfeld, eleştirel yaklaşımla ilgili yukarıdaki açıklamalarından sonra, eleştirel yaklaşım ile yönetimsel araştırmalar arasında köprü kurmaya çalışmakta ve bu köprünün olasılıkları üzerinde durmaktadır. Lazarsfeld Avrupa kuramıyla Amerikan ampirizmini kaynaştırmayı ummuştur. Fakat eleştirel araştırmayı kendi yönetimsel araştırma pratiğine zıt olarak görmüştür: “Şimdi de sorunun yönetimsel araştırma yönüyle ilgilenen öğrenciye eleştirel araştırma fikrinin yapabileceği belli katkılar. Eleştirel ve yönetimsel araştırmanın gerçek işbirliğindeki tecrübe bu kadar az olduğu sürece, somut olmak son derece zordur. Bunu sağlamanın bir yolu, bu tür ortak çabalardan kaynaklanan güçlü entelektüel uyarmaya dikkat çekmektir. Ampirik araştırmada bir yandan örneklem problemleri ve olası hatalar arasındaki büyük mesafe, diğer yandan çağımızın önemli sosyal problemleri hakkında, kimi zaman kesin bir pişmanlık ya da sabırsızlık duymayan nadir öğrenci vardır. Kimileri sosyal ilgilerini kişisel uğraş haline getirip gelecekte bir gün bu iki yöntemin tekrar birleşeceği umuduyla bunları araştırma prosedürlerinden ayrı tutarak çözüme ulaşıyorlar. Eleştirel araştırma açısından, ampirik çalışmayla bütünleştirilebilecek mevcut bir araştırma uygulamasını hazırlamak mümkün olursa bu; işe dahil olanlara, işlenen sorunlara ve nihayetinde çalışmanın gerçek faydasına büyük katkıda bulunacaktır.” “Araştırmanın bu şekilde canlanması, sadece temsili olarak gösterilebilecek ve sistematik şekilde ifade edilemeyecek çok çeşitli biçimde olabilir. Örneğin büyük olasılıkla, kontrol sorunlarına çok daha fazla dikkat verilecektir. Ne kadar iyi yöntemler kullanırsak kullanalım 16 Radyo endüstrisinin, bu dönemde sosyal araştırmalarının çoğunun geleneksel yapıda olmasına yol açan ve yeni alanlara genişlemesini engelleyen baskının bir kısmını azaltmakta öncülük edebilmesi son derece muhtemeldir. Zaten radyo endüstrisi politika alanında diğer büyük ticari kurumlardan çok daha tarafsız ve dengeli olduğunu kanıtladı. Nüfusun büyük kesimleriyle iletişimi koparmama gerekliliği de onları, ilk başta daha zararsız gibi görünmüş olsa da, araştırma yöntemleri denemeye karşı daha anlayışlı yapmış olabilir. Program içerik ve politikalarının daha dürüst bir analizi, ilk sınama zemini edilebilir. (Lazarsfeld’in notu) İletişim 2005/21 32 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ iletişimin etkileri üzerinde çalışıyorsak, sadece fiili olarak sunulan radyo programları ya da basılı materyallerin etkileri üzerinde çalışmamız mümkün olacaktır. Eleştirel araştırma ise özellikle, kitle iletişim kanallarına asla giremeyen materyallerle ilgilenir: İster büyük gruplar için gerektiği kadar ilgi çekici olmadığından, ister gereken yatırımların karşılığını yeterince veremediğinden, ister geleneksel sunuş yapıları mevcut olmadığından olsun, hangi fikir ve formlar kamuya ulaştırılmadan yok ediliyor?” “Bir program yayınlandığında ya da bir dergi basıldığında, eleştirel araştırmanın, içeriği özgün bir biçimde incelemesi mümkündür. Müzik programları alanından bir dizi örnek verilebilir.17 Radyodaki ağırbaşlı müzik programlarının mutlaka iyi kabul edilmesi gerekmez. Mevcut farkları abartan ve müziğin daha önemli yanlarına gösterilen dikkati eksilten özel program yapımcılarına yönelik tanıtımlar, reklamcılık mantığının eğitsel ortama zorla girişinin bir diğer örneğine işaret eder. “Başyapıtlar” olarak bilinen nispeten az sayıdaki eserin bitmek bilmeyen tekrarları, kamu hizmeti yayınlarını radyonun ticari yönüyle daha uyumlu bir çizgide tutma gereksiniminden kaynaklanır. Böyle bir analizden, radyodaki programlarının gerçekten daha geniş bir müzik zevkine hitap edecek şekilde nasıl hazırlanacağı gibi somut öneriler geliştirilebilir. Radyoların yayın akışının neredeyse yüzde 50’sinin ayrıldığı popüler müziğin sosyal önemi ve muhtemel etkilerine dair bir tartışma da vardır ve bu, eleştirel sosyal araştırma bakışından kitle iletişiminin bugüne kadarki en ayrıntılı analizini temsil eder.18 Basılı malzemelere yönelik benzer çalışmalar yapılabilir. Örneğin geçen on yılda biyografilerin bu kadar tutmasının sebebi nedir? Bunların içerikleriyle ilgili bir çalışma, hepsinin de her bir bireyin boyun sunduğu toplumun, insanların ya da insan ruhunun genel kurallarına uygun bir dille yazıldıklarını ve aynı zamanda bahsettikleri tek bir kahramanın emsalsiz büyüklüğü ve önemine işaret ettiklerini göstermiştir.19 Orta sınıf okuyucular arasında bu tarz edebiyatın başarısı, bu okuyuculardan pek çoğunun kendi sosyal sorunlarına ilgilerini kaybettiklerinin bir göstergesi olarak algılandı. Bu biyografiler, sıradan insanların kontrol edemediği ve insanüstü yeteneklere 17 Bkz. T.W. Adorno, Columbia University Office of Radio Research’teki dosyada “On a Social Critique of Radio Music”. (Lazarsfeld’in notu) Bkz. T.W. Adorno, bu sayıda “On Popular Music”(Lazarsfeld’in notu) 19 Böyle bir analiz Institute of Social Research’ten L. Lowenthal tarafından gerçekleştirilmiştir ve bugünlerde yüksek tirajlı Amerikan dergilerinde yayımlanmakta olan pek çok biyografiye genişletilmektedir. (Lazarsfeld’in notu) 18 İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 33 sahip liderler gerektiren olaylara kapılıp sürüklendiğimiz hissini yansıtmaktadır. Böyle bir analizle anti demokratik imalar, aksi takdirde sosyal bilimcilerin dikkatini çekmeyecek edebi bir fenomende biçimlendirilir.” “Diğer taraftan, iletişimin gerçek etkileri üzerinde çalışılırken, burada tartışılan eleştirel tutumdan etkilenen birinin önünde daha geniş ufuklar açılır. Sadece tek bir örnek verelim: Radyonun, bireylerin dünyasını genişleterek yaptığı katkıyı övüyor ve bu övgüyü hak ettiğinden şüphe duymuyoruz. Fakat konu bu kadar basit mi? Bir çiftçi, doğanın karşısına çıkardığı sorunlarla başa çıkmak, neyin mantıklı olup neyin olmadığını anlamak, neyin önemli olup neyin olmadığını ayırt etmek için gereken yeteneğe sahip olabilir. Bugün radyo, yeni sorunları olan yeni bir dünya sunmaktadır ki bu sorunların dinleyicilerin kendi hayatlarından kaynaklanması da gerekmez. Bu dünya, hem olayların gerçekleştiği hem de görünmez olduğu sihirli bir karaktere sahiptir ve pek çok dinleyici de, bunu değerlendirebilecek kişisel deneyime sahip değildir. Kadın dinleyicilerin arkası yarınlara karşı tutumlarında, çabalarının herhangi bir değişiklik getireceğine gerçekten inanmadıkları halde bu kadınların radyo dünyasına müdahale etmek arzusuyla milyonlarca mektup göndermesi olayında da gözlemlendiği gibi, radyo programlarının etkilerinin bazen son derece rahatsız edici olduğunu biliyoruz. Böyle tesadüfi gözlemlerle yetinmek yerine, insanların gerçeklik karşısındaki tutumlarının radyo sebebiyle, günlük alışkanlıklarına dair yüzeysel gözlemlerle ortaya çıkardıklarımızdan çok da farklılaşmadığını görmek, elbette ki çok daha değerlidir “ (s.165-167). Sonuç Günümüzde iletişim alanındaki yüksek lisans ve doktora tezlerinden başlayarak bütün girişimlerde en çok kullanılmakta olan Lazarsfeld’in oluşturduğu yönetimsel inceleme geleneği, kurumların ve şirketlerin kendi iç örgütsel yapısıyla ve dış ilişkileriyle (özellikle müşterileri, izleyicileri, dinleyiciler, oy verenler ve seçmenler ile) olan ilişkilerinde, kontrol mekanizmaları kurma, kurulu olanları gözden geçirme ve yeni kontrol yolları oluşturma amacına hizmet eder. Diğer bir deyimle, bu tür araştırmalar, geniş anlamda, iletişimin İletişim 2005/21 34 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ egemen sistem tarafından sosyal kontrolünün sürdürülmesi ve kapsamının yaygınlaştırılmasıyla ilgilidir. Yönetimsel araştırma ve bunu destekleyen kuramsal çerçevenin hareket noktası, kitlelerin kontrolü için gerekli bilgilerin toplanması, oy verme, satın alma, destekleme, kullanma, harekete geçme, gerekirse en yakınını bile harcama yoluyla kitlelerin (modern serbest kölelerin) kendi sömürülerine katılmalarının sağlanması, tercihlerinin, düşüncelerinin, inançlarının, sevilerinin, dostluk ve düşmanlıklarının belirlenmesi ve yönlendirilmesi üzerine kurulmuştur. Kitle iletişim bazında, bu yeni teknolojilerin hem siyasal hem de ekonomik biliş ve davranış yönetiminde en etkili şekilde kullanma yollarının aranmasıdır. Bu yolların aranmasında akademi ile özel şirketler, özellikle dev kuruluşlar daima işbirliği yapmışlardır: Dev şirketler ve kurumlar kendileri için işlevsel olan bilgi gereksinimini bu yolla elde ederken, akademisyenler de önemli derecede gelir, statü ve şöhret elde etmişlerdir ve hâlâ etmektedirler (Örneğin, Habermas’ın, Huntington’un, Fukuyama’nın, Fiske’nin, McQuail’in ve benzerlerinin kitaplarının küresel alanda yaygınlaşması ne tesadüfidir ne de en doğru açıklamayı getirdiklerinden dolayıdır). İlk iletişim araştırmaları radyo yayın endüstrisinin hızla gelişmesi ve bu sırada radyoyu kullanarak kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kitlelere ulaşmak isteyen endüstrilerin, devletin, siyasal partilerin ve diğer kuruluşların radyoyu kullanma gereksinimini hissetmesi, aynı endüstrilerin ve kuruluşların kitlelerin tercihlerini, düşüncelerini bilmek ve yönlendirmek istemesi ihtiyacından ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Özel teşebbüs olarak örgütlenmiş radyo ve gazete araştırmaları için reyting sistemi kurulmasıyla birlikte, artık, araştırma yapma, reklamcılar, müşterileri ve medya arasındaki ilişkide reklamın fiyatının belirlenmesinde ölçüt olmuş ve dolayısıyla, zorunlu bir girişim haline gelerek daha da yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla, o zaman ve şimdi, akademisyenlerin çoğunun alan araştırmaları (survey research) işine sarılmalarının nedeni felsefi, epistemolojik, metodolojik veya bilimsel ilgi değildir. Zaten bu ilgiyle hareket eden akademisyenlerin çok azı “survey research” veya “administrative research” yapar. Eğer yapanlar varsa ki çok enderdir, tasarımlarından bu kolayca anlaşılır: Tasarımlarında yoğun bir bilgi birikiminden hareket ederek ve kuramsal inşadan geçerek çıkartılan varsayımlar ve bu varsayımlardan üretilen hipotezler vardır. Araştırma hipotez, dolayısıyla kuramsal varsayım ve bu kuramsal varsayımdan geçerek kuram testi üzerine inşa İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 35 edilmiştir. Amaç bir sürü sosyodemografik, tutumsal, görüşsel, tercihsel değişkenlerle ilgili bilgiler toplamak, bu bilgilerin frekans dağılımlarını sunmak ve her değişkeni birbiriyle karşılaştırarak “garbage in, garbage out” türü “araştırma olmayan araştırma” yapmak değildir. Ama yapılmaktadır; çünkü amaç sadece bazı dağılımsal göstergeleri bulmaktır ki bu bilimsel girişimin en ilksel biçimidir. Bu biçim yönetimsel araştırmalar için yeterlidir, fakat bilimsel araştırma bu seviyenin ötesine gitmek zorundadır. Pekiyi, bu tür araştırma sonuçlarından hareket ederek, kuram inşa edilebilir mi? Tümevarım mantığına göre, edilir;20 ama, günümüzdeki yönetimsel araştırmalarda edilmiyor. Kuram inşası yeterli felsefi, epistemolojik ve metodolojik bilgi, beceri ve kapasite gerektirir. Ayrıca, yönetimsel araştırmalarda zaten amaç bilimsel bir karakter taşımaz. Örneğin, eğer Amerika “Amerika’nın Sesi” radyosu ile propaganda yapmasaydı ve bu propagandanın etkisi yönetimsel başarı bağlamında merak edilmeseydi, her yıl bu radyo ile ilgili etki araştırmaları yapılmazdı. İletişim araştırmalarının ve kuramlarının çıkmasının nedeni radyonun, gazetenin ve televizyonun kendi varlığından kaynaklanan bir şey değildir. Kuram ve araştırmalar geliştirilmiştir, çünkü kitle iletişim araçları belli amaçlar için araç olarak önem kazanmış ve yoğun bir şekilde kullanılmaya başlamıştır. Kitle iletişim araçları düşünsel ve materyal ürün satma aracı olarak önem kazandığında ve kullanıldığında, kitle iletişim araçlarıyla, özellikle sunulanın etkisiyle ilgili araştırma gerekliliği de çıkmış olur. Eğer kitle iletişim araçları endüstriyel yapıların, kurumların ve çeşitli özel çıkarların gerçekleştirilmesinde araç olarak kullanılmasaydı, “yönetimsel araştırma” diye bir araştırma türünün kitle iletişiminde kullanılması gereksinimi çıkmazdı ve kitle iletişiminde etki araştırmaları diye araştırmalar olmazdı. Eğer ticari çıkar için (örneğin reklam, promosyon) amaçlı olarak gazete ve radyo kullanılmasaydı, hiçbir şirket ve kurum gelip “benim için etki araştırması yapın” diye bir talepte bulunmazdı. Lazarsfeld’in geliştirdiği ve günümüzde yoğun şekilde kullanılan yönetimsel araştırma (Türkiye’de eline bir anket alıp, sorular sorup, yüzdelere ve ki-kare testine indirgenen, 20 Tümevarımın kanıtlanabilirliliği sorununda, Hume, Russell ve benzerleri ciddi eleştiriler getirmişlerdir. Popper ve takipçileri de hipotezleri tümevarım yoluyla kanıtlama yerine yanlışlamayı savunmuşlardır. İletişim 2005/21 36 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ araştırma olmayan araştırmaya dönüştürülmüş araştırma türü), pozitivist-ampirizme karşı sunulan tüm eleştirilere açıktır.21 Bu yönelim medyanın örgütlenmesi ve iş yapış biçiminin doğası, ideolojik içeriği ve mülkiyet yapısı ve ilişkilerinin sonuçları gibi konular üzerinde durma olasılığını ortadan kaldırdı: Bu tür araştırmalar kimseye para kazandırmazdı ve ayrıca sorunluydu. Bu yaklaşım tarzı ana akım okulun kuramlarında ve araştırmalarında egemen olarak kaldı. Sahiplik ancak sonradan “liberal ideolojinin” serbest pazar anlayışı bağlamında ele alınıp incelendi. Sahiplik çok sonradan sosyal demokratlar tarafından ele alındı. Liberaller sahipliğin “içeriğe etki etmediği savını kanıtlamak için konuyu irdelediler; etik ve profesyonel bağımsızlık ve özgürlük üzerinde durdular. Fakat yapının doğası asla soruşturulmadı. Lazarsfeld pazar araştırmasının, kitle iletim araştırmasının, niceliksel ve niteliksel ampirik sosyal araştırmanın babası, modern ampirik sosyolojinin kurucusu olarak nitelenir. Wilbur Schramm gibi akıllı bir işadamıydı: Bir araştırma, enstitü ve bölüm için nereden ve nasıl para ve destek bulacağını çok iyi bilen, bulan ve çalışanları da iyi yönlendiren biriydi (Chaffee and Rogers, 1997: 43). Lazarsfeld, araştırmalarında ABD’nin sosyal-demokrat kuramcıları ve filozoflarının Amerikan demokrasisiyle ve demokrasinin sorunları ve çözümleriyle ilgili, özellikle 1890’lardan beri üzerinde durdukları kuramsal inşalarla ilgilenmedi. İletişimin örgütlü faaliyetlerinin ve içeriğinin toplumsal sonuçları üzerinde de durmadı. Lazarsfeld yönetimsel, uygulamalı, ampirik araştırma yoluyla Amerikan sisteminin işlevselliğini geliştirme üzerinde durdu: Yapının etkili çalışması için çıkan sorular ve sorunlarla, insanların var oluş sorunlarıyla değil, kurumların ve şirketlerin etkinlik sorunlarıyla ilgilendi. Bu ilgi, Amerikan sosyolojisi, siyaset bilimi ve iletişiminde egemen olan pozitivist yapısal fonksiyonalizm kuramı içine düşer. Zaten bu kuramın oluşturucusu T. Parsons ve onu geliştiren Merton’dur; Merton Lazarsfeld’in en yakın çalışma arkadaşıdır. Lazarsfeld ABD’nin endüstriyel yapısındaki standartlaşmayı akademik alana taşıdı: Yaşamı ve ilişkileri anlamada nicelikselleştirme, nicelleştirmedeki kurallarla ve yöntemdeki süreçlerle 21 Bu eleştiriler için bkz Erdoğan ve Alemdar (2005). İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 37 standartlaştırma, bu süreçlerde ve standartlaştırmada, objektiflik dahil, mekanikselleşmeyi geliştirdi. Ayrıca, buna bağlı olarak Amerikan endüstriyel yapısı ile akademik yapı arasındaki işlevsel çıkar işbirliğinin gelişmesine yardım etti. Bu sırada, akademi (öğretim üyeleri, araştırma görevlileri vb.) paranın rengini ve tadını öğrendi. Bu da özellikle 1980’lerden sonra Türkiye gibi ülkelerde neo-liberal politikalar ve uluslararası şirketlerin yoğun çalışmaları, kurumların dış baskılarla araştırmaya zorlanmaları, Avrupa Birliği, Dünya Bankası, IMF ve Alman vakıflarının bilgi toplama istemleri, siyasal partilerin oy avcılığında araştırmayı araç olarak kullanmayı öğrenmeleri, akademik alanda yeni yetişen ve eskiden beri bu işle uğraşmak isteyenlerin yolunu açtı. Ama ne yazık ki, ampirik metodolojiyi doğru olarak kullanan araştırmaya ender rastlanmaktadır. Herkes araştırma yapıyor, ama araştırmaların geçerliliği ve güvenirliliği, tasarımlarında daha en başında yapılan ciddi hatalar nedeniyle ortadan kalkmaktadır.22 Hipotez çıkartmanın ne olduğu bilinmemekte, anket soruları ve seçenekleri doğru belirlenmemekte, çift-namlulu sorular sorulmakta, dengesiz iki-yönlü ölçekler biçimlendirilmekte, hipotezsiz istatistik testleri yapılmakta, çapraz tablolardaki dağılımlar yanlış sunulmakta, aynı dağılımı sunmak için hem yazı, hem grafik hem de tablo kullanılmakta, bulgular ile değerlendirme arasındaki fark bilinmemekte, yüzdeleri sunmak değerlendirme sanılmakta, sonuç çıkartma ya hiç bilinmemekte, ya bulguların tekrarı biçiminde olmakta ya da var olan bilgi birikimi, araştırma soruları/hipotezler ve bulgular arasında bağ kurmaksızın uyduruk birkaç cümleyle geçiştirilmektedir.23 Özlüce, araştırma yöntemlerini ve istatistiği bilen olarak geçinenler veya öyle kabul edilenler tarafından değil de, gerçek anlamıyla istatistiği ve ampirik araştırma tasarımını, özellikle “survey research” tasarımını bilenler tarafından, Türkiye’deki durumun ayrıntılı bir şekilde incelenmesi ve doğruyu yapma yollarının aranması gerekmektedir. Kaynakça Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (2005). Öteki Kuram. Ankara: Erk. 22 Bununla ilgili araştırmalar ve eleştiriler için bkz Erdoğan, 2006; Erdoğan, N. ve İ. Erdoğan, 2005; Erdoğan, 2001a ve 2001b; Özen, Ş., 2002. 23 Türkiye’deki üniversitelerden birçok akademisyenin çeşitli seviyelerde katkıda bulunduğu, 1999 ve 2004 arasında yapılan beş TRT araştırması ne yazık ki Türkiye’deki feci durumun en iyi göstergelerinden biridir. TRT araştırmalarının incelenmesini okumak için bkz: http://www.irfanerdogan.com adresinde “makalelerim” seçeneği içinde. İletişim 2005/21 38 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ Barton, A. H. (2001). “Paul Lazarsfeld as Institutional Inventor”. International Journal of Public Opinion Research, 13(3):245-269. Birnbaum, N. (1971). Toward a Critical Sociology. New York: Oxford University press. Cantril, H. (1940). The Invasion from Mars: A Study in the Psychology of Panic. Princeton, NJ: Princeton University Press. Cantril, H., & Allport, G. W. (1935). The Psychology of Radio. New York: Harper & Brothers. Carey, J. W. (1996). “The Chicago School and Mass Communication Research”. In E. E. Dennis and E. Wartella (Eds.), American Communication Research: The remembered history. Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum: (pp. 21_38). Chaffee, S. H. and Rogers, E. M. (1997). The Beginnings of Communication Study in America: A Personal Memoir by Wilbur Schramm. Thousand Oaks, CA: Sage. Donsbach, W. et al. (2001). “Editorial: Paul Lazarsfeld (1901_1976)”, International Journal of Public Opinion Research, 13(3): 225 -228. Erdoğan, İ. (2006) “Ampirik Araştırmalarda Yöntembilimsel Sorunlar: TRT Araştırmaları Örneği”. http://www.irfanerdogan.com Erdoğan, İ. (2003). Pozitivist Metodoloji: Bilimsel Araştırma Tasarımı, İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve Yorum. Ankara: Erk. Erdoğan, İ. (2001a). “Sosyal Bilimlerde Pozitivist-Ampirik Akademik Araştırmaların Tasarım ve Yöntem Sorunları”, Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 12 (2), 17-34. Erdoğan, İ. (2001b). “Methodology Issues: Problems in Published Empirical Research in Turkey”. Kültür ve İletişim, 2001, 4 (2): 185-207. Erdoğan, N. ve Erdoğan İ. (2005). “Araştırmalarda Veri Toplamaya ve Bulgulara Etki Eden Kirletilmiş Bilinç Üzerine Bir İnceleme”. Selçuk İletişim Dergisi, 3 (4): 5-17. Gitlin, T. (1978). “Media sociology: Dominant Paradigm”, Theory and Society, 6: 205-253. İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 39 Hardt, H. (1992). Critical Communication Studies: Communication, History and Theory in America. New York: Routledge. Hardt, H. (1997). “Beyond cultural studies - recovering the 'political' in critical communications studies”. Journal of Communication Inquiry, 21(2): 70-79. Hardt, H. (2001). Social Theories of the Press: Constituents of Communication Research, 1840’s to 1920’s. Lanham, MD: Rowman and Littlefield. Jowett, G. S. ve O'Donnell, V. (1992). Propaganda and Persuasion. 2nd ed. Newbury Park, CA: Sage Publications. Katz, E. and Lazarsfeld, P. F. (1955). Personal Influence: The Part Played by People in the Flow of Mass Communications. New York: The Free Press of Glencoe. Katz, E. (1987). “Communications Research Since Lazarsfeld”, Public Opinion Quarterly, 51(2): 25-45. Katz, E. (2001). “Lazarsfeld’s Map of Media Effects”, International Journal of Public Opinion Research, 13(3): 270-279. Kendall, P. and Lazarsfeld P. F. (1950). “Problems of Survey Analysis,.” In Merton R. K.and Lazarsfeld P. F. (eds.) “Continuities in Social Research:Studies in the Scope and Method of the American Soldier. Glencau, Illinois: Free Press. Kendall, P. L. and Lazarsfeld, P. F. (1964). “The Relation between Individual and Group Characteristics in ‘the American soldier.’” In Lazarsfeld P. F.and Rosenberg M. (Eds.), The Language of Social Research: A Reader in the Methodology of Social Research (pp. 290_296). New York: The Free Press of Glencoe. Lazersfeld, P. F., (1940). Radio and the Printed Page. New York: Duell, Sloan and Pearce. Lazarsfeld, P. F. (1941). Qualitative Analysis: Historical and Critical Essays. İçinde: Lazarsfeld, P. F., 1972b, s. 155-167. Lazarsfeld, P. F. (1948). “The Role of Criticism in the Management of Mass media.” The Journalism Quarterly, 25:2. (İçinde: Lazarsfeld, P. F., 1972b, s. 123-138). İletişim 2005/21 40 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ Lazarsfeld, P. F. (1968). “An Episode in History of Social Research: A Memoir”. İn: D. Fleming ve B. Bailyn (eds.) The Intellectual Migration: Europe and America 1930 – 1960. Cambridger; Harvard University Press, s. 270-337. Lazarsfeld, P. F. (1970). Critical Theory and Dialectics. İçinde: Lazarsfeld, P. F., 1972b, s.168-182. Lazarsfeld, P. F. (1972a). “Development of a Test for Class-Consciousness”. In Lazarsfeld P. F., Pasanella A. K., and Rosenberg M. (Eds.), Continuities in the Language of Social Research (pp. 41-43). New York: The Free Press. Lazarsfeld, P. F. (1972b). Qualitative Analysis: Historical and Critical Essays. Boston, MA: Allen and Bacon. Lazarsfeld, P. F. (1973). Main Trends in Sociology. London: George Allen & Unwin. Lazarsfeld, P. F. and Fiske, M. (1938). “The Panel as a New Tool for Measuring Opinion”. Public Opinion Quarterly, 2, 596-612. Lazarsfeld, P. F., Berelson, B., and Gaudet, H. (1944/1968). The People’s Choice: How the Voter Makes Up His Mind in a Presidential Campaign. New York: Duell, Sloan and Pearce. (1968 baskısı: Columbia University Press). Lazarsfeld, P. F. And Merton, K. (1948). “Mass Communication and Popular Taste, and Organized Socail Action”. In Schramm W.and Roberts D. F. (eds.) (1971),The Process and Effects of Mass Communication. Illinois: U. Of Illinois Press, , pp. 554-578. Lazarsfeld, P. F. and Thielens W. jr. (1958). Academic Mind: Social Scientist in the Time of Crisis. Glencoe, Illinois;: The Free Press. Lazarsfeld. P. F., W. H. Sewels and H. L. Wilensky (eds.) 1967. The Uses of Sociology. New York: Basic Books. Lazarsfeld, P. F. and Henry N. W. (1968). Latent Structure Analysis. Boston: Houghton Mifflin. İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 41 Lazarsfeld, P.F., Retiz J. G., and Pasanella A. K. (eds.) (1975) An Introduction to Applied Sociology. New york: Elsevier. Mattelart, A. (1999). Mapping World Communication: War, Progress, Culture (S. Emanuel and J. A. Cohen, Trans.). Minneapolis, MN: University of Minnesota Press. Mills, C. W. (1959). The Sociological Imagination. New York: Oxford University Press. Morrison, D. (1988). “The Transference of Experience and the Impact of Ideas: Paul Lazarsfeld and Mass Communication Research”. Communication, 10, 185-209. Özen, Ş. (2002). “Türkiye’deki Örgütler/Yönetim Araştırmalarında Törensel Görgülcülük Sorunu.” Yönetim Araştırmaları Dergisi, 2 (2): 187-213. Parenti, M. 1995. Against Empire. San Francisco: City Lights Books. Peters, J. D. (1986). “Institutional Sources of Intellectual Poverty in Communication Research”. Communication Research, 13(4), 527_559. Peters, J. D. (1989). “Democracy and American Mass Communication Theory: Dewey, Lippmann, Lazarsfeld”. Communication, 11, 199-220. Peterson, T. (1996). “The Press as a Social Institution”. In E. E. Dennis and E. Wartella (Eds.), American Communication Research: The Remembered History (pp. 85-93). Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum. Robinson, G. J. (1989). “Communication Paradigm Dialogues: Their Place in the History of Science Debate”. In Dervin, B. Grossberg, L. O’Keefe, B. J. and Wartella E. (Eds.), Rethinking Communication: Paradigm Issues (pp. 204-208). Thousand Oaks, CA: Sage. Rogers, E. M. (1994). A History of Communication Study: A Biographical Approach. New York: The Free Press. Rosengren, K. E. (1989). “Paradigms Lost and Regained. In Dervin, B. Grossberg, L. O’Keefe, B. J. and Wartella E. (Eds.), Rethinking Communication: Paradigm Issues (pp. 2139). Thousand Oaks, CA: Sage. Schiller, D. (1996). Theorizing Communication: A History. New York: Oxford University Press. İletişim 2005/21 42 İrfan ERDOĞAN- Esra KELOĞLU-İŞLER- Nurgül DURMUŞ Sills, D. L. (1996). “Stanton, Lazarsfeld, and Merton: Pioneers in Communication Research”. In Dennis E. E.and Wartella E. (Eds.), American Communication Research: The Remembered History (pp. 105-116). Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum. Thurnborn, G. (1976). Science, Class and Society. Manchester: NLB. Wartella, E. (1996). “The History Reconsidered”. In Dennis E. E.and Wartella E. (Eds.), American Communication Research: The Remembered History (pp. 169-180). Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum. Özet Bu makale kitle iletişiminde pozitivist geleneğin kuruluşunu Lazarsfeld’in katkılarından hareket ederek inceledi. Bu amaçla, Lazarsfeld’in Viyana’da kurduğu ilk araştırma merkezindeki çalışmalarından başlayarak kuram ve yöntem ile ilgili katkıları ele alındı ve İletişim 2005/21 Kitle İletişiminde Pozitivist Ampirik Geleneğin Kuruluşu: Lazarsfeld ve Yönetimsel Araştırmalar 43 irdelendi. Lazarsfeld’e yöneltilen genel eleştiriler değerlendirildi. Lazarsfeld’in “Yönetimsel ve Eleştirel İletişim İncelemeleri” makalesi açıklamalarla sunuldu. Sonuçta, Lazarsfeld’in iletişim alanına katkılarının doğası tartışıldı. Bu makalenin ana argümanına göre, Lazarsfeld yoğun araştırma faaliyetleri ve kuramsal ve metodolojik çalışmalarıyla pozitivist ampirik geleneği kurdu ve serbest girişimcilik sistemine olası en iyi hizmeti verdi. Bu hizmet geleneği, önce Amerika’da ve sonra bütün dünyada egemen oldu. Anahtar Sözcükler: Lazersfeld, Yönetsel Araştırma, Pozitivizm, Eleştirel Kuram. Abstract This article studied the establishment of positivist tradition in mass communication by means of Lazarsfeld’s contributions. Hence, starting with his work at the first research center he established in Vienna, his theoretical and methodological contributions were briefly presented and scrutinized. General criticisms against Lazarsfeld were evaluated. Lazarsfeld’s “Administrative and Critical Communication Research” article was presented with brief explanations. The nature of contributions of Lazarsfeld to the communication field was discussed. The main argument of this paper is that Lazarsfeld established a positivist empiricae tradition and provided the best possible service to the interest of the free enterprise system by his extensive research activities and theoretical and methodological works. This service tradition became dominant first in the United States and then all over the world. Key Words: Lazersfeld, Administrative Research, Positivism Critical Teory. İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal Ruhdan UZUN ∗ Giriş Bilgisayarların ve internetin yaygınlaşması bir yandan gazetecilerin işlerini kolaylaştırırken, diğer yandan yeni bir gazetecilik türünü ortaya çıkarmıştır. İnternet gazeteciliği ya da online gazetecilik olarak adlandırılan bu tür, geleneksel gazeteciliğin olanaklarını genişletir ve haberlerin daha geniş bir topluluğa yayılmasını sağlar. Bununla birlikte, habercilik alanında yeni teknolojilerin kullanımı yeni hukuksal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Bu sorunlardan biri de bilgisayarlar ve internetin bir araya gelmesiyle oluşan yeni teknolojilerin intihal (plagiarism) olanaklarını kolaylaştırmasıyla telif hakları ihlallerinin artmasıdır. İnternet ortamında yüzlerce haber ve fotoğraf sitesine ulaşılarak kes/kopyala/yapıştır komutlarıyla, başka sitelere ait haber ve görüntü materyalleri alınabilmektedir. Böyle bir ortamda haber sitelerinin sayısı giderek artmıştır. Ancak sitelerin içeriğine bakıldığında, bu niceliksel artışı niteliksel bir gelişmenin izlemediği, aynı haberin yüzlerce sitede kopyalandığı bir ortam yaratıldığı görülmektedir. Mevcut hukuksal durumun, hızla değişen yeni teknolojilerin kolaylaştırdığı intihali önlemede aynı hızla yeni düzenlemelere gidememesi fikri mülkiyet konusunu ve bu alandaki büyüyen sorunları gündeme getirmektedir. Bu çalışmada, habercilik alanındaki intihal haber medyası ve gazeteciler açısından fikri mülkiyet haklarından telif hakları (copyright) bağlamında ele alınmış ve internet gazeteciliğine ilişkin olarak sanal uzayda yaşanan sorunlar değerlendirilmiştir. Bu amaçla, ∗ Yrd. Doç. Dr. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü İletişim 2005/21 46 Ruhdan UZUN haber telif hakları konusundaki tartışmalar, dava örnekleri üzerinden incelenmiş, ardından sanal uzay yayıncılığının bir özelliği olan link verme (linking) uygulamasının internet gazeteciliğinde yol açtığı telif sorunları üzerinde durulmuştur. İnternet ve Telif Hakları İnternetin ve www’nin (world wide web) ortaya çıkışıyla birlikte insanlar, basılı gazeteleri satın almalarına gerek kalmadan günün olaylarına ilişkin haberlere bilgisayarlar aracılığıyla erişilebilmeye başlamışlardır. İnternet gazeteciliğin yaygınlaşmasında rol oynayan önemli bir etmen, bu gazetecilik türünün, gazete ve televizyonun gerektirdiği pahalı yatırımlar yerine düşük maliyetlerle gerçekleştirilebilmesidir. Buna ek olarak internet gazeteciliğinin hem gazetelerin, hem de televizyonların işlevlerini içeren bir yapısı vardır. Sanal ortamda bir haberi yazılı, sesli, görüntülü olarak alma, bunun yanında haberle ilgili yorumlara ve aynı konudaki diğer haberlere kolayca ulaşma olanağı bulunmaktadır. Bu özellikler, internet gazeteciliğini geleneksel gazeteciliğin yanında yeni bir tür olarak ortaya çıkarır ve yalnızca sanal uzayda yayın yapan haber portalları belirirken diğer yandan da geleneksel medyaların sanal uzayda internet gazeteciliğine başlamalarına yol açmıştır. Sonuçta, sanal uzay, habercilik açısından vazgeçilmez bir araç durumuna gelmiştir. İnternet, hizmetin sunumunda sağladığı kolaylıkların yanı sıra kopyalama ve çoğaltmayı da basitleştirmiştir. Sanal uzayda herhangi bir eser, çok kısa bir süre içerisinde çok sayıda kullanıcı tarafından kopyalanabilmektedir. Üstelik asıl nüsha ile çoğaltılan nüsha arasında hiçbir kalite farkı da bulunmamaktadır. İnternetin haberi alma ve ona erişme biçimini değiştirmesi, geleneksel haber basınını gelecekte yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. Bunun üzerine gazeteler, haberlerinin internetten yayılımını denetlemek için telif hakkı ve veritabanları üzerinde söz konusu olan işleme eser sahipliği hakkı gibi entelektüel mülkiyet haklarına başvurmaya başlamışlardır. İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 47 Eser üzerindeki telif hakkını ifade etmek üzere kullanılmakta olan İngilizce copyright terimi, belli bir eserden çoğaltma yapma hakkını ve başkalarını, eser sahibinden izin almaksızın, söz konusu eseri kopyalamaktan alıkoyma yetkisini anlatmaktadır. Yani Copyright, hem orijinal eseri kopyalama hakkını, hem kopyalanmış nüshalara sahip olma hakkını, hem de başkalarını, eseri kopya etmekten alıkoyma yetkisini içerir (Yüksel, 2001:90). Telif haklarını düzenleyen yasalarla, yazar ve sanatçıların özgün üretim ve yaratıcılıklarının korunması amaçlanmaktadır. Birey olarak yaratıcının hakları ile toplumun bilgi ve öğrenme gereksiniminin dengelenmesi için adil kullanım (fair use) ve dürüst iş yapma (fair dealing) gibi ilkelere dayanarak telif hakları sınırlandırılabilmektedir. Özellikle adil kullanım, sanal uzayda en çok başvurulan ilke durumundadır. Çoğu kimse, bir haber bir kez bir gazetede yayınlandığında, internet aracılığıyla tamamen harfi harfine dağıtımının adil bir oyun olduğuna inanır. Ancak, adil kullanım ilkesi, bu tür kullanımları mazur görmez. (Swanson, 1987). İnternette telif haklarının korunması yönünde gerek ulusal temelde gerekse uluslararası düzeyde çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Ülkeler, ilgili yasalarını interneti de kapsayacak şekilde yeniden düzenlemektedir. İnternette telif haklarının düzenlenmesi, internet ortamında yayınlanan fikir ve sanat eserlerine ilişkin hakların korunması konusunda Birleşmiş Milletler’de çalışmalar yapılmış ve bir sözleşme taslağı hazırlanmıştır. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) (World Intellectual Property Organisation) tarafından hazırlanan sözleşme ile internette fikri hakların korunması hükme bağlanmıştır. Diğer yandan, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de internet ortamında telif haklarının korunması doğrultusundaki bir karar tasarısını kabul etmiştir. Bir yandan iletişim teknolojilerinin hızla geliştiği, diğer yandan da bu gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni sorunların giderilmesi için yeni yasal düzenlemelerin gündeme geldiği bir dönemde, habercilik yapan kuruluşlar da ürünlerinin kullanımını denetleme çabasına girişmişlerdir. Gazeteciliğe ilişkin ürünlerin sanal uzaydaki kullanımının denetlenmesi, bir ölçüde yeni koruma teknolojilerinin geliştirilmesiyle olanaklı olabilirken, ticari medya İletişim 2005/21 48 Ruhdan UZUN kuruluşlarının asıl güvendiği yöntem telif haklarının habere uygulanmasıdır. Ancak, telif haklarının habere uygulanması incelikli ve karmaşık bir konudur. Her şeyden önce, demokratik bir süreçte, haberin kamuoyunu oluşturmada ve biçimlendirmede önemli bir toplumsal ve siyasal rolü vardır. Bu rol, dördüncü güç metaforuyla anlatılır. Bu metaforun gerisindeki düşünceye göre, haber demokratik sürecin sağlıklı işleyebilmesinde yaşamsal bir işleve sahip olduğundan haber yayınlanmasında önemli bir kamusal çıkar bulunmaktadır. Okuyucular gazetelerdeki haberlere belirli bir ücret karşılığı gazeteyi satın alarak ulaşabilseler de bir haber bir kez yayınlandıktan sonra kamuya mal olmaktadır. Ancak, gazete yayınlama aynı zamanda kâr getiren bir ticari iştir. Habercilik işinin bu ikili niteliği, ifade özgürlüğü ve kamunun bilgiye ulaşma hakkı gibi kavramlarla eser sahibinin mülkiyet haklarının korunması arasında bir gerilim yaratmaktadır. Sanal uzay teknolojilerinin gelişmesi bu gerilimi daha da artırmış, yeni ve karmaşık sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hem yaratıcılığı teşvik etmek hem de bilgi ve enformasyonun olası en geniş yayılımını sağlamak için telif hakkına konu olan eserlere erişime izin verilmesinde genel bir kamusal yarar olduğu kabul edilir. Ancak, telif hakkına konu eserlerin yaratıcılarının yararlanmaya izin vermesindeki kamusal çıkarla eserlerinin yayılımını denetlemelerinin dengelenmesi gerekir. Bu dengenin sağlanması çoğu zaman kolay olmamaktadır. Telif haklarının habere uygulanmasındaki bir başka sorun ise, haberin yazınsal ve sanatsal eserlerden ayrı niteliğidir. Haber diğer eserler gibi kurmacaya dayanmayan, tersine gerçek olay ve olgulara dayanan ve bunların meslek ilkelerine uygun biçimde kamuya aktarılmasını gerektiren bir üründür. Bu niteliği ile yaratıcılık gerektiren diğer fikir ürünlerinden ayrılır. Dolayısıyla telif haklarının yazınsal ve sanatsal eserlere uygulandığı biçimiyle haber ürününe uygulanması tartışmalı bir konudur. Bunların yanında, telif haklarının korunmasında haberin yeniden yayınlanmasına uygulanacak adil kullanım ve dürüst iş yapma gibi istisnaların derecesini belirlemede güçlükler vardır. İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 49 Meslek Pratikleri, İntihal ve Etik Haber çalma, habercilikle uğraşan bir medyanın haberinin ya da haberlerinin bir başka habercilik kuruluşu tarafından alınarak kendi haberiymiş gibi yayınlanması anlamına gelir. Bunun yanında haber hırsızlığı, haber çalma, haber aşırma, haber korsanlığı, intihal, plagiarizm gibi sözcüklerle ifade edilen olgu, gazetecilikte yaygın olarak kullanılan ve önemli sayılan haberi atlamama, habere takla attırma ve redaksiyon gibi meslek pratikleriyle yakından ilgilidir. Türü ne olursa olsun her haber medyası, okuyucularını/izleyicilerini dünyada ve/veya yayınlandığı yörede olup biten önemli olay ve olgulardan haberdar etmek durumundadır. Söz konusu medyanın olayın meydana geldiği yerde muhabirinin, haber alacak kaynaklarının ve olanaklarının bulunup bulunmaması okuyucu/izleyicinin eksik haberlendirilmesi için mazeret olamaz. Dolayısıyla her medyanın kendi olanaklarıyla elde edemediği haberleri bir başka medya kuruluşundan alarak kullanması gazetecilikte yaygın ve kabul edilir bir alışkanlıktır. Bu durum özellikle, bir medya kuruluşunun kendi çaba, araştırma ve kaynaklarını seferber ederek hazırladığı “atlatma haber” ya da “özel haber” olarak adlandırılan haber türleri için geçerlidir. Yalnızca yazılı basının varolduğu ve bir olayın ancak ertesi günü gazetelerde haber olarak görüldüğü dönemlerde bu alışkanlık sorun yaratmıyor, yayınlanmış bir haberin ömrü 24 saatle ölçülebiliyordu. Ancak, 20. yüzyılda radyo ve televizyon gibi araçların gazetelerin yanında haber medyaları olarak yer almaları, haberin ömrünü saniyelerle ölçülecek kadar azaltmış; bu medyaların anında haber verme özelliği, insanların orijinal kaynağına herhangi bir ödeme yapmadan habere ulaşmalarına olanak sağlamıştır. Bu durum, gazeteler açısından habere ulaşma ve bunu okuyucuya ulaştırma maliyetleri düşünüldüğünde ekonomik sıkıntı yaratmıştır. 20. yüzyıl sonlarına doğru internet haberciliğinin yaygınlaşması ise, bu sorunun daha da artarak karmaşık bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Türk basınında “habere takla attırma” olarak bilinen habercilik pratiği ise belirlenmesi daha zor bir telif hakkı sorununa neden olmaktadır. Yayınlanmış bir haberi yeniden kaleme alarak, bazı yönlerini eksik bırakıp bazen de yeni ögeler ekleyerek kendi haberiymiş gibi İletişim 2005/21 50 Ruhdan UZUN sunma pratiği, okuyucuyu bilgilendirmek gibi iyi niyetle de yapılsa ciddi sorunlara neden olabilmektedir. Bunlardan biri, ögelerinin eksik kalması nedeniyle ya da zenginleştirmek amacıyla yapılan eklemelerle haberin anlamının değişmesi ve gerçeklerden uzaklaşmasıdır. Diğeri ise, aynen aşırmada olduğu kadar kolay belirlenemeyen bir telif hakları ihlalidir. Türk basınında yaygın bir uygulama olan habere takla attırma, bazen bir gazete ya da televizyon haberinin günler hatta aylar sonra kendine mal edilerek yayınlanması biçiminde de görülebilmektedir. Sanal uzay teknolojileri, söz konusu pratiği kes/kopyala/yapıştır olanaklarıyla çok daha kolay hale getirirken, takla attırılacak çok sayıda habere erişimi de kolaylaştırmıştır. Bir başka uygulama ise, çoğunlukla ajanslardan alınan haberlerin ulusal ya da yerel bir bakış açısıyla yeniden yazılması olan redaksiyon pratiğidir. Redaksiyon, aynı ya da birbiriyle bağlantılı konulardaki haberlerin tek haber haline getirilmesi için de kullanılmaktadır. Bu uygulama, kaynak gösterildiği sürece makul bir gazetecilik pratiği sayılırken kaynak gösterilmediğinde aşırmaya dönüşmektedir. Haber hırsızlığı veya aşırma, genellikle basın etik ilkelerinde düzenlenen bir konudur. Bu konuda, Basın Konseyi’nin Basın Meslek İlkeleri, “Bir basın organının dağıtım süreci tamamlanmadan o basın organının özel çabalarla gerçekleştirdiği ürün, bir başka basın organı tarafından kendi ürünüymüş gibi kamuoyuna sunulamaz. Ajanslardan alınan özel ürünlerin kaynağının belirtilmesine özen gösterilir” (md.8) kuralını getirmiştir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nde de “Gazeteci, başta ajans haberleri olmak üzere, bir meslektaşının ve herhangi bir yayının sunduğu bilgileri kullandığında mutlaka kaynağı belirtmelidir” ifadesi yer almaktadır. Ancak, kaynak belirtmek de her zaman etik kurallar içinde davranıldığı anlamına gelmemektedir. Özellikle internet gazeteciliğinde kullanılan ve sanal uzay yayınlarının bir özelliği olan link verme uygulaması, anında haber verme olanakları nedeniyle telif hakları ihlallerini engellememekte, bu alanda yeni sorunlar yaratmaktadır. Dolayısıyla habercilik alanında telif hakları sorunu yasal düzenlemelere gereksinim göstermektedir. İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 51 Uluslararası Basın Kongresi’ndeki (UBK) Telif Hakkı Tartışmaları Haberde telif hakları sorunu, 19. yüzyıl sonlarında, uluslararası platformda ilk uluslararası gazeteciler örgütü olan Uluslararası Basın Kongresi’nde (International Congress of the Press) tartışılmıştır. Kongredeki tartışmalar, basının ve gazeteciliğin zaman içinde geçirdiği değişimlerin telif hakkı konusundaki düşünce ve uygulamalara nasıl yansıdığını göstermek açısından önemlidir. 1894’te kurulan UBK, dünya basınındaki hızlı bir değişme çağında ortaya çıktı. Bu değişim, bireysel sahiplikten şirket sahipliğine geçiş ve ana gelir kaynağı olarak reklamcılığın öneminin artması, işin gazete sahipliği ve gazetecilik olarak ayrılması gibi eğilimlerle belirlenen ticarileşme süreci ile betimlenebilir. Bu süreçte, gazetenin içeriğinde ve işlevinde haber toplama ve yayınlamanın vurgulanması ve siyasal açıdan tarafsız bir duruşun artması gibi yapısal değişiklikler ortaya çıktı. Endüstriyel gelişmenin farklı düzeylerine ve farklılaşan siyasal ve kültürel geleneklere göre, basının ticarileşmesi farklı ülkelerde farklı zamanlarda meydana geldi. Gazeteciler, kendi ülkelerindeki basın derneklerindeki üyelikleri aracılığıyla UBK’ye üye oldular. 1897’de 12 ülkeden, 48 dernekten ve 9 binden fazla gazeteci Kongre üyesiydi. Kongre, 1894 ve 1914 arasında, 15 kez toplandı, ancak I. Dünya Savaşı, UBK’nin etkinliklerini kesintiye uğrattı. 1927’den itibaren 4 toplantının ardından Kongre, 1936’da son toplantısını düzenledi. İlk Kongre’nin gündeminde; gazetecilik eğitimi, gazetelerin posta ve telgraf tarifelerinin azaltılması ve gazetecilerin profesyonel statüsü gibi başka konular da bulunmasına karşın haber telif hakkının korunması toplantılarda en çok tartışılan konu oldu. Haber telif hakkı, UBK 1894’te meseleyi ilk kez ele aldığında yeni bir konu değildi. Telif hakları, 1886 Yazınsal ve Sanatsal Eserlerin Korunması için Bern Konvansiyonu’nda çok taraflı bir temelde biçimlendirilerek, gazetelere bazı fikri mülkiyet hakları tanınmıştı. Anlaşmayla, bir yazar ya da editör tarafından konan yasağın, bir başka ülkedeki bir gazete ya da dergi makalesinin yeniden yayınını durdurabileceği kabul edilmişti. Ancak, siyasal İletişim 2005/21 52 Ruhdan UZUN meseleleri tartışan makalelerin ve haberlerin yeniden yayımlanmasın hiçbir koşulda yasaklanamayacağı belirtiliyordu. 1894’de Belçika’nın Antwerp kentinde toplanan Kongre’ye konu hakkında bir rapor sunmakla görevli Belçikalı gazeteci Gaston Berardi, Bern Konvansiyonu’nun ve diğer mevzuatın hem gazetelerin hem de okuyucuların doğasının değişmekte olduğunu göz önünde tutması gerektiğini vurguladı. 1890’ların okuyucularının çoğu, makalelerin edebi biçiminden hoşlanmıyorlar, yalnızca “haber başlığı altında değerlendirilen ve gerçeklere dayanan, yeni, hızlı ve ayrıntılı raporları” istiyorlardı (Bjork, 1996). Sonunda, her şeyden haberdar olmak, bütün basının amacı haline gelmiş; basın çabasını ve kaynaklarını bu görev için harcamıştı. Berardi’ye göre, telif hakkı yasası, fikirleri yaymaya dayanan “bir propaganda işi” olarak geleneksel gazete görüşünden ortaya çıktı. Tanınmış muhabirleri istihdam eden ve özel haberlere yer veren gazeteler, rakiplerinin sistematik yağmalaması karşısında korunmaya gereksinim duydular. Berardi’nin raporu, bu “yağma”yı durdurmak amacıyla ilk yayından sonra belli süre içinde haber alıcılarının özel kullanımını garantilemek için fikri mülkiyet hakkını haber telgraflarına genişletecek bir yasa önerdi. Ayrıca, gazeteleri “haber korsanlığı”ndan kurtaracak uluslararası bir cemiyet kurulmasını savundu (Bjork, 1996). Bazı Kongre delegeleri, Berardi’nin bir edebi makale yazmaya eşdeğer çalışma istediği için haberin korunması gerektiği yönündeki savlarına katılmasalar da, mesele üzerinde konuşanların çoğu haberin korunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bununla birlikte, hangi haberin korunmaya değer olduğunun belirlenmesi, bir sorun oluşturdu. Meseleyi açıklamak için, Berardi, ünlü bir yazarın ölüm haberini, ölüm yatağının ayrıntılı bir betimlemesiyle karşılaştırdı. İlki, “genel olarak duyurulan bir gerçek” olduğundan korunmamalı, ancak ikincisi bireysel gazetecilik girişiminin bir ürünü olduğundan korunmalıydı. Bu ince ayrımı kuşkulu bulan Antwerp Kongresi, bir sonraki toplantıda sunulmak üzere telif hakları konusunda ayrıntılı bir rapor hazırlanmasına karar verdi. Kongre, 1895’te Fransa’nın Bordeaux kentinde toplandığında telif hakkı raporu henüz tamamlanamamıştı. Berardi kongreye katılmadığından haberin korunmasını savunma İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 53 görevini Paris gazetesi Figaro’nun editörü Albert Bataille üstlendi. Belçikalı meslektaşının basındaki büyük değişiklikler yüzünden konuya öncelik verilmesi gerektiği yönündeki görüşünü yineleyen Bataille, gazeteciliğin “romantik” çağının bittiğini, kamunun “haberde hız ve kesinlik” istediğini ve gazetelerin çaba ve para harcayarak bu talebi karşıladığı bir döneme girildiğini söyledi. Gazete haberlerinin yayınlandığı anda kamusal mülkiyet haline geldiği fikrini reddetti ve yeniden yayınlamada kaynak göstermeyi hafifletici bir etken saymadı (Bjork, 1996). İki kongre arasındaki geçen sürede, muhalefet ticari bir enformasyon aracı olarak gazete fikrini geliştirmekteydi. Ayrılık, Fransız delegasyonu içinde son derece belirgindi. Giderek artan Fransız partizan basınının temsilcileri, haber üzerinde bir mülkiyet hakkına karşıydı. Antwerp’te eyaletlerin Katolik ve monarşist basınının bir temsilcisi, “bir haberin bir gazetede yayınlandığı anda, artık kamusal alana ait olduğunu” öne sürmüştü. Bu görüş, bir yıl sonra tekrar ortaya atıldı. Fransız cumhuriyetçi basınının bir editörü, “bir haberin yayınını sınırlandırmak istemenin, havayı zaptetmek ya da gün ışığını gizlemek kadar boş olacağını” öne sürdü: “Haber hava, ışık, elektrik gibi dünyanın doğal bir öğesidir ve sonuç olarak onun yayılmasının nasıl sınırlanacağını hiç kimse bilemez” (Bjork, 1996). Partizan basının dışındaki delegeler bile, haberde bir mülkiyet hakkını kabul etmenin en iyi yolunun yasal düzenleme olduğundan kuşkuluydu. Paris gazetesi Le Temps’ın müdürü Adrien Hebrard, “saf ve basit haberin” edebi makalelerle aynı resmi korumaya sahip olamayacağını, ancak bir haber yayınlanmışsa kaynağının verilmesi gerektiğini belirtti. Sistematik yeniden yayın kınanmalı, gazetecinin meslektaşlarına karşı saygısızlığı olarak nitelenmeli, ama yasal müdahaleye konu olmamalıydı. . Telif hakkı konusu, 1896’da Budapeşte’de üçüncü Kongre toplandığında, konuyla ilgili rapor henüz tamamlanmadığından toplantıda çok az tartışıldı. Aynı yıl Paris’te toplanan Uluslararası Edebiyat Konferansına hiçbir gazetecilik derneğinin davet edilmemesinden duyulan üzüntüyü dile getiren bir bildiri yayınlandı. Çünkü bu konferans, Bern Konvansiyonu’nun gözden geçirilerek düzeltilmesinden sorumlu olduğundan gazetecileri ilgilendiriyordu. Konferansın önerileri, telif hakkı savunucularını hayal kırıklığına uğrattı. İletişim 2005/21 54 Ruhdan UZUN Haberler ve siyasal makaleler, yine telif hakkından muaf tutuluyor ve önerilen revizyon, tefrika edilen romanlar ve kısa hikayeler gibi tamamen edebi öğeler üzerinde yoğunlaşıyordu. UBK tarafından talep edilen yöndeki tek değişim, bir makale kopyalandığında orijinal kaynağın belirtilmesi gerektiği idi. Mülkiyet haklarını incelemekle görevlendirilen iki kişilik komisyon, sonunda 1897’de Stockholm’deki dördüncü toplantıda Kongreye raporunu sundu. Gazeteci ve avukat olan Bataille, telif hakkında uzman bir Alman hukukçu Albert Osterrieth ile birlikte ülkelerin mevzuatının karşılaştırılmasını, ulusal gazetecilik derneklerinin fikirlerinin araştırılmasını ve uluslararası anlaşmaların metinlerini içeren geniş bir rapor hazırladılar. İki yazar, ulusal düzeyde çoğu yasa tarafından garanti edilen serbest kopya haklarının, basının ana amacının “siyasal bir partinin fikirlerini ya da bir okulun estetik görüşlerini yaymak” olduğu bir çağa mükemmel biçimde uygun olduğu, ancak böyle bir basın görüşünün artık doğru olmadığı sonucuna vardılar (Bjork, 1996). Gazetelerin artık endüstriyel girişimler haline geldiğinin, her gazetenin maddi çıkarlara ve mali planlara dayandığının fark edilmesi gerektiğini belirten Bataille ve Osterrieth, haberin yeniden yayını üzerine kesin bir yasağın da kabul edilemeyeceğini ifade ettiler. Böyle bir yasak, entelektüel bir çalışmanın ürünü olmayan kısa ve rutin haberlere bile bir edebi nitelik vermek anlamına gelirdi. Kaynağı belirterek yeniden yayın da, okuyucuların orijinal kaynağın çabalarını fark ederek onu ödüllendireceğini varsayan ve gerçekçi olmayan bir fikir gibi görünüyordu. Bu tür okur anlayışı olası değildi. Osterrieth ve Bataille, Berardi’nin 1894’te haberin öncelik hakkının belli bir zaman periyodu içinde yeniden yayımı yasaklanarak korunması önerisini de reddetti, çünkü böyle bir prosedür kamusal mülkiyete ait olan önemli genel olayların duyulmasını geciktirebilirdi. Bataille ve Osterrieth tarafından savunulan çözüm, haberin izinsiz yeniden yayınını haksız rekabet olarak görmek ve her durumda rekabet kurallarının ihlal edilip edilmediği konusundaki kararı mahkemeye bırakmaktı. Haksız rekabetin açık örnekleri ise, kaynak belirtmeden kopyalama ve kaynak verilse bile “sürekli ve sistematik” yeniden yayınlama olarak gösterildi. İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 55 Rapor yazarlarının görüşünü aldıkları ulusal gazetecilik örgütlerinin çoğu, haberin herhangi bir kısıtlama olmaksızın yeniden yayınının bir sorun yarattığını belirtti. Fransa’da Katolik ve Monarşist Basın Birliği, kaynak kabul ettiği sürece haberin yeniden yayımının serbest olması gerektiğini savundu. Cumhuriyetçi Gazeteciler Birliği, “Haber bir kez yayınlandıktan sonra karşılıklı ödünç alıp vermeler, gazeteden gazeteye alışveriş olur ve bu kardeşçe hoşgörünün yerine baskıcı yasayı geçirmek ne mümkündür ne de arzu edilebilirdir” yorumunu yaptı (Bjork, 1996). Paris Tarafsız Basın Birliği’nin başkanı ise edebi makalelerle karşılaştırma yaparak, “muhabirlerin etkinliği ve ustalığına göre, bazen cesaretine göre elde edilen haber, muhabirin fikirlerinin toplamını simgelemez mi?” (Bjork, 1996) diye soruyordu. Bu tepkiler, Bataille-Osterrieth’in önerisi konusunda kongre delegeleri arasında açıkça anlaşmazlık olduğunu gösterdi. Bataille ve Osterrieth’e raporu yeniden yazma görevi verildi; ancak yazarlar, tutumlarını değiştirmediler. Yeniden ifade edilen önerilere direniş, 1898’deki Lizbon toplantısında da güçlüydü. Kongre, raporun “kopyalayan gazete hem makalenin yazarından hem de orijinal gazete kaynağından izin almak zorundadır” önerisini, sadece basit kaynak açıklama gerekliliğini kabul ederek reddetti. Fikirlerin iletim aracı olarak basın anlayışı, korunacak ticari çıkarları olan girişimler olarak gazeteler anlayışına üstün geldi. 1898 toplantısının ardından, UBK’nin gazetelerin mülkiyet hakları tartışması, ara sıra gündeme gelmesine karşın önemini yitirdi. Kongre, 1908’de Bern Konvansiyonu’nun gözden geçirilerek yenilenmesi çalışmasında bazı kazanımlar elde etmesine karşın, anlaşmada haber telif hakları konusundaki düzenlemeler fazla değişmedi. Kurmaca dışındaki tüm gazete içeriği hâlâ telif hakkı korumasından muaftır ve UBK önerileriyle aynı doğrultudaki tek değişiklik kaynak belirtmedeki ihmalin yasal sonuçları olmasıdır. Ancak bu yükümlülük de haberin yeniden yayınlanmasını kapsamaz. UBK’de hiçbir haber ajansı temsil edilmiyordu. Ancak haber ajanslarının gücü ve ünü arttıkça, gazetelerin başka gazetelerden haber aşırmasına gerek kalmadı, telif hakkı koruması yokluğundan kaynaklanan şikayetler de azaldı. İletişim 2005/21 56 Ruhdan UZUN UBK’deki haber telif hakkı tartışmalarının, basının ticarileşmesiyle yakından ilgili olduğu görülmektedir. Ticarileşmiş basın, haberin satılık bir mal olduğu ve gazetenin asıl rolünün enformasyonu iletmek olduğu fikrini savunurken, küçük gazeteler bedava haber stoku olanağını kaybetmek istemediklerinden telif hakkına karşı çıktılar. Küçük gazeteler, aynı zamanda, fikir ya da olay olsun, enformasyonun gazeteler arasında kısıtlanmadan akışının kamusal tartışmanın önemli bir parçasını oluşturduğu görüşüne dayanan bir basın anlayışını savunuyorlardı. Yargıya yansıyan olaylarda mahkeme kararları ticari gazete sahiplerine biraz umut verdi. 1897’den sonra, Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da ve Büyük Britanya’da mahkemeler haber toplayıcılarına haksız rekabet başlığı altında koruma sağlamıştı. ABD’de Yüksek Mahkeme, 1918’de International News Service tarafından Associated Press’in haberlerini kullanılmasını içeren bir davada karar verirken haksız rekabet kavramına başvurdu. Sıcak Haber Öğretisi ve International News Service - The Associated Press Davası Örneği Sıcak haber öğretisi (hot news doctrine), telif hakkının özgün bir yönüdür. Belli bir yazarı olan, zamandan etkilenmeyen ve ekonomik değeri bulunan eserlerin yasal olarak korunmasını içeren telif hakkı, uzun bir geleneğe dayanmasına karşın, sıcak haber görece yeni bir kavramdır. Sıcak haber, kısa süreli bir değeri bulunan ve yayınlandıktan sonra değerini tamamen yitirerek kamusal alana mal olan olgu ve olayları anlatır. Sıcak haber öğretisi, toplanması zaman ve masraf gerektiren zaman duyarlı enformasyonun belli bir süre için korunmasını sağlar. Sıcak haber öğretisinin uygulandığı önemli davalardan biri 1918 yılında görülen Independent News Service (INS) ile Associated Press (AP) arasındaki davadır. Gazete yayıncıları arasında yerel gazetelere dağıtılacak enformasyon kaynaklarını paylaşmak için kurulan bir haber ajansı olan AP’nin sıcak haberlerinin değeri iletişim teknolojileri geliştikçe arttı. Ajans, böylece ülkedeki değişik kaynaklara sıcak haber sağlama işine uygun bir piyasa buldu. Ajansın önemi arttıkça, gücü de arttı ve AP ürünlerinin yasal mülkiyet haklarının korunmasını sağlamaya çalıştı. Ancak Kongre’den bu yönde bir karar çıkmadı. İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 57 International News Service ise, William Randolph Hearst tarafından, ABD boyunca Hearst’ün büyük gazeteleri birbirine bağlayan telgraf hatlarını kiralamak için kurulmuştu. INS ilk başlarda karikatür dağıtımı yaparken zamanla haber de dağıtmaya başladı. I. Dünya Savaşı sırasında, Hearst, İngiliz sansürünün kurallarına uymayı reddedince İngiltere, Hearst’ün İngiliz kablo ve posta sistemini kullanmasına izin vermedi. Ardından diğer ülkeler de İngiltere’nin yolunu izleyince INS haber toplayabileceği bir altyapıdan mahrum kaldı. Kısmen bu durumun bir sonucu olarak Hearst, AP materyallerini kullanmaya başladı. Ekim 1916’da, kızgın bir INS çalışanı AP’nin hikayelerini Cleveland’daki bir telgraf operatörü yoluyla ele geçirerek INS’ye malettiğini açıkladı. Bunun üzerine AP, haksız rekabet gerekçesiyle INS aleyhine dava açtı. Davada AP, elde edilen bilginin mülkiyet kapsamında olduğunu, çünkü üretiminin paraya ve emeğe mal olduğunu; haber olarak ticari değere sahip olduğu sürece korunması gerektiğini ve onu etkili biçimde korumak için bu değerini sürdürürken davalının ondan kazanç için yararlanmasının yasaklanması gerektiğini iddia etti. Mahkemeye, INS’nin AP materyallerini kullandığı yolunda çok sayıda somut kanıt sunuldu. Yargılama tutanakları, INS’nin yayınladığı AP haberlerinin kelimesi kelimesine kopyalarıyla doluydu. Dava Federal Yüksek Mahkeme’ye gittiğinde, Mahkeme, haberin INS tarafından kopyalanmasına izin veren telif hakkı yasasına başvurmadı. Böylece haberlerin ilettiği gerçeklerle ‘edebi değer’ arasında bir ayrıma gitti. Mahkeme, haberin ‘ikili bir karakteri’ olduğuna karar verdi. Haber ürününde hem haber ögesi hem de edebi öge vardı. Haber ögesi, bir olay ve olgular dizisi olarak telif hakkı yasasının içerdiği bir mülkiyet hakkı korumasına sahip değilken, haber ticari değeri olan bir ürün olarak böyle bir korumaya sahipti. Mahkeme, INS’nin aslında değerli bir malla eş anlamlı olan bir şeyi almakla haksız rekabet yaptığına karar verdi. Ancak, haber değeri zamanla kaybolduğu için bu sınırlı ya da sözde bir mülkiyet hakkı idi. Mahkemeye göre, INS “ekmediğini biçmeye girişmişti” (Ekstrand, 2005:75). Haber servisleri, bir başka haber kaynağından yazılı materyali çalamazdı. İletişim 2005/21 58 Ruhdan UZUN Yargıç Louis Brandeis, telif hakkının anlamının bu tür karmaşık belirleniminin Kongre’ye kalması gerektiğini ileri sürerek Mahkemenin kararına karşı çıktı. Brandeis, olayın hiçbir yasal telif hakkı sorunu içermediğini, tek sorunun INS’nin, haberin AP tarafından toplandığını belirtmemesi olduğunu ifade etti. Brandeis’e göre, bireysel mülkiyetin temel ögesi, onu diğerlerinin yararlanmasının dışında bırakan yasal hak olmasıdır. Eğer mülkiyet özel ise, dışarıda bırakma hakkı mutlaktır; kamusal bir yarar söz konusuysa, dışarıda bırakma hakkı kısıtlıdır. Fakat bir fikir ürününün kendi yaratıcısının parasına ve emeğine mal olması ve satın almak isteyenler için bir değere sahip olması durumu, onun bu yasal mülkiyet niteliğini garanti etmeye yeterli değildir. Yasanın genel kuralı; bilgi, saptanan gerçekler, kavramlar ve fikirlerin diğerlerine gönüllü iletildikten sonra ortak kullanım için hava gibi bedava hale geldiğidir. Tinsel üretimlerden davacının yararlanmasının kısıtlanmasını önlemek için mahkemelerin müdahale ettiği başka davalar da vardır; ki bunlarda teselli hakkı (right to relief) genellikle mülkiyet hakkı olarak adlandırılır, ancak sadece özel bir anlamdadır. Bu davalarda, davacının bu üretimin korunması için mutlak hakkı yoktur; davacı yalnızca bilgiyi elde etmede kullanılan yanlış yöntem ya da araçlar ya da onu kullanma biçimi nedeniyle davalının eylemlerine karşı şartlı korunma hakkına sahiptir (248 US 215). Brandeis, AP tarafından toplanan haberi alan INS’nin yöntemine açıkça itiraz edilemeyeceğini, çünkü buradaki ürünün mülkiyet konusu olmadığını savundu. Bu tür eylemlerin haksızlığının açık olduğunu belirten Brandies, mahkemelerin, haberde herhangi bir mülkiyet hakkına konması gereken sınırların ya da özel bir ajans tarafından toplanan haberin bir kamusal çıkarla ilgili olduğuna hükmedilmesi gereken koşulların belirlenmesinde zayıf donanımlı olduklarını, dolayısıyla bu işin kongreye bırakılması gerektiğini vurguladı (248 US 215). INS ve AP davasında mahkeme, haberde telif hakkı olmadığını bildirdi. Ancak bu kararın sonucunda haber ilk kez, kötüye kullanılamayacak bir mülkiyet biçimi olarak yasal bir statü kazandı. Mahkemenin kararı, yaratma güdüsü ve yayın üzerindeki kısıtlamalar arasında denge sağlamaya çalıştı. Korumaya, haber toplamanın maliyetini telafi etmek için gereksinim duyulur, ancak haber değeri başlangıçta çok yüksekse ve ondan sonra hızla İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 59 düşecekse, kısa süreli bir koruma biçimi, uzun vadede düşük-değer kullanıcılarını iş maliyetinden kurtarırken yaratıcıya haber değerinin çoğunu telafi etme olanağı sağlar. Bu argümanın dengeyi sağlayabilmesi ise, söz konusu pazarın özeliklerine bağlıdır. Telif Hakları Konusundaki Yasal Uygulamalar Gazetelerin başka gazeteleri bir haber kaynağı olarak kullanma ve ilk önce başka yerde çıkan bir haberi yeniden yayınlama uygulaması geleneksel bir alışkanlıktır. Bu alışkanlığın yaygınlığına karşın, yeniden yayınlama ile telif hakkını ihlal etme arasında ince bir çizgi vardır. Mahkeme kararlarının bu çizgiyi nasıl değerlendirdiği konusundaki bir başka dava örneği, İngiltere’de 1892’de görülen Walter ve Steinkopf davasıdır. Söz konusu davada, mahkeme davalıların iddiasının tersine, yalnızca gerçeklerin rapor edilmesi durumunda olduğu üzere haberde hiçbir telif hakkı olmamasına karşın, yine de ‘belli dil biçimleri ve anlatım tarzlarında telif hakkı olabileceğine” karar verdi. St James Evening Gazette tarafından The Times gazetesinin haberlerinin yeniden basılmasına ilişkin davada, The Times bu tür makale korsanlığının işine ciddi zarar verebileceğini öne sürdü. Yargıç North, davalıların düşünce ve emek isteyen, orijinal sonuçlar üreten bir iş yapmadıklarını, mekanik bir işlemle kasıtlı ve sürekli bir aşırma işlemi yaptıklarını, “ekin ekmeden ürün almak istediklerini” belirtti (Rowland, 2003:167). Davalıların, başka yerde yayınlanmış haberleri yeniden yayınlamak için karşılıklı bir anlayıştan yararlanmak istemelerine karşın, mahkeme bu tür rızanın, yayınlar arasında doğrudan rekabetin yokluğu ve değiş tokuş karşılıklılığı gibi koşulların karşılanması durumunda ve yalnızca dolaylı olarak gösterilebileceğini savundu. Bu tür varolmayan bir örtük rızanın, bir kimsenin bildirse dahi almaya hakkı olmadığı bir şeyi almasını haklı çıkaramayacağını savundu. 100 yıl sonra benzer meseleler Express Newspapers plc ve News LTD. davasında tartışıldı. Bu davada, Express ve Today ilk olarak başka gazetede yayınlanan hikayelerin yeniden yayınlanmasına ilişkin telif hakkı ihlalinin hem savını hem de karşı savını sundular. Davada; Lord Browne-Wilkinson haberin elde edilmesindeki kamusal çıkardan söz etti. Bu tür İletişim 2005/21 60 Ruhdan UZUN uygulamaların telif hakkı ihlali sayılması durumunda, güvenilir bir kaynaktan atlatma haber elde eden bir gazetenin bu haber üzerinde tekel oluşturacağını, bunun da haberin bütün ayrıntılarıyla kamuya daha geniş biçimde yayılmasını engelleyeceğinden kamunun çıkarına olmayacağını öne sürdü (Rowland, 2003:167). Yine de alınan haberin yalnızca gerçeklerin farklı sözcüklerle yeniden anlatılması olup olmamasıyla; ödünç almanın önemli ve kelimesi kelimesine olduğu durumlar arasında bir ayrım yapılır. İlki, hem telif hakkı ihlalinin yokluğu temelinde hem de yazıya dökülmeden kabul edilmiş bir alışkanlığın ve uzun bir dönem boyunca kurumlaşmış bir uygulamanın varlığı ile haklı çıkarılır. Bununla birlikte, ikinci durumda Walter ve Steinkopf davasındaki kural, haber hikayeleri bu şekilde çalınanları korumak için uygulanacaktı. Telif hakkı düzenlemelerinin çoğu, haberlerin korunmasında belli muafiyetler ve sınırlamalar içermektedir. Haberin korunmasında adil kullanım ve dürüstlük kuralının uygulanması yaygındır. Bir şey dürüst davranma kapsamına girdiğinde özellikle eleştiri, yorum ve haber gibi işlerde telif hakkı sahibi, artık eserinin yayılması üzerinde sınırlı bir denetime sahiptir. Ancak telif hakkıyla dürüst davranma kuralının dengelenmesi, eserin kullanım derecesine, kullanıcının niyetine ve güdülerine bağlı olacaktır. Örneğin, Newspaper Licensing Agency ve Marks and Spencer davası, lisans altında elde edilen gazete kupürlerinin örgüt içi kullanım için kopyalanmasıyla ilgilidir. Hem Lordlar Kamarası hem de Temyiz Mahkemesi’nin kararına göre, Marks and Spencer iç kullanım için dürüst iş yapma istisnasından yararlandığından bu uygulamada telif hakkı ihlali yoktur. Bu kararın tersine olarak ABD Telif Hakkı Yasası’nda içerilen adil kullanım hakkı uygulamasına göre, karara varabilmek için kullanım amacının ve karakterinin, telife konu işin doğasının, kullanılan bölümün miktarının ve büyüklüğünün potansiyel pazar üzerindeki etkisinin hesaplanması gerekmektedir. Link Verme Yoluyla Telif Haklarının İhlali İnternet, kullanılan teknolojilerin özelliği nedeniyle telif hakları sorununun daha da karmaşıklaşmasına yol açmıştır. www üzerinde haber içeriği yayınlayan bazı siteler, bir web İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 61 sayfasından diğer bir web sayfasına erişimi sağlayan link verme yoluyla başka haber sitelerinin içeriğinden yararlanabilmektedir. Kendisine link verilmesi, ticari bir amaç gütmeyen siteler, için olumlu sonuçlar doğurabilirken, ticari siteler için zararlı olmaktadır. Bazı siteler link verme yoluyla alternatif ya da rakip olabilecek sitelerin kullanıcılarını da kendi sitelerine çekerek link verilen sitenin telif haklarını ihlal edebilmektedirler. Özellikle hiçbir hizmet vermeden yalnızca link verme yoluyla oluşturulmuş toplama sitelerin, bu zararı daha da artırması olasıdır. Linkler, uygulanan tekniklere göre farklı isimler almakta, farklı link verme teknikleri de telif hakları açısından farklı sonuçlara yol açmaktadır. Siteler, derin link (deeplink) ya da yüzeysel link (surfacelink) verme yöntemini kullanmaktadır. Derin linkte, link verilen sitenin ana sayfası atlanarak ana sayfadan girilebilen bir sayfasına erişim sağlanır (Melamut, 2000). Yüzeysel linkte ise, link verilen sitenin ana sayfasına (homepage) erişim sağlayan bir yöntem kullanılmaktadır. Burada dahili (intern) ve harici (extern) linkler de önem kazanmaktadır. Harici link, kullanıcının link verilen siteye kendi sayfasından ayrı olarak gidebilmesini sağlar. Dahili linkte ise, kullanıcı kendi sitesi içinden, sitesi ile erişimi kaybolmadan link verilen siteye erişebilir. Bu noktada, link verilen siteler, derin link ve dahili link yoluyla daha fazla zarara uğramaktadırlar. Bir dahili link biçimi olan derin link, bir eserin sahibinin link veren kimse olduğu görünümü verilerek kötüye kullanma potansiyeli taşımaktadır. Her şeyden önce link verilen siteye kendi alan adından (domain name) erişilmediği için sitenin alan adıyla yaygınlaşması engellenir. Ayrıca, derin link durumunda link verilen sitenin ana sayfasından yer alan reklamlar ve sayaç gibi diğer kazanç getirici ögeler atlanmış olacağından ekonomik bir zarar söz konusudur. Bazı siteler derin linki engelleyici yöntemlere başvursalar da bunlar, hacking yoluyla aşılabilmektedir. Çerçeveleme (framing) halinde ise bir web sayfasında birbirinden bağımsız bölümlerde birden çok doküman görülür. Çerçeveleyen site ile çerçevelenen sitenin web sayfası, Internet kullanıcısının ekranında birleşik olarak görüldüğünden, çerçeveleme tekniği ile web sayfası yapımcısı, bir başkasına ait web sayfasını kendi sayfası içine monte etme olanağı elde eder. İletişim 2005/21 62 Ruhdan UZUN Dahili linklerde bir web sayfasının sadece belirli bir metni veya grafiği görüntülenirken çerçevelemede link verilen tüm sayfa görüntülenir (Hillis, 1998). Telif hakları açısından link verme, çoğaltma olarak düşünülebilse de her link vermenin eser sahibinin çoğaltma hakkını ihlal ettiği ileri sürülemez. Eser sahibinin bir web sayfasında sunum yapması halinde onun en azından kendi web sayfasına başkalarının link vermesini örtük olarak kabul ettiği varsayılmaktadır. Harici link, atıf hakkı ve kaynak gösterme hakkı gibi düşünülebileceğinden yasaklanamaz. Ancak iki rakip arasında verilen linklerin ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Link Verme Yoluyla Haber Telif Hakları İhlalinde Yasal Uygulamalar Günümüzde, bir çok gazete, haberlerinin yeniden yayınlanmasının internet ve www servisleri yoluyla kolay bir konu haline gelmesiyle ilgilenmektedir. Basılı haberin yayılmasına ilişkin olarak bu yeni servislere uygulanacak yeni kurallar geliştirilmesi önemli bir sorun olmaktadır. Harici link kullanılmasında bir dava örneği İskoç adalarında 1996 yılında yaşandı. Shetland Times, günlük haberlerinin bir kısmını web sayfasında da yayınlayan günlük bir gazetedir. Shetland News de web sayfasında yayınlanan bir haber gazetesidir. Bu gazete, kendi web sayfasında Shetland Times’dan bir habere kendi sayfasından bir harici link vererek kullanıcının Shetland Times gazetesinin haberine ulaşabilmesini sağladı. Bunun üzerine Shetland Times yöneticileri, İskoç mahkemelerinde bir dava açtı. Dava bir ara karardan sonra 1997 yılında mahkeme dışı bir anlaşma ile sonuçlandırıldı. Buna göre verilen link'lerin her biri için logo ile birlikte A Shetland Times Story eki ve ayrıca Shetland Times’ın anasayfası için ayrı bir link konulacaktı (Memiş, ty). Link verme konusuyla ilgili bazı sorunlar Los Angeles Times ve Washington Post ile Free Republic&ors. davasında da dile getirildi. Geleneksel biçimde yayınlanan Los Angeles Times ve Washington Post gazeteleri internet üzerinden günlük baskılarına parasız erişime izin verirler, ancak arşivlenen makaleleri okumanın bir ücreti vardır. Ayrıca, reklamcılık ve İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 63 yetkilendirmeden daha büyük bir gelir elde ederler. Davalı Free Republic, kullanıcıları sitesindeki makaleleri okumanın bir sonucu olarak gazetelerin kendi web sitelerine özendirdiği için servisinin gazetelerin yararına olduğunu öne sürdü. Gazeteler ise kendi sitelerinde orijinalini okumak yerine Free Republic’in sitesinde belli bir makaleyi okuyan okuyucuları kaybettiklerini ve Free Republic’in orijinal makalelerin telif hakkını ihlal etmekte olduğunu öne sürdüler. Mahkeme, bu davada adil kullanım doktrininin uygulanmasını değerlendirerek söz konusu iddiaları araştırdı. Azalan tıklama (hit) sayısından, dolayısıyla reklamcılık ve lisans verme ücretlerinin kaybından kaynaklanan doğrudan bir gelir kaybı vardı. Diğer yandan, kullanıcıların kendi web sitelerine yönlendirilmesinde gazetelerin gerçekten yararı olup olmadığını belirlemek zordur. Los Angeles Times ve Washington Post sitelerine kayda değer sayıdaki tıklamanın Free Republic sitesine erişimden sonra meydana gelmesine karşın, aksi eğilimi ölçmek olanaksızdır. Dolayısıyla, mahkeme adil kullanımla ilgili olarak Free Republic’in iddialarını reddederken, davacı gazetelerin iddialarını kabul etti. Konuyla ilgili diğer iki dava, Washington Post - Totalnews ve Algemen Dagblad BV Eureka Internetdiensten (the ‘kranten.com’), haber siteleriyle ilgilidir. Bu haber siteleri, bir çok gazeteye kapsamlı linkler sağlarlar. Bu belli bir konuyla ilgili haber arayan kullanıcının, yalnızca bir siteyi ziyaret ederek bir çok farklı gazetenin haberlerini görmesini sağlar. Bu iki dava arasındaki en önemli ayrımlardan biri, Totalnews davasında diğer sitelerden haberlerin kullanıcıya Totalnews logosunu ve Totalnews tarafından satılan reklam alanlarını içeren bir çerçeve içinde sunulmasıydı. kranten.com davasında ise haberler alındıkları sitelerin ana sayfaları atlanarak derin linkler yoluyla sağlanmıştı. Ayrıca, kranten.com sitesinin operatörü Eureka, en son haberleri içerin bu derin linkleri listeleyerek okuyuculara günlük bir elektronik posta hizmeti de veriyordu. Çerçeve kullanımıyla ilgili temel sorunlardan biri, materyalin gerçek kaynağı konusunda kullanıcının aldatılabilmesidir. Totalnews davasında duruşmadan önce taraflar aralarında anlaştılar. Anlaşmada, haberlere çerçeveler yoluyla link vermenin kabul edilemez olduğu ve bu uygulamanın gazetenin kendi telif ürününü kullanma haklarını ihlal ettiği belirtildi. İletişim 2005/21 64 Ruhdan UZUN Totalnews haber linklerinde çerçeve kullanmama, Washington Post da web sitesine bir hiperlink aracılığıyla Totalnews’ın erişimine izin verme konusunda anlaştılar. Diğer yandan Kranten.com davasında, mahkemenin görüşü, bu tür bir sitenin varlığının kullanıcıları gazetelerin kendi web sitelerine çekmede tanıtıcı bir etkiye sahip olabileceği yönündedir. Mahkemeye göre haber sitesinin kullandığı derin bağlantıların ana sayfayı atlamasına ve sonuçta gelir kaybına neden olmasına karşın bu durum gazetenin ana sayfasını erişilmez hale getirmez. Mahkeme, açıkça söylemeden, kranten.com sitesinin operatörü Eureka’nın hiperlinklerin www’nin işlemesinde temel olduğu fikrini destekledi ve web üzerinde onları yerleştirmekle, gazetenin bir hiperlink olarak başlıkları kullanmak için örtük izin verdiğini öne sürdü. Mahkeme, derin linklerin arama motorları tarafından kullanımının da yaygın olduğunu belirterek davayı gazetenin lehine bulmadı. Yayınevi Holtzbrinck ve online arama motoru Paperboy’la ilgili bir davada ise Alman Federal Adalet Mahkemesi, Paperboy’un haber servislerinin ana sayfalarını atlayarak haber web sitelerindeki makalelere link verme yoluyla, yazar haklarını ya da rekabet hukukunu ihlal etmediğine karar verdi. Mahkeme davacı Holtzbrinck’in teknolojik önlemlerle derin link vermeyi önleyebileceğini de ekledi. Danimarka mahkemesi ise Newsbooster davasında, online arama motorunun Danimarkanın 28 online haber kaynağına linklerini kaldırmasına hükmetti. Dava örnekleri, internet gazeteciliğine telif hakkı ihlali tehdidinin sitenin doğasına bağlı olduğunu göstermektedir. Haber sitesinin verdiği linklerin türü, kullanıcının özel ilgi konularına göre haberlere ulaşma olanağı sağlayıp sağlamaması gibi konular, haber telif haklarının ihlalinin belirlenmesinde rol oynamaktadır. Türkiye’de Haber Telif Hakları İnternet haberciliği açısından Türkiye’deki gelişmeler de dünyadakinden farklı değildir. Türkiye’de 1990’lı yılların ikinci yarısında başlayan internet haberciliği giderek yaygınlaşmakta, ulusal düzeyde dağıtımı yapılan gazeteler yanında çok sayıda yerel gazete İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 65 internetten de yayın yapmaktadır. Bunun yanında çoğu televizyon kuruluşu ve radyonun da sanal uzayda habercilik yaptığı kendi web sitesi bulunmaktadır. Geleneksel medyalardan ayrı olarak yalnızca sanal uzayda habercilik yapan çok sayıda site ortaya çıkmıştır ve bu sitelerin çoğuna ücretsiz erişilebilmektedir. Türkiye’de yalnızca sanal uzayda habercilik yapan web sitelerinin içeriğine göz atıldığında, büyük bir bölümünün içerik açısından benzer olduğu, aynı haberlerin bazen kaynak göstermek yoluyla bazen de kendi üretimiymiş gibi pek çok sitede kopyalandığı görülmektedir. Çoğu haber sitesinin az sayıda elemanı bulunmakta, bu kişiler de özgün haber üretmek yerine derleme habercilik yapmaktadır. Erişimin ücretli olup olmamasından bağımsız olarak, eğer içerikte yer verilen haberler o sitenin muhabirlerince üretilmiş ya da bir bedel ödenerek alınmışsa, bu haber sitelerinin haberlerinin başka siteler tarafından kullanılması telif hakları sorununu ortaya çıkarmaktadır. Türkiye’de link vermenin zararlarını telafi etmeye yönelik özel bir yasal düzenleme yoktur. Dolayısıyla link vermede farklı tekniklerin uygulanması durumunda eser sahibinin hangi haklarının ihlal edildiği sorunu yasal bir çerçevede ele alınmamıştır. Ortaya çıkan sorunlar fikri hukuk ve haksız rekabet hükümleri çerçevesinde değerlendirilmektedir. Türkiye’deki haber sitelerinin çoğu derleme site biçimindedir. Ancak, link verilmek istenen siteden izin alınması için belli bir değer karşılığında bir yetkilendirme anlaşması yapılması gerekir (Wood, 2002). Aksi durumda, link verilen site izin gelirlerinden mahrum kalacaktır. Türkiye’de, telif haklarını düzenleyen ve koruma altına alan temel yasal düzenleme 1951 tarihli 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’dır. Yasaya göre, “sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat,musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulü” eser olarak kabul edilmektedir. Yasa, hangi ürünlerin ne tür eser sayılacağını da ayrıntılı bir şekilde sıralamaktadır. Yasada, 2001 ve 2004 yıllarında bazı değişiklikler yapılmış ancak internet yayıncılığındaki telif haklarına ilişkin bir düzenleme getirilmemiştir. İnternet ortamında yayınlanan bir haber ya da fotoğrafı alarak kendi sitesinde yayınlamanın fazla çaba göstermeden kolaylıkla yapılabilmesi, bunun ek bir maliyet gerektirmemesi ve bu İletişim 2005/21 66 Ruhdan UZUN alanda yasal düzenleme olmaması nedeniyle internet ortamında telif hakları ihlalleri önemli bir sorun olmaktadır. Anadolu Ajansı (AA) Örneği Türkiye’de sanal uzayda habercilik yapan sitelerin temel haber kaynağı ajanslardır. Bu siteler sıcak haber gereksinimini ajanslardan sağlamakta, günün haberlerine kolayca erişim olanağı veren günlük gazetelerin web siteleri de önemli bir haber kaynağı olmaktadır. Sayıları hızla artan haber sitelerinin, genellikle haber ajanslarına abone olmadan, abone olan sitelerin yayınlarından alarak yeniden yayınlamalarından en çok Anadolu Ajansı etkilenmiştir. Haber ajansları, ürettikleri haberleri, belli bir bedel karşılığında abonelerine aktarırlar. Ancak, haber dayanıksız bir maldır ve taze olduğu sürece değerlidir. Zaman içerisinde teknolojik gelişmelerin etkisiyle haberin ömrü giderek kısalmıştır. Haber ajanslarının ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısında ajans haberlerinin ömrü bir gün iken günümüzde televizyonların canlı yayınlarıyla bu ömür saniyelere inmiştir. İnternet gazeteciliğinin ortaya çıkmasıyla haber ajanslarının işi daha da zorlaşmıştır. Ajanslar internetten yapılan telif hakkı ihlallerine karşı mücadele etmeye başlamışlardır. Türkiye’de internet yayıncılığının gelişmesi ve çok sayıda internet haber sitesinin ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte, bazı haber siteleri AA’ya abone olmuşlardır. Ancak, AA abonesi olmayan haber sitelerinin abone olan sitelerde yayınlanan AA haberlerini kendi sitelerine kopyalamaları telif hakları sorunu yaratmıştır. Buradaki sorun iki yönlüdür. Kendisine abone olmayan siteler tarafından haberleri kullanılarak AA’nın telif hakları ihlal edilirken, aynı zamanda bedel karşılığı ajanslardan haber alan abonelerin de hakları ihlal edilmektedir. AA, haberlerini abone olmadan izinsiz kullanan internet sitelerini abone olmaya çağırmasına karşın ihlaller devam edince, ajans internet sitelerine yönelik özel bir abonelik sistemine geçileceği duyurdu. İzinsiz kullanımın sürmesi üzerine de yargıya başvurdu. Mahkeme, ilk İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 67 aşamada internet gazeteciliği yapan 19 sitenin AA’nın haberlerini izinsiz kullandığını belirledi. Bunlardın bazılarına dava açıldı. Bir internet sitesinde de mahkeme kararıyla arama yapılarak AA haberlerinin izinsiz kullanıldığı belgelendi (Bengi, 2002). AA konunun, Bilişim Şurası ve E-Türkiye platformlarının ilgili komisyonlarında ve İnternet Üst Kurulu toplantısında da bir gündem maddesi olarak ele alınmasını sağladı. Ajans ayrıca, konunun tartışılması amacıyla bir toplantı düzenleyerek haber sitelerine çağrıda bulundu. Toplantıya katılan İnternet sitelerinin yöneticileriyle yapılan görüşmeler sonunda her iki tarafın da haklarını gözetmeye çalışan bir anlaşmaya varıldı. Anlaşmaya göre AA, ödenebilir bir bedel karşılığında, haber sitelerinde kullanılabilecek şekilde özetlenen seçilmiş haberlerin, internet ortamına konulduğu, şifre ile alınabilen yeni bir hizmet başlattı.. Şu anda 30 dolayında haber sitesi bu hizmetten yararlanmaktadır. 2003 Nisan ayında ise AA’nın ev sahipliğinde 58 haber ajansından 113 katılımcıyla İstanbul´da "Dünya Haber Ajansları Zirvesi" düzenlendi. Zirvenin oybirliğiyle kabul edilen sonuç bildirgesinde, ajansların haberlerinin izinsiz kullanımını önlemek için gerekli bütün önlemlerin alınması ve aboneliğin teşvik edilmesi gerektiği belirtildi. Bildirgede, “Ajans haberlerini kullananların, haberi hangi ajanstan aldıklarını açıkça belirtmeleri sağlanmalıdır. Haber ajanslarının ürettiği haber, fotoğraf, görüntü ve diğer ürünlerin telif hakları için yasal koruma sağlanmalıdır" kararı alındı. AA, haber ve fotoğraflarını önceden yazılı onay almaksızın kopyalayan, yeniden yayınlayan veya yeniden dağıtan, ajans logosu altında bile olsa link veren sitelere karşı hukuki mücadelesini sürdürmektedir. Bu mücadelede, 2004 yılında yürürlüğe giren 5187 sayılı Basın Yasası’nın ilgili hükümlerinden de yararlanmaktadır. Yasanın 24. maddesi, yeniden yayıma ilişkin yasakları ve bu yasaklara uymayanlar için öngörülen cezaları düzenlemektedir. Söz konusu yasa maddesine göre, “Bir süreli yayında yayımlanmış haber, yazı ve resimleri kaynak göstermeksizin yeniden yayımlayanlar beş milyar liradan on milyar liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılırlar.” Yasa, bu eserleri, yeniden yayım hakkı saklı tutulmuş olmasına karşın, süreli yayın sahibinin izni olmadan yeniden yayımlayanlar için de yirmi milyar liradan kırk milyar liraya kadar ağır para cezası öngörmektedir. İletişim 2005/21 68 Ruhdan UZUN Gazetecilerin Telif Hakları Haberde mülkiyet hakları tartışılırken çoğunlukla görmezden gelinen bir başka sorun da gazetecilerin telif haklarının ihlalidir. Bettig (1992:150), telif haklarıyla ilgili yaptığı tarihsel çözümlemede, sınıf ilişkileri ve iş sürecinin denetiminin yasal olarak mülkiyet haklarıyla ifade edildiğini belirtir. Telif hakkı yasası, ekonominin kitle iletişim araçları ve enformasyon sektörlerinde işgücü ve sermaye arasındaki ilişkiyi yönetmekte ve entelektüel yaratıcılığın “ürünlerinin” sahibinin kim olduğunu belirlemektedir. Çoğu sanatsal yaratıcılığın doğasının kolektif olmasına karşın, bu emek ürünlerinin sahipliği hâlâ sermayenin elinde bulunmaktadır. Bettig’e göre (1992:149), bir eser sahibinin moral veya doğal hakkının telif ilkeleri arasına dahil edilmesi, eser sahipleri ile yayıncıların farklı çıkarlara sahip olduklarını gözden kaçırmaktadır. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, haberde mülkiyet haklarının oluşturulması, geleneksel siyasal basının zararına olarak ticarileşmiş gazetelere yarar sağlarken, aynı zamanda gazete sahiplerini çalıştırdıkları gazetecilerle karşı karşıya getirme potansiyeline sahiptir. Uluslararası Basın Kongresi’ndeki haber telif haklarıyla ilgili tartışmalarda bu çatışmadan hiç söz edilmedi. Bunun bir nedeni örgüt üyelerinin kimlikleriyle ilgilidir. Kongre delegeleri ulusal dernekler tarafından seçilmişti ve bu dernekler hem işverenleri hem de çalışan gazetecileri temsil etmelerine karşın, UBK’ye katılmak için çoğunlukla kıdemli ve seçkin üyelerini seçme eğilimindeydiler. Sonuçta yayıncılar, müdürler ve şef editörler delege listelerinde çoğunluğu oluşturuyordu. Ayrıca, Kongre’nin üyelik felsefesi, yöneticilerle çalışanlar arasındaki farklılıkları önemsiz görme yönündeydi. Sürekliliği olan bir uluslararası örgütün nasıl kurulacağı konusundaki ilk tartışmalardan beri, bazı delegelerin İngiliz Gazeteciler Enstitüsü’ne bir model olarak baktıkları görülüyordu ve bu örgüt, gazetecilerin konumlarına bakmaksızın bir mesleğin üyeleri oldukları ve ortak çıkarlara sahip oldukları varsayımına dayanıyordu (Bjork, 1996). UBK, 1914’de Kopenhag’da toplandığında bu varsayım sorgulandı. Uluslararası düzeyde, bir çalışan gazeteciler derneği gereksinimi ise 1926’da amacı UBK’nin tersine “etkin olarak İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 69 çalışan gazetecileri toplamak” olan Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’nun kurulmasıyla kabul edildi. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu, 100’den fazla ülkede 500 bin üyesi ile endüstriyel ve profesyonel hakları için mücadelelerinde gazetecilere destek sağlamaktadır. Yazar (author) hakları ve ilgili hakların enformasyon teknolojilerinin gelişmesiyle önem kazanması ve özellikle serbest çalışan (freelance) gazetecilerin sayısındaki artış nedeniyle gazetecilik sendikalarının ve meslek birliklerinin yakın işbirliği giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Bu ortamda, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu, yazar haklarıyla ilgili konulardaki uzmanları bir araya getirmek için Yazar Hakları Uzman Grubu kurdu. Federasyonun 1998’de Brezilya’da toplanan kongresinde ise gazetecilerin hem moral hem de maddi entelektüel mülkiyet haklarının yüksek düzeyde korunmasının garantilenmesi için yazar hakları konusunun öncelikli bir mesele olarak değerlendirilmesi gerektiği üzerinde anlaşıldı. Ayrıca, yazar hakları konusunda uluslararası bir kampanyanın düzenlenmesini benimsedi. Yazar Hakları Uzman Grubu tarafından yönetilen Yazar Hakları Kampanyası, tüm dünyadaki gazeteciler, fotoğrafçılar ve medya profesyonelleri arasında yazarların haklarının güçlendirilmesini amaçlamaktadır. Gazetecileri yarattıkları işin sahibi olarak adlandırılmaya ve işlerinin kullanım biçimlerini denetlemeye çağıran Kampanya, aynı zamanda, medya profesyonellerinin toplu pazarlık haklarının sağlanması için çalışmaktadır. Yazar Hakları Kampanyası, Anglo-Amerikan telif hakları sistemine şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu karşı çıkış, Kıta Avrupası yazar hakları modeli ve Anglo-Amerikan telif hakkı sisteminin bazı noktalarda benzeşmelerine karşın aralarında önemli farklar bulunmasından kaynaklanır. Kıta Avrupası sistemi, yazarla ürünü arasında, moral yargılama taleplerinin temelini biçimlendiren sürekli bir bağ olduğu kavramına dayanır. Buna göre yazar, her zaman eserinin sahipliğini üstlenme ve eserinin özelliğine ve bütünlüğüne saygı gösterilmesini talep etme haklarına sahip olacaktır. Haklar yazardan kökenlendiği için, ekonomik hakların kullanımı sözleşmeyle devredilebilmesine karşın moral haklar İletişim 2005/21 70 Ruhdan UZUN devredilemez. Ancak, yazarın ürününün çok sınırlı ve özel kullanımı için moral haklarından vazgeçmesi yasalarla düzenlenebilir. Anglo Amerikan telif hakkı sistemi ise ortak hukuka ve yazarın haklarının sözleşmeyle tamamen telif hakkı sahibine devredilebileceği ilkesine dayanır. Moral haklar telif hakları olarak görülmez ve yazar tarafından vazgeçilebilirdir. Sonuç olarak bu sistemde, yazarlar rutin olarak moral haklarından vazgeçmeye zorlanırlar. Aynı zamanda şu andaki ve gelecekteki tüm kullanım haklarını devretmeye zorlanırlar. İngiltere ve ABD gibi ülkelerde uygulanan bu sisteme göre, bir gazeteci eğer bir hizmet sözleşmesi altında çalışıyorsa işinin yazarı sayılmaz. Oysa gazeteciler, fotoğrafçılar ve medya profesyonelleri moral haklarının (eserin sahipliğini üstlenme hakkı ve gazetecilerin ürünlerinin zararlı bir biçim ya da içerikte kullanılmasından, bütünlüğünün ve özgünlüğünün bozulmasından korunma hakkı) yasal olarak korumasına gereksinim duyarlar. Medya profesyonellerinin ürünleri üzerinde denetim kurma hakları, gazeteciliğin kalitesini tanımlayan ve garantileyen etik standartların sürdürülmesi için de gereklidir. Haklar olmadan bu tür standartları yaşatmak zordur. Türkiye’de Gazetecilerin Telif Hakları Yeni iletişim teknolojilerinin ortaya çıkması ve internet gazeteciliğinin yaygınlaşması, Türkiye’de de gazetecilerin telif haklarının ihlal edildiği uygulamalara yol açmıştır. Bunun yanında, Türk basının 1990'dan sonra girdiği tekelleşme sürecinde “havuz sistemi” olarak bilenen uygulama, gazetecilerle işverenler arasında bir telif hakları ihlaline neden olmaktadır. Aynı patrona bağlı olarak çalışan gazetecilerin o yayın grubuna ait olan bütün gazete, dergi, ajans, radyo ve televizyonlar için istihdam edilmesini anlatan havuz sistemi, gazetecilerin haberlerinin işverene ait bütün yayın organlarında yayınlanmasıyla yeni bir sömürü biçimi yaratmıştır. Bu uygulama ile bir medya grubu, sahip olduğu aynı kadroyla birden çok haber medyası yayınlayarak kârını en üst düzeye çıkarmakta, buna karşılık birden fazla yayın organı için haber üreten gazeteciye ayrıca ücret ödememektedir. Bir haber için gazeteciye tek bir ücret ödenirken, söz konusu haberin işveren tarafından farklı yayın İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 71 organlarından pazara sürülmesi, bir anlamda haber sahibinin çoğaltma haklarının ihlal edilmesine benzer bir durum yaratmaktadır. Basın İş Kanunu olarak bilinen 212 sayılı yasayla değişik 5953 sayılı yasa, havuz sisteminin önlenmesi amacıyla gazeteciye yaptırılacak ek işler için ücret öngörmüştür. Yasanın 15. maddesi, "Gazeteci, mukavele hükümleri dışında olarak işveren tarafından verilen işler veya sipariş edilen veya yayınlanması kabul edilen yazılar için ayrıca ücrete hak kazanır. Bu işlerle ilgili ilave ücretlerin sigorta primlerinin ödenmesi mecburidir" hükmünü getirmektedir. Buna karşın, büyük medya gruplarında çalışan gazeteci ve foto muhabirlerinin ürünleri, gruba bağlı diğer medya organlarında kullanılmakta, bunların karşılığında ek bir ücret ödenmemektedir. Bunda, 1980’lerden itibaren meslek örgütleri ve sendikaların zayıflatılma sürecine girmesiyle gazetecinin işçi statüsünde çalıştırılmaya başlanması da etkili olmaktadır. Havuz sistemi, aynı zamanda habere anonim bir nitelik kazandırarak onun tek bir kişiye ait sayılmasının olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Geleneksel haber pratiğinde muhabir gidip olayı izler ve haber haline getirir, yanındaki foto muhabiri de olayın resmini çeker ve bütünlüklü bir haber oluşturulur. Havuz sisteminde ise haber havuzdan alınır, bir diğerinden görüntü eklenir, bunlar sayısal ortamda kurgulanıp eşleştirilir ve bütünlüğü parçalanarak masada yeniden kurgulanan bir nesneye dönüşür. Böylece haber, kendisini üretenden bağımsız, kimsenin sahip olmadığı, yabancılaşmış bir niteliğe büründüğünden ve kolektif bir ürün haline geldiğinden haberin sahibinin belirlenmesi de güçleşir. Türkiye’deki duruma bakıldığında, internetin ve www’nin sağladığı kolaylıklar kadar medya kuruluşlarının uyguladıkları havuz sisteminin de gazetecilerin telif haklarının ihlal edilmesinde rolü olduğu görülmektedir. Sonuç Gelişen enformasyon teknolojileri, bir yandan haberciliğin kâr sağlayıcı büyük bir sektör haline gelmesinde rol oynarken, diğer yandan da medyanın haber ürünlerinin bir ödeme İletişim 2005/21 72 Ruhdan UZUN yapılmadan elde edilerek yine kâr amacıyla kullanılabilmesinin yolunu açmıştır. Bu durum, habercilik yapan kuruluşları, ürünlerini koruyabilmek için telif hakkı yasalarının güçlendirilmesine yöneltmiştir. Telif hakları, adil kullanım ve kamu yararı gibi ilkelerle sınırlandırılabilmesine karşın, telif haklarının güçlendirilmesine yönelik çabalar, ticari bir etkinlik olarak habercilik anlayışının kamu hizmeti olarak habercilik anlayışına ağır bastığını göstermektedir. Haber telif hakları kavramına, düşünsel planda karşı çıkanlar bulunduğu gibi, bu hakların pratikte uygulanamazlığını savunanlar da bulunmaktadır. Sanal uzaydaki link verme uygulaması karmaşık ve çözümü güç bir sorun olarak ortaya çıkmakta, bu konudaki davaların ise yaratıcılıkla ilgili telif hakları sorunları yerine haberin yayılma biçimine ilişkin sorunlara odaklandığı görülmektedir. Telif hakkı düzenlemelerinin kendilerine sağladığı olanaklar aracılığıyla sermaye sahipleri, kendi yatırımlarından olası en yüksek kazancı sağlamak için yaratıcı fikir ürünlerinin nerede, ne zaman, nasıl ve hangi biçimde dağıtıma sunulacağına karar verebilmektedirler. Buna karşılık, gazetecilerin ürünleri üzerindeki fikri mülkiyet haklarının korunmasına yönelik çabalar yok denecek kadar azdır. Bunun en önemli nedeni, gazetecilerin örgütsüzlüğü olarak belirginleşirken, sayısal teknolojilerin çoğaltma ve yayma olanaklarının sınırlarını genişletmesi de yasal düzenlemelerin, eser sahipliği sorununu çözmekte zorlanmasına neden olmaktadır. Haksız fiilin yapıldığı yer ve zararın meydana geldiği yerin farklı olabilmesi nedeniyle sayısal ortamdaki telif hakkı ihlallerine uygulanacak hukuka ilişkin önerilen kurallardan hiç birisi, tam anlamıyla sağlıklı bir çözüm getirememiştir. Ayrıca, haber ürünlerine sağlanacak korumanın kapsam, süre ve içeriğinin belirlenmesinde de sorunlar ve tartışmalar vardır. Sanal uzayın ulusal sınırları ortadan kaldıran bir özellik taşıması, yasal düzenlemelerin de uluslararası nitelikte olmasını gerektirmekte, ancak ülkeler arasındaki siyasal, kültürel ve kapitalist gelişme farklılıkları uyumlaştırmayı güçleştirmektedir. Yasal uygulamalara bakıldığında, haberin izinsiz yeniden yayınını telif hakkı ihlalinden çok haksız rekabet olarak görmek ve her özgül durumda rekabet kurallarının ihlal edilip İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 73 edilmediği konusundaki kararı mahkemeye bırakmak çoğunlukla tercih edilen yol olarak görülmektedir. Yazar haklarından hiç söz etmeden haksız rekabet kavramına başvurmak ise haber ve haber yorumlarına anonim bir nitelik kazandırırken, bunların ekonomik mülkiyet haklarının tamamen sermayenin denetimine girmesine ve kamusal alanı biçimlendiren ürünlerin kamunun denetiminden çıkmasına yol açmaktadır. Sonuçta, internet gazeteciliğiyle önemi artan haber telif hakları tartışmasının gazetecinin haklarını da içerecek biçimde genişletilmesi, insanların bireysel ve toplumsal gerçekliğini özgürce oluşturabileceği kültürel ürünler alanının giderek daraltılmasıyla başa çıkma yollarının aranmasında göz önüne alınması gereken konular arasında değerlendirilmelidir. Kaynakça Bengi, Hilmi (2002). “İnternet Gazeteciliği ve Telif Hakları Sorunu”, http://72.14.203.104/search?q=cache:za60L6VpCo8J:inettr.org.tr/inetconf8/bildiri/36.do c++%22internet+gazetecili%C4%9Fi%22&hl=tr&gl=tr&ct=clnk&cd=1 Bettig, Ronald V. (1992). “Critical Perspectives on the History and Philosophy of Copyright”, Critical Studies in Mass Communication 9(2): 131-155 Bjork, Ulf Jonas (1996). “The First International Journalism Organization Debates News Copyright, 1894-1898”, Journalism History, Summer 96, Vol.22, Issue 2 Ekstrand, Victoria Smith (2005). News Piracy And The Hot News Doctrine: Origins In Law And Implications For The Digital Age, New York: LFB Scholarly Publishing. Hillis, Bradley J. (1998). “Thinking About Linking”, http://www.llrx.com/features/weblink2.htm Los Angeles Times v. Free Republic, 2000 U.S. Dist. LEXIS 5669, 54 U.S.P.Q.2D (BNA) 1453, http://www.tomwbell.com/NetLaw/Ch07/LATimes.html International News Service v Associated Press 248 US 215, 248. http://cyber.law.harvard.edu/bridge/LegalRealism/1918ins3.txt.htm İletişim 2005/21 74 Ruhdan UZUN Melamut, Steven (2000). “Does Deep Linking Infringe Copyright?”, http://www.sla.org/content/Shop/Information/infoonline/2000/sep00/copyright.cfm Memiş, Tekin (ty). “Fikri Hukuk Bakımından Link ve Frame Verilmesi”, http://www.teknoturk.org/docking/yazilar/tt000110-yazi.htm Rowland, Diane (2003). “Whose News? Copyright and the Dissemination of News on the Internet”, International Review of Law Computers and Technology, Vol.17, No.2, pp. 163174, July 2003 Swanson, James L. (1987). “Copyright Versus the First Amendment: Forecasting an End to the Storm”, Loyola Entertainment Law Journal, Loyola law School, 1987 (Volume 7, Number 2), Los Angeles Wood, Douglas (2002). “Best Practices for Avoiding Linking and Framing Legal Liability”, http://www.gigalaw.com/articles/2002-all/wood-2002-06-all.html Yüksel, Mehmet (2001). “Fikri Mülkiyete İlişkin Felsefi Tartışmalar”, Kültür ve İletişim 4(1):87-108 İletişim 2005/21 Haber Telif Hakları ve İnternet Gazeteciliğinde İntihal 75 Özet Sayısal teknolojilerin kolay çoğaltma ve dağıtım olanaklarını artırmasıyla haber telif haklarının korunması önemli bir sorun haline gelmiştir. Bu çalışmada, habercilik alanındaki intihal, haber medyası ve gazeteciler açısından incelenmektedir. Çalışma, internet gazeteciliğinde yaşanan sorunları telif hakları bağlamında ele almakta, bu konudaki tartışmalara ve dava örneklerine yer vermektedir. Ayrıca, sanal uzay yayıncılığının bir özelliği olan link verme uygulamasının internet gazeteciliğinde yol açtığı telif sorunları üzerinde durmaktadır. Anahtar Sözcükler: Gazetecilik, İnternet Gazeteciliği, Telif Hakları, Link verme Abstract The protection of news copyright has been an important problem when digital technologies have faciliated possibilities of easily distribution and making multiple copies of news material. In this study, plagiarism in news is studied from the point of view of copyright the problems in internet journalism are considered in the context of copyright and it included discussions and cases studies. Besides, this study is focused on the copyright problems the practices of linking that are a special feature of publishing in cyberspace cause. Key Words: Journalism, Internet Journalism, Copyright, Linking İletişim 2005/21 76 İletişim 2005/21 Ruhdan UZUN Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği Sevil UZOĞLU BAYÇU∗ Canan ULUYAĞCI∗∗ Giriş Reklamlar günlük yaşantımızın bir parçası olarak karşımıza çıkıyorlar. Kimi kez televizyonda, kimi kez gazete ve dergilerde, kimi kez bilboardlarda... Kısaca reklamlarla kuşatılmış olarak yaşıyoruz diyebiliyoruz. Bu kuşatılmışlıktan kaçmak olanaksız. Yaşamımızın hemen her anında karşılaştığımız reklamlar kuşkusuz bize pek çok şey anlatıyorlar. Bir kısmı bizim kişisel ya da toplumsal algılarımıza dikkatimizi çekerken bir kısmı ise bizi çok ilgilendirmiyor. Bizim dikkatimizi çeken reklamlardan birisi de bu makalenin konusunu oluşturan ve basında yer alan Beymen reklamıdır. Kurumsal olarak konumunu belirlemiş bir firmanın, bu denli çarpıcı bir görsel metni ile karşılaşıldığında bu metnin ne anlattığını sorgulamak da kaçınılmaz oluyor. Öyle ise metni okumamız gerekli. Bu nedenle çalışmanın bir bölümünü reklamın işlevleri, moda ve reklam gibi konular oluşturdu. İkinci bölümde ise reklamda kullanılan slogan, renkler, siyah erkek ∗ Yrd. Doç. Dr. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Yrd. Doç. Dr. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi ∗∗ İletişim 2005/21 78 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI vücudu ve kadın bacağı olarak göze çarpan göstergeler çözümlendi. Bunun için de göstergebilimsel çözümlemeden yararlanılmıştır. İnsan görme duyusuyla, yaşamdaki her şeyin bilincinde olur. Bu bilinç çevremizdeki bazen siyah-beyaz, bazen rengarenk, bazen basit, bazen karmaşık biçimde imgelerle donatılan, doğrudan algılanabilir bir gerçekliği ortaya koyar (Ellul, 1998: 22). Çevremizde bize sunulan göstergelere anlamlar yükleyerek bu göstergeleri okumayı öğrenip bu süreci sürdürebiliriz. Çünkü iletişimin gerçekleşmesi için göstergelerden bir ileti yaratılması gerekmektedir. Bu ileti alıcı konumunda olan kişi ile kaynağın ilk anda oluşturduğu anlamla şu ya da bu şekilde ilişkisi olan bir anlam yaratmaya teşvik etmektedir. Aynı kodlar paylaşıldığı ve aynı gösterge sistemleri kullanıldığı sürece, iletiye iki kişinin yüklediği anlamlar birbirine yaklaşacaktır. Bu yaklaşım iletişim çalışmalarına farklı bir vurgulama yapmaktadır ve bu nedenle yeni bir terimler dizisiyle tanışılmak durumunda kalınmaktadır. Bunlar arasında gösterge, anlamlandırma, görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge (index), düzanlam, yananlam gibi terimler yer almaktadır. Tüm bu terimler çeşitli anlam yaratma yollarına göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla göstergebilimin temel ilgi alanının merkezinde gösterge teriminin varlığından söz etmek olanaklıdır (Fiske, 1996: 61-62 ). Türkçede “gösterge” denildiğinde akla ilk gelen bir araçtır. Örneğin, ısıölçer bir göstergedir. Bize ısı hakkında bilgi verir. Bir ısıölçerin ilettiği bilgiyi doğru okumak için, hangi ısı birimine göre yapılmış olduğunu ve en azından sayıları okumayı öğrenmiş olmak gereklidir. Kısaca “gösterge, bizi bir ölçümü doğrudan doğruya yapmaktan kurtaran, bizim ölçme eylemimizin yerine geçen bir araçtır” denilebilir. Eş deyişle “ kendisi o şey olmadığı halde, o şeyi çağrıştırarak iletişim sağlayan her aracı bir göstergedir” (Erkman, 1987: 8-10). Göstergebilimin kurucularından Saussure dil ile ilgilenmiş ve göstergelerin diğer göstergelerle olan ilişkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Onun için gösterge, anlamı olan fiziksel bir nesnedir ve gösterge bir gösteren ile gösterilenden oluşur. Gösteren göstergenin algılanılan yanıdır. Örneğin, kağıt üzerindeki işaretler, havadaki sesler gibi. Gösterilen ise gösterenin göndermede bulunduğu zihinsel kavramdır. Bu zihinsel kavram, aynı dili paylaşan aynı kültürün üyelerinin tümü için ortaktır (Fiske, 1996: 67). Göstergebilimin bir diğer kurucusu Pierce’ün gösterge tanımı daha kapsamlıdır. Onun tanımında ise doğal İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 79 göstergeler de yer almaktadır. Pierce göstergeleri üçe ayırmaktadır: İkon, belirti, simge. Anlıksal çağrışımı gerektiren gösterge simgedir. Sözcük ile nesnesi arasındaki ilişki nedensiz olduğu için sözlü dil simgeye örnek olarak verilebilir (Büker, 1991: 46). Pierce’e göre nesnesi ile arasındaki nedenlilik ilişkisi olan gösterge ikon olarak tanımlanmaktadır. Nesnesi ile arasında fiziksel bağ olan gösterge ise belirtidir. Örneğin, duman ile ateş arasında bir bağ olduğu için duman ateşin göstergesidir (Büker, 1991: 30-31). Tüm bunların yanı sıra göstergebilimin en önemli alanı “anlamlama” başlığı altında toplanabilecek olan “düzanlam” ve “yananlam” kavramlarıdır. Bir göstergede, gösterenle gösterilen arasındaki ilişkinin kurulmasına “anlamlama” denilmektedir (Erkman, 1987:63) Anlamlamanın birinci uzantısı olan düzanlam, göstergenin ortak duyusal, bilinen anlamına gönderme yapan düzeyidir (Fiske, 1996: 116). Eş deyişle düzanlam gösterenle aynı şeydir. Şüphesiz bir gösterge her zaman bir tek düzanlam taşımamaktadır. Bir gösterilen düzanlamının yanı sıra başka anlamlarda taşıyabilir (Erkman, 1987: 73). Bu anlamlar anlamlama sürecinin ikinci düzlemini oluşturan yananlamlardır. Stuart Hall’a göre ise anlamlar kodlanmış (encoded) ve kodları çözümlenmiş (decoded) olarak var olurlar. Kodlama anlamların metin içine yaratıcısı tarafından yerleştirilme sürecidir. Anlam(lar) böylece kodlanır ve bu andan itibaren dolaylı bir biçim alır. Öte yandan, kodların çözümlenmesi okuyucunun anlam(lar)ı yeniden açımlamasıyla oluşur. Bu noktada ortaya çıkarılan anlam(lar) büyük olasılıkla yaratıcının yüklediğinden farklı olacaktır (Aktaran; Ocak, 1996: 33). Guiraud anlamı bir bağıntı olarak tanımlamaktadır. Bu bağıntı, her anlamı yeni bir anlam içine almaktadır. Denilebilir ki, göstergebilim, göstergelerin bilimi olduğuna göre, bütün bilgileri, bütün deneyimleri de kapsamaktadır. Çünkü herşey göstergedir: Herşey gösterilen, herşey gösterendir (1994:58). Saussure göstergelerin kodlar içinde düzenlendiği iki yolun varlığından söz eder. Bunlardan birisi dizisel (paradigmatic), diğeri ise dizimsel (syntagmatic) olanıdır. Bir dizim (syntagm), seçilen göstergelerin birleştirildiği iletidir. Bu paradigmadan seçilen bir birim normalde diğer birimlerle birleşiktir. Bu birleşim dizim olarak adlandırılmaktadır (Aktaran; Fiske, 1996: 82847). Dizim, dayanağı uzam olan bir göstergeler birleşimidir. Eklemli dilde bu uzam İletişim 2005/21 80 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI çizgiseldir ve tek yönlüdür. Burada her öğe değerini, kendinden önce gelen ve kendini izleyen öğelerle kurduğu karşıtlıktan alır. Söylem dışında, aralarında ortak bir yan bulunan öğeler bellekte birbirini çağrıştırırlar ve böylece çeşitli bağıntıların egemen olduğu öbekler oluştururlar. Her öbek, gücül bir belleksel dizi, bir “bellek hazinesi” ortaya çıkarır. Her dizide dizimsel düzlemdekinin tersine, aynı anda bir arada bulunmayan (in absentia) öğeler birbirine bağlanır. Çağrışımlara uygulanan çözümleyici çalışma, sınıflandırmadır. İki düzlem birbirine öylesine bağlıdır ki, dizim ancak çağrışımlar düzleminden yeni birimlerin art arda öbür düzleme aktarılmasıyla ilerleyebilir (Barthes, 1993: 53). Öte yandan, Saussure’a göre; göstergeleri anlamak, göstergelerin diğer göstergelerle yapısal ilişkisini anlamaktır. Bu da iki tür yani paradigmasal (seçim yapma), dizimsel (birleştirme) yapısal ilişki ile olanaklıdır. Tüm iletiler seçim yapmayı ve birleştirilmeyi gerektirirler (Aktaran; Fiske, 1996: 82-86). Bu bilgiler ışığında tüm toplumsal kurallar, modalar, dinsel törenler, toplumsal davranış biçimleri görüntüsel ya da nedenli simgelerdir denilebilir (Guiraud, 1974: 19). Dolayısıyla yaşamımızda varolan her şey göstergebilimsel açıdan çözümlenebilir. Bu çalışmada da Beymen reklamının öğelerinden oluşan paradigmadan sırayla seçip göstergebilimsel açıdan incelenecektir. Diğer bir deyişle, Beymen’in reklam metninde varolan slogan, renkler, siyah erkek, beyaz kadın ve diğer göstergeler benzerlerinin paradigmalarından yapılan seçimlerin bir dizimidir. Dolayısıyla bu dizim bize reklam metnini okuma olanağını sunmaktadır. Moda Ve Reklam Günümüzde moda insanların yaşam biçimini ve toplumdaki konumlarını belirlemektedir. Öyle ki moda insanların dünya görüşünü yansıtan bir ayna gibidir. Modacılar da toplumun eğilimlerinin yönünü yakalayarak, toplum tarafından benimsenecek geçici yenilikler sunarlar. Sundukları bu yenilikler önce üst tabaka tarafından benimsenir, gittikçe yayılan bu yenilik orta tabakaya hatta en alt tabakaya ulaşınca, üst tabaka artık bunu demode olarak kabul eder. Böylelikle modacılar yeni bir “geçici yenilik” sunma sürecine girerler ve kısır döngü bu şekilde işler (Uzoğlu, 1999: 122). İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 81 Modalar, topluluğu belirleyen varlıksal biçimlerdir: Giyinmek, beslenmek barınmak vb. Moda ihtiyaçtan çok tüketim malı üreten bir toplumda önem kazanır. Dolayısıyla ihtiyaçtan fazla olan bu ürünlerin bolluğu, bu ürünleri temel işlevlerinden koparır. Örneğin; giyim biçimimiz, arabamız, evimiz, parfümümüz toplumdaki yerimizin birer göstergesidir (Guiraud, 1994: 116). Dolayısıyla reklam pek çok alanda olduğu gibi moda kuruluşlarının da ayrılmaz birer parçası olarak karşımıza çıkar. Reklam bugün yaşamımızı şekillendiren ve yansıtan en önemli kültürel faktörlerden biridir. Öyleki çağımızda herkesin yaşamının kaçınılmaz bir parçası olarak varlığını sürdürür. (Williamson, 2000: 11). Böylesine bizi kuşatan reklamlar nasıl bir anlam taşıyorlar? Nasıl bir ideolojik işlevi yerine getiriyorlar? Kuşkusuz reklam metinlerini çözümlemenin bir yöntemi de göstergebilimdir. Çünkü Eco’nun da belirttiği gibi göstergebilim, gösterge dizgesi oldukları belirgin olarak anlaşılan dizgeleri incelemekle kalmaz, tüm kültür görüngülerini gösterge dizgeleriymiş gibi ele alır. Bunu yaparken de tüm kültür görüngülerinin gösterge dizgeleri olduğu varsayımından yola çıkar. Eş deyişle kültürün temelde bir bildirişim olduğunu varsayar (Aktaran; Erkman, 1987: 87). Bu gerçeklik karşısında reklamı bir metin olarak ele alıp göstergebilimsel açıdan çözümlemek olanaklıdır. Reklamlara ilk baktığımızda düzanlam olarak bir ürünün tanıtıldığını görmemiz olanaklıdır. Ancak bir göstergeler dizgesi olarak ele aldığımız zaman bu reklamın altında yatan ikinci anlamı ya da yananlamı gördüğümüzde okuma sürecimiz başlamış olur. Reklamın işlevlerinden birinin insanların sahip oldukları şeylerden daha fazlasını ve yenisini istemeyi sağlamak ve ekonomik, maddi olanakları ne olursa olsun, onları daha fazlasını istemeye özendirmek olduğunu biliyoruz. Bunu yaparken de tanıttığı ürün ya da hizmete anlam yüklemesi kaçınılmazdır. Çünkü amaç ürünü satmak ve hedef kitleye bu ürünü satın aldırmaktır. Bu noktada reklamın bir imaj yaratması önem kazanmaktadır. Örneğin; Beymen’in zaten daha önceden yaratılmış bir imajı olduğu için kendisine özgü bir anlam aramaz ve bildiğimiz bir anlamı kendisine uyarlamaktan kaçınmaz. Reklam metninde yer alan siyah erkeğin ve kadın bacağının, topuklu sandalet ayakkabının zaten toplumda bir anlamı vardır. Bu imgeler reklam metninde yer aldığı zaman başka bir dilde (reklam dilinde) başka bir anlam boyutuna taşınmış olmaktadır. Ancak bu imgelerin neyi İletişim 2005/21 82 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI karşıladığını bilmek, reklamı çözümlemek için yeterli değil. Başka ne önemli olabilir? Bunun neden beyaz erkek olmadığı ya da düz topuklu pabuç giyen bir kadın olmadığı da önem kazanmaktadır. Bu karşıtlıktan dolayı reklam metninin anlamı oluşuyor. Metni çözümlerken öncelikle şu soruların yanıtlarını bulmak gerekiyor. Slogan ne anlam içeriyor? Reklam neden turkuaz yeşili? Siyah erkek ne ifade ediyor? Kadın bacağı ne ifade ediyor? Kadın neden gövdesiz ve başsız olarak sunuluyor? Bu soruların yanıtını aramadan önce anlamı oluşturan ürünün ilişki kurduğu göstergeleri tanımlamak gerekiyor. Burada ilişki kurulan nesne ya da kişi gösterendir: Siyah erkek + kadın bacağı Gösterilen üründür: Beymen Bizi farkettiren Beymen’dir. Beymen’in bir özelliği vardır: Giyen fark edilir. Böylelikle ürün anlam kazanır. Ürün gösteren olur. Kendi dışında bir şeyi yansıtmaz, kendisini gösterir. Slogan: Farkediliyorsa Beymen’dedir Slogan gönderilen iletinin hedef kitle tarafından hatırlanmasına yardımcı olan bir göstergedir. İnsanlar gibi firmalarda sürekli iletişim içerisindedirler. Bu iletişim sırasında kim olduklarını gösteren mesajlar iletirler. Şüphesiz günümüzde artık iletişim, sadece bir imaj oluşturulması ya da mesajın iletilmesi ile sınırlı kalmıyor (Uzoğlu, 1999: 190). Russel ve Lane’e göre, sloganı ürünün yararını ve temasını ortaya koymak için birkaç kelime ile kolay hatırlanabilir bir tümce olarak tanımlamak olanaklıdır. Çünkü slogan tüketici üzerinde mesajını ve marka etkisini yansıtan kelimesi kelimesine hatırlanabilir ve tekrar edilebilir şekilde düzenlenmiştir. İdeal olan slogan kolay hatırlanabilir, açık ve kısa olmalıdır (Aktaran; Uzoğlu, 1999: 190). Beymen yarattığı sloganda farkedilmek imgesini ön plana çıkartmaktadır. Farkediliyorsa Beymen’dedir sloganı günümüzde farkedilmenin ne kadar önemli olduğunu vurgular. Böylece slogan okurun anlığına kaydedilir. İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 83 Barthes, göstergenin göstereni ve gösterileni arasındaki ilişkiyi ve göstergenin dışsal gerçeklikteki göndergesiyle ilişkisini betimlemesine düzanlam der (Aktaran; Fiske, 1995: 116). “Farkediliyorsa Beymen’dedir” sloganının düzanlamı zaten fark edilenlerin Beymen’den giyindiğini göstermektedir. Burada farkedilmek ve Beymen arasında anlamsal bir bağ kurulmuştur. Yananlam olarak Beymen’e gidenlerin zaten özel kişiler olduğu vurgulanmıştır. Bu ilişkiyi şema ile ifade edersek (Büker, 1992: 16); 1. Gösteren 1. Gösterilen (düzanlam) Zaten fark edilen biri, fark edildiği için Beymen’den giyiniyor. Kimliğinin fark edilme özelliği zaten var. 2. Gösteren 2. Gösterilen (yananlam) Beymen’e gidenler zaten özel kişiler, özel olmayan fark edilmeyen gitmiyor. Şekil 1: Reklam Sloganının Düzanlamı ve Yananlamı Sloganda yaratılan bu yananlamlar tüketicinin hem kimlik kazanması hem de var olan kimliğini sürdürmesi açısından önemlidir. Çünkü Barthes yananlamı “göstergenin, kullanıcıların duygularıyla ya da heyecanlarıyla ve kültürel değerleriyle buluştuğunda meydana gelen etkileşim olarak tanımlamaktadır (Aktaran; Fiske, 1995: 116). Beymen, sloganı ile gönderdiği iletide farkedilmek isteyenin Beymen’den giyinmesi gerektiğini vurgulanması sloganın düzanlamıdır. “Farkediliyorsa Beymen’dedir” sloganı moda ile Beymen’i özdeşleştirir. Aşağıdaki şekilde de görüldüğü gibi ürünün bir farklılık yaratması gerekir. Beymen’in seslendiği kitle üst gelir grubudur (A grubu). Dolayısıyla Farkediliyorsa Beymendir sloganı üst konumun gösterilenidir. Bu sloganda hiçbir yıldız ya da nesne ile ilişki kurulmamıştır. Yaşam biçiminizi yansıtmak için değil, yaşam biçiminizi yaratıp farkedilmek için Beymen alıyorsunuz yananlamı bu slogan ile oluşturulmuştur. Eş deyişle o gösterene yani üst sınıfa dahil olunduğunu göstermek için ya da dahil olmak için İletişim 2005/21 84 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI Beymen ürünleri satın alınmaktadır. Farklı olduğunuz için Beymen alıyorsunuz Ürün farklılığı yaratıyor Beymen aldığınız için Farklı oluyorsunuz ve farkediliyorsunuz Şekil 2: Reklam Sloganı Ürün Farklılığını Vurguluyor Yukarıdaki şekilde de gösterildiği gibi farklı olmak önem kazanmaktadır. İnsanlardaki farklı olma ve farklı olmama isteği sürekli çatışma halindedir. Kişi modayı takip ederken kendinden üstün gördüğü, modayı takip edenler grubundan ayrı olmamak için onlarla arasındaki bütün farkları gidermeye çalışır. Diğer yandan kendi içinde bulunduğu küçük grubun insanları arasından seçilerek göze çarpmak ister. Böylece sınıf atladığına inanır. Böylece “yeni sınıfının” konumunu kendi belirlemiş olur (Barbarosoğlu, 1995: 64). Farkediliyorsa Beymen’dedir sloganı da Beymen’den giyinen kişinin o sınıfla özdeşleşmesini ve kişinin farkedilip görünür kılınmasını sağlar. Renklerin Dili Reklam metninde yer alan bir diğer göstergemiz ise renklerdir. Renkler hiçbir zaman tek başlarına varolmazlar. Her zaman bir göndergeye bağlı ve bir şeyin rengidir (Kıran, 1995: 69). Renk kuramcısı Joheannes Itten’e göre “güzel/çirkin yargısı, renkleri değerleri ile algılamak için geçerli bir gönderge değildir. Yararlanılabilir bir gönderge öğesi oluşturabilmek için her rengi önce komşu rengi içinde incelemek gerekir” demektedir (Aktaran; Kıran, 1995: 70). Arnheim’da renklerin anlamlarının uzlaşımlara dayandığını, İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 85 bundan dolayı da kültürden kültüre değişebileceklerini vurgulamaktadır. Aynı zamanda rengin anlamının içerikle değişebileceğini belirtir. Aynı renk (siyah-beyaz) değişik bağlamlarda değişik anlamlara gelebilir. Çünkü Eco’nun da belirttiği gibi işlev öğeleri (anlatım ve içerik) birbirinden bağımsızdır. Aynı anlatım başka bir kural temel alındığında değişik bir içerikle bağlantı kurabilir (Aktaran; Büker, 1985: 74). Kuşkusuz bu reklamda da seçilen renkler Türk kültürü açısından bazı çağrışımlara yol açmaktadır. Çünkü renkler özellikle duyguları etkilemektedir. Eğer renkler kontrast olarak kullanılırsa, uyumlu etkili çok güzel armoniler ortaya çıkarmak olanaklıdır. Zıt renkler ise birbirlerinin kuvvetlerini arttırır ve şiddetlendirir (Atalayer, 1994: 187). Beymen reklam metninde de da siyah erkek ve beyaz kadın ile bu uyum sağlanmıştır. Öte yandan yeşil bir fon kullanılmış en alttada kırmızı bir bant yer almıştır. Siyah beyazın uyumunun yanısıra yeşil ve kırmızının zıtlığı reklamın dikkat çekmesi diğer reklamlar arsında da ayır edici olması açısından önemlidir. Renklerin diline baktığımızda siyah sonsuz bir karanlığın simgesidir. İnsanlar üzerinde bilinmezliğin verdiği korkuyu yaratır. Aynı zamanda hem bilinmezliğin hem de gizemin simgesi durumundadır. Tüm bu olumsuzluklara karşın siyah bir tepki rengidir. Çünkü, insan sonsuz karanlıkları dağıtarak bir galibiyete ulaşmak ister. Siyah renk ayrıca kişiliği daha belirli bir kimliğe de sokar (Yılmaz, 1991: 37-38). Beyaz renk ise dengeyi simgeler. Bu bir “susuştur”. Ancak ‘yaşamı canlılığı’ içinde taşıyan, asla ‘ölüm’ gibi olmayan bir susuştur (Atalayer, 1994: 172). Beyaz da daima neşe ve sevinç öncesinin bir sessizliği vardır. Bundan dolayı da insan psikolojisinde beyaz, ferahlık, soğuk kanlılık, samimiyet ve aydınlık duyguları uyandırır. Toplumsal değerlerde ise beyaz, “masumiyeti, temizliği ve asaleti” simgeler. Beyaz huzur ve güven verici bir etkiye sahiptir (Yılmaz, 1991: 43-44). Bu bağlamda kadının beyaz, erkeğin ise siyah seçilmesi nedensiz değildir. Toplumsal değerlere baktığımızda kadın masumiyeti, temizliği, asaleti, duruluğu ve bakireliği simgelerken, erkek gücü, kararlılığı ve şiddeti simgeler. Böylece siyah-beyaz karşıtlığı yaratılırken bir yandan da kadın ve erkek rolleri de belirgin olarak reklam metninde izleyeni ile buluşur. İletişim 2005/21 86 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI Yeşil ise temiz bir doğa ve ferahlık çağrışımı yaratır. Yeşil ne insan psikolojisindeki ulaşılması gereken tutkulara eşlik eder, ne de ulaşamamanın verdiği üzüntüyü teselli eder. Hiçbir duygu için etkinlik göstermez. Ancak insana huzur, rahatlık ve sakinlik duygusu verir. Yeşil, mavi ile birlikte kullanıldığında dinlendirici özelliğinin azaldığı, yerine bir ciddiliğin ya da düşünselliğin geçtiği hissedilir. Ayrıca toplumda manevi duygular ile etkileşim içindedir (Yılmaz, 1991: 37-38). Bu reklamda da bir yandan kadın ve erkek cinselliği sunulurken diğer yandan doğanın huzuru ve ferahı yeşil fon kullanılarak sağlanmıştır. Kırmızı ise sınırsız bir coşkuyu simgeler. Büyük bir enerjiye sahiptir. İnsan psikolojisine etkilerine bakıldığında, açık tonlardaki kırmızı güven, hakimiyet, sevgi duygusu uyandırır. Orta kırmızı düzen, koyu kırmızı ise iç tepkisel duyguları ortaya çıkaran bir etki bırakır. Bu renk soğudukça kendini mavinin dinlendirici etkisine bırakır ve aktifliğini yavaş yavaş kaybeder. Kuşkusuz kırmızı aşkın ve sevginin simgesidir (Yılmaz, 1991: 20-22). Böylece reklam boyunca süregelen tezatlıklar kırmızı bant ile tamamlanır. Hem izleyenin dikkatini çekmek hem de tezatlığı tamamlamak için yeşil fonun üzerinde kırmızı bant yerini alır. Reklam metninin vermek istediği iletinin etkisi daha da artar. Siyah Erkek + Beyaz Kadın: Cinselliğe Dokunuyor Erkek vücudunun sergilenişi cinsiyet rollerinin ve erkek gücünün çok çeşitli sözsüz iletişim yöntemlerinden biridir. Nancy M. Henley’e göre, sözsüz iletişim kadın ve erkek ilişkilerinde bir gösterge olarak kabul edilebilir (Aktaran; Dyer, 1996: 36). Beymen reklam metninde erkek gücü siyah erkeğin vücudunun sergilenişi ile gösterilmiştir. Bu reklam metninde olduğu gibi cinsel manzara olarak sunulan erkek imajlarına baktığımızda karşılaştığımız pek çok tutarsızlık vardır. Bu erkekler görsel bir araçtır, kadınlar tarafından bakılmak için oradadırlar. Öte yandan bu, kimin baktığı ve kime nasıl baktığı kodlarını ihlal eder (Dyer, 1996: 36). Erkek ne kadına bakar ne de kadın izleyiciye. Sırtı dönüktür. Onun ilgi odağı kadının cinselliğini ortaya koyan ayakkabı olmasına karşın reklam metnine bakan kadın izleyicinin ilgi odağı zenci erkeğin vücududur. Bir anlamda da gücüdür. Bu olguyu Paul Hoch “White Hero Black Beast” adlı kitabında şöyle açıklar. Bu İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 87 reklamda da olduğu gibi daha yüksek daha alçaktan iyidir, yukarıda sunulan baş aşağıdaki cinsel organların sunulmasından daha ilgi çekicidir (Aktaran; Dyer, 1996: 36). Bu reklamda da başın üzerindeki göz kadının fetişe dönüşmüş ayağına bakmaktadır. Paul Hoch’a göre; “Aynı zamanda gerilme (kasılma) ve yukarıda olma çabası, duygusu görünüşte daha iyi bir cinselliği simgeler. Gerilme (kasılma) ve çabalama terimleri toplumda erkek cinselliğini tanımlamada sıkça kullanılmaktadır (Aktaran; Dyer, 1996: 36).” Reklamda yer alan siyah erkek vücudu aslında Berger’in sözünü ettiği Avrupa yağlıboya resim geleneğinde seyirlik nesne olarak sunulan kadın tablolarının tersine çevrilmiş biçimini çağrıştırmaktadır. Buna göre Avrupa yağlıboya resim geleneğinin hiç durmadan yinelenip duran en önemli konusu kadındır.Bu tür, çıplak kadın resmidir. Avrupa geleneğindeki çıplak kadın resimlerinde kadınların seyirlik nesneler olarak görülüp değerlendirilmelerinde geçerli olan ölçü ve töreler bulunabilir. Bu gelenek de kadın kendi başına çıplak değildir. Seyircinin onu gördüğü biçimde çıplaktır. Kadın kendisini seyreden bizlere bakmaktadır. Tintoretto (1518-1594) Susannah ve Kent’in Büyükleri tablosu ve Von Aachen’in Baküs, Ceres ve Küpit adlı tabloları bunlara örnek olarak verilebilir.Bu tablolarda kadın kendisini izleyen bizlere bakmaktadır. Eş deyişle kadın kendisini kadının gerçek aşığı sanan kişiye-izleyici sahibine bakar (Berger, 1990: 50-56). Beymen reklamında da siyah erkek bu tablolar gibi izleyene kendisini sunmaz, sanki bakışın nesnesi olmaz, “davetkar” değil gibidir. Güzel gövdesini sunmuyor gibi yapar. Ancak metin dikkatle okunursa izleyene gövdesini sunduğu görülebilir. Yanılsamayı yaratan ona bakan bir öznenin olmayışıdır. Siyah erkek bir yandan kaslı vücudu ile cinselliği simgelerken bir yandan da erkek gücünü ve “fallusun” üstünlüğünü bir kez daha izleyene anımsatır. Segal’e göre cehenneme, ölüme, karanlığa ve lanetlenmeye giden ürkütücü ancak baştan çıkarıcı yola Batı bilincinde daima seks bulaşmıştır. Siyah –acımasızca damızlık siyah ‘oğlan’ ve fahişe siyah kadın imgeleriyle temsil edilen- seksin ‘kirli’ sırlarının rengidir (Segal, 1990: 220). Öte yandan kaslılık erkek vücudunu değerlendirmede anahtar bir terimdir. Kaslılık gücün simgesidir kuşkusuz.. En azından gelişmiş kaslar, genellikle kadınların erişemiyeceği bir fiziksel gücü belirtir. Erkeklerdeki kaslılık biyolojik olarak verilen gizil gücü simgeler. Aynı zamanda hem kadınlara hem de dünya nimetlerini ve de kadını paylaşma yarışında olan diğer erkeklere İletişim 2005/21 88 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI egemen olma aracıdır. Önemli olan şudur: kaslar biyolojiktir, bu nedenle doğaldır; ve biz, özellikle cinsellik ve tür konusunda(ki) alışkın olduğumuz düşünceleri değiştiremeyiz. Böyle olunca da doğal olduğu gösterilebilecek şey verilmiş olarak ve kaçınılmaz olarak kabul edilmelidir. Kasların “doğallığı” erkek gücü ve egemenliğini yasal kılar (Dyer, 1996: 38). Toplumun siyah erkeğe yüklediği değerlere baktığımızda da bunu görmemiz olanaklıdır. Toplum siyah erkeği sportif ve cinsel gücün simgesi olarak izleyene sunar. Siyah erkeğin böyle sunulması gibi kadın da reklam metninde cinsel bir nesne olarak yer almıştır. Reklamın bütününe bakıldığında ise kadının bir kenarda bırakılmış olduğu düşüncesi ağır basar. Önemli olan kadının bacaklarıdır. Böylece erkeğin kaslı vücudu ile sunulan erkek cinselliğine karşın beyaz kadının sadece bacakları ile kadın cinselliği oluşturulur. Hem kadın hem de erkek fetiş bir nesneye dönüştürülür. Dikkat çekici olan fetiş nesneye dönen erkeğin zenci olmasıdır. Dyer’a göre, ırk ve sınıf açısından ise ilginç bir farklılık vardır. Erkek gücü imajlarının daima ve zorunlu olarak toplumdaki öteki güç göstergeleriyle birlikteliğine iyi bir örnektir bu. Irkçılıkla ilgili olarak, beyaz erkek imajlarında gösterilen ya da ima edilen etkenlik batı toplumundaki boş zaman ve çalışma (zamanı) ayrımıyla açıkça ilgilidir. Siyah erkeklerse gerçekte Amerikalı ya da Avrupalı oldukları halde “orman” ve dolayısıyla “vahşilik” fikirlerinden soyutlanamaz bir fiziksellikle verilir. Bu, ya doğal ortamda genel bir fiziksel çaba, doğanın enerjisiyle (tabii ki davul sesleri) birleştirilerek ya da son zamanlarda olduğu gibi “siyah güç” sembolizmi çarpıcı şekilde kullanılarak yapılır. Bu ırkçı politikaların bir kabulü olarak görülebilir ve belki bazı izleyiciler için böyledir. Fakat medyanın siyah gücü yapılandırma şekli gerçekte, bir politik hareketten çok vahşi bir enerji fikri üretme eğilimi göstermektedir (1996: 37). Renkler bölümünde de siyah bu enerji ile ilişkilendirilmiştir. Ayrıca yeşil renk ile orman-vahşi erkek ilişkisi tamamlanmıştır. Erkek vücudu bu reklamda olduğu gibi gerçekten bir hareket içinde yakalanmadığında bile, vücudun pozuyla erkek imajı yine de etkenlik izlenimi verir. Rahat görünüşlü uzanmış pozunda bile, model kaslarını belirtecek şekilde vücudunu gerer ve sertleştirir; böylelikle vücudun harekete hazırlığına dikkat çekilir (Dyer, 1996: 37). Eş deyişle erkek cinselliğini yaşamaya hazır durumdadır. Buna karşın kadın sadece bacakları ve ayakkabısı ile vardır. İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 89 Kadın bacaklarının kullanımına baktığımızda ise toplumda kadının konumunu anlamamız olanaklı olacaktır. Berger, erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler der. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye – özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur (1990: 47). Burada siyah erkek de çıplak vücudunu sergilerken tıpkı kadın gibi görsel bir nesneye dönüşme tehlikesi içindedir. Kuşkusuz bu görsel nesneye dönüşen erkeğin siyah olması ilgi çekicidir. Çünkü Segal’e göre “siyah” ve “dişil” benzerliği vardır. Her iki grup da toplumsal olarak ikinci sınıf konumuna düşürülme ve kültürel olarak değersiz görülme deneyimini paylaşır ve siyah adam tiplemesinin sömürgeci biçimi tam da beyaz “erkekliği” ile “gerçek” erkeklik arasında temel bir karşıtlık yaratmaktadır. Siyah erkek, erkeklikten mahrum bırakılmıştır (1990: 225). Dolayısıyla siyah erkeğin çıplak olarak sunulması beyaz erkeklerin gururunu kıracak bir şey değildir. Renkler bölümünde de değinildiği gibi siyah-beyaz karşıtlığı varlığını sürdürmeye cinsiyet rolleri açısından da devam etmektedir. Bu reklam metninde dikkati çeken bir diğer öğe ise kadın ve erkeğin birbirlerine dokunmamalarıdır. Desmond Morris’in “sevmek dokunmaktır” tümcesinden yola çıkacak olursak burada sevginin söz konusu olmadığını yalnız cinselliğin ön plana çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Kısaca bu metin cinselliğe dokunmaktadır. Giysilerin Dili: Ayakkabı Cinselliğe dokunuşu pekiştiren bir diğer gösterge ayakkabıdır. Cinselliğe dokunma olgusu kadının ayakkabısı ile devam ediyor. Giyinmek özellikle kadınlar için cinselliğin bastırılması anlamına gelir. Kadın bazı cinsel bölgelerini giyinerek kapatır. Simgesel olarak ifade edilmiş “toplumsal kimlik” nosyonu, kişinin kıyafet konusundaki öznel eğilimleri ile bunları tanımlayıp çerçevelerini çizen kültür arasında gerekli bir kavramsal köprü işlevi görür (Davis, 1997: 100). Guiraud’a göre giyim tarzımız, kullandığımız araba, oturduğumuz ev, süründüğümüz parfüm, evimizin dekorasyonu vb. toplumdaki yerimizin birer göstergesidir İletişim 2005/21 90 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI (1994:116). Bireyin güzel görünmek, varlıklı bir kişi izlenimi bırakmak, güçlü görünmek gibi ruhsal yapısı modayı etkileyen faktörlerden birisidir. Ancak bu reklam metninde mankenler bedenlerinde giysi taşımamaktadırlar. Bize kadın ya da erkeğe ilişkin bir giysi sunulmaz. Ama sunulan “Beymen”dir. Beymen’in zaten marka olarak toplum içinde bilinen bir yeri vardır. Bu reklam metni ayrıca slogan bölümünde de belirtildiği gibi bize giysi sunmaz. Kadın ve erkek manken yalnız cinselliklerini sergilerler. Özellikle kadının başının olmaması, dikkatlerin bacaklarında ve sandalet olan ayakkabısında toplanması önemli bir ayrıntıdır. Giysi simge ilişkisi açısından bakıldığında Pond’a göre kadın ayakkabıları buna iyi bir örnektir. Bu reklamda gördüğümüz arkası askılı ayakkabıların dekolte olduğu söylenebilir; bağcıklı ve altı düz ayakkabılar cinsellikten uzak bir ağırbaşlılık taşırlar; üst yüzeyinde derin bir oyuk bulunan dilsiz ayakkabılar göğüs dekoltesini simgelerler; iğne topuklar saldırgan bir cinselliği, parmakların açıkta bırakılması, iç çamaşırlarını sergileme arzusunu gösterir (Aktaran; Davis, 1997: 108). Bu genel yargı o kadar güçlüdür ki pek çok filmde de kahramanların kişilikleri ile ayakkabıları arasında bir bağ kurulmuştur. Örneğin; Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı filmdeki “femme fatale” kadınlar hep ince, yüksek topuklu simsiyah ayakkabılar giyerler. Yüksek Topuklar adlı filmin afişinde yüksek topuklu kadın ayakkabısının neler yapabileceğini görmek olanaklıdır. Bir anneyle kızı arasındaki ilişkinin tehlikeli boyutlarını sergileyen bu filmin afişinde Victoria Abril’in ayakkabısının tekinin topuğunda ateşlenen bir silah figürü, “bir kadın istedi mi öyle gizli bir kötülük olabilir ki şaşarsınız” tümcesi ile aynı anlamı taşır (Göral, 1996, 18). Eşdeyişle bu reklam metninde kadının giydiği ayakkabı tüm reklam metnini özetleyiverir. Siyah, sivri topuklu, burnu açık, ince atkılı ayakkabı kadın üzerinde varolan tek giysidir. Dolayısıyla kadını saldırgan cinselliğinin ve erkek üzerindeki cinsel etkisinin sergilenmesinin bir göstergesi olarak ayakkabı reklam metninde yerini alır. Yukarıda da belirtildiği gibi kadın ve erkek birbirlerine dokunmamalarına ve birbirlerine bakmamalarına karşın erkek kadının ayakkabısının topuğuna ve tabanına dokunmaktadır. Böylece cinselliğe dokunma teması ayakkabı imgesinde de devam etmektedir. İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 91 Sonuç Günümüzde her an her yerde karşımıza çıkan reklamların etkisinden uzak kalmak neredeyse olanaksız. Özel alanlardan kamusal alanlara dek reklamlar yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Biz belki de çok da farkında olmadan reklamların bize sunduğu iletileri alıyoruz ve tüketim yolculuğuna devam ediyoruz. Ancak reklamlar bizi bir yandan tüketime yönlendirirken diğer yandan toplumda varolan değerleri pekiştirme ya da değiştirme işlevlerini de yerine getiriyorlar. Reklamı okuma edimine başladığımız anda reklamın altında yatan yananlamlara da ulaşmaya başlıyoruz. İncelenen reklam metninin diğer tüm reklam metinlerinde olduğu gibi bir düzanlam taşıdığı görülmektedir. Bunun yanı sıra yananlamsal olarak da okurun kültürel değerleriyle buluşarak yeni bir alt okumanın olanaklı olduğu saptanmıştır. Böylece göstergelerin diğer göstergelerle ilişkisi kurularak seçim yapma ve birleştirme işlevi yerine getirilerek reklam metninin yeni okumalara olanak tanıdığı ortaya konulmuştur Çalışmanın sonucunda reklam sloganının yananlamın oluşma sürecinde önemli bir işlevi yerine getirdiği görülmüştür. Bu slogan yananlamsal olarak Beymen’den giyinen kişinin fark edilip görünür kılınmasını çağrıştırmaktadır. Reklam metnini oluşturan diğer bir gösterge ise renklerdir. Renklerin de belirli bir nedene göre seçildiği (beyazın masumiyeti, siyahın kararlılığı ve şiddeti simgelemesi gibi) gözlemlenmiştir. Böylece reklam metninin iletisinin etkisi arttırılmıştır. Bunların yanı sıra reklam metninde kadın ve erkeğin kullanımının toplumsal cinsiyet rolleri ile yakından ilişki içinde olduğu saptanmıştır. Kadının görsel bir nesneye dönüştürülmesinin yanısıra erkeğin de aynı şekilde görsel bir nesneye dönüştüğü görülmüştür. Ancak erkeğin siyah olması dikkat çekicidir. Çünkü toplumsal değerler açısından bakıldığında beyaz erkeğin bir cinsel nesne olarak sunulması onaylanan bir bakış açısı değildir. Ancak erkeğin siyah olması toplumda erkeğe ilişkin varolan değerleri tehdit etmemektedir. Beymen’e ilişkin bu reklam metni de bize toplumsal değerler açısından pek çok gösterge sunmaktadır. Reklamın sloganından, renklerine, kadın ve erkek mankenlerden ayakkabıya değin kadın ve erkeğin cinselliğinin kodlanması okurun ya da izleyicinin anlığına yazılıyor. İletişim 2005/21 92 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI Kuşkusuz bunları okuma sürecinde pek çok karşıtlık kurmak olanaklı. Son olarak reklam metnindeki ikili karşıtlıklarını şöyle sıralayabiliriz. Farkedilmek Farkedilmemek Beymen Öteki moda kurumları Siyah erkek Beyaz erkek Beyaz düzgün kadın bacakları Beyaz düzgün olmayan kadın bacakları (yamuk ya da toplu bacak) Topuklu sandalet Düz kapalı ayakkabı Siyah erkek gücü ve cinselliği Kadın cinselliği Şekil 3: Beymen Reklamındaki İkili Karşıtlıklar Bu ikili karşıtlıklar sonucunda Beymen’in diğer moda kurumları içindeki yeri (saygınlığı, üst sınıfa seslenmesi gibi) siyah ve beyaz erkeğin toplumsal konumlarının farklılığı, beyaz düzgün bacakların kadın cinselliği ve toplumun kadına yüklediği bakış açısını, yine cinsellik bağlamında simgesel olarak topuklu sandaletin ve karşılığında düz kapalı ayakkabının yananlamlarını, toplumsal cinsiyet kavramı açısından siyah erkek gücünün ve cinselliğinin karşıtında kadın cinselliğinin anlamları oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu ayrımlar reklam metninde oluşturulan iletinin ana öğelerini ortaya koyar. Eşdeyişle farkedilmek için Beymen almalısınız ve böylece cinselliği, gücü, çekiciliği, güzelliği bedeninizde hem toplar hem de bu yolla farkedilirsiniz iletisi kurulan bu karşıtlıklarla bir kez daha pekiştirilir. Böylece reklam metni istediği amaca ve kitleye ulaşmış olur. İletişim 2005/21 Görsel ve Sözel Göstergeler Açısından Bir Reklam Çözümlemesi: Beymen Örneği 93 KAYNAKÇA Atalayer, F. (1994). Temel Sanat Öğeleri. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları No:5. Barbarosoğlu, Karabıyık, F. (1995). Modernleşme Sürecinde Moda ve Zihniyet. İstanbul: İz Yayıncılık. Barthes, R. (1993) Göstergebilimsel Serüven. Çeviren: M. Rifat ve S. Rifat. 2. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Berger, J. (1990). Görme Biçimleri. Çev: Y. Salman. 4. Baskı. İstanbul: Metis Yayınları. Büker, S. (1985). Sinemada Anlam Yaratma. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. _______(1991). Sinemada Anlam Yaratma. Ankara: İmge Kitabevi. _______ (1992). Tenisten Sonra Sodasız Viski. Ankara: İmge Yayınları. Davis, F. (1997). Moda Kültür Kimlik. Çeviren: Özden Arıkan. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları. Dyer, R. (1996). “Şimdi Bakma: Çıplak Erkek Posteri”. Çeviren: E. Biryıldız. 25. Kare Sinema Kültür Dergisi. Sayı: 17. Ekim-Aralık. Ellul, J. (1998). Sözün Düşüşü. İstanbul: Paradigma Yayınları. Erkman. F. (1987). Göstergebilime Giriş. İstanbul: Alan Yayıncılık. Fiske, J. (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çeviren: S. İrvan. Ankara: Bilim Sanat Yayınları/Ark. Göral, B. (12 Kasım 1996). “Sinema Ayakkabıya da Baktı” Milliyet Pazar Dergisi. Sayı;12. Guiraud, P. (1994). Göstergebilim. Çeviren: M. Yalçın. 2. Baskı. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Kıran, A. (1995). “Rimbaud’un Şiir Renkleri”. Anadolu Sanat. Eylül. Sayı:4. Ocak, Ersan. “Kentin Değişen Anlamı”. Birikim Dergisi Türkiye’nin Şehirleri Yeni Anlamlar Yeni Haritalar Özel Sayısı. Haziran-Temmuz. 1996. Segal, L. (1990). Ağır Çekim. Çeviren: V. Ersoy. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Uzoğlu, S. (1999).Kurumsal Kimlik ve Anlambilim Çerçevesinde Vakko Örneği. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi. Yılmaz, Ü. (1991). Renk Psikolojisi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Williamson, J. (2000). Reklamların Dili Reklamlarda Anlam ve İdeoloji. Çeviren: A. Fethi. Ankara: Ütopya Yayınevi. İletişim 2005/21 94 Sevil UZOĞLU BAYÇU- Canan ULUYAĞCI Özet Reklamların günlük yaşam içinde her an karşımıza çıktığı ve belirli anlamlar içerdiği bilinmektedir. Dolayısıyla hangi kitle iletişim aracında yayınlanırsa yayınlansın reklamlar metin olarak okunmaya açıktırlar. Bu olgudan yola çıkılarak yapılan çalışmada gazetede yer alan Beymen reklamı göstergebilimsel açıdan çözümlenmiştir. Bu bağlamda öncelikle yöntem tanıtılmış daha sonra reklam ve moda ilişkisi ele alınmıştır. Ardından reklam metnini oluşturan slogan, renkler, siyah erkek ve beyaz kadın imgesi, giysiler gibi göstergeler irdelenmiştir. Bu göstergelerin ikili karşıtlıkları kurularak sonuca ulaşılmıştır. Bunun sonucunda düz olarak algıladığımız metnin aslında bize kültürel kodlar üzerine bilgiler verdiği saptanmıştır. Anahtar Sözcükler: Reklam, Metin, Moda, İkili Karşıtlık, Kod. Abstract It is known that commercials are met inour daily life and consist of certain messages. So, they are open to be read as a text in every medium. Within this context, in this study, Beymen commercial has been analysed from the view point of semiotics. In this framework, first of all method has been described and than the relations between commercials and fashion have been studied. At the second step of the study, every element of the commercial like slogans, conlours, image of the black man and white woman, clothes has been analysed. It has been reached a coclusion by establishing a binary opporistion. As a result, it has been determined that the text which we perceive directly, gives us in fact, messages over the cultural codes. Key Words: Comercial, Text, Fashion, Binary Opporisiton. İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri Serdar ÖZTÜRK* Giriş Yirminci yüzyılda sosyal bilimler alanında çalışan çoğu batılı bilim insanının kamusal alan konusundaki yaklaşımı Batı merkezlidir. Eleştirel paradigmadan olsun veya olmasın kamusal alan üzerine yazanlar, tartışmalarını Batı merkezinden ortaya koymuşlardır. Onlara göre kamusal alanın doğuşu ve gelişimi Batıya özgü bir olgudur. Batı dışındaki toplumlar, tartışmalarda neredeyse kendilerine yer bulamazlar. Dolayısıyla Batı dışındaki toplumlarda, Batı çerçevesinden tanımlandığı biçimiyle ve hiç olmazsa temel bazı özellikleri açısından bir kamusal alanın var olup olmadığı bile Batılı bilim insanları tarafından çoğunlukla sorun edilmez. Aynısı, coğrafi olarak Batı dışında yaşamasına rağmen Batı merkezli kamusal alan tartışmalarını içselleştiren ve kendi içinde yaşadıkları coğrafyada benzer bir alanın olup olmadığını sorgulamayan bilim insanları için de geçerlidir. Batı merkezli tartışmalardan etkilenen bu aydınlar Batı’daki tartışmaları kendi ülkelerine taşımışlar, kendi yaşadıkları ülkenin tarihsel birikimini kamusal alan bağlamında çok fazla sorgulamamışlardır. Bu makale, böyle bir sorgulamaya girişmektedir. Çalışmanın ana tezi, Batıya özgü olduğu ileri sürülen kamusal alana ilişkin dinamiklerin Osmanlı İmparatorluğunda “basının ortaya çıkmasından bile” var olduğudur. Çalışma, buna ilişkin kanıtları ortaya koymayı amaç edinmektedir. Makale, öncelikle kamusal alan ve kamuoyu kavramlarının Batı literatüründeki yerini kısaca gözden geçirecek, bu tartışmalar çerçevesinde sözü edilen ana argümanların karşılığını Osmanlı İmparatorluğu’nda bulmaya çalışacaktır. * Yrd.Doç.Dr. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü İletişim 2005/21 96 Serdar ÖZTÜRK Batı Merkezli Kamusal Alan Kavramı Batı’da “kamusal alan” kavramı, Habermas’ın 1964’de Almanca baskısı yapılan Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü isimli eserinin 1989’da İngilizce’ye çevrilmesinden sonra sık tartışılır olmuştur. Bu nedenle öncelikle bu eserdeki ana argümanları kısaca ele almak gerekir. Habermas, bu eserinde Batı’daki kamusal yaşamın tarihsel gelişimini merkeze almıştır. Buna göre Antik Yunan’da kamu ve özel arasında ayrım bulunmaktaydı. Şehir devletlerinde polis alanı, oikosun özel alanından ayrıydı. Kamu yaşamı pazar yerinde ve yurttaşların günün sorunlarının konuşabileceği toplantılarında oluşturuldu. İlke olarak yurttaşlar statüsünde olan herkes eşitler olarak etkileşimde bulunabilecekleri bu tartışmalara girmekte özgürdüler (aktaran Thompson, 1993: 175). Avrupa Orta Çağında, farklı bir kamusal alan ortaya çıkmadı. Habermas’a göre, kamusallık bu dönemde kralların ve lordların statüsüyle ilgiliydi. Kamusal figürler kendilerini daha üst bir otoritenin temsilcileri veya somutlaşmış halleri olarak sahneye koydular. Habermas’ın “temsili” olarak nitelendirdiği bu kamusallık onbeşinci ve onaltıncı yüzyıldaki saray yaşamının ifadesiydi. Zamanla bu yaşamın önemi azaldı. Onaltıncı yüzyılda ticari kapitalizmin gelişimiyle birlikte değişen siyasal iktidarın kurumlaşmış formları erken modern Avrupa’da yeni bir tür kamusal alanın doğuş koşullarını ortaya çıkardı. “Özel” alan, ekonomik ilişkileri ve kişisel ilişkiler alanını kapsadı. Devlet ve özel alan arasında Habermas’ın burjuva kamusal alan olarak adlandırdığı yeni bir kamusal alan ortaya çıktı. Bu alanda burjuvalar, sivil toplumun düzenlenmesi ve devlet konularında kendi aralarında tartışmalar yapmaktaydılar. Bu yeni kamusal alanı devletin bir parçası değildi, tersine devletin eylemleriyle çatışan devlete karşıt bir alandı. İlke olarak herkese açık olan ve tartışmanın sınırlandırılmadığı bu alanda özel bireyler, aklını kullanarak kamusal sorunlar üzerinde konuşmalar yapmaktaydılar (175-6). Burjuva kamusal alanın doğuşu Habermas’ın açıklamasında kilit rol oynayan diğer iki gelişme tarafından geliştirildi. Bir gelişme süreli basının yükselişiydi. Habermas onyedinci yüzyılın sonu ve on sekizinci yüzyılda Avrupa’nın bazı bölgelerinde görülmeye başlanan eleştirel dergilere özel önem verir. İkinci gelişme kasaba ve şehirlerdeki yeni toplumsallaşma İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 97 merkezleriydi. Bunlar, onyedinci yüzyıl ortasından başlayarak salonları ve kahvehaneleri içerdi. Bu yerler, eğitimli elitlerin birbirleriyle tartışmalar yapabilecekleri merkezlerdi. Burjuva kamusal alanı İngiltere’de kahvehanelerde ve The Tatler gibi dergilerde kendisine temel buldu. Fransa’da ilk defa Paris salonlarında ve Almanya’da daha mütevazi bir formda okuma kulüplerinde ortaya çıktı (Habermas’tan aktaran Mah, 2000: 157; aktaran Thompson, 1993: 176). Dolayısıyla Habermas’ın “kamusal alan” görüşü, kahvehaneler, salonlar ve kulüplerin on sekizinci yüzyılda devletten bağımsız, devlete karşı fikirler üreten merkezler oldukları yönündedir. Burjuva sınıfı, bu mekânlarda bir araya gelerek önce edebiyat tartışmalarıyla, daha sonra siyasi sohbetlerle devlete karşı, devletten ve ekonomik çıkarlardan bağımsız bir alan yaratmıştır (Habermas, 2000: 106-107). Bu alan, yazarın, eserinin girişinde de belirttiği üzere tarihseldir ve bir dönemin özelliğidir (Habermas, 2000: 10). Habermas’ın analizine göre, kamusal alanın asli görevi, hükümet politikalarını sistemli ve eleştirel bir biçimde denetlemektir. Kamusallığın kritik ilkesi kamuoyu kavramıdır. Batıdaki kamuoyu anlayışı ise Habermas’ın sözünü ettiği devlet ve toplum arasındaki bir ara form olarak “ilk defa” ortaya çıktığı [ileri sürülen, S.Ö.] kamusal alanda belirir (Hohendahl ve Russian, 1974: 46). Habermas’ın kamusal alan kavramıyla ilişkili kıldığı bu kamuoyu kavramı Kant’ın aydınlanma üzerine olan yazılarına kadar götürülebilir. Bu görüşe göre, özel kişilerin kişisel görüşleri herkese açık ve baskıdan arınmış olan rasyonel-eleştirel tartışma süreci sayesinde bir kamuoyuna dönüşebilir (Thompson, 1993: 178; Dahlberg, 2005: 112-3). Habermas’ın kamusal alan çalışması, kendisinin “burjuva formu” olarak nitelediği özel kişilerin belirli bir şekilde bir araya gelmeleri, tüm toplumsal farklılıklarını bir kenara koymaları ve akıllarını kullanarak eleştirel tartışmalar içerisine girebilmelerine odaklanır (Dahlberg, 2005: 111-2; Mah, 2000: 156). Önceleri edebiyat üzerinde başlayan tartışmalar daha sonraları, devletin sahasında olduğu nitelenen siyasal alana yönelir. Siyasal sorunların eleştirel tartışmaya konu olmasıyla birlikte, kamusal alan kendisini sadece devlete karşıt bir konumda değil, devletin bile üzerinde bir konumda odaklar. Saf aklın alanı olarak kamusal alan, devletin bile tanımak zorunda kaldığı bir otorite olmaya başlar (Mah, 2000: 157). Habermas, ondokuzuncu yüzyılda devletin ve ticari kuruluşların, özellikle İletişim 2005/21 98 Serdar ÖZTÜRK ticarileşen medyanın kamusal alana müdahaleleriyle kamusal alanın tekrar feodalleştiğini, temsili bir niteliğe büründüğünü savunur (Thompson, 1990: 109-110). Görüldüğü üzere kamusal alan ve bununla bağlantılı kamuoyu kavramı Batı’nın tarihsel gelişimine odaklanmıştır. Kabul edilen bu görüşe göre kamuoyu ancak eğitimli ve servet sahibi yurttaşlar arasında ortaya çıkabilir, varolabilir. Bu anlamda eğitimli olan batıdaki burjuva sınıfı kendi aralarında oluşturdukları akılcı tartışmalar sayesinde siyasal iktidara karşı etkili bir mücadele yürütmüşlerdir (Habermas, 2000). Stuart Hall kamuoyunun Batı merkezliliğini “Bağımsız bir kamuoyunun yükselişi, pazar için yazınsal eser üretimi ve özgür basın, şehirli burjuvazinin yükselişi ile bağlantılıdır” diyerek özetler (1999: 111). Kamusal Alan Kavramına Karşı Batı Merkezli Eleştiriler Habermas’ın kamusal alan kavramı bazı yönlerden eleştirilere uğramıştır. Buna karşın eleştiriler, tıpkı kamusal alan kavramı üzerine yapılan tartışmalarda olduğu gibi Batı merkezli olmuş, örneğin Batı dışındaki ülkelerde böyle bir alanın var olup olmadığı Batılı sosyal bilimcilerce genellikle sorun edilmemiştir. Örneğin Thompson (1993) burjuva kamusal alanın dışında Avrupa’da1 farklı kamusallıkların olduğunun görmezlikten gelinmesine (180-1); kamusal alanın sadece eğitim ve mali araçlara sahip olanlara sahip olan burjuvalara ait olduğunun vurgulanmasına (181) ve Avrupa’da2 kamusal alanın çöküşünün iddia edilmesine (182-3) karşı çıkar. Benzer eleştirileri Eley de vurgular. Ona göre, Habermas’ın kamusal alan fikri kendisini burjuvaziye aşırı derede sınırlamıştır (aktaran Mah, 2000: 158). Kamu alan-özel alan şeklindeki bir ikiliğin sorunlu olduğunu belirten Mosco (1996) ise her şeyden önce özel alanın hem insani tecrübenin en içli dışlı alanının hem de ulusal sınırları aşan sistemin pazar davranışının yükünü omuzladığını savunur (163164). Konuya cinsiyet açısından bakan Fraser (1992) ise Habermas’ın kamusal alan fikrinin kadınları dışsallaştırdığını savunur. Kadınların rasyonel-eleştirel tartışmalara katılmadığı bu alanda, özel alana ilişkin sorunlar da konuşulmayacaktır (109-142). 1 2 Vurgu bana ait. Vurgu bana ait. İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 99 Kamusal alan fikrine yönelik bir diğer eleştiri, her ne kadar Batı merkezinden kurgulanmasına rağmen, bu makalenin merkezi argümanını oluşturması açısından önemlidir. O da şudur: Tarihçiler başta olmak üzere bazı batılı sosyal bilimciler, kamusal alandaki ifadelerin rasyonel tartışmadan daha fazlasını içerdiğini belirtirler (Young, 1990; 118; Mah, 2000: 158; Dahlberg, 2005: 114). Gerçekten de Habermas’ın kamusal alan anlayışında rasyonel-eleştirel tartışma kamusal alan kavramında hayati derecede öneme sahiptir (Habermas, 2000: 104-105). Kamusal alanın en önemli ölçütlerinden birisi bu alanda saf aklın kullanılarak rasyonel tartışmaların yapılmasıdır. Buna karşın, son yıllardaki tarihçilerin bir kısmı, tarih yazımındaki etnografik yönelimlerle birlikte, toplumsal grupların kamusal alanda, şenlikler, taşlamalar, mizah ve karnaval türü ifade şekilleri sergilediklerini vurgulamışlardır (Brooke, 1998: 43-67; Mah, 2000: 163-4). Kamusal alandaki söylemin rasyonel özelliğine karşı çıkan bu eleştirmenler, böyle bir anlayışın “öteki” ve “ötekinin söylemini” dışladığını belirtirler. Ötekinin söylemi genellikle, rasyonel-eleştirel değil, “estetik-duygusal”dır (“aesthetic-affective”). Estetik-duygusal ifadeler, “retorik, mit, metafor, şiir, tiyatro ve seremoni” gibi gündelik iletişimin çok değişik şekillerini içerir (Dahlberg, 2005: 113-4; Young, 1990: 118). Ne var ki bu tartışmalar Avrupa ile Amerikan gelenekleri arasında geçer. Amerika’daki kamusal alanın oluşumunun Avrupa’dan farklı olduğu savunulan görüşte Amerika’daki kamusal oluşumunda popüler deneyimlere önemli işlev biçilir. Yerel ritüeller ve yerel basının gerçek bir siyasal kamu alanı oluşturduğu ileri sürülür (Brooke, 1998: 49-51). Brooke’ın belirttiği üzere bazı bilim adamları Habermas’ın söylemdeki rasyonellik üzerine yaptığı vurgu konusunda Habermas ile aynı görüşte değillerdir (1998: 52). Örneğin Shields, Habermas’ın rasyonalite kavramından dışsallaştırılan, oyun ve eğlence gibi ifade şekillerinin Amerika’daki özellikleriyle ilgilenir. Shields onsekizinci yüzyıldaki Aydınlanma rasyonalitesinin dışında bırakılan mizah, taşlama ve tiyatro performansları yönelimli toplumsallaşma imkanlarını inceler (aktaran Brooke, 1998: 53). Bazı araştırmacılar ise “rasyonalitenin” kamusal yaşamın özünü yakalamayacağını belirtirler. Waldstreicher, Newman ve Ryan kamusal yaşamın “sembol ve ritüel performansı”, gösteriler, eğlenceler, kutlamalar ve protestolarla anlaşılması gerektiğini savunurlar. Onlar, oyunun siyasetteki İletişim 2005/21 100 Serdar ÖZTÜRK yerine işaret ederler. Bu araştırıcılara göre “duyguların” kamusal yaşamda rasyonellikten daha fazla yerleri vardır. Şölen ve festival kültürü, taşlama ve seremoni gibi eğlendirici katılımcı dramalar, toplumsalı siyasetle bağlantılandıran kültürel bir görev yapmışlardır (aktaran Brooke, 1998: 56). Kamusal alan tartışmalarının bu Batı merkezliliği, az da olsa bazı Batılı sosyal bilimcilerinin eleştirilerine konu olabilmiştir. Örneğin Iris Young (1995) Batılı olmayan toplumların konuşma kültüründe estetik-duygusal ifadelerin daha fazla görüldüğünü belirterek kamusal alan kavramının Batı dışındaki toplumları dışsallaştırmasını eleştirir (123-4). Ancak az sayıdaki bilim insanından gelen bu eleştiriler, çoğunlukla Batı perspektifli görüş açısından yanıtlanır. Kamusal alan kavramındaki rasyonel-eleştiri unsurunun baskınlığı ile burjuva toplumu ve Batı’nın merkez alınmasına yönelik eleştirilerin, Habermas’ı dar kapsamlı okumaktan ileri geldiği savunulur (ayrıntılı tartışmalar için bkz. Dahlberg, 2005: 111-136). Bu çalışma, Batı merkezli bu kamusal alan tartışmalarının dışında bırakılan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kamusal alanın durumunu incelemektedir. Konu, basın öncesi bağlamda işlenmektedir; çünkü daha önce belirtildiği ve Thompson’un da vurguladığı üzere (1990: 109-122) Batı’daki kamusal alan anlayışında basının onsekizinci yüzyılda kahvehane ve salon gibi mekânlarda burjuva sınıfının konuşma konularının başlatılması ve yayılmasındaki etkileri hayati derecede önemlidir. Diğer yandan Georgeon’un (1999: 71) ve Mardin’in (1994: 30) vurguladığı gibi 1860 yılında özel gazeteciliğin başlamasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda genel olarak kamuoyundan söz edilmeye başlanmıştır.3 Gerçekte ilk Türkçe gazeteciliğin başladığı 1831’den sonra bile Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kamusal alan, hatta kamuoyu konusu yeterince incelenmemesine rağmen, bu makale kendisini kamusal alanın basın öncesi durumuna odaklamakta ve bu dönemde bile kamusal alanın var olduğunu iddia etmektedir. 3 Şerif Mardin (1994: 30) kendi deyimiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda bir “kamuya açık alan”ın “(public sphere)” Tanzimat reformlarının bir ürünü olarak ortaya çıktığını, ancak asıl gelişmenin Tanzimat devlet adamlarının ikinci kuşağının ürünü olduğunu savunur. Yazara göre “1860’larda, Bâb-ı Âli’nin kalemlerinde yetişmiş ve daha sonra gazeteciliğin kurucuları olarak gözüken bir grubun gazetelerdeki yazıları bir çeşit “âmme efkârı” yarattı.” İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 101 Çalışma, konuyu iki boyutta incelemektedir. İlk olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ve toplum arasında yer alan mekânlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Kamusal alanın varlığında hayati önem arz eden kahvehane ve salon gibi mekânların Osmanlı’daki varlıkları, işlevleri ve gelişimleri incelenmektedir. Makalede ikinci olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda kamusal mekânlarda üretilen “estetikduygusal” ifadeler ele alınmakta, buradan basın öncesinde Osmanlı’da kamusal alanın dinamiklerinin varlığı sorgulanmaktadır. Böylesi bir sorgulama kanımca önemlidir, çünkü yukarıda görüldüğü üzere Batı merkezli tartışmalarda kamusal alanın ölçütü olarak çoğunlukla rasyonel-eleştirel söylem dikkate alınmıştır. Daha başka deyişle, rasyoneleleştirel söylemin dışındaki estetik-duygusal ifadelerin eleştirel olamayacağı, olsa bile bu eleştirinin avam düzeyde sıradan ve basit eleştiri olabileceği baştan kabul edilmiştir. Oysa, son yıllardaki çalışmalar, bu tür ifade şekillerinin devlet dışında ve devlete karşıt nasıl bir potansiyel siyasal eleştiri barındırdıklarını, bu nedenle siyasal iktidarın zaman zaman bunları önlemek için katı tedbirlere dahi başvurmaktan çekinmediklerini ortaya koymuştur (Kırlı, 2000; Kömeçoğlu, 2001; Öztürk, 2006). Bu makale, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kamusal mekânlar ve buralarda üretilen estetik-duygusal ifadelerin kamusal alanın dinamiğini bulmak açısından taşıdığı potansiyelleri incelemektedir. Osmanlı’da Kamusal Mekânlar Ve Kamuoyu Osmanlı İmparatorluğu’nda salon veya kulüp gibi mekânlar daha çok Tanzimat sonrasının değişmeye başlayan toplum yapılanmasının ürünleriydiler.4 Ancak Batı’da kamusal alanın ve kamuoyunun ortaya çıkışı ve gelişmesi açısından çok önemli roller biçilen kahvehaneler ilk olarak Doğu’da ortaya çıkmışlardı. 1510 yılında Mekke’de kurulan ilk kahvehanelerin (Hattox, 1998: 65; 67-70) Osmanlı İmparatorluğu’nun günümüz Türkiye sınırlarındaki ilk örneği 1554 yılında İstanbul Tahtakale’de açıldı (Desmet-Grégoire, 1999: 17). Bu mekânlar, o ana kadar ev, kışla, pazar yerleri ve cami gibi yerler dışında toplum için yepyeni 4 Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kulüpler Fransız Devrimi’nin etkisiyle 1793’te ortaya çıkar (Koloğlu, 2005: 17). İlk Osmanlı kulübü ise “Encümeni Ülfet” adıyla, Çemberlitaş’ta Asım Paşa konağında 1873’de Musafa Fazıl Paşa tarafından kurulur (Gökşen, 1943b: 5). İletişim 2005/21 102 Serdar ÖZTÜRK bir toplumsallaşma olanağı ortaya çıkardı. Cami gibi dinsel mekânlar, esasında sadece ibadet amacıyla insanların bir araya gelmesine olanak vermekteyken, kışlalar sadece askerlerin bir araya gelebilmelerine imkan sağlamaktaydı. Üstelik, siyasal iktidarın kışlalarda denetimi sağlaması görece kolaydı. Sayıları sınırlı ve belirli yerlerde toplanan kışlaları denetimde iktidar açısından fazla bir zorluk yoktu. Buralar, Erving Goffman’ın deyimiyle belirtilirse bir tür “total kurum5” (Goffman, 1978: 376-380) yani iktidarın hemen hemen üzerlerinde tam denetim kurdukları yerlerdi. Ev ise kimlikleri farklı fazla sayıda insanın bir araya gelebilecekleri bir kamusal mekân değil, özel bir mekândı. Üstelik, Osmanlı İmparatorluğu’nda evin mimari tarzı böyle bir kamusallığa olanak vermemekteydi. Genelde haremlik ve selamlık olarak ayrılan, ufak, salonu bile olmayan bir alanda misafirlerin bile ağırlanmasında sorun vardı. Pazar yerleri ise insanların örgütlü bir şekilde konuşabilecekleri kapalı mekânlar değil, asıl işlevleri alışveriş yapmaya sağlayan açık alanlardı (Hattox, 1998: 111; Birsel, 2001: 13; Öztürk, 2006: 49). Böyle bir ortamda kahvehaneler, dinsel gereklilikler dışında, çok farklı kesimlerin bir araya gelmelerine, aşağıda tartışılacak değişik ifade şekillerini ortaya koymalarına olanak veren mekânlar olarak ortaya çıktı. Toplumsallık, “aile bağları ve iktidar yapılarının yerleştirdiği yapılar dışında bir toplumun toplumsal bağları farklı biçimlerde yaratma ve yaşatma yeteneği” (Desmet-Grégoire, 1999: 17) olarak tanımlandığında, kahvehaneler, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan toplum katmanları için toplumsal ve siyasal baskıyı esnetmeye yönelik bir işlev üstlenmekteydiler. Bu noktada Mübeccel Kıray’ın toplumsal ilişkileri esnetmeye yönelik bir kavram olarak ortaya koyduğu “tampon fonksiyon” (1964: 61-64) kahvehanelerin toplumdaki anlamını ve işlevlerini en iyi betimleyecek bir kavram sayılabilir. Kahvehane, erkek mekânı olsa da, 5 Örgüt sosyolojisi üzerine yazan Goffman, insanı daha geniş toplumsal çevreyle ilişkisi kurmasını sınırlayan kurumları total kurumlar olarak niteler. Bu kurumlar beş grup altında sınıflanabilir. İlki, özürlü veya kendine bakamayacak kişilerle ilgilenmek üzere kurulan kurumlardır. Körler, yaşlılar, yetimler için kurulan evler bunlara örnek verilebilir. İkincisi, hem kendilerine bakamayacak hem de topluma tehlike teşkil edebilecek toplum kesimleri için kurulan kurumlardır. Ruhsal hastalar için kurulan tımarhaneler bu tür kurumlara iyi bir örnek oluşturur. Toplumu, tehlikeli olarak nitelenen kişilerden korumak için kurulan hapishaneler ve toplama kampları gibi kurumlar ise üçüncü tip total kurumlar arasındadır. Dördüncüsü işgücü ve verimlilik bağlamında daha iyi sonuçlara ulaşabilmek gibi işlevsel nedenlerle kurulan kışla, çalışma kampı gibi kurumlardır. Beşinci tip total kurum ise dünyadan el eteğini çekme ve dinsel eğitim gibi amaçlarla kurulan manastır gibi kurumlardır (Goffman, 1978: 376-7). Açıkça anlaşılacağı üzere yeniçeri kışlaları, Goffman’ın total kurum sınıflamasında dördüncü; tekkeler ise manastırların karşılığı olarak beşinci grupta yer alır. İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 103 sonuçta onların “toplumsal, mesleki ve ailevi hiyerarşilerin kısıtlayıcı yapıları dışında bir araya getirme işlevi” görmekteydi (Desmet-Grégoire, 1999: 21). Desmet-Grégoire’nun bir Fransız yazardan yaptığı aktarımıyla, kahvehane “Toplumsal ortamı yeniden dengeleyen gerçek bir elek olduğu gibi”, erkeklerin evlerine dönmeden önce “buluştuğu bir holdü” (1999: 21). Bir İngiliz yazar ise, “Doğu’da kulüpler ve dernekler olmadığından, orta ve alt sınıftan insanlar için kahvehaneler başlıca buluşma merkezidir” (aktaran Georgeon, 1999: 78) demekteydi. Kahvehanelerin bir diğer önemli özelliği, Osmanlı toplum yapılanmasında siyasal iktidar için gerçek bir tehdit olabilmeleriydi. Teknik olarak yönetenler-yönetenler ayrımına yaslanan, Şerif Mardin’in deyimiyle “patrimonyal” (Mardin, 1969: 92-3), Niyazi Berkes’in deyimiyle “despotik” veya “padişah-devlet” (Berkes, 2002: 25-32) olan bir devlet yapılanmasında kahvehaneler devletin bu yapılanmasına yönelik tehditkar boyutlar içermekteydi. Şöyle ki yönetebilmek teknik bir konuysa, devlet-toplum arasında “nizam”, yani düzen ve değişmeme ilkesi esas ise, kahvehane o düzeni bozabilecek bir ara form potansiyelini taşımaktaydı. Yönetenler ve yönetilenler bu alanda buluşabilir, böylece sıradan insanlarla yönetenlerin birbirine karışmama ilkesi kahvehanelerde bozulabilirdi. Yöneten ve yönetilenlerin aynı alanda bir araya gelmeleri aynı zamanda aşağıda ayrıntılı olarak incelenecek söylentinin üretiminde ve yayılmasında siyasal iktidar açısından norm dışı olanakların ortaya çıkışına yol açabilirdi. Asıl tehlike ise yeniçerilerin kahvehane sahipleri olması ve sahipleri oldukları bu kahvehanelerde bir araya gelmeleriydi. Gerçekten de devşirilen, siyasal iktidarın yönettiği kesimlerden yalıtılmaya çalışılan ve bu bağlamda evlenmelerine bile izin verilmeyen, asıl görevleri savaşmak ve barış zamanında devlete kulluk etmek, güvenliği sağlamak olan yeniçerilerin kendileri de kahvehane sahibi olmaya ve kahvehanelerde buluşmaya başlayınca siyasal iktidar için daha büyük tehlike potansiyelleri belirmeye başlıyordu. On yedinci yüzyıldan başlayarak kahvehane sahibi olan ve kahvehanelerde bir araya gelen bu müdavimler, sadece sohbet yapmıyorlar, çok daha tehlikesini, devlete karşıt bir güç odağı olacak eylem planlarını buralarda hazırlamakta ve uygulamaya koymaktaydılar. Daha açıkçası, Batı’da kamusal alanın ölçütü olarak değerlendirilen devlete karşıt bir güç odağı İletişim 2005/21 104 Serdar ÖZTÜRK olma olgusunu sadece “muhalif söylem” ile değil, bizzat oralarda “sahne arkasını” hazırlayıp daha sonra buralardan “sahne önüne” taşıdıkları “eylemleriyle” gösterebilmekteydiler6 (Öztürk, 2006: 54-66). Yeniçerilerin bu özelliklerini ilk defa, yeniçerilik kurumunun ortaya kaldırılmasından sonra Namık Kemal İbret’deki yazılarında dile getirmiş görünüyor. Kemal bu yazılarında, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Hakayık gibi gazetelerde ileri sürülen kamuoyunun “siyasi terbiyeden mahrum halk için mevzubahis olmayacağına” ilişkin görüşlere karşı çıkar. Kemal’e göre, kamuoyunun ortaya çıkışı için devlet sisteminin “meşruti” olması bile gerekli değildir. Halkın “okuma yazma bilmemesi, gazetelerin halkın fikirlerine tamamen tercüman olacak şekilde” görevini yapamaması yine aynı şekilde kamuoyunun ortaya çıkmasına engel değildir. Kemal bu görüşlerini kanıtlamak için Batı tarihine değil, Osmanlı tarihine başvurur, oradan örnekler getirir ve kamuoyunun her dönemde ve toplumda kendini gösterdiği sonucuna varır. Halk “ne kadar cahil, ahlakı ne kadar bozuk olursa olsun [kamuoyu] mevcuttur”. Kamuoyu, Osmanlı imparatorluğu’nun en bunalımlı dönemlerinde “isyanlar, ihtilaller şeklinde” görülmüştür. Yeniçeriler ve “cahil halk” yolsuzluğa, zulme karşı isyan etmişlerdir. Kemal’e göre “bu isyanların yüzde doksanı haksız değildir.” Bu eylemler sırasında “cebir, zulüm, soygunculuk” görülebilmesine rağmen bunlar “fukarayı, kabahatsız halkı, iş-güç sahiplerini” rahatsız etmemiş, “haksızlıkların sebebi olarak ön planda rastlanan kimseler üzerinde kendini göstermiş”tir (aktaran Boratav, 1982: 39). Namık Kemal, “siyasi terbiye”nin “mektep, tahsil işi” olmadığını, “teamül ve siyasi ananeler”in de “bir milleti terbiye” ettiğini bazen Batı ve Osmanlı tarihini karşılaştırarak örneklendirir. Boratav’ın Mustafa Nihat Özön’ün eserinden naklettiğine göre Kemal şöyle sormaktadır: 6 “Sahne arkası” ve “sahne önü” kavramlarını Erving Goffman’ın “ön bölge” ve “arka bölge” kavramlarından esinlenerek vurguladım. Goffman’ın “arka bölge” (sahne arkası) olarak nitelendirdiği alan, insanların asıl eylemlerini hazırladıkları bir arka plandır. Burası bir sinema eserinin kamera arkası veya bir tiyatro oyununun perde gerisindeki hazırlıkların olduğu bölge olarak da düşünülebilir. Bu bölgede insanlar, nihai ürün için gerekli planları ve malzemeleri hazırlarlar. “Ön bölge” (sahne önü) ise sahne arkasında hazırlanan planların ve malzemenin icra edildiği alandır (Giddens, 2005: 95). Yeniçeriler örneğinden gidilecek olursa, onların kahvehanelerdeki iletişimleri sahne önüne koyacakları eylemlerine malzeme sağlamakta; asıl eylemleri ise isyanlar şeklinde sokağa taşmaktaydı. İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 105 İsviçre dağlıları ve Amerika zürrâ’ı asrımızda efdal-ı [üstün, S.Ö.] hükûmet olan Cumhurbaşkannı efkâr-ı umumiyyenin fıkdanı [yokluğu, S.Ö.] halinde mi tesis ettiler? Yoksa tesis etmeden evvel maarif-i siyasiyyeye dair dersler mi okurlar idi? Milletimizin hayatını Feyzullah Efendi ve İbrahim Paşa gibi nice müstebit zalimin pençe-i’tisâf [yanlış yoldan sapan elinden, S.Ö.] ve sefâhatinden halâs eden [kurtaran, S.Ö.] fedakârlar bu memlekette efkâr-ı umumiyyenin misâl-ı müşahhası mı değildiler? Yoksa o vakit Yeniçeri kışlalarında Fransa ve Almanya’nın siyaset kitapları mı tedris olunuyordu? (aktaran Boratav, 1982: 390). Namık Kemal’in kamuoyu anlayışı, üzerinde ayrıca durulmaya hak etmektedir. Kemal, halkın ne kadar cahil olursa olsun kabul edemeyeceği kadar şiddetli bir baskıyla veya geleneklerinin kaldıramayacağı kadar bir durumla karşılaşması durumunda iktidara karşı bir araya gelmesini Osmanlı tarihinde “efkar-ı umumiye”nin varlığının kanıtı olarak sunar. “Efkar-i Umumiye” başlıklı yazısında Kemal, öncelikle kavramsal bir tartışma yapar, kamuoyunun iki boyutunu vurgular. Bunlar, “efkâr-i siyasiye” ve “terbiye-i siyasi”dir (Özön, 1997: 173). Kemal’in “efkâr-i siyasiye”si günümüz Türkçe’sine “siyasi kamu”, “terbiye-i siyasi”yesi siyasi eğitim olarak çevrilebilir. Namık Kemal, “talim” ve “terbiye” arasında yaptığı ayrımı siyasi kamu ve siyasi eğitime karşılık gelecek biçimde uyarlar. Öğretim ile eğitim birbirinden farklıdır. Siyasi kamu “talim”i [öğretim], siyasi eğitim ise adı üzerinde eğitimi gerektirir. Kemal’e göre, siyasi kamu bir dereceye kadar siyasi eğitime bağlıdır. Ancak siyasi eğitim sadece siyasi öğretime kısıtlanamaz; ayrıca siyasi ahlakın oluşması ve gelişmesi için gerekli olan “hissiyat”ı da içerir (Özön, 1997: 173). Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi eğitimin varlığını kanıtlayan pek çok örneğin olduğunu yazar.7 Namık Kemal, yeniçerilerin kaldırılmalarına kadar bir tür silahlı danışma meclisi olduklarını savunur. Kemal, bir çok yerde Osmanlı İmparatorluğu’nun Yeniçeri teşkilatı kaldırılıncaya kadar bir çeşit “meşveret usulü” ile yönetildiğini, ancak bu örgütün bozulması ve 7 “Terbiye-i siyasiyenin hali anlaşılmak istenilirse Devlet-i Aliye tarihine bakılsın. Görülür ki aralarında yüz ihtilal zuhur etmişse doksandan ziyadesi lüzum-i hakiki üzerine zuhur etmiştir. Hiçbir hadisede zalim addolunanlardan gayri kimsenin bir kılına dokunulmamıştır. (…) [eylemlere karışanlar] galeyan-i umumi sırasında ellerine geçen kuvve-i umumiyeyi yalnız maksad-ı umuminin husulüne kadar istimal ederek ondan sonra ırzıyla, namusuyla hükümet-i cedidenin pençe-i tasarrufuna teslim etmiş ve bu hamiyetpervelerden birçoğu zuhura getirdikleri hizmetten hemen birkaç gün sonra kemal-i sükûnet ve mutavaatla siyaset meydanına gitmişlerdir” (aktaran Özön, 1997: 173-4). İletişim 2005/21 106 Serdar ÖZTÜRK kaldırılmasından sonra halkın egemenlik hakkını “icra edemediğini” belirtir (Kaplan, 1948: 107). Yeniçeriler, Bernard Lewis’in de vurguladığı gibi Kemal’e göre bir çeşit silahlı halk meclisi, iktidarın gücünü sınırlayan bir güçtü (1993: 169). Niyazi Berkes de Kemal’in önemle işaret ettiği bu hususa dikkat çeker. Namık Kemal’e göre daha önce “ulema hükmeder, padişah ve vezirler icra eder, ahali elinde silah bu icraya nezaret ederdi” (1942: 227). Elinde silahın olduğunu belirttiği ahali ise yeniçerilerdir. Yeniçeriler ortadan kaldırılıncaya kadar devlet bir tür meşveret ile idare edilmektedir (Berkes, 1942: 228). Yine aynı dönemde bu konuyu vurgulayan bir başka sosyal bilimci Behice Boran’dır. Boran da 1942’de yayımlanan bir makalesinde Kemal’den yaptığı alıntılarla aynı noktaya dikkat çeker. Ancak Boran’ın yorumu bir miktar farklıdır. Boran’a göre Kemal, halkın kendi “hak ve hakimiyetini kendi efradından bir zümreye vekaleten” vermesi ile (1942: 257) “umumun bizzat hakimiyeti tatbike” kalkışması (1942: 256) arasında ayrım koyar ve bunlardan ilkini daha olumlu görür. Yeniçeri isyanları ikincisine girer ve sonucun bazen “fitne” ve “kan” olması dolayısıyla Kemal zaman zaman –özellikle Osmanlı’nın son dönemlerindeki isyanlar bağlamında- buna olumsuz bakabilmiştir (1942: 257). Namık Kemal, yeniçerilerin ve gelir, öğrenim düzeyi gibi nitelikler açısından düşük halk tabakalarının mücadelelerini kamuoyunun Osmanlı İmparatorluğu’ndaki varlığının kanıtı olarak görür. Halk, siyasi kurallar içinde iktidara karşı isyan etmiş, bir güç odağı haline gelmiştir. Siyasi eğitim, -öğretim değil- aynı zamanda daha üst tabakalar, örneğin eşraf için de geçerlidir. Fatih Sultan Mehmet’in genç yaşta padişah olmasına rağmen sekiz sene asıl göreve başlamada gösterdiği sabır, Selim’in “canını, cananını, akrabasını”, “milletinin azameti yolunda feda” etmesi Kemal’in siyasi eğitimin yüksek tabakalar arasında varlığına ilişkin sunduğu kanıtlar arasındadır (aktaran Boratav, 1997: 174). Kemal’e göre, bir ülkede kamuoyunun varlığını yadsımak, kamuda fikrin varlığını inkar etmek anlamına gelir. “Madem ki herkeste fikir ola, elbette o fikirler birçok veya hiç olmazsa birkaç madde üzerine ittifak edebilirler” (Özön, 1997: 176). Bu nokta önemlidir, çünkü daha önceki sayfalarda da vurgulandığı gibi genel olarak Batılı bilim adamları veya onlarla aynı anlayışı paylaşan bazı Doğulu aydınlar arasında kamuoyunu, akılcı tartışmalar yapabilen ve belirli ölçüde oydaşma sağlayabilen, belirli bir gelir ve eğitime sahip burjuvalar İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 107 tarafından oluşturulduğu şeklinde bir görüş hakimdir. Kemal ise tersine herkesin kamuoyuna temel oluşturacak fikirlere herkesin sahip olması ve bunlar üzerinde belirli ölçüde de olsa uzlaşı sağlayabilmeleri nedeniyle kamuoyunun sadece Batıda eğitimli ve gelir sahibi kimseler tarafından üretildiği görüşüne karşı çıkar8 (Özön, 1997: 176). Namık Kemal’in bu görüşlerine rağmen kahvehaneler üzerine yazan Georgeon bile, Osmanlı İmparatorluğu’nda “kamuoyundan söz edilmeye 19. yüzyıl ortalarına doğru başlandı” (1999: 70) der. Georgeon’a göre bu yüzyıl öncesinde İstanbul’da bir haberleşme ağı her zaman olmuştur. Camiler ve kahvehaneler bu merkezlerin başında gelmiştir. Cuma namazı hutbesi dolayısıyla camiler, içlerinde yapılan sohbet ve tartışmalar dolayısıyla kahvehaneler öne çıkmaktaydı. Ancak Georgeon’a göre “bir camiden diğerine, bir kahvehaneden diğerine fikirler ağır ağır ulaştığından, bu, gerçek bir kamuoyu oluşturmanın dinamiğini yaratmıyordu” (1999: 70-1). Yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nda üç etkenin kamuoyunun doğuşuna katkıda bulunduğunu savunur. Bunlardan ilki, Tanzimat döneminden başlayarak gelişen modern okullar ağının “özellikle İstanbul’da her yıl daha da kalabalıklaşan bir kamu alanı” yaratmasıdır. İkincisi Kırım Savaşı (1854-1856) ile birlikte yeni bir haber gereksinimi ortaya çıkmasıdır. En önemli etken ise Georgeon’a göre, 1831’de başlamasına rağmen resmi nitelikli bir hüviyete sahip olan basının yapısının 1860’lı yılların başındaki özel gazeteciliğin doğuşuyla değişmeye başlaması, devlet basınından daha özgür bir basının gelişmesidir (1999: 71). Önce de belirtildiği gibi, Habermas ve onunla aynı eksende görüşlerini bildiren Batılı yazarların çoğu kamusal alanın ve kamuoyunun doğuşunda ve gelişiminde basına önemli roller biçerler. Habermas ve ondan etkilenen Avrupalı tarihçiler, Batı Avrupa’da on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan okuma-yazma oranları, dergi, gazete gibi kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve insanların politikaya yönelik artan ilgileriyle tanımlanan bir “kamuoyu” fikrinin ortaya çıktığına yönelik görüşü paylaşmaktadırlar. Bu bağlamda, devletin dışında özgür bir basının doğuşunun kamusal alanın Osmanlı İmparatorluğu’nda 8 “Memalik-i mütemeddinenin bir ikisinde ve belki bir ikisinden maada hepsinde maarifin ve tenüsülün ve servetin de noktasınından şikayet olunuyor. Şimdi biz onlara bakalım da memalik-i Osmaniye’de ilim dedikleri şey, insan dedikleri mevcut, servet dedikleri madde var demek mezarda hayat iddia etmek gibi bedihi-yül-butlandır mı diyelim?” (aktaran Özön, 1997: 176). İletişim 2005/21 108 Serdar ÖZTÜRK oluşumuna yönelik etkisi bakımından Georgeon’un belirttiği son noktanın belki eleştirilebilecek bir yanı yoktur. Ne var ki, kamusal alanı ve kamuoyunu sadece okuma ve Georgeon’un birinci noktada belirttiği üzere eğitim-öğretim sisteminin gelişimiyle eşitleme Osmanlı’da kamuoyunun dinamiklerini görmezlikten gelme anlamına gelir. Kamuoyu kavramını Batı merkezli olarak ele almak, onu Türkiye’nin siyasi kültürü ile ilişkilendirmede son derece güçlü dönemsel sapmalar yaratabilir. Her şeyden önce kavramın kendisinin “okuyan kamu” düşüncesiyle ilişkilendirilmesi, Türkiye’nin tarihinde, gazetenin çıkmasından önce kamuoyunun varlığı gibi tartışmayı kısmen dışarıda bırakacaktır. Oysa aşağıda tartışılacağı üzere, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kamusal mekânlardaki ifade şekilleri, siyasal iktidar açısından, iktidarın bunların üzerlerinde denetim kurmak uzun soluklu bir mücadele sergilemesine yol açacak denli tehlikeli addedilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanlardaki İfade Şekilleri Bu ifade şekilleri, Habermas başta gelmek üzere bazı Batı merkezli yazarların kamusal alanın ölçütü olarak ileri sürdükleri eleştirel-rasyonel söylemin dışında ve çalışmanın başında özelliklerini betimlediğimiz estetik-duygusal söylemin içindedir. Bu ifade şekillerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki görünümleri şu şekilde sınıflandırılabilir: 1) Söylenti 2) Tiyatro performansları: (a) Karagöz oyunu (b) Meddah hikayeleri 1) Söylenti: Söylenti, bu alanın kurucuları olan Allport ve Postman’a göre kesinliği kanıtlamaya elverişli somut veriler olmaksızın, genellikle kulaktan kulağa kişiden kişiye yayılan, inanılması istenen, günün olaylarına bağlı bir önermedir (Allport ve Postman, 1946-1947: 501). Bu tanıma göre söylenti öncelikle bir haberdir, güncel olanla ilgili bir kişi veya olay üzerine yeni öğeler ileri sürer. Bu yönüyle, geçmiş bir olguyla ilgili olan efsaneden ayrılır. İkinci olarak, söylentiye inanılması istenir. Genel olarak yalnızca eğlendirme ya da düş kurdurma kaygısıyla anlatılmaz. Bu yönüyle eğlenceli hikayelerden veya masallardan ayrılır. Söylenti, inandırmaya çalışır (Kapferer, 1992: 13). İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 109 Söylentinin, resmi ağızlardan yapılan tanımı, söylentilerin doğrulanmamış bilgi olduklarıdır. Bu noktada şu soru ortaya çıkar: Doğrulanmamış bilgi ne demektir? Gerçekte bunun yanıtı söylentiye kimin, hangi noktadan baktığına bağlıdır. Resmi otoriteye göre söylenti, bir haberin veya bilginin resmi söylemlere uygun olup olmamasına göre tanımlanır. Buna göre siyasal otoriteye göre, halkın resmi söylemleri doğru kabul etmesi söylenti değilken, resmi otoriterin doğrulamadığı ancak halk arasında dolaşan haber ve bilgiler söylentidir. Böyle bir anlayış ise söylentinin sosyolojisini yapan Kapferer’e göre halka güvensizliğin en açık işaretlerinden birisidir (1992: 14-15). Gerçekte kulaktan kulağa yayılan, karşılıklı sohbet niteliğindeki bir konuşma, sabahleyin gazetede okunan bir haberden farklı değildir. Söylenti bir haberdir (18), bilginin karaborsasıdır (Shibutani, 1966: 15-25). Bu kavramı doğrulanmamış bilgi ve uydurma bilgi ölçütü temeline yaslayan tanımlar aslında, söylentiye karşı bir önyargıyı ve ahlakçı bir iradeyi yansıtan ideolojik tanımlardır (Kapfarer, 1992: 18). Bu niteliklere sahip olan ve kamusal alanın varlığının ölçütleri içine konulmayan ve bir kenarda bırakılan söylenti, iktidarı, üzerinde denetim kurulması çok zorlanılan bir medya olması nedeniyle rahatsız eder. Lefebvre’nin (1973: 73) dediği gibi söylenti yoluyla bilgi ve haber iletimi iktidar için basından daha tehlikelidir. Söylentinin belirsiz bir kaynaktan çıkması, anonim olması onu iktidar açısından denetlenmesi son derece güç ve tehlikeli bir medya yapar, iktidar bu nedenle söylentiyi denetim altına alma stratejileri geliştirmeye önem verir (Knapp, 1944: 22-37). Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda kahvehanelerin ilk kurulduğu tarihlerden başlayarak siyasal iktidar bu mekânları kapatmaya çalıştı. Siyasal iktidar, kahvenin haram bir içecek olması, kahvehanelerde sık sık yangın çıkması gibi gerekçeleri kapatmaların bahanesi olarak ileri sürse bile, bunlar, Hattox’un da belirttiği üzere görünür gerekçelerdi. Asıl neden bu mekanlarda siyasal iktidarın yönetebilme ilke ve anlayışına aykırı söylentilerin üretilmesiydi (Hattox, 1998: 80; 105). Ünlü Osmanlı vakanüvis tarihçisi Naima, IV. Murat döneminde kahvehanelere yönelik baskının asıl gerekçesini, bu mekânlarda, devlet büyüklerini ve siyasi otoriteyi eleştiren söylentilerin oluşturduğunu yazar. Osmanlı devlet yapısında yönetilenler katında yer alan ve siyasal iktidarın yönetebilme sahasını aşındırması Osmanlı “nizamı” açısından tehlikeli addedilen reaya, devlet işleri, yeni atamalar, istifalar İletişim 2005/21 110 Serdar ÖZTÜRK üzerine “devlet sohbetleri” yapmaktaydı. IV. Murat’ın kahvehanelere yönelik mücadelesinin asıl nedeni de buydu: Bu dönemde, kahve ve tütün, insanların buluşması için bir bahaneydi, hiçbir işe yaramayan bir sürü insan, sürekli olarak kahvehanelerde, berber dükkanlarında ya da kimi adamların evlerinde toplanıyor, zamanlarını devlet büyüklerini ve siyasi otoriteyi eleştirip çekiştirerek geçirip devlet işlerini, istifaları, yeni atamaları vb. tartışarak nefes tüketiyor [...] ve böylelikle ortalığa bir sürü asılsız dedikodu yayıyorlardı... IV. Murad, bu durumu çok iyi bildiği için kahve ve tütünü yasakladı. Padişahın kılıcı insanlara öyle büyük bir korku vermişti ki hiç kimse, kendi evinde bile Sultan’ın aleyhinde tek bir söz edemiyordu. ‘Yerin kulağı var’ atasözüne uygun olarak herkes hatasız bir tutum benimsedi (aktaran Saraçgil, 1999: 39). Kahvehanelerde devlet sohbeti yapıldığı gerekçesiyle siyasal iktidarın buralara baskı uyguladığı gerekçesi üzerinde günümüz yazarları görüş birliği içerisindedir. Toros ve Evren’in belirttiği üzere kahvehanelere yönelik yasaklama girişimlerinin asıl amacı halkın kahvehanelerde toplanarak devlet işlerini eleştirmelerini engellemekti (Toros, 1998: 30; Evren, 1996: 333). Ünver’e göre kahvehanelere yönelik zaman zaman getirilen yasaklamalar ve sınırlamaların en önemli nedeni “işsiz güçsüz halkın buralarda toplanarak hükümet ve cemiyet aleyhine dedikodularda bulunmaları”ydı (1967: 13). Dolayısıyla, kahvehaneleri hedef tahtasına koyan nedenlerden birisi, “nizamın bozulması” anlamına gelen “toplumsal hiyerarşinin” kırılmasında kahvehanelerin varsayılan rolüyken; söylenti, özellikle siyasal söylenti, diğer önemli neden olarak ileri sürülmektedir (Öztürk, 2006: 65). Osmanlı İmparatorluğu’nda söylentiyi en önemli medya kılan nedenlerin başında İmparatorluktaki basım ve basın faaliyetlerinin Batıdaki basım ve basın faaliyetlerine göre gecikmişliği ve etkisizliğinin geldiği düşünülebilir. İlk kahvehanenin İstanbul’da açıldığı dönemde Avrupa, Gutenberg teknolojisiyle kitap basım faaliyetini yüz yıldır sürdürmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu gibi basılı kitabın, derginin olmadığı, okuma yazma bilmenin son derece düşük olduğu bir toplumsal yapıda, insanların ağırlıklı olarak sözlü iletişimde bulunacakları açıktır (Kırlı, 2000: 153, Öztürk, 2006: 65-6). Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk Türkçe kitap basımı yapan matbaa, ilk kahvehanenin İstanbul’da İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 111 kurulmasından ancak yüz yetmiş iki yıl sonra, 1727’de kuruldu. Bu tarihe kadar en önemli medya söylentiydi. Ne var ki söylenti, basımcılık faaliyetinin ortaya çıkmasından sonra bile, hatta Kırlı’nın çalışmasına göre, ilk Türkçe gazetenin çıktığı 1831’den sonra bile en önemli medya olarak yerini korumuştu (Kırlı, 2000: 53). Batıda matbaayı ortaya çıkaran en önemli neden olan, gelişen toplumsal ve ekonomik yapıya uygun olarak toplumun, söylentinin ve el yazması haber mektuplarının kaldıramayacağı kadar çok ve hızlı iletilen habere ve bilgiye ihtiyaç duyması koşulları, Osmanlı İmparatorluğu’nda yoktu. El yazması kitaplar, okur-yazar oranı son derece düşük, kapitalist gelişmenin dışındaki bir toplum yapılanması için yeterliydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumun kitaba yönelik bir talebi yoktu ve böyle olduğu içindir ki Müteferrika’dan sonra matbaa uzun süre kapalı kalmıştı (Topdemir, 2002: 35). Bu koşullarda Osmanlı İmparatorluğu’nda “cami ve mescidin yerini alan ilk siyasal dedikodu” ve hatta Berkes’in deyimiyle “hatta fesat yuvaları” (2002: 44) olan kahvehaneler söylentinin yayıldığı ve üretildiği merkezler olmuşlardır. Kahvehaneler başta gelmek üzere halkın bir araya geldiği mekanlarda yayılan ve üretilen söylenti geniş toplum kesimlerinin haber ve bilgi ihtiyacını karşılarken; el yazmaları sarayın, medrese öğrencilerinin ve okuma-yazma etkinliğiyle uğraşan kalem efradının haber ve bilgi ihtiyacını karşılayabilmektedir. Kahvehanelerin siyasal iktidarı rahatsız eden söylentilere olanak tanıyan özelliği, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ve özel yaşam arasında bir ara form olarak kamusal alanın dinamiklerinden birisini oluşturur. Nitekim Cemal Kafadar dinsel içerikli sohbetlerin dışında ve devlete karşıtlık bağlamında kahvehanelerin sunduğu bu potansiyel nedeniyle on altıncı yüzyılın ortasında Osmanlı’nın toplumsal modernleşmeyi kendi içsel dinamikleriyle yaşamaya başladığını ileri sürer. Toplumsal modernleşme, daha çok gündelik hayatın ve gündelik pratiklerin, anayasal meselelerden ve yüce devlet kararlarından bağımsız olarak dönüşümü olarak ele alındığında kahvehanelerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki önemi anlaşılabilir. Bu mekanlar, insanların o ana kadar tanık olmadığı seküler bir toplumsallaşma olanağı yaratmıştır. Bu tür bir toplumsallaşma her ne kadar dinle tamamen zıtlaşan bir olgu olmamakla birlikte (yani beş vakit namazında bir insan, iki namaz arasında kahveye gidip, orada farklı bir toplumsallık yaşayabilir) yine de yepyeni bir açılımdır. İslami toplumlarda, İletişim 2005/21 112 Serdar ÖZTÜRK hatta Avrupa’da daha önce bu tür bir toplumsallaşma yoktur. Kahvehaneler, yeni fikirlerin, yeni alışkanlıkların serpildiği ortamlardır. Osmanlı’da ilk kahvehanelerin kurulduğu 1550’lere rastlayan bu açılım, Avrupa’da ilk kahvehanelerin açıldığı 1650’lere denk gelir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Batılılaşma denilen süreçten çok daha önce, toplumsal mekânlar etrafından anlaşılabilecek bir modernleşme süreci söz konusudur. Bu, Osmanlı tarihini ele alanlar tarafından pek üzerinde durulmamış, yeni bir vurgudur (“Osmanlı, modernleşme serüvenini kendi dinamikleriyle 16. yüzyılda yaşadı”, N. Akman’ın röportajı, Zaman, 11.4.2004). Bu noktada şu soru akla gelebilir: Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal iktidar, söylenti üzerinde tam bir denetim kurabilmiş midir? Kahvehanelerin Osmanlı toplumuna getirdiği toplumsallaşma olanaklarıyla birlikte toplum katında artan rağbeti ve bu rağbet nedeniyle sayılarının çok fazla olması siyasal iktidarın bu mekânlar üzerinde tam bir denetim kurmasını güçleştirmekteydi. Nitekim gerçekte kahvehanelerdeki söylentiyi denetim altına alma temelli yürütülen mücadele hiçbir zaman tam başarıya ulaşamadı. Daha on yedinci yüzyılın başlarından itibaren gevşetilmeye başlanan yasaklar, on sekizinci yüzyıl başlarında artık hemen hemen tamamen terk edilmeye başlandı. Georgeon, on sekizinci yüzyılın başından itibaren olan dönemi kahvehaneler bağlamında “baskıdan hoşgörüye” olarak nitelendirecektir (1999: 44). 2) Tiyatro Performansları a) Karagöz Oyunu: Andreas Tietze’nin de belirttiği üzere (1977: 19) Osmanlı İmparatorluğu’nda kahvehanelerin kurulmaya başladığı on yedinci yüzyılın ortalarından başlayarak karagöz oyunu gösterileri yaygınlaştı. Özellikle Ramazan ayında, karagözdeki siyasal taşlama ve cinsel mizah izleyicileri kahvehanelere çekti (22). Gerçekten de Türk gölge tiyatrosu karagözün açık saçıklığı ve siyasallığı bazı yazarlar tarafından ısrarla vurgulanmıştır (And, 1964; And, 1963-64; And, 1977; And, 1985; Kudret, 1969; Kudret, 1970; Boratav, 1942). Getirilen kanıtlar, yöneticilerin siyasal eleştiriden paylarını aldıklarını gösterir (And, 1969: 130-4). Hatta karagözün ortaya çıkışına yol açan efsane bile onun İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 113 siyasal niteliğini ortaya koyar. Metin And’ın belirttiğine göre memurların yolsuzluklarına üzülen birisi bu gerçeği Sultana nasıl ileteceğini uzun uzun düşünür ve sonunda bunu dolaylı yoldan anlatabilecek yeni bir anlatım yolu bulur. Bu, karagözdür. Yeni buluşu merak eden Sultan gösterinin sergilendiği yere geldiğinde vezirlerin ve valilerin yolsuzluklarını bu gösterim sırasında öğrenir, gösterimden sonra yolsuzluk yapan bu devlet görevlilerinin görevlerine son verir ve onları cezalandırır (And, 1969: 132). Bu olayın ne derece gerçeği yansıttığı bilinmez, ancak Karagöz’ün Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyasal çürümeyi eleştirecek bir işlev yüklendiği (Hattox, 1998: 106) ve hatta on dokuzuncu yüzyıl başlarında sultan Abdülaziz tarafından bu oyunda siyasal taşlama yasaklanıncaya kadar bu işlevini sürdürdüğü bilinmektedir (And, 1969: 134). Karagözde siyasal taşlama yasaklanıncaya kadar oyunu sahneye koyanlar ve izleyenler her türlü kısıtlamadan uzak bir şekilde bu tiyatro performansındaki siyasal taşlamaların yaratımına katkıda bulundular. Siyasal eleştirinin dozu, bu gösterilere tanık olan yabancı gezginleri bile şaşırtacak denli fazlaydı. Bir gezgin, karagözün sınırsız özgürlük ortamından yararlanarak sansüre meydan okuduğunu yazıyordu. Aynı gezgine göre, Fransa, Amerika ve İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’na göre siyasal eleştiri bakımından çok daha fazla sınırlanmış durumdaydı. Ona göre, karagöz, “pulu”, “sorumlu yazı işleri müdürü olmayan” “günlük bir gazeteydi”, ancak günlük gazeteden daha tehlikeliydi çünkü “o, sayısız aboneleri önünde yazamaz, konuşur ve şarkı söylerdi.” Bir Avrupa ülkesinde çalışan bir gazeteci, çalıştığı gazetede karagöz oyunundaki sözlerin “bir tek satırını bile yazabilseydi”, tutuklanır ve sürgüne gönderilirdi (aktaran Kömeçoğlu, 2001: 94). Başka bir gözlemci olan Louis Enault müstehcenliği de içerecek şekilde benzer noktalara değiniyordu: Mutlak bir monark ve totaliter bir rejim tarafından yönetilen Türkiye’de, karagöz kendisini asla kandırmayan veya gözlerini etrafındaki hastalıklara kapatarak kendisini güvenlik duygusuyla teskin etmeyen bir karakterdir. Tersine, bir karagöz gösterisi militan bir gazete kadar cesur bir müstehcen revüdür. Belki Sultan haricinde kimse eleştiri dışında bırakılmaz. Karagöz vezir üzerine hüküm verir ve onu Yedikule zindanlarında cezalandırır. Karagöz’ün alayları yabancı büyükelçileri rahatsız eder; Karadeniz donanmasının müttefik amirallerini ve İletişim 2005/21 114 Serdar ÖZTÜRK 1854-56 Türk-Rus Savaşı zamanındaki Kırım ordularının generallerini çarpar geçer (aktaran Kömeçoğlu 2001: 94-95). Dolayısıyla bu oyunda halkı temsil eden Karagöz karakteri yöneticilerin hatalarını eleştiren bir özelliğe sahipti. Örneğin Fransız gezgin Wanda’nın belirttiğine göre II. Mahmut’un vezirlerinden Hüsrev Paşa, homoseksüel tercihleri nedeniyle Karagöz tarafından alaya alınmıştı (Mehmet Süreyya, 1996: 682-3). Aynı gezgin Karagöz oyunlarında sadece yüksek memurların değil Sultanın bile eleştirildiğine tanık olmuştu (And, 1963-4: 39; And, 1985: 294). Karagöz’ün diğer özelliği olan müstehcenlik, “oyunda hiçbir siyasal konu veya figür olmasa bile”, “yıkıcı bir politik karaktere” sahiptir; çünkü performans bu yönüyle iktidarın kültürel normlarına, dilsel kodlarına karşı çıkmaktadır (Kırlı, 2000: 164). Sadece kahvehanelerde oynatılan tiyatro performanslarına tanık olan batılı gezginlerin gözlemlerinde değil, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında metne geçirilen karagöz metinlerinde bile karagözün müstehcenliğini kanıtlayan ifadeler bulunur. Bu ifadeler, sözcük oyunlarıyla yüklüdür. Örneğin, bir şeyi yükseltmek anlamında kullanılan “kaldırmak” sözcüğü erkeklik organının dikleşmesine gönderme yapacak şekilde kullanılır. Yine, sözcük anlamı bir şeyi icra etmek olan “yapmak” sözcüğü cinsel performansı çağrıştırır. Maaşların ödendiği “aybaşı” ise yan anlamı adet görme olacak şekilde kullanılır (Mizrahi, 1991: 136). Saray karagözcüsü olan Nazif Bey bile oyunlarda kadınların Karagöz’ün cinsel organına dokunduklarını belirtmiştir (Mizhari, 1991: 22). Charles White karagözün açık saçıklığın uç noktalarında olduğunu yazarken (1845: 121), Gérard de Nerval ve G.A. Olivier çocukların bile müstehcen içerikli karagöz oyunlarını seyretmelerine izin verilmesi karşısında şaşkına düşüyordu (aktaran Kömeçeoğlu, 2001: 96 ve 137). Buna karşın karagözü bir pornografik oyun olarak değil, Kırlı’nın da belirttiği üzere, daha ziyade ortak olarak benimsenen normlar ve davranışların cinsellik aracılığıyla “sembolik tersine çevrilmesini” temsil eden bir oyun olarak görmek gerekir (Kırlı, 2000: 170). Dolayısıyla karagöz, Osmanlı İmparatorluğu’nda kamusal alanlarda sıradan insanların siyasal otoriteyi mizah, taşlama, yergi ve cinsellik yönünden eleştiren bir tiyatro İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 115 performansıydı. Bu performanstaki eleştirel ifadeler rasyonel bir eleştirellikten ziyade duygulara yaslanan eğlence temelli mizahi bir eleştiriydi. Eleştiri, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kahvehane müdavimlerine yönelik sosyolojik betimlemesinde olduğu gibi, sıradan insanın kendi diliyle ve kendi algılama düzeyine indirilerek, karagözlüleştirilerek yapılmaktaydı (2000: 130-1). Açıkça anlaşılacağı üzere, eğer kamusal alanın ölçütü olarak rasyoneleleştirel ifade şekline önem veren Batı merkezli anlayış dikkate alınırsa, karagöz, üzerinde durulmayacak derecede önemsiz bir oyun olarak nitelenebilir. b) Meddah Hikayeleri: Kahvehanelerin en renkli kişiliklerinden olan meddahlar bu mekânlarda bir tür tiyatro performansı sergilemekteydiler. Yarım daire yaparak etrafını çevreleyen dinleyicilere geçmiş ve şimdiyi iç içe geçiren hikayeler anlatmaktaydılar. Tıpkı karagöz gibi özellikle Ramazan aylarında sadece hikayeler anlatmamakta aynı zamanda anlattıklarını jest ve mimikleriyle canlandırmaktaydılar. İmparatorluk içerisinde yaşayan çeşitli özelliklere sahip insanları, onların seslerini, aksanlarını ve eylemlerini taklit etmekteydiler. Öyle ki bazen iki rakip grup hakkında hikaye anlatımı yapan meddah, dinleyicileri de iki gruba bölerek hikayeyi canlandırmaktaydı (And, 1963-64. 28). Meddahlar, kahvehanede sandalye üzerine oturarak olayları dramatize etmekteydiler. Hikayelerini anlatırken, ellerinde bir değnek, omuzlarında bir mendil bulundurmaktaydılar. Elindeki bastonu hikayesindeki sahneleri canlandırmak için tüfek, süpürge, at olarak; omzundaki mendili başörtüsü yerine veya çeşitli etnik grupları ve değişik meslekleri taklit etmek için kullanmaktaydılar (And, 1963-64: 30) Türk meddah hikayelerinin en önemli iki özelliği gerçekçi ve güncel konuları işlemesiydi. Bu, Özdemir Nutku’ya göre Türk meddah hikayelerinin Arap meddah hikayelerinden farkını oluşturur. Arap meddahların anlattığı hikayelerde “bu dünyanın dışındaki bir hayal dünyası”, “olağanüstü olaylar”, “doğa üstü durumlar” yer alırken, Türk meddahları günlük konuları gerçekçi biçimde işlemekteydiler (Nutku, 1997: 13; 18). Türk meddahları içinde yaşadıkları toplumun gerçekçi fotoğrafını hikayelerine yansıtmaktaydı. Bir meddah, “içinde bulunduğu yaşamı canlandıran gerçekçi bir hikayeci”ydi. Bunu yaparken de kendi halkının mizahını, duygularını, özlemlerini ve düşüncelerini dile getirmede ustaydı. Hatta yaşadığı ortama karşı eleştirel bir tavır takınabilmekte, “hiç çekinmeden, içinde bulunduğu yaşamın İletişim 2005/21 116 Serdar ÖZTÜRK çirkinliklerinden de söz etmesini” bilmekteydi. Büyük ve usta meddahlar, içinde yaşadıkları toplumu, çevrelerini ve gördükleri kişileri incelemekteydiler. Sokakta, vapurda, kahvehanede, eğlence yerlerinde gözlemlediği çeşitli insanları, onların hareketlerini ve konuşmalarının fotoğraflarını çekmekteydiler (Nutku, 1997: 45-46; 57). Hikaye anlatanlar geçmişle şimdi ve gelecek arasında bağlantılar kurabilmekte, hikayelerinin içine, “çağdaş politik, ekonomik olayları” sokabilmekteydiler. Zaman zaman hayat pahalılığından yakınabilmekte, devrin liderleri ve siyasetçileri hakkında yorumlar yapabilmekte ve böylece “gelenekseli” “çağdaş ve güncel” haline dönüştürebilmekteydiler (Başgöz, 2002: 25-36). Özdemir Nutku, Bilgiç Subaşı hikayesini anlatan bir meddahın anlatısına eleştiriyi nasıl katabildiğini örnekler: “Toplum düzeni yozlaştırılmıştır, asalaklar, mirasyediler ve hiçbir işe yaramayan kimseler, çalıp çırpıp başkalarının sırtından geçindikleri halde ceza görmemekte, hatta tersine dükkan sahibi olmaktadırlar” (1997: 59). Meddahların toplumsal, ekonomik ve siyasal olumsuzluklara dair eleştirileri her zaman bu şekilde “doğrudan” veya “açık” değil, daha ziyade “dolaylıydı” veya “örtük”tü İlhan Başgöz’ün hikaye anlatma geleneğine ilişkin olarak geliştirdiği kuramsal yaklaşım bunun nedenini anlamaya yardımcı olabilir. Başgöz’e göre, her hikaye anlatımı “sosyal bir gösterimdir”. Gösterimin unsurları anlatıcı-anlatı-dinleyici, gösterimin yapıldığı yer, zaman ve ülkenin içinde bulunduğu politik durumdur (2002: 1). Osmanlı İmparatorluğu’nun nihayetinde bir mutlak yönetim olduğu, dolayısıyla siyasal eleştirinin her türlüsünün yapılabilmesine ülkenin içinde bulunduğu bu politik durumun izin veremeyeceği hesaba katıldığında tıpkı karagözde olduğu gibi meddah hikayelerinin de zaman zaman örtük eleştiriyle yüklü olabilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Siyasal ve toplumsal kurumlara yönelik açık eleştiriler, anlatıcıları, anlatıları hatta dinleyicileri siyasal iktidarın gözünde açık hedefler haline getirebilirdi. Meddahların siyasal konulardaki hikaye anlatma özellikleri Batılı gezginlerin de dikkatini çekmiştir. Bir Avrupalı yazar, meddahların siyasal konulardaki hikaye anlatma özelliği hakkında şöyle bir yorumda bulunmuştu: “Constantinople’da ve Ortadoğu’nun bellibaşlı şehirlerinde, meddahlar Avrupa’daki gazetelerle aşağı yukarı aynı görevi üstlenmişti” (aktaran Georgeon, 1999: 50). Aynı yazar meddahların, III. Selim’in öldürülmesinin İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 117 yarattığı olumsuz sonuçları hikaye repertuarlarına aldıklarını gözlemlemiştir. Yazara göre, meddahların bu konuya dair anlattıklara hikayelere dinleyiciler, “gözyaşları ve hıçkırıklar”la karşılık veriyorlardı (aktaran Georgeon, 1999: 81). Meddahlığın eleştirel özelliği, Cengiz Kırlı’nın çalışmasında belirttiğine göre, onu, “yıkıcı siyasal söylemin” bir türü yapmakta, bu durum, zaman zaman meddahlar, meddah hikayeleri ve bu etkinliğe aracılık eden mekân olan kahvehaneler üzerindeki kontrol girişimlerinin gerekçesini oluşturmaktaydı (Kırlı, 2000: 176-182). Devlet, gizli veya açık politik eleştiriyi barındıran meddah gösterilerini sık sık askıya alarak, erteleyerek kontrol altına almaya çalıştı (180-1). Meddahların çalışmalarına, hikaye ve hikaye anlatma biçimlerine ilişkin İmparatorluk zamanında çeşitli yasaklar konuldu. Sözgelimi 16. Yüzyılda Bedi ile Kasım hikayesi ve bunun doğurduğu sonuç üzerine Şeyhülislam Ebussu’ud el İmadi’nin vermiş olduğu fetvada, kendilerini hikayeye kaptıran dinleyicilerin namazlarını unuttukları belirtilmektedir. Yine on sekizinci yüzyılda Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi’nin kıssahan ve meddah üzerine çeşitli fetvaları bulunmaktaydı. Bu fetvalardan birisinin çıkarılma gerekçesi, meddah hikayesinde din ve Kur’an ile alay edilmesine yaslanmıştı (And, 1969: 22-24). On yedinci yüzyılın başından itibaren “meddah” konuları daha değişik, “açık saçık olmak” yoluna girmiş, böylece kontrol girişimlerinin gerekçelerinden bir diğerini “müstehcenlik” unsuru oluşturmaya başlamıştı (Gökşen, 1943a: 9). 1809 yılı Ramazan ayında yayımlanan bir fermanda içeriğinde siyasal eleştiri ve müstehcenlik bulunan hikayeler yasaklandı (Cabi Tarihi’nden aktaran Kırlı, 2000: 181). Ertesi yıl ve 1809 tarihli yasaktan iki yıl sonra yasak tekrarlandı. Polis ve bekçilere kahvehanelerde hikaye anlatmalarını engelleme talimatı verildi (Cabi Tarihi’nden aktaran Kırlı, 2000: 181). Siyasal iktidar açısından yıkıcı eleştiriler yaptıkları için sürgüne gönderilen meddahlar bile vardı (Kırlı, 2000: 181-2). Meddahlığa yönelik eleştiriler Tanzimat’tan sonra arttı. Bazı aydınların Meddah -ve karagöz’ün- “medeni millete yakışmayacağına” yönelik görüşlerine yanıt veren Teodor Kasap gibi geleneksel ürünleri savunan aydınlar ise, bu İletişim 2005/21 118 Serdar ÖZTÜRK ürünlerin yasak edilmesini değil, “ıslah edilmesi”nin gerekli olduğunu savundular9 (aktaran Kudret, 1965: 9). Dolayısıyla bir tiyatro performansı olarak meddahlık, tıpkı karagöz gibi toplumun kendi dilleri ve algılamaları çerçevesinde siyasal iktidara yönelik örtük veya açık eleştirilerini dile getirdiği bir etkinlik oldu. Geçmiş ve şimdiyi içeren meddahlık hikayelerinin esas olarak tıpkı karagöz gibi kahvehanelerde üretilmesi, siyasal iktidarın bunlar üzerinde denetim kurmalarını zorlaştırdı. Söylenti ve karagöz gibi meddah hikayeleri de Batı merkezli tartışmalara göre rasyonel-eleştirel bir ifade şekli değil, daha ziyade duygu, gülmece, taşlamanın iç içe geçtiği ve sıradan insanın ürettiği bir ifade şekliydi. Sonuç Batıdaki kamusal alan ve kamuoyu tartışmaları eleştirel olsun olmasın Batı merkezli yapılır, Batı dışındaki ülkelerdeki gelişim dikkate alınmaz. Ağırlıklı görüş ise on sekizinci yüzyılla birlikte, gelir ve eğitim düzeyleri açısından elverişli konumda olan burjuvaların kahvehanelerde ve salonlarda bir araya gelerek, akılcı tartışmalar yoluyla devletten ayrı ve ona karşıt bir kamusal alan oluşturdukları yönündedir. Tartışmalara göre basın da burjuvaların rasyonel-eleştirel tartışmalara yaptığı katkı nedeniyle kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunur. Bu görüşlere karşı çıkan eleştiriler de Batı merkezlidir. Bu eleştirilerde tarihsel olarak Batı’da başka kamusallıkların da ortaya çıktığı ve sadece rasyonel-akılcı tartışmaların kamusal alan ve kamuoyunun ölçütü olarak değerlendirilemeyeceği konuları Batı örneğinden açıklanır. Popüler ifade biçimlerinin Batı’da siyasal iktidarlar açısından taşıdığı tehlike potansiyelleri üzerine vurgu yapılır. Kamusal alan ve kamuoyunun Batı’nın tarihsel ve toplumsal koşullarında ortaya çıkan iktisadi bir sınıf, bu sınıfın ürettiği iddia edilen rasyonel-eleştirel tartışmalar ve basın ile eşitlenmesi görünürde Osmanlı İmparatorluğu’nu tartışmaların dışında bırakır. Burjuva 9 Teodor Kasap bir yazısında bu konuda şöyle diyordu: "Mösyö Ayvazyan (..) "karagöz" ve "meddah" gibi şeylerin medeni millete yakışmayacağını söylemiş. Gerçekte biz Karagöz'ün kaba saba sözlerini ve o cahil meddahların anlattıkları hikayeleri dinleriz. Zuhuri kolu'nun da halinin düzeltilmesi lazım geldiğini teslim ederiz, lakin yasak edilmesini değil ıslahını arzu ederiz". Kasap’a göre, Osmanlı’nın öz malı olan bu oyunlar ıslah edildiğinde Osmanlı tiyatrosunun esasını oluşturacaktır (aktaran Kudret, 1965: 9). İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 119 sınıfının yokluğu ve basının en azından ilk özel gazeteciliğin ortaya çıktığı 1860’lara kadarki gelişmemişliği, bu tarihe kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda kamusal alanın ve kamuoyunun var olmadığı biçiminde yorumlanabilir. Oysa bu makalede gösterildiği üzere, özel alan ile devlet arasında ve devlete karşıtlık biçiminde bir ara form, daha onaltıncı yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda oluşmuştur. Yeniçeriler ve yönetilen konumundaki diğer toplum kesimleri ürettikleri, Habermasçı anlamda olmayan estetikduygusal siyasal ifade şekilleri ve gerektiğinde amaç-yönelimli eylemleriyle devlete karşı güç blokları haline gelebilmiştir. Basının yokluğu ve basımcılığın gelişmemişliği ise insanları söylenti gibi bir medyayı, karagöz ve meddahlık gibi tiyatro performanslarını üretmekten alıkoymamıştır. İktidar, bu ifade şekillerini önlemek için yoğun sarf etse de amacında hiçbir şekilde tam başarıya ulamamıştır. Sonuç olarak bunun anlamı, Batılı anlamda olmasa bile kamusal alanın dinamiklerinin Osmanlı’da var olduğudur. Kaynakça Allport G. W., Postman L., (1946-1947) “An Analysis of Rumor”, Public Opinion Quarterly, 10, Kış 1946-1947, s. 501-517. And, Metin (1964) “Karagöz Bir Siyasal Taşlamaydı da”, Forum, 1 Mart 1964, s. 15-18. And, Metin (1963-64) A History of Theatre And Popular Entertaintment in Turkey, Forum Yay., Ankara. And, Metin (1977) Dünyada ve Bizde Gölge Oyunu, İş Bankası Yay., Ankara. And, Metin (1985) Geleneksel Türk Tiyatrosu, İstanbul. Başgöz, İlhan (2002) “Giriş”, Sibirya’dan Bir Masal Anası içinde, çeviren ve yayına haz. İlhan Başgöz, Kültür Bakanlığı, Ankara, s. 1-46. Berkes, Niyazi (1942) ”Namık Kemal’in Fikri Tekamülü”, Namık Kemal Hakkında içinde, Vakit Matbaası, İstanbul, s. 221-247. Berkes, Niyazi (2002) Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay., İstanbul. İletişim 2005/21 120 Serdar ÖZTÜRK Boran, Behice (1942) “Namık Kemal’in Sosyal Fikirleri”, Namık Kemal Hakkında içinde, Vakit Matbaası, İstanbul, s. 251-277. Boratav, Pertev Naili (1942) “Okuduklarımız”, Yurt ve Dünya, Şubat, S. 14. Boratav, Pertev Naili (1946) Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, Milli Eğitim Basımevi, Ankara. Boratav, Pertev Naili (1982) “Namık Kemal’in Gazeteciliği”, Folklor ve Edebiyat içinde, C.1, Adam Yay., İstanbul, s. 383-405. Brooke, John L. (1998) “Reason and Passion in the Public Sphere: Habermas and the Cultural Historians”, Journal of Interdisciplinary History, S. 29, s. 43-67. Dahlberg, Lincoln (2005) “The Habermasian Public Sphere: Taking Difference Seriously?”, Theory and Society, S. 34, s. 111-136. Désmèt-Grégoire, H. (1999) “Giriş”, Doğu’da Kahve ve Kahvehaneler içinde, Hélène Désmèt-Grégoire ve François Georgeon (der.),Yapı Kredi Yay., Ankara, s. 13-25. Evren, Burçak (1996) “Kent Yaşamı ve Kahvehaneler”, Yeni Türkiye, Mart-Nisan 1996, S. 8, s. 333-342. Fraser, N. (1992) “Rethinking the Public Sphere: A Contribution to the Critique of Actually Existing Democracy”, Habermas and the Public Sphere, C. Calhoun (ed.), MIT Press, Cambridge, s. 109-142. Giddens, Antony (2005) Sosyoloji, Ayraç Yayınevi, Haz. Cemal Güzel, Ankara. Georgeon, F. (1999) “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İstanbul Kahvehaneleri”, Doğu’da Kahve ve Kahvehaneler içinde, (der.) Hélène Desmet-Grégoire ve François Georgeon, Yapı Kredi Yay., Ankara, s. 43-85. Goffman, Erving (1978) “On the Characteristics of Total Institutions”, Modern Sociology içinde, Ed. Peter Worsley, Second Edition, Penguin Books, America, s. 376-380. Gökşen, Enver Naci (1943a) “Kahvehaneler Nasıl Kuruldu ve Ne Oldu?”, Yeni Adam, 21 Ekim, C. 12, S. 460, s. 8-9. İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 121 Gökşen, Enver Naci (1943b), “Şehir Kulüpleri”, S. 463, 11 Son Teşrin, s. 5. Habermas, J. (2000). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora-Mithat Sancar, İletişim Yay., Ankara. Hall, Stuart (1999) “Popüler Kültür ve Devlet”, Popüler Kültür ve İktidar içinde, Der. Nazife Güngör, Vadi Yay., Ankara, s. 97-132. Hattox, R. S. (1998) Kahve ve Kahvehane: Bir İçeceğin Yakın Doğu’daki Kökenleri, 2. Basım, Çev. Nurettin Elhüseyni, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul. Kapferer, Jean-Noel (1992) Dedikodu ve Söylenti: Dünyanın En Eski Medyası, Çev. Işın Gürbüz, İletişim Yay., Ankara. Kaplan, Mehmet (1948). Namık Kemal: Hayatı ve Eserleri, İbrahim Horoz Basımevi, İstanbul. Kıray, Mübeccel (1964) Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Ankara. Kırlı, C. (2000) The Struggle Over the Space: Coffeehouses of Ottoman İstanbul, 17801845, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Binghamton. Knapp R. (1944) “A Psychology of Rumor”, Public Opinion Quarterly, 8(1), s. 22-37. Koloğlu, Orhan (2005) Cercle d’Orient’dan Büyük Kulüp’e, Boyut Kitapları, İstanbul. Kömeçoğlu, Uğur (2001) Historical and Sociological Approach to Public Space: The Case of Muslim/Islamic Coffeehouses in Turkey, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi. Kudret, Cevdet (1969) Karagöz, Bilgi Yayınevi, II, Ankara. Kudret, Cevdet (1970) Karagöz, Bilgi Yayınevi, III, Ankara. Lefebvre, G. (1973) The Great Fear, Pantheon Books, New York. Lewis, Bernard (1993). Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK, Beşinci Basım, Ankara. İletişim 2005/21 122 Serdar ÖZTÜRK Mah, Harold (2000) “Rethinking the Habermas of Historians”, The Journal of Modern History, Vol. 72, No. 1, New York on the French Revolution: A Special Issue in Honor of François Furet (Mar), s. 153-182. Mardin, Şerif (1969) Din ve İdeoloji, A.Ü.S.B.F. Yay., Ankara. Mardin, Şerif (1994) “Türk Toplumunu İnceleme Olarak Sivil Toplum”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset içinde, (der.) Mümtaz’e Türköne, Tuncay Önder, İletişim Yayınları, İstanbul. Mehmed Süreyya (1996) Sicill-i Osmani, 6 Cilt, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. Mizrahi, Daryo (1991)“Diversity and Comedy in Ottoman Istanbul: The Turkish Shadow Puppet Performances.” P.D. dissertation, Columbia University. Mosco, V. (1996) The Political Economy of Communication: Rethinking and Reneval, Sage, London. Nutku, Özdemir (1997) Meddahlık ve Meddah Hikayeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara. Ong, Walter (2003) Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, Metis, Üçüncü Basım, İstanbul. “Osmanlı, modernleşme serüvenini kendi dinamikleriyle 16. yüzyılda yaşadı”, N. Akman’ın Cemal Kafadar ile röportajı, http://www.zaman.com.tr/?bl= roportaj&alt=&trh= 20040411& hn=35744, 11 Haziran 2004’de erişildi. Özön, Mustafa Nihad (1997) Namık Kemal ve İbret Gazetesi, Yapı Kredi, İstanbul, Özgün Baskı, 1937. Öztürk, Serdar (2006) Cumhuriyet Türkiyesinde Kahvehane ve İktidar (1930-1945), Kırmızı, İstanbul. Peter Hohendahl ve Patricia Russian (1974) “Jurgen Habermas: The Public Sphere (1964)”, The German Critique, S. 3 (Autumn), s. 45-48. Sanders, Bary (1999) Öküzün A’sı, Ayrıntı Yay., Ankara. İletişim 2005/21 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri 123 Saraçgil, A. (1999) “Kahve’nin İstanbul’a Girişi”, Doğu’da Kahve ve Kahvehaneler içinde, Hélène Desmet-Grégoire ve François Georgeon (der.), Yapı Kredi Yay., Ankara, s. 27-41. Shibutani T. (1966) Improvised News: A Sociological Study of Rumor, Indianapolis, Bobbs Merrill. Tanpınar, Ahmet Hamdi (2000) Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah Yay., İstanbul. Thompson, John B. (1990) “The Transformation of the Public Sphere”, Ideology and Modern Culture içinde, Polity Press, Cambridge. Thompson, John B. (1993) “The Theory of the Public Sphere”, Theory, Culture & Society, Vol. 10, s. 173-189. Tietze, Andreas (1977) The Turkish Shadow Theater and the Puppet Collection of the L. A. Mayer Memorial Collection. Mann Verlag, Berlin. Topdemir, Hüseyin Gazi (2002) İbrahim Müteferrika ve Türk Matbaacılığı, Kültür Bakanlığı, Ankara. Toros, Taha (1998) Kahvenin Öyküsü, İletişim Yay., İstanbul. Ünver, Süheyl (1967) “Kahve 450 Yaşında”, Hayat Tarih Mecmuası, Mayıs, S. 4, s. 12-14. White, Charles (1845) Three Years in Constantinople; or, Domestic Manners of the Turks in 1844, 2 cilt, London. Yalman, A. E. (1968) The Development of Modern Turkey As Measured by Its Press, Ams Press, Inc., New York. Young, Irıs M. (1990) Justice and the Politics of Difference, Princeton University Press, Princeton. Young, Irıs M. (1995) “Communication and the Other: Beyond Deliberative Democracy,” Justice and Identity: Antipodean Practises içinde, Margaret Wilson ve Anna Yeatman (editörler), Bridget William Boks, Wellington. İletişim 2005/21 124 Serdar ÖZTÜRK Özet Bu makalede Osmanlı İmparatorluğu’nda basının ortaya çıkmasından önce kamusal alanın dinamikleri bulunmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ana tezi, Osmanlı İmparatorluğu’nda basının ortaya çıkmasından önce bile, on altıncı yüzyılın ortasında oluşan kahvehaneler ile bu mekânlarda üretilen estetik-duygusal ifade şekilleri etrafından açıklanabilecek kamusal alanın dinamiklerinin var olduğudur. Oysa Batıda kamusal alan tartışmaları Batı merkezli yapılır ve Batı dışındaki toplumlarda kamusal alanın yokluğu baştan kabul edilir. Batının kendi içindeki tartışmalarda gerek Habermas ve onun kamusal alan anlayışını paylaşanlar ve bu anlayışa karşı çıkanlar arasındaki tartışmalar hep Batı merkezli geçer. Rasyoneleleştirel ve estetik-duygusal ifadeler ana eksenli bu tartışmalar Batı ile Batı dışı toplumlar arasında değil, Batı’nın kendi toplum yapılanması içinde yer alan toplum kesimleri bağlamında yapılır. Bu çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nda basının oluşmasından önce bile kamusal alanın dinamiklerinin var olduğunu kanıtlarıyla göstererek Batı merkezli tartışmaların dışında bir anlayışı benimsemektedir. Anahtar Sözcükler: Kamusal alan, kamusal mekân, kahvehane, kamuoyu, rasyonel-eleştirel, estetik-duygusal, söylenti, karagöz, meddah hikayeleri. Abstract This article, aims to find out the dynamics of the public sphere before the emergence of the press in the Ottoman Empire. The main thesis of this article is that eventhough the press was not emerged in the Ottoman Empire, the dynamics of the public sphere, which can be understood by coffeehouses set up in the middle of the sixteenth century and aesteticaffectual expressions produced in these places, were available. However, in the west, the arguments of public sphere are based on euro an centric view and taken for granted that in non-western societes there is no public sphere. In the west, discussions between Habermas and those sharing his views, and those opposings to this view are based on an eurocentric stanpoint. These discussions, whose main pivotals are rationel-critical and aestetic-affectual, aare generated in western, and do not have a comparative perspective on the western and nonwestern societies. This article adopts a non-western view by showing evidence that in the Ottoman Empire there were dynamics of the public sphere even before emerging the press. Key Words: Public sphere, public place, coffeehouse, public opinion, rational-critical, aestetic-affectual, humour, karagoz, meddah stories. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Erdal DAĞTAŞ* Giriş 1980 sonrası siyasi ve ekonomik yeniden yapılanma dönemine girildiğinde; siyaset, sermaye ve medya arasında organik bir ilişkinin varlığı gündeme gelmiştir. Medya alanındaki sermayeyi büyütmek için benimsenen anlayış doğrultusunda, medya gerek finansal gerekse teknolojik açıdan desteklenerek bir sektör haline getirilmiştir. Bu dönemde, “medya, değişik sermaye gruplarının kitle iletişim alanına girmesiyle hızlı bir değişime uğramıştır. Ticari radyo ve televizyon kanalları yaygınlaşmıştır. Yazılı basın ise, 1980 öncesine göre çeşit, baskı ve sayfa kalitesi açısından değişim geçirmesiyle bir sanayi sektörüne dönüşmüştür” (Bali, 1999: 48). Yazılı basın alanında, Sabah1 gazetesi dönemin yeni sağ politikaları ile uyum sağlamış ve bu politikaları aktaran önemli bir gazete haline gelmiştir. Sabah, yeni dönemin anlayışını simgeleyen ‘iş bitiricilik, pragmatik anlayış ve tüketim kültürü mantığı’nı sayfalarına yansıtmıştır” (Kozanoğlu, 1992: 117). Medyanın magazinleşmesi ve magazin medyasının bu yeni dönemde egemen bir görünüm sergilemesinin ardında yatan temel nedenlerden biri, medyanın yeni ilişkileri ve medyanın * Yard. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın ve Yayın Bölümü. Tiraj yarışında gazetelerin en çok önem verdikleri nokta, 1980 sonrasında toplumda yaşanan değişime ayak uydurabilecek eşdeyişle, okuyucunun değişmiş olan dünya bakışına ve toplumsal değerlerine cevap verebilecek bir gazete yayımlamaktı. Bunu, ilk gerçekleştiren ve dolayısıyla önemli bir tiraja erişen Sabah gazetesi olmuştur. 1 İletişim 2005/21 126 Erdal DAĞTAŞ oluşumunu belirleyen ekonomi politik yapı; diğeri ise, arz-talep ilişkisi ekseninde tartışmalara neden olan magazin ile izleyiciler arasındaki etkileşimdir. Türkiye’deki medya ortamının içeriğine bakıldığında, “yeni sağ politikalara yönelik motiflerin sadece reklamlara değil; yatay ve dikey tekelleşmeler sonucunda içerikleri birbirine benzeşen görsel ve yazılı basındaki diğer içeriklere de yansıdığından söz edilebilir. Benzer programlar farklı kanallarda hemen hemen aynı zaman diliminde yayınlanırken; diğer yandan benzer içerikteki haberler farklı gazetelerin/dergilerin sayfalarında kendilerine yer bulabilmektedir” (İnal, 1999: 31). Yeni sağ politikaların toplumsal yaşamdaki izdüşümleri, tekelci bir yapı sergileyen Türkiye medyasında; özellikle gazetecilik alanında başlamış ve 1980’lerin sonlarından itibaren basın (özellikle İstanbul2 başta olmak üzere metropol kentler bağlamında), yüksek gelir gruplarına seslenen yaşam tarzı haberciliğini (lifestyle journalism) benimsemiştir. Farklı mekân ve yemek çeşitlerinin tanıtıldığı gusto-stil köşeleri, sınıf ve statü belirten ürünlerin tanıtıldığı reklamlaşan haberler yazılı basın alanında yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu dönemde, gurme, lifestyle, trend gibi kavramlar da gazetelerdeki köşe yazıları, magazin dergileri ve özellikle hafta sonu eklerinin içeriklerine yansımıştır. Türkiye’de tirajı yüksek popüler gazetelerin hafta sonlarında ilave olarak yayımladıkları magazin içerikli ekler, haftalık ve aylık magazin dergileri, yerli ve yabancı diziler, komedi programları, talk showlar, reality showlar, yarışma programları, Televoleler3 ve hatta magazinleşen haber bültenlerinin içeriklerinde küresel yeni sağ değerlerin hâkim hale geldiğinden söz edilebilir. Popüler gazetelerin hafta sonlarında para karşılığında yayımladıkları magazin eklerinin içeriklerinin çözümlenmesinden yola çıkarak; ekleri hazırlayan sektör temsilcilerinin, 2 İstanbul kenti, “Türkiye’nin 1980’den sonra girdiği yeni iktisadi yapılanma programlarının dışa açılma politikaları sonucunda, giderek önemli bir konumda yer almaya başlamıştır. İstanbul önemli bir finans, ticaret ve eğlence merkezi haline gelirken; küresel kent olmanın imkânlarını da yakalamaya başlamıştır” (Sönmez, 1996: 42). 3 Televoleler, Türkiye’deki medya ortamında 1990’lı yılların ortalarında ticari televizyon kanallarında yayınlanan ve izleyicileri eğlendirmeye yönelik bir formatta hazırlanan bir program türü olarak yaygınlık kazanmıştır. Televole programlarının önemli özelliklerinden biri, insanların duygularına seslenmesi ve eğlence dünyasını izleyicilerin evlerine taşımasıdır. Televolelerin içeriğinden dolayı, bugün itibariyle, Televoleleşme olgusundan söz edildiğinde; aslında vurgulanan medya içeriklerinde yaşanan magazinleşmedir. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 127 magazin ile tüketim kültürünün gösterenleri arasındaki dinamiklere ilişkin yaklaşımlarının analizi çalışmanın sorunsalını oluşturmaktadır. Kitle iletişim araçlarının içeriğinde belirginleşen metalaşma, homojenleşme ve tektipleşme bir yandan kapitalist ekonominin desteklediği yeni sağ politikaların mantığını etkin hale getirirken; diğer yandan da zaten varolan medyanın magazinleşme sürecini hızlandırmıştır. Türkiye’de magazinleşmenin yaygınlaşmasındaki belirleyici etkenlerden bir diğeri de, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile birlikte siyasal partilerin kapatılması ve siyasal katılım ile örgütlenme haklarının kısıtlanması olmuştur. Çözümleme birimi magazin ekleri, bu konuda önemli bir örnek oluşturmaktadır. Yapılan araştırmanın değerlendirilmesinde, çalışmanın bir dizi varsayım üzerine temellendirildiğinden de söz etmek gerekmektedir. Bu bağlamda, çalışmanın genel varsayımı şöyledir: * Türkiye’deki tekelci medya ortamında, küreselleşmenin etkisiyle toplumda egemen hale gelen yeni sağ politikalar, medya alanında önem kazanan magazin sektörünü de şekillendirmiştir. Bu genel varsayıma bağlı olarak, çalışmada sınanmak üzere şu varsayımlar oluşturulmuştur: (1) Televizyonlaşan magazin ekleri, Türkiye’deki medya ortamında gerçekleşen tektipleşmenin, benzeşmenin ve kültürel metalaşmanın örneklerini oluşturmaktadır. (2) Türkiye’deki medya ortamındaki tekel gruplarının uzantıları olan Şamdan (Kumsal), Süper Galaxy (Gala) ve Starlife adlı magazin ekleri; İstanbul’daki moda, eğlence ve tüketime dayalı yaşam tarzlarını içeriklerine yansıtmaktadır. Ana evreni tirajı yüksek popüler gazetelerin hafta sonlarında para karşılığında yayımladıkları magazin ekleri oluşturmuştur. Ana evreni temsilen ise, Şamdan (Kumsal), Süper Galaxy (Gala) ve Starlife adlı magazin ekleri seçilmiştir. Bu ekler sırasıyla, Sabah, Hürriyet ve Star gazeteleri tarafından yayımlanmıştır. İletişim 2005/21 128 Erdal DAĞTAŞ Bu ilavelerin seçimindeki ölçütlerden biri, yüksek tiraja sahip popüler gazeteler tarafından yayımlanan ekler olması; diğer bir ölçüt ise, Türkiye’deki mevcut medya tekellerinin birer uzantısı olmalarıdır. Sözü edilen yayın gruplarına ait üç gazetenin para karşılığında satışa sundukları magazin eklerinin (Şamdan, Süper Galaxy ve Starlife) 2001 Ocak ve 2001 Mart dönemlerinde yayımlanan toplam 24 sayısı çalışmanın örneklemini oluşturmuştur. Bu yüzden nitel metin analizi; amaçlı örnekleme tekniği uygulanarak, magazin eklerinin belirlenen zaman aralığındaki sayıları üzerinde gerçekleştirilmiştir. Sözü edilen zaman aralığındaki magazin eklerinin seçilmesindeki önemli belirleyicilerden biri, 2001 yılı itibariyle Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz (Şubat 2001 krizi) olmuştur.4 Analiz kapsamına alınan eklerin, amaçlı örnekleme tekniği ile seçilmesindeki diğer bir neden ise, özellikle 2001 yılının başlarında Televole kültürü5 hakkında medya grupları arasında gerçekleşen tartışmaların kamuoyunun gündemini belirlemesidir. Magazin eklerinin içeriğine ilişkin olarak; eklerin yazı işleri kadrosuyla (muhabirleriyle) gerçekleştirilen derinlemesine görüşme yöntemiyle, sektörel analizi destekleyecek bulgular elde edilmiştir. Analiz sonucunda elde edilen bulguların izleri, magazin eklerinin içeriklerinde sürülmüştür. 4 Şubat 2001 ekonomik krizi, Türkiye’de pek çok sektörü olduğu gibi, medya sektörünü de olumsuz etkilemiştir. Bir yandan gazetelerin bölgesel, hafta sonu ve kültürel amaçlı eklerinin yayımına son verilirken; diğer yandan da çok sayıda eleman işten çıkarılmıştır. Bununla birlikte, gerek görsel gerekse yazılı basında eğlenceye ve eğlendirmeye dönük bu tür programların ve yayımların -para karşılığında ilave olarak yayımlanan magazin eklerinin fiyatlarını arttırarak yayımına devam etmesi- devamlılığını sürdürmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak önem kazanmaktadır. 5 Televole kültürünü, Türkiye’deki medya ortamında yaşanan magazinleşmenin bir tezahürü olarak tanımlamak mümkündür. Televole kültürü, 1980 sonrası Türkiye’sine egemen olan kimi değerlerin ve özellikle İstanbul’daki eğlence ve sosyete dünyasının ünlülerinin yaşam tarzlarının (günübirlik ilişkilerinin, dedikodu ve polemiklerin, moda anlayışlarının, eğlence ve tüketim anlayışlarının vb.) medya aracılığıyla yansıtılmasıdır. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 129 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün Gösterenleri Biçim ve İçerik Özellikleri Açısından Bir Tüketim Kültürü Ürünü Olarak Magazin Ekleri Televizyona kıyasla kısıtlı bir izleyici kitlesine/okura sahip olan günlük basın, benimsediği genel politika doğrultusunda geniş kitlelere seslenecek biçimde tasarlanmaktadır. Ulusal düzeyde geniş yayın ve dağıtım olanaklarına sahip günlük gazeteler, gerek gazete sayfalarında içerik çeşitliliğini sağlayarak gerekse yayımladıkları ilaveler aracılığıyla farklı beklentileri olan okurları tatmin etmeye yönelmektedir. Yazılı basın tarafından bu yaklaşımın benimsenmesinde, “genel sosyo-ekonomik ve kültürel özellikleri nedeniyle, Türkiye’deki toplam okur kitlesi içinde uzmanlaşmış süreli basını izleyen alt sınıfların sayısal azlığı belirleyici olmuştur” (Tanrıöver ve Eyüboğlu, 2000: 216). Türkiye’de İstanbul kaynaklı ulusal günlük basın, farklı birimleriyle bir anlamda hem gazetelerin hem de dergilerin işlevini üstlenmektedir. Günlük basın, bunun için gazete içindeki farklı sayfa türlerinin yanı sıra, gerektiğinde gazetenin verdiği ilaveler ile bu işlevi sürdürmektedir. Türkiye’de popüler gazetelerin hafta sonlarında para karşılığında ilave olarak yayımladıkları magazin eklerinin, bu gelişmenin bir sonucu olarak hazırlanarak okurlara sunulduğundan söz edilebilir. İncelenen dönem itibariyle, magazin eklerinde, haber niteliğindeki (haber, köşe yazısı, söyleşi ve yazı dizisi) toplam 1316 metin analiz edilmiştir. Şamdan ekinde 465; Süper Galaxy’de 442 ve Starlife adlı ekte ise 409 adet haber niteliğindeki yazılı metne yer verilmiştir. Bununla birlikte, magazin eklerinin temel unsurlarından biri olarak fotoğrafın öne çıktığı gözlemlenmiştir. Çizelge-1’den de gözlemleneceği üzere, magazin eklerinin sayfalarında, gerek kapladığı alan gerekse sıklık sayısı ve oranı açısından yoğun bir fotoğraf kullanımına gidilmiştir. Haber niteliğindeki 1316 adet yazılı metinden, 1214’ü fotoğraflarla desteklenmiştir. Bir başka deyişle, 2001 yılının Ocak ve Mart aylarında, sadece 102 adet haber fotoğrafsız olarak okurlara sunulmuştur. İletişim 2005/21 130 Erdal DAĞTAŞ Çizelge-1: Net Yazı ve Fotoğraf Alanları İle Fotoğraf Sayılarının İncelenen Eklere Göre Dağılımı İNCELENEN MAGAZİN EKLERİ TOPLAM EKLERDEKİ ŞAMDAN SÜPER GALAXY STARLİFE NET YAZI VE 7-28 Ocak 4-25 Mart 7-28 Ocak 4-25 Mart 7-28 Ocak 4-25 Mart 7-28 Ocak 4-25 Mart FOTOĞRAF 2001 2001 2001 2001 2001 2001 2001 2001 ALANLARI İLE Yüzde Yüzde Yüzde Yüzde Yüzde Yüzde Yüzde Yüzde Oran Oran Oran Oran Oran Oran Oran FOTOĞRAF Oran (%) (%) (%) (%) (%) (%) (%) (%) SAYILARI Yazı Alanı 28,416 35,8 30,820 37,1 26,959 34,0 27,953 33,8 23,987 30,2 24,141 29,1 79,362 100,0 82,914 100,0 (cm2) Fotoğraf 80,710 37,3 68,431 33,7 63,756 29,5 68.880 34,0 71,924 33,2 65,780 32,3 216,390 100,0 203,091 100,0 Alanı (cm2) Fotoğraf Sayısı 357 35,9 358 37,7 333 33,4 318 33,4 306 30,7 275 28,9 996 100,0 951 100,0 Magazin eklerinin içeriğine hâkim olan fotoğrafın yazı karşısındaki üstünlüğünün, bugün itibariyle yayımlanan Kumsal, Gala ve Dolce türünden magazin eklerinde de sürdürüldüğüne tanık olunmaktadır. Gala Magazin Eki Yazı İşleri Müdürü Selim Akçin (02.12.2004), hazırladıkları magazin ilavesinde, fotoğrafın sayı ve büyüklük açısından yoğun kullanımının, magazinin ruhuna uyum gösteren bir durum olduğunu şöyle açıklamaktadır: ...Özel televizyon kanalları yaygınlaştıktan sonra, yazılı basın olarak işimiz bir hayli zorlaştı. Çünkü, onlar günlük, dakikalık haberleri giriyorlar. Biz ise, haftalık bir yayımı hazır hale getiriyoruz. Ama yine de, ‘yazı’ her zaman geçerliliğini sürdürecektir. Görsel basını, kendimize rakip olarak görmüyorum. Bizler onlardan, onlar da bizlerden gördüklerini yapıyor. Yani, belli bir etkileşim içindeyiz. Magazin eklerinin biçim ve içerik açısından karşılaştırmaları yapıldığında, birbirine çok yakın benzerlikler içerisinde oldukları gözlemlenmiştir. Biçimsel özellikleri açısından kısa haber metinlerini destekleyen büyük ve çok sayıda fotoğrafın kullanılması; ön ve arka kapaklarda İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 131 erotik kadın bedenlerinin sunumuna yer verilmesi; kullanılan kağıt ve baskı kalitesi, sayfa sayıları hatta sayfalara alınan reklam ve ilanlar belli bir benzeşmenin/tektipleşmenin örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan, içeriğe ilişkin işlenen konular, kullanılan dil ve üslup açısından magazin ekleri o denli birbirine benzemektedir ki, logolar kapatıldığında her üç ek içinden diğerini ayırt edebilmek zorlaşmaktadır. Aslında bu benzeşmenin ve tektipleşmenin önemli nedenlerinden biri olarak, Türkiye’deki tekelci medya ortamının uzantısı söz konusu eklerin, magazin sektöründeki tirajlarını ve beraberinde reklam gelirlerini arttırmak için girdikleri rekabet gösterilebilir. Bu durum, Garnham’ın (1990: 56), “medyanın kurumsal yapısı ve üretim örgütlenmesinin, genel ekonomik yapı içinde varolan diğer endüstriyel örgüt yapılarına benzer özellikler gösterdiği”ne ilişkin vurgusuyla paralellikler taşımaktadır. Murdock (1990: 6-7) ise, özelleştirme, teknolojik ilerleme ve tekelleşmeyi sanayi sermayesinin medya sahibi olmasında temel etkenler olarak kabul ederken; kapitalist toplumlardaki bu oluşumların kültüre etkisini şöyle özetlemektedir: “Medya sektöründe alanın en büyüğü olan şirketler, modern kültürel yaşam üzerinde kontrol gücüne sahip olabilirler. Diğer yandan, özelleştirme sonucunda muhalif kamusal kültür kuruluşlarının gücü azalmaktadır. Böylece, medyada tekelleşme eğilimi artarken, tek sesliliğe doğru bir yönelim gerçekleşmektedir. Bu da, medya ürünlerinin tektipleşmesine neden olmaktadır.” Magazin ekleri, Murdock’ın sözünü ettiği tekelci medya ortamının yol açtığı medya ürünlerinin tektipleşmesi olgusuna somut bir örnek oluşturmaktadır. Gazetecilerin büyük bölümü, hazırladıkları magazin eklerinin tektipleşmesi konusunda “benzeşmenin” kaçınılmaz olduğunu vurgularken; çok azı belli açılardan farklılaştığını ve bazıları da taklit edildiklerini ifade etmektedir. Günlük gazetelerin sayfalarının da birbirine benzerlik gösterdiğini söyleyen Gala Magazin Eki İstihbarat Şefi Erol Işık (03.12.2004), yayımlanan ilaveler açısından bu benzeşmenin kaçınılmaz olduğuna şöyle işaret etmektedir: İletişim 2005/21 132 Erdal DAĞTAŞ ...Gazetelerin sayfalarına göz attığımızda, hepsinin ekonomi sayfaları birbirine benzer. Ayrıca, ikinci sayfalar magazine ve son sayfalar da spora ayrılmıştır...Geçtiğimiz yıllarda ‘köy dizileri’, ‘pop star’ yarışmaları popülerdi. Yani, bu tür programlar farklı televizyon kanallarında yayınlanmasına rağmen, birbirine benzemeleri kaçınılmazdı. Ancak, ekler arasındaki az da olsa gerçekleşen farklılık, üretenlerin kendilerinden kattıkları şeylere bağlı olarak gelişmektedir. Öte yandan, bazı gazeteciler ise, hazırladıkları eklerin özellikle benimsenen habercilik anlayışı ve ön kapaklardaki benimsenen tercihler açısından farklılaştığını dile getirmektedir: ...Magazin sektöründe, Kumsal olarak, ciddi saptamalardan sonra haberleri belirliyoruz ve önümüze gelen her haberi de yayımlamıyoruz. ‘Bunu yayımlarsak, çok ses getiririz’ diye önümüze gelen pek çok haberi, insanların konumlarını göz önüne alarak kullanmamışızdır. Bu konudaki hassasiyetimiz, bizi diğer eklerden ayıran en temel özelliğimiz...Bir de, magazin konsepti diye birşey var. Dolayısıyla bu konsept, eklerin birbirine benzemesine neden oluyor. Sanırım, fotoğrafa verilen önem de, bu benzeşmede önemli bir etken (Kumsal Magazin Eki Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Vecihe Aslan, 29.11.2004). Çok az sayıda gazeteci, magazin ekleri arasında farklılıklar olduğunu düşünmektedir. Gazeteciler tarafından ileri sürülen ayrımlar, temel olarak şu başlıklar çerçevesinde değerlendirilebilir: (a) Magazin haberciliğine yaklaşım ve haberin çerçevesinin çizilmesinde gerekli özenin gösterilmesi, (b) Eklerin kapak ve orta sayfalarında yer verilen kadınların popüler olmasına ve fazla çıplak sunumlardan kaçınılmasına dikkat edilmesi, (c) Yaratıcı unsurların eklerin içeriğine yansıtılarak, kendilerini yenileme ve taklit çabalarının önüne geçilmesi. Kimi gazeteciler ise, tektipleşmenin nedenini eklerin birbirlerini “taklit” etmesine bağlamaktadır. Gala Magazin Eki Haber Müdürü Demirhan Hararlı, yayımladıkları Gala ekinin diğer ilaveler tarafından taklit edildiğini söylerken; Değer Özergün (Kumsal Magazin Eki Yayın Koordinatörü, 29.11.2004) ise, tektipleşmeye ve taklite yol açan bu durumu, pastadan pay kapma arayışı olarak tanımlamaktadır: İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 133 ...Bu bir rant meselesi. Yapılabilecek en kolay iş taklit etmedir. Çünkü işin en ucuzu, en kolayı üretilen birşeyi çalmaktır...Sonuçta, ilk biz doğduk. Bizi, birçok magazin eki ve dergisi takip etti. Sonra, televizyon kanallarında Televoleler ortaya çıktı. Televolelerin ardından, televizyon kanalları pek çok magazin ya da paparazzi programı yayınlamaya başladı. Kaldı ki, yarattığımız birşeyin taklit edilmesine de karşı değiliz. Çünkü, taklitlerin, kendisini ayakta tutmaya çalışırken; aslında sadece seni ayakta tutarlar. Ayrıca, tektipleşmeyi yaratan önemli nedenlerden biri de, ünlüler dünyasını oluşturan kişilerin bütün eklere konu olmasıdır. Açılışlarda, davetlerde, kutlamalarda, eğlence mekânlarında onlara rastlayabilirsiniz. Dolayısıyla, eklere konu olanlar hep aynı yüzler olduğu için, bu da eklerin haber malzemesi açısından birbirine benzemesine neden olmaktadır... Magazin ekleri içerisinde kimin kimi taklit ettiği tartışması bir tarafa; sektörde dikkate değer tirajlara sahip bu ilaveler hem biçim hem de içerik açısından birbirlerine benzemektedir. Özellikle magazin haberlerinin içeriklerini oluşturan konularda, haberlerde kullanılan dil ve üslupta yaşanan benzeşme; eklerin sayfalarına yansıtılan fotoğrafların büyüklük ve sunumlarında da gözlemlenmiştir. Türkiye’deki medya ortamında, 1980 sonrası yaşanan ve 1990’lı yıllarla birlikte de başat hale gelen görsel kültürün izlerini, televizyonlaşan bu yazılı basın ürünlerinde sürmek mümkündür. Ayrıca, irdelenen magazin eklerinin tüketim kültürüne ilişkin yansıttığı içeriklerin yanı sıra, biçimsel açıdan da, fotoğraflara ağırlıklı olarak yer vermesi bu ilavelerin doğrudan tüketilmeye yönelik materyaller olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda, magazin ekleri tüketime yönelik bir meta değeri taşımasının ötesinde, sayfalarda yer verilen içerik ve fotoğraflar açısından da, daha çok bakılmaya yönelik metinler olarak dikkat çekmektedir. Dolayısıyla, incelenen bu ekleri, içeriğinde yer verilen haber ve fotoğraflar açısından tüketimi doğrudan simgeleyen yazılı basın ürünleri olarak nitelendirebilmek mümkündür. Aynı zamanda, bu ekleri, yer verilen konular ve sunumlar açısından, tüketimi dolayımlayan metinler olarak da değerlendirebiliriz. Analiz nesnesi magazin eklerinin içeriklerinde yer verilen tüketime yönelik konulara ilişkin en dikkat çekenlerin başında ön kapaklar ve İletişim 2005/21 134 Erdal DAĞTAŞ görsellik öğesinin başat olması, çıplaklık ve erotizm bağlamında bedenlerin kutsanması, moda olgusu ve doğrudan tüketime yönelik yaşam tarzlarının gösterenleri gelmektedir. Ön Kapaklar, Görsellik ve Tüketim Türkiye’deki yazılı basın ortamında, haberi destekleyici bir unsur olarak önem kazanan fotoğraf, teknoloji alanındaki gelişmelerin de etkisiyle öncelikle tirajı yüksek gazeteler tarafından benimsenmiş ve yaygınlık kazanmıştır. Kitleselleşmeyi ve kâr maksimizasyonunu arttırmayı temel hedefi haline getiren kitlesel basında fotoğraf kullanımı, görselliğe aşırı yer verme düzeyinde gerçekleşmektedir. Söz konusu eklerin önemli bir bölümünü, fotoğraflar oluşturmaktadır. Fotoğraf, yazılı metne göre daha kestirme, doğrudan ve zahmetsiz bir iletişim aracı olduğundan hem kaynak hem de hedef için daha pratik bir kullanıma sahiptir. Fotoğraf, yazılı basında giderek süsleyici bir öğe durumuna gelmekte ve eğlendirici bir işlev üstlenmektedir. Fotoğraf destekli magazin haberlerinde, olayların nedeninden çok, olayların kendisi verilmektedir. Magazin eklerinde, büyük ve çok sayıda fotoğraf kullanımının önemli nedenlerinden birinin, egemen görsel kültür olduğu ileri sürülebilir. İncelenen eklerde, fotoğraf ağırlıklı çok sayıda kısa habere yer verilmiştir. Bu anlamda, televizyonlaşma olarak da tanımlanabilecek görselliğin yaygınlaşması olgusu, magazin ekleri için de geçerlidir. Görsel açıdan magazin eklerinin sayfalarının tasarımında, tıpkı diğer gazetelerde olduğu gibi; hedef kitle ve bununla bağlantılı olarak ticari kaygılar gözetilmektedir. Fotoğrafın kullanımı da, bu bağlamda önem kazanmaktadır. Bu durum, popüler basında yüksek satış rakamıyla ilişkili olarak, geniş ve çeşitli sosyo-kültürel kategorilere aynı anda seslenebilme zorunluluğunu doğurmaktadır. Dolayısıyla, ilavelerdeki sayfa tasarımı, kullanılan kağıt, baskı kalitesi, renk ve özellikle fotoğraf unsurları hem okurları bir tüketici olarak kendisine çekme çabalarının hem de televizyonun neden olduğu görsel kültürün egemenliğinin magazin eklerindeki bir yansıması olarak değerlendirilebilir. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 135 Derinlemesine görüşme yapılan gazetecilerin tamamı, eklerdeki yoğun fotoğraf kullanımının magazinin konsept ve ruhuna uygun olduğunu düşünmektedir. Öte yandan, televizyonun medya ortamındaki başatlığı ve kitleselliğini kabul eden gazeteciler; magazin eklerinde kullandıkları fotoğrafların nicel çokluğunun ise televizyon ile rekabetten kaynaklanmadığı noktasında birleşmektedir: …Hazırladığımız ilave, dergi tadında ve formatında basılıyor. Yani, Hürriyet gazetesinin basımında kullanılan kağıda basılmıyor. Özel kuşe kağıda basıldığı için, verdiğimiz fotoğrafların sonuçları çok daha güzel oluyor. Böylece, okurlara fotoğrafı kaliteli bir şekilde sunuyoruz. Bir de, Gala’da yer verdiğimiz kadar çok sayıda ve büyüklükte fotoğrafı, gazetede kullanamıyoruz. Sonuçta Gala’da yer alan fotoğraflar aracılığıyla, belli bir estetiği okurlara sunduğumuzdan söz edebilirim... (Gala Magazin Eki İstihbarat Şefi Erol Işık, 03.12.2004). Gala Magazin Eki Haber Müdürü Sema Denker (04.12.2004) ise, magazinde görselliğe önem vermek zorunda olduklarını; ancak, bunun televizyon ile rekabetten kaynaklanmadığını şöyle açıklamaktadır: ...Televizyon çok farklı birşey. 1-1,5 saat yayınlanan programda yüzlerce haber veriliyor. Biz burada, kısıtlı sayfa sayımızda bol haber vermeye çalışıyoruz. Yani, kocaman fotoğraflarla sayfaları bitirmiyoruz. Bunun lezzeti daha farklı. Televizyondaki magazin haberlerini izliyorsun ve bitiyor. Oysaki, bu ekleri insanlar kuaförlerde okuyor. Metroda, yolculuk sırasında okuyor. Bakıyor ve vakit geçiriyor. Bunlar, güzel şeyler...Okumanın yanı sıra, temel olarak bakmaya dayanıyor. Ama, öyle değil midir? İnsanlar, okumadan önce bakarlar. Önce fotoğraflara ve başlıklara bakar, sonra ilgisini çekerse okur. Magazin eklerinde büyük ve çok sayıda fotoğraf kullanımının diğer nedenlerini ise şu şekilde sıralayabilmek mümkündür: (1) Magazinin kendisinin görsel bir habercilik olduğu ve dolayısıyla temel malzemesi olan fotoğrafa dayanmak zorunda oluşu, (2) Batı’daki magazin anlayışında da, hatta Türkiye’deki uygulamalara kıyasla daha büyük ve çok sayıda fotoğraf kullanıldığı, (3) Okurların, yazılı metinleri okuma konusunda tembel oluşları ve bu yüzden fotoğraf ağırlıklı magazin haberciliğinin okuyucunun vaktini ve enerjisini fazla almaması, (4) Renkli fotoğraflara okurların ilgi göstermesi, (5) Magazin haberciliğinde satışı İletişim 2005/21 136 Erdal DAĞTAŞ arttırabilmek için ağırlığın yazıda değil; fotoğrafta olduğu ve bu yüzden magazin ekleri ya da dergilerin okurlar tarafından bir “albüm” gibi değerlendirilmesi, (6) Verilen haberlerin kanıt ve desteklenmesi amacıyla fotoğrafın kullanılması. Kumsal Magazin Eki Yayın Koordinatörü Değer Özergün (29.11.2004) de, konuya okurlar tarafından yaklaşmakta ve okurların “metin ağırlıklı magazin”den ziyade; “fotoğraf ağırlıklı magazin”i tercih ettiklerini belirtmektedir: “…Magazin, sadece bakılıp geçilecek, dolayısıyla görselliğin ön planda olduğu, yani fotoğrafın öneminin ortaya çıktığı bir habercilik türüdür. İnsanların, magazinden beklentisi bu. Yani, bu eklerde, insanlar ‘ne olmuş’ bunu merak ediyor ve öğrenmek istiyor. Yoksa, bir mesaj var mı yok mu, bu okurlar için hiçbir önem taşımıyor. Zaten magazine ilgi duyan okurların önemli bir çoğunluğuna bakıldığında, onların belli bir dünya görüşünün olmadığını gözlemlersiniz...Dolayısıyla, yapacağın şey öncelikle fotoğrafın kalitesi, büyüklüğü ve sayısına önem vermek oluyor. Üç sütunluk bir fotoğrafın altına, beş sütunluk bir metin koyarsan, onu kimse okumaz. Bunu, Radikal ve Cumhuriyet gazetesi yapıyor. Onları da, 50 bin kişi okuyor.” 1990’lı yıllarla birlikte, Türkiye’de görsellik ve yarattığı kültür yaygınlık kazanmıştır. Özellikle hızlı iş temposunda çalışan insanların, boş zamanlarında şöyle bir bakıp geçtikleri, üzerinde fazla zaman ve enerji harcamadıkları yazılı basın ürünleri; televizyon ve bilgisayar teknolojisi karşısında yayım faaliyetlerini sürdürebilmek için görselliğe önem vermiştir. Bu durum, magazin eklerinin de benzer bir mantıkla hazırlandığını ortaya koymaktadır. Magazin eklerinin analizi sonucunda, tespit edilen yoğun oranda fotoğraf kullanımını her ne kadar televizyonlaşma olarak nitelendirebilmek mümkünse de; magazin sektörünün temsilcileri, bunun televizyon ile rekabetin bir sonucu olmadığını ifade etmiştir. Gazeteciler ayrıca, büyük ve çok sayıda fotoğraf kullanımının, magazinin doğasına uygun olduğunu da ileri sürmüştür. Magazin eklerinin ön kapakları, okur ilgisini çoğaltma ve satışı arttırma amacıyla hazırlanmaktadır. İncelenen dönem itibariyle Şamdan, Süper Galaxy ve Starlife eklerinin tamamının ön kapaklarında, çıplak ya da yarı çıplak kadın fotoğraflarına yer verilmiştir. İletişim 2005/21 137 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine Magazin eklerinin editörleri, ön kapaklarda yer verilen çıplak ya da yarı çıplak kadın fotoğraflarının estetik bir görünüm sergilediğini savunarak; izlerkitlenin beğenilerine sunmak amacıyla, her hafta gündemde olan ya da gündem yaratacak ayrı bir kişinin fotoğrafına yer verdiklerini belirtmiştir: ...Şamdan’ın kapakları için çok özendiğimizi söyleyebilirim. Hazırladığımız her bir kapağın sanatsal değer taşıdığı kanısındayım. Çerçeveletip asacağınız fotoğraflar bunlar. Evet, kapaklarımızda kadın fotoğraflarına yer veriyoruz ama, en ciddi gazetenin birinci sayfasında da var! (Balıksırtı, 2001: 15). Magazin eklerinin ön kapaklarına taşınan kişilerin büyük bölümü, (Bkz. Fotoğraf-1, Fotoğraf-2 ve Fotoğraf-3) mankenlerden6 oluşmaktadır. Kimi zaman ön kapaklarda, farklı meslek gruplarından kadınların fotoğraflarına yer verilmiş olsa da bunlar azınlıktadır. Fotoğraf - 1 Şamdan, 7 Ocak 2001, s. 1. (Ön Kapak) Fotoğraf – 2 S. Galaxy, 18 Mart 2001, s. 1. (Ön Kapak) Fotoğraf - 3 Starlife, 25 Mart 2001, s. 1. (Ön Kapak) Magazin eklerinin özelikle ön kapaklarına (beraberinde orta sayfalara ve arka kapaklara) konu olan eğlence dünyasına ait farklı mesleklere mensup kadınların (manken, sunucu, oryantal vb.) amacı, beden güzelliklerini gösterime sunarak televizyon ve sinema sektörünün yöneticilerinin dikkatlerini üzerlerine çekmektir. Böylece, bu sektörlerden gelecek teklifler sayesinde şöhret merdivenlerine tırmanılacağı düşünülmektedir. Televizyon dizilerinde ve Şamdan ekinin 7 Ocak 2001 günkü sayısının ön kapağında yer alan manken Deniz Akkaya; Süper Galaxy ekinin 18 Mart 2001 günkü sayısının ön kapağında yer alan manken Ebru Yener ve Starlife ekinin 25 Mart 2001 günkü sayısının ön kapağında yer alan Best TV sunucularından Vildan, analiz edilen ilavelerin ön kapaklarından örnek olarak seçilerek Fotoğraf-1, 2 ve 3’de yer verilmiştir. 6 İletişim 2005/21 138 Erdal DAĞTAŞ sinemada oyuncu olabilme, televizyonda sunuculuğa yükselebilme magazin eklerine konu olan bazı kadınların bedenlerini niçin sergilediğine ışık tutmaktadır. Bunun yanı sıra, eklerin ön kapaklarında “Haftanın Güzeli”, “Orta Sayfa Güzeli” türünden anonslara da yer verilmiştir. Bu tür anonslar, eklerin orta sayfalarında çoğunlukla mankenlerle yapılan söyleşilere işaret etmektedir. Ayrıca, ilavelerin ön kapaklarında, ekte ele alınan konuların önem sıralamasına göre duyurumları da yapılmıştır. Magazin eklerinin arka kapak sayfaları da benzer şekilde, ön kapakların bir uzantısı görünümündedir. İncelenen dönem süresince, eklerin arka kapaklarında da, farklı bir güzelin ya da şöhret olma peşindeki bir modelin fotoğraflı ve kısa metinli haberine yer verilmiştir. Burada haberin, haber değeri taşıyıp taşımamasının ötesinde, habere konu olan kadının çıplak ya da yarı çıplak beden sunumuna tanık olunmaktadır. Magazin sektörünün temsilcileri, eklerin ön kapakları konusunda titiz davrandıklarını ve magazin eklerinin okurun ilgi ve beğenisini çekmesi yönünde gerekli özeni gösterdiklerini belirtmektedir. Gala Magazin Eki Yazı İşleri Müdürü Selim Akçin (02.12.2004), diğer eklerle aralarındaki benzeşmeyi ortadan kaldırmak amacıyla ön kapaklara ayrı bir önem verdiklerini vurgulamakta ve ön kapak-tiraj ilişkisini şöyle açıklamaktadır: “...Kapaklarımız, bizi diğer eklerden ayıran en önemli unsur olduğu için, özellikle gündemdeki kişileri kapak yapmaya çalışıyoruz...Kapakların, tirajımıza katkısı yüzde on seviyesinde. Tirajı 30 binlere çıkarmak için, çok güzel prodüksiyonlar yaptığımız kapaklar da oldu. Bu kapaklardan, ciddi satış rakamları bekliyorduk. Ama, daha az tiraj elde ettik. Satışımız azaldı, o sayılarda. Yine çok üstelediğimiz, daha açık, yani biraz çıplak kapaklar yaptığımızda ise tirajlarımız yükseldi. Bazen bu çıplaklığı arttırdık, bu sefer yine tirajlarımız düştü. Bu yüzden, özellikle dergicilik piyasasında, belli bir hedef kitle belirlemenin doğru olmadığına inanıyorum. Yani o hafta gündemde ne varsa, o haftanın konuşulan kapağını yapmak istiyoruz.” İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 139 Zaman zaman ünlü ya da ünlü olabilecek erkekleri7 de ön kapağa konu ettiklerini söyleyen Gala Magazin Eki İstihbarat Şefi Erol Işık (03.12.2004), “2003 yılında Özcan Deniz’in, Gala’ya kapak olduğunu ve 25 bin tirajından bir anda 35 bin seviyesine tırmanıldığına” işaret etmektedir. Diğer yandan Kumsal Magazin Eki Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Vecihe Aslan (29.11.2004) ise, ön kapakların tirajı arttırıcı bir etken olduğunu ve bu konuya büyük bir özen gösterdiklerini belirtmektedir: “...Biz her hafta, bir kapak güzeli belirliyoruz. Bunu, ya gündeme göre belirleriz ya da hiç gündemde olmayan biri çok güzel fotoğraflar çektirmiştir; onu tercih eder ve kullanırız. Yaptığımız işi bilen insanlar önceden fotoğraflarını çektirip; ‘böylesi fotoğraflarım var, konseptinize uygunsa kullanır mısınız?’ diye bize getirirler ki, bu çok normaldir. Ayrıca, bu işleyiş sadece bize özgü değil; sektördeki diğer magazin dergileri ve ekleri için de geçerlidir. Dolayısıyla, prodüksiyon çalışması sadece bizim tarafımızdan yapılmaz...” İncelenen dönem itibariyle magazin eklerinin her üçünün de ön kapaklarında, çıplak ya da yarı çıplak kadın sunumlarının yansıtıldığına tanık olunmuştur. Bugün yayımlanan magazin eklerinin ön kapakları, 2001 yılının nüshalarının ön kapaklarıyla karşılaştırıldığında; çıplak beden sunumlarına nispeten daha az oranda yer verildiği gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, magazin sektörünün ekonomi politiği göz önünde bulundurulduğunda, hazırlanan ilavelerin ön kapakları; okurların ilgisini çekme ve satışları arttırmada önemli unsurların başında gelmektedir. Bedenlerin Tüketiminin Sunumu: “Çıplaklık”/“Erotizm” Magazin eklerinde haber konusu edilen kişilerin görüntülerine yer verilen fotoğraf karelerindeki giyim stilleri ve beden sunumları, dönemin modasını ve giyim endüstrisindeki gelişmeleri ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra, gündelik spor giyimden farklı gece kıyafetlerine, “çıplak” sayılabilecek görüntülerden bikinili/iç çamaşırlı karelere değin pek çok 7 Gala magazin eki, alanda yayımlanan diğer ilavelerde olduğu gibi, genellikle ve yoğun olarak kadınlara ön kapaklarında yer verirken; kimi zaman erkekleri de kapaklarına taşımıştır. Bunlardan biri de, 2004 yılı ‘Best of Model’ birincisi seçilen Mert Öcal’ın ön kapağa ve orta sayfalara yansıtılmasıdır. Bkz.: Gala, 28 Kasım 2004, s.1 ve ss.16-19. İletişim 2005/21 140 Erdal DAĞTAŞ fotoğrafta kadın bedenlerinin sunumuna yer verilmiştir. Dahası, ön/arka kapak ile özellikle orta sayfalarda yer verilen manken ve fotomodellerle yapılan söyleşilerde; haberin içeriğinden çok konu edilen kişinin çok sayıda çıplak ya da yarı çıplak fotoğrafları öne çıkmaktadır. Bu fotoğraflarda tanga8, wonderbra9, baby doll10 ve transparan11 türünden giysiler yoğun bir şekilde gözlemlenmiştir. Bu giysiler, bir yandan kadın bedenlerindeki erojen bölgelerin gizlenmesi yönünde bir işlevselliği yerine getirirken; diğer yandan da kadınlar tarafından bedenlerinin güzel bölgelerini gösterime sunmak amacıyla kullanılmaktadır. Kumsal Magazin Eki Editörü Aylin Varon (01.12.2004), kadın bedenlerinin, “kutsanma” düzeyinde sayfalara yansıtılmasını; bu süreçte rol oynayan tarafların beklentilerine bağlamaktadır: “...Kumsal ve diğer magazin eklerinin kapaklarına ve orta sayfalarına konu olan kişiler tarafından amaçlanan, mankenlik mesleğini pekiştirmektir. Yani mankenler, magazin eklerinde ne kadar çok haberi ve çıplak fotoğrafı çıkarsa, işine geri dönüşünün o denli fazla olacağını bilmektedir. Böylece daha çok işe çağrılacak ve daha çok para kazanacaktır. Ayrıca, magazin ekleri ya da bu tür yayınlar tirajlarını arttırarak okuyucu sayısını genişletecek ve kârını çoğaltacaktır…Bu kadınlar, bunu zevkle mi yapıyor? Zannetmiyorum ama, bu kadınlar bir yerlere gelmenin de buradan geçtiğini biliyor. Çünkü, kadınlar da bu sistemin bir parçası ve sistemin böyle yürüdüğünün bilincindeler. Dolayısıyla, istemeden de olsa bu sistemin, yani erkek egemen sistemin sürdürülmesine katkıda bulunuyorlar.” Magazin eklerinde yer verilen fotoğraflardaki kadınların kıyafetlerindeki dekolte unsurları, bedenin belli bölgelerinin açığa çıkarılması olarak anlaşılmaktadır. Kadınların sergilediği kıyafetlerde, sıkça karşılaşılan dekolte unsurları konusunda birbirinden farklı iki yaklaşım bulunmaktadır. Birinci yaklaşım, dekolte giyimin kadın bedenini özgürleştirdiği, kadının 8 Tanga, g-string olarak da adlandırılan mayo benzeri bir giysidir. Kadınların ve özellikle fotomodellerin giydiği, çizgi halinde kalça arasına sıkışmış, bant şeklindeki bir çeşit bikini altıdır. 9 Wonderbra, göğüsleri olduğundan 1-2 beden büyük ve dik gösteren bir çeşit sütyendir. 10 Baby doll, satenden imal edilmiş bir çeşit kombinezondur. 11 Transparan, bedenlerin içini gösterecek kadar ince bir kumaştan imal edilmiş kıyafet türüdür. Özellikle kadınlar ve eğlence mekânlarında sahne alan feminen gay şarkıcılar tarafından da giyilen bu kıyafette, bedenin belli uzuvlarının gösterime sunulması söz konusudur. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 141 kendisine olan güvenini arttırdığı, estetik bir hava yarattığı daha da ötesi, bedeniyle barışık bir kadın kimliğinin ortaya konması açısından çağdaş bir görünüm sergilediği yönündedir. Diğer yaklaşım ise, kıyafetlerdeki dekoltenin kadın bedeninin belli bölgelerini açığa çıkararak cinselliği çağrıştırdığı, özellikle ünlüler dünyasında yaygınlaşan bu modanın toplumsal yapı içerisinde yaşları çok küçük olan kızlara değin nüfuz ettiği ve cinselliğin pazarlanması yönünde bir işlev üstlendiği üzerinedir. Derinlemesine görüşme yapılan gazetecilerin büyük bir bölümü, kadın bedenlerinin erkek bedenlerinden çok daha güzel olduğunu ve estetik bir varlık olan kadınların, güzelliklerini göstermek için çok daha istekli davrandıklarını dile getirmektedir. Bununla birlikte, Gala Magazin Eki Yazı İşleri Müdürü Selim Akçin (02.12.2004), “hazırladıkları magazin ekinin kapak ve orta sayfalarının çok çıplak olmadığını; sözü edilen sayfaları hazırlarken ‘seksi, ama estetik’ olmalarına özen gösterdiklerini” belirtmektedir. “Gala’dan önce yayımlanan Süper Galaxy adlı ilaveyi farklı bir ekibin hazırladığını ve o dönemlerde yayınlanan sayıların kapak ve orta sayfalarında yer verilen çıplaklığı kabul ettiğini” söyleyen Gala Magazin Eki İstihbarat Şefi Erol Işık (03.12.2004) ise, Gala’nın çıplaklık konusundaki bakışının farklı olduğunu şöyle açıklamaktadır: “...Dergicilik piyasasında, her derginin kendi konseptini belirleyen bazı özellikler vardır: (1) Günlük medyada göremediğimiz, farklı olan birşeyi verebilmektir. (2) Bu tür yayınlarda, biraz daha dekolte ve çıplaklığın ön plana çıkarılması amaçlanmaktadır. Çünkü, günlük basında görülmeyen, kendisini onlardan farklı kılacak ve kendisini sattıracak birşeyi vermek gerekmektedir. (3) Dikkat çekmek ve beraberinde satışı arttırmak zorunludur. Kapaklarda, ünlü ya da ünlü adaylarının hiç görülmemiş bir pozunu vermekle okurun dikkatinin çekilmesi amaçlanmaktadır. Biz, burada ekip olarak standartı yüksek tutmaya çalışıyoruz. Ve beraberinde, çıplaklığı sergileme konusunda da daha özenli ve dikkatli davranıyoruz. Bu durum, bize belli açılardan dezavantaj sağlıyor olabilir ama, neticede kaliteyi yüksek tuttuğumuz için bu camiada belli bir saygınlığı kazanıyoruz.” İletişim 2005/21 142 Erdal DAĞTAŞ Kadın bedeninin, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bugün itibariyle, ticari bir meta haline dönüştürüldüğünden söz edilebilir. Kadının kapitalist dizgenin yardımcısı olmaya çağrıldığı ve egemen kültür içinde kitleselleştirildiğine değinen Oktay (1993: 120), “bu durumun, magazin medyası aracılığıyla bir yandan iyi eş/anne özelliklerinin kurgulanarak sunulduğunu; diğer yandan da abartılı bir cinsellik sergileyen ‘özgür’, hatta ‘sereserpe’ kadınların bedenlerine fotoğraflarda bolca yer verilerek gerçekleştirildiğini ileri sürmektedir.” Ünlüler dünyasının uygulama alanları olan sinema, televizyon, müzik, spor ve moda kapitalizmle birlikte sektörleşmiş; yapılan büyük yatırımlar, gelişen endüstriyel donanım ve atılımlar, tektipleşen kültür ünlü ya da ünlü adaylarının da bir meta olarak sektöre girmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, “ünlüler dünyasına adım atacak kişinin reklamının yapılacak, pazarlanacak belli tipi canlandıracak somut özelliklere sahip olması gerekmektedir” (Dyer, 1986: 11). Bu anlamda, magazin eklerindeki sayfalara konu olan kişilerin bedenleri dolaşıma sokulmakta ve beraberinde tüketilerek, yerini yeni bedenlere terk etmektedir (Bkz. Fotoğraf4 ve Fotoğraf-5). Baudrillard’a (1988: 117) göre, “beden, bir sermaye olarak görülmekte ve bir tüketim nesnesine dönüştürülerek fetişleştirilmektedir.” Fotoğraf-4 Fotoğraf-5 Starlife, 25 Mart 2001, s. 5. Süper Galaxy, 11 Mart 2001, s. 20. Bu durum, Rojek’in (2003: 99) de vurguladığı üzere, “ünlülerin ya da ünlü olma uğraşındaki kişilerin kitleleri cezbetmek; ancak beraberinde, doyumsuz bırakmak üzere tasarladığı yoğun bir cinsellik sunumudur.” Bu kişilerin, “gerek verdikleri erotik pozlar İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 143 gerekse aşk maceralarının ayrıntıları ve aşamaları; bunları izleyenler için, ulaşılması imkânsız bir arzu nesnesiyle hayali ilişkiler kurulmasını sağlamaktadır” (Şenol-Cantek, 2004: 19). Gazetecilerin tamamı, magazin eklerinde yer verilen “kadın bedenleri”ni erkeklerin yanı sıra, hatta daha fazla oranda kadın okurların takip ettiklerini belirtmektedir. Bu fotoğraflara kadın okurların “ideal bedenler” olarak baktıklarını söyleyen Kumsal Magazin Eki Yayın Koordinatörü Değer Özergün (29.11.2004), ayrıca kadınların magazine ilgisinin, erkeklerden daha fazla olduğunu da ifade etmektedir: “...Bu eklerin sayfalarında, yoğun olarak erotik fotoğraflara yer verilmektedir. Dolayısıyla bu ekleri okuyan insanların yüzde 90’ının erkekler olması gerekirken; tam tersine kadınlar olduğunu görüyoruz...Bedeni güzel bir kadının fotoğrafına, hem erkek hem de kadın okur bakıyor. Kadın okurlar, bu fotoğrafları ideal bedenlerin sunumundan dolayı takip ediyor. Biraz da, model almak için baktıkları söylenebilir. Ama, daha çok göz zevki için bakıyorlar. Selüliti, silikonu var mı ona bakıyor. Ne yapıp da, bu kadar zayıflamış olduğuna bakıyor...Fotoğraflarda yer verilen kadınların yüzündeki makyajının ayrıntılarına kadar merak edip bakıyorlar. Kadınların saç stiline, rengine, taktığı aksesuvara, giysisine vb. bakıyor...Kadınlar detaylara önem verir, herşeyi incelemeyi severler. Dolayısıyla, erkek bakar geçer, unutur. Oysaki, kadın okurlar ünlüler dünyası hakkındaki tüm ayrıntıları bilir ve onların hayatını anlatır...” Bunun yanı sıra, magazin eklerinde sadece kadın bedenlerinin değil, erkek bedenlerinin de gösterime sunulduğuna tanık olunmuştur. “Kadın ve erkek bedeninin, hatta çocuk bedeninin metalaştırılması süreci, psikolojik/estetik süslerinden arındırıldığında geride kalan Oktay’a (1993: 121) göre, sadece kapitalizmin acımasız mantığıdır.” “Bambaşka bir Serdar: İçimde fırtınalar kopuyor” başlıklı söyleşide, şarkıcı Serdar Ortaç’ın kendi sınırlarını aşarak yepyeni bir Serdar’ı ortaya çıkarttığına şu cümlelerle değinilmektedir: “…Çırılçıplak soyundu, üzerine küçük bir örtü çekti sadece... Kapandı yastıklara... Bir güldü, bir ağladı... Açıktı, herşey apaçık...Ama bu özgürlük yalnızca saatlere sınırlı kalacaktı. ‘Kimse bilmiyor’ dedi, ‘Kimse bilmiyor içimde kopan fırtınaları...Onları hiç göstermiyorum. İletişim 2005/21 144 Erdal DAĞTAŞ Dışarıdan bakınca, herşey güllük gülistanlık...Bir de madalyonun öteki yüzü var...Birkaç güzel saatin ardından, kendi başıma kaldığımda yaşadıklarım, duygularım, düşüncelerim var. Bazen öylesine üzerime geliyorlar ki, ne yaptım ben diye düşünüyorum. Bu kadar tepki çekecek ne yaptım?’... “ (Şamdan, “Bambaşka bir Serdar: İçimde fırtınalar kopuyor”, 28 Ocak 2001: 14-15). Bu haberde, içerikten çok sayfalarda yer verilen fotoğraflar öne çıkmıştır. Serdar Ortaç’ın yarı çıplak fotoğrafları (Bkz. Fotoğraf-6), sadece kadın bedenlerinin değil; bununla birlikte, erkek bedenlerinin de magazin ekleri aracılığıyla gösterime sunulduğuna işaret etmektedir. Fotoğraf-6 Şamdan, 28 Ocak 2001, ss. 14-15. Erkek pop şarkıcıları arasında, “çıplaklık” merkezli beden sunumuna ilişkin erotizm modasını ilk başlatan Tarkan olmuştur. Tarkan’ın “Acayipsin” şarkısının klibinde göbeğini göstermesi, yaptığı fotoğraf çekimlerinde yarı çıplak ve son derece erotik pozlar vermesi (Bkz. Fotoğraf-7) medyada gündem yaratmıştır. Tarkan’ın açtığı bu yoldan giden isimler ise, sırasıyla Serdar Ortaç, Mustafa Sandal (Bkz. Fotoğraf-6 ve Fotoğraf-7), Doğuş ve Özcan Deniz (Bkz. Fotoğraf-8) olmuştur (Şamdan, “Erotik mi, feminen mi?..”, 17 Ağustos 2002: 20-21). İletişim 2005/21 145 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine Fotoğraf-7 Şamdan, 17 Ağustos 2002, ss. 20-21. Kadın ünlülerin yanı sıra, erkeklerin de magazin eklerine kapak olduğunu söyleyen Gala Magazin Eki Haber Müdürü Demirhan Hararlı (03.12.2004), çıplaklığa önem veren yayınların çok sattığını ve bunun farkına varan magazin sektörünün de kârını arttırmak amacıyla, kadın ya da erkek fark etmeksizin çıplaklığa dayalı beden sunumlarını kullandığını şöyle açıklamaktadır: “...Sektör, çıplaklığı yüzde 70’i ilkokul mezunu olan erkek egemen bir topluma sattığı zaman para kazanıyor. Bize verilen görev de, sektör içerisinde bedenlerini gösterime sunacak kişileri bulup, köprü vazifesi kurarak satışımızı arttırabilmek. Bu da, magazin sektörü içerisinde yerleşik hale gelen gazeteciliğin bir başka tarafı...Eğer erotizm kültürle alakalı ve çıplaklık yaşadığımız ülkede önemseniyorsa, bu konuda etraflıca düşünmek gerekiyor. Gerek erkekler gerekse kadınlar bu fotoğraflara önemseyerek bakıyorlar...İlker İnanoğlu, Şamdan’a kapak oldu. Ayrıca, Tarkan, Doğuş ve Mustafa Sandal’ın beden sunumlarına yer verildi. Özcan Deniz de, Gala’ya kapak oldu...O kadar çok tiraj aldık ki, biz bile şaşırdık. Çünkü, Özcan Deniz’in sesinin hayranı olan kadınlar, aynı zamanda onun bedenini de merak ediyorlar...” İletişim 2005/21 146 Erdal DAĞTAŞ Çoğunlukla kadına yakıştırılan erotizm olgusunu, son dönemlerde erkek popçular da keşfetmiş (Bkz. Fotoğraf-6, Fotoğraf-7 ve Fotoğraf-8) ve kimi erkek şarkıcılar teker teker soyunmaya başlamışlardır. Ancak, bu görüntüleriyle sözü edilen şarkıcıların erotik mi, yoksa feminen mi oldukları konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Fotoğraf-8 Şamdan, 17 Ağustos 2002, ss. 20-21. Genel olarak, kadınların feminen erkekleri beğendiği söylenmekte; ancak, magazin dünyasının ünlü kadınları erkeklerin soyunmasına itiraz etmemekle birlikte, konu verilen pozlara gelince “feminen” olmak tereddütsüz olarak eleştirilmektedir. Manken Ebru Güzel (Şamdan, “Erotik mi, feminen mi?..”, 17 Ağustos 2002: 20), konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Bu tür pozlar, Avrupa’da da veriliyor. Profesyonel anlamda, iş için böyle bir çekim yapılıyorsa anlayışla karşılarım. Ama bir kadın olarak düşündüğüm zaman, böyle pozlar veren bir erkekle ciddi bir ilişki yaşamayı düşünmem. Bu pozları verenleri, tam bir erkek olarak göremiyorum. Feminen duygular çağrıştırdığı zaman, kadınlarda hayal kırıklığı yaşatıyor.” Magazin sektörünün temsilcileri, hazırladıkları bu ekleri okuyanların erkeklerden ziyade kadınlar olmasına rağmen; kadın okurların ünlü erkeklerin kapak ve orta sayfalarda yer İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 147 verilen beden sunumlarını daha az tercih etmelerinin nedenini, bu tür sunumların “feminen” bir tavrı yansıtmasına bağlamaktadır. Tarkan’ın bedenini gösterime sunması ve beraberinde yukarıda değinilen diğer pop şarkıcılarının da aynı yolu denemesi, Türkiye’deki yerleşik erkek değerleriyle örtüşmemektedir. Yüksel (2001: 89), Jung’a başvurarak, “Tarkan’ın erkek kimliğinde gizlediği kadınsılığı; ‘anima’sı ile barışık olma durumu olarak tanımlamakta ve kendisini bir arzu nesnesi olarak sunduğundan söz etmektedir.” Türkiye’de gay/eşcinsel kimliklerin kentsel yaşam mekânlarında ve medyada toplumsal cinsiyet olarak ya da cinsel kimlik tercihi olarak sunulmasıyla, bu pozların verilmesi arasında bir ilişki kurulabilir. Fiske (1996: 120-121), maço olmayan, yumuşak görünümlü bu erkeklerin ‘yeni duyarlı erkek miti’ olarak değerlendirilmesini önermektedir. Dyer (1986: 65), magazin dergilerinde yer verilen erkek çıplaklığını değerlendirirken, ‘seyretme hakkı’nın toplumsal gelenekler doğrultusunda erkeğe ait olması nedeniyle, kadın çıplaklığından farklılaştığını vurgulamaktadır: “Kadın çıplaklar, bakan kişinin süzüşüne, davetkâr bir gülüşle, ona doğru yönelerek poz verirken; erkek çıplaklar, bakışlarıyla fotoğraf çerçevesinin ötesine uzanmak ister gibidir. Böylece erkek, bakılan kişi konumundayken bile edilgenlikten kurtularak bakan kişiyi süzmektedir. Bakılmak için orada olsalar bile, erkek çıplaklar beden ve yüzleriyle orada, ancak zihinleriyle daha yükseklerdedir.” Dyer’in bu saptamasına, magazin eklerinde yer verilen beden ve yüz sunumlarından Özcan Deniz ve Doğuş’un verdiği pozların (Bkz. Fotoğraf-8) uyum sağladığını; Serdar Ortaç, Tarkan ve Mustafa Sandal’ın görünümlerinin (Bkz. Fotoğraf-6 ve Fotoğraf-7) ise spekülatif olarak daha “feminen” bir tavrı yansıttığından söz edilebilir. Bununla birlikte, Dyer’in vurguladığı gibi, magazin eklerinde erkek bedenlerinin kadın bedenlerinin sunumundan farklı olarak, erkek egemen bakış açısının devamına katkıda bulunduğu sürece, bu eklere konu olması da ayrı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.12 Çünkü, ünlü erkeklerin bedenlerinin Ayrıntılı bilgi için bkz.: Richard Dyer (1982), “Don’t Look Now, Richard Dyer Examines the Instabilities of the Male Pin-up”, Screen, 23 (3-4). 12 İletişim 2005/21 148 Erdal DAĞTAŞ dolaşıma sokulması modasının yaygınlaşması bir tarafa; bu erkek bedenleri de erkek egemen bakış açısına uygun olduğu sürece irdelenen magazin ekleri ve benzeri yayımlarda seslerini duyurabilecektir. Erkek egemen bakış açısına ters düşmemek için, gay/eşcinsel kimliklerin, bedenlerini sergileme yönündeki taleplerinin; magazin eklerinin bağlı olduğu kültür endüstrisinin ekonomi politiği tarafından reddedilebileceği düşünülmektedir. Magazin eklerinde incelenen zaman dilimi süresince, kadın beden sunumlarının daha yoğun bir şekilde öne çıktığı saptanmıştır. Çıplak ve yarıçıplak bedenlerin gösterimi, eklerin orta sayfaları başta olmak üzere, ön ve arka kapak sayfalarında yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte, kadın bedenlerine kıyasla az sayıda da olsa, ünlü erkek karakterlerin yarı çıplak beden gösterimlerine magazin eklerinde yer verilmiştir. İncelenen dönemle bugün yayımlanan magazin ekleri arasında bir karşılaştırma yapıldığında, “çıplaklık” unsurunun kısmen azaldığı gözlemlenmektedir. Bir yanda magazin eklerinin bağlı bulunduğu sektörel dinamikler ve tirajları arttırma kaygısı; diğer yanda bedenlerini gösterime sunanların kendilerini gündemde tutma ve yeni iş teklifleri alma yönündeki eğilimleri, eklerde yer verilen “çıplaklık” olgusunu besleyen nedenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Moda Olgusu ve Tüketim Moda, başlı başına bir ahlak, politika, erkek/kadın tipleri, günlük toplumsal davranış biçimleri sunan bir dünya görüşüdür. Dolayısıyla, bu endüstri kolunun, “tüketim talebinin yaratılmasında, davranışların biçimlenmesinde yaşamsal önemi olan ekonomik, siyasal ve toplumsal işlevleri vardır. Sonuçta moda endüstrisi, yeni bir tüketim kültürünün üretilmesine ve bireylerin de bu kültüre katılımını öngörmektedir” (Kellner, 1991: 76-77). Modern dünyada, üst sınıflar konumunu değiştirerek varlığını sürdürseler de, moda dolayımıyla sunulan giysiler artık, sadece üst sınıflardan yayılan bir süreç olarak değerlendirilmemektedir. Çünkü bu değerlendirme “çeşitli sınıfları, değişen modaları dikkate İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 149 almamaktadır. Oysaki, yaşanılan dönem itibariyle modada artık, tek bir merkezden değil; her biri kendi modasını yaratan pek çok merkezden söz edilmektedir” (Canbaz, 1999: 31). Davis (1997: 124), günümüzde küreselleşmenin karşı bir süreç olarak doğurduğu yerelleşmeler karşısında; “cinsiyet, din, yaş, etnik vb. unsurlara bağlı olarak altkültürler tarafından benimsenen ve yaygınlık kazanan moda anlayışlarının da olduğuna dikkat çekmektedir.” Günümüzde moda her ne kadar öncülere ihtiyaç duysa da, yenilik ihtiyacı ile sadece egemen sınıfların, kültürlerin değil, altkültürlerin giyim tarzları da moda olabilmektedir. 1960’lı yıllarla birlikte, kendi tarzlarını oluşturan hippi giyim tarzı yeniden keşfedilmiş, dolayısıyla moda bu örnekten de görüldüğü üzere alttan yüzeye yayılmıştır. Bu anlamda, birbirinden farklı sınıfların, farklı moda anlayışları, bir başka deyişle benimsedikleri giyim stilleri bulunmaktadır. Karmaşık toplum yapısı içinde, geçmişin güvenli kodları yitirildiği için değişen modayı takip ediş ile ortaya konan beğeni de yeni bir sınıflama aracı olarak belirginlik kazanmaktadır. Çünkü “bireyselliğin sergilenerek, farklılık yaratabilmenin araçları çoklaşmıştır. Öte yandan, farklılık isteği ve topluluktan ayrı olma çabası kendi paradoksunu yaratmakta, bir başka deyişle, bireyin egemen sisteme eklemlenmesine yol açmaktadır” (Canbaz, 1999: 36). Bununla birlikte, toplumsal yaşamdaki farklı altkültürlerin sergiledikleri yaşam tarzları; kapitalizmin hizmet ve kültür endüstrileri tarafından kısa süreli modalar şeklinde toplumda yaygınlaştırılması sağlanmaktadır. Böylece, muhalif ve direniş özelliği kontrol altına alınan bu grupların, giyim stillerinden dinledikleri müziğe kadar pek çok özellik metalaştırılarak yeniden satışa sunulmaktadır. Modaya ilişkin unsurların medya aracılığıyla sunumu “sadece ürünlerin değil; aynı zamanda toplumsal değerlerin ve ideallerin de satışa sunulması gerçeğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, toplumsal yapı içerisinde bireylerin gereksinimlerini, değerlerini ve gündelik davranış kalıplarını üretmede moda ve tüketim olgusu önemli bir rol oynamaktadır” (Kellner, 1991: 82-83). İletişim 2005/21 150 Erdal DAĞTAŞ Bu yüzden, tüketim talebini en yüksek seviyelere çekebilmek için medya ve moda endüstrileri, tüketicileri artık, kökleşmiş bulunan alışkanlıklarını değiştirmeye, eski eşyalarını kaldırıp atarak bunların yerine yenilerini almaya ikna etmek zorundadır. Böylelikle irdelenen bu endüstriler, “bireysellik ve konforu insanların beğenilerine seslenerek birleştirmeyi amaçlamaktadır. Dahası, kitlesel olarak üretilen tüketim eşyaları ve moda, kimlik değerine ilişkin ihtiyaçlar üretmekte ve bunlar imaj peşinde koşan insanların yeni kimlikler edinmesi konusunda satışa sunulmaktadır” (Kellner, 1991: 83). Bir tüketim nesnesi olarak moda, bir yandan insanları yalnızlaştırmakta; diğer yandan da tüketicileri ortak bir paydada toplayabilmektedir. Ancak, kolektif bir dayanışmayı da beraberinde imkânsız kılmaktadır. Modaya ilişkin olarak ‘tüketim’, post-modernizmin tipik özelliklerini sergileyen bir süreç haline gelmiştir. Bu dönemde, “moda yoluyla dolayımlanan metalar, gerçek kullanım değerinden soyutlanarak yapay anlamlar kazanmakta, sembolik anlamlar egemen bir görünüm sergilemektedir. Moda, tüketim olgusunu pekiştirmekte ve böylece bireyin kapitalist ideolojiyle eklemlenmesine olanak sağlamaktadır” (Canbaz, 1999: 36). Başta reklamlar olmak üzere medya sahip olduğu diğer kanallar aracılığıyla da, modaya ilişkin haberlere yayınlarında yer vermektedir. Dönemin yaşam tarzlarının moda alanındaki yansımalarına, magazin eklerinde de rastlanılmıştır. İncelenen dönem itibariyle, “giyim”, “saç stilleri/renkleri”, “makyaj”, “ayakkabı/bot/çizme”, “çanta” ve “aksesuvar” modaya vurgu yapan unsurlar olarak eklerin sayfalarına yansımıştır. Sözü edilen moda unsurları, modern toplumlarda bireye sunulan döneme özgü yaşam tarzlarının kavranmasında önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Gerçekten de, moda ve tüketimi, bir yandan egemen üretim ilişkilerini besleyen; diğer yandan da modern toplumlardaki bireyin hem belli bir toplumsal birliğe aidiyeti hem de bu birlik içinde farklı olma istemini güdüleyen olgulardır. Bu bağlamda, magazin eklerinde modaya ilişkin çok sayıda haber metnine ve fotoğrafa yer verilmiştir. Ünlülerin giyim stilleri ve kullandıkları aksesuvarlara yönelik, modaya uyum ve uyumsuzluk açısından değerlendirmelerin yapıldığı haberlere, her üç ek de sayfalarında özel köşeler İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 151 ayırmıştır. Şamdan’da “Pizzazz”, Süper Galaxy’de “Galaxy Extra” ve Starlife’da da “Starlife Kritik” adlı sayfalarda, “kadın” ünlülerin giysileri, makyajı, saç stili/rengi, kullandıkları aksesuvarlar, giydikleri ayakkabı, bot ve çizme modaya uygunlukları açısından değerlendirilmiş ve bunun sonucunda, modaya uyum ya da uyumsuzlukları yönünde görüşlere yer verilmiştir. Magazin sektörünün temsilcilerinin büyük bölümü, bu tür sayfaların özellikle kadın okurlar tarafından ilgiyle izlendiğini ifade etmektedir. Moda kritiklerinin ilk olarak Şamdan ekinde Hıncal Uluç ile başlatıldığını söyleyen Gala Magazin Eki Haber Müdürü Sema Denker (04.12.2004), hazırladıkları magazin ekinde moda konusuna ilişkin uzman bir kişinin değerlendirmelerini sayfalara yansıttıklarını belirtmektedir: “...Bence, moda sayfaları hazırladığımız eke, lezzet katmakta...Bizlerden esinlenerek, televizyon kanallarındaki magazin programları da, bu tür köşelere yayınlarında yer verdi ve moda kritikleri halen yayınlanıyor...Bu köşe, ilave içinde yer verdiğimiz renkli konulardan birini oluşturuyor. Gala’da bu işi, profesyonel, yani bu işten anlayan bir kişi yapıyor. Bu kişi, moda kritiğini dışarıdan yapıyor ve adının bilinmesini istemiyor...Kadın okurlar tarafından, moda sayfalarının ilgiyle takip edildiğinin yansımalarını alıyoruz. Kadın okurlar, sayfalardaki ünlülerin kıyafetlerine bakıyor, buradan model alarak diktiriyor. Yani, okurlar tarafından dönemin moda anlayışına ilişkin, belli trendlerin model alınmasından söz edebiliriz. Böylece, bu sayfalar moda aracılığıyla, okurlara yaşam tarzlarına ilişkin örnekler sunuyor...” Diğer yandan, Kumsal ekinde moda kritiklerinin Barboros Şansal tarafından yapıldığını vurgulayan Kumsal Magazin Eki Editörü Aylin Varon (01.12.2004) ise, bu tür sayfaların ve moda kritiklerinin editöryal yapı tarafından verilen bir kararla gerçekleştirildiğini ifade etmektedir: “...Moda ve trend sayfaları, editöryal yapı tarafından karar verilen ve uygulanan bir anlayışın ürünleri olarak ortaya çıkmakta. Bir anlamda, modaya bizler yön veriyoruz. Yani, insanların ne hakkında konuşacağına, neye ilgi göstereceğine birazcık olsun bizler karar veriyoruz. Biz, ünlülerin herhangi bir ortamda giydiği kıyafetleri sayfalara taşıyarak; uzmanı tarafından değerlendirilmesini istiyoruz. O da, bu kıyafetleri dönemin moda anlayışı İletişim 2005/21 152 Erdal DAĞTAŞ paralelinde notlandırıyor... Dolayısıyla, orta ve orta alt sınıfların meraklarını ve ilgilerini sağlamak için, özellikle kadınlara yönelik olarak bu sayfaları hazırlıyoruz...” Bugün itibariyle, Şamdan’ın isim değiştirerek yeni bir isimle okurlara sunulduğu Kumsal’da “Pizzazz-nankör kedi”; aynı şekilde Süper Galaxy’nin yerine yayımlanan Gala’da “moda polisi” ve Dolce’de ise “Haftanın şıkları ve rüküşleri” adlı köşelerde ünlülerin moda anlayışlarına ilişkin kritiklere yer verilmektedir. Magazin eklerinde “moda” ve “trend” sayfalarının ağırlık kazanmasında, 1980 sonrası dönemde Türkiye’yi de etkisi altına alan yeni sağ politikaların ekonomik açılımları belirleyici olmuştur. Lüks giyimin, kişinin toplumsal statüsünün en belirleyici özelliği olduğunu anlayanlardan birinin Turgut Özal olması; dönemin temel politikasının somutlanması açısından belli ipuçları sağlamaktadır. Bali’ye (2002: 154) göre, “Özal’lı yıllarla birlikte, iş aleminin gitgide dışarıya açılması, yurt dışı gezilerinin artması, gelir düzeyinin yükselmesi, televizyon kanallarının renkli yayına geçmeleri ve yabancı dizilerin kanallara egemen olması gibi etkenler sonucunda giyim kuşam/moda lüksleşmiş ve seçkinleşmiştir.” Magazin eklerinin moda sayfalarında yer alan haberlerden de anlaşılacağı üzere, bu lüksleşme ve seçkinleşme sadece toplumun belli bir kesimini hedef almıştır. Ünlü ya da ünlü olma uğraşı içindeki kişilerin ve sosyetenin giyim kuşam ya da moda anlayışları, eklerin sözü edilen sayfalarına taşınmıştır. Magazin eklerinde incelenen dönem itibariyle, sadece kadın ünlülerin kıyafetleri kritik edilirken; bugün gerek sosyete gerekse eğlence dünyasının temsilcileri olarak erkeklerin de giysileri değerlendirilmektedir. Bu analizlerde, bazı ekler yıldız vererek puanlama uygularken; kimi ekler de moda alanına ilişkin terminolojiden yararlanarak gözlemlerini dile getirmektedir. “İşi biliyor”, “Marka tutkunu”, “Yazdan kalma”, “Truvalı Helen”, “Robin Hood” vb. başlıklarla sözü edilen ekler, ünlülerin kıyafetlerine ilişkin değerlendirmelere sayfalarında yer vermiştir. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 153 Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta ise, eklerdeki yapılandırılmış moda sayfalarına hâkim olan görüntülerin, egemen tüketim değerlerinin yaygınlaşmasına olanak sağlamasıdır. Bir anlamda, modaya ilişkin sunulan göstergelerin zenginliğinin bu ekler aracılığıyla yaygınlık kazandırılmasının belli cazibe merkezleri oluşturduğundan söz edilebilir. Görüşme yapılan sektör temsilcilerinden Kumsal Magazin Eki Editörü Mehmet Çalışkan (30.11.2004), magazin eklerinin içeriğinde yer verilen moda sayfalarına ilişkin eleştirel yaklaşan nadir gazetecilerden biri olarak dikkat çekmektedir: “Ben, bu tür moda kritiklerinin yapıldığı sayfalara ve özellikle televizyon ekranlarındaki örneklerine olumsuz bakıyorum. Sen beğenirsin, ben beğenmem. Herkes, aynı kıyafeti beğenmek zorunda değil. Çok absürd kıyafetler de olabilir. Bunu, eleştirmenin bir anlamı yok bence...Ayrıca, hangi kriterlere göre eleştiriyorsun? Bu eleştiri işini yapacaksa, alanın uzmanı kişiler yapmalı. Yani, kesinlikle bir modacı olmalı. Ancak, o zaman kayda değer bulunabilir...Bu anlamda, televizyon kanallarında yapılanları şov olarak nitelendiriyorum. Sanki, bu eleştirilerle memleketi kurtarıyorlar. Ayrıca, kullandıkları üslubu da hiç beğenmiyorum...” Magazin eklerinde, sadece moda kritiklerine ayrılan sayfalarda değil; eklerin bütününde dönemin eğilimlerine paralel belli bir moda anlayışının ve yaşam tarzlarının sergilendiğine tanık olunmaktadır. Bununla birlikte, sadece sözü edilen moda unsurları bağlamında değil; yurt dışı tatillerinden eğlence ve yemek mekânlarına, kullanılan otomobil/jiplerden ev dekorasyonlarına kadar tüketime dayalı farklı yaşam tarzları eklerin sayfalarına yansımaktadır. Tüketim ve Yaşam Tarzlarının Diğer Gösterenleri Günümüzde kimlik duygusu, geçmişte olduğu gibi sahip olunan işle ya da statü ile değil; izlenen ve benimsenen tüketim kalıpları ile kazanılmaktadır. Dolayısıyla, pek çok tüketim malzemesi arasında seçmeye dayalı mallar bileşkesi ile ortaya çıkan toplumsal konum fark İletişim 2005/21 154 Erdal DAĞTAŞ edilen olmayı sağlamaktadır. Tüketime yaptığı vurgu ile de post-modern adını alan bu dönem, sürekli değişim ve farklılık teması üzerinde yükselmektedir. Gündelik yaşam, ‘Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir dönemde 1980’lerden 1990’lara ve oradan da günümüze uzanan dönemdeki kadar hızlı ve sürekli bir değişim yaşamamıştır’ vurgusunu yapan Kozanoğlu (1996: 596), “tüketim alışkanlıklarından eğlence biçimlerine, ‘dil’den sanata, spordan sofraya değin gündelik yaşamı oluşturan her alan ve her parçanın bu hızlı değişimden nasibini aldığını, önemli bir çeşitlenme ile birlikte dikkat çekici bir benzeşme sürecinin birbirine eşlik ettiğini dile getirmektedir.” Kozanoğlu’nun irdelediği bu çeşitlenme ve beraberinde yaşanan benzeşmenin somut olarak gözlendiği alanlardan biri, tüketilen metalar ve bu metaların satışa sunulduğu merkezler olmuştur. Özellikle temel gereksinimlerin karşılanmasının ötesinde, sahip olunan ya da sahip olmak için uğraş verilen her türden tüketim malzemesinin kimlik değerini oluşturmak için piyasaya sürüldüğüne tanık olunmaktadır. Bir anlamda, savurganlığın ve gösterişçi tüketimin yaygınlaştığı toplumda, insanlar medya aracılığıyla tanıtımı yapılan ürünlere sahip olma arzusunu gerçekleştirene kadar zihinlerinde bu faaliyeti sürdürmektedir. Piyasaya satış için sunulan tüketim malzemelerinin sadece reklamlar aracılığıyla doğrudan değil; farklı medya içerikleri aracılığıyla dolaylı olarak da tanıtımları yapılmaktadır. Sanat ve sosyete dünyasındaki pek çok kişinin, çok büyük paralar verip yaptıkları harcamalara lüks ve gösteriş gözüyle baktıklarını söyleyen Kumsal Magazin Eki Yayın Koordinatörü Değer Özergün (29.11.2004), sayfalara tüketim malzemelerinin yansıtılmasının bilinçli olarak gerçekleştirilen editöryal bir tutumdan kaynaklanmadığını ifade etmektedir: “…Örneğin herhangi bir ünlü, 1000 Euro verip bir güneş gözlüğü alabilir. Türkiye’de bunu ego tatmini için satın alan insan sayısı binde birdir. O binde birlik insan grubuna kimler girer? Kimileri son derece zengin bir aileden gelmiştir. Zaten varlık içinde doğduğu, büyüdüğü ve varlık içinde öleceği için; bu tür insanların gösteriş gibi bir budalalığı olamaz. Çünkü, bu insanlar yokluk görmedikleri için, yokluktan varlığa geçiş yapan insanlar gibi İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 155 varlığını lanse edecek, çevreye gösterecek davranışlara bürünmezler. Sonuçta, sonradan zenginliği elde etmiş olan insanlar, gözlük için 1000 Euro verdikleri zaman kendilerinin haber olmasını istiyorlar. Hatta bu konuda, otomobil satın alan ünlülerin bir bölümü, bizi arayıp yeni bir otomobil satın aldıklarını, dolaylı olarak haberinin yapılması imasında bulunuyor…” Magazin eklerinde başta fotoğraflar olmak üzere, içerikler de pek çok tüketim malzemesinin gösterime sunulması konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle fotoğraflarda yer alan tüketim malzemeleri aracılığıyla, tüketim kültürüne ve bu metaların kullanımıyla elde edilecek sembolik değerlere ve yaşam tarzlarına işaret edilmektedir. Ünlüler dünyasının lüks yaşantılarının da hazırladıkları magazin eklerine konu olduğunu belirten Gala Magazin Eki Haber Müdürü Kubilay Keskin (02.12.2004), sayfalara yansıyan tüketim malzemelerinin ve onlar aracılığıyla yansıyan yaşam tarzlarının magazinin doğasına uygun olduğunu belirtmektedir: “…Magazinin konu alanları içerisinde bir de, ünlülerin lüks yaşantıları bulunmakta. Örneğin, David Beckham’ın lüks yaşantısı ve yaşam tarzı yabancı magazin dergilerine sürekli konu oluyor. Okurların meraklarını gidermek için ünlülerin yaşam tarzları hakkında haberler yapılıyor. Ancak, bu haberler editöryal yapı tarafından bilinçli olarak oluşturulmuyor. Çünkü, bu insanlar zaten lüks tüketiyor. Elimizdeki malzeme bu. Örneğin, sahneye çıkmadan önce Petek Dinçöz bir şişe parfüm tüketiyor. Bu da, ayrıca kötü birşey değil. Ancak, bir defada bir şişe parfümün tüketimi, lüks bir tüketim ve biraz israfa yol açan bir durum. Ne var ki, bu türden tüketimler şöhretli insanlar için şart. Yani, bu tür tüketimin sanat camiası için yanlış olmadığını düşünüyorum.” İncelenen dönem süresince, magazin eklerine yansıyan fotoğraflarda, tüketim malzemesi olarak kadınların gündelik yaşamda yoğun şekilde kullandığı “aksesuvarlar” öne çıkmıştır. Bu tüketim malzemesini “alkollü içecekler”, “otomobil/jip”, “cep telefonu” ve “güneş gözlüğü” izlemiştir. Bununla birlikte, dönemin eğilimlerini yansıtırcasına, ünlüler dünyasında moda olarak yaygınlık kazanan pek çok tüketim malzemesine (jipten pahalı kol saatlerine, kar gözlüğünden villalara değin) magazin eklerinde yer verilmiştir. İletişim 2005/21 156 Erdal DAĞTAŞ Bugün itibariyle yayımlanan magazin eklerinin içeriklerine bakıldığında, tüketim kültürü ve yaşam tarzlarını destekleyici yönde haber ve fotoğraflara yer verildiği gözlemlenmektedir. Gala’da “lüks hayat” ve Kumsal’da ise “sosyete” sayfalarında bu savı destekleyen pek çok örneğe rastlanılmaktadır. “Biraz pahalı değil mi?” başlıklı haberde, Ebru Şallı-Harun Tan çiftinin bebeklerine ait “ana kucağı” hakkında şunlar söylenmektedir: “…Baba Harun Tan, oğlunu ‘ana kucağı’na koymuş, göğsünde gezdiriyordu. Küçük Beren’in ana kucağının Louis Vuitton marka olduğu dikkatimizden kaçmadı. Her bir ürünü astronomik fiyatlara satılan bu markanın ana kucağı da 1 milyarın üzerinde (Gala, “Biraz pahalı değil mi?”, 28 Kasım 2004: 25). Yukarıda verilen örneği çoğaltmanın ötesinde, Kumsal Magazin Eki Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Vecihe Aslan (29.11.2004) yayıma hazırladıkları magazin ekinde; özellikle tüketim malzemelerinin markalarının, haberlerin içerisinde ve fotoğraf görüntülerinde geçmemesi için özen gösterdiklerini vurgulamaktadır: "… Fotoğrafın içeriğindeki görüntüler, belli bir ekonomik güce sahip ünlüleri kapsadığından doğal olarak, onların görüntülendikleri karelerde lüks tüketim malzemeleri olacaktır…Bununla birlikte, haberler içinde herhangi bir ürünün isminin yazılması çok enderdir. Örneğin, haberler içeriklerinde, şu ünlünün son model otomobili ya da jipi denir. Bunun dışında, otomobil markalarının adlarına yer verilmez. Benzer şekilde, kıyafetler konusunda da markalardan söz edilmez…Yani, markaların isimlerini verip, reklam yapmak gibi bir durum kesinlikle söz konusu değil…” Tüketim malzemelerinin, fotoğrafla da desteklenen reklamlaşan haberlerinin yanı sıra; incelenen magazin eklerinin “sosyete” ve “lüks hayat” sayfalarında, iş yaşamını konu alan haberlerle de karşılaşılmaktadır. Ekonomik sermayeye sahiplik açısından yüksek gelir gruplarının ve iş dünyasının temsilcilerinin konu edildiği haberlerde, bir yandan bu sınıfın yaşam tarzı dolayımlanırken; diğer yandan da sektörel kurumların haber ile içiçe geçmiş tanıtımları yapılmaktadır. Bir başka deyişle, bu ekler aracılığıyla, belli mal ve hizmetlerin halkla ilişkiler faaliyeti yürütülmektedir. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 157 Moda sayfaları ve rutin haberlerin dışında, özellikle mekân tanıtımları da dönemin tüketim eğilimlerini ve yaşam tarzlarını sergileme açısından önem taşımaktadır. “Türkiye’de, gündelik yaşamın simgeleriyle büyük kent yaşamının simgeleri arasındaki örtüşme hiçbir dönemde 1980-1990’lar hattındaki kadar yoğun olmamıştı. Bu örtüşmenin 2000’li yılların başında da sürdüğü göz önünde bulundurulduğunda, büyük kentler düz anlamıyla tüketimin merkezleri olmaya devam edeceğinin işaretlerini vermektedir” (Kozanoğlu, 1996: 596). Uluslararası sermayenin 1980’lerden itibaren uygun bir giriş ortamı bulduğu İstanbul, giderek tüketim merkezi haline gelmeye başlamıştır. “Yeni alışveriş merkezlerinin açılmasıyla ve diğer dünya kentleriyle benzer tüketim mekânlarının oluşturulmasıyla İstanbul’a küresel bir görünüm verilmeye başlanmıştır. Tüketimle birlikte eğlence sektörünün de gelişmesi, İstanbul’u diğer kentler arasında giderek çekici hale getirmiştir” (Keyder, 2000: 24). İstanbul, hizmet ve eğlence sektörünün gelişmişliğiyle insanların boş zamanlarına seslenme konusunda; tüketim kültürü ve yaşam tarzları gösterenlerinin önem kazandığı bir metropol kent olarak öne çıkmaktadır. Metropol kentler, içinde barındırdığı mekânlarla farklı ihtiyaçlara, arzulara ve boş zamana seslenmektedir.13 Eğlence mekânları, irdelenen bu merkezlerin başında gelmektedir. Bununla birlikte, yemek mekânları, alışveriş mekânları, tatil merkezleri ve yurt dışı seyahatleri de tüketim kültürü ve yaşam tarzlarına ilişkin gösterenlerin izleneceği mekânları oluşturmaktadır. İncelenen dönem itibariyle, magazin eklerinde tüketim kültürü ve yaşam tarzlarının göstereni olarak, en fazla karşılaşılan yerler “eğlence mekânları” olmuştur. Onu sırasıyla “tatil mekânları”, “yurt dışı”, “yemek mekânları”, “alışveriş mekânları”, “ev dekorasyonları” ve “spor merkezleri” izlemiştir. Yurt dışına yapılan seyahatler, özellikle 1980’li yıllardan itibaren yaygınlaşan, izleyen yıllarda ise moda haline dönüşen ve bir anlamda ünlüler dünyasının mesleki tecrübelerini 13 Ayrıntılı bilgi için bkz.: John Fiske (1989), Reading the Popular, USA, Boston: Unwin Hyman, Inc. İletişim 2005/21 158 Erdal DAĞTAŞ geliştirme, konser verme, yabancı dil öğrenme, tatil yapma vb. nedenlerle sıkça gerçekleştirdikleri iş ya da tatil amaçlı gezilere dönüşmüştür. Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte, insanların boş zamanlarında sürdürdükleri eğlence anlayışında da önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Sanatçıların/assolistlerin sahne aldığı ve ailelerin ziyaret ettiği gazino kültürünün yerini tavernalar, barlar, gece kulüpleri ve diskolar almıştır. 1980’li yıllarla birlikte yeni kuşakların eğlence anlayışları ise, uğradıkları mekânlarda bir eş bulma ve günübirlik ilişkiler bağlamında tanımlanır olmuştur. Tüketimin yoğun olarak sergilendiği bu mekânlarda, savurganlığın hatta sonradan görmeliğin izlerini sürmek mümkündür. Gece yaşamında tüketilen aşırı alkolün de etkisiyle, bu mekânların müdavimleri, gösterişçi bir tüketim anlayışıyla dönemin eğlence anlayışını yansıtmaktadır. Pistlerde dans etme yerini masaların üzerine çıkmaya bırakırken; paketi 100 dolardan satışa sunulan peçeteler havaya atılmakta, tabaklar kırılmakta, dahası ceketler yakılarak, masalar devrilmekte, dansözlerin başına ve şarkıcıların ayaklarına şampanya dökülmektedir. Türkiye’deki eğlence yaşamına ilişkin bu tespitin arkaplanında yatan en önemli neden olarak, Batı’lı anlamda olgunlaşmış bir burjuva sınıfından ve beraberinde onun kültür yaşamındaki izdüşümlerinden söz edilememesi gösterilebilir. Eğlence mekânlarına ve bu mekânlardaki eğlence anlayışına ilişkin olarak, “onlar eğleniyor, biz de haberlerini yapıyor ve fotoğraflarını çekiyoruz” diyen Kumsal Magazin Eki Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Vecihe Aslan (29.11.2004), bu konuda önyargılı yaklaşılmaması gerektiğini vurgulamaktadır: “…Çünkü bu mekânlar insanların eğlenebilmesi, streslerini atabilmesi için açılmış olan yerler. Bir işletme olarak ayakta kalabilmek için, buraya gelen insanlara en iyi şekilde hizmet etmeye çalışıyorlar. İnsanlar, adı üstünde buraları eğlenmek amacıyla ziyaret ediyor. Dolayısıyla, bu mekânlara sosyete ve ünlüler geliyor. Biz magazinciler de, ünlülerin ve sosyetenin yaşam tarzlarını -ki, eğlenme de bir yaşam tarzıdır- habere dönüştürerek ve görüntüleyerek okurlara sunuyoruz. Bizim yaptığımız, sadece haberciliktir. Yoksa, bu tür mekânlarda alkol sınırının geçilmesi, kimi zaman tartışma ve kavgaların olması ya da farklı İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 159 eğlence tarzlarının ortaya konması onları ilgilendiren bir durum. Bizler, gazeteci olarak sadece haber değeri taşıyan unsurları okurlara ulaştırmakla yükümlüyüz.” Magazin eklerinde yer verilen mekânlar ve özellikle eğlence mekânları (bar, gece kulübü, otel/motel, restoran, meyhane vb.), tüketime yönelik belli yaşam tarzlarının göstereni olarak özellikle gece yaşamı etkinlikleri bağlamında haberlere konu olmaktadır. Eğlence mekânlarının adları, sadece ünlüler dünyasına ilişkin kaçamak ilişkilerin sunulduğu haberlerde değil; bunun yanı sıra, köşe yazılarında doğrudan tanıtımları yapılarak okurlara bu mekânları ziyaret etmeleri önerilmekte, hatta rezervasyon için telefon numaraları dahi verilmektedir. Magazin eklerinin belli köşe ya da sayfalarında, bu tür tanıtımların yapıldığı çok sayıda örneğe rastlanılmıştır. “Yemekler rüya gibi” başlığı altında sunulan haber içeriği, fotoğrafıyla birlikte haberden ziyade bir reklam/tanıtım özelliğine bürünmüştür: Adı: Garaj Ne Yenir: Süzme mercimek çorbası, iskender kebap, yaprak sarma, dalyan köfte salçalı pilav garnisi ile, mantarlı et sote, püreli tas kebap,…, güllaç, revani, kabak tatlısı. Müdavimleri: Cem Yılmaz, Lal Dedeoğlu, Mehmet Ali Erbil, Sezen Aksu, Serdar Bilgili, Nazan Öncel, Şehrazat. Ne Ödenir: 25 milyon Nerede: Hacı Adil Cad. Karanfil Sk. No: 2/2. Levent. Tel: 0 212 / 281 48 48 (Dolce, “Yemekler rüya gibi”, 23 Ekim 2004: 21). Tüketimin ve yaşam tarzlarının farklı eğlence şekilleriyle yansıtıldığı gece yaşamında, eğlence mekânlarının belli bir kesim tarafından ziyaret edilmeye devam edildiği, hatta yeni eğlence mekânlarının da bu kervana katıldığına tanık olunmaktadır. Yukarıda sözü edilen eğlence türlerine, irdelenen zaman aralığında çoğunlukla rastlanılmasa da; ünlülerin yaşam tarzlarını somutlayan eğlence yaşamına ilişkin haberlere incelenen eklerde yer verilmiştir. İletişim 2005/21 160 Erdal DAĞTAŞ Kumsal Magazin Eki Editörü Mehmet Çalışkan (30.11.2004), aslında ünlülerin yaşam tarzları ve onların tüketim harcamaları konusunda yapılan haberlerle, okurlara belli bir mesaj vermeye çalıştıklarını; ancak, okurların büyük bir bölümü tarafından bunun anlaşılmadığını ileri sürmektedir: “…Biz, ünlülerin yaşam tarzlarını gözler önüne seriyorsak; illaki böyle yaşayın demiyoruz okurlara. ‘Senin para kazandırdığın insanın yaşamı bu. Sen bu insanın yaşamını onaylıyorsan git, ona para kazandırmaya devam et’ diyoruz. Eğer onaylamıyorsan, o zaman ‘albümünü alma, onun dizilerini, filmini izleme’ demeye getiriyoruz. Dolayısıyla, bizim çok eleştirildiğimiz bugünkü magazin haberciliği anlayışının, aslında böylesi örtük bir işlevi bulunmakta…Nedense, sokaktaki insan bu tür hayatlara özeniyor. Hayatı boyunca, bu tür bir şöhreti elde etmenin arzusunu taşıyor. Kolay yoldan para kazanıp Laila’ya, Reina’ya gitmeye çalışıyor…Dolayısıyla biz, bu türden haberleri ve görüntüleri, gazetecilik ilkelerine uygun bir şekilde vermeyi toplumsal sorumluluk açısından gerekli görüyoruz.” Sonuçta, magazin eklerinde yer verilen haber ve fotoğrafların önemli bir bölümünün içeriğinde, tüketim malzemeleri bolluğuyla karşılaşılmıştır. Belli bir kesimin tüketim harcamaları ve yaşam tarzlarını ortaya koyan haber ve fotoğraflar, magazin eklerinin içeriğinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Rutin haberler dışında, özel olarak hazırlanan “moda sayfaları”, “lüks hayat” ve “sosyete” türünden sayfalarda sergilenen ürün tanıtımları, gece yaşamına ilişkin eğlence ve yemek mekânlarının tanıtımlarının yapıldığı köşeler; çözümleme birimi eklerde, tüketime yönelik belli yaşam tarzlarının izlerinin sürüldüğü içerikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç ve Değerlendirme Medya sektöründe yaşanılan mülkiyet yoğunlaşması; ticarileşme, tekelleşme ve magazinleşme olgusunun yaygınlaşmasına neden olmuştur. Ayrıca, reklamla bağlantılı olarak tirajlara, reytinglere, çapraz promosyona önem veren ve kâr maksimizasyonunu öncelikli kılan medya mülkiyetine ilişkin yeni sahiplik yapısı, medya içeriklerinin belirlenmesinde etkin hale gelmiştir. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 161 Tekelleşen medya yapısı içinde, amacı okunmaktan ziyade bakmaya dayalı, kâr etme güdüsüyle ürünler yayımlanmaktadır. Burada, farklı okur/izleyici kitlelerine seslenen yayınlarla aslında çokseslilik değil, çok kârlılık sağlanmaya çalışılmaktadır. Neo-liberalizm, kendi ideolojisinin yaygınlaştırılmasını; popüler kültür kapsamında değerlendirilen magazin, sansasyon ve tüketime dayalı dergi ve ekler aracılığıyla da gerçekleştirmektedir (Alemdar ve Erdoğan, 1994) . Neo-liberal ideolojinin bir yansıması olarak tüketimin olgunlaştırılmasında ve tüketicilerin pazarlara reklamlar aracılığıyla yönelmesinde moda, eğlence, cinsellik, yaşam tarzları vb. konuları sayfalarına taşıyan magazin ağırlıklı yayınlar önemli bir rol oynamıştır. Böylesi bir yapılanmaya dayalı ticari yayıncılık anlayışının, magazin eklerini piyasa koşullarına uygulayan bir yayıncılık politikasını benimsemesi, aslında kendi mantığı içerisinde bir tutarlılık sergilemektedir. Piyasa toplumunun kuralları çerçevesinde hareket eden medyanın diğer alanlarındaki kuruluşları gibi; magazin eklerinde de, yayın içeriklerinin oluşturulmasında, arz-talep ilişkisinin göz önünde bulundurulduğu tespit edilmiştir. Görüşme yapılan magazin gazetecilerinin büyük çoğunluğunun, magazin kavramını ve eklerin içeriğinin şekillendirilmesini arz-talep ilişkisi çerçevesinde değerlendirmeleri ve magazin haberciliğini sektörel dinamikleri göz önünde bulundurarak yorumlamaları çalışmanın temel ve yardımcı varsayımlarını destekler yöndedir. Çalışmanın çözümleme birimini oluşturan magazin ilavelerine ilişkin pazarın, Sabah ve Doğan grupları tarafından paylaşılması Türkiye’deki medya ortamında yaşanan tekelleşmeye örnek teşkil etmiştir. 2001 yılına kadar üç medya tekeli arasında paylaşılan bu pazar; bugün itibariyle Doğan ve Ciner gruplarının hâkimiyetindedir. Gerçekten de, bugün, tirajı yüksek popüler gazetelerin hafta sonlarında yayımladıkları magazin ilavelerinden sadece Kumsal, Gala ve Dolce sektördeki faaliyetlerini sürdürmektedir. Magazin eklerinin gerek biçim gerekse içerik açısından karşılaştırmaları yapıldığında, birbirine çok yakın benzerlikler içerisinde olduğu gözlemlenmiştir. Biçimsel özellikleri İletişim 2005/21 162 Erdal DAĞTAŞ açısından kısa haber metinlerini destekleyen büyük ve çok sayıda fotoğrafın kullanılması; ön ve arka kapaklarda erotik kadın bedenlerinin sunumuna yer verilmesi; kullanılan kağıt ve baskı kalitesi, sayfa sayıları hatta sayfalara alınan reklam ve ilanlar belli bir benzeşmenin örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında bu benzeşmenin ve tektipleşmenin önemli nedenlerinden biri olarak, Türkiye’deki tekelci medya ortamının uzantıları söz konusu eklerin, magazin sektöründeki tirajlarını ve beraberinde reklam gelirlerini arttırmak için girdikleri rekabet gösterilebilir. Gazetecilerin büyük bölümü, hazırladıkları magazin eklerinin tektipleşmesi konusunda “benzeşmenin” kaçınılmaz olduğunu vurgularken; çok azı aslında belli açılardan farklılaştıklarını ve bazıları da taklit edildiklerini ifade etmiştir. Magazin eklerinde yoğun oranda fotoğraf kullanımını televizyonlaşma olarak nitelendirebilmek mümkünse de; magazin sektörünün temsilcileri, bunun televizyon ile rekabetin bir sonucu olmadığı konusunda birleşmiştir. Gazeteciler ayrıca, büyük ve çok sayıda fotoğraf kullanımının, magazinin doğasına uygun olduğu ve satışı arttırmada önemli bir role sahip olduğunu belirtmiştir. Magazin eklerinin her üçünün de ön kapaklarında, çıplak ya da yarı çıplak kadın bedenlerinin sunumları ağırlık kazanmıştır. Öte yandan, bugün yayımlanan magazin eklerinin ön kapakları, 2001 yılının nüshalarının ön kapaklarıyla karşılaştırıldığında; çıplak beden sunumlarına nispeten daha az oranda yer verilmiştir. Magazin sektörünün temsilcilerine göre, hazırladıkları ilavelerin ön kapakları; okurların ilgisini çekme ve satışları arttırmada önemli unsurların başında gelmektedir. Analiz edilen eklerde incelenen zaman dilimi süresince kadın beden sunumlarının yoğun bir şekilde öne çıktığı saptanmıştır. Çıplak ve yarıçıplak bedenlerin gösterimi, eklerin orta sayfaları başta olmak üzere, ön ve arka kapak sayfalarında yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte, kadın bedenlerine kıyasla az sayıda da olsa, ünlü erkek karakterlerin yarı çıplak beden gösterimlerine magazin eklerinde yer verilmiştir. Bir yanda magazin eklerinin bağlı bulunduğu sektörel dinamikler ve tirajları artırma kaygısı; diğer yanda sayfalarda bedenlerini gösterime sunanların kendilerini gündemde tutma ve yeni iş teklifleri alma İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 163 yönündeki eğilimleri, eklerde yer verilen “çıplaklık” olgusunu besleyen nedenler olarak tespit edilmiştir. Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta ise, eklerdeki yapılandırılmış moda sayfalarına hâkim olan görüntülerin, egemen tüketim değerlerinin yaygınlaşmasına olanak sağlamasıdır. Bir anlamda, modaya ilişkin sunulan göstergelerin zenginliğinin bu ekler aracılığıyla yaygınlık kazandırılmasının belli cazibe merkezleri oluşturduğundan söz edilebilir. Magazin eklerinde, sadece moda kritiklerine ayrılan sayfalarda değil; eklerin bütününde dönemin eğilimlerine paralel olarak belli bir moda anlayışının ve yaşam tarzlarının sergilendiğine tanık olunmuştur. Bununla birlikte, sadece moda bağlamında değil; yurt dışı tatillerinden eğlence mekânlarına, kullanılan otomobil/jiplerden ev dekorasyonlarına kadar tüketime dayalı farklı yaşam tarzları eklerin sayfalarına yansımıştır. Analiz edilen her üç magazin ekindeki haber ve fotoğrafların önemli bir bölümünün içeriğinde, dönemin yaşam tarzlarını dolayımlayan tüketim malzemeleri bolluğuyla karşılaşılmıştır. Belli bir kesimin tüketim harcamalarını ve yaşam tarzlarını ortaya koyan haber ve fotoğraflar, magazin eklerinin içeriğinin önemli bir bölümünü oluşturmuştur. Özetle, popüler yayıncılık anlayışını benimsemiş magazin eklerinin içeriğindeki tektipleşme ve benzeşmenin önemli nedenlerinden biri, çapraz promosyona imkân veren ve kâr maksimizasyonunu öncelikli hedefi haline getiren medya mülkiyetine ilişkin yeni sahiplik yapısı olmuştur. Aynı zamanda, Türkiye’deki medya ortamını da şekillendiren bu tablo, hem kapitalist kültürü toplumda etkin hale getirmiş hem de medya içeriklerinde magazinin ve magazinleşme eğilimlerinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Türkiye’deki medya ortamına ilişkin yeni sahiplik yapısında köklü bir dönüşüm gerçekleştirilmediği, yatay ve dikey tekelleşmelerin önüne geçilmediği sürece; kendi mantığı içinde tutarlı bir şekilde piyasa kurallarına göre hareket eden medyanın, farklı formatlarla da olsa magazin ve magazinleşen içeriklere yayınlarında yer vereceği anlaşılmaktadır. İletişim 2005/21 164 Erdal DAĞTAŞ Kaynakça Alemdar, Korkmaz ve İrfan Erdoğan (1994). Popüler Kültür ve İletişim. Ankara: Ümit Yayıncılık. Bali, Rıfat N. (1999). “Yeni aristokratlar: Köşe yazarları”. Birikim. (117/Ocak), ss. 48-56. Bali, Rıfat N. (2002). Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a. Yeni Seçkinler, Yeni Mekânlar, Yeni Yaşamlar. İstanbul: İletişim Yayınları. Baudrillard, Jean (1988). “En Güzel Tüketim Nesnesi : İnsan Vücudu ”. Çev.: Oğuz Adanır. İçinde Metinler ve Söyleşiler. İzmir: Ajans Tümen Yayınları. Canbaz, Şahinde (1999). “Bir Tüketim Olgusu Olarak Moda ve Giysi”. İletişim. (1/Kış), ss. 25-39. Davis, Fred (1997). Moda, Kültür ve Kimlik. Çev.: Özden Arıkan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Dyer, Richard (1982). “Don’t Look Now, Richard Dyer Examines the Instabilities of the Male Pin-up”. Screen. 23 (3-4). Dyer, Richard (1986). Stars. London: BFI. Fiske, John (1989). Reading the Popular. USA, Boston: Unwin Hyman, Inc. Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev.: Süleyman İrvan. Ankara: Bilim Sanat Yayınları. Garnham, Nicholas (1990). Capitalism and Communication: Global Culture and the Economics of Information. London: Sage. İnal, Ayşe (1999). “Medya, Dil, İktidar Sorunu: İletişim Çalışmalarında Medya ve Siyaset İlişkisini Nasıl Tartışmalıyız?”. İletişim. (3/Yaz), ss. 13-36. Kellner, Douglas (1991). “Reklam ve Tüketim Kültürü”. İçinde (Der. ve Çev.) Yusuf Kaplan. Enformasyon Devrimi ve Efsanesi. İstanbul: Rey Yayınları, ss. 75-91. Keyder, Çağlar (2000). “Arka Plan”. İçinde (Der.) Çağlar Keyder. İstanbul Küresel İle Yerel Arasında. İstanbul: Metis Yayınları, ss. 9-40. İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 165 Kozanoğlu, Can (1992). Cilalı İmaj Devri: 1980'lerden 90'lara Türkiye ve Starları. İstanbul: İletişim Yayınları. Kozanoğlu, Can (1996). “80’lerde Gündelik Hayat”. İçinde Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi-Yüzyıl Biterken. Cilt:13. İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 596-600. Murdock, Graham (1990), “Redrawing the Map of the Communications Industries: Concentration and Ownership in the Era of Privatization”, İçinde (Der.) Marjorie Ferguson. Public Communication: The New Imperatives, Future Public Communication: The New Imperatives, Future Directions for Media Research. London: Sage, ss. 1-15. Oktay, Ahmet (1993). Türkiye’de Popüler Kültür. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Rojek, Chris (2003). Şöhret. Çev. Sema Kunt Akbaş-Kürşad Kızıltuğ. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Sönmez, Mustafa (1996). İstanbul’un İki Yüzü. Ankara: Arkadaş Yayınları. Şenol-Cantek, L. Funda (2004). “Yeşilçam’ın Arsız Gözü: Pazar Dergisi”. Kültür ve İletişim. (7/1-Kış), ss. 9-47. Tanrıöver, Hülya Tufan ve Ayşe Eyüboğlu (2000). Popüler Kültür Ürünlerinde Kadın İstihdamını Etkileyebilecek Öğeler. Ankara: Başbakanlık Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü. Yüksel, Aysun N. (2001). Tarkan, Yıldız Olgusu. İstanbul : Çivi Yazıları. Dergiler ve Gazete Yazıları Balıksırtı, Şengül (2001). “Zaten memleket yalan”. Pazar Sabah. (14 Ocak), s. 15. Dolce (2004). “Yemekler rüya gibi”. (23 Ekim), s.21. Gala (2004). “Biraz pahalı değil mi?”. (28 Kasım), s.25. Gala (2004). “Şimdi onların zamanı”. (28 Kasım), ss.16-19. Starlife (2001). Ocak ve Mart. Süper Galaxy Dergisi (2001). Ocak ve Mart. İletişim 2005/21 166 Erdal DAĞTAŞ Şamdan (2001). Ocak-Mart. Şamdan (2001). “Bambaşka bir Serdar: İçimde fırtınalar kopuyor”. (28 Ocak), ss. 14-15. Şamdan (2002). “Erotik mi, feminen mi?..” (17 Ağustos), ss. 20-21. Görüşmeler Akçin, Selim (2004). Gala Magazin Eki Yazı İşleri Müdürü (2 Aralık). Aslan, Vecihe (2004). Kumsal Magazin Eki Sorumlu Yazı İşleri Müdürü (29 Kasım). Çalışkan, Mehmet (2004). Kumsal Magazin Eki Editörü (30 Kasım). Denker, Sema (2004). Gala Magazin Eki Haber Müdürü (4 Aralık). Hararlı, Demirhan (2004). Gala Magazin Eki Haber Müdürü (3 Aralık). Işık, Erol (2004). Gala Magazin Eki İstihbarat Şefi (3 Aralık). Keskin, Kubilay (2004). Gala Magazin Eki Haber Müdürü (2 Aralık). Özergün, Değer (2004). Kumsal Magazin Eki Yayın Koordinatörü (29 Kasım). Varon, Aylin (2004). Kumsal Magazin Eki Editörü (1 Aralık). İletişim 2005/21 Magazin Eklerinde Tüketim Kültürünün İzdüşümleri Üzerine 167 Özet Bu çalışmanın temel problemini, tüketim kültürüne ilişkin gösterenlerin, magazin eklerinin (Şamdan/Kumsal, Süper Galaxy/Gala, Starlife) içeriğine nasıl yansıdığını ortaya koymak oluşturmuştur. Bu bağlamda, magazin eklerine ilişkin gerçekleştirilen nitel metin analizi ve bu ekleri yayımlayan editöryal kadro ile yapılan derinlemesine görüşmeler sonucunda elde edilen bulgular değerlendirilmiştir. Magazin eklerinin analizi sonucunda elde edilen bulgular; Türkiye’deki medya içeriklerinin tektipleşmesi, benzeşmesi ve kültürel yaşamın metalaşmasına örnek oluşturmaktadır. Tiraj ve kârlarını arttırmayı öncelikli hedefi haline getiren magazin sektörünün, tüketime dayalı yaşam tarzlarına da içeriklerinde yer verdiği tespit edilmiştir. Çalışmadan elde edilen bulgulara göre, Türkiye’deki medya sahiplik yapısı dönüştürülmediği sürece, magazinin haberciliğinin kârını arttırmayı öncelikli hedefi haline getireceği ve bu konuda besleneceği birçok alanın da kendisine malzeme sağlayacağı sonucuna ulaşılmıştır. Anahtar Sözcükler: Magazin, magazinleşme, magazin ekleri, tüketim kültürü, yaşam tarzları, tektipleşme, benzeşme, kültürel yaşamın metalaşması. Abstract The main problem of this study is reflected to achieve the consumer culture’s signifiers and how they are on the contents of the magazine supplements (Şamdan/Kumsal, Süper Galaxy/Gala, Starlife). In this context, the findingsy have been evaluated by the’ qualitative text analysis of the magazine supplements and the deep interviews of the magazine supplements’ editors. The findings resulting from the analysis of magazine supplements are the illustrations to the monotypeness and similarity of the contents of media in Turkey and to the merchandising of cultural life. It is also established that the magazine sector whose prior target is to increase their circulation and interests also incorporates the lifestyles depending on consumption into their contents. According to the findings of the study, it is found out that unless the media İletişim 2005/21 168 Erdal DAĞTAŞ ownership construction is transformed in Turkey, the magazine journalism will make its prior target to increase profits and many fields by which it will be supported on this subject will provide materials. Keywords: Magazine, tabloidization, magazine supplements, consumer culture, lifestyles, monotypeness, similarity, the merchandising of cultural life. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal* İzgi GÜNGÖR Fal, varoluşundan beri yaşamını sürdürme ve anlamlandırma çabası içinde olan bireyin, geleceğini öğrenmek ve geleceğin kendisine getireceği bilinmeyen olayları kontrol etmek amacıyla başvurduğu bir pratiktir. İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan fal (Scognamillo ve Arslan, 1999), biçim ve işlev açısından farklılıklar göstermiş olsa da ilkel, antik ya da uygar hemen her toplumda ihtiyaç duyulan ve varlığını sürdüren bir pratik olmuştur. Fal, ülkemizde de köklerini, halkın düşünce ve inanç sistemleri ile geleneklerinden alan (Örnek, 1977:126) ve halk arasında eskiden beri yaygın olarak inanılan, paylaşılan ve uygulanan bir batıl inanç pratiği olarak önemli bir yere sahiptir. “Fala inanma, falsız kalma” türü bir inanışla, eş, dost ortamlarında hoşça vakit geçirmek için bakılan keyif fallarından papatya falına ya da sahillerde, sokaklarda beliren çingenelerin baktığı fallardan her insanın gökyüzünde bir yıldızı olduğu ve bu yıldızla insan arasında yazgısal bir bağ olduğu inancından hareketle yıldız kaymasının o kişi için iyi veya kötü talihe işaret ettiğine inanılması (Erginer, 2003) gibi pratiklere kadar tüm uygulamalar toplumumuzda fala ilişkin yaygın ve yerleşik bir inanç ve uygulamanın varlığına işaret eder. Ancak falın toplumumuzda bilinen geleneksel anlamını ve görünümünü giderek kaybettiği ve mekan, biçim, içerik, yöntem ve anlam açısından değişime uğradığı gözlemlenmektedir. Fal pratiği, bugün, kentleşme ve nüfusun yoğun olduğu “sosyal” ortamlarda; kitle iletişim * Bu yazı, 2004 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde savunulan “Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal” başlıklı Yükseklisans tezinden üretilmiştir. İletişim 2005/21 170 İzgi GÜNGÖR araçlarında; elektronik ve sanal ortamlarda kazandığı yeni görünümlerle giderek ticari amaçlarla desteklenen, alınıp-satılan, pazarlanan, anlık ve gündelik olarak tüketilen, kitlesel, standart, seyirlik ve eğlencelik bir popüler kültür ürünü haline dönüşmektedir. Ayrıca, fal-kafeler, fal-bilim merkezleri, fal-bakım merkezleri veya fal-danışma merkezleri gibi “uzman” isimler altında fala bakılan mekanların açılarak falın kitlelerin ayağına bir “hizmet” olarak götürülmesi; falın, kitlelere, içilen kahvenin yanında bir “promosyon” olarak sunulması; fala bakma işinin artık “kadrolu” ya da kendilerini “gelecek danışmanları”, “psikolojik danışman” ya da “tarot uzmanı” olarak adlandıran ve kartvizitlerle çalışan kişilerce icra edilen bir “uzmanlık alanı”na ve “meslek” haline dönüşmesi; piyasada, yan ürünler ve uzman yayınlarla desteklenmesi fal pratiğinin toplumumuzda aldığı yeni görünümler olarak falın değişen anlamına işaret etmektedir. Toplumumuzdaki tüm bu görünümleriyle fal pratiği giderek daha ticari, daha sistematik, daha kurumsal ve sektörsel bir bütünün parçası haline gelmekte ve bir “endüstri”ye dönüşmektedir. Bu çalışma; falın değişen tüm bu egemen görünümlerinden ve konuya ilişkin araştırma eksikliğinden hareketle, Ankara ilindeki ulaşılabilir veriler çerçevesinde bir taraftan fal pratiğinin popülerleşmesine ilişkin mevcut görünümü ve falın popülerleşme nedenini saptamayı öte yandan fal pratiğini ürünü olduğu toplumsal gerçekliğe ilişkin önemli bir gösterge kabul ederek fal pratiğinin toplumsal görünüme/yapıya dair verdiği bazı ipuçlarını somut verilerle tespit etmeyi amaçlamıştır. Fal, ait olduğu toplumdaki bir özelliğe, görünüme, yapıya, ihtiyaca, eğilime ve düşünce biçimine işaret etmesi açısından ait olduğu topluma dair önemli bir veridir ve araştırılması o topluma dair önemli ipuçları verebilir. Bu amaçla gerçekleştirilen ampirik inceleme çerçevesinde, fal pratiğinin iki unsuru olan “fala bakan” ve “fala baktıran” tarafların fala yönelik yaklaşımlarının tespitini hedefleyen bir anket çalışması uygulanmıştır. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 171 Popüler Kültür ve Fal Kültür, insanların ve toplumların gelenekleri, görenekleri, inançları, alışkanlıkları, deneyimleri, bilgi birikimleri, yaşam ve davranış biçimleri, düşünüş biçimleri gibi özelliklerinin bir yansımasıdır ve insana ve topluma dair bir özelliği ve görünümü anlatması bağlamında “toplumsaldır” ve “tarihseldir” (Güvenç, 2002:101-102). Popüler kültür ise, “bir toplumda geniş bir şekilde paylaşılan inançları ve pratikleri ve bunların örgütlendiği nesneleri” (Mukerji ve Schudson, 1991, aktaran Mutlu, 1998:27) anlatır ve insana dair bir yönün görünümü olarak kültürün bir başka biçimidir. Bu tanım çerçevesinde denebilir ki popüler kültürün esas olarak ima ettiği şey, popüler kültürün, çoğunluk tarafından sevilen, beğenilen, paylaşılan, tutulan anlamlarını içeren “rağbette olana”, “popüler” olana ve “gündelik yaşamla ilgili olana” yaptığı vurgudur. Popüler kültürü diğer kültür biçimlerinden ayırdeden en önemli özellik popüler olanın aynı zamanda sıradanlığı, gündelik ve anlık olanı çağrıştırması; taşıdığı kitlesel boyut nedeniyle belli bir üretim ve tüketim biçiminin ürünü olması ve gündelik ve anlık olarak tüketilebilir olmasıdır. Popüler kültür, “gündelik yaşamın bir kültürüdür” (Batmaz, aktaran Oktay, 2002: 40). Bu bağlamda, sanayileşme ve mekanik üretim ile ilgili bir kavram olan (Erdoğan, 2001) ve günümüzde kazandığı pazarlanabilen özelliğiyle daha çok popüler olanın kitlesel tüketimini vurgulayarak çoğunluğun paylaştığı ve tükettiği kültür pratiklerini ima eden popüler kültür; kültürel iletişimin, mekanik yollarla değil, daha çok yüz yüze ve kişisel olarak yapıldığı sanayileşme öncesi zamanın kültürü olan (Alemdar ve Erdoğan, 1994) ve geleneksel ve otantik özellikler taşıyan (Mutlu, 1998) halk kültürü ya da yüksek/üst kültürü anlatan seçkin kültür gibi diğer kültür biçimlerinden ayrılır. Fal pratiği ise genel olarak insana ve topluma dair bir inanışa, geleneğe, alışkanlığa, yaşam biçimine, düşünce yapısına ayna tutan özelliğiyle kültürel bir nitelik taşır. Fal, kendi toplumumuzda da; ortak ve yaygın bir davranışın, düşünce ve inanç biçiminin, belirli olaylar ve durumlar karşısındaki tavrın; belli bir gelenek ve alışkanlığın; bir ihtiyacın İletişim 2005/21 172 İzgi GÜNGÖR hem ürünü hem yansıması olarak bir taraftan kültürel kimliğin bir anlatımı olurken öte yandan geniş kitlelerin ilgi duyduğu bir pratik olarak ve günümüzde kazandığı tüm pazarlanabilen, anlık ve gündelik tüketilen biçimleriyle bir popüler kültür ürünü haline gelmiştir. Fal pratiği, geleneksel anlamda, “geniş halk yığınları arasında inanılan ve uygulanan olgular olarak” (Çobanoğlu, 2003:12) kökenini halk geleneklerinden ve inanç sistemlerinden alan bir batıl inanç pratiğidir (Erginer, 2003) ve folklorik unsurlar taşır. Dolayısıyla, halkın içinden gelerek halkı anlatır ve taşıdığı tüm geleneksel ve otantik özelliklerle halk kültürünün bir parçasıdır. Ancak, falın, günümüzde bilinen geleneksel anlamını ve görünümünü giderek kaybettiği ve kentleşme ve nüfusun yoğun olduğu mekanlarda; kitle iletişim araçlarında; elektronik ortamlarda kazandığı yeni görünümlerle giderek çok daha sistematik, profesyonelce ve ticari anlamda bakılan; çok daha kolay, anlık ve gündelik olarak erişilebilen ve tüketilebilen kitlesel, sıradan, moda halinde tüketilen bir popüler kültürel pratiğe dönüştüğü gözlemlenmektedir. Popüler kültür kavramı ise “popüler” olanın yanısıra halk kültürü gibi “kökleri yerel geleneklerde bulunan halk inançlarını, pratiklerini, nesnelerini içerir” (Mukerji ve Schudson, 1991, aktaran Mutlu, 1991:27). Malzemesini insan ve toplumdan aldığı; insana ve topluma dair bir görünüm ve özellik sunduğu ve içinde şekillenip anlam kazandığı toplumsal ve ekonomik ortamın özelliklerini taşıdığı ölçüde tüm bu kültür biçimleri ve ürünleri de toplumsal bir gerçekliği yansıtır ve içinde şekillendiği toplumsal koşullar ve tarihsel bağlam ile birlikte ele alınmayı gerektirir (Mills, 2000). Kültürel ve popüler kültürel bir pratik olarak fal pratiği ise aynı şekilde toplumdaki bir eğilime, ihtiyaca, görünüme, yapıya, davranış ve düşünce biçimine işaret etmesi açısından toplumsal gerçekliğin bir ürünüdür, ait olduğu topluma dair ipuçları taşır ve her kültürel ve popüler kültürel öğe gibi bağlamsal yani belli bir toplumsal ve ekonomik yapının veya ortamın ürünü ve yansıması olarak ele alınmayı gerektirir. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 173 Popüler Kültür ve Falın Değişen Görünümü Popüler kültür, her ne kadar, sanayileşme, mekanik üretim tarzı, modernleşmeyle ilgili bir kavramı ve daha yakın zamanlara ait bir oluşumu çağrıştırsa da, denebilir ki tarihsel süreç içinde özellikle Avrupa’da, belli bir toplumsal ve ekonomik yapının yansıması ve ürünü olarak, sınıflı toplumla birlikte gelişen ya da görünür hale gelen bir kavram gibi görünmektedir. Bu katmanlaşma ve sınıflaşmanın toplumsal yapıda neden olduğu değişim ise yaşam biçimleri, kültürel pratikler, değerler, sosyal ve kültürel ilişkilerde de değişime ve “sınıflaşmaya” neden olmuştur (Tanilli, 2003). Nitekim, popüler kültürün, 19. yüzyılda Avrupa’da, sanayileşmenin beraberinde getirdiği sanayileşme, kentleşme, kapitalist üretim biçimi ve ilişkileri; makineleşme, fabrikalaşma ve modernizasyon gibi değişim ve gelişmeler çerçevesinde sınıflaşmanın artmasına bağlı olarak görünür hale geldiği görülmektedir. Popüler kültür Sanayi Devriminin sonucu olarak toplumsal yapıda yeni oluşmuş sınıf olan zengin burjuvazinin, bir taraftan kentlerde mevcut olan seçkin aristokrasinin “yüksek” kültürünü öte yandan zamanla kırsal alandan kentlere göç etmek zorunda kalan proleteryanın “halk” kültürünü dönüştürmesiyle oluşturmaya başladığı bir “sentez” veya “karma” bir kültürdür. Burjuvazinin kendi kültürünü topluma sosyalize etmeye yöneldiği; toplumsal formasyon olarak varlığını sürdürebilmek için ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerde çeşitli düzenlemelere girdiği bu süreçte, popüler kültür daha çok sanat, eğlence ve edebiyat ürünlerini temsil eden ve zamanla burjuvazi tarafından kitleler veya halkın çoğunluğunu teşkil eden alt sınıflar adına ve bu sınıf tarafından tüketilmesi için (Oskay, 1983) kitlesel olarak üretilen, pazarlanan ve tüketilen popülerleştirilmiş kültürel pratikleri anlatır. Denebilir ki sanayi kapitalizminin kendi ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerini biçimlendirdiği (Oskay, 1983) bu dönemde popüler kültür ve popüler kültür ürünleri kitlesel ilgiyi çekmesi ve kitlesel tüketim için cazip bir malzeme olması açısından kimi ideolojik öğeler taşımış ve sanayileşmenin getirdiği değişim ve gelişmelere bağlı olarak sanayi İletişim 2005/21 174 İzgi GÜNGÖR toplumunda şekillenen kapitalist unsurlar taşıyan bir kültürü ifade eder. Popüler kültür “kapitalizmin ürünüdür ve kapitalizmin özelliklerini taşır” (Belge, 2003b:11). Toplumumuzda popüler kültür kavramının ortaya çıkış ve gelişim süreci ise; Batı’nın belli bir tarihsel evrim sonucu geçirmiş olduğu sanayileşme, kentleşme, modernleşme gibi süreçlerin bizde farklı zaman ve koşullarda yaşanmış olması ve toplumsal yapının Avrupa’dakinden farklı olması nedeniyle Batı’dakinden farklı olmuştur. Popüler kültürün doğduğu ve geliştiği 19. yüzyılda Avrupa’nın yaşadığı süreçlere ve dönüşümlere benzer anlamlı değişimlerin bizde “1950’lerin ve 1960’ların dönüşümleri ile başlaması” (Oskay, 1983:169); kültürün “pratik” anlamda popülerleşmeye başlamasıın; popüler kültürün eylem, pratik ve deneyim açısından ortaya çıkışının ve anlam kazanmasının bu yıllarda başladığına işaret etmektedir (Sözen, 2001:63). 1950-1960’lı yıllarla başlayan dönem geleneksel toplumsal yapının dönüşüme uğradığı ve oluşan yeni toplumsal yaşamın beraberinde farklı insan ilişkilerini ve yepyeni bir kültür yapısını getirdiği bir dönem olmuştur (Oskay, 1983:169-170). 1950’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yıllarla devam eden süreçte yaşanan sanayileşme, makineleşme, kapitalist ilişkiler, kentleşme, mevcut toplumsal yapıda katmanlaşmanın artması, Batı ile ekonomik bütünleşme, Batılılaşma, modernleşme gibi ekonomik ve toplumsal düzeydeki yapısal dönüşümler kültürel anlamda da önemli değişimlere neden olmuş, kendi gündelik kültürel formlarını oluşturmuş, kültürde sınıflaşmaya neden olmuş ve kültür popülerleşmeye başlamıştır. Dolayısıyla kültürün popülerleşmesine etki eden Batı’dakine benzer ekonomik ve toplumsal koşulların oluşmaya başlamasıyla beraber popüler kültür, ülkemizin iç içe yaşadığı bu modernleşme, sanayileşme ve Batılılaşma süreçlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır (Işık ve Erol, 2002). Üretim biçimindeki değişime paralel olarak tüketim biçimi de değişmiş yeni bir tüketim kültürü ortaya çıkmıştır. Gündelik yaşam pratiklerinde tüketime yönelik değişimler olmuş ve “tüketim alışkanlıkları yerleşmiş”tir (Işık ve Erol, 2002:78). Toplumsal ve ekonomik anlamdaki her hareketliliğin yansımasını gündelik kültürel pratiklerde bulduğu bu süreçte; İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 175 gündelik hayata dair hemen her şey popüler hale gelmeye, popüler olan gündelik hayata daha çok girmeye ve bu gündelik kültürel pratikler bir moda bir furya halinde tüketilmeye başlamıştır. Kitle iletişim araçlarının tüketim değerlerini yaygınlaştırması da; tüketim alışkanlıklarının iyice yerleşmesine, popüler olanın belirlenmesine, bir tüketim alanı haline gelmesine ve kitlesel olarak tüketilmesine zemin hazırlamıştır. Gerek popüler kültürün günümüzde geniş kitleler için ilgi, paylaşım ve tüketim alanı olması gerekse gündelik hayatın farklı ve yeni alanlarında sürekli olarak kendine yer bulması popüler kültür ve ürünlerinin “ideolojik” yönüyle ilişkilendirilebilir. Mardin, genel anlamda kültürün kendi kendini devam ettiren bir nitelik taşımasının, içindeki unsurların “ideolojik” bir nitelik taşımasından kaynaklandığını belirtir (Mardin, 1999:55). Bu amacı ve ideolojik işlevi Batmaz şöyle tanımlar: “popüler kültür gündelik yaşamın bir kültürüdür. Dar anlamda emeğin gündelik olarak yeniden üretilmesinin bir girdisi olarak eğlenceyi içerir. Geniş anlamında, belirli bir yaşam tarzının ideolojik olarak yeniden üretilmesinin önkoşullarını sağlar. Gündelik ideolojinin yaygınlaşma ve onaylanma ortamını yaratır” (Batmaz, aktaran Oktay, 2002: 40). Popüler kültürün ideolojik işlevlerine ilişkin görüşler genel olarak bu ideolojinin ekonomik veya siyasi alandaki “güç” sahiplerince kullanıldığı ve sınıfsal boyutu üzerinde durmaktadır. Çünkü popüler kültür ürünleri, bu ürünlerin üretimi ve tüketimi sürecinde “denetim sahibi olanlar”la “denetim sahibi olmayanlar” arasında üzerinden anlamlandırmaların yapıldığı “sembolik ve göstergesel bir alışveriş”e (Bocock, 1993) işaret eder. Bu ilişki tamamen tüketime ve tüketici rolüne dayanır ve egemen ideolojinin harcı olan “tüketim ideolojisi” (Oskay, 1983:179) çerçevesinde şekillenir. Popüler kültür ürünlerinde ideolojik katman “karmaşık” bir görünüme sahip olsa da (Oktay, 1992:9), bu sınıfsal boyut veya ideolojik işlev tüketim sürecinde anlam kazanır. Çünkü, tüketim süreci, bir yandan, bu süreçte denetim sahibi olan sermaye sınıfı ya da ekonomik güçler açısından “kapitalist dizgenin” (Oktay, 2002:20); toplumsal yapıda egemen konumda olan siyasi güçler içinse “mevcut toplumsal yapının” yeniden İletişim 2005/21 176 İzgi GÜNGÖR üretilmesinin ve sürdürülmesinin bir aracı olurken; bu süreçte denetim sahibi olmayan popüler kültür ürünlerinin tüketicisi konumunda olanlar içinse ekonomik bir süreç olmaktan ziyade doyum ve haz alınan, hayatı anlamlandırmanın ve gerçek hayattaki olumsuzluklara katlanmanın bir yolu olur. Bu çerçevede, popüler kültür bir “kullanım ve tüketim kültürüdür” (Erdoğan, 1999:22). Bu sisteme göre, popüler olan sadece en çok ilgi gören ya da paylaşılan değil “en çok satan”dır. Popülerin anlamının; en çok sevilen, beğenilen ve paylaşılandan “en çok tüketilen”e, “en çok satan”a kayması ise sistemin kendisini mevcut haliyle yeniden üretmesi amacına yöneliktir. Dolayısıyla “gündelik hayatta hemen her şeyin pejoratif bir biçimde” popüler hale gelmesi (Sözen, 2001:65); halk kültürü ve seçkin kültür ürünlerinin birer popüler kültür ürünü haline dönüşmesi; kültürel ürünlerin duygulara hitap etmesi sağlanarak kitlesel, anlık, gündelik ve moda olarak tüketiminin sağlanması; mutluluğun, bu kültürel ürünlerin bir mal gibi alınıp tüketilmek suretiyle (Erdoğan, 2001) sağlanabileceği duygusunun verilmesi, popüler olanı en çok satanın belirlemesi bir ideoloji gereğidir ve bu ideoloji “popüler olanın en çok tüketilmesi” amacına dayanır. Bu nedenle, popüler kültür, “ekonomik veya siyasi güç” odaklarınca bağımlı kitleler için üretilen veya kullanılan bir araç olarak “egemen-bağımlı ilişkileri” çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir kavramdır (Alemdar ve Erdoğan, 1994). Çünkü, pazarda üretilen ve satılan diğer mallar gibi, ticari olarak üretilen ve pazarlanan popüler kültür (Erdoğan, 2001), “alınıp satılan mal ve ilişkidir” (Erdoğan, 1998). Günümüzde giyim; yemek; sinema; çizgi filmler; spor; anneler günü, yılbaşı, sevgililer günü gibi belli günler; müzik; edebiyat; tatil, nostalji, alışveriş gibi gündelik hayata dair hemen her kültürel pratik popülerleşmektedir. Fal pratiği de aynı şekilde günümüzde giderek popülerleşen ve popüler kültürün ideolojik işlevinin tüketim sürecinde anlam kazanıp somutlaştığı gündelik kültürel pratiklerden birisidir. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 177 Falın Toplumumuzdaki Değişen Görünümü Fal popülerdir çünkü geniş kitlelerce ilgi duyulan ve paylaşılan bir pratiktir. Falın kitlesel bir ilgi ve paylaşım alanı olması ise falın daha çok “gelecek merakı” ve “bilinmeyene olan merak” gibi insanın merak duygusuna hitap ediyor olmasından kaynaklı bir durum gibi gözükmektedir. İnsan gelecek endişesi taşır ve geleceğini merak eder. Bu anlamda, gelecekten ya da bilinmeyenden haber verme işi olan fal (Holland, 1999) merakları çözen bir araç olarak her zaman ilgi gören bir pratik olmuştur. Konuya ilişkin kaynaklar, tarihsel süreç içinde de ilkel, antik ya da uygar hemen her toplumda falın insanların ihtiyaçlarını karşılamada yaşamlarının vazgeçilmez bir parçası olduğunu göstermektedir. Örneğin; yazgısı daha çok doğal koşullar tarafından belirlenen ilkel toplumlardaki (Şenel, 1997) ilkel insan için gerek geleceği öğrenme pratikleri gerek büyü; geleceği bilme ve kimi süreçlere müdahale etme, karşısında güçsüz olduğu yazgısı ve doğanın kontrolündeki olaylar üzerinde kontrol sahibi olma ihtiyacını (Malinowski, 1999:147) karşılarken; antik ve ortaçağda, yaşanacak ve yaşanmakta olan hayatın gidişatı, toplumsal ve siyasi olaylar, hastalıklar gibi üzerinde kontrol sahibi olunmayan olaylar üzerinde etkin olmak (Akın, 2001) gibi benzer amaçlara hizmet etmiştir. Günümüz uygar toplumlarında ise falın “parapsikolojik boyutlar içinde” (Scognamillo ve Arslan, 1999:25) daha ileri düzeylerde icra edilmeye ve ele alınmaya başlanan bir pratik görünümü kazanması, falın çağdaş toplumlardaki boyutuna ilişkin önemli bir göstergedir. Bu bağlamda fal pratiği çok evrensel bir özelliğe ve “geniş halk yığınları arasında inanılan ve uygulanan olgular olarak” (Çobanoğlu, 2003:12) bir inanışa işaret eder. Bu inanış; geleceği öğrenmek suretiyle, yazgıya ya da doğaya kimi yöntem veya tekniklerle etkide bulunulabileceği; sorunlara önceden çareler bulunabileceği varsayımına dayanır. Fal bu nedenle, “tarihin çok eski dönemlerine ait çeşitli kültürlerden birtakım şekil değişikliklerine uğrayarak günümüze intikal eden ve bütün toplumlarda bir batıl inanç ya da folklor unsuru olarak varlığını sürdüren” bir pratiktir (Scognamillo ve Arslan, 1999:103). İletişim 2005/21 178 İzgi GÜNGÖR Fal kendi toplumumuzda da; Orta Asya Türk kültürü (Şamanizm), Eskiçağ Anadolu din ve inançları; Anadolu uygarlıkları; komşu uygarlıklar; Mezopotamya gelenekleri (Eyüboğlu, 1987; Candan, 2002) gibi unsurlar çerçevesinde şekillenen Anadolu kültüründen bu tarafa köklü geleneğe sahip bir batıl inanç pratiği olmuştur. İnsanın benzer psikolojik ve biyolojik gereksinimlere sahip olması gibi (Erginer, 2003) evrensel bir özellik taşıması kadar “günlük yaşam olayları” da (Eyüboğlu,1987:44) Anadolu insanını fal gibi batıl inanç pratiklerine yöneltmiştir. Erginer, Anadolu insanının daha çok sünnet, askere gitme, evlenme, hamilelik, ölüm gibi “geçiş” dönemleri ile iş, sağlık, sosyal ve ekonomik anlamdaki sorunlar gibi çözümsüzlüklerin ve başarısızlıkların üstesinden gelmede bireyin, çevrenin, aklın ve bilimin yetersiz kaldığı “kriz” anlarında (Erginer, 2003) fal ve büyü gibi batıl inanmalara yöneldiğini belirtir. Fal halkın düşünce ve inanç sistemleri ile geleneklerinden beslenen, gelenekler yoluyla nesilden nesile aktarılan (Örnek, 1977:126) ve folklorik özellikler taşıyan bir pratiktir. Çünkü, fal, halkın adetlerinin, inanış ve düşünce biçimlerinin, birikimlerinin, tecrübelerinin, ihtiyaçlarının bir ürünü ve korkularının, meraklarının, yaşam kültürünün bir yansımasıdır, dolayısıyla halkın kendisinin bir anlatır sidir. Halk inançlarından ve geleneklerinden köklerini alan fal tüm bu özellikleriyle halk kültürünün bir parçası ve halkbiliminin bir ilgi alanıdır (Çobanoğlu, 2003:11-12). O’Connor ayrıca, daha sonradan değişime uğramış olsa da, falın, geleneksel olarak öteden beri sözlü anlatır edilen ve uygulanan bir pratik olarak insan deneyimine dayandığını ve bu nedenle sözlü kültürün ve halk kültürünün bir parçası olduğunu belirtir (O’Connor, 1997:193). Ancak, halkın bir tür anlatımı ve ürünü olan, folklorik özellikler taşıyan fal günümüzde bilinen geleneksel anlamını ve görünümünü giderek kaybetmekte ve mekan, yöntem, biçim, içerik ve anlam olarak dönüşüme uğramaktadır. Fal pratiği giderek kitlesel ilginin çekilebilme; kitlesel olarak anlık, daha çabuk ve kolay şekilde erişilebilme ve tüketilebilme olasılığı yüksek olan kentleşme ve nüfusun yoğun olduğu “sosyal” ortamlara, kitle iletişim araçlarına ve elektronik ortamlara taşınarak hem gündelik, sıradan, eğlencelik, seyirlik, İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 179 kitlesel ve standart bir pratik haline gelmiş hem de en çok, en kolay ve en çabuk şekilde tüketilebileceği bir tüketim alanı olarak belirmiştir. Fal bugün giderek nüfusun ve kentleşmenin yoğun olduğu yerlerde açılan fal-kafeler, falbilim merkezleri, fal-danışma merkezleri, pasajlar, hediyelik eşya dükkanları gibi görünür mekanlarda “kadrolu” falcılar tarafından kitlesel olarak bakılan; geçerken, alışveriş yaparken ya da ayaküstü anlık, gündelik ve eğlence olarak baktırılan; kitlelere “kahve sizden falınız bizden” şeklinde bir “promosyon” ile bir “hizmet” olarak sunulan; bir “moda” veya “akım” halinde tüketilen sıradan bir pratiğe dönüşmeye başlamıştır. Fala bakılan mekanların özellikle dershane, işyerleri ve sinemaların bulunduğu işlek, sosyal ve merkezi yerlerde yoğunlaşması ve bu benzer mekanların aynı hizmeti benzer biçim ve içerikle sunmaları; herkesin “aynı şeyi aynı şekilde” tüketmesine ve dolayısıyla ihtiyaçlarda, tercihlerde ve hizmetlerde bir homojenleşme ve standartlaşmaya neden olmaktadır. Günlük gazete ve dergilerdeki günlük yıldız falları; gazetelerin verdiği fal ekleri; tarot kitapları; burç kitapları; elektronik ortamlardaki fal ve astrolojiyle ilgili siteler; bilgisayarla bakılan otomatik fallar; cep telefonları aracılığıyla verilen hizmetler; medyanın kimi tartışma programlarıyla medyumları, falcıları ekranlara taşıması ise fal pratiğinin kitle iletişim araçlarındaki farklı görünümleri olup falı, falcıları, medyumları gündelik hayatımızın olağan bir parçası olarak konumlandırmakta ve falı sıradan, kitlesel, mekanik ve metodolojik olarak öğrenilebilen homojen bir pratiğe dönüşmektedir. Nitekim, bugün piyasada falın nasıl yorumlanması gerektiğini metodolojik açıdan anlatan kitaplar mevcuttur. Özellikle tarot, iskambil, el falı gibi falların bu şekilde önceden bilinen, hazır ve değişmeyen formüllere dayanması (Scognamillo ve Arslan, 1999) ve “basılı”, “kayıtlı” hale gelmesi; geleneksel anlamda “sözlü kültürün” bir ürünü olan falın giderek bu geleneksel özelliğini kaybederek herhangi bir sezgisel güç veya yetenek gerektirmeyen; sistematik bilgilere ve teknolojiye dayalı standart, formatsal, ve homojen bir ürüne dönüştüğünü göstermektedir. Aynı şekilde, günümüzde falların elektronik ortamlar, bilgisayarlar veya cep telefonları aracılığıyla otomatik olarak da bakılabilmesi, falı geniş kitleler için uzaktan da hızlı ve kolay İletişim 2005/21 180 İzgi GÜNGÖR erişilebilen ve tüketilebilen, formüllere ve basılı bilgilere dayalı rutin ve standart bir pratik haline getirmiştir. Dolayısıyla, hemen her mekan ve ortamda anlık ve gündelik olarak erişilebilen ve tüketilebilen bir pratik olmaya başlayan fal giderek gündelik hayatın doğal bir parçası olarak konumlanmakta; değişik görünümleriyle magazinleşerek eğlencelik ve seyirlik hale gelmekte; sosyal bir aktivite ya da bir boş zaman aktivitesi olarak tüketilmekte; keyif ve zevk veren, insanları gündelik rutinlerden ve kendi sorunlarından uzaklaştıran bir pratik olmaktadır. Bu anlamda geleneksel ve folklorik unsurlar taşıyan, köklerini halk kültüründen alan fal pratiği giderek bu özelliklerini kaybetmekte, anlık ve moda halinde tüketilen, alınıp satılan ve pazarlanan bir popüler kültür ürünü haline dönüşmektedir. Fal pratiği kitlesel ilgiyi ve tüketimi yaratabildiği ve sağlayabildiği ölçüde hem daha “popüler” hem de daha “ticari” bir görünüm kazanmıştır. Evler fal-kafelere, fal-bilim merkezlerine; bireysel fallar kitlesel fallara; falcı komşular, cincihocalar tarot uzmanlarına, gelecek danışmanlarına; sözlü bakılan keyif falları bilgisayar çıktılı elektronik, otomatik yazılı fallara; fal bir promosyon bir hizmet bir uzmanlık dalı olarak daha ticari ve sistematik, daha kurumsal ve sektörel bir bütünün parçasına dönüşmektedir. Günümüzdeki hakim görünümleriyle fal en çok tüketim sürecinde anlam kazanır çünkü fal pratiğinin tüm görünümleri “tüketim” amacı üzerine kuruludur ve falın sosyalleştirilmesi, popülerleştirilmesi, kitleselleştirilmesi, magazinleştirilmesi; tüm tüketim mekanlarında falın daha çok “satması” ve “tüketilmesi” ideolojisini taşır. Bu sosyalleştirmede, popüler yaşam, kapitalist üretim biçiminin belirlediği mekanlardaki popülerliği anlatır (Erdoğan, 2001). Fal pratiğinin görünür kılındığı fal kafeler ya da kitle iletişim araçlarının ticari kuruluşlar olması, falın, “kapitalist dizgenin” kendini pazarda yeniden üretebilmesi ve sürekliliğini sağlamasında ideolojik ve ticari bir araç olarak hareket ettiğe işaret etmektedir. Görünen bu tabloda, fal artık sadece daha çok ilgi gördüğü ve paylaşıldığı için değil aynı zamanda daha İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 181 çok sattığı için de daha popülerdir ve popüleri tanımlayan, popüleri popüler yapan güç ise “ekonomik ve ideolojik güçtür” (Erdoğan, 1999:33). İnsanı fal baktırmaya iten her neden; üretim ve tüketim sürecindeki taraflar açısından farklı anlamlandırmalara dönüşmektedir. Bu nedenle, fal pratiğinin günümüzde kazanmış olduğu tüm yeni görünümleri ve üzerinden sembolik bir alışverişin gerçekleştiği tüketim sürecini bir “mücadele alanı ve süreci” (Erdoğan, 2001: 89) olarak incelemek gerekir. Ampirik Çalışma ve Sonuçları İletişim disiplini çerçevesinde konuya ilişkin ayrıntılı bir araştırma veya çalışmanın bulunmamasından ve Ankara ilinde kentleşme ve nüfusun yoğun olduğu ortamlarda falın değişmekte olan görünümlerinden yola çıkarak bir taraftan fal pratiğinin popülerleşmesine ilişkin mevcut görünümü saptamak ve falın neden bir popüler kültür ürünü haline geldiğini anlamaya çalışmak öte yandan fal pratiğini ürünü olduğu toplumsal gerçekliğe ilişkin önemli bir gösterge kabul ederek fal pratiğinin toplumsal görünüme/yapıya dair verdiği bazı ipuçlarını somut verilerle tespit etmek amacıyla ampirik bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışma çerçevesinde, falın popülerleşmesinde rol oynayan “fala bakan” ve “fala baktıran” tarafların faldan ne beklediğini; fala baktıranı fal baktırmaya, fala bakanı fal bakmaya iten ya da bu ihtiyacı, bu eğilimi doğuran nedenleri araştırmak, dolayısıyla falın neden popülerleştiğine dair bir fikir vermek ve falın toplumsal görünüme dair verdiği kimi ipuçlarına bir parça ışık tutabilmek için bir anket çalışması uygulanmıştır. Tanımlayıcı-betimleyici (descriptive research) nitelikte ve non-parametrik (parametrik olmayan) bir dizayn çerçevesinde kurgulanan anket çalışması kapsamında, Ankara ili Çankaya, Yenimahalle, Keçiören, Altındağ, Mamak, Sincan, Etimesgut ve Gölbaşı ilçelerinde ikamet eden 127 “fala baktıran” kişi ile 25 “fala bakan” kişiden oluşan toplam 157 kişiye anket çalışması uygulanmıştır. Anketler, basit rastlantısal örneklem yoluyla, ulaşılabilen fala bakan ve fala baktıran deneklere uygulanmıştır. İletişim 2005/21 182 İzgi GÜNGÖR Fala bakma nedenleri arasında mukayese yapabilmek amacıyla hem “profesyonel” anlamda yani “para karşılığı” fala bakan kişiler hem de “amatör” anlamda yani “para karşılığı olmaksızın” fala bakan kişiler ankete dahil edilmiş ve 25 fala bakan denekten 3’ünü amatör olarak fala bakan denekler oluşturmuştur. Fal Bakanlara İlişkin Sonuçlar Çalışma kapsamında hazırlanan anket 17’si kadın, 8’i erkek toplam 25 fala bakan kişiye uygulanmış olup bunlardan 17’si bekar, 7’si evli ve 1’i dul’dur. Eğitim durumlarına ilişkin soruya yanıt veren deneklerin 4’ü ilkokul mezunu, 3’ü ortaokul mezunu, 14’ü lise mezunu ve 4’ü ise üniversite mezunu olduğunu belirtmiştir. Sayısı az olmakla birlikte fala bakanlar arasında üniversite mezunu olanların olması ise dikkat çekicidir. Ankete katılan kişiler farklı meslek gruplarına ait olup; bunlardan yüzde 28’i serbest meslek sahibi (şoför/tezgahtar, kasiyer, kuaför/güzellik uzmanı, nakışçı, garson vb.); yüzde 20’si falcı; yüzde 16’sı öğrenci; yüzde 8’i ise memur’dur. Geriye kalan yüzde 28’i ise mesleklerini medyum-danışman, öğretmen, hizmetli, ev hanımı, medyum, tarot uzmanı ve okutman olarak belirtmiştir. Fal bakan deneklerin yaşları 18-55 yaşları arası değişmekte olup; yaş ortalaması ise 32.6’dır. Ayrıca, gelir durumları incelendiğinde, deneklerin çoğunun orta gelir grubuna dahil oldukları görülmektedir. Soruya yanıt veren 24 denekten yüzde 44’ü 501 Milyon- 1 Milyar TL. arasında; yüzde 28’i 301 Milyon- 500 Milyon TL. arasında; yüzde 20’si ise 300 Milyon TL. ve altında bir gelire sahiptir. Fala bakmak dışında yaptığı ve gelir elde ettiği başka bir işinin olmadığını, dolayısıyla salt fal bakarak bir gelir elde ettiğini belirten denek sayısı 10 olup bunlardan 4’ü salt fala bakarak elde ettiği gelirin 600 Milyon TL. olduğunu; 2’si 450 Milyon TL. olduğunu; 1’i 220 Milyon TL. olduğunu; 1’i 500 Milyon TL. olduğunu; 1’i 1 Milyar TL. olduğunu ve 1’i ise 2 Milyar TL. olduğunu belirtmiştir. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 183 “Neden fal bakıyorsunuz?” sorusuna yanıt veren 25 denekten yüzde 48’i para kazanmak için; yüzde 20’si insanların dertleşme ve rahatlama ihtiyacını karşılamak için; yüzde 16’sı kendisinde doğaüstü/psişik güçler hissettiği ve çevresinin kendisini fala bakması yönünde teşvik ettiği için; yüzde 12’si ise fala bakmaktan keyif aldığı ve arkadaşları ısrar ettiği için fala baktığını belirtmiştir. Fal bakma nedenleri arasında “maddi” nedenlerin ağırlıklı ve belirleyici olduğu görülmektedir. Ayrıca; fala bakma nedenleri arasında “keyif almak ve arkadaşların ısrarı” gibi falın salt bir keyif aracı olarak görüldüğünü belirten ifadelerin yalnızca amatör yani para karşılığı fala bakmayan kişilere ait olması; ancak “doğaüstü bir güce sahip olunduğu” ve “insanların dertleşme ve rahatlama ihtiyacını karşılamak” gibi daha toplumsal gerekçeli ve fala bakanlara atfedilen üstünsel özelliklerin devreye girdiği söylemlerin sadece profesyonel yani para karşılığı fala bakan kişilerde yoğunlaşmış ve ortaya çıkmış olması ise dikkat çekicidir. “Ne tür fal (lar)’a bakıyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar; fala bakan bir kişinin genelde birden fazla fal türüne baktığını ve bu fal türlerinin daha çok kahve, tarot ve el falı üzerinde yoğunlaştığını göstermektedir. Günde fal bakılan tahmini kişi sayısı ise fal bakan kişiye bağlı olarak, ağırlıklı olarak 5-50 kişi arasında değişmektedir. Soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 64’ü günde tahminen 1-20 kişiye; yüzde 12’si 21-40 arasında kişiye fal baktığını söylerken, yüzde 8’i ise belli bir sayısının olmadığını belirtmiştir. Fal baktırmaya gelen meslek gruplarının; iş sahibi olmayan kesimden ünlüler gibi gelir düzeyi yüksek kesimlere kadar çok geniş bir toplumsal yelpazeyi içerdiği, ancak yoğunlaşmanın daha çok öğrenciler, memurlar, serbest meslek sahipleri, öğretmenler, ev hanımları, doktorlar ve akademisyenler üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 64’ü kendilerine fal baktıranlar arasında öğrencilerin; yüzde 52’si üst düzey bürokratların da içinde bulunduğu memurların; yüzde 36’sı serbest meslek sahiplerinin; yüzde 24’ü öğretmenlerin; yüzde 20’si ev hanımlarının; yüzde 20’si doktorların ve yüzde 16’sı ise akademisyenlerin olduğunu belirtmiştir. Verilen İletişim 2005/21 184 İzgi GÜNGÖR yanıtlar arasında politikacı, diplomat, emniyet mensupları, borsacı, bankacı, psikolog, işsiz, asker ve subayların da olması dikkat çekicidir. Fal baktırmaya gelenler çoğunlukla kadındır. Fala bakanların verdiği bilgiye göre gelenlerin yüzde 76’sı kadın; yüzde 24’ü ise gelenlerin erkek olduğunu belirtmiştir. Fal baktırmaya gelenlerin yaşları ise 18-60 yaşları arasında dağılım göstermektedir. Soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 40’ı fal baktırmaya gelen kesimin daha çok 18-40 yaşları arasında; yüzde 60’sı ise gelenlerin 41-60 yaşları arasında olduğunu belirtmiştir. “Size gelen insanlar ne için fal baktırıyorlar?” sorusuna verilen yanıtlar farklılık göstermekle beraber, verilen yanıtlar incelendiğinde, fal baktıranların genel olarak çözüm bulma, rahatlama, merak ve güzel şeyler duyma gibi nedenlerle fala baktırdığı görülmektedir. Soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 32’si gelenlerin sorunlarına çare/çözüm bulmak amacıyla; yüzde 28’i psikolojik anlamda rahatlamak ve dertleşmek için; yüzde 16’sı kendi hayatlarına ve geleceklerine dair duydukları merak nedeniyle; yüzde16’sı ise güzel şeyler duymak için fal baktırmaya geldiklerini belirtmiştir. Fal baktıranların en çok merak ettikleri konuların özellikle maddi ve işle ilgili konular; duygusal konular, sağlık ve gelecekle ilgili konularda yoğunlaştığı görülmektedir. Soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 48’i fal baktırmaya gelenlerin merak ettikleri konular arasında maddi ve işle ilgili konuların; yüzde 28’i duygusal konuların; yüzde 12’si sağlıkla ilgili konuların ve yüzde 12’si ise genel anlamda geleceğin kendilerine ne getireceğine dair merak edilen konuların olduğunu belirtmiştir. Fal baktıranların faldan ne beklediğine ilişkin soruya verilen yanıtlar; fal baktıranların, falı, hayatlarındaki sorunlara karşı bir ümit ve çare olarak gördüklerini ve genel olarak fala dair “pozitif” beklentiler içinde olduklarını işaret etmektedir. Soruya yanıt veren 25 fala bakan denekten yüzde 36’sı fal baktıranların faldan güzel şeyler duymayı beklediğini; yüzde 36’sı fal baktıranların faldan sorunlarına çözüm sağlamasını ve kendilerine yol göstermesini beklediğini; yüzde 16’sı fal baktıranların faldan kendilerini psikolojik olarak rahatlatmasını beklediğini belirtmiştir. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 185 “Size fal baktıranlar sizden ne bekliyorlar?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde fal baktıranların fal bakan kişiden daha çok güzel ve duymak istedikleri şeyleri söylemesini; falda çıkanları iyi ya da kötü olduğu gibi, tüm gerçekliğiyle söylemesini ve sorularına ya da dertlerine çözüm göstermesini bekledikleri görülmektedir. Soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 60’ı fal baktıranların kendilerinden güzel ve duymak istedikleri şeyleri söylemesini; yüzde 24’ü fal baktıranların kendilerinden doğruyu ve gerçeği söylemesini; yüzde 12’si ise fal baktıranların kendilerinden sorularına ve dertlerine çözüm sağlamasını beklediğini belirtmiştir. Ankete yanıt veren deneklerden çoğunun falın insanların yaşamını yönlendirdiğine inandıklarını belirtmesi ise falın gücünü göstermektedir. Soruya yanıt veren 25 denekten yüzde 76’sı falın insanların yaşamını yönlendirdiğini; yüzde 20’si ise kişisine göre değiştiğini belirtmiştir. Ayrıca soruya verilen yanıtlardan fal baktıranların neredeyse tamamına yakınının tekrar gidip aynı falcıya fal baktırdığı anlaşılmaktadır. “Fal bakarak verdiğiniz hizmet için ne kadar ücret alıyorsunuz?” sorusuna yanıt veren 25 denekten 22’si fal bakarak verdikleri hizmet karşılığında ücret aldıklarını; 3’ü ise fal baktıkları için ücret almadığını belirtmiştir. Anket, hem amatör yani ücretsiz olarak fal bakan hem de profesyonel yani ücret karşılığı fal bakan kişilere uygulandığı için; bu 3 kişi amatör olarak fal bakan denekleri temsil etmektedir. Yapılan inceleme sonucunda fal bakan deneklerin her bir fal türü için farklı ücretler istedikleri görülmüştür. 2004 yılı itibariyle istenen ücretler, tarot falı için 5-15 milyon TL.; kahve falı için 1 milyon 500 bin-20 milyon TL.; su falı için 15-25 milyon TL.; bakla falı için 20-25 milyon TL.; el falı için 1-15 milyon TL.; yıldızname için 15-25 milyon TL arasında değişmekteydi. İskambil falı için istenen ücret 15 milyon TL.idi. Ayrıca, özel seanslar için talep edilen ücret ise 15-20 milyon TL. arasında değişim göstermektedir. Fal Baktıranlara İlişkin Sonuçlar Çalışma kapsamında hazırlanan anket 92’si kadın; 35’i erkek toplam 127 fal baktıran kişiye uygulanmış olup; bunlar içinde soruya yanıt veren 126 denekten 67’si evli; 59’u İletişim 2005/21 186 İzgi GÜNGÖR bekardır. Eğitim durumlarına ilişkin soruya yanıt veren 126 fal baktıran kişiden ise 58’i üniversite eğitimini, 38’i lise eğitimini, 12’si yüksek lisans eğitimini, 8’i ilkokul eğitimini, 6’sı ortaokul eğitimini ve 4’ü doktora eğitimini tamamlamıştır. Fal baktıran deneklerin yaşları 18-72 yaşları arasında değişmekte olup; yaş ortalaması 33.2’dir. Ankete katılan deneklerin meslek durumları çeşitlilik göstermektedir. Ankete yanıt verenlerden 22’sinin (yüzde 17,3) memur; 18’inin (yüzde 14,3) serbest meslek sahibi (hizmetli, estetisyen, yönetici, kuaför, bilgisayar operatörü, işletmeci, turizmci, satış danışmanı, muhasebeci, şoför); 15’inin (yüzde 11,8) öğrenci; 11’inin ( yüzde 8,7) ev hanımı ve 11’inin (yüzde 8,7) avukat olduğu tespit edilmiştir. Deneklerin yüzde 5,6’sı ise mesleklerini aşçı, eczacı, müzisyen, biyolog, pilot, filolog ve mütercim-tercüman olarak belirtmişlerdir. Gelir durumları incelendiğinde soruya yanıt veren kişilerin çoğunun orta gelir grubuna dahil oldukları görülmektedir. 99 kişiden yüzde 44,8’i 501 Milyon–1 Milyar TL. arasında; yüzde 19,1’i 301 Milyon –500 Milyon TL. arasında; yüzde 16,1’i 1 – 2 Milyar TL. arasında ve yüzde 16’sı ise 300 Milyon TL. ve altında bir gelire sahiptir. Fala baktırma nedenlerine ilişkin verilen yanıtlar, nedenlerin kişiden kişiye göre farklılık gösterdiğini ancak genel anlamda bu nedenlerin merak; eğlence veya vakit doldurmak; olumlu şeyler duymak ve sorunlara çare bulmak üzerinde yoğunlaştığını göstermektedir. Soruya yanıt veren 126 kişiden yüzde 33,1’i gelecekte olacaklara dair merak duydukları için; yüzde 26,8’i eğlence olsun diye veya iyi vakit geçirmek için; yüzde 26’sı pozitif şeyler duymak için; yüzde 4,7’si ise sıkıntılarına çözüm bulmak için fala baktırdığını belirtmiştir. Fala baktırma nedenleri arasında falın “moda” haline gelmesi ve bu nedenle bu modaya uymak; gelecekte olacaklara karşı hazırlıklı olmak ve tedbir almak; falcıyı test etmek gibi nedenlerin sayılması ise dikkat çekicidir. Falın yaşamlarını ne şekilde etkilediğine ilişkin soruya yanıt veren 127 kişiden yüzde 55,9’u falın kendi yaşamlarını hiçbir şekilde etkilemediğini ve kararlarını fala göre vermediğini; yüzde 33,9’u falın yaşamlarını duruma bağlı olarak zaman zaman etkilediğini; yüzde 10,2’si ise falın yaşamlarını yönlendirdiğini belirtmiştir. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 187 Ayrıca soruya verilen yanıtlardan kişilerin büyük çoğunluğunun başkaları için değil kendileri için fal baktırdıkları görülmektedir. Başkaları için fala baktırdığını belirtenlerin yüzde 17,6’sı gibi büyük bir bölümü ise daha çok aileleri, yüzde 2.4’ü ise sevgilileri için fala baktırdıklarını söylemiştir. Bu bağlamda soruya yanıt veren 125 kişiden yüzde 75,2’sinin başkaları için fal baktırmadığı, yüzde 24,8’inin ise başkaları için fal baktırdığı anlaşılmaktadır. Falcıdan mutlu/olumlu haberler duymanın kendileri için ne derece etkili olduğuna ilişkin soruya verilen yanıtlar; fala baktıranların büyük çoğunluğu için falcıdan pozitif haberler duymanın falcıya gitmede oldukça “etkili” ve “belirleyici” olduğuna işaret etmektedir. Çünkü, soruya yanıt veren 124 kişiden yüzde 38,7’si falcıdan mutlu/olumlu haberler duymanın kendileri için “etkili” olduğunu belirtirken yüzde 34,7’si “çok etkili” olduğunu belirtmiştir. Falcının çalıştığı/bulunduğu pasaj, kafe, ev, özel işyeri gibi mekanların kendileri için ne derece etkili olduğuna ilişkin soruya verilen yanıtlar incelendiğinde; falcının çalıştığı/bulunduğu mekanın fala baktıranlar açısından genel olarak falcıya gitmede çok etkili olmadığı görülmektedir. Bu soruya yanıt veren 122 kişiden yüzde 32’si falcının çalıştığı/bulunduğu mekanın kendileri için hiç etkisinin olmadığını; yüzde 23,8’i etkili olduğunu; yüzde 23’ü ne etkili ne etkisiz olduğunu; yüzde 15,6’sı etkisiz olduğunu ve sadece yüzde 5,7’si çok etkili olduğunu belirtmiştir. Kendileri için ne derece etkili olduğu sorulan bir diğer soru ise falcının fal baktığı yerin atmosferinin (ışık, mobilya, egzotik koku, tütsü vs) ne derece etkili olduğuna ilişkin sorudur. Soruya verilen yanıtlar incelendiğinde, falcının fal baktığı yerin atmosferinin fala baktıranlar açısından genel olarak falcıya gitmede çok fazla etkili olmadığı görülmektedir. Soruya yanıt veren 122 kişiden yüzde 32’si falcının fal baktığı yerin atmosferinin kendileri için hiç etkisinin olmadığını; yüzde 31,1’i ne etkili ne etkisiz olduğunu; yüzde 15,6’sı etkili olduğunu; yüzde 14,8’i etkisiz olduğunu ve yüzde 6,6’sı çok etkili olduğunu belirtmiştir. Falcının dış görünümünün (giyinişi, bakımlı olup olmaması, mimik ve tavırları vs.) kendileri için ne derece etkili olduğuna ilişkin soruya yanıt veren 122 kişiden yüzde 27’si falcının dış görünümünün falcıya gitmede kendileri için etkili olduğunu; yüzde 25,4’ü ne etkili ne etkisiz İletişim 2005/21 188 İzgi GÜNGÖR olduğunu; yüzde 20,5’i hiç etkisinin olmadığını; yüzde 14,8’i etkisiz olduğunu ve yüzde 12,3’ü çok etkili olduğunu belirtmiştir. Falcı hakkında duyulanların (ünlü veya bilinen bir falcı olması vs.) kendileri için ne derece etkili olduğuna ilişkin soruya verilen yanıtlar ise falcının ünlü ya da bilinen bir falcı olmasının fala baktıranlar açısından genel olarak falcıya gitmede “oldukça etkili ve belirleyici” olduğunu göstermektedir. Soruya yanıt veren 121 kişiden yüzde 41,3’ü falcının ünlü ya da bilinen bir falcı olmasının falcıya gitmede etkili olduğunu; yüzde 28,1’i çok etkili olduğunu; 13,2’si ne etkili ne etkisiz olduğunu; yüzde 9,1’i hiç etkisinin olmadığını ve yüzde 8,3’ü etkisiz olduğunu belirtmiştir. Araştırma, ayrıca, fal baktıranların genel olarak birden fazla fal türüne baktırdıklarını ve baktırılan fal türlerinin daha çok kahve, tarot, kağıt ve el falı üzerinde yoğunlaştığını göstermektedir. Araştırma aynı zamanda fala baktıranların düzenli olarak falcıya gitmediklerini ortaya koymaktadır. Ne sıklıkla fala baktırdıklarına ilişkin soruya yanıt veren 124 kişiden yüzde 49,9’u fala nadiren baktırdığını; yüzde 25,6’sı fala baktırmanın belli bir zamanının olmadığını; yüzde 20,5’i ise ayda 3-4 defa fala baktırdığını belirtmiştir. “Baktırdığınız fal için herhangi bir ödeme yapıyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, oranlar birbirine çok yakın olmakla beraber fal baktıranların yüzde 52’sinin baktırdığı fal için ödeme yapmadığı; arada sırada ödeme yapanlar da dahil olmak üzere yüzde 48’inin ise baktırdığı fal için ödeme yaptığı görülmektedir. Soruya yanıt veren 127 kişiden 66’sı (yüzde 52) baktırdığı fal için ödeme yapmadığını, 50’si (yüzde 39,4) ödeme yaptığını ve 11’i ise (yüzde 8,6) ara sıra ödeme yaptığını belirtmiştir. İnsanların “kritik”dönemlerinde falın ne derece belirleyici olduğunu ölçmeye yönelik kendi hayatlarıyla ilgili önemli kararlar arifesinde falcıya gidip gitmediklerine ilişkin soruya verilen yanıtlar incelendiğinde genel olarak fal baktıranların yüzde 60’ının kendi hayatlarıyla ilgili önemli kararlar arifesinde falcıya gitmedikleri; geriye kalan yüzde 40’lık bir kesimin ise falcıya gittikleri görülmektedir. Bu bağlamda, soruya yanıt veren 127 kişiden yüzde 60’ı önemli kararlar arifesinde hiçbir zaman falcıya gitmediğini; yüzde 15,7’si nadiren falcıya İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 189 gittiğini; yüzde 15,7’i zaman zaman falcıya gittiğini; yüzde 5,5’i çoğu zaman falcıya gittiğini ve yüzde 3,1’i ise her zaman falcıya gittiğini belirtmiştir. Falcının söylediklerinin gerçekleşeceğine ne ölçüde inandıklarına ilişkin soruyla ilgili olarak ise 127 kişiden yalnızca yüzde 33,1’i falcının söylediklerinin gerçekleşeceğine kesinlikle inanmadığını belirtmiştir. Geriye kalan yüzde 66,9’u ise oranları değişmekle birlikte falcının söylediklerinin gerçekleşeceğine inandığını belirtmiştir. Bu soruya yanıt veren 127 kişiden yüzde 33,1’i falcının söylediklerinin gerçekleşeceğine hiçbir şekilde inanmadığını; yüzde 30,7’si az inandığını; yüzde 26’sı inanıp inanmamasının falcıya göre değiştiğini; yüzde 7,1’i çoğuna inandığını ve yüzde 3,1’i ise tamamen inandığını belirtmiştir. “Falcının söylediklerinin ne kadarı gerçekleşti?” sorusuna yanıt veren 123 kişiden yüzde 28,5’i falcının söylediklerinin hiçbirisinin gerçekleşmediğini; yüzde 20,4’ü çoğunun gerçekleştiğini; yüzde 19,5’i arasıra gerçekleştiğini; yüzde 18,7’si çok azının gerçekleştiğini; yüzde 10,5’i ise dikkat etmediği ya da hatırlamadığı için bilmediğini belirtmiştir. Hepsinin gerçekleştiğini belirten deneklerin oranı ise sadece yüzde 2,4’dür. Fal baktırmanın başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız edip etmediğine ilişkin soruya verilen yanıtlar incelendiğinde, fal baktıran kişilerin çoğunun, fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız etmediğini belirttiği görülmektedir. Soruya yanıt veren 127 denekten yüzde 68,5’i fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini hiçbir zaman rahatsız etmediğini; yüzde 12,6’sı zaman zaman rahatsız ettiğini; yüzde 11,8’i nadiren rahatsız ettiğini; yüzde 4,7’si her zaman rahatsız ettiğini ve yüzde 2,4’ü çoğu zaman rahatsız ettiğini belirtmiştir. Bir önceki soruyla bağlantılı olarak, fal baktırmanın başkaları tarafından bilinmesinin “neden” rahatsız ettiği ya da etmediğine ilişkin soruya verilen yanıtlar göstermektedir ki; fal baktırdıklarının başkaları tarafından bilinmesi, fal baktıranların çoğunu rahatsız etmemektedir. Bu soruya yanıt verenlerin gerekçe olarak gösterdikleri nedenler ise dikkat çekicidir. Soruya yanıt veren 108 kişiden yüzde 15,7’si başkalarının düşüncelerini umursamadıkları için fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız etmediğini; yüzde 12’si fal baktırmayı bireysel bir tercih ve davranış olarak İletişim 2005/21 190 İzgi GÜNGÖR gördükleri için fal baktırmalarının başkalarını ilgilendirmediğini ve bu nedenle fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız etmediğini; yüzde 12’si fal baktırmanın toplumda gerici bir davranış olarak görülmesinden dolayı başkaları tarafından kınanmak istemedikleri için fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız ettiğini; yüzde 11,1’i fal baktırmayı normal ve sıradan bir alışkanlık olarak gördükleri için fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız etmediğini; yüzde 11,1’i kendilerinin de diğer fala baktıran kişiler gibi fala baktırdıkları için fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız etmediğini; yüzde 10,2’si fala inanmadıkları için fal baktırmalarının başkaları tarafından bilinmesinin kendilerini rahatsız etmediğini; yüzde 4.6’sı ise fal batıl inanç sayıldığı için başkalarının bilmesinin kendilerini rahatsız ettiğini belirtmiştir. “Fal baktırdıktan sonra kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, genel olarak falda söylenenlerin/çıkanların iyi ya da kötü olup olmamasının kişilerin kendilerini iyi ya da kötü hissedip hissetmemelerinde belirleyici olduğu; dolayısıyla kişilerin, falda kendilerine iyi şeyler söylenmişse kendilerini iyi, kötü şeyler söylenmişse kendilerini kötü hissettiği görülmektedir. Bu anlamda, fal baktırmanın kişiler üzerinde genel anlamda rahatlatıcı ve mutluluk verici bir etkisinin olduğu söylenebilir. Bu soruya yanıt veren 124 kişiden yüzde 25,1’i falda söylenenlerin/çıkanların iyi veya kötü olmasına bağlı olarak kendilerini iyi veya kötü hissettiklerini; yüzde 23,4’ü hiç bir şey hissetmediğini; yüzde 17’si kendilerini rahatlamış hissettiğini; yüzde 8,1’i kendilerini mutlu hissettiğini; yüzde 5,6’sı gelecek olaylara karşı kendilerini hazırlıklı hissettiğini belirtmiştir. Değerlendirme ve Sonuç Çalışma genel olarak, falın; hemen her cinsiyetten; eğitim, meslek, yaş ve gelir grubundan kişinin ilgi duyduğu ve paylaştığı bir pratik olduğunu ve fala bakan kişilerin çoğunun ise “para kazanmak” amacıyla fala baktıklarını ortaya koymuştur. Fala baktırmaya gidenlerin yaşlarının 18-60 yaş grubu arasında dağılım göstermesi, fala baktıran kesimin daha çok geleceğe dair beklentisi görece daha fazla olan kesim olduğunu İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 191 ima etmektedir. Çalışma; fala baktırmaya gelen kişilerin falı daha çok “sorunlarına çare bulmada” ve “psikolojik olarak rahatlamada” bir araç olarak gördüklerini ve faldan bir beklentilerinin olduğunu, bu beklentinin ise daha ziyade sorunlara çözüm bulmak; psikolojik açıdan rahatlamak; “gelecek merakı ve kaygısı” ve güzel şeyler duymak gibi kimi nedenlerle ilgili olduğunu göstermektedir. Fala baktırmaya gidenlerin en çok merak ettikleri konular arasında “maddi ve işle ilgili konuların” başta geldiği ve duygusal konulara ilişkin merakın ikinci sırada yer aldığı görülmektedir. Maddi ve işle ilgili konuların daha çok zengin olup olamama; işte yükselip yükselememe; iş girişimlerinin başarılı olup olmayacağı; iş bulup bulamama, maddi sıkıntıların düzelip düzelmeyeceği gibi konular özelinde yoğunlaşması; konunun “kişisel” boyutunun yanısıra “toplumsal” boyutunun varlığına da dikkat çekmektedir. Fala bakan kişilerin verdiği yanıtlar; fala baktırmaya giden kişilerin, falın kendisinden ve fala bakan kişiden genel olarak “olumlu” beklentiler içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Fala bakan kişilerin ise baktıkları fal karşılığı aldıkları ücret, baktıkları fal türüne göre değişmektedir. Fala bakanların çoğunluğunun, günde yaklaşık 1-20 arasında değişen sayıda kişiye fala baktıklarını belirttiği göz önünde bulundurulduğunda; fala bakanların, baktıkları her bir fal türü için günlük ve aylık olarak önemli miktarlarda gelir elde ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, üçü amatör anlamda fala bakan kişilerin dışında kalan, fala profesyonel anlamda bakan toplam 22 kişiden 10’unun salt fala bakarak bir gelir elde ettiğini ve hayatını kazandığını belirtmesi bir taraftan fala bakılarak elde edilen gelirin “hayatı idame ettirecek düzeyde” olduğunu ima ederken öte yandan falın bir “meslek” olarak icra edildiğine ve “hayatı idame ettirmede bir araç” olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Ayrıca, fala bakan toplam 25 kişiden mesleğini falcı, medyum, medyumdanışman ve tarot uzmanı olarak belirten toplam sekiz kişiden beşinin para kazanmak için fala baktığını söylemesi ve bu kişilerin aylık ortalama gelirlerinin 500 milyon TL. ile 2 milyar TL. arasında değişiklik göstermesi, fala bakanların “asgari ücretten daha fazla bir gelire sahip olduklarını” göstermektedir1. 1 Asgari ücret, anket çalışmasının yapıldığı Nisan 2004’de 303 Milyon TL.’dir. İletişim 2005/21 192 İzgi GÜNGÖR Sadece fala bakanlar özelinde değil, genel anlamda ankete yanıt veren fala bakan ve baktıran kişilerin, gelir durumlarıyla ilgili sorularda tereddüt göstermeleri ve fala bakanlar açısından, gelir düzeyini “minimum” rakam ile belirtme eğilimlerinin olduğu yönünde bir izlenim alınması ise fala bakanların fala bakma karşılığı elde ettikleri gelirin daha fazla olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Öte yandan fala baktıran kişilerin verdiği yanıtların genel olarak fala bakanların verdikleri yanıtlarla uyumlu olduğu görülmektedir. Ayrıca, her ne kadar, fala baktıranların verdikleri yanıtlar; falın, fala baktıranların yaşamlarını etkilemediği ve falcının söylediklerinin gerçekleşeceğine fala baktıranların inanmadığı üzerinde yoğunluk kazanmış olsa da; falcıdan mutlu/olumlu haberler duymanın falcıya gitmede etkili ve belirleyici olduğu yönündeki yanıtlar çelişik bir duruma ve dolayısıyla falın bir şekilde baktıranların yaşamlarında etkili ve önemli bir rolü olduğu kadar fala olan inanca dair ipuçları vermektedir. Dolayısıyla, falın, belli bir yaş, cinsiyet, meslek, eğitim ve gelir grubuyla sınırlı olmaması; fala bakan ve fala baktıranların verdikleri yanıtların genel anlamda birbirleriyle örtüşmesi ve falın kitlesel boyut kazanarak popülerleşip sosyalleşmesi falın, belli bir “ihtiyaca ve gerçekliğe işaret eden” aynı zamanda “kişisel olduğu kadar toplumsal” bir yönünün de olduğuna işaret etmektedir. Aklın ve bilimin egemen olduğu bir çağda, bir batıl inancın böylesine gündelik hayatın bir parçası olması; insanların bir yandan mutlak bilgi ve sonuç için, kilolarını öğrenmekten hastalık teşhis ve tedavilerine kadar hayatlarının bir çok alanında bilim ve teknolojiden azami faydalanma yönünde çaba gösterip; bilim, akıl, mantıktan yana tercih kullanırken diğer taraftan hayatları üzerinde bilgi sahibi olabilmek ve kontrol sağlayabilmek için fal gibi bir takım batıl inançlara yönelmeleri çelişkili ve düşündürücü bir durum gibi görünse de, bu durum, aynı zamanda, insanların faldan bir beklentilerinin olduğu, fala ihtiyaç duydukları ve falın bu ihtiyacı karşılamada işlev gördüğü gerçeğini ortaya koyması açısından anlamlı gözükmektedir. İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 193 Nitekim, hem fala bakanın hem baktıranın gerek fal bakmak için ne kadar para kazandıkları gerekse fal baktırmak için ne kadar ödeme yaptıklarına ilişkin sorularda gösterdikleri tereddüt ve rahatsızlık hali ya da bu yöndeki soruları yanıtlamayı reddetme yönündeki eğilim; fala bakanın ve fala baktıranın faldan bir şekilde “faydalanıyor” olmasıyla ilgili bir durum gibi görünmektedir. Salt “falla ilgileniyor” şeklinde bir izlenim verme duygusunun verdiği rahatsızlıktan kaynaklı gösterdikleri reaksiyon bile, bir taraftan kişilerin fal pratiği ile “ikilem” ve “çelişki” taşıyan ilişkilerine dair bir fikir verirken bir taraftan da bu çelişkinin ve belki de falın “örtük” şekilde baktırılan bir pratik olmasının nedeninin daha çok bu faydalanmanın bir “batıl inanç” üzerinden gerçekleşiyor olmasıyla bağlantılı olduğuna dair kanaati güçlendirmektedir. Fala bakanların ve baktıranların faldan değişik beklentilerinin olduğu ve falın bir şekilde bu beklentileri karşıladığı anlaşılmaktadır. Araştırma sonuçlarına paralel olarak, araştırma sırasında gerek fala bakanlarla gerekse falın görünür kılındığı ve bir hizmet olarak sunulduğu kimi mekanların işletme sahipleriyle yapılan yüz yüze görüşmelerde, fala bakma ve fala bakılan mekanların açılma nedeninin “para kazanmak”la ilgili olduğu belirtilmiştir. Hatta, kendisi de “fal bakan kişiler istihdam etmesine rağmen”, bir işletme sahibinin, fala bakan kişilerin neyi ne kadar bilebilecekleri konusunda şüpheli olduğunu söylemesi düşündürücüdür. Aynı şekilde, fala bakan kişilerle yapılan görüşmelerde, fala bakan kişilerin çoğunun, falda kötü şeyleri görseler bile söylemediklerini ve fala baktıranların kendilerinden doğru olmasa bile güzel şeyler duymak istediklerini söylemiş olmaları; fala bakan kişinin, falda olumlu şeyler söyleyerek, kendisini daha cazip hale getirdiği, düzenli müşteriler kazanmada ve maddi kazancın sürekliliğini sağlamada falı bir araç olarak kullanabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Yine, yapılan görüşmelerde çoğu falcının, kendisine fal baktıranlarla yakın ilişkiler içinde olduklarını ve arkadaş haline geldiklerini belirtmiş olması, müşteri ilişkisinden-arkadaşlık ilişkisine geçişin düzenli müşteri ve kazanç sağlamada bir “yöntem” olabileceğine işaret etmektedir. İletişim 2005/21 194 İzgi GÜNGÖR Fala bakan kişilerin belirli yeteneklere ya da belli bir bilgi birikimi veya deneyime sahip olması beklenmemektedir. Fala bakan kişilerin genellikle olabilirlikleri yüksek, beklenen, çoğu kişi için gerçekleşmesi ve doğru çıkması muhtemel tahmin ve yorumlarda bulundukları kişisel bir deneyim olarak belirmiştir. Ayrıca, fala ne şekilde bakılacağına ilişkin kaynakların olması, falın, doğal yeteneğe dayalı bir pratik olmaktan ziyade öğrenilebilir ve öğretilebilir bir pratik olduğuna işaret etmektedir. Fala baktıranların, fal pratiğini daha farklı deneyimledikleri anlaşılmaktadır. Kişiler falı daha çok bir mucize, geleceği bilmede, rahatlamada ve olumlu şeyler duymada bir araç ve çare olarak görmektedirler. Denebilir ki, kişiler falı bir çare ve ümit olarak gördükleri sürece, fala daha çok yönelmekte ve falda çıkanlara ya da fala bakanın söylediklerine inanma eğilimleri ve olasılığı artmaktadır. Fala baktırma nedenleri hakkında bir fikir vermesi açısından; anket uygulanan fala baktıran deneklerden bir kişinin neden fala baktırdığına ilişkin yazdıkları anlamlı görünmektedir: “Genelde kendimi kötü hissettiğimde fala baktırıyorum. Bazen iyi şeyler duymak için para verdiğimi bilmek daha da kötü hissetmeme neden oluyor, hayalleri satın aldığımı sanıyorum”. Bu ifade; bir taraftan kişiyi fala yönelten neden ve duygular hakkında bir fikir verirken öte yandan falın, satın alınan bir mal gibi satın aldıkça mutluluk veren bir pratik olarak algılandığını sergilemesi açısından önemli ve dikkat çekici bir veridir. Görünen o ki, falın bir piyasası oluşmuş durumdadır. Fala bakanlar, “özel seanslar”la bireylere ya da gruplara çeşitli mekanlarda özel fal hizmeti verdikçe; falı bir meslek bir iş haline getirerek, kartvizitlerle bu işe daha “kurumsal” ve “akademik” görünümler kazandırdıkça; fiyatın yüksekliğine bağlı olarak “iyi falcı” imajı oluşturdukça; sosyal mekanlarda fal bir ihtiyaç olarak yaratıldığı, görünür kılındığı ve fala bakan bu ihtiyacı gideren kişi olduğu sürece; fala baktıran ise tüm bu görünümleriyle falı ve fala bakanı bir “güç” olarak konumlandırdığı; falı bir çare, ümit, mucize olarak gördüğü ve en önemlisi mevcut yapıda falın bu görünümlerine zemin hazırlayan “ortam” ya da “boşluk” mevcut olduğu sürece fal bir akım olarak kitleler halinde bakılan ve baktırılan bir pratik olarak İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 195 belirmekte ve kişilerin merak/çaresizlik duygularının, ihtiyaçlarının ve inanma eğilimlerinin sömürülerek üzerinden para kazanıldığı “ticari bir araç” olmaktadır. Dolayısıyla, fal, hem fala bakan hem fala baktıran taraflar açısından farklı beklentilere yanıt veren, her iki tarafın da bir şekilde “farklı şekilde faydalandıkları” bir pratik olmaktadır. Fala bakanı fal bakmaya, fala baktıranı fal baktırmaya iten ya da bu ihtiyacı, bu eğilimi doğuran nedenlerin farklılık gösterdiği bu etkileşim sürecinde bu nedenler kişisel olduğu kadar toplumsal bir boyut da taşır. Çünkü, taraflar arasında farklı yaşanan bu alışveriş sürecinde; fala bakanın para kazanma, fala baktıranın ise geleceğini bilme veya rahatlama ihtiyacının yanısıra küçüklüğünden beri evlerde keyif için baktığı falı, fal-kafelerde profesyonel falcılığa dönüştüren kişinin fala bakma nedenleri ya da gericilik, günah veya kınanacak bir davranış olabileceği gerekçesi ile fala baktırdığının bilinmesinden rahatsız olan kişiyi buna karşın fala baktırmaya iten nedenler kişisel olduğu kadar toplumsal boyutlar taşıyan bir ihtiyaca, eğilime, görünüme ve gerçekliğe işaret eder. Nitekim, falın para kazanmada bir araç olarak görülmesi; maddi ve işle ilgili konuların fala baktırma nedenleri arasında ön plana çıkması; sabit gelirliden yüksek gelirliye kadar hemen her kesimin fala ilgi duyması bir taraftan kişinin içinde yaşadığı mevcut ekonomik ve toplumsal hayata dair bir beklenti içinde olduğunu ima ederken öte yandan falın ve bu nedenlerin ekonomik ve toplumsal koşulların veya gerçekliğin bir yansıması olduğuna işaret eder. Falın popülerleşmesi de bu ekonomik ve toplumsal gerçeklik çerçevesinde, yani, falın popülerleşmesinde etkisi bulunan “fala bakan” ve “fala baktıran” tarafları fala yönelten ekonomik ve toplumsal neden ve koşullar bağlamında düşünülmelidir. Fal popülerleşmiştir, çünkü fal gerek fala bakanın gerekse fala baktıranın ekonomik ve toplumsal koşullardan kaynaklı ihtiyaç ve beklentilerine hitap etmekte ve bu beklentileri gidermede bir işlev görmektedir. Nitekim, araştırma sonuçları da fala bakanı ve baktıranı fala yönelten ekonomik ve toplumsal ortamın mevcudiyetine dikkat çekmektedir. Pek çok kişi psikoloğa gider gibi düzenli olarak fala baktırmaktadır çünkü fal merakı çözdüğü, ümit verdiği, kişide beklenti yarattığı, rahatlattığı, keyif verdiği ölçüde diğer bir İletişim 2005/21 196 İzgi GÜNGÖR deyişle kişiyi fala baktırmaya yönelten ekonomik ve toplumsal nedenlerin değil sonuçlarının etkilerinin giderilmesinde rol oynadığı sürece fala baktıran açısından bir ihtiyacı karşılamaktadır. Aynı şekilde, fal, fala bakanın, para kazanmasında, hayatını idame ettirmesinde ve yaşamının sürekliliğini sağlamasında bir araç olduğu sürece fala bakan açısından da bir ihtiyacı gidermektedir. Fal, kafeler ya da kitle iletişim araçları gibi daha sosyal ortamlara taşındığı durumlarda ise daha kitlesel, kurumsal, ticari ve sektörel bütünün bir parçası haline gelmektedir. Nitekim, fal pratiğinin görünür kılındığı fal-kafe benzeri mekanların ve kitle iletişim araçlarının birer işletme birer ticari kuruluş olması hem falı alınır, satılır bir “mala”, bir “kâr” ve “rating” aracına dönüştürmekte hem de falın, kapitalist dizgenin kendini yeniden üretip, sürekliliğini sağlamasında oynadığı role işaret etmektedir. Bu anlamda, falın, “kapitalist dizgenin” kendini pazarda yeniden üretebilmesi ve sürekliliğini sağlamasında ideolojik veya ticari bir araç olarak hareket ettiği söylenebilir. Tüm bu yapı içinde fal, kişilerin merak ya da çaresizlik duyguları üzerinden para kazanılacak ticari bir araç olarak konumlanmışsa da; falın, fal kafe benzeri işletmeler aracılığıyla veya kitle iletişim araçlarıyla kazandığı daha kitlesel ve sektörel boyut içinde; harçlığını çıkarmaya çalışan bir öğrencinin ya da evde baktığı keyif falını bir fal-kafede profesyonel fala dönüştüren bir ev kadınının baktığı fallar kimi zaman büyük tablonun küçük ve masum bir parçası gibi kalabilmektedir. Çünkü, bu tür sosyal mekanlarda fala bakan kişiler genellikle ya sabit bir ücretle çalışmakta ya da içilen kahve karşılığı bakılan faldan elde edilen ücretin belli bir kısmı ya da büyük kısmı bu kişilerin çalıştığı işletme sahiplerine kalmaktadır. Dolayısıyla, fal pratiğinin taraflarını, “fala baktıranlar” ile “fala bakanlar” veya “falın sunumu ve tüketimi üzerinde denetim sahibi olanlar” şeklinde tanımlamak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Fal, bir taraftan falın sunum ve tüketim sürecinde denetim sahibi olan sözkonusu ticari kuruluş ve güçler ile bu süreç üzerinde denetim sahibi olmayan “falın tüketicisi” konumunda olanlar arasındaki ticari ve sembolik bir alışverişe aracılık ederken öte yandan bu alışverişe İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 197 aracılık ettiği ölçüde daha popüler bir görünüm kazanmaktadır. Fal üzerinden gerçekleşen bu alışveriş ve tüketim sürecinde; fal, bu süreçte denetim sahibi olmayan fala baktıranlar açısından, merak duygusunu gideren, mutluluk ve ümit veren, rahatlatan, beklenti yarattığı ölçüde kişiyi gündelik sorunlarından uzaklaştıran, kafede içilen bir kahvenin ya da yapılan bir alışverişin ardından gelen tüm eğlencesel ve keyif verici konumlarıyla tükettikçe haz veren bir eğlence aracı, bir sosyal aktivite olurken; bu süreç üzerinde denetim sahibi olan küçük ya da büyük ölçekli ticari kuruluşlar açısından bir “kâr” aracı olmaktadır. Çünkü, fal pratiğinin; kafelerdeki, sokaklardaki, raflardaki, ekranlardaki, gazetelerdeki, sanal ortamlardaki ve piyasalardaki tüm görünümleri “tüketim ve tüketim ideolojisi” üzerine kuruludur ve falın sosyalleştirilmesi, popülerleştirilmesi, kitleselleştirilmesi, eğlencelik hale getirilmesi; tüm bu tüketim mekanlarında falın daha çok “satması” ve “tüketilmesi” içindir. Kısaca, fal, fala baktıran kişinin merak ve çaresizlik duygusuna hitap ettiği; kişiyi fala yönelten toplumsal ve ekonomik koşulların yarattığı belirsizlik ve boşluk ortamında kişinin ayakta kalmasına ve mevcut sorunlarına tahammül etmesine yardım ettiği sürece; aynı şekilde fala bakanların ya da falın sunum ve tüketim sürecinde denetim sahibi olanların para kazanmalarına, mevcut yapıda kendini yeniden üretmesine ve sürekliliğini sağlamasına aracılık ettiği sürece, diğer bir deyişle taraflar bu sembolik alışveriş sürecinde memnun konumlandıkları sürece mevcut ekonomik ve toplumsal yapı kendini mevcut haliyle yeniden üretmektedir. Bu tabloda, fal, her iki tarafın da beklentisini karşıladığı sürece hem daha popüler hale gelmekte hem de mevcut ekonomik ve toplumsal yapının kendini yeniden üretmesine aracılık etmektedir. Görünen o ki; insanları fala yönelten toplumsal ve ekonomik nedenler ve koşullar mevcudiyetini korudukça; fal ise, kişilerin ekonomik ve toplumsal koşullardan kaynaklı ihtiyaç ve beklentilerine yanıt verdiği ve hitap ettiği sürece fal hep popüler kalacaktır. İletişim 2005/21 198 İzgi GÜNGÖR Kaynakça Akay, Ali, Kapitalizm ve Pop Kültür, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002 Akın, Haydar, Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2001 Alemdar, Korkmaz ve Erdoğan, İrfan, Popüler Kültür ve İletişim, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1994 Batuhan, Hüseyin, Bilim ve Şarlatanlık, İstanbul, Bulut Yayınları, 2001 Belge, Murat, “Sanayi Devrimi ve Popüler Kültür”, Milliyet, Popüler Kültür Eki, Eylül 2003a Belge, Murat, “Artık Her Şey Pop”, Milliyet, Popüler Kültür Eki, Ekim 2003b Bocock, Robert, Tüketim, Ankara, Dost Yayınevi, 1993. Candan,Ergun, Türklerin Kültür Kökenleri, İstanbul, Sınır Ötesi Yayınları, 2002 Çobanoğlu, Özkul, Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları, Ankara, Akçağ Yayınları, 2003 Erdoğan, İrfan, Popüler Kültür ve Halk Kültürü, Dil Tarih Coğrafya Fakültesindeki konferanstaki sunum, 1998 Erdoğan, İrfan, “Popüler Kültür: Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”, s.18-52, Popüler Kültür ve İktidar, Der. Nazife Güngör, Ankara, Vadi Yayınları, 1999 Erdoğan, İrfan, “Popüler Kültürde Gasp ve Popülerin Gayrimeşruluğu”, Doğu Batı, S. (15) 2, s. 67-96, 2001 Erginer, Gürbüz, “Anadolu’da Batıl İnanmalar ve Büyü”, Elemterefiş: Anadolu’da Büyü ve İnanışlar, Yay.Haz.Ekrem Işın, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Eyüboğlu, İsmet Z., Anadolu İnançları, Anadolu Mitolojisi, İnanç-Söylence Bağlantısı, İstanbul, Geçit Kitabevi, 1987 Güngör, Nazife (Der), Popüler Kültür ve İktidar, Ankara, Vadi Yayınları, 1999 Güngör, İzgi, Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal, Yayımlanmamış Yükseklisans Tezi, İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 199 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2004 Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2002 Holland, Barbara,”You Can’t Keep a Good Prophet Down”, ProQuest Periodical and Learning Company, Vol:30, ss:1, 1999 Işık, Caner ve Erol, Nuran, Arabeskin Anlam Dünyası: Müslüm Gürses Örneği, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 2002 İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1954 Khun, Thomas S., Bilimsel Devrimlerin Yapısı, İstanbul, Alan Yayıncılık, 2000 Kozanoğlu, Can, “Hepimiz Popüler Kültür İnsanıyız”, Milliyet, Popüler Kültür Eki, Şubat 2004 Malinowski, Bronislaw, Büyü, Bilim ve Din, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2000 Malinowski, Bronislaw, İlkel Toplum, Ankara, Öteki Yayınevi, 1999 Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999 Mills, C. Wright, Toplumbilimsel Düşün, İstanbul, Der Yayınları, 2000 Mutlu, Erol, İletişim Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1998 Odabaşı, Yavuz, Tüketim Kültürü: Yetinen Toplumun Tüketen Topluma Dönüşümü, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 1999. O’Connor, Kathleen Malone, “Divination”, Folklore: An Encyclopedia of Beliefs, Customs, Tales, Music and Art, Vol: I, pp.192-205, edited by Thomas A.Green, USA, 1997 Oktay, Ahmet, “Popüler Kültür ile Kitle Kültürü”, Varlık, S.1012, Ocak 1992 Oktay, Ahmet, Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul, Everest Yayınları, 2002 Oskay, Ünsal, “Popüler Kültürün Toplumsal Ortamı ve İdeolojik İşlevleri Üzerine”, Kitle İletişiminde Temel Yaklaşımlar, Korkmaz AlemdarRaşit Kaya, Savaş Yayınları, Ankara, 1983 İletişim 2005/21 200 İzgi GÜNGÖR Örnek, Sedat Veyis, Türk Halkbilimi, Ankara, İş Bankası Kültür Yayınları, 1977 Scognamillo, Giovanni ve Arslan, Arif, Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, İstanbul, Karizma Yayınları, 1999 Sözen, Edibe, “Popüler Kültür Retoriği: Sahiplik İçinde Yokluk, Rağbette Olma ve Sağduyu Bilgisi”, Doğu Batı, S. (15) 2, s. 55-66, 2001 Şaylan, Gencay, Postmodernizm, Ankara, İmge Kitabevi, 2002 Şenel, Alaeddin, İlkel Topluluktan Uygar Topluma Geçiş Aşamasında Ekonomik, Toplumsal, Düşünsel Yapıların Etkileşimi, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1997 Tanilli, Server, Uygarlık Tarihi, İstanbul, Adam Yayınları, 2003 Wells, Calvin, Sosyal Antropoloji Açısından İnsan ve Dünyası, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994 İletişim 2005/21 Popüler Kültür Ürünü Olarak Fal 201 Özet Fal giderek popülerleşmektedir; belli bir yaş, eğitim, meslek, gelir grubuyla sınırlı olmayan, geniş katmanlardan ilgi gösterdiği bir pratiğe dönüşmektedir. Fal daha çok tüketilmektedir çünkü hem fala bakan hem fala baktıranın beklentilerini karşılıyor görünmektedir. Fal, fala bakan için para kazanmada ticari bir araç olurken; fala baktıran açısından ise merakı çözen, ümit veren, rahatlatan, hayatı anlamlandırmaya yarayan bir araçtır. Fala bakan ve baktıran tarafları fala bakmaya ve baktırmaya iten nedenlerin ekonomik ve toplumsal koşullarla ilgili olması; falın, kişisel olduğu kadar toplumsal boyutları olan bir pratik olduğunu ve dolayısıyla toplumsal düzlemde düşünülmesi gerektiğini ortaya koyar. Bu anlamda, falın popülerleşmesini daha çok, falın, her iki tarafın da beklentilerini karşılamasıyla ve sosyo-ekonomik koşullarla ilgili bir durum olarak düşünmek gerekir. Görünen o ki; insanları fala yönelten toplumsal ve ekonomik nedenler ve koşullar mevcudiyetini korudukça; fal ise, kişilerin ekonomik ve toplumsal koşullardan kaynaklı ihtiyaç ve beklentilerine yanıt verdiği ve hitap ettiği sürece fal hep daha popüler olacaktır. Anahtar sözcükler: Fal, popüler, popüler kültür, falcı. Abstract Fortune telling becomes increasingly popular. This study confirms that fortune telling is a practice that isn’t limited to a certain age, education, occupation and income group. Fortune telling is more consumed because it seems to meet the expectations of fortune-teller and the person who goes to fortune-teller. While fortune telling becomes a commercial means to earn money for the fortune-teller; it becomes a way of dispelling curiosity; giving hope and relief for the person who goes to the fortune-teller. Since the reasons to motivate the fortune-teller and the person who goes to fortune-teller for fortune telling practice are related to the social and economical circumstances, it implies that fortune telling practice has İletişim 2005/21 202 İzgi GÜNGÖR social aspects as well as personal aspects. Thus, it should be assessed within a social perspective. In this regard the popularization of fortune telling practice should be considered within the framework of the social and economical circumstances as well as the role of fortune telling to meet the expectations of both parties of the practice. It seems that fortune telling will be even more popular as far as the social and economical circumstances for both side maintain their existence and that fortune telling meets the social and economical needs of people. Keywords: Fortune telling, popular, popular culture, fortuneteller. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri* Elif Güliz BAYRAM Osman Aysu1, 1994 yılından itibaren yirmi sekiz roman yayınlamıştır.2 Genel olarak polisiye roman türünde olan bu çalışmalardan on dördü3 heyecan ve gerilim dozunun yüksek tutulduğu, polisiye romanın thriller türünün örnekleridir.4 Bu romanların dışında kalan diğer on dört roman5 ise gerçek anlamda thriller türünde olmasalar da romanın en önemli iki unsuru olan gerilim ve macera dozunun yüksek olduğu romanlardır. Thriller türü romanlar, 2. Dünya Savaşı sonrasında bilimsel, teknik, teknolojik ve politik * Bu yazı 2004 yılında Ankara Üniversitesinde yapılan “Osman Aysu Polisiyeleri” başlıklı Yükseklisans tezinden üretilmiştir. 1 Romanlarında yer alan özgeçmişinde yazar şöyle tanıtılmaktadır: “Osman Aysu, 1936’da İstanbul’da doğdu. Üç asırdan beri İstanbul’da yaşayan bir Osmanlı ailesine mensup olan yazar, ilk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 1994 yılından bu yana kaleme aldığı polisiye ve gerilim romanlarıyla tanınıyor. Aynı biyografi için bknz: http://www.yazar.com/a/detay.asp?bid=236 2 Çalışma 1994–2003 yıllarını kapsamaktadır. Havyar Operasyonu, İstanbul, Altın Kitaplar, 1994; Kurt Sığınağı, İstanbul, Altın Kitaplar, 1995; Sır Duvarları, İstanbul, Altın Kitaplar, 1995; Mavi Beyaz Rapsodi, İstanbul, Altın Kitaplar, 1996; Lenin’in Mangası, İstanbul, İnkılâp Yayınları, 1998; Çöl Akrebi, İstanbul, İnkılâp Yayınları, 1998; Yanık Yüz, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1999; Kuşkunun Ötesi, İstanbul, Evrim Yayınları, 1999; Nemrut’un Gazabı, İstanbul, Evrim Yayınları, 2000; Ayışığı, İstanbul, Evrim Yayınları, 2000; Londra&Moskova Hattı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2000; Odak Noktası, İstanbul, Evrim Yayınları, 2001; Terörün Gölgesinde, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2002; Yedinci Uzman, İstanbul, İnkılap Yayınları, 3 2003. 4 Yazar kitap tanıtımlarında çoğunlukla gerilim-macera romanı tanımlamasını kullanmıştır. Sorguç, İstanbul, İnkılâp Yayınları, 1996; At Kuyruklu Adam, İstanbul, İnkılâp Yayınları, 1997; Cellat, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1997; Karanlıkta Fısıltılar, İstanbul, 2. baskı, Evrim Yayınları, 1999; Şeytanın Maskesi, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1999; Bir Aşk Masalı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2000; Yazar ve Aşkı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001; Güvercin Kayalıkları, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001; Miras, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001; Bıçak Sırtı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001; Taşplak, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2002; Aşk Oyunu, İstanbul, Evrim Yayınları, 2003; Tilkiler Savaşı, İstanbul, Evrim Yayınları, 2003; Saklı Gerçek, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2003 5 İletişim 2005/21 204 Elif Güliz BAYRAM alanlarda yaşanan gelişimlerin Batı ama özellikle A.B.D. edebiyatına yansıması sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu türün önemli özelliği kendisinden önce romanın kahramanları arasına giren casusların maceralarında gerilim ve macera dozunun yüksek tutulmasıdır. Bu özelliğinin de bir sonucu olarak, okurdan yoğun ilgi gören bu romanların sayıları 1980’lerden sonra önemli bir artış göstermiş ve diğer dillere çevirileri yapılmıştır. Gazete, dergi ve televizyonlarda tanıtımının yapılması, hatta birçoğunun senaryolaştırılması sonucunda okurun yanı sıra izleyici ile de buluşması ve böylece ilginin oluşmasıyla thriller romanlar çok satan kitaplar arasına girmiştir. Bunun iki sonucu olduğu söylenebilir. Birincisi; thriller türünde yazılan romanlar “popüler” oldukları için, uluslararası siyasetteki gelişmeler, teknolojik yenilikler, bilimsel çalışmalar gibi konular bu kitaplarda yoğun olarak ele alınmaktadır. İkincisi ise; gördüğü ilgi bu türde eserlerin daha çok yazarca, daha çok yazılmasını ve çevirilerinin yayınlandığı ülkelerde yerli yazarlarca da örnek alınmasını sağlamaktadır. Bu da kimi zaman doğrudan taklit, kimi zaman da ülke koşullarına uyarlama yoluyla söz konusu olmaktadır. Osman Aysu da Batı’da ortaya çıkan bu türün Türkiye’ye uyarlamalarını yapan yazarlardan biridir. Aysu, türün Batı’daki örneklerini Türkiye’de yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik vb. gelişmelere uyarlamış romanlarında yazdığı dönemin gündemini yakalamasının yanı sıra heyecan ve gerilimi de yüksek dozda tutmayı başarmıştır. Son dönemde polisiye yazınında pek çok örneklerinin –telif, çeviri, uyarlama vb. şekilde – görüldüğü thriller roman, 2. Dünya Savaşı sonrasının ürünüdür. Polisiye roman başlıca iki ana unsura sahiptir. Bunlardan biri devrik öyküleme tekniği, diğeri ise tümdengelimdir. Devrik öyküleme tekniğinde roman sondan başa doğru gelişmektedir, örneğin, polisiye romanda cinayet romanın başında işlenmiştir, ancak romanın asıl sorusu bu cinayetin neden ve kim tarafından işlendiğidir. Buna da geriye dönük olarak cevap aranır. Romanın diğer ana unsuru olan tümdengelim de romanın aradığı cevabı bulmak için kullanılan tekniği ifade eder. Bu iki ana unsurdan, devrik öyküleme tekniğini ilk kez Godwin Calep Williams (1748) adlı eserinde kullanmıştır –ki bu da bir cinayetle ilgili araştırmanın hikayesidir; tümdengelim diğer bir deyişle çıkarsama unsurunun kökleri ise çok daha eskiye dayanır. Dini kitaplarda, pek çok eski kültürde yer alan hikaye ve efsanelerde rastlanılan bu İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 205 unsuru içeren ve en bilinen hikaye Serendip Prensleri’dir. Bu hikaye Voltaire’e de ilham vermiş, o da Köpek ve At adlı hikayesinde çıkarsama, yani tümdengelim tekniğini kullanmıştır. Gotik roman, kara roman gibi kavramlar polisiye türün gelişiminde ortaya çıkan türler olarak bilinir. Ancak klasik polisiye roman kentleşmenin, adalet-yargı-emniyet örgütlerinin kurulmasıyla ortaya çıkacaktır. Toplumsal koşullara bağlı olarak ilk örneklerin verilmeye başlandığı klasik polisiye romanda zaman içinde yaşanan toplumsal değişim ve gelişmeler alt türlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Klasik polisiye romanda önceleri bireysel nedenlerle işlenen suçların soruşturulması dedektiflere bırakılmış, ancak 1. Dünya Savaşı döneminde yaşanan değişimlerin sonucunda örgütlü suçlara karşı mücadelede, arkasında örgüt desteğini bulan polis ve dedektif ortaya çıkmıştır. İki dünya savaşı arasında bireysel dürtülerle işlenen suçlardan ayrı olarak casuslar eliyle devlete karşı işlenen suç türü doğdu. Teknolojinin ve iyi örgütlenmenin desteğini alan casuslar, roman kahramanı oldu. Soğuk Savaş döneminde de önemini koruyan casusların maceralarının yanı sıra, polisiye romanda mafya, siyaset gibi konular da yer almaya başladı. Böylece 2. Dünya Savaşından sonra polisiye romanda üstün teknoloji savaşlarının, kimi zaman devletlerarası ve devlet içi, kimi zaman da bireysel, sosyal, ekonomik vb. çıkarlar nedeniyle yaşanan mücadelelerin yer aldığı, aşk, cinsellik, sapkınlık gibi unsurlarla desteklenen gerilim ve heyecan dozu yüksek hikayeler yani thriller’ lar yazılmaya başladı. Batı’da polisiye roman toplumsal gelişimler ve değişimler sonucu böyle bir evrim geçirirken, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1800’lerin sonunda Batı’yla yakın ilişkiler kurulmaya başlandı ve Batılılaşma çalışmalarının etkisiyle gelişen Osmanlı edebiyatına, polisiye roman önce çeviriler yoluyla geldi daha sonra, ilginin artmasıyla telif romanlarla gelişti. Pek çok ünlü edebiyatçının eserler verdiği bu alanda Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte polisiye roman türünde eserlerin hem çeviri hem de telif olarak yayınlarına devam edilmiştir. Özellikle 1980’den sonra ülkede “köşeyi dönme” politikalarının da bir sonucu olarak yaşanan kara para aklama, hayali ihracat, gizli örgütlenmeler ve bunlara bağlı olarak çıkar ilişkileri, terör vb. olayların etkisiyle suç ortamı gelişmiş ve suç türlerinde çeşitlilik meydana gelmiştir. Yabancı yazarlardan çevrilen polisiye romanlara ilgi artmış bunun yanı sıra bu yazarların romanlarının sinemaya uyarlanmasının da sonucu olarak daha çok kişi tarafından bilinmesi İletişim 2005/21 206 Elif Güliz BAYRAM ve ilgi toplaması söz konusu olmuştur. Bu ortam da Türk polisiye yazarlarına uygun zemin hazırlamış ve bu alanda yazılan telif eserlerde ve çevirilerde artış olmasını sağlamıştır. Özellikle 1990’lardan sonra pek çok yazar bu türde eserler vermeye başlamıştır. Bu yazarlardan biri olan Osman Aysu’nun da 1994’de yazmaya başladığı genel olarak polisiye türünde nitelendirilebilecek romanları kendi içinde çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitlilik içinde yazar yoğun olarak thriller türünün gerilim ve macera unsurlarına yer vermiştir. Ancak Aysu’nun romanlarının tümüne thriller demek mümkün değildir. Yazarın bazı yapıtları tamamıyla A.B.D.’de gelişen ve tüm dünyaya yayılan gerilim ve macera dozunun yüksek olduğu casus hikayeleri dolayısıyla da uluslararası olayları konu edinmekte ise de yazarın bu türe dahil olmayan aile sırları, seri katiller gibi konuları ele aldığı, konu ve içerik olarak farklı da olsa thriller türünün bazı öğelerini taşıyan romanları da vardır. Polisiye Romanın Tarihsel Gelişimi Polisiye roman, okura bir sorunu sunan ve amatör veya profesyonel bir araştırıcının tümdengelim metotlarıyla ulaştığı sonuçla sorunun çözümünü veren romandır.(Symons,1985:13) Joseph Wood Krutch, polisiye romanın düz yazının biçimce mükemmel olan modern türü olduğunu söyler. W.H. Auden’a göre polisiye roman bir cinayet sonrasında, gerçek katil dışındaki tüm şüphelilerin elenmesi ve katilin yakalanması öyküsüdür. Howard Haycraft polisiye romanın sonunda suçu ortaya çıkarma amaçlı yapıt olduğunu yazar.(Symons,1985:14) Polisiye roman genel anlamda edebiyatın ve özel anlamda gerçekçi romanın aksi olarak ortaya çıkmıştır. Polisiye roman, her eserin boyut ve kapak şeklinin kesin olarak önceden belli olduğu ve her kitabın genellikle önceden belirlenmiş içeriği, benzeşik ve tutarlı bir dizi içinde yer alır. Polisiye roman, bir yandan da geleneksel romanın ters yansıması olarak ortaya çıkar. Geleneksel romanın baştan sona gelişen olaylar zincirini anlatmasının tersi olarak, sondan (cinayet) başa (cinayetin nedenleri) giden, alışıla gelmiş dramatik olayları (cinayetin ve cezanın tasviri) ve tek gerçek karakteri ölünün gerçek kişiliği bir anlatımdır. İşte bu devrik İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 207 öyküleme tekniği (récit à rebours) – ki ilk olarak Godwin’in 1794 yılında yazmış olduğu Calep Williams adlı romanda kullanılmıştır- polisiye romanın ilk ana öğesidir.(Symons,1985:28;Üyepazarcı,1997:18) Romanın ikinci ana öğesi ise kehanet, çıkarsama, yani tümdengelimdir ve bu da köklerini bir çok eski hikayede bulur. Bu hikayelere Yahudi Talmud’unda, Kore, Ukrayna, Sırp, Hırvat ve Hint kültürü gibi pek çok kültürde rastlanmaktadır.(Boyle,2000.b) Bu hikayelerden en bilineni ise Serendip6 Prensleri’dir.7 Serendip Prensleri’ne benzeyen ve en tanınan hikaye Voltaire’in 1746’da yazdığı Zadig ve Başka Hikayeler adlı eserinde yer alan Köpek ve At adlı öyküsüdür. (Üyepazarcı,1997:18; Boyle,2000.b) İşte bu iki ana öğenin birleşimiyle polisiye romanın ruhu da kurulmuş olur. Buna ek olarak polisiye roman yapı bakımından modern romanın tam tersi bir gelişim izlemiştir: “yeni roman” gitgide daha belirsiz bir yapıyı benimser, belirli kişilikleri ve psikolojik ayrıntıları reddederken, polisiye anlatım, tek yönlü kahramanlarıyla gitgide daha kodlanmış, çift anlamlılığın yalnızca okuyucuyu şaşırtmak amacıyla kullanılan işaretler üzerinde yüklendiği bir tarz halini almıştır.8 Polisiye romanın klasik örneklerinde genellikle şu özelliklere rastlanır: - Kusursuz biçimde işlendiği izlenimi veren bir suç - İkinci dereceden kanıtlarla yanlışlıkla suçlanan bir kişi - Polisin beceriksizliği - Dedektifin yüksek gözlem gücü ve üstün zekası - Dedektifin suçluyu nasıl ortaya çıkardığını anlattığı şaşırtıcı sonuç bölümü 6 Leo A. Goodman’a göre, Serendip, Seylan ve Saradip gibi Hintçe isimlerin bozulmasının sonucu ortaya çıkan ve efsaneye göre altından şehrin kurulu olduğu “Altın Ada” anlamına gelir. (GOODMAN, 1961:456; FINE ve DEEGAN) Serendip Prensleri, “anlama, tesadüf ve ortaya çıkarmak” anlamına gelen Serendipity kelimesine de ilham kaynağı olmuştur. Ünlü gotik romanı The Castle of Otranto’nun yazarı Horace Walpole, bu hikayeyi okumuş ve prenslerin sürekli olarak bazı şeyleri görüp anlamalarını, kazara veya tesadüfi olsa da bazı sonuçlara ulaşıp bir şeyler keşfetmesini serendipity diyerek ifade etmiştir. 7 Serendip Prensleri Venedik’te 1557 yılında Michele Tramezzino adlı bir yayıncı tarafından basılmıştır. Christoforo Armeno kitabı Farsça’dan İtalyanca’ya çevirmiştir. Daha detaylı bilgi için bakılabilecek kaynaklar: BOYLE,2000a; BOYLE, 2000b; NORMAN,1964) İletişim 2005/21 208 Elif Güliz BAYRAM Polisiye Romanın Batı’da Gelişimi Polisiye romanın temel konusu suç ve/veya esrar, dolayısıyla suçlu kim?/esrar ne? ve tabii suçun ve/veya esrarın aydınlatılmasıdır. İşte bu çerçeve içinde gelişen polisiye romanda temel konunun işlenişi açısından zaman içinde bazı farklılıklar meydana gelmiş ve bu da polisiye romanın alt türlerinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Polisiye romanın çıkarsama ve devrik öyküleme tekniği unsurları daha önceleri kendini göstermekte ve polisiye romanın da temellerini oluşturmaktadır, bunun yanı sıra kara roman (le roman noir) da klasik polisiye romanın atalarındandır. Kara romanın ilk örneklerine, gotik roman adı ile bilinen ve esrarengiz şatolarda, yer altı dehlizlerinde geçen komplo hikayeleri, kesik kafalar, kollarla, dehşet veren öykülerde rastlanır. Fransız Devrimi döneminin krizleri içinde gelişen kara romanda dönemin de etkisiyle, bir belirsizlik, bir düzensizlik hakimdir. Bu romanda olay olmuş ve bitmiştir, son bölümde de yaşanan düzensizlik, düzene dönüşemez ve adalet belirsizliğini korurken, suçluluk durumları da görelidir. Temellerini kara romanda bulan polisiye romanın ilk örneklerinde, feodal rejime karşı koyan “iyi haydut” kahramanları görürüz. “Zenginden alıp, fakire veren” Robin Hood iyi haydudun en tanınmış örneklerindendir. İyi haydut hikayeleri feodalizmin gerilemesi ve kapitalizmin yükselmesinin edebiyata yansımasıdır. Bu haydutlar feodal devlete karşı çıkarken, köylünün gözünde, yine köylünün ahlak sınırları içinde kalarak kahramanlaşmaktadır. Bu hikayelerin kahramanı iyi haydut, bir yandan feodalizme, diğer yandan doğuş halindeki kapitalizme karşı popülist bir isyanı temsil etmektedirler. Hatta bu ikili karşı koyuş, bu türün tüm dünya edebiyatında yer bulmasını da sağlamıştır. Bu tür hikayelere Avrupa’da olduğu kadar Asya’da da rastlanmaktadır. Bu ikili isyanına rağmen iyi haydutla, devrimci burjuvazi feodal yönetimin adaletsizliği noktasında görüş birliği ediyorlardı. Bu birlik de burjuva yazarların bu hikayeleri, burjuva devriminin ideolojisi ile özdeşleştirmesini de beraberinde getiriyordu. Böylece burjuva, halka şu mesajı iletebiliyordu: toplumsal düzenin akıldışı kurumlarından kaynaklanan ve mülkiyete, beden bütünlüğüne yapılan saldırılar gibi tüm İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 209 korkulan, olumsuz haller ancak akıl yoluyla aşılacak ve akılcı yönetimle çözüme kavuşacaktır. O halde şunu söylemek yanlış olmayacaktır: iyi haydut hikayeleri ve devrimci burjuvazi, ortak düşmanları olan feodal devlete karşı başkaldırıyla ortak bir noktada birleşmişlerdir. Devrimci burjuvazi ideolojisi ile iyi haydudun isyanı birbiriyle özdeşleşmişti. Böylece devrimci burjuvazi ideolojisini köylü sınıflara anlatma olanağı bulmuştu. Bu hikayelerde olaylar Hıristiyan inançları çerçevesinde çözüme kavuşuyor ve sorunların çözümünde dedektif veya polise -ki bu dönem böyle bir uzmanlaşma yoktu- ihtiyaç duyulmuyordu, sorunların cevabı Hıristiyan öğretisinde yer alıyordu. 19’uncu yüzyılda ise feodal devletin çözülmesi, basın özgürlüğünün gelişmesiyle 18’inci yüzyıldan farklı bir döneme geçilmişti. 18’inci yüzyıl boyunca feodal devletin de etkisiyle basında yer almayan suç haberleri, bu dönem özellikle basın özgürlüğünün gelişmesi, burjuvazinin çıkarlarına uyduğu için de onun isteği ve desteğiyle gazetelerde yer almaya başladı. Bu haberler bir yandan da okuyucuların endişesine sebep oluyordu. Kendilerini yoğun bir suç ortamının içinde gören halk düzen istiyor, güven istiyordu. Bu da burjuvazinin karşılayacağını vaat ettiği ihtiyaçlardan biriydi. Burjuvazinin akılcı düzeni geldiğinde, suçlar ve dolayısıyla da korku ortadan kalkacaktı.9 Bu haberler okuyucunun yoğun ilgisini de kazanmıştı. Bu dönem cinayet zihinleri daha çok meşgul etmeye başlamıştı. Burjuvazinin iktidara gelmesiyle ve kendi egemenliğini kurmasıyla birlikte “iyi haydut” hikayelerinin kahramanları yerlerini “kötü adama” bıraktı. Bu yeni toplumda, suç işleyen, toplum için baş belasıdır, dolayısıyla kötüdür. Bu yeni devlet için tek tek bireyler, kendi iradeleriyle bir araya gelmiş, belli bazı haklarını –ama tüm haklarını değil- toplum sözleşmesi vasıtasıyla devlete devretmişlerdir. O halde, sözleşme ile sağlanan toplumsal 9 Hall ve arkadaşları Krizlerin Denetimi(Policing The Crisis) çalışmasında İngiltere’de Thatcher iktidarının sokak soygunları haberlerini kendi iktidarını pekiştirmede nasıl kullandıklarını ortaya koymuştur. Burjuvazi de o dönem yaşanan suç olaylarının gazetelerde yoğunlukla yer almasını sağlayarak Thatcher hükümeti ile aynı politikayı izlemiştir. Hall’un çalışması ile ilgili bknz: “The Reat Moving Right Show”, www.newint.org/issue133/show.htm . İletişim 2005/21 210 Elif Güliz BAYRAM düzeni bozanlar, suçlu ve kötüdür. Buna göre düzene isyan eden “iyi haydut” artık yoktur, toplumsal düzene karşı koyan, mülkiyet hakkına, yaşama hakkına tecavüz eden kişi, sözleşmeye de aykırı davranarak toplumsal düzeni bozmaktadır, o zaman da bu kişi düzen bozucu, kötü, cezalandırılması gerekendir; yine bunların işlediği suçlar da adi kimselerin eylemleridir. Ancak buradaki roman kişiliği bir geçiş tipini oluşturmaktadır. Kendilerinden önceki kahramanlar gibi soylu değillerdir ama kendilerinden sonraki kahramanlar gibi de kalpsiz değillerdir, bunlar daha çok toplumsal hayatın aksaklıklarının kurbanlarıdır. 1830-1848’li yıllarda yoksulluğa ve kapitalist sömürüye karşı işçi sınıfının ilk isyanlarıyla birlikte burjuvazi, kendi iktidarının tehdit edildiğini düşündü ve derhal savunma ihtiyacı hissetti. Bunun için de devletin ve polis kuvvetinin güçlenmesi gerekiyordu. Yine bu dönemde polis, düzenin sağlanmasında, suçlarla baş etmede önemli bir güç olarak görülmeye başladı. Ancak polisler aşağı-orta sınıftan gelmekte idiler ve onların karmaşık olayları da çözmesi beklenemezdi. Dolayısıyla da soruların cevabını, sorunların çözümünü ancak ve ancak üst sınıftan gelen, zeki hafiyeler, dedektifler bulabilirdi. Böylece polisiye romanda, asıl kahraman konumuna “dedektif” yerleşiyordu. Dedektif, beceriksiz polisin çözemediği sorunları çözüyor, ipuçlarını yakalıyor ve üstün zekasıyla romanın asıl konusunu oluşturan muammayı açıklıyordu. İşte bu dedektif, klasik polisiye romanın asıl kahramanıydı. Artık eski dönemdeki gibi romanın sonu belirsizlik değildi. Suçu işleyen bellidir, adalet sağlanmıştır. Suçun neden, nasıl ve kim tarafından işlendiğini dedektif anlatır. Dedektifin aklı soruların üstesinden gelmiştir, tıpkı burjuva rasyonelliğinin tüm sorunları “alt ettiği” gibi. Orta sınıfın gelişmesiyle birlikte yaşanan bu kendini koruma güdüsü polisiye romana bu şekilde yansırken, 1. Dünya Savaşının öncesinde ve sonrasında, burjuvazide yaşanan değişimlerin ve örgütlü suçların etkisiyle, polisiye romandaki bireysel psikolojik dürtülerle işlenen suçlar da yerlerini vahşete ve örgütlü gangsterliğe bıraktılar. Bu örgütlü suçlarla baş edecek ise arkasında örgüt desteği bulunan polis olacaktır. Artık polisiye romanda özel dedektif yerini normal polise bırakmıştı ama sona da ermemişti, o da hala gerçek ve adalet adına, gerçek ve adaletin peşinde koşmaya devam ediyordu. Ancak dedektiflerin de çalıştığı, İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 211 bağlı olduğu örgütler vardı. Bu da artık dedektifliğin de örgütlü bir meslek olduğunu, eski bir güzel sanat olan dedektifliğin yerini örgütün aldığını gösteriyordu. Bu dönemde üst sınıfın polise bakışı da değişmiştir. Polis, burjuvazinin gözünde toplumsal iyiliğin cisimlenişiydi. Burjuvazinin bakışındaki bu değişim, polisiye romanın yeni kahramanını “polis memurları” yapmıştır. Artık tümü olmasa da bazı polisler üst sınıftan geliyorlardı. Polis teşkilatındaki hiyerarşik yapı, toplumsal hiyerarşinin bir yansıması olarak ortaya çıkıyordu. Polisin yeni kahraman olmasının hiç kuşkusuz en önemli sebebi ise polisi halkın gözünde meşrulaştırmaya duyulan ihtiyaçtı. Polis, özel mülkiyetin koruyucusu, düzenin savunucusudur, o halde polis meşru kılınmalıdır. Örgütlü suçun çözülmesinde polis teşkilatının teknik ve bilimden faydalanarak, takip mekanizmasını kurması onu, özel dedektifin yanında daha üstün bir konuma yerleştiriyor ve böylece romanda da onun yerini almasını sağlıyordu. Öte yandan iki dünya savaşı arasında yeni bir suç türü doğdu: devlete karşı işlenen suçlar. Bunlarda, suçlular için bireysel çıkarlar yoktur, onlar başka hükümet ve devletlerin “ajanları” olarak suç işliyorlardı. Böylece polisiye romanda yeni bir aşamaya gelindi: casus romanları. Bu dönemde pek çok aydın İngiliz ve Amerikan gizli servislerinde görev aldılar ve bu da romanda yansımasını bulmakta gecikmedi. Düşman ülkenin kötü casusunu alt etmeye çalışan, bizim ülkenin iyi, yetenekli, akıllı casusu ki bu casus daha iyi örgütlenme ve daha üstün teknolojiye sahip olması sayesinde kazanan taraf olur. Casus devletin gücünü temsil etmektedir. O, sorunları çözmede, düşman casusu alt etmede ne kadar iyi ise, devlet de o kadar güçlü olacaktır. Soğuk Savaş döneminde de casuslar önemlerini korudular, ancak bu arada mafya üzerine yazılan romanlar kendini göstermeye başladı. Bu gelişmelerin ardından ve soğuk savaşın da sona ermesiyle birlikte dedektif ve polis olumlu kahramanlık konumunu kaybetti. Artık onlar kurulu düzenin hizmetinde çalışan ve bu düzene inanmayan trajik kişilikler halini aldılar. Polisiye romanda kanun dışı kahraman İletişim 2005/21 212 Elif Güliz BAYRAM tipine dönüş böylece yaşanmaya başladı. Bunun da gerisinde devlet, yasa ve düzen kavramlarına kuşkulu bakış yatmaktadır. Polisiye romanın yeni kahramanı neye karşı savaştığını, ne için savaştığını bilmeyen, bireysel, geçici mutluluklar peşinde koşan asilerdir artık. Sonuç olarak, polisiye romanın kahramanı, burjuva ideolojisinin ve burjuva toplumsal ilişkilerinin evriminin yansımasıyla, iyi hayduttan, kötü suçluya, dedektiften, polise, polisten, casusa, casustan mafyaya evrim geçirmiştir. İşte bu evrim içinde başta belirtilen temel konuya yani suç ve esrara yönelik yaklaşım polisiye romanın tarihinin ve dolayısıyla türlerin oluşmasında etkili olmuştur. Konuyu yine suç ve esrar temelinde ele alan Andre Vanoncini ise polisiye romanın türlerini şöyle ele almaktadır.(Vanoncini,1995) Polisiye romanda temel konu suç ve esrardır. Eğer romanda ceset ve tabii cinayet üzerine kurulan suç ve esrar, soruşturucunun, soruşturması sonucunda, suçlunun bulunması dolayısıyla çözüme kavuşuyor ise ve tüm kurgu sınırlı bir yer içinde, donuk bir yapıda ve geçmişi ele alıyor ise o zaman bu sorun romandır. Sorun romanın başlıca amacı suçlunun bulunmasıdır. Ancak romanda dinamik ve geçirgen bir yapı içinde görev verilmiş bir soruşturucunun soruşturması katil/suçlu ve yardımcıları tarafından baltalanıyor, ilk suçun/cinayetin ardından yeni suçlar/cinayetler işleniyor bu anlamda da suçlunun hem geçmiş fiili ortaya çıkarılırken hem de gelecek fillerinin önlenmesi çabası sarf ediliyor ise ve sonuç hem psikolojik hem de sosyal ise bu kara romandır. Kara romanın amacı suçlunun bulunmasının yanında cinayete yol açan sosyal ve psikolojik durum ve koşullarla da ilgilenmektir. Suspenseli romanda ise okura yükselen bir gerilimin yaşatılmasının yanı sıra kendine, katile, kurbana özgü psikolojik sorunsalı derinleştirmek olanağı sağlanmıştır. Suspenseli romanın amacı okurda heyecan ve gerilimi arttırmak, ona bireysel sorunları anlama olanağını da sunmaktır. İşte bu bireysellik çözümlemesi, sıkıştırılan, kovalanan bireyin öyküsünün anlatımı onu thrille rdan ayırır. Thriller romanda önemli olan heyecan ve gerilimin en üst düzeyde tutulmasıdır. Thriller roman, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde teknolojik gelişmeler, uluslararası siyasetin giderek önem kazanması ve bu bağlamda ülkelerarası mücadele gibi unsurlardan da destek alarak dozu giderek artan gerilim ve heyecanın romanıdır. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 213 Polisiye Romanın Türkiye’deki Gelişimi Osmanlı İmparatorluğu’nda polisiye romanla tanışma 1881 yılında Ahmet Münif tarafından çevrilen, Fransız Ponson du Terrail’in yazdığı Paris Faciaları adlı kitapla olmuştur. Bu tarihte bir polisiye romanın tercüme edilmesi bir tesadüf değildir. 1839’da Tanzimat Fermanının ilanı ve Kırım Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğunun Batı ile olan ilişkileri artmış, toplumsal ve siyasal yapılaşmada Batı’yla benzeşme yaşanmaya başlamıştır. 1844’de Batılı anlamda kent polisi örgütlenmesi olarak Zaptiye Nezareti kurulmuştur. Bu kurumun önemi anlaşılınca Zaptiye Nezareti 1846’da Zaptiye Müşirliği haline getirilmiştir. Daha sonra şer-i mahkemelerin yanında laik mahkemelerin kurulması, çok hukuklu sistemden tek hukuklu sisteme geçiş çalışmalarının başlaması, Batı’ya oranla az da olsa ticaret, kentleşme, iç göç vb. nedenlerle oluşan kozmopolit ortam ve edebiyatta Batılılaşma10 çalışmalarının etkisi ile polisiye romanın Türk edebiyatında yer alması için uygun zemin hazırlanmış oldu. 1881–1908 yılları arasında özellikle Fransızca metinlerden yapılan polisiye roman çevirileri dikkat çekmektedir. Dönemin önemli bir özelliği de II. Abdülhamid’in polisiye romanlara olan ilgisi ve bu ilgisi nedeniyle de polisiye roman çevirilerini teşvik etmesidir. 1888–1891 yılları arasında çeviri yoğun iken 1900’den itibaren ilgi azalmış, 1903 ve 1908 arası hiç polisiye roman çevrilmemiştir.11 Yine bu dönem yapılan çevirilerde dikkati çeken bir husus da çeviri yapanların, dipnotlar aracılığıyla okuyucuyu bilgilendirmesi ve kendi yorumlarını okuyucuya aktarmasıdır. Bu dönem yoğunluklu olarak Fransız yazarların eserleri tercüme edilmiştir. Bunda dönemin Türk aydınlarının çoğunun tek yabancı dil olarak Fransızca biliyor olmasının, dolayısıyla kültür dilinin Fransızca olmasının etkisi büyüktür. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında Sherlock Holmes tercümeleri ile polisiye romanların çevrilmesinin yoğunlaştığı yeni bir döneme girilmiştir. Bu dönem hem yazarlarda hem de eserlerde büyük bir çeşitlilik görülmeye başlanmıştır. 10 İlk telif roman Şemsettin Sami’nin 1872’de yazdığı Taaşuk-i Tal’at ve Fitnat’ıdır. İlk çeviri roman 1862’de Yusuf Kamil Paşa tarafından Fénélon’dan yapılan Tercüme-i Telemak’tır. Bunu Victor Hugo’nun Sefiller’i izlemiştir. (Üyepazarcı,1997: 65) 11 1881-1889 yılları arasında yılda 1 kitap çevrilirken 1889’da bu sayı 7’ye çıkmış, 1890’da 14 kitap olmuş, 1891’de ise 13 ve 1892- 1900 yılları arasında her yıl 1 kitaba düşmüştür. 1900’de 6 kitap tercüme edilirken, 1900-1902 yıllarında yılda 1 kitap çevrilmiş. 1903 1908 yılları arasında hiç tercüme yapılmamıştır. (Üyepazarcı,1997: 66) İletişim 2005/21 214 Elif Güliz BAYRAM Tercüme romanlarda bu gelişim gözlenirken, ilk telif polisiye roman ise tercüme romanlar ile hemen hemen aynı yıllarda, ilk tercümenin hemen iki yıl sonrasında 1883 yılında yayınlanmıştır. 1928 Harf Devriminin ardından da polisiye roman çevirilerine devam edilmiştir. Bu dönemde tüm dünyada altın çağını yaşayan “muamma” romanının “kraliçesi” Agatha Christie’den ilk çeviri 1936 yılında Şark Ekspresi Cinayeti ile yapılmıştır.12 Özellikle 1950’lerden sonra polisiye romanın her türü çeviriler aracılığıyla Türk okuruyla buluşmuştur. Son dönem yabancı yazarların eserleri yoğunlukla çevrilirken -Patricia Highsmith, Dean R. Koontz, Robert Ludlum, Frederick Forsyth, John Grisham, Sue Grafton vb.- diğer yandan da son yıllarda polisiye roman alanında Türkiye’de de nitelikli telif eserlerin verilmeye başladığı görülmektedir. Çetin Altan’ın Rıza Beyin Polisiye Öyküleri, Sadık Yemni’nin Amsterdam’ın Gülü ve Akif Pirinçci’nin Felidae serisi ile öncülük ettiği bu alanda, 90’lı yıllarda büyük bir gelişme görülmektedir. “90’lı yıllarda ise önce Osman Aysu, polisiye romanın “gerilim” türünde, bu türün uluslararası ünlülerinin yapıtlarıyla başabaş nitelikte eserleri peşpeşe vererek kendine özgü bir okuyucu tipini yakalamış ve polisiye romanın geniş bir kitleye hitap ettiğinin kanıtını ülkemizde de vermiştir... Son yıllarda dikkati çeken bir diğer polisiye roman yazarı Ahmet Ümit ise “kara roman” türünün büyük ustalarını anımsatacak şekilde, muammanın yanı sıra eserlerini (Sis ve Gece, Kar Kokusu, Agatha’nın Anahtarı), toplumsal ve insan psikolojisiyle ilgili öğelere de ağırlık vererek yazmaktadır. Kanımızca önümüzdeki yıllar, Türk edebiyatında polisiye romanın hak ettiği yeri alacağı yıllar olacaktır... Celil Oker’in, kahramanı emekli pilot Remzi Ünal olan iki kitabı: “Çıplak Ceset” ve “Kramponlu Ceset” ile Cenk Eden’in “Rüzgarsız Şehir” ve Birol Oğuz’un “Siyah- Beyaz” adlı kitapları bana bunun ilk kanıtları gibi geldi.”13 12 Bakınız: ÜYEPAZARCI,Erol, “Türkiye’de Polisiye Romanın 129 Yıllık Öyküsü”, http://members.fortunecity.com/bilgistan/okunasi/polisiye.htm 13 Bakınız age İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 215 Üyepazarcı’nın da belirttiği gibi son dönem Türk polisiye romanında önemli isimler arasında Ahmet Ümit, Celil Oker, Birol Oğuz ve Osman Aysu yer almaktadır. Osman Aysu da bu ortamda yazmaya başladığı romanlarında zaman zaman mafya, çıkar ilişkileri, derin devlet, MİT gibi başlıca temaları kendisine konu etmiştir. Osman Aysu Romanları Osman Aysu’nun ilk kitabı 1994 yılında yayınlanan Havyar Operasyonu’dur. Bunu 1995’te iki kitap izlemiştir: Kurt Sığınağı ve Sır Duvarları. Mavi-Beyaz Rapsodi ve Sorguç adlı romanları 1996’da, At Kuyruklu Adam ve Cellat 1997’de, Lenin’in Mangası ve Çöl Akrebi de 1998’de yayımlanmıştır. Dört yıllık polisiye roman yazarlığı sırasında, yılda iki kitap yayımlayan Osman Aysu, 1999’dan itibaren bu sayıyı dörde çıkartmıştır. 1999 yılında Yanık Yüz, Karanlıkta Fısıltılar, Kuşkunun Ötesi ve Şeytanın Maskesi’ni yayımlayan Aysu, 2000 yılında Nemrut’un Gazabı, Bir Aşk Masalı, Ayışığı ve Londra&Moskova Hattı’nı yazmıştır. 2001 yılı, Osman Aysu’nun beş kitapla en verimli olduğu yılıdır: Yazar ve Aşkı, Odak Noktası, Güvercin Kayalıkları, Miras ve Bıçak Sırtı. Terörün Gölgesinde ve Taşplak 2002 yılında, Aşk Oyunu, Yedinci Uzman Tilkiler Savaşı ve Saklı Gerçek ise 2003 yılında yayımlanmıştır. 2003 yılı sonu itibariyle toplam 28 romanı yayımlanan Osman Aysu’nun, bu romanlarını işledikleri konular açısından üç başlık altında toplamak mümkündür: uluslararası olaylar, aile sırları, seri katiller. Aysu’nun bir de bu kategorilere girmeyen altı kitabı vardır. Uluslararası Olayları Konu Alan Kitaplar Osman Aysu Havyar Operasyonu(1994), Kurt Sığınağı (1995), Sır Duvarları (1995), Mavi Beyaz Rapsodi (1996), Lenin’in Mangası (1998), Çöl Akrebi (1998), Yanık Yüz (1999), Kuşkunun Ötesi (1999), Nemrut’un Gazabı (2000), Ayışığı (2000), Londra&Moskova Hattı İletişim 2005/21 216 Elif Güliz BAYRAM (2000), Odak Noktası (2001), Terörün Gölgesinde (2002) ve Yedinci Uzman (2003) adlı 14 kitabında uluslararası olayları konu etmiştir. Macera romanlarındaki gerilim ve heyecanı diri tutan bu romanlarda dozu çok ustaca ayarlanmış bir cinselliğe, sadizme, şiddete ve marazi davranışlara başvurulmuş ve bu romanlarda polis veya özel dedektifin yerini belki kaba saba ama çekici serüvenciler almıştır. Aysu’nun bu romanları thriller türünün örnekleridir.14 A. Kahramanlar Osman Aysu’nun bu romanlarında yer alan kahramanlar iyi-kötü karşıtlığı temelinde şekillenmiştir. Burada iyi kahramanlar “biz”i, kötü kahramanlar ise “onlar”ı temsil eder. Romanların erkek kahramanları ön plandadır, onlara güzel kadınlar eşlik eder. a. “İyi” kahramanlar: Romanların iyi erkek kahramanlarını mesleklerine göre üç gruba ayırmak mümkündür: öğretim üyeleri (bunlar doçenttir), istihbarat görevlileri ve diğerleri. Osman Aysu’nun bu romanlarında roman kahramanlarına genel olarak baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız: Romanın “iyi” kahramanı erkekler ve onlara eşlik eden kadınlar, genellikle örnek alınacak, normal seviyenin üstünde bir hayata, hatta özenilecek, sıra dışı bir fiziğe sahiptirler. b. “Kötü” kahramanlar: Romanların “kötü” karakterleri –bunlar kimi zaman karşı taraf ajanı iken, kimi zaman da örgüt şefleri olmaktadır- cinsel anlamda bozuk, sapkın kişilik özellikleri göstermektedirler. Zira romandaki dozu ayarlanmış cinselliğe, sadizme, marazi davranışlara çoğunlukla bunların fiillerinde rastlanır. Bu kötü karakterler kadın ise, çoğunlukla güzel, ama sadist, erkekler ise yapılı, yakışıklı ama ürkütücüdürler. Örgüt şefleri ise toplumda üst seviyeye yükselmiş, tanınmış ancak çoğunlukla zayıf ve hastalıklı kişiliğe 14 Bu tür romanlara Üyepazarcı “hareketli diziler” demektedir. (Üyepazarcı, 1997:33) Yazarın kendi kitap tanıtımlarında ise kitaplar şöyle sınıflandırılmıştır: Havyar Operasyonu: gerilim, Kurt Sığınağı: gerilim, Çöl Akrebi: macera ve casusluk romanı, Sır Duvarları: macera ve gerilim, Mavi Beyaz Rapsodi: gerilim, Lenin’in Mangası: casusluk ve gerilim, Nemrut’un Gazabı: gerilim, Ayışığı: gerilim, Odak Noktası: aşk ve macera, Yanık Yüz: gerilim, Kuşkunun Ötesi: başyapıt, Londra&Moskova Hattı: Osman Aysu romanı, Terörün Gölgesinde: gerilim ve macera, Yedinci Uzman: casusluk macerası. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 217 sahip, bu kusurlarını da kurdukları örgüt, koydukları kurallar, mali güç ve elemanları aracılığıyla işledikleri suçlarla bastıran kahramanlardır. B. Suçun Bağlamı Romanlarda, 2. Dünya Savaşı sonrasında polisiye romanda yaşanan değişikliklerden biri gibi suçun bağlamı zenginlik ve iş hayatıdır. Dolayısıyla bu romanlarda suçlular girişimci ve şirket yöneticisidir. Güdüleri de hemen daima hırs ya da mali güçlüklerin baskısıdır.(Mandel,1996:66) C. Ulusçu Tavır Tıpkı türün yabancı yazarlarında olduğu gibi Osman Aysu’nun da romanlarında ulusçu bir tavrı vardır. Bu romanlarda ulusal istihbarat örgütü MİT, yurtiçindeki istihbarat çalışmalarını sürdürmesinin yanı sıra uluslararası operasyonlarda aktif rol almakta, yani icraatlarını uluslararası platforma taşımaktadır. Örneğin Yanık Yüz’de İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli Kenan Işık, uluslararası bir cinayet şebekesiyle ilgili operasyon için uluslararası bir örgüt tarafından, Almanya’da görevlendirilir, burada üstün başarı kazanınca, Londra’ya gönderilir. Yedinci Uzman’da MİT ajanları Irak’ta diğer ülke ajanlarıyla birlikte görev yapar hatta onları düşmanların elinden kurtarırlar. Yabancı ajanlarla ortak operasyon yürüten MİT ajanları ufak tefek, önemsiz hatalar yapsalar da yabancı meslektaşlarından daha isabetli kararlar alır, daha başarılı operasyonlar yönetir ve sonuca ulaşırlar. Bu anlamda dikkatleri, gözlem yetenekleri de yüksektir Türk kahramanların, zira klasik polisiye roman dedektifleri gibi ipucu çözümlemeleri ve anlatımlarına sahne olur onların araştırmaları. Masanın üzerindeki tozdan, daha önce buraya bir çanta konulduğu, düğmenin sadece A.B.D.’li birinden düşmüş olabileceği15, fotoğrafın yazın çekildiği dolayısıyla suçlunun Türkiye’de olabileceği16, lastik izlerinden aracın jeep olduğu17 vb. ipuçlarından sonuca vardıklarını görürüz. Odak Noktası, s. 56 - 57 Mavi Beyaz Rapsodi, s. 315 ve 316 17 Terörün Gölgesinde, s. 38 15 16 İletişim 2005/21 218 Elif Güliz BAYRAM Aile Sırlarını Konu Alan Kitaplar Sorguç (1996), Karanlıkta Fısıltılar (1999), Bir Aşk Masalı (2000), Miras (2001), Taş Plak (2002)18 ve Aşk Oyunu (2003) adlı altı kitabında Osman Aysu, aile sırlarını konu etmiştir. Aile sırları başlığı altında incelenen bu romanlarda Aysu çoğunlukla, okurda merakı, heyecanı ve gerilimi yüksek tutan, bir sırrın açığa çıkarılması sorununu ele almıştır. Bu sırlar da çoğunlukla roman kahramanlarının aileleri ile ilgili sırlardır. A. Kahramanlar Bu romanlarda da “iyi-kötü” vardır. Ancak burada tarafı tutulan, kazanması istenilen “biz” ve karşısında durulan, kaybetmesi dilenen “onlar” karşıtlığı yoktur. Çünkü bu romanlarda düğüm çoğunlukla sırrın çözümüne bağlıdır, kazanmak veya kaybetmeye değil. a. “İyi” kahramanlar: Romanların ortak noktası “iyi” kahramanlar olan kadının ve erkeğin birbirine ilk görüşte aşık olan çiftlerden seçilmiş olmasıdır. Burada çiftlerden erkek kahraman ön plandadır. Bu çiftler romanın başında bir tesadüf eseri tanışırlar. Kimi zaman bu “tesadüf”, “kötü kahramanların” -ki bu “kötü” kahramanlar başkahramanın ta kendisidir kimi zaman- planlarının sonucunda gerçekleşirken, kimi zaman da başkahramanın yaptığı araştırma sonucunda karşılaşmalarıyla olur. b. “Kötü” Kahramanlar: Bu romanlarda da “kötü” kahramanlar vardır. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi bu kötü kahramanlardan, “iyi” kahramana aşık olanlar, romanın başında “kötü” iken daha sonra “iyi”ye dönüşmektedir. B. Çözümü Beklenen Sorun ve Çözüm Aysu’nun “aile sırlarını konu ettiği romanları” denmesinde etkili olan ortak altı romanda da çözüm bir aile sırrının ortaya çıkarılması, açığa kavuşturulmasıdır. 18 Bu romanın kapağında yer alan kadın resmi Can Yayınları’ndan 2002 yılında çıkan ve 1999 Alfred Döblin Ödülünü alan Norbert Gstrein’in İngiltere Yılları adlı romanının kapak resmiyle aynıdır. Gstrein’in kitap kapağının düzenlemesini Semih Özcan yapmıştır. Aysu’nun kitabının kapağını ise Ömer Küçük tasarlamıştır. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 219 Bu romanların sonucu da adeta ortak yazılmıştır. Ortaya çıkması beklenen aile sırrı mutlaka çözülür. “İyi” ve aşık kahramanlar mutlu sonla, evlilikle noktalarlar serüvenlerini. Bu romanlardan ikisinde bir başka nokta göze çarpar; roman boyunca aşık oldukları adamlar zengin ve iyi ailelerin mensubu, kendileri ise fakir ama iyi ailenin kızları olan kadın kahramanlar, romanın sonunda bir şekilde zengin olurlar ve böylece evlenecekleri adamlarla aynı statüye yükselirler. Sorguç’ta dayısı ve teyzesi ölen Merve kendisine kalan miras sayesinde, Karanlıkta Fısıltılar’da ise öldü bildiği babası yaşayan ve de çok zengin bir işadamının çocuğu olduğunu böylece öğrenen Mine zenginliğe kavuşur. Aşk Oyunu’nda ise çözüm adeta bir “Türk filmi” gibi ele alınmıştır. Berrin ve Merve yani sevgili ve üvey anne aslında kardeştir ve yine aslında sevgili olan Berrin, üvey annenin ta kendisidir. Zira Atilla’ya ilk gördüğü zaman aşık olan Berrin’in, Atilla’nın kendisini sevip sevemeyeceğini anlamak için yaptığı bir plandır bu. Planlarda da iki kardeşin adlarının aynı olması nedeniyle aksama yaşanmamıştır. Çünkü Berrin’in asıl adı Berrin Merve, kardeşinin adı da Merve Berrin’dir. Tabii bunlar ortaya çıkınca, diğer romanlarda olduğu gibi bu aşık çifti de mutlu son bekler. Seri Katilleri Konu Alan Kitaplar Osman Aysu, At Kuyruklu Adam(1997) ve Bıçak Sırtı(2001) adlı kitaplarında seri cinayet olaylarını konu etmiştir. A. Kahramanlar a. “İyi” kahramanlar: Diğer romanlardan farklı olarak bu romanlarda kadın kahramanlar ön plandadır ve her ikisi de özel televizyon kanallarında çalışmaktadır. Bu kahramanların yanında yer alan ve aynı zamanda da sevgilileri olan “iyi” erkek kahramanlar ise yine televizyon kanalında görevlidir. Osman Aysu, her iki romanında da “iyi” karakterleri televizyon çalışanlarından seçmiştir. Bu “iyi” kahramanlar aynı zamanda seri katilin araştırıcılarıdır. Romanlarda polisten çok onların soruşturmalarına yer verilmiştir. b. “Kötü” kahramanlar: Romanların “kötü” kahramanı seri katillerin ise farklı meslekleri vardır. At Kuyruklu Adam’da seri katil zengin bir babanın mirasçısı olan, bu nedenle de İletişim 2005/21 220 Elif Güliz BAYRAM çalışmaya gerek duymayan mühendis Turgut Atamer, Bıçak Sırtı’ndaki seri katil ise yine televizyonda muhabirlik yapan Nizamettin Yön’dür. Hem Turgut, hem de Nizam ilginçtir ki geceleri güneş gözlüğü takmaktadır. Bu da dikkat çekmelerini sağlamaktadır. Her iki katilin ortak noktası ise, ikisinin de çift kişilik sorununa sahip olmalarıdır. Her iki seri katilin sahip oldukları bu psikolojik sorunların temelinde çocukluk ve gençlik yılları yatmaktadır. Tüm bu cinayetler de eskide kalan bu olayların etkisiyle işlenmektedir. B. Kurbanlar ve suçun işleniş şekli Turgut, kurbanlarını genellikle uyuşturucu kullanan veya fahişelik yapan kadınlardan seçer, kurbanlarının karınlarını deşerek, külotlarını alır. Buna karşın Nizamettin arkadaşlarının deyimiyle Nizam kurbanlarını rasgele seçer ancak kurbanını anlatan bir şiiri cesedin üzerine iliştirmesi onun cinayetlerinin ortak noktasını oluşturur. Cinayeti işleyişlerinde dikkat çeken noktalar onlara takılan isimleri de belirlemiştir. Turgut, Karın deşen Jak olarak adlandırılırken, Nizam, şair katil olarak nitelendirilir. Turgut, annesi gibi gördüğü ve iğrendiği tüm kadınları öldürerek, Nizam ise babasını öldürdüğü andaki güçlü halinin ardına saklanarak adeta yine kendi pısırık haliyle oyunlar oynayarak, cesetlere iliştirdiği şiirlerde akrostişle kendi adını vererek ikinci kişiliklerini sergilemektedirler. C. Sonuç Her iki romanda da sonuç aynıdır; “iyi” kadın kahramanlar, “kötü” adamların eline düşer ve onları kahraman sevgilileri kurtarır. Diğer Kitaplar Osman Aysu daha önceki türlerin içine dahil edilemeyecek ama onlarla da bazı ortak noktalarda buluşan altı ayrı kitap daha yazmıştır. Bu kitaplar Cellat(1997), Şeytanın Maskesi(1999), Yazar ve Aşkı(2001), Güvercin Kayalıkları (2001), Tilkiler Savaşı(2003) ve Saklı Gerçek’tir (2003). İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 221 A. Cellat, ilk kez 1995 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında Aktüel dergisinde Örümcek Ağı adıyla yayınlanmıştır. Olaylara örgüt içi hesaplaşma sebep olur. B. Şeytanın Maskesi’nde “şeytan”ı kendisine konu etmiştir. Daha doğrusu şeytana tapanları, yani satanistleri. Bu roman Satanizm hakkında bazı rehber bilgileri içermektedir. C. Yazar ve Aşkı’ndaki kahraman bir polisiye yazarıdır. Kahramanın bir yazar, özellikle de polisiye türünde eserler veriyor olması ve tabii bu türün Aysu’nun da alanına giriyor olmasından dolayı bu romanda polisiye türü hakkında bilgilere rastlamak, ayrıca bir polisiye yazarının romanını nasıl yazdığı ile ilgili fikir elde etmek mümkün olmaktadır. Romanın ilginç bir diğer özelliği ise “kötü” kahramanın olmamasıdır. D. Güvercin Kayalıkları’nda olayları içinden çıkılmaz boyuta getiren ise mafya liderinin öldürülen oğluna karşılık kan gütmesidir. E. Tilkiler Savaşı’nda, aşk unsuruyla desteklenmiş sorunun çözümüne yer verilmiştir. Ancak bu romanda aşkla ilgili sırrı olan aile sırlarını konu alan romanlardan farklı olarak, sıradan insanlar değil, ajanlardır. F. Saklı Gerçek, adlı romanda ise Aysu, psikolojik boyuta ağırlık vermiş, kahramanının iç hezeyanlarını, kendiyle mücadelesini anlatmıştır. Çocukluğunda yaşadığı bir olayı bilinçaltına iten, ama yıllar sonra o olay ile bağlantılı olarak içinde ikinci bir kişilik olduğunu düşünen, hukuk doçenti Selim’in psikolojik rahatsızlığı konu edilmiştir. Saklı Gerçek’te ele alınan bu psikolojik rahatsızlık, Osman Aysu’nun iki romanında daha konu edilmiştir. Bıçak Sırtı ve At Kuyruklu Adam’da da çift kişilikli kahramanlar başroldedir. Ancak onlar seri katillerdir. Oysa Selim tedavi olmak isteyen, sadece şiddet eğilimi olan bir kişidir. Diğerleri gibi seri cinayetler işlemediği gibi, tek kişiyi dahi öldürmemiştir. Ama üç kahramanın da ortak yönü, bu rahatsızlıklarının temelinde çocukluklarında yaşadıkları olayların yatıyor olmasıdır. İletişim 2005/21 222 Elif Güliz BAYRAM Romanlarda Ortak Unsurlar A. Aşk Osman Aysu romanlarında aşk vazgeçilmez bir unsurdur. Kahraman ister kadın olsun ister erkek, ister Türk olsun ister yabancı, aşık olduğu bir kahraman ona eşlik eder. Burada dikkat çeken nokta; uluslararası olayları konu alan romanlarda kahramanlar Türk’tür ve Türk erkekleri yabancı kadınlara aşık olduklarında, sonuç kesinlikle ayrılık olmaktadır. Aksi halde ise yani Türk erkekleri Türk kadınlarına aşık olduğunda ilişkiler mutlaka mutlu son ve evlilikle sonuçlanmaktadır. B. Güzel kadınlar- fetişist erkekler Romanların kadın kahramanları kendilerine güvenen, güzel, alımlı, bakımlı kadınlardır. Bu kadınların el ve ayakları çok güzeldir, neredeyse hepsi kırmızı oje kullanırlar. Erkeklerde ise el – ayak fetişizmi vardır ve hepsi kadınların bakımlı, güzel el ve ayaklarından kolaylıkla etkilenirler. Ayrıca tüm kadın kahramanlar da erkeklerin bu zaafını bilir ve bunu onlarla açık açık konuşarak hatta zaman zaman sokak ağzını kullanarak dile getirirler. C. Cinsellik Romanlarda dikkat çeken bir husus da çiftler “iyi” kahramanlar ise yatak odalarına da saygı gösterilmekte, “kötü” karakterlerin aksine onların cinsel ilişkileri anlatılmamaktadır. “Kötü” karakterlerin ise neredeyse hepsi sapkın cinsel ilişkiler yaşamaktadır, onların cinsellikleri de kendileri gibi kötü ve çirkindir. Oysa “iyi” kahramanların cinselliği her zaman sevginin de bir yansıması olarak masum, iyi ve güzeldir. D. Kültür Öğeleri Osman Aysu romanlarında kahramanlar aracılığıyla yeme-içme kültürü, müzik dinleme ve eğlence kültürü, yaşam alışkanlıkları gibi konularda bilgiler verilir. E. Bilgi Verme : Osman Aysu, ele aldığı konularla ilgili sık sık bilgi verir. Bu standartlaştırılmış uzman bilgisi sunulmasının bir örneğini oluşturur. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 223 F. Yabancı Dil Yabancıları kendi dillerinde konuşturarak okuyucuya bu dillerde bazı cümleleri de öğretmektedir yazar. Bu yabancı kelime ve cümlelerin, yazarın konuya ilişkin bilgisinin güvenilirliği konusunda, okura Türkçesini de yazarak, belki bir iki kelime de olsa öğretir. G. Hatalar – Özensizlikler Osman Aysu romanlarında çok sayıda hataya rastlanır. Düzeltiden geçmesine rağmen19 yapılan bu hataları dört grupta toplamak mümkündür: yazım yanlışları, mantık hataları, anlatım bozuklukları, bilgileri karıştırma. Osman Aysu Romanları Hakkında 1994 yılında yayımlanan ilk romanı Havyar Operasyonu’ndan günümüze kadar yirmi sekiz romanı yayımlanan Osman Aysu’nun romanları yukarıda beş başlık altında incelendi. Uluslararası olayları, aile sırlarını, seri katilleri ve diğer konuları ele alan romanlar olarak sınıflandırılan Osman Aysu romanlarının ortak bazı özellikler taşıdığı görülmektedir. Osman Aysu, romanlarında, dönemin medyada yer alan gözde konulardan, haberlerden ve hatta MİT raporlarından esinlenmektedir.20 Ancak sayısal çokluğun getirdiği bir sorun olarak romanların niteliği ile ilgili eleştiri yapmak da mümkündür. Zira Aysu’nun adeta seri üretim –yılda ortalama 2.8 kitap– halinde yazdığı bu romanlarda Robert Ludlum, Frederick Forsyth ve Dean R. Koontz’dan esinlendiği, hatta Osman Aysu romanlarının düzeltilerini yapanlar: Faruk KIRKAN: Kurt Sığınağı, Çöl Akrebi, Sorguç, At Kuyruklu Adam, Lenin’in Mangası, Yanık Yüz, Şeytanın Maskesi; S. Asaf TANERİ: Bıçak Sırtı, Taş Plak,Yedinci Uzman ve Saklı Gerçek ; Sedef DURU: Odak Noktası ve Barlas ÖZARIKÇA: Londra&Moskova Hattı. Bu romanlar dışında kalan Havyar Operasyonu, Sır Duvarları, Güvercin Kayalıkları, Mavi-Beyaz Rapsodi, Cellat, Karanlıkta Fısıltılar, Nemrut’un Gazabı, Bir Aşk Masalı, Ayışığı, Yazar ve Aşkı, Miras, Kuşkunun Ötesi, Terörün Gölgesinde, Aşk Oyunu ve Tilkiler Savaşı adlı romanların düzeltisi yapılmamıştır. 19 20 Osman Aysu röportajı için bknz: http://www.milliyet.com.tr./1997/01/09/+/magazin/negatif.html İletişim 2005/21 224 Elif Güliz BAYRAM doğrudan alıntılar yaptığı da iddia edilmekte ve Aysu eleştirilmektedir.21 Oysa yazar romanlarının çok zengin bir hayal gücü ve gözlemin ürünü olduğunu vurgulamaktadır.22 Bu benzerliklerin nasıl tanımlanacağı ise asıl sorunu teşkil etmektedir. Aysu, kendi olay örgüsü içine, değişik heyecanları katmak isterken yaratıcılık açısından bir zorluk yaşayıp esinlenmiş midir? Yabancı yazarların romanlarında beğendiği bazı maceraları kendi olay örgüsünü daha beğenilir kılmak için alıntılamış mıdır? Yazarın tercihi ikinci yöndedir. Zira bir esinlenmeden öte doğrudan cümleleri alması söz konusu olmuştur, bir kısım cümlelere ek kelimeler koyarak, kendi kurgusuna uyarlayarak bazı değişiklikler gerçekleştirse de incelenen roman23 için yazarın alıntı yaptığını söylemek daha doğru olacaktır. Ancak pek tabii ki tüm romanları inceleme fırsatı olmadığı için, bu ifade ile bir genelleme yapmak da doğru değildir. Yapılan bu tespit ve varılan bu kanı yalnız inceleme konusu olan romanlar içindir. Aysu’nun bazı romanlarının da birbirinden esinlendiği, ortak özellikler taşıdığını söylemek mümkündür. Yukarıda Aysu romanlarını incelerken, romanların benzer yönlerinden yola çıkarak sınıflandırma yapılmıştı. Bazı romanların benzer noktalar taşıması da olağandır, zira polisiye romanda temel olan unsurlar her yazarın romanında yer alabilmekte bu da konunun işlenişinde değilse de temelde benzer unsurlar taşımasına neden olabilmektedir. Örneğin John Grisham Vasiyetname adlı romanında tıpkı Aysu’nun Miras adlı kitabında olduğu gibi kendisine miras bırakılan bir kişinin aranması öyküsünü anlatır. Ancak konu tamamıyla farklı işlenmiştir. Bir diğer örnek olarak da Celil Oker’in Çıplak Ceset24 adlı romanında yeğenini bulması için dedektif tutan bir amcanın hikayesi ve Dashiel Hammett’ın Türk Sokağındaki Evadlı öykü kitabında yer alan Altın Nal’da (Hammet,1996:41-79) bir avukatın, bir mimarı bulması için dedektif tutması hikayesi ile Aysu’nun Bir Aşk Masalı’nda ele aldığı bir babanın oğlunu bulması için avukat arkadaşından yardım istemesi benzerlik 21 Osman Aysu’ya yapılan eleştiriler için bknz: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?4=osman+aysu 22 Osman Aysu röportajı için bknz: http://www.yenisafak.com/arsiv/2003/ocak/19/kultur.html adresinde yer alan Sevda Alkan’ın Osman Aysu ile yaptığı “Mecburiyetten Polisiye Yazarı Oldum” başlıklı röportaj 23 Osman Aysu’nun Odak Noktası adlı romanıyla Dean R. Koontz’un Korku Yuvası adlı romanı incelenmiştir. 24 Celil Oker bu romanıyla 1999 yılında Kaktüs Kahvesi Polisiye Roman Yarışması Birincisi oldu. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 225 göstermektedir. Hiç kuşkusuz birinin aranması, bulunması, vb. soruşturmalar içine gerilim, heyecan gibi unsurların katılabilmesi nedeniyle bu türün yazarları tarafından başvurulan bir mesele olabilmektedir. Bu nedenle daha önce de belirtildiği gibi esinlenme veya alıntı yapma gibi değerlendirmeler yaparken önemli olan konunun nasıl işlendiği, temel soruna ilişkin soruşturma ve çözümlemenin özgünlüğüdür. Osman Aysu’nun örneklenen romanlarında da bu anlamda özgünlük olduğu söylenebilir. Konularında başka yazarlardan esinlendiği iddialarına muhatap olan Osman Aysu, okurunu romana bağlamak için, akıcılık ve hızlı tempoyu romanın önemli unsurları olarak ön plana çıkartmaktadır25 ki bu iki unsur son dönem polisiye romanın da belirleyici öğelerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Aysu, ortaya çıktığı ve geliştiği Batı toplumlarındaki polisiye romanın, Türkiye’deki yansımasının eserlerini vermektedir, demek doğru olacaktır. Bunun yanı sıra Aysu, romanlarında işlediği konularla veya kahramanlarının meslekleri ile ilgili hususlarda okuruna bilgi vermektedir. Bilgiyi bilenlerden ve/veya kanunlardan aldığını söyleyen Aysu’nun verdiği bilgiler çok derin olmasa da temel konuları içermekte ve en azından okurun bir fikir sahibi olmasını sağlamaktadır. Hatta romanlarında sunduğu bilgilerin bazıları nedeniyle, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu veya MİT’e yakın olup olmadığı sorgulanan Aysu, MİT hakkındaki bilgilerinin kaynağını “MİT, Başbakanlığa bağlı bir kuruluş. Bunun bir kuruluş kanunu var. Biraz merak ediyorsanız Resmi Gazeteyi açarsınız, kuruluş kanununu tetkik edersiniz; kaç dairesi var, bu daireler nasıl çalışır” ve “Bir ajan bulursunuz. Ondan bu bilgileri sızdırırsınız, sohbet ederek, konuşarak” diyerek açıklamıştır.26 Osman Aysu, kitaplarda konu edindiği MİT ve işleyişi hakkında resmi gazete, kuruluş kanunu gibi kaynaklardan bilgi aldığını söylemektedir. Bilmediği konularda ise bilenler ile konuşarak yazdığını belirtmektedir. Kendisinin iyi bir gözlem yeteneğine sahip olduğuna inandığını söyleyen yazar eserlerinin bu gözlem yeteneği ve hayal gücünün birleşmesinin eseri olduğunu vurgulamaktadır.27 25 Osman Aysu röportajı için bknz: http://www.yenisafak.com/arsiv/2003/ocak/19/kultur.html adresinde yer alan Sevda Alkan’ın Osman Aysu ile yaptığı “Mecburiyetten Polisiye Yazarı Oldum” başlıklı röportaj 26 Osman Aysu Röportajı için bknz: M. Öztürk http://212.154.21.41/2001/353/haberler/9.htm 27 http://212.154.21.41/2001/353/haberler/9.htm İletişim 2005/21 226 Elif Güliz BAYRAM Yazar Kuşkunun Ötesi’nde iyi bir ajanın özelliklerini verir. - İyi yalan söylemek - Birinin ağzını ararken sorduklarından emin gibi davranmak - Soracaklarını sağlam temele oturtmak - Yalanına mesnet hazırlamak Yine aynı kitapta aksiyon filmlerini de eleştirmektedir yazar: - Gerçekleri aksettirmez, - Bütün dünyanın gidişini değiştiren hayali kahramanlar inanılmaz harikalar yaratırlar - Afyonla insan beynini uyuşturmak gibidir - Tüm günün reel pislikleri içinde geçiren bir kişinin bu tür zırvalılardan zevk alması gariptir. Bu eleştiriler pek tabii ki ilginçtir, zira Aysu’nun romanları da aynı özellikleri taşımaktadır. Öte yandan pek çok polisiye roman gibi Osman Aysu’nun romanları da görsel medyaya aktarmaya çok uygun eserlerdir. Ela Başak’ın Aysu’nun Cellat adlı romanından uyarlayarak yazdığı senaryo, yapımcılığını Mehmet N. Karaca’nın, yönetmenliğinin Fevzi Tuna’nın yaptığı Ölümün El Yazısı adlı televizyon filmine çevrilmiştir.28 Pek tabii ki Türkiye’de, sinema sektörünün uzun bir dönem girdiği kriz nedeniyle Batı’daki kadar sıklıkla polisiye romanların senoryalaştığı görülememektedir. Dolayısıyla Aysu’nun romanları okurda “görselleşebilir” etkisi yaratsa da henüz bu anlamda verimli çalışmalara rastlanamamaktadır. 28 TV FİLMİ: Ölümün El Yazısı, Yapımcı: Mehmet N. Karaca, Yönetmen: Fevzi Tuna, Senaryo: Ela Başak (Osman Aysu’nun “Cellat” adlı romanından), Görüntü Yönetmeni: Volkan Kocatürk, Müzik: Aytekin Kurt ve Murat Uncuoğlu, Kurgu: Nazım Hamamcı, Oynayanlar: Michael Damian, Harika Avcı, Burak Sergen, Bennu Yıldırımlar, Savaş Karakaş, Halit Ergenç, Mehmet Ulay, Cihat Şener, Ragıp Yavuz, Misafir Oyuncular: Fatih Altaylı ve Erkut Taçkın. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 227 Öte yandan Aysu, romanlarında dönemin güncel konularını yakalamayı da başarmıştır. Örneğin, 2003 yılının en önemli olayı olan Irak Savaşı, Aysu’nun Yedinci Uzman adlı kitabının da esin kaynağı olmuştur. Irak’ta üretilen kimyasal silahlar hakkında bilgisi olan, bu projede çalışan bilim adamlarının öldürülmesi ve bunun üzerine yapılan araştırmaları anlatan “Osman Aysu’yu bu kurguya bir gazete haberi itiyor bir yıl kadar önce, Kanada, Rusya ve Fransa’da peş peşe mikrobiyologların öldürüldüğünü, istihbarat örgütlerinin de bu cinayetler arasında bir bağlantı olup olmadığını araştırdığını anlatıyor haber. Osman Aysu için biçilmiş kaftan. Hemen hikayeyi romana taşıyor. Ama bu arada o mikrobiyologlar gerçekten de niye öldürüldü; istihbaratçılar dışında kimse bilmiyor tabii.” 29 Diğer bir örnek olarak da Aysu’nun Lenin’in Mangası adlı romanıdır. 1998’de Rusya’nın yaşadığı ekonomik ve sosyal çalkantılar sırasında darbe söylentileri de yaygınlaşmıştı.30 Aysu, bu romanında olaylar olmadan bir yıl önce Rusya’da yaşanacak bir darbeden söz etmiştir. Ona bunu nasıl öngördüğü sorulduğunda ise Osman Aysu şöyle demiştir: “Ben kitabı yazarken Rusya’da liberalizme geçişe mutlaka bir tepki olabileceğini düşündüm. Bunun da ipuçlarını görmeye başladık. Karaborsa ve mafya yeni düzenin getirmiş olduğu birer müessesedir. Yeni sistem şayet o ülkenin bünyesine uygun değilse buna karşı bir tepki beklemek gayet doğal. Rusya’da bir ihtilal de olabilirdi. Bunu düşündüm. Ama beni düşündüren bir şey daha oldu. Acaba doğrudan doğruya bu halkın teşebbüsü şeklinde bir eylem mi olabilirdi, yoksa askeri bir darbe mi yapılabilirdi veya Rusya’da büyük ölçüde elimine edildiği söylenen gizli örgütler bu işi yapabilir miydi? Ordudan bir darbe gelmesini daha makul gördüm. Ordunun darbeleri bizde yumuşak oluyor ama normal bir askeri darbe kanlı olur. Ve ordunun mutlaka halk desteğini arkasına alması gerekir gibi geldi. Rusya’da bunu nasıl temin edebilirdim? İşte bir takım eski komünistlerin düzenlediği gizli faaliyetler yarattım. O faaliyetleri legal komünist partiye değil de bir yer altı örgütüne taşıdım. Niyetim 29 “Casusluk Ondan Sorulur, Osman Aysu” yazısı için bknz: http://www.max.com.tr/dergi/00119/ 30 SOYDEMİR, Begüm, “Tarzın Yoksa Terzin Olsun”, Milliyet Gazetesi Gazete Pazar Eki, 20 Eylül 1998, http://www.milliyet.com.tr/ekler/gazete_pazar/980920/haber/hab8.html İletişim 2005/21 228 Elif Güliz BAYRAM orduya bir darbe yaptırmaktı. Tabii ben ihtilali orduya yaptırdım diye orada da böyle olacak diyemem. Ben yazarım.” 31 Susurluk kazasının bir başka görünümü olarak tanımladığı Cellat adlı romanında ise olayların gerçeğe benzerliğinin nedenini, Aysu “yaşadığı çağın olaylarını dikkatle gözlemleyen her insan, çevresinde neler olup bittiğini ve yakın gelecekte neler olacağını kolaylıkla kestirebilir”32 diyerek açıklamaktadır. Bununla ilgili olarak ayrıca “Zaten hatırlarsınız 1987 ya da 88’de basına sızan bir MİT raporu vardı. O raporda polis, mafya ve siyasetçilerin ilk gizli ittifaklarından söz ediliyordu. Ben de bir şeyleri sezinledim ve az buçuk olacakları farklı bir mizansen içinde anlatmaya çalıştım”33 diyerek, haberler, MİT raporları vb. kaynaklardan esinlenerek yazdığını kendisi de ortaya koymaktadır. Aysu, satanist intihar ve cinayetlerinin yaşandığı dönemde de bu olaylarla ilgili Şeytanın Maskesi adlı romanı okura sunmuş ve bu romanda Satanizm hakkında bazı bilgiler de vermiştir. Aysu Saklı Gerçek’te, Ahmet Ümit’in de hep vurguladığı ve hatta onun da son romanı Beyoğlu Rapsodisi’ne konu ettiği şekliyle insanı ele almıştır. Bu da insandaki “iyi-kötü”nün birlikteliğidir. Ahmet Ümit bir röportajında insanı şöyle anlatmaktadır; “Ben romanlarımda insanın iyi-kötü yanını anlatıyorum. Suç işleyen insanın maskesi düşüyor. Günlük hayatımızda maskelerimiz, yüklendiğimiz kimliklerimiz var. Maskesiz halimiz ve maskeli halimiz. Bu bizim, insanın gerçekliğidir. Ben insanın gerçekliğini, insanın ve öncelikle de kendimin karanlık yönümü gördüğümde fark ettim. Hiroşima vb.ni hep insan yaptı. O halde insan iyi olduğu kadar kötü, güzel olduğu kadar çirkindir. Ve insanlık kötü bir gidişat içinde. İşte bu kötü gidişatı durdurmak, ona dur demek için, insanın kötü yönünü de görmek ve kabul etmek zorundayız. Cinayeti insan işliyor. Hepimiz cinayet işleyebiliriz. Tıpkı bir hastalığın teşhisi gibi, bunu kabul eder ve görürsek cinayeti önlemek de kolay olur.”34 31 A.g.e. 32 ALKAN, Sevda, “Mecburiyetten Polisiye Yazarı Oldum”, http://www.yenisafak.com/arsiv/2003/ocak/19/kultur.html 33 “Negatif’i Kaçırmayın”, http://www.milliyet.com.tr/1997/01/09/t/magazin/negatif.html 34 Ahmet Ümit bu röportajı 01 Ekim 2003 Çarşamba günü TRT-2 kanalında saat 19.30-20.00 ve 02.25-02.55 saatleri arasında yayınlanan Elfin Yüksektepe’nin sunduğu “Kent ve Yaşam” adlı programda son romanı “Beyoğlu Rapsodisi” ile ilgili olarak yapmıştır. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 229 Osman Aysu da Saklı Gerçek adlı romanında, tıpkı Ahmet Ümit gibi insanın içindeki iyi-kötü birliğini anlatmaktadır. Doçent Selim Başak, iyi bir eğitmen, iyi bir eş ve iyi bir babadır. Ama onun içinde hep bu iyi yönleri ile mücadele eden, bir de şiddet düşkünü, kaba, sinirli, terbiyesiz “Kötü Selim Başak” vardır. Tüm sorun da bir anlamda bu “İyi Selim Başak” ile “Kötü Selim Başak” arasındaki çekişmedir. İyi olan yönü toplumun ona yüklediği sorumluluklara, kurallara uygun hareket ederken, kötü yanı, onun tüm bunlara karşı çıkışıdır. Aysu da bu aynı insanın içindeki mücadeleyi, Ahmet Ümit’in anlatımına yakın bir şekilde şöyle ifade etmektedir. “Her insanın bastırılmış, disipline edilmiş, başta kendisine olmak üzere topluma karşı çıkan duygu ve tepkileri olabilirdi. İnsanlar özellikle eğitimle bu fevri hislerini kontrol altında tutma yeteneğini kazanıyorlardı, belki de aşırı yorgunluk bu direnci yok ediyor ve bir yerde tıpkı bendeki gibi bir patlama oluyordu. Bu bir ihtimaldi; ama yine de gerçeği uzman bir hekimin ağzından işitmek isterdim. Kesin bildiğim şuydu; yaşamak, hayata uyum sağlamak bir savaştı ve ruhun zorlanması da yaşamın bedeliydi. Doğduğumuz andan ölene dek uyum sağlama savaşı kesintisiz sürüp gidiyordu. İnsanların yaşadıkları ortama intibak teminleri asırlardır tartışılan değişime ve evrim kuramlarının ortaya atılmasına neden olmuştu. Bu kuramlara göre, canlıların yaşamlarını sürdürmeleri içinde bulundukları tabii ve sosyal ortama bağlıydı. Ortam değiştikçe, bu değişmeye uyum sağlayan insan yaşamını sürdürecek, sağlayamayan ise yok olup gidecekti. Doğada doğumla ölümün, gündüzle gecenin, aydınlıkla karanlığın, yazla kışın karşıtlığı hep dikkatimi çekmişti. Bu karşıtlık dinlere, Tanrı’yla şeytanın, sevapla günahın, cennetle cehennemin çatışması olarak yansımıştı. Ahlakta ve felsefede doğruyla yanlışın, estetik ve sanatta güzelle çirkinin; toplumda iyiyle kötünün çatışması biçiminde görü görünürdü. İnsan da ise “Ben”le “Ben olmayan”ın çatışması olarak sürüyordu. Anladığım kadarıyla, uyum karşıt güçlerin bir tür dengeleşimiydi. Ve ben şimdi bu dengeleşimi sağlayamıyordum. İç dünyamda anlayamadığım bir şeyler oluyordu.”(s.86-87) Osman Aysu Yedinci Uzman’da ise Ortadoğu ile ilgili bazı varsayımlardan söz etmiştir. İletişim 2005/21 230 Elif Güliz BAYRAM “Her an her şey olabilir. Bize sızan haberlere göre CIA’in Türkiye İstasyon Şefi’nin, Kürt gruplarını örgütleyerek Saddam Hüseyin’i devirmek için ciddi bir girişim başlattığını öğrendik. Hatta bu bilgi bir şekilde Amerikan basınına da sızdırıldı. Boston Globe gazetesi, Iraklı rejim muhaliflerine dayanarak haber olarak neşretti. Yani olay biraz da aleniyet kazandı. CIA’in Türkiye Bölge Şefi’nin üç adamıyla birlikte geçen ay Kuzey Irak’a gittiği, Süleymaniye ve Erbil’de Kürt gruplarının önde gelenleriyle işbirliği yaparak Saddam’ı nasıl devirecekleri konusunda gizli pazarlıklar yaptığı söyleniyor. Bu geziden kısa bir süre sonra da bir grup Irak uzmanı A.B.D.’linin Ankara’ya gelerek, Irak’ın geleceği ve alt yapısı başlıklı bir seri toplantı gerçekleştirdikleri yine sızan haberler arasında.” (s.126) Aysu, kitabın sonunda espiyonaj ve soğuk savaş ile ilgili bazı hususları değerlendirilmiş ve roman kahramanlarını oluşturan istihbaratçıların varlığının önemine dikkat çekmiştir. “Soğuk savaşın bitmesi ve teknolojinin ilerlemesi artık klasik anlamda espiyonajın da sonunun geldiği hakkında yaygın bir kanaat hasıl etti toplumda. Bu tamamen bir safsatadan ibarettir. Uluslararası çıkar çatışmaları sürdüğü sürece, en az insanlık tarihi kadar eski espiyonaj da son bulmayacaktır. Teknik ne kadar ilerlerse ilerlesin, istihbarat sahasında daima insan emeğine, onun yaratıcılığına ve cesaretine ihtiyaç olacaktır. Ne kadar korkutucu, kanlı ve vahşi olursa olsun, bugün doğal ortamımızda rahat ve huzur içinde yaşamamızı, o adsız kahramanların hayatları pahasına yaptıkları çalışmalara borçluyuz.”(s.542) Verilen birkaç örnekte görüleceği gibi Aysu, yazdığı dönemin genel havasını yeniden kurgulayarak okura heyecan, merak ve ilgi ile okuyacağı romanlar sunmuştur. Bu romanlar, Batı’da polisiye romanın gelişimi içinde ortaya çıkan birkaç türü içermekle birlikte ağırlıklı olarak son dönem polisiye romanın yani yüksek dozda heyecan ve macera, ölçülü cinselliğin romanı thriller türünün temsilcisidir. Osman Aysu, kendisinin de şikayetçi olduğunu söylediği gibi35 sürekli ithal kahramanları okumak zorunda kalan Türk okur için, yeni dönem polisiye romanın iyi bir örneğini oluşturan romanlar yazarak Batılı yazarların eserlerinin Türk versiyonlarını okurlara sunmuştur. 35 ALKAN, Sevda, “Mecburiyetten Polisiye Yazarı Oldum”, http://www.yenisafak.com/arsiv/2003/ocak/19/kultur.html İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 231 Sonuç olarak şunlar söylenebilir; Osman Aysu, köklerini çok eski hikayelerde bulan, Batı’da burjuva devrimi ve kentleşme sonucunda gelişen polisiye roman türünde eserler vermiştir. Aysu’nun romanları, Batı edebiyatında polisiye romanın gelişimi içinde son dönem ortaya çıkan, yüksek dozda gerilim ve macera unsurunun yanında, cinsellik, heyecan ve merak gibi thriller türünün öğelerini içeren romanlardır. Aysu’nun uluslararası olayları konu alan romanları gerçek anlamda thriller türünün örnekleridir. Bu romanlar, tıpkı türün geliştiği ve dünyaya yayıldığı A.B.D. edebiyatında olduğu gibi, teknoloji ve güçlü bir örgütün desteğini arkasında bulan casusların veya onlarla işbirliği yapan kişilerin hikayelerini anlatmaktadır. Aysu’nun bunlar dışındaki romanları ise thriller öğelerinden yararlanmakla birlikte, bu türe dahil edilemeyecek, çeşitlilik gösteren yapıtlardır. Yazar, romanlarında içinde bulunduğu toplumun ve kültürün de öğelerini irdeleyerek, polisiyenin Türkiye’deki uyarlamalarını yazmaktadır. Son dönemlerde polisiye yazınında Batı’da da yoğun olarak yazılan, diğer dillere çevrilen, gazete ve dergi tanıtımları, sinema uyarlamaları yoluyla ilgi toplayan thriller türünde, gerilim ve macera ön plandadır. Bu iki unsuru aşk ve cinsellik, uluslararası mücadele, teknoloji gibi yan öğeler de desteklemektedir. Osman Aysu’nun romanlarında da Batı’da bu türde eser veren yazarlarda olduğu gibi bu unsurlar mevcuttur. Aysu, kimi zaman bir uluslararası operasyonu, kimi zaman devlet içinde yaşanan siyasal ve ekonomik çekişmeleri, kimi zaman birbirine aşık olan bir çiftin macerasını, kimi zaman da cinayetleri romanlarına konu etmektedir. Osman Aysu, çoğunlukla thriller öğelerinden yararlanarak yazdığı romanlarında Türkiye’deki gündemi yakalayarak “Türk polisiye romanları” yazmaktadır. Dünya gündemini ve Türkiye gündemini izleyerek bunları romanlarında kaynaştıran yazar, Irak Savaşı veya Rusya’da yapılan devrim planlarıyla ilgili operasyonlarda, MİT elemanlarına da görev vererek, hatta onları diğer ülkelerin istihbaratçılarından daha yetenekli göstererek romanda “millilik” unsurunu da gözardı etmemiştir. Gerçekten de ilk zamanlar burjuvazinin kendi ideolojisini anlatmak ve böylece kendi düzenini kurup, sağlamlaştırmak amacıyla kullandığı önemli araçlardan biri olan polisiye romanda Batılı yazarlar da tıpkı Aysu gibi kendi ülkelerinden olan kahramanları daha yetenekli, daha üstün İletişim 2005/21 232 Elif Güliz BAYRAM göstererek bir tür milliyetçi tavır sergilemişlerdir. Bu tavırda hiç kuşkusuz polisiye romanın eski zamanlardan gelen propaganda aracı olma özelliği etkilidir. Öte yandan, hernekadar Türkiye’de polisiye roman yazılamayacağı, bu türün “kötü edebiyat” olduğu gibi inanışlar varsa da, ülkede bu türde romanların yazımın kökleri Osmanlı İmparatorluğu’na kadar gitmektedir. Gerçi Osmanlı’ya bu tür Batı’daki gibi toplumsal gelişmelerin ürünü olarak değil, 1800’lü yıllarda önce çeviriler yoluyla gelmiş daha sonra romanlara okurun ilgi göstermesiyle telif eserler de verilmeye başlanmıştır. Pek çok ünlü yazarın, takma ad kullanarak yazdıkları telif eserlerde türün geliştiği Batı’nın yazarlarının yapıtları örnek alınmıştır. Kimi zaman bu örnekleme doğrudan taklit yoluyla, kimi zaman da uyarlamalar yoluyla olmuştur. Polisiye romanın Osmanlı’da ilk örneklerinin görüldüğü bu dönem Batı’da popüler olan dedektif hikayeleri ön plandadır. Burada romanın amacı cinayetin kim tarafından ve neden işlendiğini aydınlatmaktır. Türk yazarlar da Batılı meslektaşlarını örnek alarak, Türk dedektif kahramanlarını yaratmış ve onların maceralarını yazmışlardır. Daha sonraları Dünya Savaşlarının etkisiyle romana giren casusluk, istihbarat gibi unsurlar Türk yazarları da etkilemiş ve Türk casuslarının maceralarının yer aldığı romanlar yazılmaya başlanmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyada yaşanan değişim ve Soğuk Savaş’ın da polisiye romanı etkilemesiyle romanda ileri teknoloji ürünlerinin ve güçlü bir örgütlenmenin desteğini arkasında bulan “yeni casusların” hikayeleri anlatılmaya başlanmıştır. Ancak bu dönem casusların istihbarat ve operasyon maceralarının yanı sıra romanda ekonomik, kişisel ve politik çıkarlar sonucu işlenen suçlar da konu edilmiştir. Burada önemli bir gelişme de yazın hayatında gerçek olaylardan yola çıkılarak yapılan incelemelerin eskiden daha gizli olan bazı işleyişleri alenileştirmesidir. Böylece bu konularda eskiye oranla daha çok bilgi sahibi olunmuştur. Bunun yanı sıra teknolojinin gelişmesi, yazılı kaynakların önüne görselliğin geçmesi ve bu bağlamda da televizyon ve sinemada hareketliliğin yüksek ve maceranın da yoğun olduğu ürünler izlenmeye başlamıştır. Polisiye romana bu dönem dahil olan hareketlilik, gerilim ve macera unsurları da bu talebi karşılamaya uygun eserler yazılmasını ve bunların senaryolaştırılmasını sağlamıştır. Böylece polisiye romanda gerilim ve macera dozunu yüksek tutan thriller türündeki romanlar gazete ve dergilerde yer alan tanıtımlarının yanı sıra İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 233 televizyon ve sinema uyarlamalarının etkisiyle giderek daha popüler olmuştur. Polisiye romanın ilk örneklerinden olan gotik roman döneminde cinayetin dehşet verici olması ne kadar önemliyse, polisiye romanda gelinen son aşama olan thriller romanda da gerilim ve macera dozunun yüksek olması o kadar önemlidir. Bu gelişme de Türk yazarları etkilemiş ve onlar da romanlarına heyecan, gerilim, aşk, cinsellik ve macera gibi unsurları katarak, bu alanda eserler vermeye devam etmişlerdir. Batı’da polisiye romanın gelişimi içinde popüler olan alt türlerden doğrudan etkilenen diğer tüm Türk polisiye roman yazarları gibi, Osman Aysu da içinde bulunduğu dönem Batı’da popüler olan thriller türünden etkilenmiş, thriller türünde yazan Batılı yazarları iyi analiz etmiş ve onların eserlerinde dikkat çeken, aşk-cinsellik, bilgi verme, gündelik hayattan örnekler verme gibi unsurları da romanına katarak, kimi zaman uluslararası olayları, kimi zaman aile sırlarını, kimi zaman seri katilleri romanlarına konu etmiş, gerilim ve maceranın her zaman yüksek dozda tutulduğu romanlar yazmıştır. Bu romanlarında Aysu, içinde yaşadığı Türk toplumunu ve Türkiye’deki güncel olayları iyi gözlemleyerek ele almıştır. Böylece türün Batı kaynaklı özellikleri ile Türkiye gerçeklerini bir araya getiren Osman Aysu, Türk polisiye yazınında önemli bir isim olmuştur. Ancak yazarın romanlarında bazı özensizliklere de rastlamak mümkündür. Bu özensizlikler kimi zaman düzeltide yapılan hatalarda, kimi zaman da yazarın düştüğü bazı mantık hatalarında kendini göstermektedir. Bunun yanı sıra Aysu’nun romanlarında bilgi olarak verdiği ayrıntılar yetersizdir. Aysu’nun yeme – içme – eğlenme vb. konularda verdiği bilgiler yüzeysel olup, okurda daha çok bir fikir oluşturmaya yönelik olup, bu konulara merak uyandırmak ve bu konularda tercih yaptırmaktan uzaktır. Osman Aysu’nun yazmaya başladığı 1994 yılından günümüze kadar seri şekilde yayınlanan yirmi sekiz romanı, bazı aksaklıklarına rağmen yine de türün iyi analiz edilerek örnek alınması, doğrudan bir taklit etme ve alıntılamadan çok uyarlama niteliğini taşıması bakımından yine de önemlidir. Kaynakça İletişim 2005/21 234 Elif Güliz BAYRAM 1. Genel Kaynaklar AĞACIK, Musa; “Kaset Kutusu”, http://www.musaagacik.net/site/musa_teyp.asp?yazi=156 ALEMDAR, Korkmaz ve ERDOĞAN, İrfan; Popüler Kültür ve İletişim, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1994 ALEMDAR, Korkmaz ve ERDOĞAN, İrfan; Öteki Kuram: Kitle İletişimine Yaklaşımların Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Ankara, Erk Yayınları , 2002 ALKAN, Sevda; “Mecburiyetten Polisiye Yazarı Oldum”, http://www.yenisafak.com/arsiv/2003/ocak/19/kultur.html ARI, Mehmet Emin; “Türkiye’de Neden Polisiye Roman Yazılmaz?”, http://www.omegama.org/omegamadergi/yazi.asp?hid=512 ARSLANTUNALI, Mustafa; “Sahi Bizde Niye Polisiye Yoktu?”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Ekim 2000, s. 34, s. 66-67 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/34/1536.htm ARSLANTUNALI, Mustafa; “Le cas Simenon: Atmosfer Herşeydir”, http://www.geocities.com/mufettismaigret/arslantunali.htm ASLAN, Sema; “Cinayeti Yazıyor”, http://www.milliyet.com.tr/2000/12/22/pazar/ktp01.html BAYRAKTAR, Esin; “Peyami Safa-Cingöz Recai”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Sayı 23, Kasım 1999 BAYRAKTAR, Esin; “Paranoya Polisiye ve 2.Abdülhamid”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, s. 30, Mayıs 2000 BAYRAKTAR, Esin; 1984-1918 Yılları Arasında Türk Edebiyatında Polisiye Roman, Tez, 2000 BORA, Aksu; “Polisiyelerde Yeni Bir eğilim:Açık Mutfak Adeti”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Nisan 2000, Sayı 29, s.75 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/29/1281.htm İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 235 BOYLE, Richard; “The Three Princes Of Serendip - Part One”, http://livingheritage.org/three_princes.htm , 2000 a BOYLE, Richard; “The Three Princes Of Serendip - Part Two”, http://livingheritage.org/three_princes_2.htm , 2000 b CHESTERTON, G.K., “The Ideal Detective Story”, London News, 25 Ekim 1930 COWARD, Rosalind ve ELLIS, John; Dil ve Maddecilik, Çeviren Esen Tarım, İstanbul, İletişim Yayınları, 1985 DE QUINCEY, Thomas; Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet, Çev. İsmet Birkan, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1998 ECO, Umberto; “James Bond: Ian Flemming’in Öyküsel Tasarımı”, ALEMDAR, Korkmaz ve KAYA, Raşit; Kitle İletişimine Temel Yaklaşımlar, Savaş Yayınevi, Ankara, s. 217 – 232 EVANS, Colin; En Şaşırtıcı 100 Polisiye Olay Nasıl Çözüldü?, Çev. Füsun Doruker, Sabah Kitapları, İstanbul, 1997 FINE, Gary ve DEEGAN, James; “Three Principles of Serendip: Insight, Chance, and Discovery in Qualitative Research”, www.ul.ie/~philos/vol2/deegan.html GOODMAN, L.A.; “Notes On The Etymology Of Serendipity and Some Related Philological Observations”, Modern Language Notes, 1961 GÜNGÖR, Nazife; Popüler Kültür ve İktidar (Der.), Ankara, Vadi Yayınları, 1999 HAYCRAFT, Howard; Murder For Pleasure: The Life and Times of The Detective Story, Avalon Publishing Group, 1984 K., Tarık Dursun; 100 Filmde Başlangıcından Günümüze Polisiye Gerilim Filmleri, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1995 KANAT, Ayşegül; “Yazarlık Dersleri-IX:Herkes Hancı’nın Katil Olduğunu Sanıyordu Ama Katil Alternoon Papazı İdi…”, http://www.kayipdunya.com/08-02/yazilar/aysegul_kanat/ İletişim 2005/21 236 Elif Güliz BAYRAM MANDEL, Ernest; Hoş Cinayet Polisiye Romanın Toplumsal Bir Tarihi, Çeviren N.Saraçoğlu ve B.Tanatar, 2. baskı, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 1996 MATUR, Remzi; “Zadig’den Dupin’e Uzanan Yol”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Temmuz - Ağustos 1999, Sayı 21, s. 14-15 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/21/841.htm ÖZBAŞ, Filiz; Agatha Christie’nin Cinayet Romanındaki Temel Örüntüler, Doktora Tezi, A.Ü.D.T.C.F., 1990 ÖZGÜR, Oytun; Fransız Polisiye Romanının Tarihsel Gelişiminin Örneklerle İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi A.Ü.D.T.C.F., 1997 ÖZGÜVEN, Fatih; “Neden Polisiye Roman Okuruz?”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Şubat 1998, s. 5, s.2 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/5/146.htm ÖZTÜRK, M.; “Osman Aysu”, http://212.154.21.41/2001/353/haberler/9.htm PAMİR, Balçiçek; “Gerilim Türü Yazmak Hiç De Kolay Değil”, Sabah Gazetesi Pazar Eki, 30 Mart 2003, s. 2 QUEEN, Ellery; 101 Years Entertainment, The Random House, 1941 ROLOFF B. ve SEEBLEN G.; Cinayet Sineması: Polisiye Sinemasının Tarihi ve Mitolojisi, Çev. Saliha Nazlı Kaya ve Süheyla N. Kaya, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1997 SAĞLAM, Şule Deniz; “Medya Organize Suçun Ortağı Mı?”, http://gorunum.ilef.net/yazi.php?yad=1712 SOYDEMİR, Begüm; “Tarzın Yoksa Terzin Olsun”, Milliyet Gazetesi Gazete Pazar Eki, 20 Eylül 1998, http://www.milliyet.com.tr/ekler/gazete_pazar/980920/haber/hab8.html SYMONS, Julian; Bloody Murder: From The Detective Story To The Crime Novel, New York, Viking, 1985 TEZEL, Mevlüt; “Tamamı Dijital Çekilen İlk Film”, Hürriyet Gazetesi Keyif Eki, 29 Aralık 2002 s. 4 ve 5 İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 237 TOBIAS, Ronald B.; Roman Yazma Sanatı, Çev. Mehmet Harmancı, Say Yayınları, İstanbul, 1996 TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Unutulmuş Yerli Polisiyeler”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Şubat 1998, Sayı 5, s.16 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/5/159.htm TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Bir Polisiye Akımı:Hard Boiled”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Şubat 1998, Sayı 5, s.15 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/5/157.htm TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Yeni Polisiye Diziler Yine Eski Kalıplar”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Şubat 1998, Sayı 5, s.3-6 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/5/147.htm TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Polisiye Okuma Kılavuzları”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Şubat 1998, Sayı 5, s.3-6 ve http://www.matbuat.com/konular/edebiyat/edebiyatpolisiye.htm TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Vala Nureddin: Kim Zehirliyor Bunları?”, http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=39 TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Esat Mahmut Karakurt: Ankara Ekspresi”, http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=11 TÜRKEŞ, Ali Ömer; “Recai Sanay: İngiliz Kemal’in Maceraları”, http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=99 TÜRKEŞ, Ali Ömer ve BORA, Aksu; “Polisiye Edebiyatın Yeni Ürünleri”, http://www.matbuat.com/konular/edebiyat/edebiyathemcool.htm ÜMİT, Ahmet; “İçimdeki Katille Yüzleştim”, Hürriyet Gazetesi Keyif Eki, 12 Ekim 2003, s.7 ÜYEPAZARCI, Erol; Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes:Polisiye Roman ve Gelişimi Hakkında Bazı Genel Bilgiler ile Latin Harflerinin Kabulüne Kadar (1881-1928) Türkiye’de Yayınlanmış Çeviri ve Telif Polisiye Romanlar Üzerine Bir Deneme, İstanbul, Göçebe Yayınları, 1997 ÜYEPAZARCI, Erol; “Türkiye’de Polisiye Romanın 129 Yıllık Öyküsü”, http//members.fortunecity.com/bilgistan/okunasi/polisiye.htm İletişim 2005/21 238 Elif Güliz BAYRAM VANONCINI, Andre; Polisiye Roman, Çev. Galip Üstün, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995 YILMAZ, İhsan; “İlk Travesti Dedektifin Babası”, Hürriyet Gazetesi Cumartesi Eki, 17 Mayıs 2003, s.1 ve 15 “Kaktüs’ün Dedektifleri”, http://www.radikal.com.tr/diğer/ekler/cumartesi/1999/06/12/kitap/kak.html “Terörün Edebiyatı Olur Mu?”, http://www.yenişafak.com.tr/arsiv/2001/ekim/31/kultur.html “Polisiye’nin 10 Emri”, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Şubat 1998, s. 5, s.7 ve http://www.pusula.com/virgul/sayfalar/5/148.htm “Şehir Hikayeleri”, http://www.kentli.org/makale/sehir%20hikayeleri.htm “Negatif’i Kaçırmayın”, http://www.milliyet.com.tr/1997/01/09/t/magazin/negatif.html “Casusluk Ondan Sorulur, Osman Aysu”, http://www.max.com.tr/dergi/00119 2. DERGİLER Nisan s.: 4, Yıl: 1984 Milliyet Sanat s.115, Yıl:1985 Varlık Sayı:1007, Yıl:1991 Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi Sayı:5, Yıl:1998 3. ROMANLAR ALATLI, Alev; Schrödinger’in Kedisi 1. Kitap: Kabus, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 2001 ALTAN, Çetin; Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1998 ARJOUNI, Jakop; İyi Ki Doğdun Türk, Çev. Dilek Zaptçıoğlu, Can Yayınları, İstanbul, 1993 ATASOY, Sibel; Venüs Bağlantısı, Ölümsüz Öyküler Yayım ve Reklamevi, İstanbul, 2003 AYKOL, Esmehan; Kitapçı Dükkanı, Everest Yayınları, İstanbul, 2001 İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 239 AYKOL, Esmehan; Kelepir Ev, Everest Yayınları, İstanbul, 2003 EDEN, Cenk; Rüzgarsız Şehir, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 1999 GRANGE, Jean Christophe; Kurtlar İmparatorluğu, Çev. Şevket Deniz, Doğan Kitapçılık, 2003 GRISHAM, John; Vasiyetname, Çev. Enver Günsel, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999 HAMMETT, Dashiel; Türk Sokağındaki Ev, Çev. Sinan Fişek, Can Yayınları, İstanbul, 1996 KOONTZ, Dean R.; Korku Yuvası, Çev. Mehmet Harmancı, Altın Kitaplar, İstanbul, 1999 KÜR, Pınar; Sonuncu Sonbahar, Can Yayınları, İstanbul, 1994 KÜR, Pınar; Bir Cinayet Romanı, Can Yayınları, 1996 MAĞDEN, Perihan; Haberci Çocuk Cinayetleri, Everest Yayınları, İstanbul, 2001 NADEL, Barbara; Belşazzarın Kızı, Çev. Mehmet Harmancı, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2001 NADEL, Barbara; Uyuşturucu Kafesi, Çev. Mehmet Harmancı, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2002 NADEL, Barbara; Arabesk, Çev. Mehmet Harmancı, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2003 OĞUZ, Birol; Siyah Beyaz, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 1999 OĞUZ, Birol; Siyah Mavi, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001 OKER, Celil; Bir Remzi Ünal Polisiyesi Çıplak Ceset, Maceraperest Kitaplar Oğlak Yayınları, İstanbul, Nisan 1999 OKER, Celil; Kramponlu Ceset, Oğlak Yayınları, İstanbul, 1999 OKER, Celil; 1000 Lotluk Ceset, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2000 OKER, Celil; Rol Çalan Ceset, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001 PİRİNÇCİ, Akif; Felidae, Güncel Yayıncılık, İstanbul,1999 PİRİNÇCİ, Akif; Gövde, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2000 PİRİNÇCİ, Akif; Francis, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2001 İletişim 2005/21 240 Elif Güliz BAYRAM PİRİNÇCİ, Akif; Sonu Hep Gözyaşı, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2001 PİRİNÇCİ, Akif; Cave Canem, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2002 PİRİNÇCİ, Akif; Düello, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2003 RATHBONE, Julian; Bıçak Atmada Üstüme Yoktur, Çev. Şen Süer Kaya, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2001 RATHBONE, Julian; Ölüm İlacı, Çev. Zeynep Seyhan, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2001 RATHBONE, Julian; Elmas Pazarı, Çev. Şen Süer Kaya, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2001 RATHBONE, Julian; Tuzak, Çev. Zeynep Seyhan, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2002 SOMER, Mehmet Murat; Peygamber Cinayetleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003 SOMER, Mehmet Murat; Buse Cinayeti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003 SOMER, Mehmet Murat; Jigolo Cinayeti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003 TAŞTEKİN, Nihan; Kertenkelenin Uykusu, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, 2000 TAŞTEKİN, Nihan; Yağmur Başlamıştı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2002 ÜMİT, Ahmet; Agatha’nın Anahtarı, Can Yayınları, İstanbul, 1999 ÜMİT, Ahmet; Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2002 ÜMİT, Ahmet; Sis ve Gece, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2002 ÜMİT, Ahmet; Patasana, , Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2002 ÜMİT, Ahmet; Çıplak Ayaklıydı Gece, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2003 ÜMİT, Ahmet; Bir Ses Böler Geceyi, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2003 ÜMİT, Ahmet; Kar Kokusu, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2003 ÜMİT, Ahmet; Kukla, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2003 ÜMİT, Ahmet; Beyoğlu Rapsodisi, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2003 YALÇIN, Soner; Behçet Cantürk Anıları: Beco, Öteki Yayınevi, İstanbul, 1996 İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 241 YALÇIN, Soner; Binbaşı Ersever’in İtirafları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1996 YALÇIN, Soner ve YURDAKUL, Doğan; Reis: Gladio’nun Türk Tetikçisi, Su Yayınları, İstanbul, 1999 YALÇIN, Soner ve YURDAKUL, Doğan; Bay Pipo: Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 1999 YEMNİ, Sadık; Amsterdam’ın Gülü, Metis Yayınları, İstanbul, 1996 YEMNİ, Sadık; Öte Yer, Metis Yayınları, İstanbul, 1997 YEMNİ, Sadık; Muska, Metis Yayınları, İstanbul, 1997 YEMNİ, Sadık; Metros, Everest Yayınları, İstanbul, 2002 YEMNİ, Sadık; Çözücü, Everest Yayınları, İstanbul, 2003 4. OSMAN AYSU ROMANLARI Havyar Operasyonu, İstanbul, Altın Kitaplar, 1994 Sır Duvarları, İstanbul, Altın Kitaplar, 1995 Mavi Beyaz Rapsodi, İstanbul, Altın Kitaplar, 1996 Sorguç, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1996 At Kuyruklu Adam, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1997 Cellat, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1997 Lenin’in Mangası, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1998 Çöl Akrebi, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1998 Yanık Yüz, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1999 Kurt Sığınağı, 2. baskı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1999 Karanlıkta Fısıltılar, İstanbul, 2. baskı, Evrim Yayınları, 1999 Kuşkunun Ötesi, İstanbul, Evrim Yayınları, 1999 İletişim 2005/21 242 Elif Güliz BAYRAM Şeytanın Maskesi, 2. baskı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1999 Nemrut’un Gazabı, İstanbul, Evrim Yayınları, 2000 Bir Aşk Masalı, 4. baskı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2000 Ayışığı, İstanbul, Evrim Yayınları, 2000 Londra & Moskova Hattı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2000 Yazar ve Aşkı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001 Odak Noktası, İstanbul, Evrim Yayınları, 2001 Güvercin Kayalıkları, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001 Miras, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001 Bıçak Sırtı, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2001 Terörün Gölgesinde, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2002 Taş Plak, İstanbul, İnkılap Yayınevi, 2002 Aşk Oyunu, İstanbul, Evrim Yayınları, 2003 Yedinci Uzman, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2003 Tilkiler Savaşı, İstanbul, Evrim Yayınları, 2003 Saklı Gerçek, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2003 Özet Batı’da kent yaşamının karmaşık ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve gelişen polisiye roman, zamanla toplumsal hayatta yaşanan değişimlere ayak uydurmuş ve böylece de yeni alt türleri ortaya çıkmıştır. İletişim 2005/21 Osman Aysu Polisiyeleri 243 Türkiye’ye polisiye romanlar Osmanlı döneminde, Batı türü bir kent-yaşam ve ilişkiler sonucundan daha çok, Batılı toplumlar ile Osmanlı İmparatorluğunun ilişkilerinin artması ve Osmanlıda Batılılaşma hareketlerinin başlamasıyla birlikte, ilk olarak çeviriler yoluyla gelmiştir. Daha sonra pek çok yerli yazar telif eserler de yazmıştır.1980 sonrası yaşanan toplumsal değişim ve gelişmeler sonucunda polisiye romanların çeviri veya telif eserler ile okura ulaştırılmasında bir artış gözlenmektedir. Osman Aysu da 1980 sonrası dönemde eser vermeye başlamış (1994) ve Batılı yazarların romanlarını iyi analiz etmesi dolayısıyla da başarılı uyarlamalar yazmıştır. Aysu’nun uluslararası olayları konu alan romanları gerçek anlamda thriller türünün örnekleridir. Anahtar Kelimeler: roman, polisiye, Osman Aysu Abstract The detective novel, which aroused and developed in West as a result of the complex relations of urban life, became adapted to the changes of social life in time; thus its new types have emerged. The detective novel first came to Turkey through translations of Western detective novels with the beginning of the Westernisation process in the Ottoman Empire and the increased relations between the Empire and Western societies, not as a result of Western urban life and relations. Later on, lots of local writers made original works. As a result of the changes and progress in social life after the 1980’s, it is observed that detective novels either translation or original work presented to readers have increased in Turkey. One of the Turkish writers called Osman Aysu started to write detective novels after the 1980’s (1994) and because he analyses Western writers’ novels well, he wrote successful adaptations. Aysu’s novels, which discuss international occasions, are the examples of thriller novels. İletişim 2005/21 244 Key Words: novel, detective novel, policier, Osman Aysu İletişim 2005/21 Elif Güliz BAYRAM Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri* Stuart HALL Ç e v i r e n: Ali M. BAYRAKTAROĞLU** I. Fotoğraflarda Anlam Düzeyi Modern gazetede, metin hala temel bir unsurdur, fotoğraf ise isteğe bağlı bir diğer unsurdur. Ancak fotoğraflar, kullanıldığında, metne yeni anlam boyutları katarlar. Roland Barthes’in gözlemlemiş olduğu gibi, ‘resimler…yazıdan daha zorlayıcıdır, anlam çözümlemeden ya da sulandırmadan; tek bir vuruşta dayatırlar.1 II. Çağrımsal Anlam Düzgüleri İlk olarak, anlam vermeyi olası kılan düzgülere bir göz atmalıyız. Bizi burada öncelikle ilgilendiren çağrımsal anlam düzgülerdir. Çağrımsal anlamla ilgili düzgüler, bir göstergenin, atanmış göndergesine ek olarak, ilaveten diğer ima edilen anlamları göstermesine olanak tanıyan anlam biçimlendirmeleridir. Bu anlam verme yapılandırmaları, sosyal pratiklerden kaynaklanan sosyal bilgi biçimleridir. Toplum içinde dağınık olarak var olan ve o toplumun dünya anlayışını baskın anlam-kalıplarına göre düzenleyen kurumların, inançların ve meşrulaştırmaların bilgisi olarak nitelendiriliriler. Düzanlam düzgüleri kesindir ve açıktır.: bir Orijinal adı “The determinations of news photographs” olan bu makale ilk olarak Cultural Studies No. 3’de yayımlanmış olup; yazarın izniyle Stanley Cohen ile Jack Young’un editörlüğünü yaptığı The Manufacture of News (1973, Sage Pub: California) başlıklı derleme kitap içerisinde (s. 176 – 190) yer almıştır. ** Yrd. Doç. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi 1 Roland Barthes, ‘Myth today’, Mythologies (London, Cape, 1972). * İletişim 2005/21 246 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* süveterin fotografik görüntüsü, görünen, giyilecek bir nesnedir (Giyilecek bir nesneyi işaret eder), bir palto, bir şapka ya da bir baston değil, bir süveter olarak tanımlanabilen bir görüntüdür. Çağrımsal anlam düzgüleri daha açık-uçludur. Günlük konuşmanın çağrımsal anlamla ilgili alanında süveter ‘sıcak kalmayı’, ‘sıcak tutan bir kıyafet’i akla getirebilir. Daha da ayrıntıya inilirse ‘kışın gelişini’, ‘soğuk bir günü’, vb akla getirir. Fakat kendine özgü bir söylem biçimi olan moda söylemi bağlamında (alt-düzgü), süveter, ‘haute coutur∗ bir moda stilidir. Sıradan bir bayan elbisesi ‘tarzı’ vb. ile ilişkilendirilebilir. Doğru geri plana konduğunda ve romantik bir söylem bağlamında konumlandırıldığında ise, süveter ‘ağaçların arasında uzun sonbahar yürüyüşü ile ilişkilendirilebilir.2 Anlatım düzleminde fotoğraf, okuyucunun üyesi olduğu bir kültürün içerisine dağıtılmış olan ifade edici özellikler dağarcığı içerisinde anlam kazanır. Bu dağarcık fotoğrafla ya da daha geniş bağlamda görüntüyle ifade edilen bir temsil alanıyla sınırlandırılmaz. Fotoğrafı çekilen nesnenin anlatım özelliklerini anlamamıza olanak tanıyan aynı ‘ipuçları’, günlük konuları ve durumları anlatan bir çerçevede ‘okuduğunda’ hemen herkes tarafından da kullanılırlar. Anlatım düzgüleri, bir dizi el kol hareketini, dilsel olmayan özellikleri (gösteren), özgül bir anlatım konfigürasyonunu (gösterilene) içerisinde ayrıştırma yeterliğimize bağlıdır ve teknik olmayan, kültürel bir işlemdir. Bir grup bedensel ya da fiziksel özelliklerin, tanınabilir anlatımların indeksleri olarak görev yapması; bir kültürdeki ‘mevcut toplumsal bilgi miktarı’nın parçasıdır. Bir kültürün üyelerinin, özneyle canlı olarak ya da onun görsel kopyasıyla yüz yüze gelerek ‘bilgi’yi kullanma yeterliği vardır. Temel fark, toplumsal durumlarda bizim için, anlam veren kalıbı ayırt edebileceğimiz daha zengin bir gruba dair bir ipucunun varlığıdır: Beden duruşu, yüz ifadesi ve el kol hareketinin yanı sıra, hareket, durum, etkileşim ve konuşmaya da sahibizdir. Bu nedenle fotoğraf bu kültürel düzgünün kısaltılmış bir sürümünü içerir. Poulson olayının ardından istifa eden Bay Maudling’in o günkü gazetelerin ön sayfadaki fotoğrafları bize bunun iyi bir örneğini sunar. Örneğin, Daily Mail, Bay Maudling’i ‘kızgın’ ∗ Haute Couture: Yüksek Moda olarak da adlandırılabilir. Giysi yapımını Güzel Sanatların bir dalı olarak kabul eden görüşü simgeler. (çevirenin notu) 2 The example is from Barthes, Elements of semiology (London, Cape, 1967) İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 247 olarak yorumlamıştır: KIZGIN ADAM, MAUDLING. Başı ellerin arasında gösteren fotoğraf kuşkusuz bu okumayı destekler; buna karşın diğer gazetelerde yer alan örnekler de eş değerde akla yakındır: Örneğin, ‘düşünceli’ ya da ‘sabırla dinliyor’. Yorum atılan bir başlıkla güçlendirilir – Bay Reginald Maudling – kızgın, nefret eden, derinden yaralanmış. Burada atılan başlık/manşet olası okumalardan birini seçer ve daha sonra da onu ayrıntılandırır. Ancak Sun, Bay Maudling’in istifasını ‘trajedi’ olarak yorumlar: BAY MAUDLING’in TRAJEDİSİ. Gazetedeki fotoğraf neredeyse Mail’in fotoğrafıyla aynıdır. Şüphesiz aynı olaya (Tory Partisi’nin bir konferansı?) ait bir görüntüyü içermektedir. Ama açıda bir eğilme, başın konumunda bir değişiklik, her şeyden önemlisi gözlerin düşürülmesi ve ‘buğulanmanın telkin edilmesi, okumanın yönünü ‘kızgınlıktan ‘trajedi’ye dönüştürür. Express’in öyküsü de trajedi imaları içerir. Reginald Maudling dün siyasi kariyerini feda etti… Ama bu gazetenin başlığı/manşeti ve alt-başlığı daha taahhüt kardır: BIRAKACAĞIM – BİLDİĞİM ŞEKİLDE. Çıkış – Bir Arabada Tek Başına. – ‘Arabada yalnız başına çıkan Maulding’in’ fotoğrafı – Sun’ın fotoğrafından daha az trajik okunur. Gergin, soyutlanmış, bir iç çalkantıya kendisini kaptırmış durumda, bir tarafa/yöne bakan Maudling. Ama Express’in ön sayfasındaki ‘trajik’ yüz Maudling’in değil, Heath’inkidir! Avam Kamarası Bildirisinden Sonra Bay Heath (Çok ciddi bir Heath fotoğrafı altındaki yazı – bu kez Başbakan’ın gözleri ‘duyguyla buğulanma eğiliminde’). Mirror ve Telegraph aynı fotoğrafı kullanır: Telegraph düz anlamlı bir biçimde açıklayıcı, Mirror ‘okuma’yı desteklemek amacıyla aynı fotoğrafı kullanır. Ama bu fotoğraf çok geniş kapsamlı anlatımlarla yüz ifadesini ilintilendirilecek kadar genelleştirilmiş olduğu için, Mirror’da ayrıca dilsel bir güvenceye gereksinim duyar. Bu da fotoğraf altındaki yazı tarafından sağlanır: Bir istifa bakışı…Maudling’den. Bu, haber fotoğrafı alt yazılarının yakaladığı yüz ifadesinin tam olarak nasıl okunması gerektiğini, kelimelerle, bize anlatan çok yaygın bir uygulamadır. Her beş örnekte de, büyütülmüş (sadece baş ve omuzların) içeren fotoğrafların kullanıldığı görülmektedir. Her iki çerçevede de büyütme sayesinde bedenin ve mekânın gereksiz diğer ayrıntıları çıkartılmıştır. Böylece insan bedeninin en anlamlı bölümü olan yüze ve gözlere vurguda bulunulmuş ve ifade edici boyutun gücü arttırılmıştır. Bunun ideolojik bir anlamı vardır. Çünkü burada anlamı oluşturan düzgünün kullanılışı bağlamında fotoğrafın işlevi İletişim 2005/21 248 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* “öyküyü” siyasi amacından çıkarıp, Maudling’in yönüne, adama, doğru saptırabilir ya da uzaklaştırabilir olmasındadır. Bu fotografik sunum çoğumuza Maudling olayı ile ilgili şimdi en çok ne bilmek istiyoruz?’ şeklinde dolaylı bir soru yöneltir gibidir ki; buna dolaylı bir cevap verir: ‘o ne hissediyor?’, ‘buna nasıl tahammül ediyor?’ Times Gazetesinin duruşu bir istisnadır. Times, ‘ciddi karardan sonra evinde dinlenen bir halk figürü’nün artık bir klasik olmuş bir sürümünü ortaya koyar. Bu bakış açısı için gerekli bilgiyi, istifa dilekçesinde, ‘[benim] ailemin bile özel yaşamını yutan… tanınmışlığın parıltısı’ndan söz eden Bay Maudling’in kendisi vermiştir. Sonra Times bu yorumu toparlar ve ayrıntılandırır. Times geçen yıl çekilmiş bir fotoğrafı kullanmıştır. Bu fotoğraf, İçişleri Bakanlığından dün istifa eden Bay Maudling’in Essedon, Hertfordshire’daki evlerinde, karısıyla birlikte kahvaltı yaptıkları odalarında, üzeri meyve, biber vs. dolu bir masanın önünde, kediyi kucaklamış karısının yanında ayakta dururken, kısa kollu kareli gömleği içinde Maudling’i göstermektedir. İma edilmiş toplumsal ayrıntı bakımından yeteri kadar zengin olan bu fotoğraf, ideolojik bir noktaya da dokunmaktadır: Öyle ki, tanınmış figür,insan, özel hayatında yüksek mevkiinin kaygı ve görevleriyle çökertilmiş/bunlardan kurtulmuş insanlara dair bizim eğitimli bilgeliğimizde önemli merkezi bir miti, yani klasik karşılıklı-konumu üretmektedir. O, duygusal etki diye adlandırabileceğimiz şeyi, yönetilenleri yönetenlere bağlayan en zorlayıcı bağlardan birini yaratmaktadır. Her durumda da gazete, ifade edici düzgüyü kullanarak öyküyü farklı bir ‘haber-açısı’na doğru hafifçe saptırmıştır. Ancak, her biri, yaygın olan tek bir temanın üzerine odaklanmaktadır. ‘özne kategorisi aracılığıyla’ siyasi olayın yer değiştirmesi ya da gizemleştirilmesi. Bu kişiselleştirme ideolojisinin özüdür. İfade edici düzgüler, kişiselleştirici dönüşümlerin yaratılması için haber fotoğrafının retoriğinde yer alan en güçlü araçlardan biri olarak nitelendirilebilirdir. III. Haberin Anlamlandırılması İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 249 Haberin anlamının iki yönünü birbirinden ayırmak gerekir. Birincisi fotoğraf işaretinin haber değeridir. İkincisi ise fotoğrafsal işaretin ideolojik seviyesidir. ‘Haber değeri’, öykünün, haberin profesyonel ideolojisi bakımından ayrıntılara (fotoğraf+metin) indirgenmesi gazete söylemindeki haberi oluşturan şeye dair sağduyulu anlayışları oluşturur. İdeolojik seviye öykünün, ima edilen temaları ve yorumları bakımından ayrıntılarının ortaya çıkarılmasıdır. Biçimsel bakımdan haber değerleri, gazete dünyasına ve söylemine, profesyonel bir grup olarak habercilere, haber-yapımının kurumsal aygıtlarına aittir. İdeolojik haber değerleri, gerçek anlamıyla toplum içindeki ahlaki-siyasi söylem dünyasına aittir. İdeolojik temalar her gazetenin seçtiği tikel yapıya göre farklı yönlere çekilebilir. Bu çekme, sırasıyla, gazetenin siyaseti, siyasi yönelimi, sunuş değerleri, geleneği ve öz-imajı tarafından yönetilecektir. Fakat tikel bir haber ‘açısı’nın tikel çekmeleri arkasında sadece ‘toplumumuzda haber diye geçen şey’e dair ‘biçimsel’ değerler değil; aynı zamanda toplumun kendisinin ideolojik temaları da yatmaktadır. Bu nedenle Windsor Dükü’nün ölümü ‘biçimsel haber değerleri’nin gereksinimini karşılar, çünkü o beklenmeyen bir olaydır, dramatiktir, yakın zamanda olmuştur, yüksek statüye sahip bir insanla ilgilidir. Buna karşın ideolojik açıdan bu olay, ‘Beyaz Atlı Prens’, ‘kalbinde insanları olan Kral’, ‘sevdiğim kadın için tahtı bırakan’ hükümdar, emekli Windsorlar’ın ünlü yaşamı, Kraliçe ile geç gelen uzlaşma, ölüm ve ulusal defin, ‘Yuvaya gelen Kral’ şeklinde yankılanabilecek güçlü, bir ‘grup’ temayı ima eder. Gazeteler değiştikçe haber-öyküsü, bu ideolojik temalardan birini ya da daha fazlasının kullanılıp, farklı yönlere çekilmesiyle devam eder. Yine de, genelde, bu tikel ‘haber açıları’ndan herhangi biri büyük ideolojik temayla doğrudan kesişir ki o da Monarşi’nin kendisidir. Bu, Britanya ideolojisinin büyük tarihçisi Bagehot’un keyif alacağı bir noktadır: Monarşi’nin güçlü bir yönetim olmasının en iyi nedeni anlaşılabilir bir yönetim olmasıdır. İnsanoğlunun çoğu onu anlar ve dünyadaki başka bir yönetimi neredeyse hiç anlamaz. İnsanların hayal güçleri tarafından yönetildikleri söylenir; ama hayal güçlerinin zayıflığı tarafından yönetildiklerini söylemek daha doğru olacaktır… Özel korku ve bağımsız yasalarla bastırılması gereken kölelerimiz yoktur. Ama bir anayasa düşüncesini anlayamayan, kişisel olmayan yasalara en az bağlanmayı hissedemeyen - sınıfların tümüne sahibiz… Bir cumhuriyetin yönetimde sadece zor düşünceleri vardır; Anayasal bir İletişim 2005/21 250 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* Monarşi’nin ise kolay bir düşüncesi vardır; sorgulayan azınlık için karmaşık yasalar ve düşüncelerin yanı sıra, onun, ilgisiz çoğu kişi için kavranabilir bir öğesi de vardır.3 ‘Haber değerleri’nin yapısı, haber üretiminde yansız, işlevsel bir seviye olarak belirir. Haber, ‘doğal olarak’ öyküleri ve olayları kişilerle ilintilendirir: O, toplumsal dünyadaki nitelikleri, statüyü, konumları anonim olaylara bağlar: ‘drama’yı, ‘insan çıkarı’nı kişisel olmayan tarihsel güçlerin arkasında arar bulur. Neticede kullanılabilir bu değerler yine de yansız değerler değildirler. Althusser’in savladığı gibi, bir söylemin ideolojik olması, kesinlikle ‘özne kategorisi’ ile birlikte kullanımıyla ve okuyucuda ‘bilinen tanımlar’ üretmeyle sağlanır.4 Öyleyse şu açığa çıkmaktadır ki, haber fotoğrafı, ideolojik bir temayı – ikinci aşamada vurgulamadan önce ‘biçimsel haber değerleri’ olarak adlandırdığımız seviyede kendisini kullanıma sunmalıdır. Bu nedenle bir polisi tekmeleyen göstericiye ait fotoğrafın haber değeri vardır. Çünkü o fotoğraf, yakınlarda olan, dramatik, sıra dışı, tartışmaya açık bir olaya şahitlik etmektedir. İşte o zaman, tabir caizse bu ‘tamamlanmış mesaj’ı bir yoruma bağlayarak, güçlü ideolojik içeriği olan ‘ikinci düzey anlamlandırmaları üretmek mümkündür: Bu yüzden VE KIŞKIRTMA HAKKINDA KONUŞUYORLAR! (Sketch), POLİSLERİN KARŞI KARŞIYA OLDUKLARI ŞEY (Express), POLİSİN ZAFERİ (Telegraph), POLİSİN MÜKEMMEL OLDUĞU GÜN (Mirror). Halloran, Elliot ve Murdock5 Bağımsız çalışan bir fotoğrafçının Keystone Ajans’ı için çektiği bu ‘tekme-fotoğrafı’nın hem Vietnam Savaşı’na karşı düzenlenen gösterinin ‘şiddetli’ olacağı yorumunu, hem de editörün kararıyla özgün bir ‘haber bakış açısıyla’ ‘polisin öykünün merkezine nasıl oturtulduğuna’ dikkat çeker.5 Haber değeri açısından bakıldığında polis öykünün ‘merkezi’ olarak gösterilir – yani ‘tekmefotoğrafı ile arka planı oluşturulan, onun biçimsel haber kullanımıdır. İdeolojik açıdan, polis öykünün kahramanları olarak gösterilir. Dolayısıyla bu fotoğraf, çağrımsal anlam açısından abartılmış bir yorumu ifade eder. Walter Begehot, ‘The English Constitution’, Walter Begehot, ed. N. St John Stevas (London, Eyre & Spottiswoode, 1959). L. Althusser, ‘Ideology and the State’, Lenin and Philosophy and other essays (London, New Left Books, 1971). 5 J. Halloran, P. Elliot & G. Murdock, Demonstrations and communication (Harmondsworth, Penguin, 1970). See also G. Murdock’s paper in this Reader. 5 J. Halloran, P. Elliot & G. Murdock, Demonstrations and communication (Harmondsworth, Penguin, 1970). See also G. Murdock’s paper in this Reader. 3 4 İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 251 Büyük ihtimalle haber üretiminin bu iki yönü arasında uygulama aşamasında ya çok az ya da hiç fark yoktur. Editör, fotoğrafı sadece biçimsel haber değerlerine ‘işaret edilen olayın etkisi, dramatik anlamı, sıra dışılığı, tartışması, yankısı vs.’ bakıp seçmez; aynı zamanda yorumsal açıdan bu değerlerin nasıl ele alınacağını ya da ‘hangi açıdan bakılacağını’ da düşünerek fotoğrafı düzgüler. Gazetenin iç söylemini toplumun ideolojik evrenine bağlayan ikili anlatım biçimsel haber değerleri/ideolojik ele alıştır. Bu ikili anlatım aracılığının açık işlevi gazetenin kurumsal dünyası bağlamında haber değerlerinin karlı bir şekilde değiş tokuşunu toplumun büyük ideolojik temalarının ‘yetkinlikle’ röprodüksiyonundaki gizil işlevine bağlar. Böylece biçimsel ‘haber’ gereksinimleri, gazetede ideolojinin röprodüksiyonu için ‘düzenleyiciler’ olarak belirlenir. ‘Haber bakış açıları’ aracılığıyla, gazete burjuva toplumunun ana temalarını anlaşılır tasarımlar açısından dile getirir. Toplumsal düzenin meşrulaştırmalarını yüzlere, ifadelere, öznelere, mekânlara ve efsanelere dönüştürür. Bagehot’ın gözlemlediği gibi, ‘Kraliyet ailesi, tam yerinde hoş ve güzel olayları ekleyerek siyaseti tatlılaştırır. Yönetim işine ilgisiz gerçekleri sokar, ama bunlar öyle gerçeklerdir ki, “insanların kalpleri”ne konuşur ve onların düşüncelerini kullanır.’ Gazeteler haber öykülerini alır satar. Ancak farklı pek çok öykü ve imajı, haber değerlerinin karlı değiş tokuşuna bağlama ihtiyacının ‘son kertedeki belirleyiciliğine’ rağmen, bu ekonomik neden asla tek başına ortaya çıkmaz. Fotoğrafın ideolojik işlevi her zaman onun değiş tokuş değeri içinde gizlidir. Haber/ideolojik anlam, içinde bu işaret-araçlarının değiş tokuş edildiği biçimdir. Ekonomik diyalektik, burada da başka yerdeki gibi, üretimi ve ‘sembolik’ değerlerin tahsisini belirlemesine karşın, ‘kendi saf durumunda asla aktif’ değildir. Dolayısıyla haber fotoğrafının değiş tokuş değerin belirleyici birden fazla faktör vardır. Haber değerleri İletişim 2005/21 252 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* Haber değerleriyle, baskı altında çalışan bir grup editörün, fotoğraf seçiminde ‘haber’i oluşturan kavramlarla ilgili bilgi birikimlerinin yanı sıra, haberi seviyelere ayırmalarına, sınıflandırmalarına ve ayrıntılara indirgemelerine olanak tanıyan düzenleyici uygulamaları kastediyoruz. ‘Haber değerleri’ modern toplumda en müphem/belirsiz anlam yapılarından biridir. Bütün ‘gerçek gazeteciler’in ona sahip olması beklense de çok az kişi onu tespit edebilir ve tanımlayabilir ya da bunu yapmaya isteklidir. Gazeteciler ‘haber’den, sanki olaylar kendilerini seçiyorlarmış gibi bahsederler. Ayrıca, ‘en önemli’ haber öyküsü ve en göze çarpan ‘haber açıları’ sanki ilahi bir ilham yoluyla geliyormuş gibi konuşurlar. Ancak dünyada her gün meydana gelen milyonlarca olaydan, sadece ufak bir oranı ‘potansiyel haber öyküsü’ olarak karşımıza çıkar. Bu oranın sadece küçük bir bölümünden gerçekten haber medyasında günün haberi üretilir. Öyleyse, bir ‘derin yapıyla’ uğraşıyor gibiyizdir. Bu derin yapının seçici bir araç olarak işlevi, onu nasıl kullanacaklarını en iyi bilen profesyonellere bile açık değildir. Alışa geldik bir şekilde habere işaret etme potansiyeli olan bir öykü, rapor ya da fotoğrafın, günlük gazete dünyasında, en az üç temel ölçütü sağlaması gerekmektedir. Öykünün, bir olaya, bir oluşuma ya da bir olguya bağlanması ya da bağlanabilir olması gerekir. Olay son zamanlarda olmuş olmalıdır. Eğer mümkünse dün, tercihen bugün, birkaç saat önce, öyle ki: ‘haberdeki’ olay ya da şahıs ‘haber değeri vardır’ diye derecelendirilmelidir. Yani, haber öyküleri eylemle, ‘zaman içinde yakınlıkla’ ve ‘haber değerine sahip olmayla’ ilişkilidir. Haber görünürlüğünün bu üç temel kuralı haber toplama ve seçimi rutinlerini organize eder. Uzak yelerdeki özel muhabirler, acenteler, ‘mahalli muhabirler’ gazete ve alt yapıları arasında bir filtre olarak görev yaparlar. Bu temel kurallar gerçekleştirilir gerçekleştirilmez, daha karmaşık bir grup parametre oyuna dâhil olur. Bunlar, biçimsel haber değerleri açısından bir öykünün ayrıntılara indirgenebilmesini ayarlarlar. Biçimsel haber değerleri son yıllarda yaygın atıfların basit bir listesi açısından kapsamlı olarak tartışılmıştır. Bu nedenle, Ostgaard6, haber değeri en yüksek olan olayların, sorun yaratan ve bilinmeyen sonuçları 6 J. Galtung & M. Ruge, “The structure of foreing news”. Journal of International Peace Research, no. 1, 1965. Extract reprinted in this Reader. İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 253 olan sıra dışı, beklenmedik olaylar olduğunu ileri sürer. Galtung ve Ruge’un7 ise listesi daha uzundur. Bu liste, son zamanlarda gerçekleşmiş olmayı, yoğunluğu, nadir olmayı, tahmin edilemezliği, açıklığı, etnikliği içerir. Ayrıca, süreklilik, uygunluk, ‘elit’ kişiler ve ‘elit’ uluslar, kişiselleştirmeler vs. gibi daha temsili özellikleri de içinde barındırır. Bu listeler haber yapımındaki biçimsel öğeleri tespit etmemizde yardımcı olurlar, ancak bu ‘kurallar’ın neyi gösterdiğini ya da neyi temsil ettiğini bildiremezler. Haber değerleri bir grup yansız, rutin uygulamalar olarak belirirler. Ancak biçimsel haber değerlerini bir ideolojik yapı olarak da görmemiz, bu kuralları bir haber ideolojisinin biçimselleştirilmesi ve kullanılışı olarak incelememiz gerekir. Haber değerlerinin, ‘yaygın olarak az bulunan, nadir, tahmin edilemeyen (henüz) bilinmeyen olayla da ilişkisi vardır. Fransızcada haber – les nouvelles – kelimenin tam anlamıyla ‘yeni şeyler’ anlamına gelir. Bu durum, haber değerlerinin, dinleyenlerin yapılandırılmış cehaletine karşı işlediğini ima eder. Haber değerleri, insanların güce sınırlı erişimini itirazsız kabul ederler ve bu yetersizliği iletmede aracı olurlar. Haber öyküleri çoğunlukla beklenmeyen, sorun yaratan olayların etrafında döner. Ancak bir olay, sadece bizim ‘dünyayla ilgili beklentilerimizi bozduğunda’ beklenmeyen olur. Aslında, çoğu haber öyküsü, toplumsal yaşamın ve kurumların beklenen sürekliğindeki ufak, beklenmeyen gelişmeleri duyurur. Önceden bildiğimiz şeylere eklemede bulunurlar ya da dünya hakkında tahminde bulunabilirler. Ancak haber ister gerçekten bilmediğimiz şeyi dramatize etsin, ister sadece zaten bildiğimiz şeye beklenmedik bir değişiklik getirsin, temel gerçek şudur: haber değerleri, gizli ‘derin bir yapı’sı olan, bir ön plan yapısı şeklinde çalışırlar. Haber değerleri, dünyayla ilgili, çoğu okuyucunun paylaştığı bir takım süre giden inançlara ve yapılandırmalara karşı devamlı bir rol oynarlar. Başka bir deyişle, haber değerleri, dünya hakkında, oybirliği bilgisini gerektirir. Haberde değişim/süreklilik ile meşgul olma, ciddi ya da önemsiz bir seviyede işlev görebilir: IRA’yla yapılan ateşkesin bozulması ya da Motor Show’daki en son model arabanın kaputundaki en son manken. Kesinlikle tipik olmayan (IRA) ya da aşırı tipik (Motor Show) haberi oluşturur, çünkü ‘derin yapı’ seviyesinde, 7 Cf. Jock Young, ‘Mass media, drugs & deviancy’, in McIntosh and Rock, op. cit. İletişim 2005/21 254 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* görülebilir haber öykülerini en sistematik şekilde üreten toplumsal düzenin kararsızlığı ya da istikrarıdır8. Haberin geri planında ne yattığını bilmeksizin – ‘toplumsal yapılara dair rutin bilgimiz’ – ne haberciler, ne de okuyucular haber öyküsünün ön planını tanıyamazlar ya da anlayamazlar. Gazeteler, ‘elit kişiler’in eylemleri, durumları ve özellikleriyle doludur. Prestijli insanlar, haber üretiminin en önemli gösterisinin bir parçasıdırlar. Onlar haber üretiminin çevresini doldururlar ve kararlı kılarlar. Ancak, işte bu ‘elit kişiler’ düşüncesi onun içine kazınmış ‘toplumsal yapılara dair rutin bilgi’ye sahiptir. Başbakanlar, kullandıkları siyasal ve kurumsal erk nedeniyle ‘elit kişiler’dir. Televizyon şahsiyetlerinin ‘haber değeri’ vardır, çünkü ünlüler bir bütün olarak toplum için rol-modelleri ve eğilim-koyucular olarak görev yaparlar. ‘Elit kişiler’ haberi yaparlar çünkü erk, statü ve ün toplumumuzun kurumsal yaşamında tekeldir. C. Wright Mill’in ifadesiyle, ‘elit kişiler’ toplumumuzda ‘tarih yapma araçları’nı sömürge haline getirmişlerdir9 ‘Elit kişiler’in sözlerinin, özelliklerinin, eylemlerinin ve mal varlıklarının doğal olarak haber değerine sahip olmasına neden olan, sınıf toplumlarının kurumsal yaşamında statü, erk ve itibarın bu şekilde dağıtılmasıdır. ‘Elit uluslar’ için de aynı şey söylenebilir. Eğer Britanya’nın yeryüzündeki tarihsel bağlantıları hakkında ya da erk ilişkilerinin tercih edilen haritası hakkında hiçbir şey bilmiyor olsaydık, Britanya gazetelerindeki yabancı haber görünüşünün oldukça çarpık yapısını açıklamak zor olurdu. Öyleyse, her gün dünyayı, en sorunlu olayları açısından göstermek için yola çıkarken, gazeteler daima, mevcut olan ya da olmayan bir yapı olarak, zaten bilineni ortaya çıkartmak zorundadırlar. ‘Zaten bilinenler’ bir yansız gerçekler grubu değildirler. Onlar dünya ile ilgili, gündelik inanışlar seviyesinde toplumu bir arada tutan bir sağduyu yapıları, ideolojik yorum gruplarıdırlar. Gazeteler, düzenli olarak, olayları kişileştirerek haber değerlerini önemli kılarlar. Şüphesiz, insanlar sahip oldukları niteliklerden ötürü ilginçtirler, imajlarda canlı ve somut bir şekilde resmedilebilirler.. Ancak, kişiselleştirme başka bir şeydir: insanın ilgili olduğu toplumsal ve 8 9 Cf. Jock Young, ‘Mass media, drugs & deviancy’, in McIntosh and Rock, op. cit. C. Wright Mills, The power elite (Oxford, Univ. Press, 1956). İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 255 kurumsal bağlamdan soyutlanması ya da tarihin tek motor gücü olarak kişisel bir konunun oluşturulmasıdır ki; burada incelenen budur. Fotoğraflar bu şekildeki kişileştirmede önemli bir rol oynarlar, zira insanlar için insana dair konular haber ve yazı fotoğrafları için en iyi içeriktirler. ‘Somut konular dışında ideoloji yoktur. İdeoloji için bu hedef ancak konu kategorisi ve onun işlev görmesi ile mümkün olur10. Bir gazete bir olayı açıklayabilir ya da ona bir birey iliştirerek ya da toplumsal bağlamından soyutlayarak kişisel özellikler ile ilişkilendirerek bu açıklamayı derinleştirebilir. Bireyler evrensel bir ‘güdü dilbilgisi’ üretirler. Öyle ki bu dilbilgisi içselleştirilmiş olarak insan doğasında yer alır ve bu özellik dolayımıyla evrensel niteliklere sahip konular, ‘bireysel olarak’ kullanılır.11 Siyasi haber alanında en dikkat çeken kullanıma hazır ‘haber değeri’ şüphesiz şiddettir. Kendi içinde şiddet içermeyen olaylar, onlara şiddet atfedilerek, değer bakımından güçlendirilebilirler. Çoğu haber editörü siyasi bağlamda şiddet gösteren bir fotoğrafı tercih eder. Şiddet çatışmayı temsil eder, okuyucunun ilgisini çeker, eylemle doludur, sonuçları bakımından ciddidir diyerek, bu seçimlerini savunacaklardır. Bunlar şekilsel haber değerleridir. Ama ‘derin yapı’ seviyesinde, siyasi şiddet sık sık meydana gelmesine rağmen ‘sıradışı’dır. Çünkü siyaset dünyasını olmaması gerektiği gibi gösterir. Sistemdeki çatışmayı en uç noktasından gösterir. Bu kesinlikle ‘beklentileri bozar. Çünkü toplumumuzda çatışmanın düzenlenmesi beklenir. Siyaset kesinlikle ‘son çare olarak şiddete başvurmadan toplumsal çatışmanın devam etmesi anlamına gelir. Bir başka deyişle toplumsal düzenin meşruluğunu ‘yasa kuralı’nın asla bozulmazlığına dayanan bir toplumu ifade eder. Şekilsel haber ölçütleri, profesyoneller tarafından bir ‘yaklaşık hesaplar’ kümesi olarak kullanılsalar da, ideolojik alanda hiç de azımsanamayacak oranda kök salmamışlardır. Olaylar, haber-yapma sürecine görünür olur olmaz ideoloji alanına girerler. Bir toplum, üyelerinin ‘normal ve doğal’ olarak, toplumları hakkında tahmin edilebilir ve ‘doğru’ diye L. Althusser, Ideology and the State, op. cit. Cf. J. O’Neil, Sociology as a skin trade (London, Heinemann, 1972). The pharase is from C. B. MacPherson, The political theory of possessive individualism (OUP, 1962).. 10 11 İletişim 2005/21 256 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* ele aldıkları şeye açıklık getirmezse, şiddet vs. açısından ‘tahmin edilemeyenin kendi içinde anlam kazanmasına neden olur. Dolayısıyla toplum kendisinin, ‘haber’in bir ölçütü olarak hizmet görebildiğini anlayamaz. İdeolojik seviye Bu bizi doğrudan haber yapımının ikinci aşaması olan – bir haber fotoğrafının ya da öyküsünün yorum açısından ayrıntılandırılmasına götürecektir. Burada, biçimsel haber ölçütlerini zaten karşılayan ve bu ölçütler içerisinde sergilenmiş olan fotoğraf çağrımsal anlam değerinin kullanıldığı bir yoruma bağlıdır. Retorik açıdan, bir haber fotoğrafının ideolojik olarak güçlendirilmesi, Barthes’in ‘modern mitler’in sergilenmesindeki tarzıyla işlevsel açıdan benzerlik gösterdiğini iddia edebiliriz.12 İdeolojik açıdan ayrıntıya indirgersek, işaretin (fotoğrafın), çağrımsal anlamları yardımıyla, ideolojik bir temanın göstergesi olarak işlev görmesine olanak tanıyan bir grup tematik yorumdan bahsetmemiz gerekir. İdeolojik haber değerleri, ideolojik bir konunun ikinci aşama anlamını, zaten (açık anlam seviyesinde) olan bir imaja verir. Tamamlanmış işaretin bir grup tema ya da kavramla bağlanmasıyla, fotoğraf ideolojik bir işarete dönüşür. Barthes, Fransız üniforması içinde, Fransız bayrağına bakışlarını sabitleştirmiş olarak selam veren bir zenci askeri örnek olarak verir. Bu işaret zaten bir anlam anlatım eder: ‘siyahî bir asker Fransız selamı veriyor’. Ama bu tamamlanmış işaret ideolojik temalara bağlandığında – Fransızlık, askerilik -, ikinci bir anlam zincirinde ilk öğe olur. Fransa büyük bir imparatorluktur, onun bütün evlatları, renk ayırımı olmaksızın, sadakatle onun bayrağı altında hizmet görürler ve iddia edilen sömürgeciliği hor görenlere verilecek en iyi cevap bu zencinin sözde ‘zalimlere’ hizmet ederken gösterdiği istekliliktir şeklinde mesaja dönüşür. Öyleyse, fotoğraf, hem görsel/anlamsal zincirin son maddesi olarak, hem de mitik/ideolojik zincirin ilk maddesi olarak hizmet eder. Bu modelde, bütün haber fotoğrafları, konusunun açıklayıcı eşdeğeri olan bir işaret üretmek için fotoğraf düzgünün göstergelerini kullanırlar. Ancak bu işaretin bir haber metası olabilmesi için, bir 12 R. Barthes, “Myth today”, Mythologies, op. cit. İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 257 kavram ya da bir temaya bağlanması gerekir ve böylece yorumsal ya da ideolojik bir boyut kazanır. Burada şu iki örneği ele alabiliriz: ilki Beyaz Saray’ın bahçesinde kol kola dolaşan Nixonlar’ın fotoğrafıdır. Başkan gülümsüyor, ‘her şey yolunda’, hatasız’ jesti yapıyor. Burada çok az ya da daha başka ayrıntı içermeyen ideolojik bir mesaj vardır. Dünyaca ünlü bir figür olarak Başkan mutlu bir ruh hali içinde tıpkı diğer insanlar gibi dinlenmektedir: Nixon dünyanın zirvesinde. Bir altyazının dışında bu fotoğrafa eşlik eden başka bir yazı yoktur: bu altyazı, fotoğrafta yer alan bireyleri ve durumu (kızları Tricia’nın nikahı) tanımlamanın dışında, ideolojik temayı ‘Bahçedeki her şey sevimli’ yansıtır ki ‘tekme fotoğrafı’ndan (ii) çok farklıdır. Öte yandan tekme fotoğrafında verilen mesaj – ‘kalabalık bir sahnede bir adamın polisi tekmesi ya ideolojik açıdan ‘aşırı uçtakiler kanun-ve-düzeni şiddet olaylarıyla tehdit etmektedirler’ ya da ‘savaş karşıtı göstericiler devleti tehdit eden ve polise haksız yere saldıran asi insanlardır’ şeklinde okunur. İkinci-tür mesaj alt yazılar ve başlıklarla tamamen güçlendirilmiştir. Ancak şuna da dikkat edilmelidir ki, bu mesaj her bir gazetenin konumuna, geleneğine, tarihine ve imajına uydurulmak için hafifçe saptırılmıştır. Bu fotoğrafın, şiddet, aşırı uçtakiler ve kanun-ve-düzen, karşı koyma temalarıyla ilişkilendirilmesi ideolojik bir mesaj üretir. Ancak bu, her gazetede farklı şekillerde sunulur: The Times bunu şekilsel olarak saptırır – POLİS GROSVENOR MEYDANI’NDAKİ SAVAŞI KAZANDI; the Express, göstericilerin ‘marjinal’ karakterini vurgulayarak bunu sansasyonel açıdan saptırır – BÜYÜK GÖSTERİDE AŞIRI FANATİKLER ENGELLENDİ; the Mirror bunu saygı açısından saptırır – POLİSİN MÜKEMMEL OLDUĞU GÜN. Burada metin, ideolojik tema ve mesajı ‘birleştirilmesi’ açısından çok önemlidir. Bir fotoğrafı ideolojik bir işarete dönüştüren temaların nasıl ve nerede ortaya çıktığını tam olarak tespit edebilmek zordur. Barthes’in savına göre, ‘kavram mit oluşturucu bir öğedir: Eğer mitlerin şifresini çözmek istersem, bir şekilde kavramları adlandırabilmem gerekir’ der. Ancak ‘mitsel kavramlarda bir kararlılık olmadığını’ kabul eder: ‘varolabilirler, değişebilirler, parçalanabilirler ve tamamen yok olabilirler’ şeklinde savını geliştirir. Çünkü bu temaların ya da kavramların parçaları olduğu baskın ideoloji, aşırı esnek, dağınık ve görünüşte tarihsel bir yapıdan oluşmaktadır. Gramsci’nin savladığı üzere, ideoloji, bin değişik şekildeki İletişim 2005/21 258 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* çeşitliğiyle tekrar tekrar düzenlenebilen bir grup ‘artık’ ya da önceden oluşturulmuş öğeden meydana gelir.13 Böylece bir toplumun baskın ideolojisi sık sık fazlalık olarak belirir: zaten onu biliyoruzdur, onu önceden görmüşüzdür, bin değişik işaret ve mesaj aynı ideolojik anlamı gösteriyor gibidir. İşte tam bu zihinsel çevrede yaşarız ve dünyayı deneyimleriz – ‘ister istemez hayali çarpıtma’; bu çarpıtma yoluyla, sürekli kendimize, ‘bireylerin, üretim ilişkileri ve onlardan türeyen ilişkilerle olan [hayali] ilişkilerini’ anlatım ederiz.14 Öyleyse bir gazetenin fotoğraflarında ve yazılarında somutlaşan ideolojik kavramlar dünya hakkında yeni bir bilgi üretmezler. Dünya ‘farkındalıkları’ üretir: ‘ürkütücü basitlikler ya da bir ritüel, bir işlevsiz inanç sistemi’ne sahiplenebilmeyi öğreniriz. Barthes’in öne sürdüğüne göre15, bu ideolojik kavramlar ancak, çirkin neolojizmler tarafından kullanıldığında, tepkisel olarak kavramamız mümkündür: Örneğin, ‘Fransız-lık’, ‘İtalyan-lık’. Ya da genel özleri itibariyle: militarizm, şiddet, ‘yasa kuralı’, ‘dünyanın en tepesinde olma hali’. Bu gibi kavramların ‘ilişkisel alanlarda açıkça organize oldukları’ görülür. Bu nedenle ‘Fransız-lık, ‘Alman-lık’ ya da ‘İspanyol-luk’un yanı sıra, ‘İtalyan-lık belirli bir milletler eksenine aittir. Öyleyse her hangi tikel bir olayda, haber, fotoğraf ya da yazı – ayrıntılandırdığı ideolojinin temasını mükemmel bir şekilde vurgular. Ama genel gösterge alanı dağınık kalır. Oradadır ve gene de orada değildir. Aslında, baskın bir ideolojinin genel yapısı, tepkisel ve analitik açıdan, bir bütün olarak kavranması neredeyse imkânsız gibi gözükür. Baskın ideoloji daima, özü oluşturan parçalar üzerine dağılmış olarak gözükür. Bu nedenle ideoloji, hem her hangi bir fotoğrafın ya da yazının belirlediği özgül yorumdur, hem de içinde ideolojik söylemin sürdürüldüğü genel bir ambiyanstır. İşte bu nitelik Althusser’i şu sava götürmüştür: İdeolojilerin tarihi vardır, oysa kendi içinde ideolojinin tarihi yoktur. İdeolojik temaların, kendilerinin soyutlanmasını zorlaştıran bir diğer niteliği de oldukça farklı iki seviyeyi bağlamak ya da birleştirmek için kendi biçimlerini oluşturmalarıdır. Bir taraftan, yakın siyasi ve ahlaki değerler açısından dünyayı sınıflandırıp; burada-ve-şimdi açısından Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, Ed. G. Nowell-Smith (London, Lawrence & Wishart, 1971), Cf. also Beliefs in society, Nigel Harris (London, Watts, 1968). 14 L. Althusser, op. cit. 15 R. Barthes, ‘Rethoric of the image’, Working papers in Cultural Studies no.1 (Birmingham, Centre for Cultural Studies). 13 İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 259 olaylara özgül ideolojik bir göndermede bulunurlar. Böylece yüzleri, adları, hareketleri, atıfları, nitelikleri ödünç verdikleri bir temayı olayın içine yerleştirirler. İdeolojik temalara oyuncu ve sahne temin ederler – her şeyden önce konu alanı içinde çalışırlar. Göstericilerin ve polisin fotoğrafı, böylece özgül bir olayla olan ilişkisi bağlamında tikelliğiyle, tarihsel bir konjonktüre bürünüp zamansal açıdan olaya yakınlığıyla temel kazanır. O fotoğrafta, ‘sokak siyaseti zirvesinde’ kamu söyleminin ve kınanmasının var gücüyle parlamento dışı muhalefet hareketlerinin yükselişine karşı harekete geçirildiği yerde, ‘yasa kuralı’nın genel arka plan ideolojik değeri, ‘şiddet yoluyla çatışma’ya karşı genelleştirilmiş tavırlar sistemindeki siyasi tarihin bir anında nakite çevrilmektedir. Gene de, tam o anda, ideolojik tema uzaklaştırılır ve evrenselleştirilir: mitikleşir. Bu olayın ya da konun somut tikelliğinin arkasında ya da içerisinde sanki uçup giden, daha arketipsel, hatta arkeolojik-tarihsel bilgi - kendi şekillerini evrenselleştiren bilgi - şekilleri gözümüze ilişir. Bu mitik şekil sanki tabir caizse, daha yakın siyasi mesaj içerisinde uçuşmaktadır. Nixon’ın gülen yüzü tam o tarihe ve ana aittir – siyasi kariyerinin belirli bir anında, bir Amerikan Başkanı belirli tarihsel bir anın tartışmasının ve muhalefetinin yarattığı fırtınayı güvenle idare etmektedir. Ancak, bunun arkasında, hanımefendi karısıyla kol kola, kızlarının nikâhında bahçede yürüyen, tüm zamanların en sade aile adamının evrensel yüzü vardır. The Times ‘tekme fotoğrafı’nı ele alışında, yakın siyasi ideolojik temayı seçer ve belirler – POLİS GROSVENOR MEYDANI’NDAKİ SAVAŞI KAZANDI. Ancak, bu mesaj içerisinde, the Mirror daha mitik, daha evrensel bir temayı yakalayıp ayrıntılandırır – bin değişik fotoğrafın temelini oluşturabilecek tema: ‘mükemmel Britanya polisimiz’ mitidir. Burada sanki ideolojik söylem içerisinde propagandaya ve mite yönelik ikili bir hareketle uğraşıyor gibiyiz. Bir taraftan, ideolojik söylem, olayı tercih edilen siyasi/ahlaki bir açıklama alanına doğru yönlendirmektedir. Olaya, ‘ideolojik bir okuma’ ya da yorum sağlamaktadır. Barthes bu noktayı, ideolojik işaretin, mitik bir şemayı tarihe bağladığı şeklinde ifade etmektedir. Barthes, toplumun kendi çıkarlarına onun nasıl karşılık geldiğini görmüştür. Bu aşamada çağrımsal anlam retoriği, olaylar dünyasını ideolojik anlamlarla doyurur. Aynı zamanda, bu bağı gizler ya da yerinden eder. Bizden, tarihe empoze edilmiş olan tikel saptırmanın her zaman orada olduğunu hayal etmemizi ister ki bu onun evrensel, ‘doğal’ İletişim 2005/21 260 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* anlamıdır. Barthes’in savına göre, mitler, ideolojik işaretin güdülenmiş doğasını gizlemek için dünyayı tarihselliğinden eder. Onlar ‘tarihsel gerçekleri açığa çıkartmazlar’: tarihi, ‘doğaya dönüştürerek’ saptırırlar. İdeolojik seviyede, haber fotoğrafları, kendilerini sürekli başka bir şeymiş gibi gösterirler. Tarihsel olayları ideolojik açıdan yorumlarlar. Ama kendilerini gerçeğe, tarihe oturtma eylemi içinde, büyük arketipsel mesaj deposunun parçası, ‘evrensel’ işareti olurlar. Burada vurgulanan tarihten ziyade doğa, gerçeklikten ziyade ‘mit’tir. Görsel işaretin şifresinin çözülmesine sıra dışı bir karmaşıklığı ödünç veren işte bu yakın, siyasi, tarihsel ve mitik olanın konjonktürüdür. Haber fotoğraflarının, kendilerini ‘doğa’nın bakış açıları olarak gösterirken özgül yöntemleri vardır. Kendilerini ‘gerçek dünya’nın bire bir görsel-kopyalarıymış gibi sunarak ideolojik boyutlarını bastırırlar. Haber fotoğrafları, tasarımladıkları olayın gerçekliğine şahitlik ederler. Bir olayın fotoğrafları kendi içlerinde bir meta-mesaj taşırlar: ‘bu olay gerçekten meydana geldi ve bu fotoğraf bunun delilidir.’ şeklinde okunur Vesikalık türündeki insan fotoğrafları da bu temel sağlama ve şahitlik etme işlevini desteklerler: ‘işte hakkında konuştuğumuz adam bu, o gerçekten var’. Öyleyse fotoğraflar, kelimenin gerçek anlamıyla, ‘gerçekler’in kayıtları olarak belirirler ve kendi adlarına konuşurlar. Barthes buna, bütün fotoğrafların ‘orada-bulunmuş-olma’sı der.16 Haber fotoğrafları, ‘bu gerçekten oldu, kendiniz görünüz’ şeklinde dikkat çekilen gizli bir işaretin altında çalışırlar. Şüphesiz, bir olayın ötekine karşın bu anının, onun yerine bu kişinin, diğerinin yerine bu açının tercih edilişi, olayın seçilmesinden olaylar ve anlamlar zincirinin tasarlamasına kadar devam eden fotoğraflamaseçme sürecini içinde barındıran oldukça ideolojik bir yöntemdir. Ama olayı gerçekten olduğu gibi yeniden oluştur izlenimi vermek suretiyle haber fotoğraflarının seçici/yorumsal/ideolojik işlevlerini bastırırlar. ‘Gerçek Dünya’ her zaman, önceden verili, yansız, sorgulanamaz ve yorumlanamaz yapı içinde kendine bir güvence aramaktadırlar. Bu seviyede, haber fotoğrafları hatasız bir ortam olarak gazetenin inanırlığını desteklemekle kalmaz, aynı zamanda onun nesnelliğini de garanti eder ve sorumluluğunu üstlenirler (yani, onun ideolojik işlevini yansızlaştırırlar). Bu ‘yansızlık ideolojisi’nin kendisi liberal ideolojideki en derin mitlerin birisinden kaynaklanır: gerçek ve değer arasındaki mutlak fark, gazete 16 R. Barthes, ibid. İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 261 uygulamasında, bir sağduyu ‘kuralı’ olarak, ‘gerçekler ve yorum arasındaki fark’ şeklinde belirir: Ampirik yanılsama, natüralizm ütopyası. Bu nedenle haber fotoğrafının ideolojik mesajı, sık sık gerçekleştirilmiş olmayla yer değiştirir. İlk başta bu paradoksalmış gibi görünür. Her şey fotoğrafı tarihsel zamana yerleştirmek ister gibidir. Ancak gelişimi, yapıları, ilgileri ve karşıtlıkları ele alan tarihsel zaman, gazete söyleminde kısaltılmış zaman olan ‘gerçeklik zamanı’ndan farklı bir durumdur. Haber fotoğrafının karakteristik eylem zamanı, tarihi önemi olan anlık zamandır. Bütün tarih, yakın olan bakımından nakde çevrilebilen, açıklanabilen ‘bugün’e dönüştürülür. Aynı anda, bütün tarih mitleştirilir – anlık bir mitleştirme sürecinden geçer. İmaj güdüsünü kaybeder. ‘Doğal olarak’ kendisini seçmiş gibi gözükür. Ancak, çok az haber fotoğrafı bu kadar güdüsüzdür. Geçici IRA lideri, Dutch Doherty’nin, ULSTER, DOHERTY’nin İADE EDİLMESİNİ İSTİYOR başlığı altındaki öyküsü, öykü-metni içinde, IRA’nın adamlarına karşı Cumhuriyet içerisinde gerçekleştirilen hareketler üzerine spekülasyon üretip, aranan kişileri barındırmaması için Lynch hükümetine baskıda bulunur, vs: Ama söz konusu adamın sadece, baş ve omzunu gösteren küçük bir ‘vesikalık fotoğrafı’ vardır ve fotoğrafın altında sadece Anthony ‘Dutch’ Doherty yazmaktadır. Yine de, ‘aranan adam’, mahkûm ve peşine düşülen kişi çağrımsal anlamıyla bu ‘vesikalık fotoğraf’ın ideolojik önemi vardır. Bu fotoğraf tek başına ideolojik bir tema üretmeyebilir. Ama ideolojik tema bir tür karşılıklı ayna-etkisiyle üretilir üretilmez, onu güçlendirebilir, saptayabilir ve belirleyebilir. Öykünün kimin hakkında olduğunu ve o kişinin haberde nasıl belirdiğini öğrendiğimizde (yani metin imaja temalar eklediğinde), fotoğraf hemen, ideolojik temayı başka bir seviyede kırılmaya uğratarak, kendisine geri döner. Artık, onun oldukça kırpılmış, fazlasıyla yoğunlaştırılmış kompozisyonunun anlamını ‘okuyabiliriz’: aksi, asık surat: ağız, gözler, koyu sakalın sert çizgileri: kasıtlı olarak eğilmiş, figür kambur gözüksün diye yatırılmış bir açı: siyah takım elbise, sert bir anlatım. Şekil, kompozisyon ve anlatımıyla ilgili bu anlamlar ideolojik mesajı destekler ve güçlendirir. Fotoğrafın belirsizlikleri burada alttaki yazıyla çözülmez. Ama ideolojik temaya bir kez işaret edildiğinde, fotoğraf kendisine ait anlamlandırıcı bir güce kavuşur – ideolojik temayı katar ya da tespit eder ve onu başka bir seviyeye yerleştirir. Fotoğrafın söylediğine göre, bu, ‘bombacı ve silahlı adamlar’dan birinin İletişim 2005/21 262 Stuart HALL- Ç eviren: Ali M. BAYRAKTAROĞLU* yüzüdür: bu tamamen, bugünkü manşetin ne hakkında, Belfast’ın merkezinde ‘anlamsız’ diğer bir patlama daha, olduğunu gösterir. Bu onun konusudur, yazarıdır. Bu aynı zamanda evrensel mitik bir işarettir – tarihteki bütün ‘sert adamlar’ın yüzü, ‘tehlikeli, aranan bir suçlu’ olarak, Herkes’in portresidir. Kaynakça 1. Roland Barthes, "Myth today”, Mytholgies (London, Cape, 1972). 2. The example is from Barthes, Elements of semiology (London, Cape, 1967) 3. Walter Begehot, “The English Constitution”, Walter Begehot, ed. N. St John Stevas (London, Eyre & Spottiswoode, 1959). 4. L. Althusser, “Ideology and the State”, Lenin and Philosophy and other essays (London, New Left Books, 1971). 5. J. Halloran, P. Elliot & G. Murdock, Demonstrations and communication (Harmondsworth, Penguin, 1970). See also G. Murdock’s paper in this Reader. 6. E. Ostgaard, Nyhetsvandering (Stockholm, Washlston & Widstrand, 1968). 7. J. Galtung & M. Ruge, ‘The structure of foreing news’. Journal of International Peace Research, no. 1, 1965. Extract reprinted in this Reader. 8. Cf. Jock Young, ‘Mass media, drugs & deviancy’, in McIntosh and Rock, op. cit. 9. C. Wright Mills, The power elite (Oxford, Univ. Press, 1956). 10. L. Althusser, “Ideology and the State”, op. cit. 11. Cf. J. O’Neil, Sociology as a skin trade (London, Heinemann, 1972). The pharase is from C. B. MacPherson, The political theory of possessive individualism (OUP, 1962). 12. R. Barthes, “Myth today”, Mythologies, op. cit. 13. Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, Ed. G. Nowell-Smith (London, Lawrence & Wishart, 1971), Cf. also Beliefs in society, Nigel Harris (London, Watts, 1968). İletişim 2005/21 Haber Fotoğraflarının Belirleyici Özellikleri 14. L. Althusser, op. cit. 15. R. Barthes, “Rethoric of the image”, Working papers in Cultural Studies no.1 (Birmingham, Centre for Cultural Studies). 16. R. Barthes, ibid. İletişim 2005/21 263 Toplantı Değerlendirmesi Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... Hülya ERASLAN1 Son yıllarda Türkiye’nin ve dünyanın önemli gündem maddelerinden birisi olan “Ermeni Sorunu”, Bilgi ve Gazi Üniversitesi’nde düzenlenen uluslararası sempozyumlarla akademik alanda da yansımalarını buldu. Konuyla ilgili olarak yurt içinde ve dışında çeşitli tartışma platformları oluşsa da bilimsel düzeyde ses getiren ilk etkinlik Mayıs 2005’te Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması planlanan fakat iptal edilen “Ermeni Konferansı”ydı. Tüm tartışmalara, yasal düzeyde engellemelere rağmen konferans, düşünce ve ifade özgürlüğü adına Bilgi Üniversitesi’nde 24-25 Eylül’de yapılabildi. Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerince düzenlenen etkinliğin ismi “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunu”ydu. Medya ve kamuoyunda Ermeni tezinin tek taraflı seslendirildiği konferans olarak dikkat çeken etkinliğin ardından birçok üniversite farklı görüşlerin birlikte tartışılabileceğini göstermek adına çeşitli sempozyumlar düzenlemeye başladı. Bu etkinliklerin ilki “alternatif konferans” olarak da anılan, ve Gazi Üniversitesi Atatürk Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından 23-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen “Türk-Ermeni ilişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları” konulu uluslararası sempozyumdu. “Ermeni Sorunu”nun bilimsel yollarla çözülebileceği umudu ister istemez hepimizi akademik dünyada neler olup bittiğini takibe zorluyor. 1 Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. İletişim 2005/21 266 Hülya ERASLAN Bu yazıda, Bilgi ve Gazi Üniversitelerinde gerçekleştirilen sempozyumlarda sunulan bildirilerin Ermeni sorununa hangi konular üzerinden yaklaşıldığını sergilemeye çalışacağız. Bunun pratikte iki nedeni bulunuyor: Bilgi Üniversitesinde düzenlenen sempozyum bildirilerinin bir kısmı bazı gazete ve dergilerde sempozyum’un ilk ertelenişi ardından yayınlandı1. Sempozyum bildirilerinin içeriklerini değerlendirmememizin diğer nedeni ise -biri kırk dokuz diğeri elli üç-- toplamda yüzü aşkın bildirinin değerlendirilmesinin bu yazının sınırlarını aşacağı gerçeğidir. Bu nedenle etkinliklerde öne çıkan başlıklar incelenecektir. “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunu” Mayıs 2005’de üç gün sürecek şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması planlanan ve mahkeme kararıyla durdurulan sempozyum, 24 Eylül 2005’de Bilgi Üniversitesi’nde sabahın erken saatlerinden başlayıp geç saatlere kadar sürdürülerek (kimi zaman mola saatleri bile iptal edildi) iki günde bitirildi2. Sıkı güvenlik önlemlerinin alındığı etkinlikte, yetmişe yakın konuşmacının katıldığı on iki oturumda3 sınırlı sayıda izleyici vardı. Özellikle son anda etkinliğin yapılacağı mekânın değişmesi izleyicilere zor anlar yaşattı. Davetiyesi olmayan konuklar ilk gün etkinliği farklı bir salonda takip etmek zorunda kaldılar; konferansın ikinci günü yapılan düzenlemelerle tüm izleyicilerin etkinliğin gerçekleştiği salonu kullanmaları mümkün oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek olan konferansın iki kere iptal edilmesi etkinliğin amacını aşmasına neden oldu. Sorun “1915’te ne oldu?” yerine “1915’te olanları tartışabilecek miyiz”e dönüştü. Tüm engellemelere karşın Bilgi Üniversitesi’nde etkinliğe, “akademik özgürlüğün sahiplenilmesi” açısından son derece önemli olduğunu vurgulayan Bilgi, Sabancı ve Boğaziçi Rektörlerinin konuşmalarıyla başlandı. Bilgi Üniversitesi’ndeki etkinlikte elli üç bildirinin sunulması bizi sunumları kendi içinde kategorileştirerek anlatmaya zorladı. Bunlar; (1) 1915 Ermeni tehciri öncesine ilişkin anlatılanlar, (2) tehcirin gerçekleştiği döneme ilişkin anlatılanlar, (3) tehcirde yaşananlara İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 267 ilişkin anlatılan kişisel hikâyeler, (4) günümüzde Ermeni sorununun değerlendirilişi ve (5) tarihçi gözüyle Ermeni tehcirine nasıl bakılması gerektiği olarak beş ayrı kategoridir. 1915 Ermeni tehciri öncesine ilişkin anlatılanlar kategorisinde çeşitli bölgelerde yaşanmış Ermeni olaylarıyla ilgili sunumlar yer almaktadır. Prof. Dr Edhem Eldem4 örnek olay üzerinden 1896 yılında İstanbul’da yaşananları değerlendirirken; Adana Ermenileri üzerine sunulan tebliğde Dr. Meltem Toksöz’ün5 karışık anlatımı izleyicilerin bildiriyi takibinde süreklilik açısından zorluklar yaşattı. Konferansın fikir babası olan Yerasimos’un6 Zeytun ve Van olaylarıyla ilgili sunumu Prof. Dr. Halil Berktay tarafından okundu. Birzamanlar Yayıncılık’ın sahibi Osman Köker’se7 tehcir öncesinde Osmanlı devletinde ne kadar Ermenin yaşadığını farklı kaynaklar üzerinden sayısal verilerle anlattı. Yrd. Doç. Dr. Akşin Somel8, II. Abdülhamid rejiminin Ermeni okullarına ve bu okullardaki eğitim sistemine olan etkilerini incedi. Rober Koptaş9, Ermeni topluluğunun üç önemli temsilcisinin anılarından yola çıkarak 1914 Ermeni reformu ile İttihatçı-Taşnak müzakereleri üzerine bir konuşma yaptı. Yrd. Doç. Dr. Oktay Özel10 ise 93 Harbinden sonra Karadeniz bölgesindeki Gürcü, Çerkez, Ermeni Rum ve Müslüman cemaatler arasındaki ilişkileri ele aldı. Tehcirin gerçekleştiği döneme ilişkin anlatılanlar’da ise “Tehcir ve Sonrası” isimli beşinci oturum dikkat çekiyordu. İttihat Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın tartışıldığı oturumda Fuat Dündar “İttihat ve Terakki’nin iskan politikası (1913-1918)” adlı bildirisinde İttihat Terakki’nin 1913’te iktidarı ele geçirdikten sonra Türk milliyetçiliği fikrini harekete geçirerek Rumlara, Yahudilere, Ermenilere, Arnavutlara, Boşnaklara, Araplara, Gürcülere, Lazlara, Çerkezlere ve Çingenelere yönelik göç ve iskan politikasına giriştiğini iddia etti. Taner Akçam “İmha Edilenleri ve Kalanlarıyla Osmanlı Belgeleri Işığında, İttihat ve Terakki Yöneticilerinde Soykırım Kastı ve Soykırımın Organizasyonu” adlı iddialı başlığının altını doldurabilecek türden bir sunum yapamadı. “Teşkilat-ı Mahsusa’yı Nasıl Bilirdiniz?” adlı sunumda Cemil Koçak Kurmay Yüzbaşı Ruşeni Bey’in hayat hikâyesi üzerinden Teşkilat-ı Mahsusa kurumu hakkında bilgi verdi. Yine tehcir sırasında yaşananlar kategorisine sokacağımız bir bildiri de Nazan Maksudyan’ın “Genel Dünya ve 20. Yüzyıl Tarihçilerinde 1915-1916 Olayları.” Maksudyan dünya ve Avrupalı İletişim 2005/21 268 Hülya ERASLAN tarihçilerin eserlerinden yolla çıkararak 1915-1916 olaylarının dünya yazınında nasıl şekillendiğini inceledi. Prof. Dr. Ayhan Aktar’sa11 konuşmasında 1918 Kasım ve Aralık aylarında Ermeni meselesi üzerine Osmanlı Meclisi’nde mebuslar arasındaki tartışmaları aktardı. Tehcirde yaşananlara ilişkin anlatılan kişisel hikâyeler başlığı altında incelediğimiz “Facia ve Kurtuluş öyküleri”12 ile “Anılar ve Tanıklıklar”13, adlı oturumlar, konuşmacıların ve dinleyicilerin duygulu anlar yaşanmasına neden oldu. Akademik bir etkinlikte iki oturumda kişisel öyküleri dinlemek etkinliğin bilimsel niteliğini hiç kuşkusuz zorluyordu. Aykut Kansu “Tehcirden Sağ Kalanların Hikayesini Düşünmek” isimli bildirisinde tehcir dönemine ait hikayelerin doksan yıldır Türkiye’de konuşulmamasının nedenini milliyetçi ideolojinin varlığına bağladı. Belge fetişizminin bu hikâyeleri kanıt olarak kabullenmemeye ittiğini belirtti. Dr. Elif Şafak14 Tehcir döneminde yaşamış Ermeni kadın romancı Zabel Yesayan üzerine bir tebliğ sundu. Son derece akıcı ve etkileyici bir üslupla konuşan Şafak, diaspora’daki Ermenilere onlar gittikten sonra Türkiye’nin kültürel, sosyal açıdan çoraklaştığını söylemeğe ihtiyacımız olduğunu, onların da bunu duymaya ihtiyacı olduğunu dile getirdi. Diğer bir edebi inceleme de Erol Köroğlu’nun “Türk Edebiyatında Unutma ve Hatırlama Örnekleri: Suskunluğun Farklı Kırılma Noktaları” adlı bildirisiydi. Köroğlu sunumunu Ermeni sorununun Türk edebiyatındaki temsilini üzerine kurmuştu. Ona göre Ermeni meselesinin cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’lere kadar Türk edebiyatında yer etmeyişinin nedeni milliyetçi söylemin kültürelci hegemonyasıydı. Günümüzde Ermeni sorununun değerlendirilişi konulu sunumların sayısı da az değildi. “Sorunlara Toplu Bakış” isimli ilk oturumda Prof. Dr. Murat Belge15 demokrasi açısından Ermeni sorununu ele aldı. Belge’nin bildirisi, günümüz Türkiye’sinde Ermeni sorunun nasıl algılandığına ilişkindi. Konferansın Türkiye’de bir iç demokrasi sorunu haline getirildiğini iddia eden Belge, etkinlikte geçmişin değil asıl Türkiye’nin geleceğinin, demokratikleşip, demokratikleşmeyeceğinin tartışılacağını belirtti. Michigan Üniversitesi’nden Fatma Müge Göcek, 2000 yılında Chicago Üniversitesi’nde başlayan ve Türk-Ermeni Atölye Çalışmaları ismini taşıyan bir dizi etkinliği “Bir Bilgi Birikimi İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 269 Olarak Chicago-Salzburg Süreci” adlı konuşmasıyla değerlendirdi ve Bilgi Üniversitesindeki sempozyumu atölye çalışmalarının son ayağı olarak tanımladı. “Ermenilik Halleri”16 isimli oturumsa günümüzde Ermeni olmak üzerine kuruluydu. Dr. Ferhat Kentel Ermenistan ve Türkiye’de iki toplumun birbirini algılayışları ve ilişkileri üzerine yaptığı saha araştırmasını dinleyicilerle paylaştı. Ermenistan’da 1000 Türkiye’de 1200 kişiyle yapılan anket çalışması bu konuda ilk olma özelliğini taşıyor. Kentel çalışmada her iki ülke insanında da bilgi eksikliğinin, inşa edilmiş korku ve tehdidin olduğunu ama var olan önyargıların aşılıp farklı yollarla bilgi üretilebileceğinin de altını çizdi. Bir diğer araştırma da Günay Göksu Özdoğan’ın17 arkadaşları adına da sunduğu “Türkiye’de Ermeni Olmak: Cemaat, Birey, Yurttaş” adlı bildirisiydi. Türkiye Ermenilerinin kimlik inşa sürecini ortaya çıkarma amacını taşıyan araştırmada Türkiye Ermenilerinin hangi sosyal, siyasal süreçlerden geçtiği (cemaat ve siyasal kurumlar) ve Türkiye Ermenilerinin kimliklerini hangi ortamda nasıl sürdürdüğüne bakılmış. Daha öncelerden en iyi ihtimalle görülmeyen ya da ötekileştirilen Ermenilerin 1990’lı yıllardan itibaren tarihsel varlıklarını ve kültürel kimliklerini ön plana çıkarttıklarını saptamışlar. Melissa Bilal ise “Geçmiş İle Bugün Arasına Sıkıştırılmış Bir Kimlik: Türkiye’de Ermeni Olma Deneyimi” adlı tebliğinde liberal-çokkültürcülük-mozaik söyleme karşı çıkarak yersizleştirme ve kayıp üzerine konuştu. Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni Hrant Dink ise sekiz milyon Ermeni’den üç milyonunun Ermenistan’da; beş milyonununsa dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi kimliklerini yaşatma savaşı verdiğini söyleyerek, Sivas’ta ölen bir Ermeni kadınla ilgili anısını anlattı. Ermeni Sorunu ve Türkiye Demokrasisi18 adlı oturumday Ali Bayramoğlu, Türkiye Ermeni meselesine nasıl bakıldığını değerlendirirken; Prof. Dr. Ahmet İnsel, Türkiye devletinin, geleceği için Ermeniler üzerinden bir iç düşman yarattığını iddia ederek, Ermenilerin yurtlarının olmadığından onlara karşı gerçekleştirilen tehcirin daha kanlı olduğunu söyledi. Türk Ermeni dostluğunu yeniden kurmak adına Dr. Şahin Alpay tebliğinde çeşitli tavsiyelerde bulundu: Tarihçiler araştırma yapmalı; Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerinde Türkiye önemli rol oynayabilir; Ermeni ve Türk sivil toplum örgütleri devreye girmeli. Tarihçi gözüyle Ermeni tehcirine nasıl bakılması gerektiği konusu da önemliydi. Prof. Dr. Halil Berktay “Resmi Söylem Ne Diyor?” adlı bildirisine tarihçi ve tarihçiliğin kim ve nasıl bir İletişim 2005/21 270 Hülya ERASLAN uğraş olduğunu anlatarak başladı. Ermeni sorunu tarihçiliğinin ‘Soykırım oldu’ diyen Ermeni milliyetçi tarihçiliği ile ‘Soykırım yoktu’ diyen Türk milliyetçi tarihçiliği gibi iki milliyetçi söylemle kuşatıldığına dikkat çekti. Berktay etkinlikte, soykırımdı-değildi klişesine rastlanmayacağını söylese de resmi söylemin Ermeni tehcirine bakış açısını eleştirerek, sözü Anadolu Ermenilerinin yok olmuşluğuna getirdi. Prof. Dr. Selim Deringil “Ermeni meselesi ve Arşiv: Belgenin Boğazına Sarılmak” adlı sunumunda arşiv belgelerinin tılsımlı değnek olmadığı savını arşiv belgelerinden örneklerle kanıtlamaya çalıştı. Belgenin tek başına bir araç olduğunu, bağlamından kopartılarak müthiş bir etki yaratılabileceğini savundu. Son iki oturum “Basın Özgürlüğü ve Ermeni Sorunu”, “Bugün ve Gelecek”19 adlı iki panele ayrılmıştı. İlk panelde Radikal’den İsmet Berkan, Sabah’tan Yavuz Baydar, Yeni Şafak’tan Kürşat Bumin ve Cumhuriyet’ten de Oral Çalışlar katıldı20. Yavuz Baydar örneklerle Türk basınında Ermeni meselesi ile ilgili ciddi, kalıplaşmış önyargılar olduğunu dile getirirken, Kürşat Bumin Türkiye’de basın özgürlüğünün olmayışının Ermeni sorununa engel oluşturmadığını, Türk basınının sadece ermeni sorununu değil; diğer konularda da yazmadığından yakındı. Oral Çalışlar’sa konuyla ilgili kendisine gönderilen okuyucu maillerini okudu. İsmet Berkan Radikal gazetesinde “Sözde” lafının 2000 yılından beri kullanılmadığına dikkat çekti. Son oturumun en derli toplu bildirisini sunan Tarihçi Mete Tuncay ise 1915’te büyük bir trajedinin yaşandığını, konuyla ilgili ciddi analizler, belgeseller yapılması gerektiğini söylerken, “terim fetişizmine” takılmama uyarısında bulundu. “Türk-Ermeni ilişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları” İstanbul’da gerçekleştirilen etkinliğin üzerinden iki ay geçtikten sonra, 23 Kasım’da Ankara’da, Gazi Üniversitesi Atatürk Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından “TürkErmeni İlişkilerinin Gelişimi Ve 1915 Olayları” isimli uluslararası bir sempozyum düzenlendi. Çok seslilik ve tarafsızlık adına gerçekleştirilen bu sempozyum aynı zamanda Bilgi Üniversitesi’ndeki etkinliğe bir yanıt niteliği de taşıyordu. Uluslararası katılımcı sayısının (Rusya, Azerbaycan, İngiltere, İsviçre, Almanya, Amerika ve Suudi Arabistan’dan gelen İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 271 konuşmacılar) fazlalığıyla dikkat çeken sempozyumda on bir oturumda, elliye yakın yerli ve yabancı bilim adamı bildiri sundu. Sınırlı da olsa ilk defa Türk ve Ermeni tezinin birlikte tartışıldığı etkinliği de önceki bölümdekine benzer gerekçelerle kendi içerisinde; (1) 1915 Ermeni tehciri öncesine ilişkin anlatılanlar, (2) tehcirin gerçekleştiği döneme ilişkin anlatılanlar ve sonrası, (3) günümüzde Ermeni sorunun algılanışı, (4) Ermenilerin Müslümanlarla olan ilişkisi (Azeri-Ermeni sorunu) olarak dört başlık altında incelemek mümkün. Etkinlik Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç, Gazi Üniversitesi Atatürk Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hale Şıvgın, T.T.K. Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türk-iş Başkanı Mustafa Kumlu ve TBMM Başkan Vekili Sadık Yakut’un açılış konuşmalarıyla başladı. 1915 Ermeni tehciri öncesine ilişkin anlatılanlar kapsamında ilk sunum Prof. Dr. Reşat Genç’e21 aitti. Tarihteki Türk-Ermeni ilişkilerini iki ayrı Türk topluluğu olan Oğuzlar ve Kıpçaklar üzerinden anlatan Genç, Ermenilerin Selçuklular döneminde Türk hâkimiyetine girdiklerini, dinlerini, kültürlerini özgürce yaşayabildiklerini, Türklerle benzer duygular paylaştıklarını söyleyerek, Ermenilerin on dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra Rusya, Fransa ve İngiltere’nin kışkırtmasıyla Türk idaresine karşı mücadele ettiklerini belirtti. Türk boyu olan Kıpçaklarınsa Gregoryan Ermeni Kilisesince 1200’lerde Hıristiyanlaştırıldıklarını, Türkçe konuşup, Ermeni alfabesini kullandıklarını dile getirdi. Prof. Dr. Norman Stone22, Ermeni Diaspora’sının geçmişi romantik hale getirmek için olayları abarttığına vurgulayarak, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşından sonra oluşturduğu sahte belgelerle dünya ülkelerine tehciri soykırım olarak kabul ettirmeye çalıştıklarını anlattı. Doç. Dr. Haluk Selvi23 Ermeni çetelerinin oluşumunu 1900-1918 yılları arasındaki faaliyetlerini değerlendiren bir konuşma yaptı. Prof. Dr. Temuçin Faik Ertan “Osmanlı Devlet kadrolarında Ermeniler” isimli konuşmasında Ermenilerin Osmanlı devletinde nazır ve mebus olarak siyasi görevlerde; devlet memuru olarak idari görevlerde çalıştıklarını söyleyerek devletle iş yapan en geniş kesimin Ermeniler olduğunun altını çizdi. İletişim 2005/21 272 Hülya ERASLAN Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı adına katıldığı sempozyumda “Seferberlik İlanından Rus İşgaline Kadar Ermeni Milislerle Çatışmalar” adlı bir konuşma yaptı. Özdemir tehcir öncesinde ve sonrasında Ermeni milislerle olan çatışmaları görsel malzemelerle zenginleştirerek bilgilendirici ve akılda kalıcı bir bildiri sundu. Türkolog ve aynı zamana tarihçi olan Doç. Dr. Kalerya Antonninovna Belova’nın “I. Dünya Savaşında Kafkas Cephesinde Savaşanların Çıkarları” isimli konuşmasında dikkat çeken nokta “Çarlık Rusya’sı devrimci Ermenilere destek vermedi” açıklaması oldu. Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Belova’nın bu açıklamasına cevaben Rusların somut desteğini gösteren belgelere sahip olduklarını hatırlattı. Prof. Dr. Stanford Shaw’sa24 sunumunda Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluşundan önce gerçekleşen olaylardan sorumlu tutmanın yanlış olduğunu vurgulayarak, ABD ve Avrupa’nın Türkiye’yi olayların sorumlusu olarak görmesinin nedenini Türklere yönelik ırksal ve dinsel önyargı olduğunu dile getirdi. Her iki ülkenin ve Moskova, Petersburg, Selanik, İngiliz hükümeti tarafından “Resmi Sırlar Yasası” kapsamında gizli tutulan İngiliz arşivlerinin de Türk-Ermeni ilişkileri için önemli kaynaklar olduğunu belirtti. Yrd. Doç. Dr. Şenol Kantarcı25 II. Van isyanını görsel malzeme eşliğinde anlattı. Tehcir öncesi yaşanan olaylar başlığı altında değerlendirebileceğimiz son sunumsa Nejla Günay26 1895 Zeytun İsyanını anlattığı bildirisiydi. Günay, Zeytun İsyanına dair yazılanların çok az olduğundan yakındı ve yurt dışında konuyla ilgili daha fazla çalışma bulunduğunu söyledi. Tehcirin gerçekleştiği döneme ilişkin anlatılanlar ve sonrası’na ilişkin sunumlar ikinci ve dördüncü oturumlarda ağırlıktaydı; Prof. Dr. Guenther Lewy’nin “1915 Olaylarıyla İlgili Bildiklerimiz ve Bilmediklerimiz”de İttihat Terakki hükümetinin tehciri önceden planlamadığını salgın hastalıklardan ve olumsuz koşullardan dolayı pek çok insanın hayatını yitirdiğini söyledi. Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay’ın konuşmasında27 asıl vurgusu ‘geçici bir önlem olan ve bir yıl süren zorunlu göç’ sırasında merkezi yönetimin ne kadar duyarlı olduğuna ilişkindi. 1914 ve15 yıllarına ait belgeler ışığında tehcir sırasında yaşanan sorunları gidermede Osmanlı Devleti’nin ne kadar hassas davrandığını örneklerle anlattı. Emekli Büyükelçi Doç. Dr. Bilal Şimşir Mütareke sonrası İttihat Terakki’den ve Kuva-i Milliye’den ileri gelen 145 aydın ve yazarın Malta’ya sürülüşü üzerine bir değerlendirme İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 273 yaptı.28 Hasan Kundakçı ve Yrd. Doç. Dr. Feridun Ata’nın tebliğlerini de bu başlık altında toplayabiliriz.29 Günümüzde Ermeni sorunun algılanışı’na ilişkin bildirilerin içerikleri oldukça çeşitliydi. Rusya Federasyonu Duma Meclisi İnceleme Komisyonu Başkanı Alexander Dugin “Büyük Ortadoğu Projesine Avrasyacı Cevap” başlıklı bildirisinde, Ermeni Diasporası’nın ABD’nin çıkarına hizmet ettiğini söyleyerek, Türkiye’nin Avrasyacı bir politika takip etmesi gerektiğini savundu. Emekli büyükelçi ve CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ30 soykırım kavramını hukuki açıdan değerlendirdi. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv31 ise kişisel anılarından yola çıkarak Ermeni sorununa Batı ülkelerin nasıl yanlı baktıklarını anlattı. Emekli büyükelçi ve ASAM Başkanı Gündüz Aktan32 soykırım kavramını uluslararası mahkeme kararlarından örneklerle anlatarak Ermeni iddialarının Yahudi soykırımıyla benzerlik taşımadığını vurguladı. Prof. Dr. Anıl Çeçen33 Ermeni sorununu bir devlet politikası olarak görmemiz gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Sina Akşin34 Batılı devletlerin Türklere, İslamiyet’e, Anadolu ve Rumeli’ye nasıl baktığını görmemiz gerektiğinin altını çizerek ikinci cumhuriyetçileri olmayan bir soykırımı kabullenme hastalığından dolayı eleştirdi. TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu35, Ermeni sorunun 1914’te ortaya çıkmadığını politik bir geçmişe dayandığını söyleyerek sayısal verilerle tehcir sırasında hayatını yitiren Ermeni sayısına netlik getirdi. Parlamentolarında Ermeni soykırımını oylayarak kabul eden AB ülkelerini eleştiren Halaçoğlu konunun her yönüyle araştırılıp değerlendirilmesi gerektiğinin de altını çizdi. Prof. Dr. Bayram Kodaman “Ermeni Macerası” isimli konuşmasında Türk Ermeni ilişkilerini 1-Dostluk safhası (1878’e kadar) 2-Düşmanlık dönemi (uluslararası arenada 1878’le başlar.) 3-Yakınlaşma Dönemi (1923-1973) 4- Türk-Ermeni husumetinin tekrar başlaması (1973 ve sonrası) olarak dört ayrı döneme ayırarak inceledi. Ermenilerin tarihte çoğunluğu oluşturamadıklarından, sınırları belli olan bir bölgede yaşamadıklarından, tampon/vasıta bir toplum olmayı kabullendiklerinden ve Talat Paşa’nın ünlü deve/merkep hikâyesini unutarak macera peşine düştüklerinden söz eden Kodaman ‘ikinci bir maceraya gerek yok’ diyerek İletişim 2005/21 274 Hülya ERASLAN sözlerini bitirdi. Prof. Dr. Refet Yinanç’sa36 Ermeni Sorununun 1965’ten beri politikleşen boyutuna dikkatleri çekti ve Türk Diplomatlarına yönelik saldırılar üzerine bir bildiri sundu. Ermeni sorununa nasıl bakıldığı ve nasıl bakılması gerektiği konusunda ilginç bir sunumsa İnanç Atılgan’ın37 bildirisi oldu. VAT girişimi olarak bilinen Viyana Türk-Ermeni Tarihçiler platformunun çalışmalarını anlatan Atılgan, Ermeni sorununun en sade ve en objektif çözümü olarak VAT girişimini örnek gösterdi. Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi (ASAM) Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Emekli Büyükelçi Ömer Engin Lütem38, Türkiye’nin AB’ye üye olma girişimleri sürecinde Ermeni sorunun Türkiye’ye nasıl problem olarak çıkarıldığı üzerine bir konuşma yaptı. İsviçre eski parlamenteri Gaullaume Albert Houriet’se39 90 yıl önce yaşanmış olayların tamamen politik nedenlerle gündeme getirildiğini belirterek Ermeni soykırımının ülkesinde kabul edilmesinden dolayı özür diledi. Türkiye’nin AB’ye girdiği takdirde Avrupa’nın en büyük ülkesi olacağına söyleyen Houriet Avrupa’nın Türkiye’yi parçalamak istediğine dikkat çekti ve Avrupalıların genç Kemalist Türkiye’den korktuğunu ifade etti. Yutah Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hakan Yavuz40 uluslararası ilişkiler literatüründe yer alan soykırım tanımlarından yola çıkarak Ermeni tehciri sırasında yaşanan olayların herhangi bir soykırım tanımı içine girmediğini, bu yüzden Ermenilerin soykırım tartışmalarını uluslararası hukuk dışında tutmaya çalıştıklarını söyledi. Londra Near East Üniversite’sinden Prof. Dr. Selahi Sonyel41 ve Emekli Albay Dr. Ali Güler42 uluslararası ilişkiler ve Türkiye’nin AB üyeliği açısından Ermeni sorununu tartışarak benzer bir konuda iki farklı bildiri sundular. Dr. Günay Evinch43 ABD’de tarih derslerinde 1915 tehcirinin Ermeni soykırımı şeklinde okutulması yönündeki karar üzerine Türkler tarafından Massasuchets’de açılan dava ve davanın gelişimi üzerine bir bildiri sundu. Sempozyumun dikkat çeken bildirilerinden biri İşçi Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in “İsviçre’nin Ermeni Sorunundaki Tutumunun Değerlendirilmesi” isimli konuşmasıydı. Perinçek Ermeni sorununun tıpkı Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi Türkiye’nin parçalanmasını hedefleyen uluslararası güçler tarafından gündeme getirildiğini ileri sürdü. İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 275 Ermenilerin Müslümanlarla olan ilişkisi (Azeri-Ermeni sorunu) başlığı altında değerlendirilebilecek ilk bildiri Şam Üniversitesi, Suriye Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Faysal Kaltum’un “Batı Politikalarında Azınlık Meselesi” isimli bir konuşmasıydı. Ancak Kaltum’un konuşmasının Arapçadan çevirisi sırasında bazı aksaklıklar yaşandı. Azerbaycan Diasporasından sorumlu Devlet Bakanı Nazım İbrahimov’un yerine Ramil Hasanov konuşma yaptı. “Türkiye ve Azerbaycan Diasporasının Ortak Kaygıları” isimli konuşmasında Hasanov Ermenilerin Türkiye’nin AB yolunu tıkamaya çalıştıklarına dikkat çekerek aynı şeyi Azerbaycan için de yaptıklarını dile getirdi. Etkileyici konuşmasıyla Hasanov Türkiye ve Azerbaycan’ın birlikte hareket etmeleri gerektiğini vurgulayarak “Biz bir millet iki ayrı devletiz” dedi. Azerbaycan Atatürk Merkezi Başkanı Nizami Caferov44 tarihsel süreç üzerinden Ermeniler hakkında bir değerlendirme yaparken Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Saray45 da Atatürk’ün Ermeni sorununu hayatının sonuna kadar yakın takip ettiğini söyleyerek bu konuda esaslı bir çalışma yapılmadığından yakınarak herkes üzerine düşeni yapsaydı sorun iki üç sene içinde çözülürdü dedi. Sempozyumun bir oturumu da Ermeni-Azeri ilişkilerini ele alan tebliğlere ayrılmıştı46. Prof. Dr. Hasan Guliyev’in, Azerbaycan Milletvekili Sabir Rüstem Hanlı’nın, Prof. Dr. Nesip Nesipli’nin, Yrd. Doç. Dr. Ender Gökdemir’in, Prof. Dr. Aygün Attar’ın ve Azerbaycan Milli Arşiv İdaresi Genel Müdürü Dr. Atahan Paşayev’in bildirilerinde Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki sorunlar çeşitli konular üzerinden tartışıldı. Gazi Üniversitesindeki sempozyumun en ilgi çeken sunumlarından bir tanesi de Mehmet Perinçek’e47 aitti. Perinçek Sovyet-Ermeni kaynaklarından hareketle Ermeni soykırımını değerlendiren bir konuşma yaptı. Ortak Bildiriler… Almanya Ruhr Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır48 ve Ankara Üniversitesi’nden Prof Dr. Baskın Oran49 her iki etkinlikteki ortak isimlerdi. Her iki sempozyumda da aynı başlıkları İletişim 2005/21 276 Hülya ERASLAN taşıyan bildiriler sundular. Adanır, 1915’i tarihin sıfır noktası saymak tarihin süreçsel karakterini ve tarihsel nedenleri göz ardı etmek olduğunu söyleyerek konuşmasına başladı. Adanır bildirisini Ermeni sorunu hangi belgeler bazında incelenmeli; doksan yıldır oluşmuş bilimsel literatür; karşılıklı soykırım açısından bu olaylar nasıl adlandırılabilir; 1915 olayları nasıl bir çerçevede yorumlanmalı olarak dört ayrı kategori üzerinden sürdürdü. Türk Ermeni ilişkileri için Türk arşivlerinin önemini vurguladıktan sonra göç sırasında yaşananları anlamak için tehcirden sağ kurtulmuş kişilerin anılarının, Alman ve Avusturyalı subayların raporlarının da değerlendirilmeye katılması gerektiğini söyledi. Blue Book’un propoganda kitabı olduğunu kabul etmekle birlikte kitaptaki belgelerin göz ardı edilemeyeceğini iddia etti. Aynı zamanda doksan yıldır yapılan tüm çalışmaları da propogandist nitelendirilebileceğini söyledi. 1915’te ve öncesinde Ermeni milliyetçiliğinin olduğunu, Ermenilerin devlet kurma çabasına da girdiklerini; fakat tüm bunların 1915 tehciri sırasında yaşananları affettirmeyeceğini söyleyerek konuşmasını bitirdi. Prof. Dr. Baskın Oran ise her iki sempozyumda da sunduğu tebliğinde, hain ilan edilmeden konuşulamayan konuyu tabu olarak adlandırarak, Ermeni meselesinin artık tabu olmaktan çıktığını söyledi. Ermeni tabusunu üç dönem üzerinden değerlendiren Oran’a göre ilk dönem Osmanlı’nın son günleridir. Artık bu dönemde bu konu tabu olmaktan çıkmış, tartışılır hale gelmiştir. İkinci dönem Kurtuluş Savaşı ve T.C. ilk yıllarıdır. Türk kimliği inşasında Ermeniler ötekiler olarak ilan edilecektir. Üçüncü dönem bugünkü durumdur. Günümüzde Sevr yapıldığında olmayan bir Sevr paranoyasının yükselmekte olduğunu iddia eden Oran küreselleşmenin ulusal kimliklerin ödünü koparttığı söyledi. Ermeni meselesini tabu haline getiren sebepleri Oran şöyle sıraladı: millet sistemi, bilgisizliğin etkisi, 3T korkusu ve suikastların cezasız kalması Kısa bir değerlendirme… Her iki etkinlikte de nelerin tartışılıp konuşulduğunu anlattıktan sonra sıra etkinlikler hakkında karşılaştırmalı kısa bir değerlendirme yapmaya geldi. İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 277 Bilgi Üniversitesi’ndeki etkinliğe katılan konuşmacıların çalışma alanlarının çeşitli olması50 bildiri konularına da farklılık ve renk katmıştı. Üç günde yapılması planlan ama iki güne sıkıştırılan etkinlikte pek çok bildiri, sunulmasında zamanlama problemi yaşandığından eksik kaldı. Bilgi Üniversitesi’ndeki etkinlikte sunumlar sırasında konuşmacıların duygularına yenik düşmesi Dolapdere kampüsünde dramatik bir havanın esmesine neden oldu. Konunun tarihçiler bırakılması gerektiği düşüncesiyle tarihçilerin sayısının fazla olduğu Gazi’deki uluslararası sempozyumda çok sayıda yabancı uzman vardı. Osmanlı İmparatorluğu tarafından gerçekleştirilen Ermeni Tehciri ile ilgili bir sempozyum için Azerbaycan-Ermeni ilişkilerini değerlendiren çok fazla bildirinin yer aldığı etkinlikte, kimi zaman çeviri sırasında problemler yaşandı. Her iki sempozyumda da günümüzde Ermeni sorunun değerlendirilişiyle ilgili bildiriler ağırlıktaydı ve her iki etkinlikte de hoşgörü ortamının sağlandığı söylenemez. İstanbul’da, katılımcılar ve izleyiciler saldırgan bir tutum içerisindeki göstericilerin arasından geçerek etkinliğe katıldılar. Gazi Üniversitesi’nde ise İstanbul’daki etkinliğe de katılan Baskın Oran’ın konuşması konuyla ilgisi olmayan bir dizi soru ile protesto edildi. Medyanın etkinliklere olan ilgisine baktığımızda, medya basın özgürlüğünü adına iki kere iptal edilen Bilgi Üniversite’sindeki sempozyuma sahip çıkarken Gazi Üniversitesi’ndeki sempozyuma aynı ilgiyi göstermediği söylenebilir. Yazılı basında “Ermeni konferansı” olarak bilinen İstanbul’daki etkinlik tüm gazetelerde üç gün boyunca ilk sayfadan haber yapılırken, Gazi’deki etkinlik haberine kimi gazetelerde yer bile verilmedi. Görünen o ki, 1915 yılında yaşanan bir dizi olayın, güncel ve uluslararası siyasete alet edilmeksizin, kamuoyunda tartışılabilmesi, yaşananların bilimsel bir yaklaşımla ve insancıl düşünmeyi göz ardı etmeksizin ele alınmasıyla mümkün. Bu nedenle Bilgi ve Gazi Üniversite’lerinde düzenlenen sempozyumların olumlu birer adım oldukları yadsınamaz bir gerçektir. Bu nedenle, kamuoyunda, yaşananların bir çözüme ulaması için akademiye daha fazla görev düşmekte. İletişim 2005/21 278 Hülya ERASLAN 1 Ertelenen konferansta sunulmak için hazırlanan bildirilerin bir kısmı için bkz. Birikim (Mayıs - Haziran 2005; sayı 193-194) ve Radikal İki (29 Mayıs 2005) 2 Konferans mahkeme kararı ile durdurulmasının ardından, Hazırlık Komitesi tarafından alınan kararla Eylül ayı içerisinde yapılması gündeme gelmiş, bir grup avukatın başvurusu ile mahkeme tarafından Boğaziçi ve Sabancı Üniversitelerinde konferansın toplanması yasaklanmış; bunun üzerine Hazırlık Komitesi konferansı Bilgi Üniversitesinde ilan edilen tarihten bir gün sonra 24-25 Eylül tarihine sıkıştırarak yapma kararı almıştır. 3 Konferans, Sorunlara Toplu Bakış, Dünya ile Türkiye Arasında Bilgi ve Algılama Farkları, Balkan Savaşı öncesi “Eski Düzen”, Kopma Noktası:1912-1915, Tehcir Sonrası, Facia ve Kurtuluş Öyküleri, Anılar ve Tanıklar, Bir Yüzleşmenin Eşiğinden Tabuların Oluşmasına, Ermenilik Halleri, Ermeni Sorunu ve Türkiye Demokrasisi isimli oturumlarla; Basın Özgürlüğü ve Ermeni Sorunu, Bugün ve Gelecek adlı panellerden oluşuyordu. 4 Prof. Dr. Edhem Eldem “1896 İstanbul Ermeni Olayları” 5 Dr. Meltem Tokgöz “Adana Ermenileri ve 1909 İğtişaşı” 6 Prof. Dr. Stefan Yerasimos “1915’e gelirken: Ermeni Özerkliği, Zeytun ve Van Olayları”. 7 Osman Köker’in tebliğinin başlığı “Tehcir Öncesinde Osmanlı Devletinde Ermeni Varlığı” 8 Yrd. Doç. Dr. Akşin Somel “Ermeni Okulları Ve Abdülhamid Rejimi (1876-1908)” 9 Rober Koptaş ” Krikor Zohrab, Vahan Payazyan, Karekin Pastırmacıyan’ın kalemlerinden,1914 Ermeni reformu ile İttihatçı-Taşnak müzakereleri” 10 Yrd. Doç. Dr. Oktay Özel “Muhacirler, Yerliler Ve Gayrimüslimler: Osmanlı’nın Son Döneminde Karadeniz’de Toplumsal Uyumun Sınırları Üzerine Bazı Gözlemler” 11 Prof. Dr. Ayhan Aktar “Osmanlı Meclisi’nde Ermeni Meselesi: Kasım-Aralık 1918.” 12 Sarkis Seropyan “ Acı Bir Tarihin İçinden Vicdan Manzaraları”, Fethiye Çetin “Heranuş’tan Seher’e, Bir Kurtuluş Öyküsü”, Doç. Dr. İrfan Palalı “Tehcirin Çocuğu Fatma Ane” 13 Dr. Hülya Adak “Anılarda Ermeni Sorunu”, Dr.Ahmet Kuyaş “İttihatçılar Ne Diyor?”, Doç. Dr. Gündüz Vassaf “Saatli Maarif Takvimi’nde Ermeniler, Cevdet Aykan “Anıların anlamı ve zamanın, politikanın sorumluluğu” 14 Dr. Elif Şafak”Zabel Yesayan ve “Sakıncalı Ermeni Entelektüeller” Listesi” 15 Prof. Dr. Murat Belge “Demokrasi Açısından Ermeni Sorunu” 16 Hrant Dink “Dünyada Ve Türkiye’de Ermeni Kimliğinin Yeni Cümleleri”, Dr. Ferhat Kentel “Türkiye Ve Ermenistan Tohplumları:Sınırlar Ve Önyargılar”, Dr. Ayşe Gül Altınay “İki Kitap, Bir Sergi: Türkiyeli Ermenilerin Yeniden Keşfi” 17 Karin Karakaşlı, Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr.Füsun Üstel. 18 Ali Bayramoğlu “Türkiye toplumunda Ermeni meselesine bakış ve yaklaşımlar”, Etyen Mahçupyan “Türkiye’de milli kimliğin kurucu öğesi olarak tarih algısı/zihniyet ilişkisi”,Prof. Dr. Ahmet İnsel “Türk siyasetinde iç düşman kavramı ve Ermeni sorunu”, Dr. Murat Paker Türkiye’deki egemen politik kültürün psikanalitik değerlendirmesi bağlamında Türk Ermeni meselesi”, Dr. Şahin Alpay “Türk-Ermeni dostluğunun yeniden tesisi icin ne yapılabilir?” 19 Prof. Dr. Mete Tuncay (tarihçi), Temel İskit (diplomat), Prof. Dr. Turgut Tarhanlı (hukukçu), Ragıp Zarakolu (yayıncı), Cem Özdemir (politikacı) “Bugün ve Gelecek”adlı panelin katılımcılarıydı. 20 Hürriyet’ten Ahmet Hakan, Yeni Şafak’tan Fehmi Koru “Basın Özgürlüğü ve Ermeni sorunu” panelinde konuşmacı olarak ilan edilmelerine rağmen katılmadılar. 21 Prof. Dr. Reşat Genç “Türk Ermeni İlişkilerinin İlk Dönemleri ve Gregoryan Kıpçakları” 22 Prof. Dr. Norman Stone “Historian of Armenian Questions” 23 Doç. Dr. Haluk Selvi “Ermeni Çete Faaliyetleri 1900-1918” 24 Prof. Dr. Stanford Shaw “The Ottoman Holocaust” 25 Yrd. Doç. Dr. Şenol Kantarcı “Sevk ve İskan Kararına Giden Yolda Oldukça Önemli Bir Olay: II. Van İsyanı” 26 Nejla Günay “1895 Zeytun İsyanı” 27 Yusuf Sarınay “Ermeni Tehciri ve Yargılamalar” 1915-1916 28 Dr. Bilal Şimşir “Malta Sürgünleri ve Ermeni İddiaları” 29 Tehcirin uygulanışı ve sonrası ile ilgili sunumlar; Hasan Kundakçı “Yer Değiştirme, Sevk ve İskan Kanunu (Tehcir) Nedenleri ve Uygulaması, Yrd. Doç. Dr. Feridun Ata “Divan-ı Harbi Örfi Mahkemesinde Yapılan Tehcir Yargılamaları, Ermeni Soykırımı ve İddialarına Bir Delil Olabilir mi?” 30 Şükrü Elekdağ “Ermeni Soykırımı İddiasının Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi” 31 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv “Özgür Tartışmadan Yanayım Kişisel Deneyimlerimle…” 32 “Ermeni Soykırım İddiaları: Hukuki ve Psikolojik Yaklaşımın Kesiştiği Nokta” İletişim 2005/21 Ermeni Sorunu ve Sempozyumlar... 33 279 Prof. Dr. Anıl Çeçen “Bir Devlet Politikası Olarak Ermeni Sorunu” Prof. Dr. Sina Akşin “Olmamış Soykırımı Kabullenme Hastalığı” 35 Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu “Ermeni Soykırım İddiaları, Önyargı ve Yaklaşımlar” 36 Prof. Dr. Refet Yinanç “1965’ten Günümüze Ermeni Sorununun Siyasallaşması ve 1973’ten itibaren Türk Diplomatlarına Yönelik Katliamlar” 37 Yrd. Doç. Dr. İnanç Atılgan “Siyasi Bir İhtilafa Bilimsel Çalışmalar Çözüm Getirebilir mi?” 38 Ömer E. Lütem “Ermeni Sorununun Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi” 39 Gaullaume Albert Houriet “İsviçre Milli Meclisi(Nationaliat)”nin Ermeni Katliamını Tanıma Kararı ve Irkçılık Üzerine” 40 Doç. Dr. Hakan Yavuz “Genel Olarak Soykırım Kavramı ve Bunun Politikleştirilmesi” 41 Prof. Dr. Selahi Sonyel “Türkiye’nin AB üyeliği, İngiliz Gizli Belgelerinde I. Dünya Savaşı Döneminde Türk-Ermeni İlişkileri” 42 Dr. Ali Güler “AB-Türkiye İlişkileri Kapsamında Ermeni Sorunu” 43 Dr. Günay Evinch “ABD’de İfade Özgürlüğü Üzerindeki Ermeni Baskısı ve Massasuchets’de Türkler Tarafından Açılan Dava” 44 Nizami Caferov “Ermeni Problemi: Etnos’tan Siyasete” 45 Prof. Dr. Mehmet Saray “Atatürk ve Ermeni Sorunu” 46 Prof. Dr. Hasan Guliyev “Ermeni Milliyetçiliğinin Kökleri ve Nedenleri”, Azerbaycan Miletvekili Sabir Rüstem Hanlı “Ermenilerin Azerbaycan da Yaptıkları Soykırım”, Prof. Dr. Nesip Nesipli “Azerbaycan ve Ermeni Sorunu”, Yrd. Doç. Dr. Ender Gökdemir “Evliye-i Selase’de ve Azerbaycan’da Ermeni Katliamları”, Prof. Dr. Aygün Atar “Azeri Kaçkınlarının Dramı” 47 Mehmet Perinçek “Sovyet-Ermeni Kaynaklarında Taşnaksütyun Gerçeği” 48 Prof. Dr. Fikret Adanır “Kıyım, Soykırım ve Tarihçilik” 49 Prof. Dr.Baskın Oran “Son Tabunun Kökenleri: Türkiye Kamuoyunun Ermeni Sorunundaki Tarihsel-Psikolojik Tıkanışı” 50 Konuşmacıların çalışma alanları: tarih, sosyoloji, edebiyat, antropoloji, ekonomi, kültürel çalışmalar, uluslararası ilişkiler, psikoloji, uluslararası hukuk, kamu yönetimi. 34 İletişim 2005/21 Toplantı Değerlendirmesi “Medyada Yeni Trendler” Cem YAŞIN* Doğan Yayın Holding’in “Trendleri Konuşmak” başlığı ile düzenlediği toplantı 20 Ocak 2006 tarihinde İstanbul’da Doğan Medya Center’da yapıldı. Toplantının amacı, tanıtım broşüründe Doğan Yayın Holding’in başkanı M. Ali Yalçındağ’ın sunuş yazısından da anlaşılacağı gibi medya sermayesinin İnternet ve yeni medya teknolojilerinin kullanımı ve kitle iletişim araçlarının tüketicilerinin tüketim alışkanlıklarının değişiminin ne tür tehditler ve imkanlar sunduğunun belirlenmesiydi. Toplantının davetlileri bu sunuş yazısında Doğan Yayın Holding’in yerli ve yabancı ortakları, medya profesyonelleri olarak tanımlanmaktaydı. Toplantında sunuş yazısında yer almasa da sınırlı sayıda akademisyen sabah yapılan toplantıya katıldı. Toplantıda ilk göze çarpan kitle iletişim araçlarının “kullanım” olarak ele alınması oldu. Akademik çalışmalarda izleyici, okuyucu, dinleyici olarak ele aldığımız kitle, tüketici ve pazar olarak değerlendirildi. Bu durum medya sermayesinin, akademik çalışmalarda yaygın olan izleyici alımlama analizleri, kod açım süreçleri ve etki çalışmaları yerine tüketici davranışı odaklı bir yaklaşımı tercih ettiğini göstermekteydi. Toplantının konusunu yeni enformasyon teknolojilerinin kitle iletişim araçlarına etkisini konu edindi. Yukarda belirttiğimiz yaklaşım ile konu birleşince konuşmacılarla belirtilmese de “Yakınsama” (convergense) denilen olgunun bu pazarı nasıl yeniden biçimlendireceği konuşuldu. Aydın Doğan’ın bir gün önceki konuşmasında kendi çalışanlarından trend yaratan bir performans * Yrd.Doç.Dr. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü. İletişim 2005/21 282 Cem YAŞIN istediği göz önüne alındığında, toplantının beklentisi pazarın gelişimini tespit ederek pazarın yeniden yapılanmasında DYH profesyonellerinin daha aktif bir rol almasıydı. Konuşmacıların yaklaşımları göz önüne alındığında medya sermayesinin önümüzdeki dönemde ulus üstü ölçekte işbirliğine gideceğini çıkarmak mümkündü. Toplantıda ilk sunuşu The Associated Press’in başkan yardımcısı ve global gazete pazarı direktörü Thomas R. Brettingen yaptı. Brettingen’in konuşması yeni teknolojilerin haber üretim süreçlerine etkisi üzerineydi. Mesleğe muhabir olarak başladığını söyleyen Brettingen, teknolojinin son otuz yılda haberciliğin yapısını nasıl değiştirdiğini gördüğünü belirtti. Meslek hayatına başladığı 1970’lerde haber üretiminde jetonlu telefonların kullanıldığını, fotoğrafçıların otel odalarını karanlık odaya çevirerek haber ürettiklerini; bugün ise kablosuz internet bağlantısı kullanıldığını, dijital fotoğrafların anında haber merkezlerine aktarılabildiğini, video görüntülerin de bu gün uydu telefon bağlantıları ile dünyanın her yerinden AP merkezlerine aktarılabildiğini söyledi. Online ve kablosuz sistemlerin haber üretim sürecinde zaman boyutunu değiştirdiğinin altı çizildi. Brettingen, teknolojinin sadece haberin kaynağından aktarılmasının değil bu haberin medya kuruluşları tarafından okuyucuya aktarılmasının da değiştiğini, bunun da okuyucuyu süreç içinde daha farklı konuma getirdiğini belirtti. Teknolojinin gelişiminde haber üretiminin tek yanlı akışının değiştiğinin altı çizildi. Bu durum haber üretim sürecine insanların içinde yaşadığı olayları haberleştirerek veya video fotoğraf gibi görsel malzeme üreterek girdiği bir değişim olarak tanımlandı. Bu da, medyanın haber üretiminde merkezi rolünün sarsılması olarak yorumlandı. Bu değişim İnternet ve web ortamının haber aktarım amaçlı olarak kullanılması olarak değerlendirildi. Haber ajansları ve medya kuruluşlarının web sayfalarından örnekler verildi. Web haberciliğinin en büyük etkisinin editörlerin rolü üzerine olduğu vurgulandı. Medya kuruluşlarının marka imajlarını korumak için bu teknolojileri kullanmak zorunda kaldığı belirtildi. Ana akım medya için olmasa da bu durumun gazeteler için bir tehdit olduğu; buna rağmen ana akım medyanın ister yayımcılık, isterse yayıncılık olsun profesyonelliğin avantajlarını koruyacağı belirtildi. İnternet’in ana akım medya için sağladığı olanaklar ise okuyucunun haber konuları üzerine yaklaşımlarını değerlendirmek, online abonelik sistemi İletişim 2005/21 “Medyada Yeni Trendler” 283 ile yeni kazanç imkanları sağlamak olarak sıralandı. Bu durum Amerika’da üç büyük gazetenin 5,5 milyon okuyucudan, abonelik sistemi ile 43 milyon okuyucuya ulaşması ile örneklendi. Brettingen’in konuşmasında vurgu yeni enformasyon teknolojilerinin ana akım medya için bir tehdit olmaktan çok bir imkan olduğu ve düşünülmesi gerekenin bu teknolojilerden nasıl para kazanılacağıydı. İkinci konuşmacı Almanya’dan bir magazin yayıncısı (Axel Springer Magazines) Dr. Andreas Wiels idi. Dr.Wiels konuşmasına başarılı olmak için farklı olmak ve farklı üretimler yapmak gerektiğini söyleyerek başladı. Sunumda Almanya ve dünyada dergi ve gazete satışlarının düşüşü veri ve grafiklerle gösterildi. Bu düşüş sürecinde yayın kuruluşlarının çıkış noktası olarak, birbirlerini taklit eden ürünlerde fiyat rekabetini gördükleri ve benzer ürünleri daha düşük fiyata üretme süreçleri dergi örnekleri ile sunuldu. Varılan noktada pastanın küçülmesine rağmen, dergi ve yayın sayısının artığı ifade edildi. Bu durumun ise pazardaki oyuncu sayısını azaltarak birleşmeleri artıracağı iddia edildi. Yayıncılığın içine düştüğü durumu Dr.Wiels alternatif araçların kullanımı ile açıklamaya çalıştı. Kullanımı artan araçlar TV ve İnternet olarak tanımlandı. Verdiği rakamlardan insanların TV başında geçirdiği sürenin 3 saate ulaştığı ve İnternet kullanımının arttığı görüldü. Tirajlar azalırken genç kuşakların daha çok TV izlediği ve İnternet’e girdiği belirtildi. Wiels’ın bu durumdan çıkmak için önerdiği üç şey ise farklı olmak, marka olmak ve büyük olmakdı. Sunum, pazarlama deneyimlerinin aktarımı ile devam etti. Dr.Wiels online yayıncılıkla yazılı basının rekabet edemeyeceğini, ama üç avantajı olduğunu bunların doğruluk, kalite ve derinliğine haber olduğunu söyledi. Yazılı basının diğer avantajının da depolama kapasitesi olduğu, bir pazar dergisinin TV programı olması halinde 48 saatlik programa denk geleceği belirtildi. İçerik söz konusu olduğunda dergilerin TV ve İnternet’e göre avantajlı olduğu iddia edildi. Dr.Wiels diğer sunumlara göre daha az teknoloji etkisi içeren, yayıncılığı kendi içinde değerlendiren bir konuşma yaptı. Toplantıda üçüncü konuşmayı Fransız (TF1) kanalının yönetim kurulu başkanı Patrick Le Lay yaptı. Le Lay konuşmasına gazetecilik ve radyolar gerilerken TV’nin aynı düzeyde kaldığı İletişim 2005/21 284 Cem YAŞIN tespiti ile başladı. Grubun şirketlerinin yapısı ve Fransa’daki pazar payları hakkında bilgi aktardı. Sunum televizyondaki pasta payı ile ilgili bilgilerle devam etti. Bu güne kadar televizyonların kablo, uydu gibi kanallarla yayıldığını ama günümüzde daha farklı bir durumla karşı karşıya olunduğunu; İnternet ve cep telefonları üzerinden aktarımın yeni bir durum oluşturduğunu belitti. Le Lay, bugünkü sorunu herkesin birbirinin işini yapmaya soyunması olarak tanımladı. Le Lay, ödemeli televizyonları (pay TV) makul bulmadığını, sıradan bir ailenin telefon ve internet aboneliğine ek olarak televizyon için ödeme yapamayacağına karar verdiklerinden ödemeli TV’lerini sattıklarını belirtti. Ödemeli TV’den çekilmeleri ile birlikte tematik kanallarını da tasfiye ettiğini ekledi. Le Lay taşınabilir telefon gibi yeni alanlarda büyük bir ivme olacağını tahmin ettiğini söyledi. Yeni kuşakların TV seyretmek yerine zamanlarını bilgisayar karşısında geçirdiklerini, temel sorunun bu kesimin TV seyretmesini sağlamak için tüketim tarzlarına uygun yöntemler geliştirilmesi olduğunu belirtti. Televizyon içeriklerinin günümüzde büyük oranda Amerikan dizilerinden oluştuğu, daha fazla ulusal içerik gereksinimi olduğu, bu durumun daha fazla yaratıcılık gerektirdiği ifade edildi. Sadece yaratıcılığın yeni kuşakları yakalamak için yeterli olmadığından İnternet ve cep telefonlarına yönelik projeler oluşturmak gereksiniminden dolayı haberler, spor, müzik ve oyunlardan oluşan dört yeni programı sunacaklarını söyledi. Web ortamında video görüntülerinin yayınlanmasının TV için bir köprü oluşturacağı, bu stratejide gençlerin internet’ten mobil telefona, mobil telefondan TV’ye geçiş yapmasının hedefleneceği söylendi. Le Lay televizyon yayıncılığının sorununun yeni teknolojiler değil, içerikte kavramlarda yenileşme meselesi olduğunu söyledi. Toplantının diğer konuşmacısı ise Ericson şirketinden Johan Bergendahi idi. Konuşma izleyicinin enformasyon teknolojilerini kullanım düzeyini belirleme amaçlı sorularla başladı. Bu sorular “kaç kişi SMS mesajı gönderdi?” gibi sorulardan oluşuyordu. Sunuşun bu girişi pazarlama iletişimi formatını çağrıştırırken izleyiciyi bu adam acaba ne satacak diye meraka sevk etti. Bergendahi bu sorulardan çıkardığı sonuç ise salondakilerin Türkiye ortalamasının üstünde olduğu idi. Bu ne anlama geldiği belli olmayan tanımlamanın ardından İletişim 2005/21 “Medyada Yeni Trendler” 285 konuşmanın ikinci kısmında yeni enformasyon teknolojilerinden bahsetti. Bunlar arasında internet kullanımları, telefon üzerinden mp3 gibi müzik dosyalarının indirilmesi vardı. Yeni enformasyon teknolojilerinin yeni içeriklerin sağlanmasını olanaklı kıldığının ve müziğin bu içerikler içinde yer aldığının; telefonların ipod haline geldiğinin altı çizildi; gelecekte müziğin Internet’ten alınacağının üzerinde duruldu. Bergendahi konuşmasına yeni enformasyon teknolojilerinin bilgisayar ağları ile birleşmiş medya yaratarak, sayısallaştırılmış içeriklerin dağıtımını olanaklı kıldığını söyledi. Bergendahi bu konuda aşağıdaki verileri aktardı. • Dünyada 2 milyar geniş bant (broadband) kullanıcı bulunmaktadır. • Bu sayıya 2006’da 400 milyon kullanıcının eklenecektir. • Şu anda üçüncü kuşak mobil araçların kullanıcı sayısı 40 milyondur. • 150 milyon ev kullanımı vardır. Çin’de 2005’in ilk 10 gününde 10 milyar SMS gönderilmiştir; • 5 milyon insanın telefon üzerinden televizyon seyretmektedir.(1 milyon video streams) • Ödenmiş hizmetlerin (WAP gibi) ABD’de aylık miktarı 2 milyar dolara yaklaşmıştır. Bergendahi konuşmasına Türkiye ile ilgili aşağıdaki verileri aktararak devam etti. • Türkiye’de 845 bin geniş bant (broadband) abonesi bulunmaktadır. • Türkiye en hızlı büyüyen pazarlarından biridir. • 2005 yılı içinde pazar yüzde 27 oranında büyümüştür. • Türkiye dünyanın en hızlı büyüyen genişbant (Broadband) pazarıdır. • Mobil telefonda 3. kuşak uygulamaları bu yıl başlayabilecektir. • İnternet kullanımı ise yüzde 14 gibi düşük bir orandadır. Bergendahi kızıyla yaşadığı bir anıyı aktardı. Bir yelken seyahatinde kızının taşınabilir bilgisayarını kullanmak istediğini söylediğini, ne amaçla kullanıldığı sorulduğunda arkadaşları ile arkadaşları ile sohbet etmek (chat) yapmak için istediğini söylediğini İletişim 2005/21 286 Cem YAŞIN söylediğini bunun yelkenlide mümkün olmadığını ama gençlerin internet bağlantısı olmayan bir bilgisayar düşünmediğini söyledi. Geniş bant (broadband) teknolojisinin medya içeriklerini telefon, bilgisayar ve televizyondan izlenebilir hale getirdiği belirtilirken, bu kullanım tarzının aynı zamanda tüketiciyi izleme imkanı verdiği ve bu yolla da tüketici davranışlarının tespit edilebileceğinin altı çizildi. Yeni medya teknolojilerinin geri besleme özelliğinin reklamcılara geniş imkanlar sunduğu belirtildi. Enformasyon teknolojilerinin medya içeriklerini sunabilmesi için işbirliğinin gerekliliği vurgulandı. Abonelik sisteminin yaygınlaşması ile cep telefonları üzerinden ödeme yapma olanağı sağladığı, bu nedenle CD basanların kaybedeceği, içeriklerin ve müziklerin cep telefonları ile indirileceği tespiti yapıldı. Böylece müzik endüstrisinde maliyetin % 65’ini oluşturan kaleminin ortadan kalkacağı belirtildi. Telefonun sürekli taşınabilen bir araç olduğu tespit edildi. Örneğin insanların ipodlarını her yere götürmedikleri ama telefonlarını taşıyabildikleri, eğer telefondan müzik dinleme imkanı varsa insanların ipod almayacakları belirtildi. İnsanların telefondan film çektiklerinde kamera taşımayacakları örneği eklendi. Bu alanda medya şirketleri ile telekomünikasyon şirketleri arasında işbirliği yapılması gerektiğinin konuşmanın sonunda tekrar altı çizildi. Trendler üzerine konuşan son konuşmacı Nielsen Media Research International Yönetim Kurulu Başkanı Robert L.McCann’di. McCann’in konuşması daha çok televizyon odaklı idi. Televizyon hakkında içerik isi daha çok zaman kaydırma teknolojilerinin etkilerini içermekteydi. McCann “Cehennem Zaman Kaydırma Makineleri”nin (Infernal Time Shifting Machine) televizyon dünyasında son 60 yılda gerçekleşen değişikliklerden çok daha büyüğünü gerçekleştireceğini söyledi. Bu değişimin televizyonu olduğu kadar reklam ve diğer iletişim alanlarını da etkileyeceğini söyledi. McCann televizyonun hâlâ en önemli kitle iletişim aracı olduğunun altını şu sayılarla çizdi: • Ortalama bir insanın günde 2 ile 4 saat arasında televizyon seyretmesi, • A.B.D’de günlük ortalama televizyon seyretme oranının 5 saat olması, İletişim 2005/21 “Medyada Yeni Trendler” 287 • A.B.D.’de televizyon reklamlarının hacminin 130 milyar dolara erişmesi önde gelen göstergelerdi. McCann konuşmasında reklam sektörüne de değindi. Televizyon reklamlarının 400 milyar dolara yaklaştığını bildirdi. Reklamcılık ve televizyonculuğun büyümesinin paralel olduğu, internet’in meydan okumasına rağmen televizyondaki reklam harcamalarının azalmadığı grafiklerle sunuldu. McCann konuşmasına teknolojinin televizyon üzerinde etkileri ile devam etti. Televizyonun başlangıcında analog basit bir sistem olduğu, bu gün ise zaman kaydırmalı televizyona şahit olduğumuzu, televizyonun kişiselleştiğini söyledi. Teknolojinin bu gün istediğimiz programı istediğimiz zamanda seyretmemize imkan tanıdığını belirtti.Yakın bir gelecekte ise televizyonun telefonlardan seyredilebileceğini, taşınabilir televizyonun yakın bir gelecekte yaygınlaşabileceğini, bu gelişmenin kısmi olarak yaşandığını söyledi. McCann asıl değişenin televizyon değil teknoloji, özellikle de tüketici teknolojisi olarak tanımladı. DVD kaydediciler gibi muhtelif araçlar devreye girseler de insanların eğiliminin tek bir kutu içinde değişik teknolojileri kullanma imkanı veren seçenekleri tercih ettikleri belirtildi. Eğilimlerin bağlantılı ev denilen ve evin her yerinden televizyon bağlantısı kurmayı mümkün kılan bir teknolojiye gittiği, bunun içinde kablolu ve kablosuz bağlantı teknolojilerinin geliştiği söylendi. McCann konuşmasına video görüntü kaydedicilerdeki gelişmeler ile devam etti. Kişisel video kaydedicilerin yeni imkanlar getirdiği belirtildi. Bunlar • Zaman kaydırma kapasitesi, • Tekrar izleme imkanı, • Tercihler ile ilgili bilgilenip program önerebilmesinden oluşuyor. Bu tür teknolojilerin kullanımının ABD’de 3 milyonun üzerine çıktığı aktarıldı. Zaman kaydırma makinelerinin reklamcılar için önemli olduğu çünkü izleyici kitlesini biriktirme imkanı sağladığı belirtildi. Yapılan anketlerde ise kaydedilen programlardaki reklamların atlanma eğiliminin yüzde 66’larda olması bir olumsuzluk olarak tanımlandı. McCann İletişim 2005/21 288 Cem YAŞIN teknolojinin sadece televizyonu değil, reklam sektörünü de etkilediğini, reklamdan kaçma eğilimi karşısında sponsorluk ve ürün yerleştirme gibi tekniklere dönüleceğini söyledi McCann karamsar varsayımlara karşın Internet gibi tehditler karşısında televizyonun önemini yitirmeyeceğini, teknolojik gelişmelerin bir tehdit olduğu kadar imkan da yarattığını belirtti. Toplantı, başkanlığına Nuri Çolakoğlu’nun yaptığı “Değişen Yaşam Tarzları ve Gelecek Medya Trendleri” başlıklı panel ile devam etti. Panel’e sunuş yapan konuşmacılara ek olarak Türk Telekom’un başkanı da katıldı. Nuri Çolakoğlu konuşmasına “Eğilimleri nasıl yakalayacağız? Eğilimler teknolojide mi içerikte mi saklı biçiminde bir soru ile panele başladı ve soruyu Bergendahi’ye yöneltti. Bergendahi eğilimleri yakalamanın sadece teknoloji veya içerikle olmayacağını, farklı yetenekte insanların bir araya gelerek çalıştığını belirtti. Le Lay sorunun teknoloji sorunu olmadığını, yeni insanların yeni tüketim alışkanlıklarına uygun içeriği üretemeyenin pazarın dışında kalacağını söyledi. 20 yaşın üstündekiler için klasik televizyon programlarının yeterli olduğunu ama gençlerin yeni ürünler beklediğini, bunu televizyonun sağlayamadığı durumda diğer araçların sağlayacağını belirtti. Bu nedenle televizyon grupları olarak yeni ürünler yaratmak zorunda olduklarını söyledi.Nuri Çolakoğlu Wiele’ye yeni teknoloji kullanan gençlerle daha çok para harcayan yaşlıları nasıl dengelediklerini sordu. Wiele, Alman pazarının daha çok yaşlılardan oluştuğunu, yeni içerikler için 20-30 yıl zamanları olduğunu bu süre sonunda yeni içerikler üretenlerin kazanacaklarını söyledi. Brettingen ise güçlü markaların geleneksel medyalardan yeni medyalara geçişi sağlayabileceklerini, medya şirketlerinin adaptasyon için zamanları olduğunu belirtti. Robert L. McCann ise yapılan araştırmalara dayanarak içeriklerin demografik özelliklere göre düzenlenmesi durumunda yeni teknolojilerin tehdit oluşturmadığını, eski araçların kullanımının devam edeceğini söyledi. İkinci turda ise Nuri Çolakoğlu televizyon kurmanın maliyetinin düşmesi nedeni ile farklı segmentler için farklı içerikler üretmenin bir çözüm olup olmadığını sordu. Le Lay tek bir segment için üretmenin zor olacağı, bir segmentten çok daha büyük bir kitlenin hedef alınması gerektiğini belirtti. İlginç içeriğin ise sınırlı olduğunu, televizyon seyircisini toplayacak yılda iki üç program üretilebildiğini belirtti. Nuri Çolakoğlu mevcut eğilimin İletişim 2005/21 “Medyada Yeni Trendler” 289 içerikte daha fazla parçalanmaya doğru olup olmadığını sordu. Dr. Wiele kitle iletişim araçları için içerik üretenlerin önünde iki yol bulunduğunu; ilkinin kitleleri hedef alacağını, ikincinin ize uzmanlaşma ve tematik üretim olduğunu; ikisi arasında kalmanın ise istenmeyen bir durum olduğunu söyledi. İlk yolun daha büyük kitlelere yayın yapmanın reklamcılar açısından da cazip olduğunu, uzmanlaşmış tematik yayıncılığın ise maliyetinin olduğunu söyledi. Bergendahi ise parçalanmanın kaçınılmaz olduğunu belirtti. Toplantıda, teknolojideki gelişmelerin yarattığı işbirliği ve pazardaki gelişme imkanlarının araştırıldı. Konuşmalarda iletişim süreci içerik tüketimine indirgendi ve akademik çalışmalarda önem taşıyan mesaj, etki, alımlama gibi kavramlara değinilmedi. Toplantı bu içeriği ile akademi ile medya profesyonellerinin öncelikleri arasındaki farklılığı da ortaya koydu. Toplantı aynı zamanda medyaya sermayesinin ve onun biçimlediği basın ve yayım süreçlerindeki olası değişimleri gözlemleme imkanı da verdi. Önümüzdeki döneme damgasını vuracak olgunun “yakınsama” (convergense) olacağını söylemek mümkün. Yakınsama ile birlikte yazılı içeriğin internet’e aktarılacağı, dergi ve gazetelerin sayısal dijital hale getirilerek internet yayıncılığının yaygınlaşacağını; televizyon içeriklerinin geniş bant yayınları ile bilgisayar, cep telefonu gibi araçlar ile elde edilebileceğini söylemek mümkün. Bu gelişmeler teknolojinin içerik aktarımına sağladığı imkanlar olarak tanımlanabilir. Ama toplantıda değinilmeyen bir konu bu tür iletişim teknolojilerinin toplumsal etkisi. Yakınsama ile birlikte demografik gruplara ayrılan izleyicinin geleneksel araçlarda elde ettiği toplumsal bütünlük algısı ortadan kalkacak. Toplantıda bahsedilen zaman ve mekan kaydırma olgusu, izleyiciyi ve okuyucuyu toplumsal bağlamından maddi gerçekliğinden koparacak gibi görünüyor. Bu sürecin diğer bir etkisi ise içeriklerdeki değişimin toplumsal etkisi. Yeni kuşakların siyasal gazete okumak yerine bilgisayar oyunu ve müzik dosyaları indirmesi medyanın yeni eğilimi olarak sunuldu. Kitle iletişim araçlarının içeriklerinde bu değişim, kitleler üzerinde siyasal süreçlerden uzaklaşma etkisi yaratacak gibi görünüyor. Medya sermayesi açısından öngörülen dönüşüm ise içerik ve teknoloji şirketlerinin işbirliği ile tanımlanıyor. Teknoloji ve içerik daha çok küresel düzeyde üretilecek. İçerik daha fazla İletişim 2005/21 290 Cem YAŞIN teknoloji ile biçimlenecek. Bu durum yayıncılık gibi alanların daha büyük teknoloji şirketlerinin alt bölümleri olarak yapılanmasına, kitle iletişim araçlarının içeriklerinin daha çok sermaye denetimine girmesine neden olacak. Kamu yayıncılığı ise bu süreçte kendine bir yer bulamayacakmış gibi görünüyor. Kamu yayıncılığının en önemli unsuru ulus devletlerin yayıncılık alanında düzenlemeleri. Geniş bant ulus devletin bu işlevini yayın içeriğini ticarileştirerek etkisizleştiriyor. Bu süreçlerin en önemli etkisi ise kitlelerin bilişsel yapıları üzerinde olacak. Geleneksel kitle iletişim araçları içinde toplumun bütüncül algılanışı, yerini farklılaşmış içerikle parçalı toplumsal yapılara bırakacak gibi görünüyor. İletişim 2005/21 Kitap Değerlendirmesi Bir “İç Savaş”ın Perde Arkası... Bülent TELLAN * Hasan Cemal, Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim Cumhuriyet Gazetesi'ndeki “İç Savaş”ın Perde Arkası, Doğan Kitapçılık, İstanbul, Aralık 2005. 1924’de Atatürk’ün kurdurduğu ve adını koyduğu; halen Türkiye’nin en eski gazetesi unvanını taşıyan Cumhuriyet bir yandan basın tarihi ile ilgilenenler için oldukça çok malzeme sunarken, bir yandan da Türk medyasının bugünkü halini anlamlandırmak için araç olabiliyor. 82 yıllık geçmişi Türkiye tarihi ile neredeyse özdeş olan Cumhuriyet hakkında yazılan kitaplar ise ne yazık ki sayıca bir elin parmaklarını geçmiyor. Hasan Cemal’in 2005 yılı Aralık ayında Doğan Kitap tarafından yayınlanan anı kitabı Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim bu kitapların en sonuncusu ve aslında yazılması en çok beklenileni. 1944 doğumlu ve SBF mezunu olan Hasan Cemal bilindiği gibi İttihatçı Cemal Paşa’nın da torunu. Gazeteciliğe 1969 yılında haftalık Devrim dergisinde başlayan Hasan Cemal, Yeni Ortam, Anka ve Günaydın’da çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet’e girdi. 1979-1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği, 1981-1992 yılları arasında da Genel Yayın Müdürlüğü yaptı. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinde çalışan Hasan Cemal, halen Milliyet’te. Bu güne kadar yedi kitap** yazan Cemal’in son kitabı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim, “Cumhuriyet Gazetesi'ndeki "iç savaş"ın perde arkası” alt başlığını taşıyor. * Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Hasan Cemal’in kitapları yayın sırasıyla şöyle: Demokrasi Korkusu, 12 Eylül Günlüğü (Bilgi Yayınevi, 1986), Tank Sesiyle Uyanmak, 12 Eylül Günlüğü (Bilgi Yayınevi, 1986), Tarihi Yaşarken Yakalamak, Demokrasi Notları (Bilgi Yayınevi, 1987), Özal Hikayesi (Bilgi Yayınevi, 1989), Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım (Doğan Kitapçılık, 1999), Kürtler (Doğan Kitapçılık, 2003) ve Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki "iç savaş"ın perde arkası (Doğan Kitapçılık, 2005). ** İletişim 2005/21 292 Bülent TELLAN Büyük boy ve ekler hariç 537 sayfa olan kitap Cemal’in yaşadıklarını günü gününe aldığı notlara dayanıyor. Kitabın içeriği ve yayınlanmasından sonra basında yaşanan tartışmalara geçmeden önce kitabın türü ve yazarın yaklaşımından söz etmek gerekiyor: Hasan Cemal’in günlük tutma ve bunları kitaplaştırma alışkanlığı onun kitaplarını takip eden okur için hiç de şaşırtıcı değil. Mustafa Ekmekçi Eylül Yazıları kitabında 12 Eylül günlerinde Hasan Cemal’in gazeteyi kapattırmamak için yazarlara sıkı bir denetim uyguladığını ve herkesin günlük tutmasını öğütleyerek “ileride anılarınızı yazarken yaşananların hepsini yazarsınız” dediğini aktarıyordu (1996, Güldikeni Yayınları, Ankara). Cemal, Ayşe Arman’a röportajında 1982 yılında Kenan Evren’in kendisini azarlayıp gazeteyi kapatmakla tehdit etmesi üzerine günlük tutmaya başladığını söyleyecekti (Ayşe ARMAN, 4 Aralık 2005, Hürriyet Pazar). Hasan Cemal’in ikisi anı kitabı olan yedi kitabının Kürtler dışındakilerin tamamının yazdığı günlüklere dayanıyor olması da hatırlanması gereken bir diğer unsur. Ancak kişisel tarihini kaleme aldığı Hiç Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım ve son kitabı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim, edebi bir tür olarak “anı” türünde sıklıkla rastlandığı gibi “yazarın başından geçmiş lakin bazı kısıtlamalar yüzünden aktaramadığı olayları” içermiyor. Kitapta günlük tutarken yazılanlar nerede bitiyor, Hasan Cemal’in yaşanan olaylara yönelik bugünden yaptığı değerlendirmeleri, güncel fikir ve görüşleri nerede başlıyor çok belli değil. Kitap hakkında söylenebilecek çok söz var. Bunların büyük bir çoğunluğu da kitabın yayınlanmasından sonra yazılı, görsel ve elektronik basında söylendi. Hasan Cemal hem kitabın girişinde hem de daha sonra verdiği röportajlarda ısrarla “Bu benim Cumhuriyetim, öbürleri de isterlerse kendi Cumhuriyetlerini yazabilirler” diyor. Zaten kitabın alt başlığını oluşturan ‘perde arkası’ gibi bir kavramın bireysellik taşımaması da mümkün değil. Ancak kitap hakkında en başta söylenmesi gereken şey Hasan Cemal’in sadece bir gazetenin 10 yıllık öyküsünü ele almadığı. Cumhuriyet ‘i temel alarak bir hesaplaşma içerisine girmiş durumda yazar: İlhan Selçuk ve “şeker abiler” diye anmakta nedensiz bir şekilde ısrar ettiği Uğur Mumcu, Ali Sirmen, Oktay Akbal gibi Cumhuriyet yazarlarıyla hesaplaşma çabasında. Hatta Genel Yayın Müdürü olana dek saygıda kusur etmediği, ancak bu unvanı aldığı ilk gün bir çizgi roman karakterine “karısından azar işitip, dayak yiyen ihtiyar Profesör Nimbüs”e İletişim 2005/21 Bir “İç Savaş”ın Perde Arkası... 293 benzediğini fark ettiği Nadir Nadi ve karısı Berin Nadi ile hesaplaşma çabasında. Hasan Cemal zaman zaman hesaplaşmaya girdiği kişileri okurun gözünde küçük düşürebilmek, değersiz kılabilmek için çaba sarfediyor, birbiri ile yanyana gelemeyecek sıfatları ard arda kullanıyor; ya da bugün her ikisi de hayatta olmayan Nadi çiftinin yaşlılığı ile ilgili hikâyeleri umarsızca anlatabiliyor. İlhan Selçuk için “komünist, faşist, darbeci, askeri rejim yanlısı, Stalinci, TKP sempatizanı, takıyyeci” sıfatlarını kullanan Cemal, Uğur Mumcu’yu da “ekonomide devletçi, anti-Amerikancı, komplocu zihniyete sahip ve devletin iç çekirdeği ile tasvip edilemez ilişkilere sahip bir kişi” olarak tanımlıyor. Nadir Nadi’nin hastalıklarını sayfalar dolusu anlatan Cemal okuyucunun gözünde hastalıklı, eşinden fazlası ile korkan ve hiçbir şeye karışmak istemeyen, lakin irticacıları darağacı kurup sallandırmayı düşünecek kadar geri kafalı bir gazete sahibi imgesi yaratıyor. Berin Nadi ise kitapta tiz sesi ve alaycı kahkahası ile yer buluyor. İçkiye düşkünlüğünden söz edilen hissedarlar Leyla Uşaklıgil ve Marry Elizabeth Nadi; gazetenin hem hissedarı hem müessese müdürü olan ve sürekli olarak birileriyle birlikte birilerine karşı kumpas kurmaya çalışan Emine Uşaklıgil; Emine Uşaklıgil’in erkek arkadaşı –ve kitapta ilginç bir şekilde Hasan Cemal’in aşk dünyasındaki rakibi olarak da anılan-- David Tonge’da sık sık ismi anılan diğer kişiler. Kitabın hem bir süredir bekleniyor olmasının hem de basın dünyasında yaygın bir şekilde tartışılmasının nedeni ise 1991 yılında yaşananlar. Okuyucunun kitabı daha net değerlendirebilmesi için olup bitenlerin sıralanmasında fayda var. 1991 yılı hem dünya hem Türkiye hem de basınımız açısından oldukça önemli bir yıldı. Sovyetler Birliği, tüm yenilenme çabalarına rağmen varlığını artık sürdüremez hale gelmişti. Orta Doğu’da yaşananlar Türkiye’nin bölgedeki rolünün yeniden tartışılmasına neden oluyordu. Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan gerginlik ABD ve müttefiklerin harekâtın ardından sona ermemiş, bölgedeki iktidar kargaşası bir türlü ortadan kaldırılamamıştı. Üstelik Türkiye bir seçim dönemine girmişti. Yaklaşık 10 yıldır iktidarda olan ANAP’ın genel başkanı Turgut Özal cumhurbaşkanlığı seçilmiş, partisi ise güçlenen muhalefet karşısında seçime gitmekten başka bir çare bulamamıştı. 1991 yılının basın açısında önemli ilk hadisesi ise Cumhuriyet ‘in başyazarı ve sahibi Nadir Nadi’nin 20 Ağustos’ta ölmesiydi. Bu kaybın üzerinden iki ay geçmeden Cumhuriyet bir haber haline gelecekti. İletişim 2005/21 294 Bülent TELLAN 20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde 1983’den beri süren ANAP iktidarı son buldu ancak hiçbir parti tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaşamadı. Gazetenin yayın politikası sosyal demokrat partilerden ama özellikle de Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den yanaydı. Seçim sonuçlarıysa iki olasılığa izin veriyordu: Merkez sağı birleştirecek bir DYPANAP koalisyonu, ya da DYP-SHP koalisyonu. Cumhuriyet ‘de kaynayan kazanların taşması için gereken son damla da koalisyon tartışması oldu. Gazetenin ekonomi yazarı Osman Ulagay, seçimlerden sonra yazdığı yazısında “enflasyon, işsizlik, dış politika gibi sorunları ancak güçlü bir hükümetin aşabileceğini bu nedenle de koalisyonu programları bile birbirinin neredeyse aynı olan DYP ve ANAP’ın kurmasının uygun olduğunu ve SHP’nin ağır sorunları üstlenecek hükümete yama olmaması gerektiğini” yazdı. Aynı gün İlhan Selçuk, Uğur Mumcu ve Ali Sirmen ise yazılarında SHP’nin koalisyona girmesinin gerekliliğini anlatıyorlardı. İşin ilginç yanı aynı gün Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök’de Ulagay ile aynı doğrultuda bir yazı kaleme almıştı. Selçuk, Mumcu ve Sirmen ertesi gün isim vermeden Ulagay’ı “SHP’nin iktidar olmasını engelleyen bir komplonun parçası” ve “TÜSİAD Yazarı” olmakla suçladılar. Ulagay ise ertesi gün yazdığı yazı ile eleştirileri nükteli bir dilde cevaplandırdı. Ancak gazetenin köşe yazarları arasındaki atışma şeklindeki bu tartışma, gazetenin yönetimi ile yazarlarını karşı karşıya getirmişti. Nadir Nadi, ilerleyen yaşı ve bozulan sağlık durumu nedeniyle 1989 yılından beri gazeteyle olan ilişkilerini yazdığı başyazılar dışında sonlandırmıştı. Cumhuriyet’in idari işlerini yeğeni Emine Uşaklıgil, yazı işlerini ise Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal yürütüyordu. Ancak gazetede dengeleri gözeten bir örgütlenme daha vardı. Nadir Nadi sağlık durumu iyice kötüleşmeden önce yazarların bir kısmı ile yöneticileri bir araya getiren ve kendi yokluğunda da gazetenin yayın politikasını belirlemesi hedeflenen bir Yayın Kurulu oluşturmuştu. Osman Ulagay’ın durumu yazarlar tarafından Yayın Kuruluna getirildi. 10 kişilik Kurul Ulagay’ın haftada üç gün yazmaya devam etmesini ve sadece ekonomi yazmasını kararlaştırdı. Ulagay’ın hafta içi her gün yazması gerektiğini düşünen Hasan Cemal ve Yazı İşleri Müdürü Okay Gönensin alınan bu karar üzerine toplantıyı terk ettiler ve sorunu hissedarların da katılacağı Yönetim Kurulu İletişim 2005/21 Bir “İç Savaş”ın Perde Arkası... 295 toplantısına taşımayı kararlaştırdılar. Bu arada Osman Ulagay konuyla ilgili olarak yazdığı ikinci yazıdan sonra izne ayrılacak ve bir süre sonra gazeteden istifa edecekti. Ulagay’ın yazısından tam 14 gün sonra, 5 Kasım’da toplanan Yönetim Kurulu tartışmayı 15 dakika içinde noktaladı: “Yayın Kurulu danışma niteliğinde oluşturulmuştur ve gazete ile ilgili tüm yetki ve sorumluluk Genel Yayın Yönetmeni ile Yazı İşleri Müdüründedir”. Hissedarların bu tavrı gazeteyi ayakta tutan yazar kadrosu için oldukça sorunluydu. Nadir Nadi’nin eşi ve gazetenin İmtiyaz Sahibi Berin Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Ali Sirmen, Oktay Akbal, Ali Ulvi, Mustafa Ekmekçi, Şükran Ketenci gibi yazarlar ve gazetenin asıl emekçileri, muhabirler, fotomuhabirler, neredeyse tüm çalışanlar birbiri ardına istifa dilekçeleri doldurdular. Olup biteni köşe yazarlarının satır aralarına gizledikleri bir iki cümleden çözümlemeye çalışan okurlar, 6 Kasım günü her gün okumaya alıştıkları yazarların neredeyse hiç birinin yazmadığını gördüler. Ne olduğunu ise ancak ertesi gün öğreneceklerdi. Birinci sayfada üç sütunu kaplayan “Cumhuriyet ve Demokrasiyi Savunmak...” başlıklı yazıda Yönetim Kurulu’nun aldığı karardan bahsediliyor ve sorunun “çağdaş bir gazetenin hem kendi kimliğini titizlikle korurken, hem de değişik görüşleri en geniş yelpazede haber ve yorum nasıl yansıtılabilir?” sorusuna yanıt aramaktan kaynaklandığı anlatılıyordu. Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal bir yandan giden yazarların yerine yenilerini bulmak ve gazetede doğan boşluğu doldurmak için çabalarken bir yandan da Nadir Nadi’ye yazdığı mektuplar ile gidenlere yönelik eleştirilerini sıralıyor, istifa eden yazarların “düşünce diktatörleri” olduğunu anlatıyordu. Bu sırada kendilerini “bir grup Cumhuriyet okuru” olarak adlandıran bazı yazar, sanatçı ve öğretim üyeleri düzenledikleri toplantı ile “Cumhuriyet okumamaya, gazeteyi satın almamaya karar verdiklerini açıkladılar”. Alınan karar tıpkı 1971’de olduğu gibi okurun eski yönetim gelene dek gazeteye boykot uygulaması yolundaydı. Garip olansa toplantının ve alınan kararların Cumhuriyet’te de haber olarak verilmesiydi. Babıâli de Türkiye’nin en eski gazetesi Cumhuriyet’te yaşananları yakından takip ediyordu. Gazetelerde her gün gelişmeler ile ilgili haberler yayınlanıyordu. İstifa edenler ile yapılan röportajlar dışında yeni bir gazete İletişim 2005/21 296 Bülent TELLAN kurulup kurulmayacağı, gidenlerin ardından Cumhuriyet’in takip edeceği yönün ne olacağı tartışılıyordu. Okurlar da tıpkı yazarlar gibi ikiye ayrılmıştı. Bir grup okur “Cumhuriyet okumuyorum, çünkü Cumhuriyet okuruyum…” sloganı ile gazeteyi almamaya başlamış, yazarların istifasından önceki günlerde 120 binlerde seyreden tiraj bir hafta içinde 60 bine kadar düşmüştü. Bir başka okur grubu ise gerekirse birden çok gazete alarak bunalımın atlatılmasına çalışıyorlardı. Bu arada istifa edenler çeşitli gazetelerden aldıkları teklifleri değerlendirmeye başladılar. Uğur Mumcu, Ali Sirmen ve Oktay Akbal Milliyet’e; Cüneyt Arcayürek Bugün kadrosuna dahil oldular. Cumhuriyet ise yoluna devam ediyordu. Kadrosuna neredeyse her gün yeni bir yazar ekleyen gazete bir süre sonra okurunun karşısına yeni bir mizanpaj ile çıktı. Ancak ekonomik yük bir türlü azaltılamıyordu. İmar Bankası’ndan alınan 44 milyarlık kredi, ayrılanların yaklaşık 6 milyar tutan tazminatları ve çalışanların 2,5 milyarlık maaşları ödenecekler listesini oluşturuyordu. İmar Bankası’nın sahibi Uzan ailesinin medyada etkin bir güç olma hayali ise gazetenin üzerinde Demokles’in Kılıcı olarak sallanıyordu. Cumhuriyet’in 18 yıllık çalışanı, 11 yıllık Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, Şubat 1992’de önce izne ayrıldı, daha sonra da kısa Sabah ‘a transfer olarak sessiz sedasız Cumhuriyet’ten ayrıldı. Hasan Cemal’in istifasının üstünden kısa bir süre sonra, İmar Bankası, borçlarına karşılık haciz yoluyla gazetenin mal varlığına el koyduruyordu. Gazete yönetimi haciz işlemlerini durdurabilmek için konkordoto ilan ederken, hissedarlar gazetenin eski yazar kadrosunu göreve çağırma kararı alıyordu. Gazetenin 9 Nisan tarihli sayısında “Cumhuriyet’te Yeni Dönem” başlıklı haberle gelişmeler okura duyuruldu. İlk istifa dalgasının mağdurları gazetelerine kavuşmuştu. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk gibi bazı yazarlar gazetelerine geri dönerken, Ali Sirmen ve Oktay Akbal gibi bazıları yeni gazetelerinde kalmayı yeğlemişti. Ekonomik bunalımın aşılması için konkordato ilanının kabulünden sonra gazetenin imtiyaz hakları, gazetenin yazar kadrosunca kurulmuş bir şirkete, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Medya C’ye satıldı. Hasan Cemal’in kitabını okuyanlar 1991 yılında olup bitenin ne olduğuna dair oldukça az bilgi edinebiliyor. Basın tarihi çalışmalarından ya da olayların diğer tanıklarından İletişim 2005/21 Bir “İç Savaş”ın Perde Arkası... 297 öğrenilenlerle Cemal’in anlattıkları da çoğu zaman örtüşmüyor. Gazetenin 11 yıl genel yayın yönetmenliğini yapmış olan Cemal, kitapta kendisini çoğu zaman karar verme sürecinin oldukça dışında gösteriyor. Hasan Cemal’in kitabı Doğan grubunun gazetelerinde yazı ve röportajlarla tanıtıldı. 3 Aralık Cumartesi günü Milliyet ‘te Naki Özkan’ın birinci sayfadan giren haberi ile başlayan ilgi ertesi gün, Hürriyet’te Radikal 2’de, Vatan’da ve Zaman’da röportajlar ile devam etti. Gazeteler ilginç bir şekilde kitaptan hemen hemen aynı yerleri alıntılamışlardı, yapılan röportajlar ise röportajı yapanın kimliğine göre farklı dikkat çekici sorular içeriyordu. Aynı gün yazan Ertuğrul Özkök ise kendisinin “kin fukarası” olduğunu belirtip Berin Nadi’ye şirret diyemeyeceğini Cemal’in de kızgınlığını daha zekice yazabileceğini söylüyordu. Kitaba Cumhuriyet’ten ilk cevap 4 Aralık’ta Hikmet Çetinkaya’dan geldi. Pazar yazısında Milliyet’teki röportajdan söz eden Çetinkaya kendisinin de gazetede yaşananları kaleme aldığını ama bunu birileri üzerinden rant sağlamayı hedefleyerek yapmadığını anlatıyordu. İlk ciddi destek yazısı ise Cengiz Çandar’dan geldi. Bugün’deki köşesinde 5 Aralık’ta yazdığı yazısında Cemal’in yazdıklarının doğru ve hatta eksik olduğunu söylüyordu. 6 Aralık’ta pek de beklenmeyen bir şey oldu. Bazı televizyon kanalları kitap hakkındaki görüşünü sorduğunda “Hasan Cemal’in seviyesine inmem” diyen İlhan Selçuk köşesinden Aydın Doğan’a yazdığı bir açık mektup ile Cemal’in kitabını eleştirdi. Selçuk, Doğan Grubunun Cumhuriyet’i hedef olarak seçtiğini söyleyerek Aydın Doğan’ın bu saldırılardan haberi olup olmadığını soruyordu. Aynı gün Yeni Şafak ve Vakit gazeteleri köşe yazarları da alıntılar ile Cemal’in kitabında anlatılanları okurlarına duyururlarken, Akşam’dan Engin Ardıç üzerinden 13 yıl geçmiş olan böyle bir konunun basın dışında artık kimsenin umurunda olmadığını ileri sürüyordu. Aydın Doğan kendisine yöneltilen soruyu ertesi gün Cumhuriyet’e gönderdiği bir mektup yanıtlıyordu. Gazetenin tamamını birinci sayfasından okurlarına sunduğu mektupta “gazeteleri eve geldikten sonra okurum” diyerek kitap ile ilgili tartışmanın kendi dışında sürdürülmesini istediğini belirtiyordu. İlhan Selçuk ise köşesinden gazetesine yönelik saldırının nedenlerini önümüzdeki günlerde sergileme kararlılığındayız diyecekti. Kitap ilerleyen günlerde Cumhuriyet yazarlarının cevap yazılarıyla özellikle Zaman ve Vakit İletişim 2005/21 298 Bülent TELLAN yazarlarının kitabın içerdiği eleştirilerin ne derece haklı olduğu şeklindeki yazıları ile gündemde kalmaya devam etti. Bu arada 8 Aralık Perşembe günü yayınlanan Cumhuriyet Kitap ekinde kitabın Doğan grubu tarafından verilen bir ilanı yayınlandı. Hem Cumhuriyet okurları hem de basın tarafından şaşkınlıkla karşılanan bu gelişme, daha sonra öğrenildiği kadarıyla gazete yönetiminde de uzun soluklu tartışmalara neden olmuş, sonunda demokrasi ve bilgilenme hakkına olan inanç ağır bastığı için ilanın yayınlanmasına karar verilmişti. İlhan Selçuk yaşananları değerlendirmeye ilerleyen günlerde de devam etti. Doğan grubunda çoğu eski Cumhuriyetçi bir grubun başlattığı saldırı kampanyasına “Fettullahçıları gazetesi” dediği Zaman’ın da katıldığını söyleyerek laiklikten ödün vermeksizin saldırıları püskürteceklerini açıkladı. Aynı günlerde kitapta adı geçen bazı isimler de köşelerinde 1991 yılında yaşananları değerlendirmeye başladılar. Osman Ulagay Milliyet’teki köşesinde “Cumhuriyetteki Vazoyu Ben Mi Kırdım?” yazısı ile olup biteni anlatırken bir yazar olarak yönetimdeki tartışmalardan haberi olmadığını anlatıyordu. Hasan Cemal’in kitapta 1991 yılında yaşanan okur boykotunun sorumlusu olduğunu söylediği Melih Aşık da o günlerde yazdığı yazıyı tekrar alıntılıyor ve “kitap satmazsa sorumluluğun yine üzerine kalabileceğini” söyleyerek Cemal’in günlük tutmasına rağmen olayları hatırlamakta güçlük çektiğinin altını çiziyordu. Kitapta adı geçen ve Hasan Cemal’in yönetimindeki gazetede Ankara temsilcisi olarak görev yapan Yalçın Doğan’da Hürriyet’teki köşesinde “Hasan Ya Ben de Yazarsam” diyerek, pek sağlıklı olmayan bir ruh hali ile yazılmış olan kitabın geçen yılların dindiremediği bir öfke barındırdığını ve Cemal’in Cumhuriyet’i değil genel yayın müdürlüğünü sevdiğini ileri sürüyordu. Şahin Alpay ise Zaman’da aslında kitabı okumadan da yazabileceğini çünkü o dönemi yaşayanları başında geldiğini ancak okudukça “fevkalade önemli” şeyler öğrendiğini yazıyor ve ekliyordu: “Bu kitabın HC’nin büyük bir disiplinle tuttuğu günlüğünden çıkacak son kitap olmayacağını umuyorum. Çünkü Türkiye’de medyasiyaset-ticaret ilişkisini ondan daha iyi anlatabilecek bir başka gazeteci daha yok”. 14 Aralık günü ise Türk basınında ilk kez gerçekleştiği söylenebilecek bir olay yaşandı. Cumhuriyet başlattığı bir yayın ile Hasan Cemal’in kitabı ile gazete yönetimine yönelttiği İletişim 2005/21 Bir “İç Savaş”ın Perde Arkası... 299 suçlamaları kitaptan alıntılar yaparak yanıtlamaya başladı. “Hedef Cumhuriyet” başlığını taşıyan yayın 12 gün sürecek ve 26 Aralık günü son bulacaktı. Cemal’in kitabından yola çıkarak “Doğan grubu ve Fettullahçıların başlattığı karalama kampanyasını” okurların gözleri önüne sermeyi hedefleyen yazı dizisi, bir yandan da çeşitli gazete ve dergilerde konu ile ilgili yazılardan alıntılar yapıyordu. İşin ilginci seçilen yazıların büyük bir çoğunluğunun gazeteyi ve İlhan Selçuk’u eleştiren yazılar olmasıydı. Gazete bu durumu demokrasi ve çok seslilik adına yaptığının da altını çiziyordu. Yazı dizisinin bir ilginç yanı da Hasan Cemal’in yönetimindeki gazetenin Ankara Temsilciliğini üstlenmiş olan Ahmet Tan’ın 15 ve 20 Aralık tarihleri arasında kaleme aldığı altı yazı ile Cemal’i eleştirmesiydi. Ahmet Tan’a göre Hasan Cemal gazeteye adım attığı andan itibaren kalemini gizli kamera olarak kullanmıştı. Üstelik Hasan Cemal günlüklerinden yararlanarak yazdığı kitabında gerçekleri gizlemekten de geri kalmıyor, iyi bir transfer teklifi alınca gazeteden ayrılıp gittiğini kitabında anlatmayarak kendini okur nezdinde haklı göstermeye çalışıyordu. Hedef Cumhuriyet başlığını taşıyan yazı dizisi 26 Aralık günü sona erdi. İlhan Selçuk “Saldırının Özeti ve Sonuç” başlıklı bir yazıyla olup biteni son kez özetledi. “Dedikodu ile dolu” bir kitap ve eski 68'li, eski solcu, eski sosyalist ve eski Cumhuriyetçi olanların Fettullahçıların gazeteleri ile birlikte Cumhuriyet’e yönelik saldırılarının nedeni olarak satış, reklam ve dağıtım alanlarında ortaya çıkan tekelci yapıyı gösterdi. İlhan Selçuk, bütün öteki gazetelerden farklı bir yapısı olduğunu anımsatarak, “bir fikir gazetesi ve çalışanların sahip olduğu bir vakıf gazetesi” olarak Cumhuriyet’in Atatürk'ün kurduğu Atatürkçü bir gazete olduğunun altını çiziyor. Selçuk’a göre saldırının temel nedeni ise Cumhuriyet fikrini yıkma çabasıdır. Selçuk’a göre “Dürüst olmak için şimdiye dek basın tarihinde yapılmayanı yaptık, ne kadar seviyesiz olursa olsun, Cumhuriyet'e karşı sövgü ve saldırırı da sayfalarımıza aktardık, Karar okurlarımızındır...” Sonuç olarak Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim, bu dönemi merak edenlerin, beğenseler de beğenmeseler de okumak zorunda oldukları bir kitap. Ancak 1991 yılında yaşanan olayların tarafı olan ve anılarını 13 yıl sonra içindeki öfke hiç dinmemiş bir yazarın kaleminden çıktığı da unutulmamalı. 1991 yılında yaşananlar en çok Cumhuriyet ‘e zarar vermişti. Bu bağlamda kitabın da belki en çok değil ama Hasan Cemal’e de zarar vermiş olabileceğini düşünmek gerekiyor. İletişim 2005/21 301 Yazı Teslim Kuralları 1- Dergiye gönderilecek yazılar, Word 6.0 ve üstü versiyon (IBM uyumlu) programında yazılmış olmalıdır. 2- Bir buçuk aralıklı olarak Times New Roman yazı karakteriyle 12 punto olarak yazılan ve sayfanın tek yüzüne basılan yazılar üç kopya olarak bir adet disketle birlikte yayın kuruluna teslim edilmelidir. 3- Makalelerin kaynakça ile birlikte 20 sayfayı geçmemesi tercih edilir. Makalelerin 150 sözcüğü aşmayan İngilizce ve Türkçe özetleri de yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özette, araştırmanın kapsamı ve amacı belirtilmeli, kullanılan yöntem tanımlanmalı ve ulaşılan sonuçlar kısaca verilmelidir. 4- Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5- Dergiye gönderilecek yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6- Yazar ismi ya da isimleri makalede değil, makaleye iliştirilecek kapak sayfasında yer almalıdır. Bu kapak sayfasında, yazar isimleri dışında metin başlığı, yazarın adresi, telefon varsa e-posta veya faks numaraları yer almalıdır. 7- Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı düzeltmeler yapmaları istenebilir. 8-Yazının yayımlanması konusunda son karar yayın kuruluna aittir. Yayın kurulu kararına ilişkin bir mektup, hakem değerlendirmelerinin birer fotokopisiyle birlikte en kısa sürede yazarlara gönderilir. Yazıların Gönderileceği Adres: İletişim Dergisi G.Ü. İletişim Fakültesi, 81. Sokak No:2 06510 Emek/ANKARA İletişim 2005/21 302 Kaynakların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1- Ana metindeki tüm göndermeler metin içi dipnot sistemi ile belirtilir. Metinde uygun yerde parantez açılarak, yazarın veya yazarların soyadı, yayın tarihi ve alıntılanan sayfa numarası belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır, a.g.e., a.g.m. gibi kısaltmalar kullanılmamalıdır. Örnek: (Okay, 2000:71-76) 2- Alıntılanan yazarın adı, metinde geçiyorsa, parantez içinde yazarın adını tekrar etmeye gerek yoktur. Örnek: Özer (1995:57), düşünce alışkanlıklarının “Ben” değeri toptancılığının ve tiryakiliğinin, en dolaysız ifadesi olduğunu söylemektedir. 3- Gönderme yapılan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Postman ve Powers, 1996:122) 4- Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Kaya vd., 1996:149) 5- Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Erdoğan, 1997:150; Gürbilek, 1993:61) 6- Metin içinde yer alması uygun görülmeyen açıklamalar için sayfa altı dipnot yöntemi kullanılmalı ve bu notlar metin içinde 1,2,3, şeklinde sıralanmalıdır. Bu not içinde yapılacak göndermelerde de yukarıdaki yöntem uygulanmalıdır. Kaynakçanın Düzenlenmesi 1- Kaynakçada, sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıralama izlenmelidir. 2- Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre eskiden yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda yapılan çalışmalar için “a”, “b”, “c,” ibareleri kullanılmalıdır ve bunlar metin içinde yapılan göndermelerde de aynı olmalıdır. İletişim 2005/21 303 Kitap Güngör, Nazife (1994). Arabesk. Ankara: Bilgi Yayınevi. Çeviri Kitap Devito, A. J. Ve Reordon, K.K. (2002). Kişilerarası İletişim. Çev. Sacide Vural. Bişkek : Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Yayınları:27. Derleme Kitap Gürkan Pazarcı, Nilgün (2004). Türkiye’de Kitle İlitişimi. Ankara: Turhan Kitabevi. Derleme Kitapta Makale Erdoğan, İrfan (1999). “Popüler Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”. Popüler Kültür ve İktidar. Der. Nazife Güngör. Ankara: Vadi Yayınları. Dergide Makale Uzun, Ruhdan (2004). “Türkiye’de Spor Basımının Etik Anlayışı”. İletişim Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. 19: 1-20. Yayınlanmamış Tez Cantek, Levent (2005). Gündelik Yaşam ve Basın (1945-1950). Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İletişim 2005/21 304 Tebliğ Gürata, Ahmet (2003). “Anneler ve Kızlar: Melodram ve Arzunun Dizginlenmesi”. Türk(iye) Kültürleri : 2. Ulusal Kültür Araştırmaları Sempozyumu. 3-5 Eylül. Van. İnternette Makale Atabek, Ümit (1998). “İletişim Teknolojileri”. Http://www.ilet.gazi.edu.tr. 28.10.1998. İletişim Dergisinin Temin Edileceği Şahıslar ve Üniversiteleri Anadolu Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Banu Dağtaş, Atatürk Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Köse, Başkent Üniversitesi: Öğr. Gör. Serpil Aygün Cengiz, Ege Üniversitesi: Ar. Gör. Olcay Canbudak, Fırat Üniversitesi: Ögr. Gör. Basri Barut, Kocaeli Üniversitesi: Ar. Gör. İhsan Karlı, İstanbul Üniversitesi: Ar. Gör. Ayşe Cengiz, Ar. Gör. Selçuk Hünerli, Selçuk Üniversitesi:Doç. Dr. Bilal Ark, Maltepe Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Pınar Erkarslan. Marmara Üniversitesi : Yrd. Doç. Dr. Zeynep Çetin Aras Katkılarından dolayı kendilerine teşekkür ederiz. İletişim 2005/21
Similar documents
ATMM 2012 - ATMM Conference
Miks: Sadece Teknik Bir Zanaat mı, Yoksa Bir Sanat mı? Using Multimedia Intelligent Tutoring Systems in Educational Approaches: More Emphasis on Audio Implications Microphone Techniques for Bağla...
More informationİndirmek için tıklayınız.
kızlar araya hep kavgacı, öfkeli, sinirli, kafalarının içi bir türlü rahat duramayan erkeklere bağlı figürler olarak girer. Kızların varlığı da delikanlıların gerilimini artırır. Hikâyelerde konu e...
More informationÇevirmenin Sunuşu
Almanların Osmanlı dönemi hakkındaki kendi iç hesaplaşması, I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da, Berlin’de yoğun olarak yaşanmıştır. Örneğin İstanbul’da Ermeni tehcirinin önemli teşvikçilerinden bir...
More informationIcon - İstanbul Kültür Üniversitesi
GİRİŞ Fransızca “affiche” kelimesinden dilimize geçmiş olan afiş, herhangi bir fikri duyurmak, reklam ve propaganda yapmak için duvar veya bu iş için hazırlanmış yerlere yapıştırılan el yazması ya...
More information