1453 Dergisi 10. Sayı

Transcription

1453 Dergisi 10. Sayı
İSTANBUL’DA YAŞADILAR,
İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR
VE İSTANBUL İÇİN
ÜRETTİLER
CONTEMPORARY ART
GUESTS OF İSTANBUL
SAYI / ISSUE 10
EKIM - KASIM - ARALIK / OCTOBER - NOVEMBER - DECEMBER 2010
BU BIR SÜRELİ YAYINDIR / THIS IS A PERIODICAL JOURNAL
YÖNETİM / ADMINISTRATION
Beral MADRA
9
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Publisher on Behalf of İstanbul Metropolitan Municipality Culture Co.
Ahmet SELAMET
Genel Yayın Yönetmeni / Publishing Director
Nevzat BAYHAN
Yayın Danışma Kurulu / Publishing Advisor Board
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,
Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ,
Doç. Dr. Haluk DURSUN
İSTANBUL’UN YÜKSELEN
YILDIZI “GÜNCEL SANAT”
THE RISING STAR OF
İSTANBUL “ACTUAL ART”
Sami SOYKAN
Yayın Koordinatörü / Administrative Coordinator
21
Hasan IŞIK
YAYIN / PUBLISHING
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Writing Responsible
İSTANBUL’UN 10 RESMİ,
10 RESSAMI
THE TEN BEST PAINTINGS
AND ARTISTS FROM
ISTANBUL
Alper ÇEKER
Yayın Kurulu / Publishing Board
Yusuf ÇAĞLAR, İrfan DAĞDELEN, Salih DOĞAN, İhsan KABİL,
Mehmet MAZAK, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN,
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU, Müjdat ULUÇAM, Altay ÜNALTAY, İbrahim Hakkı YİĞİT
Aydın SÜLEYMAN
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
27
Sanat Yönetmeni / Art Director
Grafik Tasarım / Graphic Design
Şükran KUMRAL
DARÜLFÜNUN
MUALLİMİ OLARAK
MEHMET ÂKİF
MEHMET ÂKİF AS AN
INSTRUCTOR AT THE
İSTANBUL UNIVERSITY
Fotoğraflar / Photograph
Alp ESİN, Ali KONYALI
Reklam Koordinatörü / Advertising Coordinator
Sedef TARHAN
Rezervasyon / 0212 467 07 67
İngilizce Çeviri / Translation
37
Yusuf ÇAĞLAR
Zeynep KANDUR
Halkla İlişkiler / Public Relation
Betül EREN
e-mail:[email protected]
MUSTAFA SÜZER “Öncüler
daima eleştirilir.”
MUSTAFA SÜZER “The
avant-gardes are always
criticized.”
YAPIM / PRODUCTION
KÜLTÜR A.Ş.
Baskı - Cilt / Printing
Beyaz Düş Matbaacılık
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.
Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.
Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
Writers are legally responsible for their articles, photographs are to be used upon permisson, drawings and plans.
Articles can be quated completely or as summery by indicating references.
Photographs to be used are up on permission.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI
İSTANBUL METROPOLITAN MUNICIPALITY CULTURE CO. PUBLICATIONS
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri
34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL / TURKEY
Söyleşi - Intervıew by:
Hüseyin SORGUN
ŞİMONOSEKİ BELEDİYE
BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ
INTEVIEW WITH MAYOR
OF SHIMONOSEKI
53
Renk Ayrımı / CTP
45
FSF Print House
İSTANBUL’DAN
DÜNYAYA DÜNYADAN
İSTANBUL’A DOĞANÇAY
DOĞANÇAY: FROM
İSTANBUL TO THE
WORLD, FROM THE
WORLD TO İSTANBUL
OSMANLI
İMPARATORLUĞU’NUN
MODERN AVRUPA’NIN
OLUŞMASINDAKİ ROLÜ
THE ROLE OF THE
OTTOMAN EMPIRE IN
THE FORMATION OF
MODERN EUROPE
KİTAP FUARI
DEYİNCE AKLA
GELEN
WHAT COMES TO
MIND WHEN WE
HEAR ‘BOOK FAIR’
ERKAN OĞUR: Music
METİN ERKSAN
FİLMLERİNDE
İSTANBUL
İSTANBUL IN METİN
ERKSAN MOVIES
Söyleşen - Intervıew by:
Hasan IŞIK
Celil CİVAN
ekmek ve su kadar
doğaldı.
İSTANBUL’UN EN
GÜZEL EVLERİ
THE UNIQUE HOUSES
OF İSTANBUL
VAHAN USTA
MISTER VAHAN
135
Alper ÇEKER
DOĞUMLARININ 100.
YILINDA CAHİT SITKI
TARANCI VE ZİYA
OSMAN SABA
THE 100TH ANNIVERSARY
OF CAHİT SITKI TARANCI
AND ZİYA OSMAN SABA
LOCATION
İSTANBULMEKÂN
Elif TUNA
AJANDA
GUIDE
147
Kadir CAN
137
Elif ŞENGÜN
NE OLDU SANA BALIK?
WHAT HAPPENED TO
THE FISH?
139
M. Kâmil YAŞAROĞLU
101
93
was natural like bread
and water.
TÜRKİYE DİYANET
VAKFI İSLÂM
ANSİKLOPEDİSİ
THE ENCYCLOPEDIA
OF ISLAM OF THE
RELIGIOUS AFFAIRS
FOUNDATION., TURKEY
Metin CELÂL
89
83
Mehmet MAZAK
69
Prof. Dr. Cemil ÖZTÜRK
ERKAN OĞUR: Müzik,
Erhan AFYONCU
117
Education, New Teachers
OSMANLI
DEVLETİNDE
FUARCILIK
FAIR ORGANIZATION
IN THE OTTOMAN
EMPIRE
123
75
M. Lütfi ŞEN
TEACHER TRAINING
SCHOOLS IN İSTANBUL
French Revolution: New
109
Prof. Abdullah UÇMAN
Fransız İhtilalı: Yeni
eğitim ve yeni öğretmen
145
Ayumi TAKANO
İSTANBUL’DA
ÖĞRETMEN OKULLARI
61
EDİRNEKAPI’DA
MİHRÜMÂH SULTAN
CÂMİİ
THE MİHRÜMÂH
SULTAN MOSQUE AT
EDİRNEKAPI
57
BİR JAPON’UN
GÖZÜNDEN İSTANBUL
İZLENİMLERİ
IMPRESSIONS OF
İSTANBUL FROM THE
VIEW OF A JAPANESE
TAKDİM
INTRODUCTION
Bizler İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak kamu kaynaklarını kullanarak hizmet
vermekteyiz ve bu da harcamalarımızda özel bir hassasiyeti göz önünde bulundurmamızı gerektiriyor. Dolayısıyla, Panorama 1453 Tarih Müzesi ya da Yerebatan Sarnıcı gibi, geleneksel sanatların zamanın süzgecinden geçerek klasikleşmiş,
herkes tarafından kabul gören örneklerinin veya antik çağın eserlerinin sergilendiği mekânların işletmeciliğini yüklenmemiz toplumun tüm kesimleri tarafından
olumlu karşılanmaktadır. Buna karşılık çağdaş sanat konusunda koleksiyon oluşturmak, müze açmak gibi etkinlikler, yalnızca kendisine hesap vermek durumunda olan özel sektörün cesur girişimcilerine düşmektedir.
Here at the Istanbul Metropolitan Municipality, we provide services with public
funding. For this reason we have to be sensitive about how we spend this money.
Our taking on of managing the Panorama 1453 History Museum or the Basilica
Cistern, classics in the traditional arts, has been well received by all sectors of
society. In contrast, courageous entrepreneurs in the private sector, which is only
accountable to itself, usually assume responsibility for activities like establishing
a collection of contemporary art or opening a museum.
Her türlü hizmet talebine cevap vermek zorunda olan bizlerin yine de günümüz sanatına karşı kayıtsız olduğu söylenemez. Nitekim Taksim Sanat Galerisi
ve Maksem gibi sergi salonlarında bu dala ait ürünlere yer ayırmaya özen gösteriyoruz. Bununla birlikte sivil toplumun son yıllarda bu alana yaptığı yatırım da
dikkatimizden kaçmıyor.
1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak, şehrimizin bu konuda ulaştığı noktayı gözler önüne sermek ve hem sanatçıları hem de yatırımcıları cesaretlendirmek adına yeni sayımızı İstanbul’da çağdaş sanatın yükselişine ayırdık. Okuyucularımız dergi sayfalarında yetkin kalemlere ait doyurucu yazıları okumak ve çağdaş sanatın birbirinden ilginç örneklerini görmek fırsatını bulacaklardır.
Sözlerime son verirken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak dergimize
katkıda bulunan yazar ve sanatçılarla, yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma
teşekkürü borç bilirim.
However, it cannot be said that we are indifferent towards contemporary art;
we have yet to meet any kind of demand for services in this area. In fact, we are
doing our best to allocate more contemporary artwork to some of our exhibition halls, like the Taksim Art Gallery and Maksem. In addition, we are aware
that over the past few years investments by private citizens in this area have
increased.
We have dedicated this issue of 1453 Istanbul Culture and Arts Magazine to the
rise of contemporary art in Istanbul in order to reveal the level of art in our city
and to encourage both artists and investors. In this magazine, our readers will
have the opportunity to read fascinating articles by competent writers about the
most interesting examples of contemporary art.
To conclude, as the Mayor of the Istanbul Metropolitan Municipality I would like
to thank the writers and the artists who have contributed to this magazine and
all my colleagues who have been instrumental in this publication.
Sanatın yörüngesinde…
Within the orbit of the art.
İnsan ruhunun ifade biçimidir sanat… Kalp ve kafanın izdivacıdır sanat. Yürekten yükselen duyguların mücessem hale gelip gönüllere akmasıdır, göz penceresinden seyredilen âlemin güzelliği, ruhun gelgitlerine nedendir sanat. Bedenin uzağında yaşanan bu cezbe hâli, aslında “anlam” ile “ifade” arasındaki birlikte yaşamanın da başlangıcıdır. Sanat, bu paralel evrenin ortak dilidir, melodisidir âdeta… İnsan, ruh aynasına yansıyanı ifade etme telaşına girdiğinde, onları başkaları ile paylaşma sevdasına kapıldığında Sâni’nin tecellisine mazhar
olur; sanatkâr olur… Eskilerin tabiriyle “güzel sanatlar”, bir anlamda güzelliklerin insan eliyle inşasıdır. Bu “inşa ve ibda” çalışmalarının biçim ve biçemi çağ
ve “zamanın algısı” bağlamında farklılıklar gösterir…
Art is how the human spirit expresses itself… It’s the matrimony of the heart and
the mind. It is how the emotions that arise from the heart become solid and flow
into the souls of others; it is the beauty of the universe that is observed through
the window of the eyes; it is the reason behind web and flow of the spirit… This
mesmerized state, which is experienced outside the body, is actually the beginning of the togetherness of “meaning” and “expressing”. Art is the common language, melody of this parallel universe… When one starts worrying about how to
express what is reflected into the mirror of the soul, when one is being absorbed
with sharing that with others, then they can achieve the manifestation of Sâni;
he becomes an artist… In a way, the old saying “fine arts” means the construction of beauty by the human hand. The form and style of these works of “construction” and “disclosure” demonstrate differences with regard to the era and
the “perception of time”…
Dün üretilenlere “klasik” derken bugün, günün ilhamıyla üretilmiş olanlara
“çağdaş” ya da “güncel” dememiz bundandır. Ezeli bir gelgitin yörüngesinde,
ruhun devşirdiklerini bedenin yordamıyla yeniden var etmesinin her çağ farklı bir biçim var ettiğini söylemek yanlış olmaz. Kimi zaman “sanat” ile “toplum”
ve “kendisi” arasında kurulan korelasyon bu varoluş süreçlerinin ve sonuçlarının bir toplu tezahüründen kaynaklanmaktadır… İki “insan”, “üreten” ile “algılayan” arasındaki sanatsal alışveriş ve bu ilişkinin nitelik ve nicelik boyutları her
dem taze bir tartışmadır.
İnsanın sanat yoluyla kendini ifade etmesinin usul, yordam ve serüveni bugün
de günceldir. Sanatın/sanatçının “gün”ü yorumlayışı, “an”ı algılayışı ve ifade
esnasında kullandığı “malzeme”nin “n(ic)e”, liği ve merâmı, genel bir “tanım”ı
da beraberinde getirmektedir. Çağdaş Sanat, belki bütün bu tartışmaların içerisinde bu açıdan sanatsal “töz” ile ifade “araç”larının orijinalliğini çağrıştırması bakımından önemlidir. Özellikle “kent soylu” bir var oluş biçiminin beraberinde görünen bu tanımın karşılığında kimilerinin “Sanat zaten çağdaş olur” türünden şerhlerini de not etmek gerekir.
Her dosyası gündem oluşturan 1453 Dergisi bu sayısında, Çağdaş sanat kavramı ve bu sanatın duayenlerini konuk ediyor. Özellikle “İstanbul’da Yaşıyor, Çalışıyor” projesi çerçevesinde “Güzellikler İmparatorluğu’nun Başkenti”ne gelen
ve eser üreten sanatçıların gözlemleri, algılayışları ve ürünleri bu sayımızda bu
sanat alanıyla farkındalık ilişkisi kurmak bakımından önem taşıyor. Kuşkusuz,
kadim olan kadar yeni/güncel/aktüel olana da yer açan İstanbul’un “çağdaş
sanat” nabzını da ancak İstanbul’un dergisi 1453 tutabilir(di)!.. Çağdaş sanatın
fotoğrafını da siz değerli 1453 okurları için çekmeye gayret ettik.
Sanırım söz “çağdaş”lıktan açılmışken, Erkan Oğur’un müzikal yolculuğunda
“gelenek” ile “modern” arasında yaptığı kıyas ve bulduğu yol, yolculuğun/yolculuğumuzun ipuçlarını verecek türden… Metin Erksan’ın İstanbul’unu da bu
yolculuğun “görsel”liğinde dikkatinize sunuyorum…
1453 Dergisi, hemen bir sayfa sonra okumanıza amade sayfaları ile sizi bekliyor… İnanıyorum ki okurken İstanbul’un sokaklarında gezdiğinizi, havasını teneffüs ettiğinizi hissedeceksiniz…
İyi Okumalar…
This is the reason why we call the work of yesterday “classic”, whereas we call
the work produced with today’s inspiration “modern” or “current” … In the orbit of an eternal tide, it would not be wrong to say that the recreation of what
the soul collects with the help of the body emerges in a different form every century. Sometimes, the correlation established between “art”, “society” and “self”
results from the mass manifestation of these periods of existence and their consequences… The artistic interchange between two “people”, between the “producer” and the “perceiver”, and the qualitative and quantitative aspects of this
relation can always be considered as a current argument.
Today, the method, the way and the adventure of people expressing themselves
through art is still current. The way the art/artist interprets the “day”, perceives
the “moment” and the “quantity”, and the intention of the “material” is the way
expressions carry a general “definition”. Maybe, within all these arguments, Modern Art is important because it associates with the originality of artistic view of
“essence” and “tools” of expression. It is also important to note the comments of
those who say; “Isn’t art modern anyway?” when trying to find an answer that is
in keeping with an “urban origin” way of existence.
Setting the agenda with each dossier, the 1453 Magazine covers the concept of
Modern Art and hosts the doyennes of this art. In particular, the observations,
perceptions and products of the artists that come to the “Capital of the Empire
of Beauties” as part of the “Living and Working in Istanbul” project and who produced artwork, carry great importance in forming a relation of awareness with
this type of art in this issue. Without a doubt it is only possible for the magazine
of Istanbul, the 1453 Magazine, to keep its finger on the pulse of “modern art”
in Istanbul, a place that is open to the new/current/actual as much as it is to the
ancient!.. We tried hard to capture modern art for you, our precious readers of
the 1453 Magazine.
Now, with our topic being “modernity”, the comparison that Erkan Oğur makes
between “tradition” and “modern” in his musical journey and the road he has
discovered provide giving you clues about the journey/our journey…I present the
Istanbul of Metin Erksan to your attention, as part of the “visual” of this journey.
The 1453 Magazine awaits you, with page following page, devoted to your reading. I strongly believe that while reading you will feel like you are wandering
through the streets of Istanbul and breathing its air…
Enjoy Reading…
İSTANBUL’DA ÇAĞDAŞ SANAT
CONTEMPORARY ART IN İSTANBUL
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA
ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER
Beral MADRA
CONTEMPORARY ART GUESTS OF İSTANBUL
Beral MADRA
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER / THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND PRODUCED FOR İSTANBUL
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE
İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER
THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND
PRODUCED FOR İSTANBUL
Beral MADRA*
Beral MADRA*
AB kültür politikasının bütüncül gelişimine bakıldığında ütopya gibi görünen,
ama gerçek olan özellikler dikkat çekicidir: Yükselen değer olan yaratıcı sanayinin üreticileri ve sanatçıları için yüksek nitelikli üretim alt yapıları sağlanıyor.
Uluslararası sanat ve kültür odakları ile işbirliği sürekli pekiştiriliyor. Bu etkileşimin ekonomik ve turizm boyutu geliştiriliyor. Kültür sanayinin tüketicisi olan
seçkin ve/veya geniş kitlenin çağdaş kültür açısından eğitilmesi ve bilgilendirilmesi ve kültür sanayinin ürettiği insani değerlerden yararlanması öngörülüyor.
When the culture policies of the European Union are examined as an entity there are remarkable characteristics that appear utopian, but which are in fact
real: High quality infrastructures are provided for artists and creative producers of culture industry which is the raising value of global economy. Cooperation with international art and culture units are constantly being reinforced. This
interaction in turn improves economic and tourism dimensions. The education
and elucidation of the elite and mass public on contemporary art and culture
and giving him the opportunity to benefit from the high mental values of cultural productions are being seriously envisioned.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olma süreci, bir bakıma İstanbul’un ve
kuşkusuz İstanbul ile birlikte Türkiye’nin- bu ütopya gibi görünen ama gerçek
olan- kültür politikasına eklemlenmesini öngören kurgulanmış adımdır. Bu bir
ilk adım değildir, kuşkusuz. Bugün “Türkiye” olan bu topraklar üstündeki bütün
uygarlıkların Avrupa kıtasındaki bütün uygarlıklarla kesintisiz ve karmaşık kültürel ilişkisi vardır ve bu her dönemde İstanbul odaklı bir etkileşim olarak tanımlanmıştır. Türkiye’nin içe dönük modernist kültür yapısının
kırılma dönemi olan 1980’lerin sonundan günümüze İstanbul sanat ve kültür ortamı AB ülkelerinin resmi ve özel sanat ve kültür kurumlarıyla büyük ölçüde bireysel ilişkilerle bir iletişim ağı kurmuştur. Bu bireysel ve sivil iletişim ağı,
günümüzde Türkiye’nin AB ülkelerinde kazandığı en olumlu görüntüyü oluşturur.
The process of “Istanbul 2010 European Capital of Culture”, from one aspect is
a well designed step for Istanbul - and without a doubt along with Istanbul Turkey- to be integrated into this cultural policy, which seems to be a utopia, but
in fact a reality.
This, without a doubt, is not a first step. There is an uninterrupted and complicated cultural relationship between all
the civilizations existed on this territory which is now “Turkey” and those of the European continent; and in every period Istanbul has been the focal point for this interaction.
Since the end of 1980’s, which is the period of rupture from
the introverted modernist cultural structure, Istanbul art
Avrupa kültür başkenti olma süreci, bu mevcut iletişim ağıand culture environment has established a communicatina daha derin bir anlam kazandırırken, aynı zamanda İson network with official and private art and cultural instanbul odaklı küresel kültür sanayi gelişimi içinde günümütitutions of EU countries, largely on an individual
ze değin bu yoğunlukta yaşanmamış bir sanatsal ürelevel. This individual and civil communication nettimler ve kültürel etkinlikler birikimini yarattı. Özelİstanbul’da yaşamak ve çalışmak
work has formed the most positive appreciation of
likle bireysel ve kurumsal projelerin kamusal kaynak
üzere davet edilen çağdaş sanatçıların
Turkey in EU countries today.
kullanılarak gerçekleştirilmesinde birçok proje, külizlenimleri, yorumları ve eleştirileri
tür sanayinin bundan sonraki gelişmeleri açısından
While the process of becoming a European Capidoğru ve etkili örnekler olarak gerçekleştirildi.
proje kapsamında ürettikleri yapıtlarda
tal of Culture brings with it a greater depth for the
görülebilecek.
existing communication network, at the same time,
Küresel kültür sanayinin öngördüğü yaratıcı insan
amidst the Istanbul-centered development of the
gücünün (yaratıcı bireylerin) ve kültür sanayi uzmanImpressions, opinions and criticism of
global culture industry, an intense accumulation of
larının yetiştirilmesi, desteklenmesi, onları istihdam
contemporary artists who are invited to live
artistic productions and cultural events, never exedecek altyapıların kurulması veya kalkındırılması ve
and work in İstanbul will emerge in their
perienced until today, has been created. Many probu gücün AB ülkeleri kültür sanayisindeki, çeşitli sekproducts.
jects, in particular individual and institutional protörlerle iletişim ve işbirliği yapacak duruma gelmesi
jects that make use of public sources, have been
gibi sonuçları zaman içinde görebileceğiz. Geniş kitimplemented as timely and effective examples for
lenin çağdaş ve güncel sanatla ve kültürle daha bifuture developments in cultural industry.
linçli ve katılımcı bir biçimde karşılaşması da örnek projelerin uygulama aşamalarında gerçekleşti.
In due course we will be able to see the outcome of this process which includes
the education and training of the creative individual and cultural experts, the
Önemli örneklerden birisi de İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görestablishment and improvement of the employing institutions and the emersel Sanatlar Yönetmenliği tarafından yürütülen ‘İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor’
gence of this formation as a power in communication and collaboration with
projesidir. İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor projesi, öncelikle 1990’lı yılların bavarious cultural sectors of EU culture industry. The more conscious and contşından bu yana Türkiye’nin küresel kültür sanayi içinde yerini alma ve söz sahibi
ributive approach of the wider audiences towards modern and current art and
olma çalışmalarının bir uzantısıdır. İkinci olarak, İstanbul’un uluslararası sanatculture materializes during the introductory stages of these example projects.
çılar için gerçekten çekici bir kent ve esin kaynağı olup olmadığının da bire bir
ölçüde sınanmasıdır. Üçüncü olarak da Türkiye’deki çağdaş sanat üretim çeşitliOne of the most important examples are the “Living and Working in Istanbul”
liği ve etkilerinin desteklenmesidir.
project, conducted by the Istanbul 2010 European Capital of Culture Agency Visual Arts Directorate. The “Living and Working in Istanbul” project is first and
İstanbul’da yaşamaya ve çalışmaya, sanatçılarla karşılaşıp onlarla birlikte üretforemost the extension of efforts, since the 1990s, to claim a place and a manimeye davet edilen Remo Salvadori (İtalya), Sophie Calle (Fransa), Victor Burfest in Turkey’s global culture industry. Secondly, this is a precise measure in the
gin (İngiltere), Peter Kogler (Avusturya), Danae Stratou (Yunanistan), Antoni
test of whether or not Istanbul really is a source of inspiration and a city that is
Muntadas (İspanya-ABD) deneyimin yaşanmasına neden oldular. İstanbul’u ve
attractive to international artists. Finally, it offers support for a variety of moİstanbul üstünden Türkiye’yi bütün gerçekleriyle, güzellikleri ve çelişkileriyle,
dern art production and events in Turkey.
klişeleşmiş İstanbul imgesinin, oryantalizmin ve Avrupa-merkezci bakışın ötesine geçerek, tanımış olduklarını umut ediyoruz. Onların izlenimleri, yorumları ve
eleştirileri İstanbul için ürettikleri yapıtlarda görülecek.
Bu sanatçılar 20. yüzyıl son çeyreğinin sanat akımları içinde ve son yılın küresel
sanat üretim çizelgesi içinde küresel ve bireysel sorunlar, insan bilimleri ile sanat arasındaki ilişkiler üstüne etkileyici ve ısrarlı üretimler gerçekleştirdiler ve
* Sanat Eleştirmeni ve Küratör. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görsel Sanatlar Yönetmeni
12
In the Living and Working in Istanbul Project, Remo Salvadori (Italy), Sophie
Calle (France), Victor Burgin (England), Peter Kogler (Austria), Danae Stratou
(Greece) and Antoni Muntadas (Spain-USA) were invited to meet and produce
in cooperation with local artists; they have initiated different experiences . We
sincerely believe that they have perceived and questioned Istanbul, going be* Art Critic and Curator. İstanbul 2010 ECOC Agency Visual Arts Director
kendilerinden sonraki kuşakları etkiliyorlar. Ortak bir düzlem arayacak olursak,
üretimlerinin zaman, mekân, insan arasındaki ayrıntılı bağıntıları irdelediğini,
insanlar arasındaki iletişim türlerinin yarattığı zengin ayrıntıları keşfettiklerini,
toplumsallığın önemine değindiklerini, kitle iletişim ve tüketim araçların dışındaki seçeneklerin varlığına işaret ettiklerini görürüz. Bunun yanında bu sanatçıların müzeler ve koleksiyonlara girmiş yapıt birikimi yanında, düşünsel, metinsel, eğitimsel üretimlerinin de önemine değinmek gerekir. Onların görselleştirdikleri, nesnelleştirdikleri, metinleştirdikleri düşleri ve düşünceleri yaklaşık
otuz yıldır küresel entelektüelliği zenginleştirmektedir. Bu ortak düzleme karşın
bu sanatçıların yapıtları birbirinden çok farklı içerikler, biçimler ve estetik taşır.
Doğdukları ve yaşadıkları ülkelerin kültürlerinin, özel yaşamlarının ve deneyimlerinin farklılıkları, aldıkları eğitimlerin ve temsil ettikleri akımların özellikleri, siyasal duruşlarındaki ayrıntılar üretimlerinde izlenebilir.
Remo Salvadori, küresel düzenin belleğini araştırıyor ve bireyin bu düzende iç
ve dış dünyası arasındaki uyumu sağlayacak yolları gösteriyor. Fotoğraf ve videonun gözde olduğu günümüzde, onun nesnel ve dokunulabilir yapıtları sanatın klasik kavramlarını, değerlerini ve etki alanını koruyor. Salvadori 1980’lerden günümüze, yaşadığı coğrafyanın ve kültürün sağladığı olanaklarla tarihsel
mekânın yeniden yorumlanması, arkeo-tipler ve geometrik şekiller temelinde
oluşturduğu üç boyutlu yapıtlar ve yerleştirmeler üretiyor. Bu bilgisini 16 Aralık 2008 – 6 Ocak 2009 arasında çalıştayına katılan sanatçılar Ali İbrahim Öcal,
Ayhan Mutlu, Ayşe Doğan, Beyza Tükel, Eser Epözdemir, Hera Büyüktaşçıyan,
Ozan Gezer, Özge Enginöz ve Sine Ergün ile paylaştı ve özellikle onların seçtikleri tarihsel ve diğer mekânlarda çalıştı. 10 Eylül 2009’da Salvadori “Sürekli, Sonsuz, Şimdi Var Olan” (Continuous, Infinite, Present) başlıklı 7 metre çapındaki,
ek yeri olmayan çelik halka, Romalı ustalar tarafından Arkeoloji Müzesi bahçesinde gerçekleştirilen iki saatlik bir performansla üretildi. Performansa İstanbul 2010 Müzik Yönetmenliği ve sanatçı Cevdet Erek tarafından gerçekleştirilen
özel müzik dinletisi eşlik etti.
Antoni Muntadas, 51. Venedik Bienali’nde (2005) İspanya Pavyonu’nda “Çeviri
Üstüne” (On Translation) başlıklı kitaplık/arşiv/kurumsal bilgi mekânları yerleştirmesini gerçekleştirdi ve bu dev yerleştirme küresel kültür üretiminin eleştirisi
ve etkilerini irdeliyordu. Bu dev yerleştirme aynı zamanda bienalin (genel olarak
günümüz sanatının) simgelediği, gösterdiği, tanımladığı kültür alanının da eleştirisiydi. Bu dilsel, toplumsal, siyasal eleştirileri gerçekleştirirken, küresel entelektüel üretime gösterdiği ilgi ve saygı, çok sayıda insanla yaptığı video söyleşilerde ortaya çıkıyor. İstanbul’da da bu deneyimini uyguladı ve farklı disiplinlerde öne çıkmış aydınlarla yaptığı video çekimler ve toplumsal sorumluluğu öne
çıkaran ve tecimsel olmayan Açık Radyo üstüne yaptığı araştırma, Muntadas’ın
İstanbul’a bıraktığı çalışmanın altyapısını oluşturuyor. Muntadas, bütün toplumun yoğun biçimde tartıştığı birçok konuyu İstanbul örneğinde irdeleyerek bir
bakıma, Türkiye’nin demokratikleşme yolundaki güncel gelişimine bir gönderme yaptı, kendisini bu kentin aktif bir bireyi konumuna getirdi. Bu söyleşilerde
İstanbul’un o çok sözü edilen heterojen içeriğine doğru yapı-sökümcü bir yolculuk gerçekleşiyor. Bu DVD’ler ve bütün çalışmayı belgeleyen bir afiş, bir kutu
içinde sunuluyor.
Antoni Muntadas, 17 Haziran-16 Temmuz 2009 ve Temmuz 2010 tarihlerinde İstanbulda yaşadı ve çalıştı; onun çalıştayına Arzu Kuşaslan, Ercan Vural,
Esen Gökçe Özdamar, Eşref Yıldırım, Güneş Oktay, Mehmet Dağ, Özerk Ergenç, Pablo Martinez Muniz ve Suat Öğüt katıldılar. 20 Ocak - 14 Şubat 2010
arasında, Tophane-i Amire Kültür Merkezi’nde “In Between-Arada-Tra” başlıklı sergi, Muntadas’ın 2008 sonbaharında Venedik Iuav Üniversitesi, Laboratoio di arti visive I kapsamında Venedik’te (İtalya), 2009 ilkbaharında Massachusetts Institute of Technology Cambridge’de (ABD) ve 2009 yazında “İstanbul’da
Yaşıyor ve Çalışıyor” projesi kapsamında gerçekleştirdiği üç çalıştayın sonuçlarını bir araya getirdi.
1960’lardan günümüze sanatçı, kuramcı ve eğitimci olarak çalışan Victor
Burgin’in yapıtları ve metinleri imgelerin irdeliyor, bakmak ve görmek, anlamak
eylemlerinin yapı sökümünü içeriyor. Günümüzde baktığımız, gördüğümüz ve
anlamaya çalıştığımız her imge başka kaynaklardaki başka imgeleri çağrıştırıyor ve bu çağrıştırma genellikle kitle medyaları ve popüler gazetecilik bilgilerinde temelleniyor; dolayısıyla bilinçlenmemiz özgür değil. Burgin, bize günümüze
özgü tüketim ve medya kültürü tarafından sürekli teşhir edileni bilgilenerek algılamamız bağlamında, bilinci körleten tektip ve dayatmacı görsel kültür saldırı-
yond the stereotype image of Istanbul, the Orientalism and the Euro-centrism;
it is our hope that through Istanbul, Turkey has been recognized with her all her
genuineness, beauty and contrasts. Their impression, opinions and criticisms
will emerge in the productions they have created for Istanbul.
These artists produced effective and dedicated productions on the global and
individual issues, on the relationship of contemporary art, science and humanities fields over the last quarter of the 20th century and in the last production
schedule of global art; they will influence the generations to come.
If we place their work into a collective platform, we can see that these artists
have examined the detailed relational links between time, space and humankind, that they have discovered the rich particularities of various types of the
communication between the people, that they have referred to the sociality and
that they have indicated alternative ways of articulation besides the conventional mass communication and consumption.
In addition to the works of these artists, works that are present in museums and
private collections, we also need to deal with the importance of their intellectual, textual and educational productions. What they have visualized, objectified,
put into texts, as well as their dreams and their thoughts, have all enriched global intellectuality for nearly thirty years. Regardless of this collective platform,
the productions of these artists convey a vast contrast in their content, style and
aesthetics. The cultures of the countries in which they were born and live, the
variety of their lives and experiences, their education and the characteristics of
the trends they represent, as well as their political views can be perceived and
acknowledged via their work.
Remo Salvadori is researching the memory of the global order and depicting a
way to reveal the harmony between the inner and outer worlds of the individual within this order. In juxtaposition to the popularity of photography and video
today, his three-dimensional and tactile works preserve the classical concepts,
values and effects of modern and post-modern art.
Since 1980 Salvadori has been producing three –dimensional works and installations with the instruments based on arche-types and geometric forms provided by the geography and culture he is living in. He shared this knowledge and
experience with the artists who participated in his workshop from 16 December 2008 to 6 January 2009. These artists were Ali İbrahim Öcal, Ayhan Mutlu, Ayşe Doğan, Beyza Tükel, Eser Epözdemir, Hera Büyüktaşçıyan, Ozan Gezer,
Özge Enginöz and Sine Ergün. Salvadori particularly worked in the historical sites he has visited with his participants. On 10 September 2009, a 7 meter diameter seamless steel circle was constructed; the title given to this by Salvadori
was ‘Continuous, Infinite, Present’. It was built by Roman craftsmen as part of a
two-hour performance in the courtyard of the Archeology Museum. The performance was accompanied by special concert music created by the musical director of Istanbul 2010 Cevdet Erek.
At the 51st Venice Biennale (2005), Antoni Muntadas realized the library/archive/institutional data space called “On Translation” in the Spanish Pavilion. This
comprehensive installation addressed the criticisms of global cultural production and its implications. At the same time, this comprehensive installation was
critical of the field of culture that the Biennale (in general modern art) represented, portrayed and defined. While implementing this linguistic, social and political criticism, the artist’s interest and respect for intellectual production emerged through the wide range of video interviews with the public. The artist performed a similar experiment in Istanbul; the videos he made with the intellectuals who are in the forefront of various disciplines, and the non-commercial survey carried out on Open Radio which portrayed his social responsibility, were
a compilation of the foundation of the research he had left behind in Istanbul.
Addressing many topics which are widely discussed in the local society, and referring to the example of Istanbul - in a sense citing Turkey’s current developments on the path to democratization - the artist played the role of an active
individual of this city. In these conversations, a deconstructive journey towards
the frequently mentioned heterogeneous theme of Istanbul took shape. These DVDs and a poster documenting the entire mission are offered in a box presentation.
Antoni Muntadas worked in Istanbul from 17 June to 16 July, 2009 and in July
2010 Arzu Kuşaslan, Ercan Vural, Esen Gökce Özdamar, Eşref Yıldirim, Güneş
13
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER / THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND PRODUCED FOR İSTANBUL
ları bağlamında özgürleşme yolları sunuyor. Sanat eğitimi ve eğitim sonrasındaki bilgi ve deneyimler sanatçıların var olan küresel-kitlesel tüketim ve medya etkilerine karşı eleştirel bir bakış ve direniş kazanmalarını sağlamalıdır; Burgin’in
kuramsal üretimi ve eğitmenliği bu alanda da etkili olmaktadır.
Victor Burgin 7 - 15 Kasım 2009 ve 27 Mart - 14 Nisan 2010 tarihlerinde
İstanbul’da yaşadı. Onun çalıştayına Ahmet Atıf Akın, Can Pekdemir, Deniz
Gül, Evrim Kavcar, Koray Kantarcıoğlu, Melisa Önel, Murat Germen, Nazlı Eda
Noyan, Serkan Taycan’dan oluşan bir sanatçı grubu katıldı. Sanatçıların içerikte
bağımsız çalışmaları ortak bir biçimle sunuluyor.
PETER KOGLER / 14 – 22 Şubat 2010, 2-5 Haziran 2010
Peter Kogler, 1980’lerin başından bu yana Modern sanatın ikonik imgelerini günümüzün bilgisayar ve elektronik tekniklerini kullanarak kışkırtıcı algı ortamlarına dönüştüren bir sanatçı; dolayısıyla bugün sıradan gibi görünen bu tekniklerin
çağdaş sanat için nasıl kullanılabileceğinin modellerini de yarattı. İlk dönemlerden bu yana kullandığı karıncalara zaman içinde küre ve ampul motifini ve son
dönemde de beyin motifini ve mimari yapı görüntülerini ekledi. Sanatçının sanat belleğinden ödünç aldığı bu ikon-imgeler ve mimari parçalar bir yandan küreselliğin birleştirici yapısal öğelerini, insanı, bilimi, teknolojiyi, simgeliyor. Bu
imgelerin bilgisayar çıkışlı veya ışıklı güdümlemelerle yarattığı sanal, yanılsamalı ve düşsel mekân ise topluma, küreselliğin yarattığı tekdüzelik içinde heyecan
verici bir algı deneyimi sunuyor. Kogler, 1970’lerden sonra Konsept Sanatı ve
Minimalizm akımları bağlamında gerçekleştirilen zaman-mekân-nesne bireşimlerini günümüzün dijital bilgi ve iletişim teknolojisiyle, LED ekran ve animasyon
teknikleriyle yeniden işleme sokarak gerçek ve kurgusal arasında duran mekân
yerleştirmelerine dönüştürmektedir. Kogler, İstanbul için bir halı tasarladı ve
Merinos Fabrikası bu halıyı üretiyor.
Peter Kogler ve asistanı Manuel Gorkiewicz İstanbul 2010 Kadırga Sanat
Üretim Merkezi’nde Bengisu Bayrak, Candaş Şişman, Berkay Tuncay, Sevgi
Arı, Merve Şendil, Ahmet Albayrak, İrem Tok ve Özgül Arslan’ın katılımcı
olarak yer aldıkları bir çalıştay gerçekleştirdi. Çalıştayda, sanatçının kendi
üretimi ve genelde Avrupa’da çağdaş sanat üretimi ve sanat piyasası üzerine
gerçekleştirdiği sunumların yanı sıra katılımcı genç sanatçıların üretimleri
üzerine tartışmalar yapıldı.
DANAE STRATOU / 27 Mart -18 Nisan 2010, 26-30 Mayıs 2010
Danae Stratou iki alanda çalışıyor: Coğrafyalar ve insan kitleleri ve bu bireşimin yarattığı devinim ve etkiler. Bu çalışmalarının temelinde küresel çevre sorunlarına işaret etmek ve insanların bu sorunlara karşı bilinçlenmesini istemek
yaklaşımı var. Doğa, coğrafyalar, tarih ve toplumsal olgular arasındaki ilişkilere müdahale ederek oluşturduğu yapıtları “kırsal sanat” bağlamında da değerlendirilebilir. Stratou’nun bu tür yapıtları birkaç yıl sürüyor hem de bir ekip çalışması modeli oluşturuyor. Örneğin 1997 yılında Mısır’da Kızıl Deniz eşiğindeki
çölde krater ve piramit biçimli parçalarla gerçekleştirdiği logaritmik helezon bir
endüstri tasarımcısı ve bir mimar ile birlikte üretilmiş ve bugün Google’da (27°
29” 50’ N, 33° 37” 56’ E). Bir diğer gelişmekte olan işi de buzulların erimesiyle ilgili. İnsan kitleleri üstündeki çalışmalarında Stratou kitle hareketlerinin sürekliliği, ritmi ve bunun çevresel sonuçları üstüne odaklanıyor. Örneğin 2007’de
Selanik Bienali’nde sergilenen “Kesik-7 Sınır” (Cut-7 Divided Lines) Kıbrıs’tan
Meksika’ya zorlu ve sakıncalı sınırların iki yanındaki coğrafya ve insan durumlarını yansıtıyor. Stratou için İstanbul hem coğrafyası, tarihi ve büyük insan kitleleriyle 5 Kıtadaki dev-kentleri konu alan “Yaşam Mekânları” (Vital Space) projesine eklemleniyor. Bu çalışma helikopter çekimleri ve 13 milyon insanın yoğunlaştığı devinim mekânlarındaki çekimlerden oluşuyor. Ortaya çıkan çift görüntü- kentin gökten ve yerden görüntüsü-kentin içindeki yaşayan insanın algılayamayacağı ama gerçekte bütün görkemiyle var olan bir düzeni gösteriyor.
Danae Stratou, Timur Sezgin, Cemile Kaptan, Cem Gencer, Sibel Horada, Nazlı Pektaş ve Yasemin Nur Toksoy’un katıldığı iki hafta süren çalıştayına, kendi üretimi özelinde kullandığı malzeme ve kavramsal içerik üzerine sunumlarla başladı. Danae Stratou ve katılımcılar İstanbul’un farklı yerlerine keşif gezileri yaptı. Katılımcılar “Orman Manzaralı” (Forest View) başlığı altında İstanbul’un
sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bileşenleri üzerine bireysel ve ortak üretimler gerçekleştirdiler.
14
Oktay, Mehmet Dağ, Özerk Ergenç, Pablo Martinez Muniz and Suat Öğüt attended the artist’s workshop. The exhibition entitled “Inbetween-Arada-Tra”
was held from 20 January to14 February at the MSGSF Tophane-i Amire Cultural Center; this was combined with the success of the three workshop projects,
the “Laboratoio di arti visive I” Venice (Italy) in autumn 2008, the Massachusetts Institute of Technology Cambridge (USA) in spring 2009, and “Living and
Working in Istanbul” in the summer of 2009.
The productions and texts of Victor Burgin, who has worked as an artist, teacher and theorist since the 1960’s, not only examine images, but also contain the
structural sequence of understanding the acts of looking and seeing.
Every image that we look at, see or try to perceive in this day and age is associated with other images from other sources; this evocation is generally established on the mass media or popular journalism. Thus, our ability to become aware is not free.
Burgin presents the means for this freedom, a way towards informative awareness for independent consumption, for freedom from continual exposure to
media culture, as well as the stereotype and enforcement portrayed in the visual culture.
Education in art and the knowledge and experience that are gained via this education must provide the artist with a critical perception and resistance to globalmass consumption and the effects of the media. In this field, Burgin’s creation of
theory and coaching is effective.
Victor Burgin was in Istanbul from 7- 15 November 2009 and from 27 March 14 April 2010. A group of artists, including Ahmet Atıf Akın, Can Pakdemir, Deniz Gül, Evrim Kavcar, Koray Kantarcıoğlu, Melisa Önel, Nazlı Eda Noyan and
Serkan Taycan attended his workshop. Their independent works have been presented collectively.
Since the early 1980’s, Peter Kogler has worked as an artist who has transformed the iconic images of contemporary art into inciting perceptual settings by
using new computer and electronic techniques; in this way he has created models of how these techniques, which may appear conventional today, can be
used in contemporary art. In addition to the ant motifs he used in the early stages, over time he came to include spherical and light-bulb motifs, and recently
brain motifs and architecture in his work. These icon images and architectural
pieces which the artist has borrowed from the memory of art, in a sense, represent the collectivity of the structural elements of globalism, humanity, science and technology. The reflective, virtual and imaginary space that is created by
the computer output or by the luminous beams of these images presents an exciting experience for our perception. After the 1970’s, Kogler who practiced the
time-space-object synthesis in the trends of Concept Art and Minimalism, by
using the digital data and communication technology of the present age, and by
recycling the LED screen and animation techniques that reside between reality
and fiction, has transformed the space layout. Kogler has designed a carpet for
Istanbul, and the Merinos factory is presently producing this carpet.
A workshop was held at Istanbul 2010 Kadırga Art Production Center with Peter Kogler and his assistant Manuel Gorkiewicz; this was attended by Bengisu Bayrak, Candaş Şişman, Berkay Tuncay, Sevgi Arı, Merve Şendil, Ahmet Albayrak, Irem Tok and Özgül Arslan. At the workshop, which was held between
14 and 22 February, 2010 and 2 and 5 June, 2010, in addition to the artist’s presentations of his own productions, productions of modern art from Europe and
the art markets were presented with the participants also discussing the works
of younger artists.
Danae Stratou works in two domains; geography and masses of people and
the movement and influence this synthesis creates. At the base of such works,
there is an approach that indicates global environmental problems and the demand for people becoming aware of these problems. Her works, formed by the
interaction between nature, geography, history and social facts, can be evaluated in the context of ‘rural art’. Such works by Stratou not only continue for a
few years but also constitute a model of group work. For instance, the logarithmic helix she created with crater and pyramid shaped pieces in the desert bordering on the Red Sea in Egypt in 1997 was produced along with an industrial
designer and an architect; this can be seen on Google Earth (27° 29” 50’ N, 33°
SOPHIE CALLE / 6-26 Nisan 2010
Sophie Calle fotoğraf ve metinlerden oluşan yapıtlar üretiyor ve çoğu kez yazmanın kendisi için çok önemli olduğunu söylüyor. “Uyuyanlar“ (The Sleepers)
(1979) ve “Venedig Süiti” (Venitian Suite)(1979) ile başlayan ve “Kendine İyi
Bak” (Take Care of Yourself) (2007) başlıklı Venedig Bienali işine kadar uzanan
birçok sanat yapıtı kendi kurguladığı ve içinde kendisinin de yaşadığı olayların
fotoğraf ve metinlerle belgelenmesinden oluşuyor. Sophie Calle bu açıdan kendi yaşamıyla sanat yapıtı arasında karmaşık ve gizemli bir ilişki kuran bir sanatçıdır. Sophie Calle İstanbul’a daha önce gelmişti; bu kez daha yakından tanımak
üzere geldi. Bu yakından tanımayı, yine kendine özgü gerçeküstü bir deneyime dönüştürdü. İstanbul’u, görmeyen bir insanın anlattıkları üstünden tanımayı planladı. Bu görmeyen insan düşüncesi de kuşkusuz, İstanbul’un bir yakasının “körler şehri” (Kalkedon) olmasına gönderme yapıyor ve Kariye Kilisesi’nin
fresklerindeki gözleri zaman içinde yıpranarak silinmiş kadın portresi ile görsel eşini buluyor. Görme engellilerle işbirliği Altı Nokta Körler Vakfı ve Altı Nokta Körler Derneği üstünden gerçekleşti. Bir grup görme engelli ona İstanbul’da
gördükleri son görüntüyü anlattı ve bu son görüntüler Call’in İstanbul’da
“gördüğü”nü bize anlatıyor.
Sophie Calle İstanbul atölyesine Volkan Asan, Ani Setyan, Gözde İlkin, İz Öztat
ve Seda Hepsev katıldı. Sophie Calle bu süreçte kendi üretimlerini ve özgeçmişini ayrıntılı sunumlarda katılımcılarla paylaştı. Sophie Calle atölyesi sanatçıları,
bu projenin altyapısını oluşturan bürokratik örgüyü eleştiren ve irdeleyen “sözleşme” teması üzerinden ortak ve bireysel üretimlerini yine sanatçı ile iletişim
içinde gerçekleştirdiler.
İstanbul için düşünülmüş, kurgulanmış, yorumlanmış ve üretilmiş bu 54 yapıt,
Türkiye’nin ilk “kamusal çağdaş sanat koleksiyonu” olarak topluma sunulacak.
©Beral Madra-Eylül 2010
Sophie Calle’ın fotoğraf ve yazın bireşiminden oluşan yapıtı, 1 Ekim - 31 Ekim tarihleri
arasında Sanat Limanı’nda; Victor Burgin imzalı Sedad Hakkı Eldem’in Şark Kahvesi’ni arkeolojik bir bakış açısıyla yeniden tasarımlanması ve 3D modellemesi 3 Ekim - 31 Ekim tarihleri arasında İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde; Antoni Muntadas’ın İstanbul filmi “Çeviri
Üzerine”nin gala gösterimi 7 Ekim’ de İstanbul Modern’de; Remo Salvadori’nin “Sürekli, Sonsuz, Şimdi Varolan” isimli yapıtı, Peter Kogler’in “Adsız-İstanbul Halısı” ve Danae
Stratou’nun “Vital Space-İstanbul” yapıtı 22 Ekim - 11 Kasım tarihleri arasında MSGSÜ
Tophane-i Amire Kültür Merkezi’nde sergileniyor.
37” 56’ E). The melting of glaciers is another continuing work by Stratou. In her
studies about masses of people, Stratou focuses on the continuity, the rhythm
of crowd movements and the environmental consequences of the same. For instance, ‘Cut-7 Divided Lines’, exhibited at the Salonika Biennial in 2007, reflects
the geography and human circumstances on both sides of harsh and hostile
borders, ranging from Cyprus to Mexico. According to Stratou, Istanbul is connected to the ‘Vital Space’ Project which is concerned about huge cities over 5
continents with their geography, history and large crowds of people. The study
consists of films taking from helicopters of areas in which 13 millions are concentrated. The two videos that were produced from both the sky and on the
ground demonstrate that a magnificent system exists, even though it cannot be
perceived by those living in the city.
From 27 March to 18 April 2010, and 26- 30 May 2010 Timur Sezgin, Cemile
Kaptan, Cem Gencer, Sibel Horada, Nazlı Pektaş and Yasemin Nur Toksoy participated in Stratou’s two week workshop. She started her workshop with presentations on the materials she uses and produces herself with a conceptual
content. Danae Stratou and the participants also went on excursions to different places in Istanbul. The participants made both individual and shared output about the socio-economic and socio-cultural components of Istanbul under
the heading ‘Forest View’.
Sophie Calle produces works that consist of photographs and texts. She frequently states that writing is something that is very important for her. She has
composed many works of art, starting from ‘The Sleepers’ (1979) and ‘Venetian
Suite’ (1979), stretching as far as the Venice Biennale, with the title ‘Take Care
of Yourself’ (2007); these works consist of photographs and texts that record
events she has herself experienced. From this aspect, Sophie Calle is an artist
who maintains a complicated and mysterious relationship between her life and
her art. Sophie Calle has been to Istanbul before; however, this time she was hoping to learn more about the city. She has turned this procedure into a typical
surrealistic experience, planning to describe the city using the words of a blind
person. The concept of a blind person clearly is making a reference to the original name of one side of Istanbul, Chalkhedon (meaning City of the Blind). The
reference finds its visual correspondence with the fresco of a woman in the Chora Church, whose eyes have been worn away over time. The cooperation with
groups for the visually handicapped has been organized by Altı Nokta, the Foundation and Organization for the Blind and Beyaz Ay Association. A group of
blind people described to Sophie Calle their final view of Istanbul; Calle uses these views to tell us how she ‘has seen’ Istanbul.
Volkan Asan, Ani Setyan, Gözde İlkin, İz Öztat and Seda Hepsev participated
in Sophie Calle’s workshop, which was held from 6 to 26 April, 2010, in Istanbul. During this process, she informed the participants about her works and her
background with detailed presentations. The artists who participated in Sophie
Calle’s workshop realized both shared and individual production by touching
on the theme of ‘contract’, criticizing and discussing the bureaucratic network,
which formed the basis of this project.
Sophie Calle’s photographs and textual synthesis entitled “The Last Image” will be exhibited from 1 October to 31 October at Sanat Limanı; Victor Burgin’s 3D Modelling of
Sedad Hakkı Eldem’s Oriental Café and his accompanying text will be on display from
2 October to 31 October at the Istanbul Archeological Museum. The gala of Antoni
Muntadas’s Istanbul film “On Translation: Açık Radyo” will be on 7 October at Istanbul Modern; Remo Salvadori’s work, entitled “Continuous, Infinite, Present”, and Peter
Kogler’s work, “Untitled: Istanbul Carpet”, and Danae Stratou’s work, “Vital Space: Istanbul” will be exhibited between 22 October and 11 November at the MSGSF Tophane-i
Amire Cultural center.
15
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER / THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND PRODUCED FOR İSTANBUL
ANTONI MUNTADAS
ANTONI MUNTADAS
2008’de beni “İstanbul’da Hayatlar ve Eserler” programına davet ettiklerinden
beri birkaç kez İstanbul’da oldum. Bu proje dışında İstanbullularla başka bir
proje ve atölye çalışması için de İstanbul’da zaman harcadım. Bunu değişik zamanlarda birkaç kez yaptım.
I have been in Istanbul several times since they invited me in 2008 for this program
“Lives and Works in Istanbul”. Apart from this project I have spent time in Istanbul
developing a project and carrying out a workshop with the people here in Istanbul.
And I have done this in several periods, over different periods.
Bir şehri bir günde, bir saatte ya da beş yılda tanıyabilirsiniz. Onu çeşitli şekillerde tanıyabilirsiniz. Benim projem bir şehirle buluşmak, kendi fikir ve meraklarımı geliştirmek içindi. Bence bir şehri öğrenmenin en iyi yolu bir projede bulunmaktan geçer. Bir proje hazırlıyorsanız derhal kendinizi o işe verir ve şehrin
değişik yüzlerini araştırmakla vakit geçirirsiniz. Bildiğiniz gibi, bir şehri tanımanın belli bir süresi yok. Bence üç dakikada tanışacağınız şehirler de var, hiç öğrenemeyecekleriniz de.
You can come to know a city in one day or one hour or five years. You will know it
in different ways. My project has to do with trying to confront a city and trying to
develop my own opinion and curiosity. I think the best way to learn about a city
is with a project. When you do a project you immediately invest yourself and you
spend time exploring certain aspects of the city. There is, as you know, no particular time for knowing a city. I think there are cities you can know in three minutes
and cities you can never know.
Yaptığım iş benim için ilginçti, çünkü projem beni şehir içinde yaşamak ve çalışmaya sevkediyordu. Projelerim çok fazla bağlamla ilgilidir. Bunun için kimi zaman insanlarla konuşur, onların yazılarını okur, böylece şehrin program projesi boyunca muhayyileme girmesini tecrübe ederim.
The kind of work I am doing is interesting for me as it is a project that allows me to
live and work in the city; my projects are very much about the context. In order to
do this I sometimes need to establish dialog with people, to read about them, to
experience the city that falls into my thought through the project of the program.
Bu projeyi gerçekleştirmeye davet edildim. İlk yılımı araştırma, okuma, düşünme ile geçirdim; bence şehir, tek bir projede ele alınamayacak kadar karmaşık,
büyük ve kompleks. Bu nedenle kendim ve şehir arasında bir arayüz oluşturmaya çalıştım. Sonunda “Çevirirken” adında bir projeye karar verdim; burada
“Açık Radyo”yu kendim ile şehir arasındaki çeviri mekanizması aldım. Bu proje
“Açık Radyo” hakkında ve “Açık Radyo” kanalıyla idi ki, burada sadece bir radyo sesi tasvir edilmiyordu; dört de radyo programı yaptım: İstanbul ve mitler
üzerine bir radyo programı; ikincisi İstanbul insan tipleri; üçüncüsü İstanbul ve
kültür endüstrisi, ve dördüncüsü İstanbul’da bilgi, dezenformasyon ve sansür
üzerineydi. Sanırım dördüncüdeydi, stüdyoya konuyu tartışacak misafirler çağırdık. Denebilir ki, onlarla bu filmi yapmak için birlikte çalıştım. Umarım onu
TV’de görmüşsünüzdür; böylece proje tamamlanmış olur.
I was invited to do this project. I spent the first year researching, reading, thinking;
I think that the city is too complicated, large and complex to address in one project
for the city, thus I have tried to establish an interface within myself and the city.
I finally decided to carry out a project that is called “On translation” where I take
Açık Radyo as the filter of translation between myself and the city. This project is
about Açık Radyo and it’s also with Açık Radyo, as it not only tries to visualize the
audio of a radio, the sound of the radio, but I have also produced four radio programs. There is one radio program about Istanbul and the myth; the second was
about Istanbul stereotypes; the third is about Istanbul and cultural industry and
the fourth is about information, disinformation and censorship in Istanbul. And I
think in the fourth we invited guests to discuss these issues and broadcast. You could say that I worked with them to produce this film. I hope that you will be able to
watch it on TV, thus completing the project. I could also say about the project that
you should watch the radio and listen to the television.
Bu bir Türk projesiydi; Kanada’da ve Japonya’da projeler yapmıştım... Bence milliyet önemli birşey değildir. Ben bir göçebe olarak çalışıyorum denebilir. Projeler ise bağlamın bulunduğu yere aittirler. Luis Buñuel’in Meksika’da,
Fransa’da, İspanya’da filmleri vardır. İspanyol ve Fransız filmlerinde de Meksika etkisi görülür. Ben bunu bir çelişki görüyorum. Bir örnek mi? Benim ederlerim yapıldığı yerlere aittirler; o bölge insanlarının yaptıklarından oluşurlar.
Ama bu insanların bana “memleket nere?” diye sordukları bir dizi değildir. Ben
onlara ne iş yaptığımı sözlüyorum; nerede yaşadığımı ve nerede iş yaptığımı.
Bu proje için İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyorum. Bence ilginç olan budur.
This is a Turkish project; I have done projects in Canada, in Japan… I do not see nationality as something that is important. Rather I work as a nomad. And the projects are basically the places where the context exists. Luis Buñuel has films in Mexico, in France, in Spain, and there are Mexican influences in the Spanish films and
in French films. I take that as a paradox. But as an example? My works are from
the place where they are produced and consist of that which people are doing. But
this is not a series about “people asking me where are you from?” I tell them about “what I am working on. Where I live is where I am working.” For this Project I
live and work in Istanbul; I think this is interesting.
Tophane-i Amire, “Arada” sergisi, 20 Ocak - 14 Şubat 2010/”In Between” exhibition, Tophane-i
Amire, 20 January-14 February 2010
Faculty of Arts and Design, Universita luav di
Venezia öğrencileri İstanbul Çalıştayı, 2008/
Students of Faculty of Arts and Design, Universita
luav di Venezia at İstanbul Workshop, 2008
Antoni Muntadas çalışırken/Antoni Muntadas
while working
“Arada” sergisi/”In Between” exhibition
16
Antoni Muntadas Çalıştayı/Antoni Muntadas
Workshop-Kadırga, 2010
Sepetçiler Kasrı, Boston Massachusetts Institute of
Technology öğrencileri İstanbul Çalıştayı, 2009/ Sepetçiler
Kiosk, students of Boston Massachusetts Institute of
Technology at İstanbul Workshop, 2009
REMO SALVADORI
REMO SALVADORI
İstanbul şehri benim için herzaman tarihi gelenek ve çok özel coğrafi pozisyon ile birlikte olagelmiştir. Projenin değerini ve bu gerçeklikle sanatım yoluyla yüzyüze gelebilme imkânını çok kıymetli buldum.
The city of Istanbul has always existed for me with its historic tradition and
very special geographical position. I greatly appreciated the concept of the
project and the possibility of having a direct encounter with this reality through my own art.
Şehirle karşılaşmam kişisel dostluklar yoluyla oldu. Bu tecrübeyi mekânın yapısına derin bir bakış zenginleştirdi ki, kimi zaman bu ancak okumalar yoluyla
mümkün oldu. Her ziyaretimle şehir bana daha tanıdık geldi ve burada yaşadığım anlamlı tecrübeler sonucu onu, bir dosta dendiği gibi “arrivederci” diyerek bırakıyorum.
İlk gezimde bana Çağdaş Sanat Sergisi’nde Beral Madra eşlik ediyor, burada
“İstanbul’da Hayatlar ve Eserler, Avrupa Kültür Başkenti 2010” sergileniyordu.
Daha sonra, sanat galerilerini ve Beral Madra’yla yardımcıları tarafından şehrin
dış bölgelerinde açılan çağdaş sanat sergilerini ziyaret ettim. Gördüğüm eserler, bir yandan kendi özgün karakteristiklerini korurken, diğer yandan kalite ve
açık diyalogu yansıtıyorlar ve bu çağdaş araştırma diliyle uyuşuyordu: Bkz. İstanbul Biennali.
“İstanbul’da Hayatlar ve Eserler” projesinin birinci bölümü için İstanbul’u üçhaftalık ziyaretimin ilk haftasında, şehrin önemli yerlerinde genç sanatçılarla
bir atölye çalışması ya da “toplantılar” düzenlendi. Böylece birbirimizi ve bu
yerleri daha iyi tanımak imkânı bulduk: Tophane-i Amire, Sepetçiler Kasrı, Büyükada, Süleymaniye Camii, Sultanahmet Camii, Mısır Apartmanı, Arkeoloji Müzesi , BM Suma Modern Sanat Merkezi, Yenikapı Sanat Üretim Merkezi.
Kalan iki haftada tartışmalar ve pratik alıştırmalar yaptık. Amacımız kişisel projeler geliştirmekti. Daha sonlar bunlar toplanacak ve katlanabilir poster haline
getirilecekti. Bu çalışmalar esnasında kendi çalışmam için bir özel temayı hayalimde canlandırabildim ve projem 10 Eylül 209’da Arkeoloji Müzesi bahçesinde seyirci önünde gerçekleştirildi. Çalışmamın adı “Sürekli Sonsuz Şimdi” idi.
Asıl amaç genç sanatçıları davet etmek ve onlara kendilerini ve eserlerini sunmaları için bir grup havası içinde, ama kişisel yaklaşımları bozmadan fırsat vermekti. Kendibaşına çalışmak, birlikte çalışmak ve proje için çalışmak vurgulandı.
İnanıyorum ki, bu atölyede geliştirilen yöntemler, özgün potansiyeli geliştirmeye yardımcı olmuş, bunun sonuçları da posterde ve birkaç ay sonra 2010 Sanat Üretim Merkezi’ndeki grup sergisinde görülmüştür.
Yenikapı Sanat Üretim Merkezi - 2009 / Yenikapı
Art Production Center, 2009
Büyükada, Remo Salvadori Çalıştayı, 2008 /
Büyükada, Remo Salvadori Workshop, 2008
My encounter with the city was facilitated by personal friendships, the experience itself being enriched by a far greater vision of the fabric of the place,
which in some ways, I had only come to know through my readings. With each
visit the city has become more familiar to me and, having had meaningful experiences here, I leave it with an “arrivederci” salute, as if leaving a friend.
On my first trip I was accompanied by Beral Madra to the Contemporary Art
Fair, where the project “Lives and Works in Istanbul, European Capital of Culture 2010” was being presented. Later on, I visited some exhibitions in galleries, as well as contemporary art events that had been organized in the outskirts of the city by Beral Madra and her assistants. The works that I saw, whilst
maintaining their own specific characteristics, revealed a quality and an open
dialogue that resonated with the languages of contemporary research: see
the Istanbul Biennale.
During my three-week stay in Istanbul for the first part of the project “Lives
and Works in Istanbul”, a workshop with a group of young artists – or “meetings” - were held every day of the first week in an important place of the city.
This was a way to get to know each other and to verify the specific qualities
of the places themselves: Tophane-i-Amire, Sepetçiler Kasrı, Büyükada, Süleymaniye Mosque, Sultanahmet Mosque, Mısır Apartnamı, the Archeology Museum, BM Suma Modern Art Center, Yenikapı Art Production Center. For the
remaining two weeks we held discussions and practical exercises, the aim of
which was to develop individual projects that would then be collected and offered in the form of a fold-up poster. During this experience I could already visualize a specific theme in my work that was to be realized on September 10,
2009 in the courtyard of the Archeology Museum in the presence of the invited
public. The title of this work is “Continuous Infinite Present”.
The main criterion was an invitation to young artists to present themselves
and their works in a way that was to form a group meeting, but with an individual approach. The concept of working for oneself, working together and working for the project was emphasized.
I believe that the paths which were developed as part of the workshop succeeded in enriching the specific potential and the results of this are visible in the
poster and in the group exhibition that took place
Remo Salvadori Çalıştayı, 2009 / Remo Salvadori Workshop, 2009C
Sepetçiler Kasrı, Remo Salvadori Çalıştayı, 2009 /
Sepetçiler Kiosk, Remo Salvadori Workshop, 2009
Gülhane Parkı / Gulhane Park
17
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER / THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND PRODUCED FOR İSTANBUL
PETER KOGLER
PETER KOGLER
İstanbul’da hayatlar ve çalışmalar projesi için öyle bir proje geliştirmek istedim
ki, bir yandan özellikle mekân ve kültür olarak İstanbul’a ait, diğer yandan benim kendi görsel hazinem ve çalışmam açısından anlamlı olsun.
For Lives and Works in Istanbul, I wanted to develop a project that on the
one hand was particularly linked to Istanbul, as a place and a cultural context; this was somehow to be made sense of in terms of my own visual vocabulary and work.
Böylece, aklıma beyin resimli, labirent benzeri bir şekilli dev bir halı oluşturmak geldi.
Eserimi tarihi bir mekânda sunmak istedim; birçok yere baktık ve güzel, kubbeli, ölçüleri çok uygun Tophane’deki yeri bulduk.
Beral Madra ve ekibi ayrıca İstanbul’da bilgisayar yardımıyla halıyı üretecek bir
şirket buldular. Halı 9 x 9 metre ebadında imal edildi; ölçüler mekâna tam uygundu.
Baştan beri genç Türk sanatçılarla atölye çalışması yapmak ve İstanbul için özgün bir proje yaratmak fikri çok hoşuma gitti. Dışarıdan bu şekilde insan getirmek, şehre yeni bilgi getirmek ve İstanbul sanat dünyasını tanıtmak açısındansa çok iyi bir strateji.
İstanbul büyük ve dinamik bir metropol; ve bu birçok düzeyde böyle. Çağdaş
sanat konusunda bir atılım atmosferi var ve bu nedenle yoğun bir faaliyet ve
çok ilgi gözleniyor. Ayrıca İstanbul Biennali de bir çeşit açık alan sağladı. Yine
de genç sanatçılara dünyanın başka yerlerinde üretilen sanata dair yeterli bilgiye erişim imkânını artırma gereği var. Bilgi yaratıcı bir ortam oluşturmanın
temel şartıdır.
Ben, Manuel Gorkiewicz ve İstanbul 2010 ekibi genç sanatçı dosyalarına göz
gezdirdiğimizde çok ve çeşitli eserle karşılaştık. Bazıları çok naif iken diğerleri
çok ustaca idi. Temel hedefim, çağdaş sanatta ne olup bittiğiyle ilgili fikri ve özgün ve ilginç yaklaşımları olan sanatçıları keşfetmek idi.
Bu demekti ki, grubumuz çok heterojen bir sanatçı grubundan oluşacak, bu da
ilginç tartışmalara yol açacaktı.
Atölye çalışmasını sırasında belirgin bir hedef amaçlamadım. Zaten önden ne
olacağını bilemezsiniz; bu bir süreçtir. Eğer herşey iyi giderse, herkes, ben de
dahil, bundan birşey öğrenir.
So I came up with this idea to create a huge carpet with the image of a brain,
with a labyrinth-like structure.
I wanted to display the work in a historical location, so we looked at several
rooms and found this beautiful space with a cupola and exactly the right measurements in Topane.
Beral Madra and her team also found a company in Istanbul that was able to
produce the carpet with computer operated looms, creating a carpet that measured 9 x 9 meters, corresponding exactly with the space.
From the beginning I liked the idea of having a workshop with young Turkish
artists and developing a specific project for Istanbul. To get people from abroad involved in this way is a good strategy for bringing information to the city,
while at the same time spreading information about the Istanbul art scene.
Istanbul is now one of the most interesting and dynamic metropolises, and it
is so on very different levels. In terms of contemporary art there is an atmosphere of departure, thus there is a great deal of activity and much interest; also
the Istanbul Biennale helps to create some kind of open situation. Still there is
a need to give young artists access to relevant information about art, which is
happening now in other parts of the world. Information is the basic precondition for building a productive environment.
When I, Manuel Gorkiewicz and the Istanbul 2010 Team looked through the
portfolios of the young artists we were confronted with a wide range of different works. Some were very naïve, while others were pretty sophisticated.
My main goal was to discover the artists that seemed to have an idea about
what is happening in contemporary art, while also having an individual and
interesting approach.
This means the group will consist of a very heterogeneous team of artists,
which should provide for interesting discussions.
I never really thought about a goal that I would like to reach within the workshop.You never know in advance what will happen; it is a process. If things go
well everybody learns a bit, including myself.
İstanbul 2010, Peter Kogler Çalıştayı/ Peter Kogler
Workshop
İstanbul 2010, Peter Kogler Çalıştayı/ Peter Kogler Workshop
İstanbul 2010, Peter Kogler Çalıştayı/ Peter Kogler
Workshop
İstanbul 2010, Peter Kogler Çalıştayı/ Peter
Kogler Workshop
18
VICTOR BURGIN / EYLÜL 2010)
İstanbul’a davet edilmekten şeref duydum ve asla kabulde tereddüt etmedim.
Tek endişem, ki bunu daha önceki kimi davetlerde de hissetmişimdir, acaba
İstanbul’u yeterince anlamak ve eserimde aksettirebilmek için bir yol bulabilecek miyim, olmuştur. Bu izlenmesi zor bir yol: Bir yandan İstanbul’a gelip de
herhangi bir başka şehirde verebileceğim türden bir eser vermek istemedim;
öte yandan da bir cahil gibi konuşmak tehlikesinin farkındaydım. Bu nedenle
hazırlığımın çoğu bilgi edinmekle geçti. Bu amaçla yaptığım ziyaretler çok faydalı oldu. Bir şehirle dolaysız tecrübenin ve orada yaşayan halkla sohbetin yerini hiçbirşey tutmaz tabii ki Türk tarihi üzerine kitaplar da okudum; İngilizce altyazılı bulabildiğim birçok Türk filmi seyrettim ve çağdaş Türk yazarlarının eserlerini okudum. Genelde, sanırım, İngilizce konuşan dünyanın çoğu gibi
okumalarıma Orhan Pamuk’un İstanbul anılarıyla başladım. Türk romanları
aradığımda ilk karşıma Asli Erdoğan’ın kitabı “Mucizevi Mandarin” çıktı. Konu
Cenevre’de geçiyordu, bu şehri iyi biliyordum. Daha sonra okuduğum tüm romanlardan, ki çoğu harikaydı, sadece bu küçük roman bende kaldı. Bir şehirde
bir eser yaratırken o şehrin yeri ile ilgili kimi somut gerçekleri bağlamında şehrin bendeki “hayalini” tasvire çalışırım. Asli Erdoğan’ın kitabı da muhayyileme
yerleştiği için, eserime kinayeler de ekliyorum.
İstanbul’u yaklaşık beş yıl önce ziyaret ettim, bir konferansta konuştum. Evsahiplerimce pek sıcak karşılandım ve ziyaretimden çok memnun oldum - ama
bu kısa süreydi, şehirden çok az şey gördüm. Proje ile bağlantılı şimdiki ziyaretlerim ise daha uzun, şehrin ve civarının çok daha fazla yerini gördüm ve burada kendimi artık evimde hissetmeye başladım. Her ne kadar Türkçe konuşamamak gibi büyük bir dezavantajım olsa da projeden sonra kendimle götüreceğim izlenim tanıdığım ve aşık olduğum bir şehrin anısı olacak. Umuyorum ki,
geri döndüğünde beni tekrar bağrına basar. kitaplarımdan bazılarına (Some Cities - kimi şehirler 1996) başlarken gördüm ki, şehirlerle ilişkilerimiz insanlarla
ilişkilerimiz gibi: Onları seviyoruz, nefret ediyoruz, ya da onlara kayıtsızız. Kimse İstanbul’a kayıtsız olamaz.
Eserimin başlangıç noktası “taşlık” kahvehane ve çay bahçesi; burası 194748’de Sedat Hakkı Eldem’ce düzenlenmiş ve açılmış; 1988’de Swiss Ôtel inşaatı
için yıkılmış. İstanbul’u tanıdıkça, bu bina ve kaderinin modern Türkiye’nin bir
benzeri olduğunu gördüm. Çok güzel bir binaymış, harika bir yerde ve Boğaz’a
karşı; 17.yüzyıl Osmanlı mimarisiyle 20.yüzyıl modernizmini birleştirmiş. Dahası bir çay bahçesi olarak herkese de açıkmış. Denebilir ki, o, tarihsel temellere
dayanan milli bir kimliğin modern ve demokratik tezahürü olarak Cumhuriyet
idealini temsil ediyormuş. Ama bu Eldem’in eserini korumaya yetmemiş, ve o
deyim yerindeyse Batı’dan esen global kapitalizm fırtınasınca yerle bir edilmiş.
Bu çayevini ilk araştırdığımda ve İstanbul’a gelmeden önce onun bir resmini
okuduğum bir kitapta gördüğümde bana onun yıkıldığı söylendi. Gerçi bu tam
doğru değil. Bina parçalanmış ve bir kısmı tekrar restore edilerek biraz daha
farklı bir yerde turistik restoran olarak açılmış. Çay bahçesinin yeri otoparka
çevrilmiş, artık manzaraya çatıdaki bir tenis kortundan bakılıyor. Ben bunu çok,
çok hüzünlü buldum. Bari tüm yapıyı yıksalardı... Gerçi yokolmuş sayılır, etrafındaki otel binalarınca tamamen kuşatılmış. Benim projem bu çayevinin ilk
inşa olduğu zamanki hali ile hatırasını ortaya çıkarmak, İstanbul’da, İstanbul’un
bende bıraktığı izlere dayanan bir iz bırakmaktı.
Türkiye’deki çağdaş sanatla pek fazla tanışamadım, zira zamanımın çoğunu
projem aldı ve İstanbul -her ne kadar Türk olsa da!- Türkiye değil. Çağdaş sanat
dünyasına gelince, bu iyi ya da kötü müdür bilmem, genel yapı itibariyle uluslararasıdır. Büyük şehirlerde hep böyle oluyor. Bu anlamda İstanbul, büyük bir
dünya kenti olarak istisna değil. İstanbul’da rastladığım Türk sanatçıların aynılarına Londra, Paris ya da New York’ta rastlayabilirim. İstanbul’da banim için
yeni, keşfedecek o kadar çok şey varken, zaten bildiğim şeylerle vaktimi geçirmek için fazla bir istek duymadım.
Yöneteceğim atölyeye dahil olacak genç sanatçıların ilk tur seçimi ben yokken, daha İstanbul’a gelmeden yapıldı. Avrupa Kültür Başkenti İstanbul 2010
Ajansı’na ne çeşit sanatçılarla birlikte çalışabileceğimi anlatmıştım; onlar da
bana başvuranların eserlerinin olduğu dosyaları yolladılar; çoğu zaman bu sanatçıların internet sitelerinin linkleri de dosyalarına ilişikti. Kabaca, fotoğraf ya
da video kullanan ve sadece formel estetik konularıyla ilgilenmeyen sanatçı-
VICTOR BURGIN / SEPTEMBER 2010
I felt extremely honoured to be invited to Istanbul and there was never any doubt
in my mind about accepting. My only concern, which I have felt in the case of certain other such invitations in the past, was would I be able to find a way of understanding enough about Istanbul to be able to speak about it in my work. It is a difficult line to tread: on the one hand I did not want to come to Istanbul and produce a work that I could equally well have made in any other city; on the other hand
I was very aware of the danger of speaking out of ignorance. A good part of my
work therefore has been the work of informing myself. To that end my visits here
have been enormously helpful. There is no substitute for the direct experience of
a city, and for conversations with the people who live there. I have, of course, also
read books on Turkish history, watched as many Turkish films as I could find with
English subtitles, and read a number of works by contemporary Turkish writers. In
common, I imagine, with most of the English-speaking world, I began my reading
with Orhan Pamuk’s personal memoir of Istanbul. When I went in search of Turkish
novels I first came across a French translation of Asli Erdoğan’s novella The Miraculous Mandarin (Mucizevi Mandarin). The story is set in Geneva, a city I know
well. I found that across all of the other novels I subsequently read, many of them
excellent, it was this short novel that stayed with me. When I make a work in a city
I try to represent my ‘imaginary’ of the city in relation to some material facts about the place. As Asli Erdoğan’s story had entered my imaginary I therefore include
allusions to it in my work.
I had already visited Istanbul, about five years ago, to speak at a conference. I was
very warmly received by my hosts and enjoyed my stay enormously – but it was a
short stay, and I saw very little of the city. My more recent visits in connection with
the project have been for longer periods, I have seen much more of the city and
its immediate surroundings and I have begun to feel quite at home here – in spite of the very obvious disadvantage of not speaking Turkish. The impression I shall
take away after the project is of a city I have learned to know and love, and that I
hope will welcome me back whenever I am able to return. I begin one of my own
books (Some Cities, 1996) by observing that our relations to cities are like our relations to people: we love them, hate them, or are indifferent to them. One cannot be indifferent to Istanbul.
The starting point for my work was the Taslik coffee house and garden, designed
by Sedad Hakki Eldem and built between 1947-48; this was torn down in 1988 to
make way for the Swiss Ôtel. The more I came to know Istanbul the more this building, and its fate, seemed the very allegory of modern Turkey. It was a beautiful building, on a splendid site overlooking the Bosphorus, which very successfully synthesised a 17th-century Ottoman architectural vocabulary with 20th century modernism. Moreover, as a coffee house, it was open to everyone. One might
say it represented a republican ideal of the modern and democratic expression of
a historically grounded national identity. But this did not protect Eldem’s building
and garden from being quite literally buried by the storm of global capitalism blowing from the West. When I first made enquiries about the coffee house, having
seen a photograph of it in a book before I came to Istanbul, I was told that the building had been destroyed. This is not strictly true. The building was dismantled and
part of it re-erected in a slightly different position to be used as a tourist restaurant. The garden was turned into a car park and the view is now of a rooftop tennis court. I find this immensely sad. It would have been better if the building had
simply been allowed to disappear. In effect it has disappeared, as it is now completely shrouded by the surrounding hotel buildings. My project has been to disinter
the memory of the coffee house as it was at the time it was built, to leave a trace
in Istanbul of one of the traces that Istanbul has left in me.
I have not formed much familiarity with contemporary art in Turkey as my time
in Istanbul has been largely taken up by my work, and as Istanbul – although it
is certainly Turkish! – is not Turkey. As the contemporary art world, for better or
worse, is international in structure, it tends to be much the same in all major cities. Istanbul, as a major world city, is no exception to this rule. The Turkish artists I
have met in Istanbul I might equally have met in London, Paris or New York. There is so much that is new for to me to discover in Istanbul that I suppose I have not
been very motivated to enlarge my acquaintance with what I feel I already know.
19
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER / THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND PRODUCED FOR İSTANBUL
larla birlikte çalışabileceğimi söylemiştim. Atölyedeki sanatçılar öğrenciler olmaktan çok uzaktılar; her birinin oturmuş mesleki kariyerleri vardı. Ben onları “genç sanatçılar” olarak değil “daha genç sanatçılar” olarak düşündüm; yani
“benden daha genç”.
Atölye sonunda sanırım başarılı oldum. Atölyeye, katılımcılara şunları söyleyerek başladım: “Her birinizin elinde boş bir A4 kâğıdı ve birbirinin aynı kalemler
olduğunu düşünün. Kaleminizle kâğıda istediğiniz işareti yapabilir, ama kalemi
ya da kâğıdı değiştiremezsiniz.” Sonra hepsinden buna benzer kısıtları kabul etmelerini istedim. Yaptıkları herşey bir perdeye yansıtılmak zorundaydı -bir projektörden bir perdeye. Katılımcıların bu şekilde çalışmış olduklarını sanmam,
onlar için eserlerini tekrar tasarlamak ve bu kısıtlara uydurmak zor oldu; özellikle son derece profesyonel bir pratik geliştirmiş olanların da. Onların bu zorlamaya nasıl cevap verdiklerini görmek beni etkiledi. Bu süreçte -ki zaten tecrübede de amaç budur- birçoğu eserlerini geliştirebilecekleri yeni yönler keşfettiler. Onlara sunduğum kısıtlar kendi eserimin de kısıtlarıydı ve ben bunları
basitçe, gerektiğinde kendi tecrübeme dayanarak teknik tavsiyede bulunabilmek için seçmiştim. Eserlerindeki fikirler tamamen kendilerine aitti; bu da sergide görülen çok çeşitli eserlerden anlaşılıyordu.
Sedad Hakkı Eldem, Taşlık Kahvesi
Sedad Hakkı Eldem, Taşlık Coffee House
istanbul Arkeoloji Müzesi Victor Burgin: a place to
read / okuma yeri, Victor Burgin, 2010
20
The first round of the selection of the young artists who applied to join the workshop that I led was made at a distance, before I came to Istanbul. I told the Istanbul 2010 European Capital of Culture Agency which kind of artists I believed I could usefully work with, and they sent me files of the applicants’ work, often with
links to artists’ Internet sites. Broadly speaking, I said I preferred to work with artists who, like me, used photography or video, and who were interested not only
in formal aesthetic matters. The artists in the workshop were far from being students – all of them have established careers. I thought of them not as ‘young artists’ but as ‘younger artists’ – which is to say, ‘younger than me’!
At the end of the workshop I think I succeeded. I began the workshop by saying to
the participants: ‘Imagine that you each have a blank sheet of A4 paper and you
each have identically similar pencils. You can make whatever marks you wish with
the pencil on the paper, but you cannot change either the pencil or the paper.’ I
then asked them to accept an analogous set of constraints. Whatever work they
made had to be projected on a screen – one projector and one screen. I don’t think
that any of the workshop participants were already working in this way, and it was
difficult for them to change direction and to rethink their work in terms of these
constraints, especially in the case of those who had developed a very highly polished professional practice. I was very impressed by the way in which they responded to the challenge. In the process – and of course this is the point of the exercise
– many of them discovered new directions in which to take their work. The constraints I gave them are the constraints of my own work, and I chose these quite
simply so that I could draw on my own experience to offer technical advice when
required. The ideas in their works are entirely their own, which is obvious from the
very different works to be seen in their exhibition.
Victor Burgin Çalıştayı, 2009/Victor Burgin
Workshop, 2009
Victor Burgin, 2009
DANAE STRATOU
DANAE STRATOU
Hayat alanı - İstanbul bir video enstalasyonu olup, aslında iki ayrı açıdan
İstanbul’a bakan filmi içerir. Biri kuşbakışı bir görüntü ile düzen ve karmaşayı,
merkez ve çevreyi, seçkinlik ve yoksulluğu, formel ve informeli birbirine bağlayan değişik yolları alır. İkinci film yerden bakışla bir insan denizini gösterir. İnsanlar sırayla şehrin değişik yerlerinde (otobüs durakları, feribot terminali, kalabalık sokaklar) kameraya doğru gelmektedir.
Vital Space – Istanbul is a video installation comprising two films depicting two
different aspects of Istanbul. One film offers a bird eye’s view of different paths
connecting order and disorder, centre and suburb, privilege and dispossession, formal and informal. The second film captures from ground level a sea of people coming toward the camera in sequences filmed in different city locations (e.g. bus
station, ferry boat terminal, busy streets).
Hayat alanı-İstanbul serbest duran büyük bir duvara yansıtılacak (7.00mx4.00m).
Her iki gösterim duvarın karşıt yüzlerinin tamamını kapsayacaktır. Seyirci, her
iki filmi birden izleyemeyecektir. Duvarın öte yanına geçerek diğerini ya da ilkini
izleyebilir. İlk film seyirciye sürekli bir geçiş hareketi sunar; kamera bir helikoptere takılıdır; ilerleyen görüntü seyirciyi merkezden dışa, şehrin çeşitli bölümlerine götürür. Buna karşın yerden çekilmiş film değişik bir dinamizm içerir, çünkü burada kamera sabittir; insanlar kameraya gelmektedir.
Vital Space – Istanbul will be projected on a large freestanding wall (7.00mx4.00m).
Both projections will cover the entire surface of the wall on each side. The viewer
will, therefore, not be able to watch both movies at once. She/he will have to walk
around the free standing wall to catch glimpses (or watch extensive parts) of the
two films separately. On the one side (Side A) of the wall the birds’ eye view film
will be projected. The other side (Side B) will feature the ground level projection.
The former will offer the viewer a constant outward movement, as the camera
mounted at the front of the helicopter relates a constant flow of images taking the
viewer seamlessly across the city, from the centre outwards. In contrast the ground level film offers a different dynamic since the camera is static and the constant
flow of humanity is coming toward the viewer.
Davet edildiğime çok memnunum; özellikle de son İstanbul Biennali’ni ziyaretten ve ondan çok etkilendikten sonra. İstanbul’a dönerek burada bir sanatçı
grubunun üyesi olmak ve İstanbul 2010’a katkıda bulunmak heyecan verici idi.
İstanbul’u hep büyük bir şehir olarak düşünmüşümdür: İki müteakip imparatorluğun merkezi ve iki kıtayı bağlayan canlı bir faaliyet merkezi. Bu beni hep çok
çekti. İstanbul’a her ziyaretim yüreğime bir duygu seli ve zihnime esin veren fikirler akıttı. İstanbul 2010’un sanat etkinliklerine katılmak bu duyguları ancak
artırdı; özellikle de genç sanatçılar eşliğinde şehri dolaşma, derinliklerine dalma
ve şehrin ritmine girme imkânı veren atölye faaliyeti. Çok güçlü bir bağ ile bu
şehirden ayrılıyorum; artık ona “benim de şehrim” diyebilirim.
İstanbul’da yaşarken ve çalışırken gördüğüm sanat camiasının dinamizmi ve
genç sanatçıların birbirine bağlılığı beni çok memnun etti ve etkiledi.
Kararımı bana sunulan seçeneklere göre verdim ve buradan eserleri benimkilere ruhen ve aklen yakın olanları seçtim.
Atölyemiz herkesin İstanbul’daki hayatını, çalışmasını, sanata bakışını zenginleştirdi ve aramızda kuvvetli bağlar oluşturdu.
Danae Stratou 2010
I was delighted to receive the invitation, especially in view of the fact that I had
recently visited the Istanbul Biennale, which had impressed me greatly. The prospect of returning to Istanbul to be part of the artistic community there, and to
contribute to Istanbul 2010 was quite thrilling.
I have always thought of Istanbul as a majestic city. A capital of two successive
Empires and a vibrant hub of activity, straddling two continents, it has always
attracted me greatly. Every visit to Istanbul has brought a stream of emotions to
my heart and a sequence of inspiring thoughts to my mind. My participation in the
artistic events of Istanbul 2010 only served to heighten these feelings. Especially
in the context of the workshop that allowed me to walk the city in the company of
young local artists, explore its underbelly and become immersed in the rhythm of
the city. I leave with a strong, powerful attachment to a great city which I can now
also consider as partly ‘mine’.
I was pleasantly surprised by the dynamism of the art community and the integrity
of the young artists that I met while working and living in Istanbul.
I based my decision on the portfolios that were presented to me and I selected artists whose work was closer in spirit to my own work and mindset.
The workshop enriched everyone’s perspective on art and on living and working in
Istanbul and, additionally, created strong bonds between us.
Peter Kogler Çalıştayı/Peter Kogler Workshop 2010
Vital Space Projesi- Danae Stratou, Uğur
İçbak, Stelios Apostolids-Vital Space Project
Danae Stratou Çalıştayı/Danae Stratou Workshop 2010
21
İSTANBUL’DA YAŞADILAR, İSTANBUL’DA ÇALIŞTILAR VE İSTANBUL İÇİN ÜRETTİLER / THEY LIVED IN İSTANBUL, WORKED IN İSTANBUL AND PRODUCED FOR İSTANBUL
SOPHIE CALLE
SOPHIE CALLE
THE FINAL VIEW
SON RESİM
Istanbul. I met with the blind. 9 men and 4 women.
İstanbul. Körlerle karşılaştım. 9 erkek ve 4 kadın.
Most of them lost their sight suddenly, due to an accident
Çoğu gözlerini aniden kaybetmişti, kaza nedeniyle
Diğerleri görüşlerini yavaş yavaş kaybetmişti
The others lost their sight gradually
I asked them what they looked at and saw the final time. I wanted them to
Onlara en son neye baktıklarını ve son ne gördüklerini sordum. Bana gördüklerini anlatmalarını söyledim.
Son gördükleri.
Resimlerini çektim. Son gördüklerini yakalamaya çalıştım - bu bazen oldu.
Onların gözünden İstanbul’a baktım.
Sophie Calle’ın “Körlük” konulu çalışmasından kareler/Views from Sophie Calle’s work on “blindness”
22
describe to me what they had seen.
Their final views.
I took their photographs. I tried to reproduce or create this final view – in
some cases this was possible.
I looked at Istanbul from their point of view.
Sophie Calle Çalıştayı/Sophie Calle Workshop 2010
İSTANBUL’UN YÜKSELEN YILDIZI
“GÜNCEL SANAT”
Sami SOYKAN
THE RISING STAR OF İSTANBUL
“ACTUAL ART”
Sami SOYKAN
İSTANBUL’UN YÜKSELEN YILDIZI “GÜNCEL SANAT” / THE RISING STAR OF İSTANBUL “ACTUAL ART”
İSTANBUL’UN YÜKSELEN YILDIZI “GÜNCEL SANAT”
THE RISING STAR OF İSTANBUL “ACTUAL ART”
Sami SOYKAN*
Sami SOYKAN*
Avrupa Kültür Başkentliğinin sonuna yaklaştığımız şu günlerde, İstanbul rekor
düzeyde sanat etkinliğine ev sahipliği yapıyor. On yıl öncesine kadar, her yılın
sonunda bu yılın en iyi sanat etkinlikleri dökümünü yaparken 5-10 başlığı öne çıkardığımızı ve 1-2 etkinliği de gerçekten görmüş olmaktan dolayı mutluluğumuzu dile getirdiğimizi hatırlıyorum. Son yıllarda bu liste giderek kalabalıklaşmaya
başladı. Birkaç yıldır benzeri bir listeyi aylık olarak çıkarmak mümkün neredeyse... İstanbul’un nüfusuyla orantılandığında çok yüksek değil belki ama artık neredeyse her gün kaçırılmamalı diyeceğimiz bir etkinlik var...
As we approach the end of Istanbul’s reign as a European Capital of Culture, the
city has been hosting an unprecedented number of art events. Until ten years
ago, a list of the best art events of the year included only number five or ten and
we were happy to have attended one or two of the events. Recently, however,
this list has grown longer. Now it is possible to compile a similar list about once
a month. Perhaps the number of events is not that high when the population of
Istanbul is taken into consideration, but at least there’s an event that shouldn’t
missed almost everyday.
Even municipalities have become entrepreneurs of art, competing with the IsBazı ilçe belediyelerinin bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile yarışır bir satanbul Metropolitan Municipality. Although there are some problems in terms
nat girişimcisi rolünü üstlendikleri görülüyor. Bazıları temel standartlar açıof standards, almost every district has opened its own cultural center thanks
sından sorunlu da olsa, belediyelerin yatırımlarıyla hemen her ilçe bir (bazılato the support of the municipalities. Art acrı birkaç) kültür merkezine kavuşmuş durumtivities in Istanbul are no longer solely foda. İstanbul’daki sanat etkinliklerinin yoğunluğu
Sanat ortamındaki bu hareketlilik yeni aktörleri de
und on the Şişli-Beyoğlu-Kadıköy axis. Owing
Şişli - Beyoğlu - Kadıköy ekseninin dışına çoktan
to Istanbul’s status as a European Capital
taşmış durumda. Son bir yıldır yaşanan Avruparalelinde yetiştirdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi
of Culture during the past year, art has bepa Kültür Başkenti süreci ise bu yaygınlığı zirveKültür İşleri Daire Başkanlığı ve Kültür A.Ş., her geçen
come more prevalent throughout the city.
ye taşıdı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
yıl İstanbul’un sanat ortamındaki etkin rollerini
The Istanbul 2010 European Capital of CulAjansı, sanatın her dalından etkinlikleri Şile’den
pekiştirmenin yanısıra şehrin sınırlarını zorlayan bir
ture Agency has carried out activities related
Büyükçekmece’ye, Adalar’dan Beyoğlu’na taşıyaygınlığa ulaşmış durumda.
to every form of art with thousands of natimış durumda. Bu etkinliklerde yerli-yabancı binonal and international artists from Şile and
lerce sanatçı, izleyici ile buluştu. İstanbul 2010
The buzz over the art world has also created some new
Beyoğlu to Büyükçekmece and Adalar. AltAvrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın etkinlikleri
actors in this area. The Istanbul Metropolitan Municipality
hough Istanbul’s reign as the 2010 Europeyıl sonunda bitecek olsa da, İstanbul’un kültürDirectorship of Cultural Affairs Department and Culture
an Capital of Culture concludes at the end
sanat ortamı işletme ve bütçesiyle dev bir enCo. Inc. have become popular for consolidating the role of
of this year, culture and arts in Istanbul has
düstri koluna dönüşmüş durumda. Bu oluşum,
the city in art, but also for pushing the limits of Istanbul’s
been transformed into a massive area of bumevcut aktörlere yenileri eklenerek sürekli büart scene.
siness. This pattern will continue as new acyümeye devam edecektir.
tors enter the field.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın 1970’lerin baSince the early 1970s, the Istanbul Foundation of Culture and Arts has organişından itibaren düzenlediği, giderek kurumsallaşan ve kalabalıklaşan festivaller
zed the Istanbul Biennial. The Istanbul Biennial is becoming increasingly popuzinciri içinde en zayıf halkalardan biri olan İstanbul Bienali gözle görülür bir görlar and attracts numerous foreign visitors. In addition, Istanbul has seen an inckeme kavuşmanın yanısıra, ciddi sayıda yabancı izleyiciyi İstanbul’a çeker oldu.
rease in the number of the private museums as well as fresh exhibition techniquBu arada özel müzelerimiz de giderek çoğalıyor; Sadberk Hanım Müzesi, Sabanes and displays from the Sadberk Hanım Museum, Sabancı Museum, Pera Mucı Müzesi, Pera Müzesi, Rahmi Koç Müzesi, Santral İstanbul ile müzecilik ve serseum, Rahmi Koç Museum, and Santral Istanbul. Realizing the popularity of such
gileme yöntemlerinde yeni sunum teknikleriyle tanıştık. Bunu gören devlet müexhibitions, some state museums, such as Topkapı Palace, Dolmabahçe Palace,
zelerimiz; Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde
and the Turkish and Islamic Arts Museum, have started to modernize their dispbile kıpırdanmalar var. Uluslararası sergilere evsahipliği yapmaya başladılar. Bu
lays and now host international exhibitions.
süreçte, koleksiyonunu ödünç vermek dışında hiçbir varlık gösteremeyen bir
Along these lines, the Museum of Painting and Sculpture, which does little more
Resim ve Heykel Müzesi var. Bu anlaşılmaz sessizliğin sebebi hâlâ gizemini kothan lend out its collection, should make an effort to become more active. The
ruyor... Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne bağlı olan bu müze, ünivermuseum, which is affiliated with the Mimar Sinan Fine Arts University, should
site yönetiminin insafına bırakılmamalı. Müzeye, özellikle de koleksiyonuna bünot be left to the mercy of the university management. Individuals and institutün kişi ve kurumların sahip çıkması gerekiyor. İstanbul’un yüz ellli yıllık sanat
tions should be come involved with this museum, particularly since its collectihafızası burada yatıyor. Bu arada Resim Heykel Müzesi koleksiyonundan önemon contains of 150 years of Istanbul’s art history. In the meantime, this collectili eserleri misafir eden İstanbul Modern, tam adıyla İstanbul Modern Sanatlar
on has at least partially been exhibited thanks to the Istanbul Modern Arts MuMüzesi, Sabancı Müzesi, Pera Müzesi ve Santral İstanbul’un açtığı kapsamlı serseum, Sabancı Museum, Pera Museum and Santral Istanbul which have displagilerle koleksiyon kısmen de olsa izleyici ile buluşur oldu.
yed noteworthy pieces from the collection.
Müzecilikteki bu hareketlilik galerilere ve müzayedelere de yansıdı. Fiyat skaThe transformation of museum studies is evident in the galleries and auctionelasında Türk resminin eski klasik ustalarına ulaşan yaşayan ustalar da yeralmaers. The modern painters have started to sell their paintings in the same price
ya başladı. Türk sanatseverin modern sanata yatırım yaptığını gören uluslarararange as the paintings done by the old classical masters. International auction
sı müzayede firmaları Türk sanatıyla ilgilenirken, İstanbul Batı sanatının önemhouses who observe that Turkish art lovers invest in the modern arts, are getli isimlerini ağırlamaya başladı.
ting interested in the Turkish art whereas Istanbul began to host remarkable naBatı sanatı ve uluslararası sanat piyasasıyla giderek yoğunlaşan ilişki bazı kavmes of the Western art. Türk sanatseverin modern sanata yatırım yaptığını göram kargaşalarını da beraberinde getirdi. Henüz, sanatın modern, çağdaş ve
ren uluslararası müzayede firmaları Türk sanatıyla ilgilenirken, İstanbul Batı sagüncel olanını nasıl ayıracağımızı bilemiyoruz. Modern sanat nerede başlayıp
natının önemli isimlerini ağırlamaya başladı.
nerede bitiyor, çağdaş veya güncel sanatı birbirinden nasıl ayırıyoruz?... NiteThe relationship between Western art and the international art market, which
kim son yıllarda açılan önemli sanat kurumlarının isimlerine baktığımızda aynı
continues to intensify, has created some conceptual confusion. It is not yet
karmaşa ve kafa karışıklığının devam ettiğini görüyoruz; İstanbul Modern Sanatknown how to distinguish between modern, contemporary and current art.
lar Müzesi, Proje 4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi, Platform Garanti Güncel SanatWhere does the modern art start and end? How do we differentiate between
lar Merkezi, Arter – Sanat İçin Alan...
*
24
Sanat Eleştirmeni.
*
Critic of Fine Arts.
Türkiye’de Güncel Sanat ‘kavram’ı 1990’ların ortalarından bu yana gündemde. Bu kavram, bir sanat türüne mi, bir sanat eğilimine mi işaret ediyor? Yoksa, dönemsel bir anlamı mı var? Bu konuda görüşler farklı. Tartışmalar bir kavram karmaşası şeklinde sürüyor. Hatta öyle ki, bazılarının neye
niçin arka çıktığı veya karşı durduğu bile anlaşılmıyor. Bu kavram karmaşası öncelikle çeviri kaynaklı olduğu gözleniyor. Malum, yönümüzü Batı’ya çevirdiğimizden beri, sanata ilişkin kavramları da Batı’dan alıp, ya okundukları
haliyle kabul etmiş ya da dilimize çevirmişiz. Güncel sanat denen kavram da
öyle. Daha önce dilimize yerleşen ‘modern sanat’ ve ‘çağdaş sanat’ kavramları gibi... Önce bu kavramlar arasındaki ilişkiyi gözden geçirmekte yarar var.
1980’lere kadar, “modern sanat” ve “çağdaş sanat” kavramları arasında bir anlam farkı varsa bile görmezden geliniyordu. Çağdaş sanat, Fransızca “l’art moderne” (İngilizce “modern art”) kavramının Türkçe karşılığıydı. Bire bir Türkçeleştirmek isteyenler “çağdaş sanat”, dil konusunda daha esnek olanlar “modern sanat” demeyi tercih ediyorlardı. 20. yüzyılın sonlarına kadar “modern
art” kavramı Türkçeye “çağdaş sanat” diye çevrildi. Bugüne ait olanı belirtmek üzere, “modern” sözcüğünün yanı sıra, İngilizce’de “contemporary” (Fr.
contemporain) diye ayrı bir sözcük daha var. Şimdilerde “contemporary art”ı
da “çağdaş sanat” diye çeviriyoruz ve haliyle bir karışıklığa yol açıyor. Sözlüklerde “contemporary” kavramının anlamı “çağdaş”, “aynı zaman diliminden
olan”, “yaşıt” şeklinde veriliyor. “Modern” sözcüğüne verilen anlamlar ise
“yeni”, “çağcıl”, “çağdaş”, “ilerlemeden yana olan”. Aralarındaki temel fark,
“modern”e yüklenen “yeni” ve “ilerleme” vurgusu.
contemporary and current art? Indeed, in recent years, this confusion be in seen
in the names of recently opened art museums: Istanbul Modern Arts Museum;
Proje 4L/Elgiz Contemporary Art Museum: Platform Garanti Current Arts Center;
Arter-Space for Art.
In Turkey, the concept of current art has been popular since the mid-1990s. Does
this concept refer to a type of art or a trend in art? Or, is it related to the time period? There are differing opinions on this issue and there is much conceptual confusion. This conceptual confusion stems from the issue of how to translate the
terminology. Since the start of westernization in Turkey, terminology relating to
Western art has either been accepted as is or translated into Turkish. The concept of “current art” is an example of this, just as the “modern art” and “contemporary art” were translated into Turkish.
Until the 1980s, even if there was a difference in meaning between modern art
and contemporary art, this was ignored. “Contemporary art” was the translation of the French concept “l’art moderne” (“modern art” in English). Those who
wanted to use Turkish terms preferred “contemporary art” while the others used
“modern art”. Until the end of the 20th century, “modern art” was translated as
“contemporary art” in Turkish. Today, apart from the concept of modern, there
is also contemporary in English (contemporaon in French). “Contemporary art”
is translated as “contemporary art” (çağdaş sanat) and this leads to confusion.
The dictionary definition of contemporary is “of the same age” or “coeval”. The
definition of modern is “new”, “up to date”, “contemporary”, and “one who is
for progress”. The main difference between these two concepts is the emphasis on new and progress in the definition of modern.
Son yıllardaki “modern sanat” ve “çağdaş sanat” ayrımı, Batı’daki, daha doğrusu İngilizce’deki “modern art” ve
“contemporary art” ifadeleri arasındaki ayrımın yansımasından başka bir
The distinction between modern and
şey değil aslında. 1980’lerdeki yaklaşıcontemporary art is actually no more
mın aksine, “modern art”ı “modern sathan a reflection of the separation of
nat”, “contemporary art”ı da “çağdaş
the terms “modern art” and “contemposanat” olarak çevirebiliriz, ama kafalar
rary art” in the West, or in other words,
hâlâ karışık, birimizin modern dediğine,
in English. In contrast to the approach in
öbürü çağdaş diyebiliyor... Peki “güncel
the 1980s, now “modern art” is translasanat” neyin çevirisidir? 2000’lerin bated as “modern sanat” and “contempoşında “güncel sanat” kavramı “contemrary art” as “çağdaş sanat”. But this still
porary art”ın karşılığı olarak önerilmişleaves some confusion as what one calls
ti. “Contemporary art”ın Türkçe karşılımodern another calls contemporary.
ğı olarak önerilmiş ve farklı çevrelerde
This begs the question of how “current
benimsenmiş iki kavram var yürürlükart” (güncel sanat) should be translate, “çağdaş sanat” ve “güncel sanat”.
ted? In the early 2000s, “güncel sanat”
Her ikisinin de taraftarları var. Örneğin,
was used as the translation for “conArter
Vasıf Kortun “çağdaş” kavramının devtemporary art”. Different circles preferletçilik, elitizm ve zoraki bir laiklik koktuğunu, ayrıca, İngilizce’deki “contemred one concept over the other; each had their own advocates. For example, Vasıf Kortun explains that the term “çağdaş” implies statism, elitism and an enforporary” kavramını karşılamadığını ve “güncel sanat” demeyi tercih ettiğini beced secularism; moreover, it is not the exact translation of “contemporary” so he
lirtiyor.
prefers to use “current art.”
Güncel sanat/çağdaş sanat ikilemini aşmak için kavramın İngilizce’deki içeriğiIf we look at the English context of this in attempt to solve the dilemma betne bakacak olursak; “contemporary art” ifadesi, bir sanat eğilimi, anlayışı ya da
ween current art and contemporary art, the expression “contemporary art” is
türünden ziyade, zamansal bir anlama sahiptir ki bu zaman da gün veya aylar
not just an art trend or type, but has a temporal meaning that implies not days
değil, on yıllarla ifade edilen bir zamandır. Elinize Contemporary Art adında bir
or months but decades. Any book entitled “Contemporary Art”, which consists
kitap alırsanız, Marcel Duchamp’ın mutlaka adının geçtiğini, üç aşağı beş yukaof the current and emerging trends since the 1960s, will certainly have Marcel
rı 1960’lardan bu yana ortaya çıkan akım ve eğilimleri kapsadığını görürsünüz.
Duchamp’s name in it. This term covers a very wide range including the pop art
Andy Warhol’un popüler imgeleri basarak oluşturduğu tuvallerinden John de
canvases of Andy Warhol featuring celebrities and iconic products, the excessiAndrea’nın aşırı gerçekçi heykellerine, Joseph Beuys’un eylemlerinden Anselm
vely realist sculptures of John de Andrea, the performance art of Joseph Beuys,
Kiefer’in farklı malzemelerle gerçekleştirdiği tuval ve yerleştirmelerine ve aythe multimedia paintings and sculptures of Anselm Kiefer as well as pieces from
rıca Batı dışı kültürlere uzanan oldukça geniş bir yelpazedir bu. Böyle bir kitabı
non-Western cultures.
Türkçeye hangi adla çevireceğiz; Çağdaş Sanat mı diyeceğiz, Güncel Sanat mı!?
Güncel Sanat kavramı başlangıçta bir çeviri tercihi olsa bile sonradan anlam
How would the title of such a book be translated into Turkish? As Çağdaş Sanat
kaymasına uğramış durumdadır. “Contemporary art”ın karşılığı olarak önerilen
or Güncel Sanat? Even if “Current Art” (Güncel Sanat) seems at first more app“Güncel Sanat” zamansal anlamından ziyade, Türkiye’de artık bir sanat anlayıropriate a translation, there is a loss in meaning. Translating “Contemporary
şının genel adı haline gelmiş gibi duruyor. Neyse, bu kavramsal tartışma daha
Art” into “Current Art” (Güncel Sanat) in Turkish seems to imply a generic meabir süre devam edeceğe benziyor...
ning and fails to catch the temporal significance. All in all, this conceptual debate will likely continue for some time.
Türkiye’de “güncel sanat” diye gösterilen işlerin büyük bir kısmı video, fotoğraf ya da bunların bilgisayar ortamında üretilmiş varyasyonlarından, çeMuch of the works of art categorized as “current art” in Turkey are digitally proşitlemelerinden oluşuyor. Bu işlerde, resim ve heykel geleneğinde görmeduced such as videos or photographs. In this type of artwork, rather than the
25
İSTANBUL’UN YÜKSELEN YILDIZI “GÜNCEL SANAT” / THE RISING STAR OF İSTANBUL “ACTUAL ART”
typical values found in painting and sculpture, humor, quaintness and whimsicality are prioritized. These works of arts are not referred to as “pieces or works
of art” but as “work”. Current artists sometimes use humor, satire or criticism in
their work or something that may surprise or interest people in their work. This
type of work can usually be found at biennials or conceptual exhibitions. Those
who are not familiar with art or are from certain circles may naturally have more
of a response to such pieces.
ye alıştığımız plastik değerlerden ziyade bir espri, ilginçlik ve mizah ön planda. Benim de kullandığım gibi bunlara “eser ya da yapıt” değil “iş” deniyor artık! Güncel sanatçılar bazen mizah, yergi veya eleştiri yapıyorlar, bazen de sadece “vay be, ilginç!” dedirtecek, buluşlar sergiliyorlar işlerinde. Bienaller ya da bunların yansımaları olan küratörlü ve kavramlı sergiler öncelikle bu tip işlere ev sahipliği yapıyor. Ortada bir sanat eseri veya yapıt göremeyen izleyiciden ve bazı çevrelerden de tepkiler yükseliyor doğal olarak.
Türkiye’de güncel sanata karşı çıkanların bir kısmı da eleştirilerini küresellik
bağlamında inşa ediyorlar ki duyulan rahatsızlığı anlamak mümkündür. Nedir
küresellik? Çokuluslu burjuva (özellikle Batı) sermayesinin ulusal sınırları aşarak yerkürenin her tarafına yayılması ve yerkürenin tamamının büyük bir mağazaya dönüştürülmesi manevrasının ideolojik adıdır küresellik. Yani, dünyanın
bütün proleterleri birleşememiştir ama dünyanın bütün paraları hızla birleşmektedir... Geç kapitalizm, her türlü iletişim kanalı aracılığıyla pompalamaktadır bu ideolojiyi. Günümüzde sanatı, burjuvazinin egemen olduğu çağdaş kent
kültürü üretmektedir artık ve dolayısıyla sanatçılar da burjuvazi tarafından yaratılan ortama göbeklerinden bağlıdır...
It is possible to understand the criticism of those opposed to current art in Turkey from the context of globalization. What is globalization? It is the term used
to describe the spread of capital and culture, particularly that of the West, to
every corner of the world without concern for national boundaries transforming
the world into a massive store. In other words, while the proletariat of the world
couldn’t manage to unite, the world’s capital has united very rapidly. Capitalism is spreading this ideology through all channels of communication. Today,
art is produced in a contemporary city culture dominated by the bourgeoisie and
thus, artists are firmly connected this environment created by the bourgeoisie.
Moving back to the lighter issue of current art, when classical artwork is compared with today’s art “work”, it is not possible to feel a sense of frivolousness or
Arter
Güncel sanatın hafifliği konusuna geri dönecek olursak. Gerçekten de klasikleşmiş “eser”ler ile zamanımızın “iş”lerini karşılaştırdığımızda, bu hafiflik/ağırlık duygusuna kapılmamak mümkün değil. Müze gezen herkesin aşina olduğu,
doğal bir duygudur bu; eserler, bugünden tarihin karanlıklarına doğru yaklaştıkça, bizden uzaklaşır, en büyüleyici, en çarpıcı sanat eserleri tarih öncesinde yapılanlardır!... Ancak yine de genelleme ve indirgeme yaparken dikkatli
olmamız gerekiyor. Tarihin her döneminde, “hafif” ya da “ağır” eserler üretilmiştir. Dün “hafif”, “önemsiz”, “yüzeysel” diye yerilirken sonradan “ağırlaşan”,
“önemli hale gelen” işlerle doludur sanat tarihi. Dahası, bu hafiflik/ağırlık meselesi biraz da görecelidir. Örneğin, Picasso’nun Avignonlu Kızlar’ı, Duchamp’ın
Çeşme’si, Beuys’un eylemleri ilk önerildiklerinde, çığır açıcı önemleri fark edilmemişken, sonradan 20. yüzyıl sanatının ikonaları olmuşlardır.
26
seriousness. This is a feeling which museum goers are familiar with; as the work
moves closer to the darkness of today’s history, they move away from the people and become as fascinating and striking as prehistoric art. Nevertheless, we
must be careful in generalizing and degrading. In every period of history “frivolous” and “serious” pieces have been produced. Art history is full of pieces which
were once criticized for being “frivolous”, “insignificant”, “superficial”, but later were viewed as “serious” and “significant.” Moreover, this issue of frivolousness/seriousness is rather relative. For example, when “The Young Ladies of
Avignon” by Picasso, “Fountain” by Duchamp, or the performance art of Beuys
were first exhibited, they were not groundbreaking but later became icons of
20th century art.
While the debates on contemporary art/current art continue, a new space for
art has been set up in Beyoğlu by the Vehbi Koç Foundation. Arter was not designed to be a museum, but rather a kind of “art center” to support Turkey’s artistic production while contributing to the production process as necessary through
exhibitions. Arter’s slogan, “Space for Art”, is a response to the debate on contemporary and current art.
Çağdaş sanat, güncel sanat tartışmaları sürerken Vehbi Koç Vakfı tarafından yeni bir sanat mekânı açıldı Beyoğlu’nda. Arter bir müze olarak değil,
Türkiye’nin sanatsal üretimini destekleyecek bir tür ‘sanat merkezi’ olarak tasarlanmış. Gerek sergileyip, “görünür” olmalarını sağlayarak, gerektiğinde de
üretim sürecine katkıda bulunarak “yeni üretimleri” desteklemeyi amaçlıyor.
Arter, tam da çağdaş/güncel tartışmalarına cevap niteliğinde bir sloganla çıkıyor yola: “Sanat İçin Alan”.
One of the foundation’s consultants, Melih Fereli, explains that Ömer Koç, with
the support of the Koç family, directed the foundation towards contemporary
art. The decision to support to “contemporary art” was made in 2005 with the
goal of cooperation between different languages and disciplines as well as innovation and a clear vision of the future. The “İstiklal Serüveni” (The Adventure of Independence) exhibition at the Yapı Kredi Kazım Taşkent Gallery and Koç
Holding’s ten-year sponsorship of the Istanbul Biennial influenced this decision.
In addition, the art collection started by the Vehbi Koç Foundation in 2007 also
helped the Koç family’s decision to become more involved with art. The collection, which now consists of 400 works of art including some pieces by the masters,
lent approximately 160 pieces by 87 artists to Arter’s first exhibition “Starter.”
Danışmanlarından Melih Fereli, vakfın çağdaş sanata yönelmesinde Ömer
Koç’un öncülüğünün etkili olduğunu, Koç ailesinin de bunu desteklediğini vurguluyor. Uluslararası bir dili ve farklı disiplinlerle işbirliği olanakları olduğu için
Koç grubunca da yeniliklere ve geleceğe açık bir vizyon imkânı sunan “çağdaş
sanat”ın desteklenmesine 2005 yılında karar verilmiş. Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’ndeki “İstiklâl Serüveni” başlıklı sergiler, Koç Holding’in on yıllığına İstanbul Bienali’ne sponsor olması, hep bu karar kapsamında atılmış adımlar. En önemli adımlardan biri de 2007’de atılmış ve Vehbi Koç Vakfı, koleksiyon oluşturmaya başlanmış. Koleksiyonda şimdi, kimileri sanat tarihine geçmiş
büyük isimlerin imzasını taşıyan 400 eser var. Bunlardan 87 sanatçıya ait 160
kadarı, ‘Starter’ adıyla Arter’in ilk sergisini oluşturmuş.
Arter
Sanat “çağdaş” mı, “güncel” mi?
Beral Madra (Küratör): İngilizceden gelen ‘Comtemporary art’ın bizde tam sözcük karşılığı ‘hemzaman’. Bu durumda ‘hemzaman sanat’ dememiz gerekiyor.
Bunun yerine güncel ve çağdaş kullanıldı. Bu, anlam kaymasına neden oluyor.
‘Hemzaman’ dediğimizde, bizim yaşadığımız zaman içinde tanık oldumuz sanat
anlamına geliyor. Günümüzdeki düşünceyle birlikte giden sanat. Fakat ‘güncel
sanat’ günümüze ait demek ve içinde geçicilik çağrışımı var. Bugün var, yarın
yok. Çağdaş deyince işin sınırları genişliyor. 21. yüzyıla girdiğimizde bu yılın sanatı mı, yoksa 20. yüzyılın sanatı mı? Bizde çelişkili bir terim kullanımı var. Keşke ‘hemzaman sanat’ yerleşmiş olsaydı.
Is Art “contemporary” or “current”?
Beral Madra (Curator): The exact Turkish translation of the English term “contemporary art” is “hemzaman sanat”. In place of this, ‘current’ and ‘contemporary’ have been used. This has caused a semantic shift. The word “hemzaman”
signifies art that has been created in the time period that we live in. It is the art
that co-exists with today’s ideas. However, “current art” is related to present
time and it refers to the notion of temporariness. It exists today, but not tomorrow. When you use the word contemporary, the boundaries are widened. As
we are now in the 21st century, does it refer to art from the 21st century or the
20th century? There is a contradiction here. I wish that the “hemzaman art” issue was settled.
27
İSTANBUL’UN YÜKSELEN YILDIZI “GÜNCEL SANAT” / THE RISING STAR OF İSTANBUL “ACTUAL ART”
Levent Çalıkoğlu (Küratör): Güncel sanat, şimdi, şu an, kendi zamanına dokunan, hızlı tepkiler veren, kendi zamanının sosyo-politik problemlerini açık bir
anlatım ve temsiliyet olarak görünür kılan ve tepkisel bir tavırdan güç alan her
türlü alternatif ifade tarzı olarak işlev görüyor. Çağdaş sanat ise, modernizm ve
geç modernizme ait sorunlar üzerine düşünen, sanatın tekrar eden imaj değil,
dönüştürülen bir imge olduğuna inanan bir sanat izlenimi doğuruyor. Ya da bizde kullanıldığı şekliyle böyle bir ayrım öngörülüyor. Ben bu ayrımın kolaycı ve
klişeleri çoğaltmak isteyen bir bakıştan kaynaklandığını düşünüyorum. Güncel
sanat özellikle politik olduğunu ve üslup sorununa odaklanmadan dünya sorunları hakkında konuşmaya kalkıştığını söylese de, pek çok çağdaş sanatçının
işinde aynı problemler mevcut. Her iki duruma uygun işler ve sanatçılar mevcut olsa da bu tip bir ayrımın, hiyerarşileri belirginleştirmek, çağdaşı küçümseyip günceli övmek adına istismar edildiğini düşünüyorum. Şimdinin kolaycılığı ve ‘ben yaptım olduculuğu’ sıkıcı olabildiği gibi, çağdaş sanatın sırf kendine gönderimli sanat anlayışı da bugünün dünyasında inanılmaz anlamsız kaçabiliyor. Dolayısıyla bu tip bir ayrım bence sadece pratik bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor, yoksa iyi sanat ve sanatçıyı zaten bu iki kelimenin sınırlarına hapsetmek olanaksız.
Ömer Uluç (Sanatçı): Tırnakiçileşmiş ve nesnelleşmiş olarak ‘Güncel Sanat’ diye
bir şeyi hiç duymadım. Dışardaki dostlarıma sordum, onlar da bilmiyorlar. ‘Ne
iyi, nerelere gelmişsiniz’ diyorlar. Bence bu kavram Türkiye’de, bizde imal edildi. Diyelim ki Fransızcada ‘la mode actuelle’, İngilizcede ‘art today’ denebilir.
Bunlar ‘güncel sanat’ın dayatmacı iddiasını taşımayan, gündelik kullanımda
olan terimler. ‘Contemporary’, “Contemporain’ın karşılığı ise ‘Çağdaş’... ‘Güncel’ dendiğinde son kullanma tarihini sormak gerekiyor. Çünkü bakarsınız kullanılmaz bir hale gelmiştir. Bu arada ne video, ne enstalasyon, ne resim, ne şu
ne bu, hiçbirine karşı değilim. Ne de bir estetik ideoloğuyum... Bunların hepsinde pek çok, pek çok kötü işler yapıldı. Ancak ne yazık ki kültürler piramitler gibidir. Gerçekten önemli işler piramidin tepesine doğru giderek azalır. Günümüz
de kötü çağdaşlıklarla dolu... Bence burada kültürel globalleşmenin etkisi büyük. Dertleri herkesi aynı kalıba, hizaya sokmak, düzenlemek... Ayrıca ben ‘çağdaş’ diye, mağara, Mısır, Afrika, Uzakdoğu, Doğu, Gotik vs. vs. sanatlara, içinde ışığını koruyan, radyum diyeceğim o özel ışığı koruyan işlere diyorum. Bence bu ışık, bu radyum yalnızca sanatta değil, doğanın derinliklerinde de var. Bu
gittikçe görülecek. Yeryüzünün mucizesi de budur.
Mehmet Güleryüz (Sanatçı): Bu iki tabir ucu başı belirsiz bir hal aldı. Güncel sanatla, çağdaş sanat iç içe kavramlar. Güncel sanatı özenle ayırma yaklaşımında
başlangıç noktaları son derece kaba kesimlerle ayrılıyor. Ben bu ayrımın sağlıklı olduğu kanısında değilim. Şöyle bir sınıflandırma yapılıyor: Güncel sanat en
önde ve en avangard soruları soran bir yaklaşım gibi gösteriliyor. Amaç birazcık
da yer edinme sorunu. Güncel sanat şu anlamda kendini ayırıyor: Bugün güncel sanatın bütün dayanakları bence daha geride kaldı. Bu farkları kesin ayırmak imkânı yok.
Kaynakça:
Azra Tüzünoğlu, Dersimiz Güncel Sanat, İstanbul, 2009.
Mehmet Yılmaz, “Güncel Sanat, Çağdaş Sanatın Öteki Adıdır”, (www.my.opera.com)
Müjde Yazıcı, “Sanat çağdaş mı, güncel mi?”, Radikal, 21 Ekim 2007.
28
Levent Çalıkoğlu (Curator): Current art serves as a kind of alternative expression which is nurtured by a reactionary attitude making the socio-political problems of the day visible through explicit expression. As for contemporary art, this
is a type of art which contemplates the issues of modernism and late modernism
and believes that art is not an recurring image but an image that can be transformed. I think this distinction has arisen from stereotypes and simplistic thinking. Even though current art is particularly political as it focuses on world issues without regard for style, the same problems are valid for the pieces of many
contemporary artists. Although both concepts are appropriate for some pieces
and artists, I think this kind of a separation is being misused in order to make the
distinctions and hierarchies clearer and to praise the current by disdaining the
contemporary. As today’s shortcuts and attitude of “I did it, so it is” can be tiresome, the self-reference in today’s contemporary art can be extremely meaningless. Thus, such kind of a separation is derived only from a practical need, otherwise it would be impossible to confine the good art and artists within the limits
of these two words.
Ömer Uluç (Artist): Neither I nor my friends have never heard of anything like
“Current Art”. I think this concept was created in Turkey. It can be called ‘la mode
actuelle’ in French and ‘art today’ in English. These are concepts used in daily
language without any claims to be “current art.” “Contemporary” is translated
as “Çağdaş”. When “current” is used, we have to ask when this period ends. Because this term may suddenly become unusable. By the way, I’m not against any
videos, installations, or paintings or anything else as art. Nor am I an aesthetic
ideologue. Very bad pieces in all these fields have been created. But unfortunately cultures are like pyramids. The significant pieces decrease as you approach
the top of the pyramid. There are many bad modernists today. I think the influence of cultural globalization is important. What they want is to put everyone into
the same mould, to put everyone in a straight line and organize them. Moreover,
what I define as ‘contemporary’ are the works of art in the caves in Egypt, Africa,
the Far East, the East, etc. These works of art protect the light within. I think this
light doesn’t only exist in art, but also in the depths of nature. This will be increasingly seen. This is the miracle of the earth.
Mehmet Güleryüz (Artist): These two expressions have become more and more
ambiguous. Current art and contemporary art are concepts that are intertwined
with each other. You are trying to carefully separate current art into very rough
pieces. I don’t think that this kind of separation is very healthy. There’s a distinction: current art is innovative and asks avant-garde questions. The intention is
rather occupying the same place. Current art singles itself out in this respect. Today, the whole basis for current art has been left behind. I don’t think it is possible to precisely separate these differences.
Sources:
Azra Tüzünoğlu, Dersimiz Güncel Sanat, İstanbul, 2009.
Mehmet Yılmaz, “Güncel Sanat, Çağdaş Sanatın Öteki Adıdır”, (www.my.opera.com)
Müjde Yazıcı, “Sanat çağdaş mı, güncel mi?”, Radikal, 21 Ekim 2007.
İSTANBUL’UN 10 RESMİ, 10 RESSAMI
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
THE TEN BEST PAINTINGS AND
ARTISTS FROM ISTANBUL
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU
İSTANBUL’UN 10 RESMİ, 10 RESSAMI / THE TEN BEST PAINTINGS AND ARTISTS FROM ISTANBUL
İSTANBUL’UN 10 RESMİ, 10 RESSAMI
THE TEN BEST PAINTINGS AND ARTISTS FROM ISTANBUL
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU*
Ömer Faruk ŞERİFOĞLU*
1-
2- 3- 4- 5- Van Mour, Sultanahmet Camii ve Atmeydanı (18. Yüzyıl başı),
1 - Von Maur, Blue Mosque and the Hippodrome [First quarter of the eight
eenth century], Rijksmuseum, Amsterdam
Rijksmuseum, Amsterdam
2 - Count Amedeo Preziosi, A Stroll in Camlica [1853]
Kont Amedeo Preziosi, Çamlıca’da Gezinti (1853),
Mimar Sinan Fine Arts University, Istanbul Art and Sculpture Museum
MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi
3 - Alberto Pasini, Turkish Fountain [1873],
Alberto Pasini, Türk Çeşmesi (1873),
d’Arte Fondazi one Cassa di Risparmio, Parma
d’Arte Fondazione Cassa di Risparmio, Parma
Ömer Faruk Şerifoğlu, ölmeden
4 - Ivan Konstantinovich Ayvazovski, Sarayburnu [1874], Ivan Konstantinoviç Ayvazovski, Sarayburnu (1874),
önce mutlaka görmeniz
National Palaces Art Collection, Istanbul
Milli Saraylar Resim Koleksiyonu, İstanbul
gereken 10 İstanbul resmini
5- Carlo Bossoli, Istanbul Harbour [1884], Galleria Civica Carlo Bossoli, İstanbul Limanı (1884), Galleria Civica
okurlarımız için seçti. Bu müze
d’Arte Moderna e Con temporanea, Torino
d’Arte Moderna e Contemporanea, Torino
denemesini yazarımız sizlere
Hoca Ali Riza, Snow in Uskudar [26 January 1893] 6-
6- Hoca Ali Rıza, Üsküdar’da Kar (26 Ocak 1893),
resamların yaşam öykülerinin
The Taviloglu Collection, Istanbul
Taviloğlu Koleksiyonu, İstanbul
eşliğinde sunuyor.
7 - Fausto Zonaro, Ertugrul Suvari Alayi’nin Galata 7- Fausto Zonaro, Ertuğrul Süvari Alayı’nın
Ömer Faruk Şerifoğlu has
Koprusun’den Gecisi [1901]
Galata Köprüsü’nden Geçişi (1901),
chosen the 10 paintings of
National Palaces Art Collection, Istanbul
Milli Saraylar Resim Koleksiyonu, İstanbul
İstanbul which you should
8 - Halil Pasha, Fenerbahce’de Cinaraltinda [1904]
8- Halil Paşa, Fenerbahçe’de Çınaraltında (1904),
see before you die. The writer
Ahu-Can Has Collection, Istanbul
Ahu-Can Has Koleksiyonu, İstanbul
is presenting this attempt of
9 - Sevket Dag, Hagia Sofia Inner Mosque [1909]
9- Şevket Dağ, Ayasofya Camii İçi (1909),
museum with the biographies
National Palaces Art Collection, Istanbul
Milli Saraylar Resim Koleksiyonu, İstanbul
of the painters.
10 - Leonardo de Mango, Fishermen In Front of the 10-Leonardo de Mango, Kızkulesi Önünde Balıkçılar
Maiden Tower [1912], Erol Makzume Collection, (1912), Erol Makzume Koleksiyonu, İstanbul
Istanbul
Van Mour, Sultanahmet Camii ve Atmeydanı (18. yüzyıl başı), Rijksmuseum, Amsterdam / Von Maur, Blue Mosque and the Hippodrome [First quarter of the eighteenth century], Rijksmuseum, Amsterdam
*
30
Sanat Eleştirmeni.
*
Critic of Fine Arts.
Kuruluşundan bugüne her dönemde yüzlerce sanatçıya ilham kaynağı, binlerce esere konu olmuş çok az şehir vardır yeryüzünde. Bizans’tan günümüze
üretilen İstanbul betimlemeleri ciddi bir külliyat oluşturacak kadar çoktur. Bu
kültürler başkentinin her bir ayrıntısının kaydedildiği/yorumlandığı binlerce
eser vardır; İstanbul’un kimliğini oluşturan, onu eşsiz ve büyüleyici kılan öğelerden her biri bir başka esere konu olmuştur.
İstanbul betimlemelerinden oluşacak bir müze yapmak günümüzde ne kadar zor olsa da bunları bir dijital arşive dönüştürmek mümkündür. Dolayısıyla hemen herkesin bir İstanbul imajları arşivi kütüphanesinde veya bilgisayarında değilse, zihninin bir köşesinde vardır. Ben de zihnimde oluşturduğum
ve sizlerle paylaştığım bu seçkide oldukça zorlandığımı itiraf etmeliyim. Yüzyıl önceki İstanbul’un (bence) en güzel 10 resmini ve bu eserlerin sanatçılarını takdim ederim.
1- Jean-Baptiste VAN MOUR (Valenciennes-Flandre, 9 Ocak 1671 - İstanbul, 22 Ocak 1737)
Jacques-Albert Gerin’den resim dersleri aldığı sanılmaktadır. Paris’te Comte
de Ferriol’ün dikkatini çekerek, onun himayesine girmiştir. Comte de Ferriol,
1699’da İstanbul elçiliğine atanınca onunla birlikte İstanbul’a gelir. Ferriol tarafından geleneksel giysileri içinde çeşitli Osmanlı tiplerini çizmekle görevlendirilir.
Elçinin siyasal yaşantısını konu alan eserlerin yanısıra ağırlıklı olarak İstanbul’la ilgili eserler gerçekleştirir. Bu tablolarda peyzajlar, İstanbul halkının yaşantısı, Osmanlı sarayı ile ilgili sahneler ve kabul törenleri yer alır. Elçinin dönüşünde götürdüğü bu tablolardan gerçekleştirilen 100 parçalık gravür koleksiyonu 1712’de
Fransa’da Recueil de cent estampes représentant différentes nations du Levant
adıyla basılır ve büyük ilgiyle karşılanır. Le Hay adlı mühendis tarafından basılan
eserin, çeşitli dillere çevrilerek bir çok baskısı yapılır. Bu albüm, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı dünyası ile ilgilenen pek çok sanatçıya esin kaynağı olmuştur.
There are many cities in the world that have been a source of inspiration to
hundreds of artists and for thousands of works of art. From the time of the
Byzantines until today, a great number of masterpieces depicting Istanbul
have been painted, capturing every unique and enchanting detail of the city.
While creating a museum that consists of descriptions of present day Istanbul
is not easy, it is possible to transform these descriptions into a digital archive.
Almost eaveryone in Istanbul has an archive of images in their mind, if not in
their home or on their computer. It was quite difficult for me to compose such
an anthology in my mind. However, here is my top ten list of Istanbul’s best
paintings and the artists who painted them.
1 - Jean-Baptiste VAN MOUR (Valenciennes, Flandre, January 9, 1671- Istanbul, January 22, 1737)
It is thought that Jean-Baptiste Van Mour took lessons from Jacques-Albert Gerin. He attracted the attention of Comte de Ferriol, who took him under his patronage. When Comte de Ferriol was appointed to the Istanbul Embassy in 1699,
Van Mour came with him to Istanbul. He was assigned by Ferriol to draw the
Ottomans in their traditional costumes. Van Mour captured the ambassador’s
political life in his work, mostly painting landscapes, scenes of Istanbul society,
and reception ceremonies from the Ottoman Palace. When the ambassador returned to France in 1712 with these paintings, they were shown in a hundred
piece collection of etchings called Recueil de cent estampes representant differentes nations du Levant which was received with great enthusiasm. The etchings
were published by Le Hay, an engineer, and translated into different languages.
In the 18th and 19th century this collection was a source of inspiration to artists
who were interested in the Ottoman world.
Kont Amedeo Preziosi, Çamlıca’da Gezinti (1853), MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi / Count Amedeo Preziosi, A Stroll in Camlica [1853] Mimar Sinan Fine Arts University, Istanbul Art and Sculpture Museum
31
Alberto Pasini, Türk Çeşmesi (1873), d’Arte Fondazione Cassa
di Risparmio, Parma / Alberto Pasini, Turkish Fountain [1873],
d’Arte Fondazi one Cassa di Risparmio, Parma
Elçi Comte de Ferriol’ün Paris’e dönmesi üzerine İstanbul’daki diğer Fransız elçilerinin maiyetinde bulunarak yaşamının sonuna kadar burada kalmıştır. Bu
arada başka ülkelerin elçilerinin portre ve kabul töreni gibi resmi siparişlerini
de değerlendirmiştir. Venedik balyoslarının kabul törenlerini gösteren tabloların bir bölümü halen Beyoğlu’ndaki İtalyan Başkonsolosluğu’nda bulunmaktadır. 1727’de İstanbul’a gelen Hollanda elçisi Cornelis Calkoen, eserlerine büyük ilgi göstermiş ve topladığı eserler daha sonra koleksiyon olarak Amsterdam
müzelerine intikal etmiştir. 1725’te bir Fransız sanatçısına ilk kez verilen “Kralın Doğu’daki Sürekli Ressamı” (Peintre Ordinaire du Roy en Levant) unvanıyla onurlandırılan sanatçı Galata’da vefat etmiş ve Saint Benoit Kilisesi’ne defnedilmiştir.
After Comte de Ferriol returned to Paris, Van Mour remained in Istanbul, accompanying other French ambassadors until the end of his life. He also worked
for other countries’ ambassadors, working on official orders for portraits and
paintings of reception ceremonies. Some of his pieces show the Venetian ambassadors’ reception ceremonies at the Consulate General of Italy in Beyoğlu.
The Dutch ambassador, Cornelis Calkoen, who came to Istanbul in 1727, showed
great interest in Van Mour’s work. The paintings that he collected were later
transferred as a collection to museums in Amsterdam. In 1725, Van Mour was
selected as the King’s Permanent Artist in the East (Peintre Ordinaire du Roy en
Levant), a first for a French artist. Van Mour died in Galata and was buried in the
cemetery of the Saint Benoit Church.
Eserleri, İstanbul’da ilk kez 1978’de topluca sergilenmiş, 2003’te ise çağdaşı
nakkaş Levni’nin eserleriyle birlikte “Lale Devri İstanbul’una İki Özgün Bakış Van Mour ve Levnî” adıyla Topkapı Sarayı’ndan sergilenmiştir.
In 1978, all of his work was exhibited for the first time in Istanbul. Van Mour’s
paintings were exhibited at Topkapi Palace in 2003, together with the muralist
Levni’s pieces in an exhibition entitled, ”Two Unique Approaches to the Tulip Era
Istanbul-Van Mour and Levni.“
2- Amadeo PREZİOSİ (Malta, 1816 - İstanbul, 1882)
Resme olan merakı çocukluk yaşlarında başlar. Babasının hukukçu olması yönündeki baskılarına rağmen öğrenimini terk eder ve Malta’nın ünlü ressamlarından Giuseppe Hyzler’in öğrencisi olur. 1840’larda Paris Güzel Sanatlar
Akademisi’ne devam eder. 1942’de doğunun cazibesine kapılan birçok sanatçı
gibi İstanbul’a gelir ve 40 yıl yaşadığı bu kentte vefat eder. Bir Rum kızıyla evlenir ve 4 çocuğu olur. Malta Adası’nın İngiliz hakimiyetinde olması nedeniyle, İngiliz pasaportu taşımaktadır. Pera’daki Levanten sosyete ve İngiliz asıllı ailelerle de çok yakın dostluklar kurar. Özellikle İngiliz diplomasi çevresinde tanınan
bir isim olur ve eserleri İngiliz Sarayı’na kadar ulaşır. 1869’da İstanbul’a gelen
Wales Prensi Albert Edward ve nişanlısı Prenses Alexandra Christina İstanbul’da
kaldıkları günlerde Beyoğlu’nda İngiliz Sefareti karşısında, Hammalbaşı Sokak’ta
bulunan atölyesini ziyaret eder. Resimlerinin
büyük ilgi görmesi nedeniyle, İstanbul konulu
eserlerinin taşbaskılarından oluşan iki albüm
hazırlar. 26 Eylül 1882 günü Yeşilköy civarında avlanırken elinden düşürdüğü tüfeğin patlaması sonucu vefat eder ve orada San Stefano Katolik Mezarlığı’na gömülür. Boğaziçi’ne
sevdalı ünlü Oryantalist ressamlardan biri olarak tanınır. İstanbul’a olan sevgisi birbirinden
renkli ve canlı tablolarına ayrı bir ruh katmıştır. Boğaziçi, Haliç kıyıları, mesire yerleri, mezarlıklar, Kapalıçarşı ve sokaklar, en çok çalıştığı konulardır. En önemli özelliklerinden biri
de Osmanlı topraklarında yaşayan insan tiplemelerine gösterdiği ilgidir.
2 - Amadeo PREZIOSI (Malta, c. 1816 – Istanbul, c. 1882)
Preziosi’s interest in painting started when he was a child. Despite his father’s
insistence that he become a lawyer, he quit school and became a student of
Giuseppe Hyzler, one of Malta’s famous artists. In the 1840s, he attended the
Academy of Fine Arts in Paris. Like most artists of his time, he was drawn to the
charm of the East and came to Istanbul in 1842. He lived in the city for forty years
until he passed away. He married a Levantine girl and had four children. Because
Malta was ruled by England, he carried a British passport. Preziosi established a
close friendship with the Levantine society and the English families living in Pera.
He became a well-known figure, especially in the English diplomatic circles, and
his paintings were sent to Buckingham Palace in England. When the Prince of
3- Alberto PASİNİ (Busseto-Parma/İtalya,
1826 - Cavoretto-Turin/İtalya, 1899)
Parma’da eğitimini tamamladıktan sonra 1851’de Paris’e yerleşir. Eugéne Fromentin ve Barbizon sanatçılarının eserlerinden
etkilenir. Théodore Chassériau tarafından
İran’a gidecek diplomatik misyona davet edilir. Böylelikle 1855-56’da Türkiye, Mısır, Suriye ve Arap yarımadasına yolculuk eder. Gördüğü yerlerde giyilen kostümleri, mimari ve
manzaraları keskin bir gözlemci olarak saptar. 1860’lı yıllardan itibaren İstanbul’a üç kez
gelir, 1868’de Sultan Abdülaziz’in özel sipariIvan Konstantinoviç Ayvazovski, Sarayburnu (1874), Milli Saraylar Resim Koleksiyonu, İstanbul / Ivan Konstantinovich Ayvazovski,
şi ile kendi konuları dışında ve bugün DolmaSarayburnu [1874], National Palaces Art Collection, Istanbul
bahçe Sarayında bulunan, “Türk-Yunan Savaşı” konulu dört tablo yapar. 1876’da Türkiye’ye dördüncü kez kara yoluyla gelWales, Albert Edward, and his fiancée, Princess Alexandra Christina, came to
mek üzere yola çıkar, Viyana’ya vardığında Sultan Abdülaziz’in ölümünden kayIstanbul, they visited Preziosi in his studio in Beyoglu, which was across from the
naklanan siyasi karışıklıkları öğrenerek geri döner. İstanbul’da tuvale aktardığı,
English embassy. Because of the attention his paintings received, he prepared
günlük yaşamın yansımaları dolu hareketli çarşıları, dumanlı ve mis kokulu sotwo lithographic albums of Istanbul. He accidentally shot himself on September
kaklarını, Göksu Deresi’nde sandal gezintilerini, renk renk giysileri ile yaşamın
26, 1882, while hunting near Yesilkoy. He was buried in the San Stefano Catholic
rengini kuşanmış, “konuşan çiçekler” diye adlandırdığı Türk kadınlarını, bir daha
Cemetery. He is known as an Orientalist artist who loved the Bosphorus. His love
göremeyecektir.
for Istanbul added a different vitality to each of his colourful and lively paint33
İSTANBUL’UN 10 RESMİ, 10 RESSAMI / THE TEN BEST PAINTINGS AND ARTISTS FROM ISTANBUL
Oryantalist akımın büyük bir ustalarından biri olarak kendini kabul ettirmiştir.
Yer yer fantastik tablolarında romantik/natüralist bir etki hâkimdir.
4- İvan Konstantinoviç AYVAZOVSKİ (Feodosya, 29 Temmuz 1817- 5 Mayıs 1900)
Kırım’da bir Karadeniz liman şehri olan Feodosya’da Ayvazyan soyadını taşıyan yoksul bir Ermeni ailesinin çocuğudur. Simferopol Lisesi’nde iken resim yeteneği farkedilerek, Çar I. Nikolay’ın emriyle 16 yaşında St. Petersburg
Akademisi’ne alındı. 1836’da Akademi’den mezun olduktan sonra devlet tarafından Avrupa’ya gönderildi. Yıllar süren seyahatleri sırasında birçok ülkede sergiler açıldı, çağının en yetenekli Rus ressamı olarak ünlendi. 1844’te Rusya’ya
dönüşünde Rus Donanması’nın resmi ressamlığı görevine atandı. Bu görevi dolayısıyla yaşamı boyunca çok sayıda deniz ve gemi resmi yaptı. 1845’te ilk kez
geldiği İstanbul’da Sultan Abdülmecid tarafından Beylerbeyi Sarayı’nda kabul
edildi. 1845-1890 arasında İstanbul’a dört ziyaret yaptı. 1858’deki ikinci yolculuğunda, Sultan Abdülmecid’e bir tablosunu sundu ve dördüncü derece “Nişân-ı
Âlî” ile ödüllendirildi. 1874’teki ziyaretinde Mimarbaşı Sarkis Balyan’ın Kuruçeşme Adası üzerindeki ikametgâhında bir ay kadar misafir olarak kalmış ve Sultan Abdülaziz’in sipariş ettiği tablolar hazırlamıştır. Sultan’ın bir portresinin de
aralarında bulunduğu, otuzdan fazla siparişin ancak altı tanesini İstanbul’da tamamlayabildi. Sultan Abdülaziz tarafından “ikinci rütbeden Osmanî Nişânı” ile
onurlandırılan ressam, öbür çalışmalarını, 1875’te Teodosia’ya döndükten sonra tamamlayabildi. Halen Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan, 1874 tarihli “Sarayburnu”, 1874 tarihli “ Ay Işığında Eyüp” ve 1875 tarihli “Çırağan Sarayı Önünde Osmanlı Donanması” tabloları bunlar arasındadır. 1890 yılında, İstanbul’a
son gelişinde Sultan II. Abdülhamid’in huzuruna kabul edilerek, kendisine sunduğu iki tablosunu beğenen Sultan tarafından “Mecidî Nişân” ile ödüllendirildi
ve padişahın halen Berlin’de özel bir koleksiyonda yer alan bir portresini yaptı.
Beşbinin üzerinde eseri olan Aivazovski’nin tablolarının büyük bir kısmı St. Petersburg, Moskova ve Erivan devlet müzelerinde sergilenmektedir. Türkiye’de
Carlo Bossoli, İstanbul Limanı (1884), Galleria Civica d’Arte Moderna e Contemporanea,
Torino / Carlo Bossoli, Istanbul Harbour [1884], Galleria Civica d’Arte Moderna e Con
temporanea, Torino
Hoca Ali Rıza
ise Dolmabahçe Sarayı, Deniz Müzesi, Askeri Müze, Fener Rum Patrikhanesi ve
Kumkapı Ermeni Patrikhanesi’nde çok sayıda eseri bulunmaktadır.
5- Carlo BOSSOLI (Davesco, 1815 – Torino, 1884)
İtalyan bir ailenin çocuğudur. 1820’de ailesiyle birlikte Odessa’ya yerleşir. Bir
antikacı ve kitapçının yanında çırak olarak çalışmaya başlar. Burada gördüğü
gravür ve resim sanatına yönelmiştir. Bir ressamla birlikte tiyatro dekorları yaparken, Odessa valisinin eşi tarafından keşfedilir. 1836 yılında babasının ölümünden sonra ailesini geçindirmek için resim yapıp satmaya başlar. Rusya, İspanya ve İsveç gibi ülkeleri ziyaret ederek çok sayıda peyzaj yapar. 1839’da
İstanbul’a gelmiş ve Türkiye konulu tablolar yapmaya başlamıştır.
1850 yılında Londra Royal Akademisi’nde tablolarını sergileyen sanatçı, bu sergi
sayesinde kraliçe Victoria ve çevresiyle tanışmış, birçok sipariş almıştır. Kraliçe
Victoria’nın ressamdan almış olduğu “Boğaz’daki Tekneler” adlı suluboya tablosu halen Isle of Whight’da bulunan Osborne House’dadır. Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde çok sayıda karakalem ve suluboya eskizler yapan Bossoli’nin
34
ings. Most of his pieces depict the Bosphorus, the coasts of the Golden Horn, the
promenade grounds, cemeteries, the Grand Bazaar and the streets of Istanbul.
His paintings are distinctive due to the special attention he paid to the portrayal
of Ottoman characters.
3 - Alberto PASINI (Busseto, Parma, Italy, c. 1826 - Cavoretto, Turin, Italy, c. 1899)
After completing his education in Parma, Pasini moved to Paris in 1851. He was
influenced by the work of Eugene Fromentin and the Barbizon artists. He was
invited on a diplomatic mission to Persia by Theodore Chasseriau. On his way
there he travelled through Turkey, Egypt, Syria and the Arabian Peninsula. A
close observer, he observed the costumes, architecture and scenery. After 1860,
he visited Istanbul three times. In 1868, at the request of Sultan Abdulaziz, he
painted four paintings about the “Turkish-Greek War”, which are now on display
in Dolmabahce Palace. He was en route to Turkey for the fourth time in 1876,
when he had to turn back in Vienna due to the political uprising caused by the
death of Sultan Abdulaziz. He would not again see the Istanbul that he had memorialized on canvas, with its bustling bazaars, foggy and fragrant streets, boat
rides on the Göksü creek, and the radiant Turkish ladies that he had nicknamed
“talking flowers” because of their colourful garments.
Pasini is accepted as one of the connoisseurs of the Orientalist movement. From
time to time in his fantastical paintings the romantic and naturalistic effect is
dominant.
4 - Ivan Konstantinovich AYVAZOVSKI (Feodosya, July 29, 1817 - May 5, 1900)
Avyazovski was born to a poor Armenian family named Ayvazyan in Crimea, in
the coastal town of Feodosya in the Black Sea region. His talent for painting was
noticed when he was a student at Simferepol High School. On the order of Tsar
Nikolai I, he was accepted by the St. Petersburg Academy at the age of 16. After
Hoca Ali Rıza, Üsküdar’da Kar (26 Ocak 1893), Taviloğlu Koleksiyonu, İstanbul / Hoca Ali
Riza, Snow in Uskudar [26 January 1893] The Taviloglu Collection, Istanbul
he graduated from the academy in 1836, the state sent him to Europe. Throughout his travels, he exhibited his work in multiple countries. He was renowned as
the most talented Russian artist of his time.
Upon his return to Russia in 1844, he was appointed as the official artist of the
Russian navy. Due to this mission, he composed many paintings of boats and
the sea. He went to Istanbul for the first time in 1845, where he was received
by Sultan Abdulmecid at Beylerbeyi Palace. Between 1845 and 1890, he visited
Istanbul four times. On his second trip to Istanbul in 1858, he presented Sultan
Abdulmecid with one of his paintings and was awarded with the Nişân-ı Âlî, a
medal of the fourth degree. He was a guest of head architect Sarkis Balyan for
a month at his residence on the island of Kuruçeşme, where he composed the
paintings that Sultan Abdulaziz had ordered. He had about sixty orders, including the Sultan’s portrait; however, he could only complete six of them in Istanbul.
Sultan Abdulaziz awarded Avyazovski with the second degree Medal of Osmani.
He completed his other work after returning to Teodosia in 1875. His paintings
Sarayburnu (1874), Eyup at Moonlight (1874), and The Ottoman Armada in front
pastel çalışmaları olağanüstü güzelliktedir. Daha sonra İtalya’ya dönen ve
Torino’ya yerleşen sanatçı, dönemin öbür İtalyan ressamı Alberto Pasini ile birlikte oryantalist resmin önde gelen adlarından biridir. Milano’da bulunan Galerie d’Arte Moderne müzesindeki “Sultan Gemiye Binerken”, Torino’da bulunan
Civica d’Arte Moderna e Contemporanea’daki “İstanbul Limanı” ve 1854’te İngiltere Kraliçesi Victoria’nın 1854’te satın aldığı “Boğaz Sularında Demirlemiş
Gemiler” önemli eserlerindendir.
6- HOCA ALİ RIZA (İstanbul, 1858 - 1930)
Üsküdar Rüştiyesi’nde başlayan resim merakı, Kuleli Askerî İdadisi ve Mekteb-i
Harbiye-i Şâhâne’de tutkuya dönüşür. Burada Osman Nuri Paşa, Süleyman Seyyid ve Mösyö Gués gibi hocalardan eğitim alır. 1884’te Harbiye’den mülâzım-ı
sani (teğmen) rütbesiyle mezun olur ve “resim muallim muavini” göreviyle, Osman Nuri Paşa’nın yardımcılığına atanır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kurucularından olur ve bir süre başkanlığını da
üstlenir. 1911’de emekli olduktan sonra, Darüşşafaka, İnas Sanayi-i Nefise gibi
okullarda öğretmenlik yapar.
47 yıl boyunca öğretmenlik yapan sanatçı çok sayıda öğrenci yetiştirir, mütevazı, sabırlı ve hoşgörülü kişiliği ile döneminde resimle ilgilenen herkesin “Hoca”sı
olur. Peyzaj, natürmort, hayali elvah (hayalden manzara) gibi üç alanda, karakalem, füzen, pastel, suluboya, yağlıboya gibi birçok tarzda üretimde bulunur.
Karakalem ve suluboya tekniğindeki yetkinliği, hızlı çalışma temposuyla, -beş
bin gibi bir sayıya ulaşan- çok sayıda İstanbul peyzajı betimleyen Hoca Ali Rıza,
kentin mahallerini, Üsküdar’dan Bebek’e, Arnavutköy’den Burgazada’ya kadar
semt yaşantılarını, kahvehaneleri, deniz kıyılarını yorumlamıştır. Bütün yaşamı
Üsküdar’da geçmiş ve önemli gördüğü yapıtlarına tarih atmayı ihmal etmemiştir. Bu bakımdan aynı zamanda belge değeri taşıyan İstanbul görünümleri arasında, Üsküdar’a ait olanlar hayli fazladır.
of the Ciragan Palace (1875 ) are currently on display at Dolmabahçe Palace.
The last time he visited Istanbul in 1890 he was received by Sultan Abdulhamid
II, who, admiring both the paintings Avyazovski had presented to him, awarded
him with the Mecidi Nisan. He painted the sultan’s portrait which is still on display in a private collection in Berlin. Ayvazovski has over five thousand paintings
on display, mainly in the St. Petersburg, Moscow and Erivan state museums.
A wide range of his paintings can be seen at Dolmabahce Palace, the Marine
Museum, the Military Museum, the Fener Rum Patriarchate and the Kumkapi
Armenian Patriarchate.
5 - Carlo BOSSOLI (Davesco, c. 1815 - c. Torino, 1884)
Bossoli was born into an Italian family which settled in Odessa in 1820. He began
to work as an apprentice antique dealer and in a bookshop, and was influenced
by the engravings and paintings he saw there. As he was designing theatre backdrops with an artist, his talent was noticed by the wife of the governor of Odessa.
To support his family after his father’s death in 1836, he started to sell his paintings. Since he had visited many countries, including Russia, Spain and Sweden,
he painted many landscapes. He came to Istanbul in 1839 and worked on paintings about Turkey.
Queen Victoria and her companions, whom Bossoli met at an exhibition of his
paintings at the London Royal Academy in 1850, commissioned many paintings
from him. Boats on the Bosphorus, the painting that Queen Victoria bought from
the Bossoli, is still hanging in the Osborne House on the Isle of Wight. During
Bossolini’s stay in Turkey, he composed many charcoal and watercolour sketches
and exceptionally beautiful pastel paintings. He later returned to Italy and settled in Torino. Next to Alberto Pasini, another well-known Italian artist, he was
one of the leading Orientalists of his time. His most significant paintings are The
Sultan Boarding a Boat, which is at the Galerie d’Arte Moderne in Milan, Istanbul Port, which is on display at the Civica d’Arte Moderna e Contemporanea in
Torino, and Ships Anchored on the Bosphorus, which was brought by Queen Victoria in 1854.
6 - HODJA ALI RIZA (Istanbul, c. 1858 – c. 1930)
Hodja Ali Riza’s interest in painting, which started at Uskudar Middle School,
turned into a passion while he was at Kuleli Military High School and in the Military Academy. There, he took lessons from Osman Nuri Pasha, Suleyman Seyyid
and Monsieur Gues. He graduated from the Military Academy as lieutenant
mulazim ath-thani. He was assigned to help Osman Nuri Pasha as an assistant
art teacher. He became one of the founders of the Ottoman Painters’ Society and
for a while was its chairman. He was a teacher at Darüşşafaka and the Inas Fine
Arts School after he retired in 1911.
Fausto Zonaro, Ertuğrul Süvari Alayı’nın Galata Köprüsü’nden Geçişi (1901), Milli Saraylar Resim
Koleksiyonu, İstanbul / Fausto Zonaro, The Ertugrul Cavallary regiment crossing the Galata [1901]
National Palaces Art Collection, Istanbul
7- Fausto ZONARO (Masi-Padova/İtalya, 1854 – San Remo, 1929)
Yeteneğini geliştirdiği gençlik yıllarında askere gitmek zorunda kalır. Askerlik sonrası, Venedik’e giderek turistik resimler yapıp satmaya çalışır. 1878’de,
daha iyi bir yaşam ve meslek ortamı bulabileceği inancıyla, Napoli’ye geçer.
1887’ye kadar, Torino, Roma, Milano ve Napoli’yi gezer. Sanatını icra edebileceği bir çevre bulmaya çalışır. Bu sıralarda kendisinden resim dersleri almak isteyen Elisa Pante ile tanışır. Resim dersleri, birlikte daha güzel bir yaşam arayışına kadar ilerler. Edmondo de Amicis’in Constantinopoli kitabından tanıdıkları İstanbul, kısa sürede ikisi için de tutkulu bir düşe dönüşür. 1891’de Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkış yıldönümünün görkemli törenlerle kutlandığı
günlerde İstanbul’a gelir. Kısa sürede, başta diplomatik çevreler olmak üzere,
İstanbul’un sosyal yaşamında tanınan bir isim haline gelir. Ressamlığının yanı
sıra resim dersleri verir. Osmanlı bürokrasisinden yabancı misyonlara kadar pek
çok çevreden seçkin öğrencileri olur. Sonraki yıllarda öğrencileri arasına Celal
Esad Arseven, Hoca Ali Rıza, Şehzade Abdülmecid, Mihri Müşfik ve Celile Hanım gibi isimler de katılacaktır. İstanbul’daki ilk çalışmalarını çoğunlukla açık havada, kendi atölyesinde hazırladığı ahşap panolar üzerinde yapar. 1894-1905
During his forty-seven year tenure as a teacher, Ali Riza tutored many students.
With his modest, patient and tolerant personality, he was know as the “Hodja”
of his time and one that was interested in painting. He painted landscapes, still
lives and imaginary sceneries which he composed using charcoal, pastels, watercolours and oil paints. With his talent for charcoal and watercolour paintings and
his ability to work quickly, he was able to depict numerous – approximately five
thousand – paintings of Istanbul landscapes. Hodja Ali Riza painted the districts
of Istanbul, from the neighborhoods of Üsküdar to Bebek to Arnavutköy and up
to Burgazada, including the coffee houses and the coasts. He lived in Üsküdar his
entire life and did not neglect to depict the monuments he thought important.
In this respect, his paintings of Istanbul are like documents. They mostly depict
Üsküdar; he was like a saint who could not paint enough of his beloved Üsküdar.
7 - Fausto ZONARO (Masi, Padova, Italy, c. 1854 - San Remo, c. 1929)
While he was developing his talent in his youth, he had to perform his military
service. After returning from the army, he went to Venice where he tried to sell
tourist paintings. Zonaro went to Napoli in 1878 intending to find a better living and working environment. He travelled to Turin, Rome, Milan and Naples,
trying to find a good environment to work in until 1887. In the meantime, he
met Elisa Pante, to whom he gave art lessons. These art lessons led to the pursuit of a better lifestyle for the both of them. They passionately dreamed of the
Istanbul they had read about in Edmondo de Amicis’s Constantinopoli. They arrived in Istanbul when Sultan Abdulhamid II’s accession to the throne was being
celebrated with magnificent ceremonies. Zonaro quickly became a well-known
35
İSTANBUL’UN 10 RESMİ, 10 RESSAMI / THE TEN BEST PAINTINGS AND ARTISTS FROM ISTANBUL
arası en verimli olduğu dönem olur. 1896’da “Ertuğrul Süvari Alayı’nın Galata
Köprüsü’nden Geçişi” konulu tablosunu Sultan II. Abdülhamid’e göstermeyi başarır. Mecidi nişanı ile ödüllendirilmenin yanı sıra “Ressam-ı Hazret-i Şehriyari”
sıfatıyla Saray Ressamı tayin edilir. İki yıl sonra da padişahın siparişi olan “Dömeke Savaşı” tablosunu yapar ve Osmani nişanı ile ödüllendirilmenin yanı sıra
talep ettiği Akaretler’deki 50 numaralı konak kendisine tahsis edilir. Bu yıllarda,
İstanbul’un hemen hemen en kuytu köşelerine kadar ulaşır, kent yaşamı ve insanlar hakkında, çok yeni konuları gözlemler.
II. Meşrutiyet’in ilanı ve Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle başlayan sıkıntılı süreçte saraydaki görevine son verilir ve 1910’da İtalya’ya döner.
Son yıllarını San Remo’da, büyük ölçüde İstanbul konulu tablolarını yeniden çalışarak geçirir.
8- HALİL PAŞA (İstanbul, 1852 - 1939)
Mekteb-i Harbiye’nin kurucularından Ferik Selim Paşa’nın oğludur.
Mühendishane-i Berri-i Hümayun’dan mezun olduktan sonra, 1873’te sarayda “yaveran” sınıfında görevlendirilir. 1880 - 1888 yılları arasında Paris’te
Gérome ve Courtois’in atölyelerinde eğitim görür. Harbiye Mektebi’nde resim
dersleri verir. Müze-i Hümayun’da müdür yardımcılığı yapar. II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra 1908’de emekli olur. 1914’te Sanayi-i Nefise Mektebi
Müdürlüğü’ne atanır. Fransa’dan yeni dönen ressamları okula alıp, yeni an-
figure in Istanbul, especially in diplomatic circles. He painted and gave art lessons at the same time. His students included members of the Ottoman bureaucracy and the foreign missions. In the following years, Celal Esad Arseven, Hodja
Ali Riza, Prince Abdulmecid, Mihri Musfik and Celile Hanim took lessons from
him. He first painted on wooden panels that he prepared in his own workshop.
His most productive years were between 1894 and 1905. In 1896, he presented
his painting Procession of the Ertugrul Suvari Troops over the Galata Bridge to
Sultan Abdulhamid II. In addition to having been awarded the Mecidi Medal, he
was also appointed as the Imperial Painter, or Ressam-i Hazreti Sehriyari. Upon
an order from the Sultan two years later he painted The Battle of Domeke and
was awarded the Osmani Medal. In addition, the mansion that he had requested
in the Akaretler district was also allocated to him. He went to Istanbul’s most
secluded corners and observed new themes related to the people and city life.
8 - HALİL PASHA (Istanbul, c. 1852 – c. 1939)
Pasha was the son of Ferik Selim Pasha, one of the founders of the Military
Academy. After he graduated from Muhendishane-i Berr-i Humayun, he was
appointed as a yaveran (aide). He studied in the studios of Gerome and Courtois between 1880 and 1888. He gave art lessons at the Military Academy and
was the assistant manager at the Imperial Museum. He retired in 1908 after
the declaration of the Second Constitutional Monarchy. He was appointed to
the School of Fine Arts as an administrator. He hired artists that had recently
returned from France and allowed them to work using a new approach. Pasha’s
painting Madam X’s Portrait, which he composed in Paris, won a bronze medal
at an international exhibition
in Vienna and his Still life in
Copper won a gold medal.
Toward the end of his life,
Pasha painted in Egypt with
Abbas Hilmi Pasha. Although
Pasha, who was born and
raised in Çengelköy, Istanbul,
painted various subjects, he
was known for the special
Halil Paşa
landscaping technique used
in his paintings of Çengelköy.
In his landscapes of Istanbul and Egypt he blended
light and colour, which became an example for the
next generation. He is the most important link between 19th century and 20th century Turkish painting.
Though he painted figures for many years, he found
his calling with his landscapes, depicting the villages
that line the Bosphorus.
The painting Cinaralti (1904), painted when the artist was 52 years old, based on its theme, expression
and balanced proportion is considered to be one of
his best paintings.
9- Şevket DAĞ (Istanbul, c. 1876-c. 1944)
After he graduated from the Teachers College,
Şevket Dağ became a student of Osman Hamdi Bey
and Valery at the Fine Arts School from which he
graduated at the top of his class in 1897. He started
to work at the Waqf Administration and later became an art teacher at Galatasaray College under
Halil Paşa, Fenerbahçe’de Çınaraltında (1904), Ahu-Can Has Koleksiyonu, İstanbul / Halil Pasha, Fenerbahce’de Cinaraltinda
headmaster Tevfik Fikret. He set up a drawing studio
[1904] Ahu-Can Has Collection, Istanbul
or resimhane at the Istanbul Teachers College where
layışla resim yapılmasını sağlar. 1936’da Viyana’da açılan uluslararası bir serhe was influential in helping his students learn to work from nature. He was
one of the founders of the Ottoman Painters Association in 1909. He won a
gide, Paris’te iken yaptığı “Madam X’in Portresi” adlı eseriyle bronz madalgold medal in the 1904 and 1909 Munich exhibitions and a silver medal in the
ya , “Bakırlı Natürmort” adlı eseriyle de altın madalya kazanır. Hayatının son
1910 Sofia and Brussels exhibitions. After the proclamation of the Republic, he
yıllarını Mısır’da Abbas Hilmi Paşa’nın yanında resim yaparak geçirir. İstanbecame a member of parliament of Konya in the 5th term and in Siirt in the 6th
bul, Çengelköy’de doğup-büyüyen sanatçı çok çeşitli konularda resim yapand 7th terms.
makla birlikte, Çengelköy peyzajları ile özel bir tarz yakalamıştır. İstanbul ve
Mısır peyzajlarında, izlenimci ışık ve renk çözümleri ile pitoresk resimler yapThough he was an academic and a classical artist, unlike other classical artists
he is known for painting freely with bold strokes. His most significant paintings
mış, sonraki kuşak sanatçılara örnek oluşturmuştur. Türk resminde 19. yüzare of the interiors of historical monuments, particularly his detailed paintings
yılı 20. yüzyıla bağlayan zincirin en önemli halkasıdır. Uzun yıllar figür çalışof Haghia Sofia with its meticulous workmanship and dim interior which give it
masına karşılık asıl sanatçı kişiliğini Boğaziçi kıyılarını betimlediği peyzajlarına mysterious atmosphere.
da bulmuştur.
36
Şevket Dağ, Ayasofya Camii
içi (1909), Milli Saraylar Resim
Koleksiyonu, İstanbul / Sevket
Dag, Hagia Sofia Inner Mosque
[1909] National Palaces Art
Collection, Istanbul
Şevket Dağ
37
İSTANBUL’UN 10 RESMİ, 10 RESSAMI / THE TEN BEST PAINTINGS AND ARTISTS FROM ISTANBUL
9- Şevket DAĞ (İstanbul, 1876 - 1944)
10 - Leonardo de MANGO (Bisceglie, Italy, c. 1843 - Istanbul, c. 1930)
İstanbul Darülmuallimini (Öğretmen Okulu) tamamladıktan sonra girdiği
Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Osman Hamdi Bey ile Valeri’nin öğrencisi olur ve
1897’de birincilikle bitirir. Çalışma hayatına Vakıflar İdaresi’nde başlar. Tevfik Fikret’in müdürlüğü sırasında, Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmenliği
yapar. İstanbul Öğretmen Okulu’nda (Darülmuallimin) resimhane adı verilen
atölyeyi kurar ve öğrencilere doğadan çalışma alışkanlığı kazandırmada etkili olur. 1909’da Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alır.
1904 Atina ve 1909 Münih sergilerinde altın, 1910 Sofya ve Brüksel sergilerinde gümüş madalya kazanır. Cumhuriyet ilanından sonra 5. dönem Konya, 6 ve
7. dönem Siirt’ten milletvekili seçilir.
De Mango, the eldest of twenty-one siblings, was talented and self taught until
the age of 19 because of financial problems. In 1862, with the help of a noblefamily from Bair, he was accepted into the Fine Arts Academy in Naples. There
he had the opportunity to work with some of the most famous artists of his time.
In 1874, he went to Syria, then a province of the Ottoman Empire, and then to
Beirut where he stayed for nine years. He gave art lessons at the Jesuit College
in Beirut. In 1883, he settled in Istanbul and worked with different Italian artists
in Istanbul such as Zonaro, Valery and Bello. He is known as one of the Orientalist artists who spent the most time in Istanbul. He created surreal images in his
paintings of Fenerbahçe and Üsküdar, villages located on the curving coast of
the Bosphorus. In many of his paintings of the Bosphorus you can immediately
feel the magic emanating from Istanbul’s sea and silhouette. He spent his final
years in poverty and was buried in the homeless section of the Latin Catholic
Cemetery. In 2006, thanks to extensive exhibitions at Dolmabahce Palace and in
Bari, Italy, his grave was restored.
Akademik-klasist bir ressam olmakla birlikte, Klasist ressamların tersine kalın
fırça vuruşları ile serbest bir tekniği vardır. Ancak asıl karakteristik resimleri,
tarihi eserlerin iç mekânlarında çalıştığı enteriyörleridir. Özellikle Ayasofya’da
meydana getirdiği resimlerini detaya inen, titiz, titiz olduğu kadar da dikkatli
Leonardo de Mango
bir işçilikle meydana getirmiş, camii içinin loş ve sessiz atmosferini betimlediği resimlerinde gizemli bir görselliği öne
çıkarmıştır.
10- Leonardo de MANGO (Bisceglie /
İtalya, 1843 - İstanbul, 1930)
Yirmi bir kardeşin en büyüğü olan De
Mango, maddi imkânsızlıklar sebebiyle
19 yaşına kadar özel yeteneğiyle kendisini yetiştirir. 1862’de Barili soylu bir ailenin katkıları ile Napoli’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde girer. Sekiz yıllık öğrenimi sırasında dönemin tanınmış ressamları ile çalışma fırsatı bulur. 1874’te
bir Osmanlı vilayeti olan Suriye’ye daha
sonra da Beyrut’a geçerek, dokuz yıl burada kalır. Beyrut’ta Cizvit Koleji’nde resim dersleri verir. 1883’te İstanbul’a
yerleşir. Zonaro, Valeri ve Bellò gibi Leonardo de Mango, Kızkulesi Önünde Balıkçılar (1912), Erol Makzume Koleksiyonu, İstanbul/ Leonardo de Mango, Fishermen In Front of
Tower [1912], Erol Makzume Collection, Istanbul
İstanbul’daki diğer İtalyan sanatçılarla
çalışır. 1911’de Osmanlı-İtalyan savaşı
sırasında kısa bir süre zorunlu ayrılık dışında terk etmediği İstanbul’da en uzun
süre kalmış Oryantalist ressamlardan biri olarak bilinir.
İstanbul’un kıvrımlı kıyılarında yer alan Fenerbahçe ve Üsküdar’ı resmettiği
tablolarında düşsel görünümler oluşturmuştur. Birçok Boğaziçi çalışmasının
arkasındaki İstanbul silueti ve denizinin büyüsü hemen hissedilir. Son yıllarını
yoksulluk içinde geçirir ve Feriköy’deki Latin Katolik Mezarlığı’nda kimsesizler
kısmına gömülür. 2006’da Dolmabahçe Sarayı ve Bari/İtalya’da açılan kapsamlı sergiler vesilesiyle mezarı da yapılmıştır.
Hocalar / Instructors.
38
the Maiden
DARÜLFÜNUN MUALLİMİ OLARAK
MEHMET ÂKİF
Yusuf ÇAĞLAR
MEHMET ÂKİF AS AN INSTRUCTOR
AT THE İSTANBUL UNIVERSITY
Yusuf ÇAĞLAR
DARÜLFÜNUN MUALLİMİ OLARAK MEHMET ÂKİF / MEHMET ÂKİF AS AN INSTRUCTOR AT THE İSTANBUL UNIVERSITY
DARÜLFÜNUN MUALLİMİ OLARAK
MEHMET ÂKİF
MEHMET ÂKİF ERSOY AS AN INSTRUCTOR
AT THE İSTANBUL UNIVERSİTY
Yusuf ÇAĞLAR*
Yusuf ÇAĞLAR*
27 Aralık 1936’da vefat eden Mehmet Âkif (Ersoy) 74 yıldır aramızda yok.
Onu çok sevdiğimiz ve abide bir şahsiyet olarak baş tacı yaptığımız halde;
Safahat’ını, “Çanakkale Destanı”nı ve nihayet “İstiklal Marşı”nı bu millete armağan eden şairin hayatına dair bilmediğimiz pek çok husus var.
Mehmet Âkif (Ersoy) died on 27 December, 1936, which means that he has not
been among us now for 74 years. Although he was the greatly loved and monumental personality who wrote Safahat’s “Çanakkale Legend”, a major Turkish work, and the words of the National Anthem, there is very little known
about the life of the poet who bequeathed these to this nation.
Mehmet Âkif hakkında kaleme alınan biyografilerin neredeyse tamamı hatıralardan yola çıkılarak hazırlanmış çalışmalar. Eşref Edib’in, Mithat Cemal’in, Hasan Basri’nin, Mahir İz’in eserleriyle tanıdığımız Mehmet Âkif isminin edebiyat alanında çalışan akademisyenler için cazibesini koruyan ve günümüze kadar saklı kalan pek çok yanı var. Hiç şüphesiz bu saklı hazinenin kapağını araladığımızda ilk göreceğimiz şeylerden biri de Mehmet Âkif’in Darülfünun’da verdiği edebiyat dersleri ve muallimlik mesleğine olan büyük vukufiyeti olacaktır.
Bütün cazibesine rağmen Darülfünun muallimliği hakkında biyografilerde verilen malumat bir paragrafı geçmez:
“II. Meşrutiyet’in ilânının hemen akabinde çıkmaya başlayan, nerede ise hayatı ve eserleriyle aynileşecek Sırat-ı Müstakim- Sebilürreşad mecmuasına fikir babalığı yapıp, başyazarlığını üstlendi (27 Ağustos 1908. Mecmuanın sahipleri Ebulula Mardin ve Eşref Edib’tir). Aynı yıl Darülfünun Edebiyat-u Umumiye Müderrisliği’ne tayin edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı
Kulübü’nde Muallakat ve Arap Edebiyatı dersleri okuttu. Balkan Savaşı yıllarında gizli bir teşekkül olan Müdafa-i Milliye Cemiyeti’nin ‘tenvir ve irşad’ faaliyetlerine katıldı. Haksız bir tasarrufa karşı çıkmak için 11 Mayıs 1913’te Ziraat
Nezareti’ndeki görevinden, aynı yılın sonlarında hükümetle fikri ayrılığı sebebiyle Darülfünun hocalığından istifa etti.”
Mehmet Âkif’in 1908’de vazife aldığı Darülfünun
edebiyat muallimliği hakkında bilgi aktaran en
önemli belge ise Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nın Maarif
Nezareti Evrakı içinde yer alıyor:
“Nezaret-i Maarif-i Umumiye
Almost all of the biographies of Mehmet Âkif have been written from memoirs. Eşref Edib, Mithat Cemal, Hasan Basri, Mahir İz – all of these works still
manage to maintain their attraction for academics who work in the field of
the literature of Mehmet Âkif, although many aspects of his life still remain hidden.
Without a doubt, when we open the door to this hidden treasury one of the
first things we see is the lessons that Mehmet Âkif gave in literature at the Darülfünun and his great skill in teaching. However, although this is a fascinating
aspect of his life, the information provided about his teaching at the Darülfünun consists of no more than one paragraph:
“Starting immediately after the proclamation of the Second Constitutional
Monarchy, Mehmet Âkif took on the position of head-writer and inspiration
for the journal Sırat-ı Müstakim – Sebilürreşad, something that became almost the equivalent of his life work (27 August, 1908. The owners of the journal were Ebulula Mardin and Eşref Edib). In the same year he was appointed
as professor of general literature at the Darülfünun. He taught lessons in muallakat (Arabic poetry) and Arabic literature at the İttihat ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Club. During the Balkan Wars he joined the tenvir ve irşad (enlightenment and guidance) activities of the secret organization Müdafa-i Milliye Cemiyeti. In opposition to an unjust confiscation he resigned from his post at the Ministry
Mehmet Akif Ersoy’un Darülfünun muallimliği
of Agriculture on 11 May, 1913; at the end of
the same year he resigned from his teaching
çok az bilinen bir konudur.
post at the Darülfünun for the same reason.”
So less is known about Mehmet Akif Ersoy as
an instructor at the İstanbul University
Tanin Gazetesi sahib-i imtiyazı Tevfik Fikret
Bey’in vukû-ı istifasına mebni Darülfünun Edebiyat şubesinin birinci, ikinci, üçüncü seneler edebiyat-ı Osmaniye derslerinden birinci senenin Mehmed Âkif, ikinci senenin Hüseyin Cahid ve üçüncü senenin Doktor Rıza Tevfik beylere tefvizini Daire-i İlmiye’nin 8 Teşrinisani 324 [21 Kasım 1908] tarih ve dört yüz on
bir numaralı kararı mucibince emr-i âli-i cenâb-ı
nezâretpenâhiye iktiraz eylemiş olmakla Sicil
Şubesi’nce görüldükten sonra keyfiyetin dâr-ı
mezkûr müdiriyetine tebliği zımmında işbu müzekkere Mektûbî Kalemi’ne tevdi’ kılındı. 26
Teşrinisani 324 [9 Aralık 1908]
“Nezaret-i Maarif-i Umumiye
Tanin Gazetesi sahib-i imtiyazı Tevfik Fikret
Bey’in vukû-ı istifasına mebni Darülfünun Edebiyat şubesinin birinci, ikinci, üçüncü seneler edebiyat-ı Osmaniye derslerinden birinci senenin Mehmed Âkif, ikinci senenin Hüseyin Cahid ve üçüncü senenin Doktor Rıza Tevfik beylere tefvizini Daire-i İlmiye’nin 8 Teşrinisani 324 [21 Kasım 1908] tarih ve dört yüz on
bir numaralı kararı mucibince emr-i âli-i cenâb-ı
nezâretpenâhiye iktiraz eylemiş olmakla Sicil
Şubesi’nce görüldükten sonra keyfiyetin dâr-ı
mezkûr müdiriyetine tebliği zımmında işbu müzekkere Mektûbî Kalemi’ne tevdi’ kılındı. 26
Teşrinisani 324 [9 Aralık 1908]
Mühür: Maarif-i Umumiye Nezareti Sicil Müdiriyeti.”
Mehmet Âkif’in 1909’da Darülfünun edebiyat
muallimi olarak girdiği ilk dersi, talebesi Reşat
Nuri (Güntekin) Tan Gazetesi’nin, 2 Kânunusani
1939 tarihli nüshasında şu satırlarla aktarıyor
bizlere:
Mühür: Maarif-i Umumiye Nezareti Sicil
Müdiriyeti.”
(Ministry of Public Education)
“Sahne meşhur Zeynep Hanım Konağı’nda büyük salon…
Zaman Meşrutiyet’in ikinci senesi…
* Yazar
40
The most important document that provides information about Mehmet Âkif as a teacher of literature at the Darülfünun in 1908 can be found
among the Ministry of Education Documents at
the Office of the Head of the Ottoman Archives,
State Archives General Directorate:
Mehmet Akif Ersoy
As the owner of the newspaper Tanin, Tevfik
Fikret Bey, has resigned, in keeping with deci* Writer
Maarif nezareti: Mehmet Âkif’in 1908’de Darülfünun Edebiyat Muallimliğine başladığını gösteren belge.
Document of ministry of education informing that Mehmet Akif started working as an istructor at the İstanbul University.
DARÜLFÜNUN MUALLİMİ OLARAK MEHMET ÂKİF / MEHMET ÂKİF AS AN INSTRUCTOR AT THE İSTANBUL UNIVERSITY
Görünüşte burası yediden demiyelim de on yediden yetmişe kadar her yaşta ve her sınıfta insanın toplandığı herhangi bir içtima salonu, bir tiyatro veya
mahkemedir. Fakat hakikatte Darülfünun Edebiyat şubesinin birinci sınıfındayız.
Ön sıralarda idadilerden gelmiş tüysüz çocuklar, kenarlarda sarıklı sakallı medreseliler, arkada sâmîler denen kalabalık bir grup…
Meşrutiyet inkılâbı hapishane kapılarından sonra Darülfünun kapılarını açmıştır. Antre serbest ve meccanidir. Yalnız elinde tahsil vesikası olmayanlar sâmî
adıyla içeriye girerler ve sene sonunda o seneki derslerden imtihan vererek aslî
talebe hakkını kazanırlar.
(Adamcağızın belki kılık kıyafetine bakılarak uydurulmuş bir yalandır. Fakat sâmî
talebeden birinin sırık arabacılığından geldiğine dair dahi bir rivayet vardı.)
sion No. 411 of the Office of Education, dated 21 November, 1908, on the order of the Asylum of the Ministry Records Department, and after having been
approved by the Records Department, it is ordered that the first, second, and
third years of Ottoman literature will be taught by the following: Mehmed Âkif
for the first year, Hüseyin Cahid for the second year and Dr. Rıza Tevfik for the
third year; this report has been sent to the Directorate of the Correspondence Office so that the directorate is informed of the aforementioned contract.
9 December, 1908
Stamped: Ministry of National Education Records Directorate)
The first lesson that Mehmet Âkif entered as an instructor of literature at Darülfünun has been reported to us by his student Reşat Nuri (Güntekin); this appeared in an article in the Tan Gazetesi, dated 2 Kânunusani 1939:
“The stage - the famous grand hall of Zeynep Hanım Manor….
Mehmet Akif, Darülfünun Edebiyat Şubesi’nden mezun olan talebeler ve muallimlerle bir arada. (Şehbal, 28 Haziran 911, sayı: 55)
Mehmet Akif with instructors and grads of the İstanbul University Faculty of Literature.
Derken kapı açılıyor; içeriye orta boylu kara top sakallı kalender bir zat giriyor:
Şemsiyesiyle lâstiklerini kapının arkasına bıraktıktan sonra talebe sıralarına gideceği yerde muallim kürsüsüne doğruluyor. O zaman yanımdaki arkadaştan
öğreniyorum ki bu zat bizim edebiyat muallimimiz şair Mehmet Âkif’dir.
Hiç unutmam Âkif o gün bize Muallim Naci’nin bir tevhidini yazdırdı ve ders sonuna kadar bunun izahı ile uğraştı.
Koskoca bir Darülfünun’da bize manzume yazdırılsın!
Bu muamele fena halde haysiyetimizi kırmıştı. Benim gibi ukalâlıktan buram
buram öten birkaç çocuk bu eski kafalı hocayı protestoya karar verdik ve dediğimizi yaptık.
Âkif’in son günlerde hasta yatağında çekilmiş resmine bilmem dikkat ettiniz
mi? Harabe halindeki çehrenin gözlerinde o kadar harikulâde bir ateş ve nur
güzelliği vardı ki insana âdeta şairin ruhun ebediliği hakkındaki kanaatini kabul
ettirecek gibi olur.
Hocamız işte o aynı gözlerle bizi dinledikten sonra:
- Bakalım görürüz, dedi ve ertesi derste bize Namık Kemal’den, Ekrem’den,
hatta Fikret’ten bazı mısralar okutarak manalarını istedi. Tabiî hepimiz fena
halde rezil olduk.
42
The time – the second year of the Constitutional Monarchy …
This place seems to be any regular meeting hall, theater or court where people, from, not say 7 -70, but rather 17 to 70, that is, people of every age and
class, have gathered. But in fact this is the first year of the Darüfünun literature section.
In the front row are the young boys who have come from the preparatory
schools, on the edges sit the students from the madrasas with their turbans
and beards, and at the back is a crowded group known as the sâmî…
After opening the doors of the revolutionary prison, the Constitutional Monarchy opened the doors to the Darülüfunun. Entrance was for all and free of
charge. However, the sâmî were students who did not have an education certificate; they could enter and at the end of the year they would be examined
in the lessons and gain the right to be real students.
(This is a story that the author has perhaps arrived at by looking at how the
people were dressed. However, there is a rumor that one of the sâmî students
had earlier pushed a handcart.)
Just then, the door opens; in walks a bohemian type, of medium height, with
a goatee: After leaving his umbrella and overshoes by the door, rather than
heading towards to join the students, he walks towards the lectern. Then I learn from my friends that this person is our literature professor, Mehmet Âkif.
I will never forget that Âkif made us write a tevhid (gazel or qaside on religious subjects) by Muallim Naci and attempted to explain it to us by the end of
the lesson.
O zaman:
- Çocuklar, bu halle siz nazariyeyi ne yapacaksınız? dedi.
Ben zaten nazariyeci herif değilim (kelime kendisinindir). Siz bugün Sahaflar
çarşısından yüzer paraya bir Terkib-i Bend ile bir Terc-i Bend alıp getirin de onu
size okutayım.
Bütün senemiz edebiyatımızın, eski ve yeni şiirlerini okumak, manalarını anlamakla geçti.
Aradan geçmiş bunca seneden sonra anlıyorum ki Âkif o zaman bizim için yapılabilecek şeylerin en iyisini yapmıştır.
Onun sağlam mantığı, samimî ve pratik zekâsı çürük temel üzerine kurulacak
nazariyelerin boşluğunu anlamış, bir hoca için en iyi usulün -plânı, programı bir
yana bırakarak- talebeyi hangi seviyede bulursa oradan
alıp yürütmek olduğunu gayet iyi takdir etmiştir.
There, in the great Darülfünun, he had us writing poetry!
This treatment greatly offended our amour propre. I and a couple of other uppity students, decided to make a great fuss and protest against this hidebound
teacher; we did just as we had planned.
Have you ever looked closely at the photograph of Âkif in the final days of his
illness? There is such a beautiful fire and light in those eyes, sunk in the ruins
of the face; it is as if the soul of the poet is content with the prospect of eternity.Our professor, after listening to us, looked at us with those same eyes,
said: “Let’s see”; in the next lesson he had us read some couplets from Namık
Kemal, Ekrem, even Fikret, and then wanted us to interpret them. Of course,
we all looked like total fools.
Then he said “Boys, in this condition, what use is theory?
I’m not a chap of theory (his own words) Go and bring me
a Terkib-i Bend or a Terc-i Bend (types of poems), each
one worth one hundred coins, from the Sahaflar Market,
and I will read them to you.”
Otuz senedenberi mekteplerimizde birçok hayırlı değişiklikler meydana gelmiş olmasına rağmen Âkif’in cesur ve
realist usulünden bugün de çok istifade edebileceğimiz
kanaatindeyim.”
Our whole year in literature was spent reading old and
new poems and trying to understand their meaning.
Reşat Nuri gibi Falih Rıfkı (Atay) da Mehmet Âkif’in talebelerinden. Vefatından bir sene sonra Yedigün mecmuasının 20 İkincikânun 1937 tarihli nüshasında kaleme aldığı ‘Şair Mehmet Âkif ‘ makâlesinde şu hatırayı naklediyor okurlarına:
After so many years have passed I now understand that
Âkif did the best thing he could possibly do for us at that
time.
“Şair Mehmet Âkif’i, ilk defa, 1911’de Zeynep Hanım
Konağı’ndaki Darülfünun Edebiyat şubesinde tanıdım. Eskilerin babayani dedikleri tavırları gözümün önüne geliyor. Sarığı, cübbesi ve şalvarı olsaydı, şüphesiz bu tavırlar
ona daha fazla yakışacaktı. Hiç yapmacığı yoktu.
His sound logic, sincere and practical intelligence perceived the rotten vacuum on which the theories were to be
placed; he also understood that the best method for an
instructor was to put to one side his plans and program
and take the student from whichever level they were located and lead them forward.
Fecri-âti’nin idadî gençleri arasında itibar kazandığı günlerde idi. Âkif hakkında bu edebiyat Mektebinin hürmetsizlik hislerinin tesiri altında bulunuyordum. Derste bir
aralık yenilerden bahsetti. Genç şairleri manasız olmakla itham etti. Sıramdan doğruldum:
Despite the fact that a great number of changes have occurred to our school in the last thirty years, I am of the
opinion that we can gain much from Âkif’s brave and realistic manner.”
Like Reşat Nuri, Falih Rıfkı (Atay) was one of Âkif students. One year after his death, in the copy of the periodical Yedigün, dated 20 İkincikânun 1937, we can read
the following memoir in the article “The Poet Mehmet
Akif”
- Fakat bu şiirler de manalıdırlar..
Kayıtsız ve küçükseyen hali ile sordu:
- Ya öyle mi? Bir tanesini tahtaya yazınız da manasını
bana anlatınız.
“I first met the poet Mehmet Âkif in 1911 at the Zeynep
Hanım Manor in the literature section of the Darülfünun.
I see him now with the air of those our forefathers who
were called babayani (unpretentious and authentic). If
he had had a turban, robe and shalwar, without a doubt
this would have been more in keeping with his demeanor. There was no pretense about him.
Ahmet Haşim’i seviyordum. Onun bir kıtası aklıma geldi:
İsyan-ı mevc-i zâhire ettinse vakf-ı gûş
Çarparken ufk-u sahile
Tahtaya yazdım ve anlatmaya çalıştım. Galiba Ruşen Eşref de sınıfta idi.
Bu şiiri yazan Ahmet Haşim’i mi, yoksa onu anlamak iddiasında bulunan beni mi daha sapıtkan bulduğunu bilmiyorum. Benim kendisi hakkında verdiğim hükmü ise hiç
sormayınız.
Âkif’in Ispartalı Hakkı’ya yazdığı Darülfünun’la ilgili
mektubu. / Letter which Akif wrote to Ispartalı
Hakkı about the University of İstanbul
Âkif’i okuduğum vakit, Namık Kemal’in meşhur kasidesini,
Tevfik Fikret’in Balıkçılar’ını veya Hasan’ın Gaza’sını, Muallim Naci’nin Bedir Gazvesi’ni, yahut Bir Muhacir Çocuğunun Feryadı’nı hatırlarım. Âkif, hakikatte, Naci gibi lisancı, Fikret gibi nâzımcı ve Namık Kemal gibi,
eski tâbiri ile hâmasî idi. Fakat medresenin şairi idi.”
Mehmet Âkif’in 1908’den 1913’e kadar devam eden Darülfünun edebiyat muallimliği hakkında bilinen en çarpıcı belgelerden biri de 1911 yılına ait Darülfünun mezunlarını gösteren hatıra-i cemiyet fotoğrafı. Fotoğraf dönemin meşhur mecmualarından Şehbal’in 28 Haziran 1911 tarihli nüshasında yayımlanıyor. Fotoğrafın ön sırasında Mehmet Âkif’le birlikte yer alan muallimler aynı
These were the days when the Fecri-âti preparatory
school had gained a reputation among young people. I
was under the influence of this school’s disrespectful attitude to Âkif. In a break during the lesson he talked about
these new movements. He imputed that these young poets wrote meaningless poetry. I rose from my desk:
‘But these poems are meaningful…’
He asked with a nonchalant and disparaging air: ‘Is that so? Write one on the
board and explain the meaning to me.’
I loved the poems of Ahmet Haşim. I recalled a couplet by him:
İsyan-ı mevc-i zâhire ettinse vakf-ı gûş
Çarparken ufk-u sahile
I wrote it on the board and tried to explain it. I think Ruşen Eşref was also in
this class.
43
DARÜLFÜNUN MUALLİMİ OLARAK MEHMET ÂKİF / MEHMET ÂKİF AS AN INSTRUCTOR AT THE İSTANBUL UNIVERSITY
zamanda dönemin fikir ve edebiyat hayatına tesirleri olmuş meşhur simalar:
“Şehbenderzâde (Filibeli Ahmed) Hilmi, Hüseyin Dâniş (Pedram), Namık Kemal Beyzade Ali Ekrem (Bolayır), Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Darülfünun Edebiyat Şubesi müdürü (İzmirli) İsmail Hakkı, Ahmed Midhat Efendi, (Babanzâde
Ahmed) Nâim Bey…”
Mehmet Âkif’in 1912’de Ispartalı Hakkı’ya yazdığı bir mektubun muhtevası da
bizleri Darülfünun muallimliği hakkında ipuçlarına ulaştırıyor:
“İki gözüm Hakkı,
Dün sabah Darülfünun’a gittim. İsmail Hakkı Bey’den işi anladım: Benim dediğim gibi imiş. Münhal olan muallimlik benim geçen sene okuttuğum derstir
ki ona iki hafta evveli bizim Ferid [Kam] beyi intihab etmiş idik. Ancak henüz
Nezaret’ce tevcih olunmamış. Bu Pazar günü Encümen-i Muallimîn tekrar toplanacak. Tabiidir ki karar-ı sâbıkında ısrar ile yine Ferid’i intihab edecek. Artık
nasip değilmiş diyerek başka bir işe bakmalıyız. Hem ben senin mebus olacağını kavi surette tahmin ediyorum. Olmasan bile senin için iş çoktur: Zift gibi
malın olsun Erzincan’dan kel çeker!!
Sana dokuz tane kürsü gönderiyorum. On idi, birini bizim Nezaret muavini
aldı. Bunları erbabına ver. Üç beş tane daha hediye ederim. Bâki dua ke’nnücûmi fî eshâr.
Sebilürreşad’ın hem müfessir hem şairbaşısı Mehmed Akif, 6 Eylül [1]328
Kürsülerin biri senindir. Takdimesini 8 yazdım.”
Son söz yerine belgeler ve hatıralar ışığında Mehmet Âkif’in Darülfünun edebiyat muallimliğine dair aktardığımız bilgileri nazar-ı dikkatinize arz ediyor
ve sizleri Mehmet Âkif’in 20 Nisan 1316 [3 Mayıs 1900] tarihinde Ispartalı
Hakkı’ya gönderdiği ve hiçbir yerde yayımlanmamış bir şiiriyle baş başa bırakıyoruz:
“Feyz-i rebiîye bak
Zümrüde dönmüş türab
Bulmuş o tesir ile
Köhne cihan âb ü tâb
Bizde neden var fakat
Yok yere bir ıztırab?
Zulmet-i âtî ise
Ruha veren pîç ü tâb
Ah ne müdhiş hata
Ah ne yanlış hesab!
Mübhem olan ân içün
Doğru mu çekmek azab
Sen demiyor muydun ey
Yâr-ı belîğu’l-hitab!
Hîz ü ganimet şumâr
Fursat-ı ahd-i şebâb
Tekye ber-eyyâm nîst
Tâ diger âyed behâr”
I do not know if the problem was due to Ahmet Haşim, the author of this
poem, or to me, who was trying to prove a point.
Don’t ask me about what I thought about him.
I remember Namık Kemal’s famous qaside, Tevfik Fikret’s Balıkçılar or Hasan’s
Gaza, Muallim Naci’s Bedir Gazvesi, or Bir Muhacir Çocuğunun Feryadı when
Âkif read them to us. In truth Âkif was a linguist like Naci, a versifier like Fikret
and like Namık Kemal, in the old expression, an author of epics.”
One of the most striking documents known to exist about Mehmet Âkif as a
professor of literature at the Darüfünun, where he continued from 1908 until
1913, is the hatıra-i cemiyet (commemorative photograph) of the graduates
of the Darülfünun, dated 1911. The photograph was published in the famous journal of the day Şehbal, in the edition dated 28 June, 1911. In the front
row of the photograph we can see famous faces who had an effect on the philosophical and literary life of the era, people who were teachers along with
Mehmet Âkif: “Şehbenderzâde (Filibeli Ahmed) Hilmi, Hüseyin Dâniş (Pedram), Namık Kemal Beyzade Ali
Ekrem (Bolayır), Ahmet Hikmet
(Müftüoğlu), the director of the
Darülfünun Literary Section (İzmirli) İsmail Hakkı, Ahmed Midhat Efendi and (Babanzâde Ahmed) Nâim Bey…”
The contents of a letter that
Mehmet Âkif wrote to Ispartalı
Hakkı in 1912 also give us some
clues about his time as an instructor at the Darülfünun:
“My dearest Hakkı,
Yesterday I went to the Darülfünun. İsmail Hakkı Bey told me
what the situation was; it was as
I had thought. The vacant post
Ispartalı Hakkı Bey.
for instructor of the lessons I taught last year has been given to
Ferid [Kam] Bey; he was selected two weeks ago. However,
this has not yet been confirmed
by the Ministry. This Sunday the
Encümen-i Muallimin (Teachers’
Council) will convene again. Of
course, they will insist on this
earlier decision and Ferid will be
Mehmed Âkif’in Sebilürreşad baş muharrirliğini
appointed. I guess it is not to be gösteren kartviziti/ Mehmed Akif’s card as the editor
and we should look for another
in chief of Sebilürreşad
job. I strongly believe that you
will become a member of parliament, even if you don’t, there is plenty of work
for you to do … If something is useful, customers will come even from Erzincan!
I am sending you nine reading stands. There were ten, but one was taken by
the assistant minister. Give them to those who are competent ones. I will send
three or four more. My everlasting prayers, like the stars before dawn…
The literary interpreter and head poet of Sebilürreşad, Mehmed Akif, 6 September [1]328
P.S. One of the reading stands is yours. I have written 8 on that one.”
Finally, let me leave you with the above information, gleaned from documents
and memoirs, about Mehmet Âkif’s period as instructor at the Darülfünun,
and present you with the unpublished poem that was sent to Isparalı Hakkı on
20 Nisan, 1316 (3 May, 1900).
44
“Feyz-i rebiîye bak
Zümrüde dönmüş türab
Bulmuş o tesir ile
Köhne cihan âb ü tâb
Bizde neden var fakat
Yok yere bir ıztırab?
Zulmet-i âtî ise
Ruha veren pîç ü tâb
Ah ne müdhiş hata
Ah ne yanlış hesab!
Mübhem olan ân içün
Doğru mu çekmek azab
Sen demiyor muydun ey
Yâr-ı belîğu’l-hitab!
Hîz ü ganimet şumâr
Fursat-ı ahd-i şebâb
Tekye ber-eyyâm nîst
Tâ diger âyed behâr”
Mehmet Âkif’in Ispartalı Hakkı’ya gönderdiği ve hiçbir yerde yayımlanmamış bir şiiri.
Mehmed Akif’s unpublished poem which he posted to Ispartalı Hakkı
45
MUSTAFA SÜZER
“Öncüler daima eleştirilir.”
Söyleşi: Hüseyin SORGUN
MUSTAFA SÜZER
“The avant-gardes are always criticized.”
Intervıew by: Hüseyin SORGUN
Mustafa SÜZER; “İstanbul’u ilk gördüğümde büyülendim…” / Mustafa SÜZER; “I was mesmerized when I saw İstanbul for the first time.”
Mustafa SÜZER;
Mustafa SÜZER;
“İstanbul’u ilk gördüğümde büyülendim…”
“I was mesmerized when I saw İstanbul for the first time.”
Söyleşen: Hüseyin SORGUN*
Interview by: Hüseyin SORGUN*
Yolu Taksim’e düşenler, şöyle hafiften başlarını yukarı doğru kaldırdıklarında
mutlaka görürler, camlarında “gökyüzünü yansıtan” binayı… Tarlabaşı’ndan
Taksim yönüne giderken, boynunu uzatmış, “süzer” gelenleri… Bu binanın tam
kalbinde Süzer Grubu yer alıyor ve Süzer Grubu’nun ardında ise Gaziantep’te
başlayan ve İstanbul’a kadar uzanan 50 yılı aşkın bir öykü yaşıyor. Tabii ki Mustafa Süzer bu öykünün başkahramanı.
If people passing through Taksim lifted their heads a little, they would be able to
see the building which “reflects the sky” in its windows. The Suzer Group is located in the heart of this building, and this Group has a history which dates back
more than fifty years, starting in Gaziantep and continuing in Istanbul. It is not a
surprise that Mustafa Suzer is the main character in this story.
Merakımız mucibince, uzunca bir süredir kimseye mülakat vermeyen Mustafa Süzer’den randevu aldık. Boğaz ve İstanbul, bu söyleşiye tanıklık etti; soruları sorduk… Arada bir gözlerimiz manzaranın güzelliğe kaymadı değil… Mustafa
Süzer, içtenlikle sorularımızı 1453 Dergisi için cevapladı. İstanbul’un son yarım
asrına göz gezdiren bu söyleşiye siz 1453 Dergisi okurları da tanıklık edeceksiniz.
Süzer ailesini sizin anlatımınızla biraz tanıyabilir miyiz?
Babam Malatya annem Elazığ doğumlu… Onlar
Malatya’da tanışıp, evlenip Antep’e yerleşmişler.
Antep şimdi olduğu gibi o zaman da iş merkeziydi Ben Antep’te doğdum ve ilkokulu Gaziantep’te
bitirdim. 1960 senesinde ilk kez İstanbul’a geldim.
Babam beni İstanbul’da okutmak istiyordu. SirkeciEminönü bölgesi babamın mal aldığı yerlerdi. Orada genelde gayrimüslim işadamlarıyla çalışıyorduk.
Babam onlardan aklına güvendiği birisine, “Ben oğlumu burada okutmak istiyorum, hangi okulu tavsiye edersiniz”, dedi. Musevi işadamı, “Benim oğ* Yazar
48
Curious to find out more, we made an appointment with Mustafa Suzer, who
hasn’t given any interviews recently. With the beautiful views of the Bosporus
and Istanbul in the background, Mustafa Suzer answered our questions for 1453
Magazine. The interview also provides a glimpse into the last half century in Istanbul.
Could you share a little information about the Suzer family?
My father was born in Malatya and my mother is from Elazığ. They met in
Malatya, where they married. They moved to Antep, which was a business center back then just like
Şiir yazmadım ama aklıma kazıdım
it is now. I was born in Antep and completed primary school there.
İstanbul’u, on bir yaşımda geldim ve
büyülenmiş gibi oldum.
I didn’t write poems but Istanbul stayed in my
mind. I was eleven when I came here and I
was mesmerized.
* Writer
I came to Istanbul for the first time in 1960 since
my father wanted me to continue school here. The
Sirkeci – Eminönü region was where my father
bought his merchandise. We generally worked with
the non-Muslims in that area. My father asked one
of them, whose opinion he trusted, where I should
lum Saint Benoit’da okuyor istersen sen de oraya gönder”, dedi. Oğlunu yanımıza katıp bizi okula yolladı. Karaköy’de Saint Benoit’dan bize kayıtların kapandığını imtihanların yapıldığını söylediler. Fakat orada bizi bir rahip gördü, okulun müdürüymüş, odasına davet etti. Bize birer gazoz ısmarladı ve ne için geldiğimizi sordu, biraz da sorguya çekti.
Neler sordu size?
Güncel şeyler sordu, futbol takımlarını sordu, Demokrat Parti’yi sordu, Halk
Partisi’ni sordu. Sonra benden aldığı cevaplar hoşuna gitmiş olacak ki, “Kayıtlar
kapandı ama benim kontenjanımdan seni okula alacağım”, dedi. Fakat babam
hiç sevinmiyor, yüzü hiç gülmüyordu. Babam bu konuşmadan sonra kayıt yaptırmamak için beni elimden tutup dışarı çıkardı. Diğer çocuğu geri yolladık. “Ne
oldu baba?” dedim. “Sen daha küçüksün”, dedi. “Yok, baba burada okumak istiyorum” dedim. “Oğlum, burası çok köhne bir yer, rutubetli bir bina ben burada okumanı istemiyorum”, dedi. Tekrar Antep’e döndük.
Bu İstanbul’a ilk gelişiniz oldu!..
Tabi bir kere İstanbul’u gördün mü bir daha geri dönüşü olmuyor. Ortaokul birinci ve ikinci sınıfı Antep’te okudum. Sonra tutturdum tekrar gideceğim diye.
Neyse İstanbul’a tekrar gittik. Şimdiki Emirgan’da Polis Evi’nin olduğu yer o sene
okul olarak açılmıştı; Boğaziçi Akgün Koleji. Binası güzel, etrafı güzel... Oraya
kaydettirdi beni. İlk İstanbul’da okuma maceram 1962’de orada başladı.
Üniversite de İstanbul’da devam ediyor. O zaman nasıldı üniversite ortamı?
Üniversite için Hukuk Fakültesi’ni tercih ettim. Hukuk Fakültesi’nde tam 196768 dönemi. Birinci sınıftan ikiye geçtim, ikinci sınıfta okulda her gün kavga dövüş. Dönem arkadaşlarım Deniz Gezmiş, Celal Doğan, Cavit Kavak’tı. Böyle aktif bir dönemdi. O zaman da Antep’te bir inşaat firması kurmuştum; “Ben zaten işadamı olacağım. Her gün kavga dövüşün içinde ne işim var?” diye düşündüm. Geçtiğim sınıfın derslerini aktardım ve Şişli’de özel bir okul olan İktisadi
ve Ticari İlimler’e devam ettim. Üniversitede okurken aynı zamanda iş hayatına da girdiğim için devam mecburiyetinin olmaması işe de uygundu. İşlerimin
bir kısmı Antep’te bir kısmı burada olduğundan gidip gelerek işlerimi yürütmeye başladım.
Bu gelgitte İstanbul’da karar kılmanız ne zamana denk geliyor?
Sonra, İstanbul’a yerleşmeyi istedim. Üniversiteyi bitirince bir de ortaklık kurmak istedim. Babam razı olmadı, “Sen daha acemisin, gençsin, orada sana sermaye vermem” dedi. Antep’e istedi beni. Orada başladık iş hayatına ama İstanbul özlemi başladı. 10 sene kadar Antep’te çalıştıktan sonra tekrar, bu sefer
kendi sermayemle kendi imkânlarımla İstanbul’a geldim. Karaköy’de ilk işyerimi Necatibey Caddesi’nde açtım.
Ne üzerine açtınız?
İlk işyerim makine takım tezgâhları, inşaat malzemeleri üzerineydi. Ayrıca,
halı mobilya, kilim gibi Antep’te üretilen şeylerin de satışını buradan yapıyorduk. Sonrasında Teknik Üniversite karşısında Gümüşsuyu’ndaki binaya taşındım. Oranın dört katını tuttum. Bodrum depo gibi, giriş katı perakende, onun
üst katında toptan satış kısmını kurdum. Çalışmaya başladık. Bu arada ben
Gaziantep’te ihracata başladım. Suriye’ye Fas’a falan ufak tefek şeyler sattım.
Biraz perde, biraz bakliyat, hatta patates sattık.
Her işadamında şansın döndüğü bir an vardır; sizin şansınız ne zaman döndü?
Sanıyorum 1983 senesiydi. Bir gün sabah işe gittiğimde, arkadaşların bir şahsı
odamda ağırladıklarını gördüm. “Ne oluyor” dedim. “Bir Arap geldi bir şeyler soruyor, biz anlamıyoruz senin İngilizcen var gel konuş” dediler. Gittim konuştum,
adam Libyalı. Kaddafi Türkiye ile ticareti geliştirin demiş ve beş milyar dolarlık
mal alacaksınız diye bütün satınalma şirketlerinin müdürlerini, genel müdürlerini buraya yollamış. Adam diyor ki “Ben ne alacağımı bilmiyorum. Bize emir geldi, bir şeyler almak zorundayım”. “Vitrinde elektrikli fırınlar, halılar gördüm. Onlardan almak istiyorum.” dedi. “Biz toptancıyız, bunları size ucuz fiyattan veririz” dedik. “Peki” dedi ve 50 bin fırın, 5.000 tane para kasası, çok yüksek miktarda bir halı siparişi verdi, sırf kotayı doldurmak için. Siparişleri çok kısa zamanda yolladık ve başardık bu işi. Bunun üzerine bir daha geldiler. Bu sefer et şirketinin müdürünü de getirmişti, et almak istiyorlardı. “Sen et verebilir misin” dediler. Aslında ben koyunla keçiyi ayırt edecek bir adam değilim. Antep’te, şehirde büyüdüm. “Veririz” dedik. Ondan sonra 40.000 tonluk büyük bir sipariş aldık. Ama öyle donmuş et falan değil, donmuş eti göndermek daha kolay. Alıyorsun, donduruyorsun depoya atıyorsun istediğin zaman gönderiyorsun. Adamın
istediği soğutulmuş taze et. Onun çok kısa zamanda kesilip askıda belli bir ısıda
10 saat kalıp sonra paketlenip uçakla gitmesi lazım bozulmasın diye, yani büyük
bir yarış işi bu. Allah’ın izniyle hallettik, yolladık.
go to school. The Jewish businessman replied, “My son studies at Saint Benoit. If
you wish, you can send your son there as well.” My father sent me to school with
the businessman’s son. At Saint Benoit in Karakoy, they told us that the registration period had already closed. However, while we were there, a priest, who was
also the principal of the school, invited us to his office. He offered us soda and
asked why we were there. Actually, he interrogated us a bit.
What did he ask you?
He asked about current issues - about football teams, the Democratic Party, the
Republican People’s Party. Afterwards, probably because he liked the answers
we gave, he said, “Registration is closed, but I can find a place for you.” But my
father wasn’t pleased; he wasn’t smiling. My father grabbed my hand and pulled
me out of the office. I asked my father what was wrong. He said, “You are too
young.” I told him I wanted to study there. However, he said, “This is a run-down
place my son, it is musty, and I don’t want you to study here.” Then, we went
back to Antep.
That was your first visit to Istanbul!
Of course, once you see Istanbul, there is no turning back. I completed the first
two years of secondary school in Antep. Then I insisted on returning to Istanbul.
A new school called Bogazici Akgun College had opened that year in Emirgan,
where the Police House is now. Both the school and the surrounding area were
nice. My father enrolled me in that school. My adventure studying in Istanbul
began there in 1962.
You also attended university in Istanbul. How was the university atmosphere
back then?
I chose to study law at university. In 1967-68, during my sophomore year, debates and fights took place every day at the university. My friends were Deniz
Gezmis, Celal Dogan and Cavit Kavak. It was such an active period. At that time,
I set up a construction company in Antep. I thought to myself, “If am going to
be a businessman anyway, what am I doing in the middle of all these fights every day?” So, I transferred to a private school called Economic and Commercial
Sciences in Şişli. I ran my business and studied at the same time, so not being
required to attend classes was convenient for my business. Because my work
was divided between Istanbul and Antep, I travelled back and forth between the
two cities.
When did you make the decision to settle in Istanbul?
I wanted to settle down in Istanbul. After I finished university, I wanted to form
a partnership with my father but he didn’t accept. He said, “You are too young
and naïve, I won’t give you capital for a business there.” He wanted me to return
to Antep. Thus, I started my business life there but after a while I started to miss
Istanbul. After working in Antep for 10 years, I returned to Istanbul with my own
capital and my own means. I opened my first business on Necatibey Street in
Karakoy.
What kind of business did you start?
I sold tools and building materials. In addition, we sold rugs, carpets, and furniture from Antep. Then I moved to a building in Gümüşsuyu, right in the front of
the Technical University. I rented four floors. The basement was for storage, the
ground floor was for retail and the upper floor was for wholesale. We started
working. In the meantime, I started to export from Antep. I sold small things to
countries like Syria and Morocco. We also sold some curtains, legumes and even
potatoes.
Every businessman has a stroke of luck in his life, when was it for you?
I gueåss it was in 1983. When I went to work one day, I saw my friends talking
to someone in my office. I asked them what was going on. They told me that
an Arab was asking for something. They asked me to speak to him since they
couldn’t speak English. He was from Libya. Gaddafi had told them to enhance
trade with Turkey and sent the purchasing managers from all companies to Turkey to buy $5 million worth of products. The man said, “I don’t know what to buy.
We were ordered to buy something. I saw electric ovens and rugs in the shop
window; I want to buy those.” I told him that I was a wholesaler and would sell
them to him at a cheaper price. He ordered 50,000 electric ovens, 5,000 safes,
and a large number of rugs just to meet the quota. We were able to fill the orders
at short notice. A short while later he returned with the manager of a meat company who asked if I could supply them with meat. In reality, I am not a man who
can tell a sheep from a goat. I grew up in the center of Antep. But I told them that
we could supply the meat. But we received a massive order for 40,000 tons. But
49
Mustafa SÜZER; “İstanbul’u ilk gördüğümde büyülendim…” / Mustafa SÜZER; “I was mesmerized when I saw İstanbul for the first time.”
Libya uğurlu geldi size…
Evet, Libya bizi ihracatta büyüttü. Rahmetli Özal da o sırada bizi ihracata girin
diye sıkıştırıyordu. İhracatçı şirketler kuruyordu Japonya ve Kore’deki gibi. Biz
de ihracatçı sermaye şirketi olduk, ve daha çok dış ticarete odaklandık. O zaman
ben Saba ve Siemens televizyonlarının Türkiye’deki genel toptancılığını yapıyordum. Onları azalttık ihracata yüklendik. İhracatta çok başarılı sonuçlar aldık.
Türkiye ihracatçılarının başkanı seçildim, yedi-sekiz sene kadar başkanlık yaptım. Rahmetli Özal’la ilk ihracata başladığımız zaman Türkiye’nin tahmin ediyorum 2 milyar 800 milyon ihracatı vardı, ama ben ihracatçıların başkanlığını bıraktığımda 45 milyar dolara kadar çıkmıştı. Çok büyük çapta bir artış olmuştu.
Bunun yanı sıra ihracat kültürü ve geleneği de oluştu. Artık Anadolu’dan çıkan
bir insan da rahatça gidiyor malını satabiliyordu. Geçenlerde ben Sayın Cumhurbaşkanımızla Kenya ve Tanzanya’ya gittim. Her tarafta Türk işadamı bulunuyor artık. Gitmişler yerleşmişler. Her yerde Türkler var. Benim her zaman söyle-
the order was not for frozen meat which would have been easy to ship. You just
buy it, freeze it, put it in storage and send it whenever you want. What the man
wanted was refrigerated fresh meat. That kind of meat needs to be butchered
at a short notice and then hung for ten hours at a certain temperature. Then it
should be packaged and shipped by plane so that it won’t spoil. It is a huge race
against time actually. With God’s will, we figured it out and shipped the meat.
So Libya brought you good luck then…
Yes, Libya made our exports grow. In the meantime, the former Prime Minister
Ozal was encouraging us to export. He set up export-oriented companies like the
ones in Japan and Korea. We became a firm whose capital came from exports
and we focused on foreign trade. Back then, I was the general wholesaler for
Saba and Siemens televisions in Turkey. We cut back in this area and focused
on exporting. We were very successful in exporting. I was elected as the head
Süzer Plaza / Suzer Residence
diğim bir söz var. Diyorum ki bir ülkenin en büyük varlığı ne petrolü, ne madeni
ne şusu ne busu… En önemli varlığı insan varlığı. İnsanlar iyi yetişmişse, müteşebbisse, cesursa, namusluysa o ülkenin başarılı olmaması mümkün değil. Bugün Japonya küçük adalar topluluğu, önemli bir tabii kaynağı yok ama insanlarına yıllık fert başına 40 bin dolar kaynak sağlıyor.
Üniversite dönemleriniz ile günümüzü kıyasladığınızda nasıl bir tablo çıkıyor
ortaya?
Şimdi şöyle söyleyeyim. O dönemde Türkiye’de sağcı ve solculara anarşist diyorlardı ama o zaman anarşist denilen kişilerin hepsinin niyeti iyiydi. Hepsi
Türkiye’yi nasıl kalkındırırız, nasıl iyi bir ülke yaparız diye çırpınıyorlardı. Herkesin yolu farklıydı ve nedense bunun demokratik yollarla olmayacağına inanmışlardı. Herkes bir şekilde kendinin daha haklı olduğunu Türkiye’yi daha iyi kalkındıracağını Türkiye’yi daha ileriye götüreceğini düşünerek mücadele veriyordu.
Bizim dönemimizde, o yıllarda zaten anarşist denilen kişilerin adam öldürdüğü
falan da yoktu. Kavga vardı dövüş vardı ama daha ötesi değil.
Biraz da bu iyi niyetin gaza gelir, galeyana gelir tarafı var mı?
Tabi gençlikte gaza gelmek kolay, birileri bunları kullanmış da olabilir, birileri bir
şekilde bunları yönlendirmiş de olabilir. Tabi ben onların çok içlerinde değildim
ama yönlendirme hadisesini hissedecek kadar farkındaydım.
50
of Turkish exporters and held the position for 7-8 years. When we first started
exporting under Ozal, I believe the value of Turkey’s exports was $2.8 billion; by
the time i resigned as the head of the Turkish exporters, the value had increased
to $45 billion, a significant increase. In addition, a culture and tradition of exporting developed. Now people from Anatolia can sell their merchandise without
difficultly. Recently I went to Kenya and Tanzania with the president. Turkish
businessmen are everywhere today; they have settled around the world. I always
say the greatest asset of a country is neither its petroleum nor its mines nor anything else. People are a country’s greatest asset. If the people are entrepreneurs,
well-educated, brave and honorable then it is not possible for that country to fail.
Today, Japan is composed of a small group of islands without any significant natural resources, but it provides $40,000 dollars per head annually for its people.
When you compare your university days and today, what kind of a picture do
you see?
Let me put it this way. At that time both the people supporting the left and the
right were called anarchists, but they all had good intentions. All were struggling
for the betterment of Turkey, but everyone had a different path and believed this
goal couldn’t be achieved using democratic methods. One way or another, everybody thought that they were right and was struggling with the idea of a prospering Turkey and a better future. During that time, the people called anarchists did
not kill anyone. There fought each other, but nothing more.
Sizin ticaretle uğraşıyor olmanız, o dönemin gençliği düşünüldüğünde dönem
olaylarına katılmamanız için bir neden oldu mu?
Benim ailem iş hayatından gelmeseydi, babam tüccar olmasaydı, dedem esnaf
olmasaydı belki ben de o günlerde o atmosferin içine girerdim. Biraz daha temkinli olmaya beni iten aile gelenekleri olabilir o dönemde. Mesela sabahlara kadar tartışırlardı; ben öyle toplantılarına falan pek katılmazdım. Bir gün bir solcu
arkadaş atıyor tutuyor Rusya’da insanlar böyle yaşıyor şöyle yaşıyor diye… “Hiç
Rusya’yı gördün mü?” dedim; “görmedim” dedi. “Gör de öyle gel bakalım insanlar gerçekten mutlu mu? Yani siz burada zengine çatıyorsunuz, üst seviyedeki
insanların bir şekilde önünü kapattığını düşünüyorsunuz; ama ben Rusya’da da
o zaman komünist partisi üyelerinin iyi yaşadığını tahmin ediyorum. Yarın orada sol ortadan kalksa komünist partinin üyeleri en iyi tüccar olurlar”, dedim. Bu
lafı 1968’lerde söyledim. Gerçekten Rusya’da sonradan Glasnost oldu ve baktık
komünist parti üyelerinin her biri büyük işadamı oldular. Yani bir adamın zekâsı
Can people with good intentions get carried away?
Sure, it is easy to get carried away when you are young; some might have used or
manipulated these people. I wasn’t too involved too, but I was aware that some
people were being manipulated.
Did you not get involved with the incidents in that period due to your
involvement in business?
If my family hadn’t been involved in the business world, if my father wasn’t a
merchant and if my grandfather hadn’t been an artisan, perhaps I would have
been involved with the events of those days. The influence of my family might
have kept me from participating. For instance, my family argued until dawn, but
I did not usually get involved. One day, my leftist friend was raving about how
people were living in Russia. I asked him whether he had ever been to Russia, he
had not. Then I said, “First, go and see if the people there are really happy. Here
Süzer Plaza / Suzer Residence
cesareti onu yukarıya itiyorsa, çabası içinde ille yukarıya gidecek demektir. Aynı
şeyi hangi rejim olursa olsun gösteriyor adam. O yüzden insanların ben geri kaldım o ileri gitti demesinde çok haklılık yok, biraz o insanların çabasıyla ilgili, çalışmasıyla ilgili, biraz da genleriyle ilgili.
Aile eskiden beri ticaretle mi uğraşıyor?
Dedem bile esnaftı benim. Aslında çiftçiydi Malatya’da ama Antep’e geldiğinde
esnaflığa başladı. Ondan sonra babam şirketlerini kurdu. Sonrasında ben geldim. Şimdi de çocuklar çalışıyor. Dördüncü nesil benim çocuklarım.
Pekiyi aile ne zaman geldi İstanbul’a, babanız ne zaman geldi?
Biz yaklaşık olarak 1977-78 senesinde hep beraber geldik. Babamla aslında çok
çalışmadım ama tesadüfen öyle oldu. Babam Pera Palas’ı aldı o zaman. Ben de
işe Karaköy’de bir mağazayla başladım İstanbul serüvenine.
Yani tam bir aile şirketi değil miydi o zaman?
Benim ustam babamdır. Babamla beraber çalıştığımız günler de oldu. Kardeşlerimle birlikte çalıştım. Ama ben babamdan ayrı başlamıştım. Kardeşlerimden
askerliğini bitirenler yanıma geldiler. Baktım ki iyi yürümüyor işler. Bizim profesyonellerimizin aile ile beraber çalışmasında bazen sorunlar oluyordu. Onların her birine birer sermaye birer iş vererek çeşitli bölümlere ayırdım ve herkes
you are against the rich, you believe that the elites are blocking your way; but
I’m sure the members of the communist party in Russia are living the good life. If
the left is one day destroyed in Russia, then the members of the communist party
will become the best merchants.” I said this in 1968. Sure enough, Glasnost occurred in Russia shortly afterwards and the next thing we knew, every member of
the communist party became an important businessman. If the intelligence and
courage of a person push him forward, it means he moves forward because of
his efforts. The same thing is possible in every regime. Therefore, it is not fair for
people to say, “I fell behind while the others advanced”; this is about the efforts
of people, their hard work, and a little about their genes.
Has your family always been involved in trade?
Even my grandfather was an artisan. Actually, he was a farmer in Malatya but
after he arrived in Antep, he became an artisan. Afterwards, my father started
his businesses. Then I came. Now my children are working. They are the fourth
generation.
When did your family come to Istanbul? When did your father come?
We came to Istanbul together in 1977-1978. In fact, I didn’t work with my father
that much; it happened by chance. My father bought the old Pera Palace and I
opened my first store in Karakoy.
51
Mustafa SÜZER; “İstanbul’u ilk gördüğümde büyülendim…” / Mustafa SÜZER; “I was mesmerized when I saw İstanbul for the first time.”
kendisi çalışsın dedim. Çünkü ben biraz prensip sahibiyim. Ailenin hepsi işadamı tüccar falan, kimimiz orta kimimiz büyük hepimiz iş hayatının içindeyiz. Yalnız oğullarımla beraberim şu anda.
Pera Palas serüveni tam olarak nasıl başladı?
Babam oranın hisselerini topladı. Ve bir şekilde o hisseleri topladıktan sonra başına geçti. Orası farelerin cirit attığı kötü bir yer haline gelmişti.
O zamana kadar otelcilik yoktu. Niye Pera Palas, neden otelcilik?
Babam orada kalmış ve beğenmiş. O sıralar demek ki İstanbul’a da gelmek istiyormuş; satıldığını öğrenince işlerini tasfiye edip oranın başına geçti. Ben
Antep’teki işlerimi tasfiye etmedim bir süre daha devam ettirdim. Çünkü benim Antep’te işlerim bayağı büyümüştü. İnşaat yapıyordum, inşaat malzemeleri, makine-motor takım tezgâhları, bölgeye toptan ev aletleri, televizyon satıyordum. Dolayısıyla benim Antep’teki işlerimi kapatmam beş altı sene sürdü.
Buraya taşındıktan sonra da birlikte çalışmadık babamla.
Bir yarış var mıydı babanızla aranızda?
Antep’te tatlı bir yarış oluyordu zaman zaman aramızda. Benzer işler yapıyorduk. Ama İstanbul’da tamamen ayrı konularda çalıştık.
Babanızın vefatına kadar Pera Palas Süzer Grubu’nda kalmış. Peki, hiç düşündünüz mü ya da istediniz mi babanızdan kalan o bayrağı taşımayı veya o işi devam
ettirmeyi. Aslında İstanbul’un tarihi kimliği açısından çok önemli bir yer.
Eğer ben alsaydım orayı diğer kardeşlerim, “Ağabeyimiz bizim elimizden aldı
orayı” gibi düşünebilirlerdi. Oysa ben babamın mirasından hiçbir şey almadım,
kız kardeşlerime bıraktım her şeyi. Anneme de aldırtmadım, “Anne sen alma
kardeşlerim alsın” dedim. Onlar da satışa çıkardılar ve değerli dostumuz İhsan
Kalkavan satın aldı. Ben almayı uygun görmedim. İhsan Bey de eminim Pera
Palas’ı gerektiği gibi renove eder ve çalıştırır.
Rahmetli Hasan Bey orayı satın aldıktan sonra epey bir şeyler yapmış, çalışmalar yapmış Atatürk’ün kaldığı odayı müze haline getirmiş. Çok enteresan
bir serüven var orada değil mi?
Çok emeği, çalışmaları var orada. Çok seviyordu orayı. Orayı ilk aldığında bina
dökülüyordu. Bütün dünya basını da haberler yaptı, Pera Palas tekrardan canlandı, her tarafı yenilendi çok güzel bir hale geldi diye. Fakat yine de kendi vefat ettiğinde tamamen yenilenmesi gerekiyordu otelin. Sanırım kardeşlerim de
onun için arzu etmediler.
Kültür sanata yatırımlarınız var mı, özellikle yöre kültürüyle ilgili?
Gaziantep’te bir müzemiz var babamın adını taşıyan, Hasan Süzer Etnografya
Müzesi. Eski bir Antep evini alıp müze haline getirdik. Çok güzel evler var orada.
Burada da kültür sanatla ilgili olarak bizim Süzer Sanat Merkezi var. Orada kültüre destek veriyoruz. İnci Aksoy yönetiminde EKAV Art Gallery’yi seçtik. Onlar
sürekli çok güzel çalışmalar yapıyorlar, biz de her türlü desteği veriyoruz. Sergiler açılıyor, çok da hoşumuza gidiyor. Ayrıca bir de tiyatro var. Tiyatro MAAN.
100 kişilik bir salon. Hem kendi oyunlarını sahneye koyuyorlar, hem de sahnelerini başka tiyatro gruplarıyla paylaşıyorlar. Sene içinde gerçekten çok keyifli
ve önemli oyunlar sergileniyor, izleniyor. Çiğdem Simavi Hanımefendi de zaman
zaman çok güzel etkinlikler yaparak zenginleştiriyor Süzer Sanat Merkezi’mizi.
Özel bir koleksiyonunuz var mı?
Ben koleksiyoner değilim. Ama evimde güzel eserler var. Sadece evime ve işyerime lüzumlu olan parçaları alıyorum. Daha fazlasına gitmiyorum yani bir koleksiyon merakım bu yaşa kadar olmadı. Zamanında olmadı, belki bundan sonra olur ama güzel bir parça bulduğum zaman alırım. Evimin ve iş yerimin tıkış tıkış olmasını istemiyorum. Her yerin bir sanat eseri olduğu bir evde de yaşamak
istemiyorum. Ama Bebek’te bizim bir köşkümüz var. Annem ve babam senelerce orada yaşadılar. 1982’de satın aldım ben o köşkü. 120 senelik çok güzel bir
köşk. Manolyalı Köşk olarak Bebek’te biliniyor. Orayı alır almaz korumak için
çok çaba sarf ettik. Çünkü herkes eski köşkleri yakıp yerine apartman dikerken
biz her tarafa yangın söndürme cihazları kurduk ve iki kişi devamlı içerde yatırarak köşkün korunmasını sağladık. Çok güzel bir şekilde dekore ettik, içinde annemle babam uzun süre yaşadı. Babam öldükten sonra geçen sene annem bu
ev bana çok büyük ben burada yapamıyorum dedi. 1200-1500 metrekare arasında 4 katlı bir yer. Ahşapları falan ta o zaman İsveç’ten getirtilmiş, 1880’lerde.
Şimdi bir finans şirketinin ofisi olarak kiraya verdik. Onlar da iyi bakıyorlar binaya ve Manolya ağacına.
52
So at that time it was not exactly a family business?
My father is my mentor. There were days when we worked together. I also
worked with my brother. But, I started independently from my father. After my
brothers completed their military service they came to work with me. However, I
saw that the business was not working. Sometimes problems occurred when the
professionals in our company worked with members of my family. I gave each of
them capital and something to focus on; I delegated them to different divisions.
I told everyone to work individually. All of the members of my family are either
businessmen or merchants, some of us have mid-sized business, others are largescale, but we are all in business. Right now, I only work with my sons.
How did your family become involved with the Pera Palace?
My father owned shares in the hotel, and after accumulating more and more
shares, he became the primary shareholder. It was an awful place, swarming
with mice.
Until then, your family wasn’t in the hotel business. Why the hotel business,
why the Pera Palace?
My father had stayed there and liked it. He had wanted to move to Istanbul
around that time. When he found out that the hotel was for sale, he liquidated
his business in Antep and took over the hotel. I didn’t liquidate my business in
Antep immediately; I continued working there for a while as my business in Antep
had expanded a lot. I was doing construction and selling construction materials, machines and motorized tools, household appliances and televisions. Thus,
it took five to six years for me to close my business in Antep. Finally, I moved to
Istanbul but I didn’t work with my father.
Was there competition between you and your father?
In Antep, there was friendly competition between us from time to time. We had
similar businesses. However in Istanbul, we worked in totally different sectors.
Until your father’s death, the Pera Palace belonged to the Suzer Group. Have you
ever considered or did you ever consider continuing your father’s business? In
fact, the Pera Palace has historical significance in Istanbul.
If I had taken over, my other brothers might have thought that I had taken it
from them. In fact, I didn’t take anything from the inheritance I received from my
father; I left it all to my sisters. I didn’t even let my mother take it; I told her to
let my sisters take it. Then, my sisters put it up for sale and our dear friend Ihsan
Kalkavan bought it. I didn’t think buying it myself was appropriate. I am sure that
Ihsan will renovate and run the hotel well.
After buying the place, your father made a lot of changes there. For instance,
he turned the room Ataturk stayed in into a museum. He had many interesting
experiences there, didn’t he?
He really put a lot of effort and hard work in there. He loved that place a lot.
When he first bought it, the building was falling apart. The international press
reported on how the Pera Palace had been reborn and had been renovated from
head to toe into a beautiful place. However, after my father’s death, it needed
another total renovation. I guess that is why my brothers weren’t interested in
keeping it.
Are you involved in culture and art, specifically in your local culture?
We opened a museum at Gaziantep that was named after my father, the Hasan
Suzer Ethnography Museum. We took an old Antep house and transformed it to
a museum. There are many beautiful houses in Antep. We also opened a center
of culture and art called the Suzer Art Center. We support culture in Antep. We
have chosen the EKAV Art Gallery, managed by Inci Aksoy, to support. They have
many different beautiful exhibitions which we enjoy. In addition, we have a one
hundred-person theater called Theater MAAN. They put on their own plays there
as well as share the theater with other groups. Throughout the year, the theater
organizes entertaining and important plays. From time to time, Cigdem Simavi
also appears at the Suzer Art Center.
Do you have a special art collection?
I am not an art collector, but I have beautiful artwork in my house. I just buy pieces that I need for my home and office. I didn’t have an interest in collecting until
this age. I didn’t have the time for it either, but maybe now I will. But, I only buy
something when I find a beautiful piece. I don’t want my home and office to be
too crowded with artwork. However, we have a 120-year old mansion in Bebek,
which I bought in 1982, where my parents lived for years. It is known in Bebek
as the Mansion with Magnolias. We put a lot of effort into preserving it after we
Neler okuyorsunuz?
Ben her şeyi okuyorum. Fırsat buldukça tarih okuyorum. Önemli insanların yaşamlarını, biyografilerini, okuyorum. Ayrıca dinlerle ilgili kitaplar ve polisiye romanlar okuyorum.
İstanbul nasıl bir şehir sizin için neyi ifade ediyor? Çünkü çok güzel bir yerden
de bakıyorsunuz İstanbul’a.
Bizim oturduğumuz ev de, ofisimiz de Boğaz’da. Allah’ın şanslı kuluyuz bize
bunu bahşetti. İstanbul’un en büyük özelliği bir kere dünyadaki konumu, yeri
çok güzel... İkincisi güzel, çok çeşitli insanları var. Eskiden tabi gayrimüslimler daha fazlaydı. Şimdi biraz daha az ama onlar da İstanbul’un tadı tuzu. İstanbul eskiden çok daha güzeldi daha iyiydi diye söylüyorlar ama ben inanmıyorum, İstanbul şimdi güzel. Ben 1960’da İstanbul’a geldiğimde boyalı ev yoktu.
Yol yoktu, araç yoktu, evler çok dökülüyordu, güzel bina yoktu. İstanbul’un güzel binaları 1800-1900’lü yılların başında yapılan tarihi eserler var, ondan sonra
1980’lere kadar güzel ev yapılmadı İstanbul’da. 1960-70’lerde üst üste yığılmış
5 katlı evler bence İstanbul’un en kötü manzarasıdır. Şimdi yapılan binalar müthiş, çok güzel binalar yapılıyor. Her taraf yeşillendiriliyor. Boğaz’da yapılan o vil-
lalar Boğazı çok güzelleştirdi, herkes evine çok iyi bakıyor, bahçesine çok güzel
bakıyor. Ben Bebek’te bir korunun içinde oturuyorum, her ağacımız numaralıdır. Her sene iki kez ormancılar gelir kontrol ederler. Boğaz’a bir çıkın şimdi tekne ile dolaşın dökülen ev kalmadı, her taraf boyandı pırıl pırıl oldu. Şu anda İstanbul harika…
Artık müthiş bir şehir oldu İstanbul, güzelleşiyor. Doğulu geliyor batı kültürünü
görüp seviyor, batılı geliyor doğu kültürünü görüp seviyor. Bizim özelliğimiz de o
ikisini bir araya getiriyoruz. Karakterimizde de bu var, yaşantımızda da.
Aslında Türkiye’de yaşanan “iyi şeyler”in bir yansıması değil mi bunlar?
Tabii ki. Fethiye’ye bakıyorsunuz, benim yirmi senedir Fethiye’de bir evim var
yazları orada oturuyorum, gelişmelere, inanılmaz güzel şeyler oluyor. Şehir bir
Cannes gibi, Nice gibi oldu her yönüyle çok güzelleşti. Yine İstanbul’a dönecek
olursak doğu ile batının bir arada olması büyük bir nimet. Öyle bir karışım var ki
şu anda İstanbul’da istediğini buluyorsun. Her iki tarafı da görüyorsun, ikisini de
görmek hoşuna gidiyor. Bunu bizim özümsememiz sevmemiz lazım. Doğulu da
geliyor burada kendinden bir şeyler buluyor, Batılı da geliyor kendinden bir şeyler buluyor, isteyen ibadet ediyor, isteyen gidip boğazda içkisini içiyor, herkese
hitap eden bir yer oldu. Allah nazardan, kötü niyetten korusun.
bought it; we also decorated it nicely. While everyone else was tearing down old
mansions and building new apartment buildings, we installed sprinklers everywhere and made sure that at least two people were in the mansion at all times
to ensure its protection. After my father died, my mother said that the house was
too big for her to live in alone. It has four floors and is approximately 1200-1500
square meters. All the wood used in the house was brought from Sweden in the
1880s. We currently rent it as office space to a finance firm. They take very good
care of the Magnolia tree.
What kind of books do you read?
I read everything. When I have time I read history and biographies of important
people. I also read detective novels and books about religion.
What does Istanbul represent for you, what kind of a city is it? Since you look at
Istanbul from a beautiful viewpoint…
Both the place where we live and our office are on the Bosphorus. We are lucky
that God has blessed us with this. The best thing about Istanbul is its beautiful
location. Second of all, it has a variety of good people. In the past, there were
more non-Muslims, of course. Right now, there are fewer, but they still contribute
to the charm of Istanbul. People say that Istanbul was better and more beautiful
back then, but I don’t believe it - Istanbul still is beautiful now. When I came to Istanbul in the 1960s, there were no painted houses. There were no roads, no vehicles, no beautiful buildings; the houses were falling apart. The beautiful buildings
built at the beginning of the 1800s and the 1900s are historic, but after that nothing nice was built again until the 1980s. I think the five-story apartment buildings
that were built right next to each other in the 1960s-70s are the ugliest part of
Istanbul. Today, the buildings being constructed are splendid. Trees and greenery
are being planted everywhere. The villas built on the shores of the Bosphorus
make the Bosphorus even more beautiful since the owners of these villas take
good care of their houses and gardens. I live in a wooded area in Bebek and all of
our trees are numbered. Twice a year woodsmen come and check on them. Go
on a Bosphorus tour and you will see that there are no more dilapidated houses;
everything has been painted and is sparkling. Right now, Istanbul is magnificent.
Istanbul is a splendid city and it is getting prettier every day. People from the east
come and enjoy the western culture while the western people admire the eastern
culture. Istanbul is special in that it brings both of these cultures together. It exists
both in our character and in our way of life.
53
Mustafa SÜZER; “İstanbul’u ilk gördüğümde büyülendim…” / Mustafa SÜZER; “I was mesmerized when I saw İstanbul for the first time.”
Gaziantep’ten ilk geldiğinizde tekrar gidiyorsunuz ya o duygunuz nedir?
In fact, this is a reflection of the good things happening in Turkey, right?
Şiir yazmadım ama aklıma kazıdım burayı, on bir yaşımda geldim ve büyülenmiş
gibi oldum. Köprünün yanında ekmek içi balık yedim. Babam beni Emirgan’daki
Çınaraltı’na götürdü. İlk döneri yedim orada, müthiş lezzetli gelmişti. Tabii ilk
seneler Antep yemekleri bulamadığım için sıkıntı çektim burada ama şimdi her
aradığınızı buluyorsunuz, İstanbul’da ne ararsanız var. Dünyanın füzyon kenti oldu burası.
Sure. For instance, take Fethiye. I have had a summer house in Fethiye for 20
years now and incredibly beautiful developments are happening there. The city is
like Cannes or Nice; it has been beautified in every way. In Istanbul, it is a blessing to have the east and the west together. They exist with such harmony that
you can find almost anything you want in Istanbul. You can see both sides, and
you enjoy seeing them both. We should embrace it and love it. Both the eastern
people and the western people can find something for themselves here; some go
and pray, while others drink alcohol next to the Bosporus. It has become a place
that appeals to all.
Dünyanın birçok ülkesini hem ticari bağlamda gidiyorsunuz o anlamda nasıl
bir Türkiye profili var geleceğe dönük?
Biz, 1980’li yıllarda ilk yurtdışına çıktığımızda mal satmak için, niye geldiniz buraya, Türk müsünüz ne satacaksınız ki ne var sizde satacak, diyorlardı. Bugün ise
kaliteli mallar ihraç eden bir ülke konumundayız. Siyasetimizle dünyada söz sahibiyiz, ekonomimizle söz sahibiyiz. Bunlar bize gurur veriyor. Türkiye’nin başına bir kaza gelmezse çok büyük bir ekonomik güç oluruz 15-20 yıl sonra. Bu gücümüzü iyiye kullanmamız lazım. Bizim bu dönemi kazasız belasız atlatmamız
gerekiyor. O zaman gerçekten çok büyük bir ekonomik güç oluruz.
Burası (Süzer Plaza) çok eleştirildi özellikle İstanbul silüetini bozduğu yönünde…
Siz de az önce karşıdaki o çirkin yapılardan bahsettiniz buradaki duygularınız
nedir, ne düşünüyorsunuz?
Şimdi benim kanaatim şu, biz İstanbul’da bu gökdelen işinin öncüsü olduk. Öncüler daima eleştirilir. Bölge olarak burası esasında tam bir turizm bölgesi, oteller bölgesi… Biz de bunun içine güzel bir otel yaptık. Bu sene başında da dünya-
You came to Istanbul from Gaziantep for the first time and then you returned.
What did it feel like?
I didn’t write poems but Istanbul stayed in my mind. I was eleven when I came
here and I was mesmerized. I ate a grilled fish sandwich by the bridge and my
father took me to Cinaralti in Emirgan where I ate my first doner kebab which
was delicious. Of course, I had some difficulties when I first arrived in Istanbul
because I couldn’t find any food from Antep, but now you can find everything you
are looking for in Istanbul; everything is available here. It is the world’s fusion city.
You travel around the world on business. What does Turkey’s future look like
in this area?
When we first went abroad in the 1980s to sell merchandise, people were asking
what we were doing there. Since we were Turkish, they assumed that we couldn’t
possibly have anything to sell. However, today we are a country that exports high
quality products. We have a voice in the world politically and economically. This
makes us very proud. If nothing bad happens to Turkey, we will become a massive economic power in 15 to 20 years. We need to use this power positively. We
have to get through this period without any trouble. Then, we really can become
a strong economy.
This building (Suzer Plaza) has been criticized a lot, especially for ruining the
silhouette of Istanbul. You just mentioned the ugly buildings across the street.
What do you think about this place?
nın en iyi oteli seçildi. Dünyanın en iyi şehir oteli seçildi. Biz yaptığımız binayla iftihar ediyoruz. Bazı kişiler bir kere başlangıçtan itibaren kötülediler. Paris’te Eiffel Kulesi yapılırken, ki tarihine bir baktım, aynı bize söylenen şeyler Eiffel’e de
söylenmiş. Şimdi Paris’in simgesi… Bizim binamız da gerçekten çok güzel bina
ama insanlarımız biraz da medya akıllı. Medyadan birkaç kişiden okudular kimse kafasını kaldırıp bakmıyor bina güzel mi çirkin mi diye. Binamız için çok olumlu yazılar yazıldı ve sözler söylendi ama olumsuz olanlar hep daha fazla ön planda oluyor nedense. Bizim de bazı ufak tefek hatalarımız oldu ama biz 1980’li
yılların başında yaptık bu binayı onu düşünmek lazım. Projesi o zaman yapıldı.
Şimdi 2010 senesindeyiz, 30 yıllık bir geçmişi var bu binanın.
İş kolu oldukça geniş; inşaat, turizm, gıda, finans, enerji… Bunların da çoğunu
çocuklarınıza devretmiş durumdasınız. Bu devir sonrasında sizin biraz daha
hareket özgürlüğünüz oldu mu mesela sinema, tiyatro, müze gezme şansınız
var mı, bunları yakalayabiliyor musunuz?
Evet çok oldu, ben şimdi daha az çalışıyorum, daha çok geziyorum. Sinemalara gidiyorum dediğiniz gibi tiyatroya gidiyorum. Sanat eserlerini geziyorum.
Mezatlara gidiyorum. Eskiden yapamadığım birçok şeyi şu anda yapabiliyorum.
Bir de ben 2003 senesinde önemli bir rahatsızlık geçirdim. O da biraz beni akıllandırdı. Biraz daha yaşantımı rölantiye alıp daha zevkli işlere zaman ayırıyorum. Ülkeme yararlı olacak projelerle uğraşıyorum. Yeni bir Süzer Vakfı kurduk.
Tüm sosyal sorumluluk projelerimizi ve toplumsal hizmetlerimizi bu vakfın çatısı altında topluyoruz. Bunlardan en önem verdiklerimizden bir Gıda Bankaları
Derneği. Bu derneğin misyonu açlık ve yoksullukla mücadele etmek. Toplanan
gıda bağışları, gıda bankaları ve benzeri kuruluşlar aracılığı ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılacak. Uykuma zaman ayırıyorum, eskisine göre kendimi daha iyi hissediyorum.
Ülkemi, şehrimi, ailemi, dostlarımı ve iş arkadaşlarımı çok seviyorum. Hepsine
uzun ömürler, mutluluklar ve başarılar diliyorum.
54
In my opinion, we started the skyscraper business. The avante-gardes are always
criticized. This part of Istanbul is popular for tourism and has many hotels. Thus,
we built a nice hotel in this area. At the beginning of this year, it was selected as
the best city hotel in the world. We are proud of the building. We were reviled by
some people from the beginning. However, when the Eiffel Tower was made – I
checked the history – the same things were said about it. Now, it is the symbol
of Paris. Our building is a beautiful building as well, but some people are easily
influenced by the press. They read some articles about the building, but never
even bother to see for themselves if it is beautiful or ugly. Good things have been
written about our building too, but somehow the negative ones are given more
importance. We did make some minor mistakes, but we built this building in the
early 1980s so this should be considered. Now we are in 2010, so this is a building
with a 30 year old history.
Your businesses are quite diversified: construction, tourism, food, finance, energy. You have passed most of these on to your children. Do you have more free
time? Do you have the opportunity to go to the cinema, theater, or museums?
Yes, I do have time now. I work a lot less and wander a lot more. I go to the cinema and theater, visit museums, and go to auctions. I can do a lot of things now
that I couldn’t do back then. Also, I was sick in 2003 which brought me back to
my senses. I live my life a little slower and spend more time on the things I enjoy. I am working on projects that are going to be beneficial for my country. We
established a new Suzer Foundation which oversees all our social responsibility
and community service projects. Among these, we consider the Association of
the Food Banks to be the most important. The mission of this foundation is to
fight hunger and poverty. Donations of food will be distributed to needy people
through food banks and similar organizations. I get enough sleep and feel a lot
better than before.
I love my country, city, family, friends and colleagues. I wish them all long, happy
and successful lives.
Türklerin Uzak Doğunun renkli ülkesi Japonya’ya ilgisi, Rus-Japon harbi ile başlamıştır. İki ülkenin ilişkileri ise trajik bir kaza olan Ertuğrul Fırkateyni faciası ile
son derece sağlam bağlarla kurulmuuştur.
Interest of Turks to Japan -which is the colorful country of Far East-, has began
with the Russo-Japanese War. Besides, the strong relations of these two countries began with the tragic accident of Ertuğrul Frigate.
Japonya’nın en köklü şehirlerinden biri olan Şimonoseki’nin Belediye Başkanı
Tomoaki Nakao, kendisine yönelttiğimiz soruları 1453 İstanbul Kültür ve Sanat
Dergisi için yanıtlama nezaketini gösterdi. Böylece İstanbul ile kardeş şehir olan
Şimonoseki hakkında ayrıntılı bilgi edinme fırsatı bulduk.
Tomoaki Nakao, who is the mayor of Shimonoseki -which is one of the long
standing cities of Japan-, kindly accepted realizing an interview with us for the
readers of 1453 Journal of İstanbul’s Culture and Art. And so we have a chance
to get some information about Shimonoseki which is the sister city of İstanbul.
Sizleri bu ilgi çekici söyleşi ile başbaşa bırakıyoruz.
We present you this interesting interview.
ŞİMONOSEKİ BELEDİYE BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ / INTERVIEW WITH MAYOR OF SHIMONOSEKI
• Sayın Tomoaki Nakao, Şimonoseki’nin tarihi hakkında bize biraz bilgi
verebilir misiniz?
Şimonoseki, Japonya’nın tarihindeki çok önemli olaylara sahne olmuş tarihi bir
şehirdir.
1185 yılında, dönemin en güçlü iki samurai klanı olan Genji ve Heike arasındaki
savaşın (Genpei Savaşı) en son cephesi Şimonoseki’nin Dannoura kıyıları olmuştur. Bu savaşta Heike yenilmiş, takip eden yıllarda imparatorluk gücünü yitirmiş
ve Japonya samurai klanlarının yonetimi altına girmiştir.
Şimonoseki o dönemde, yenilen Heike klanı tarafında olduğu için, bugün de her
yıl Mayıs ayında savaşta hayatını kaybeneden askerlerin anısına festivaller düzenlenmekte ve Şimonoseki halkı onları saygı ve sevgiyle anmaktadır.
1612 yılında yine Şimonoseki’nin Ganryujima Adası’nda Japonya’nın en büyük
iki kılıç ustası Miyamoto Musaşi ve Sasaki Kojiro karşı karşıya gelmiş, ve Şimonoseki tarihi bir düelloya sahne olmuştur. Bu düelloda Sasaki Kojiro yenilmiş ve
hayatını kaybetmiştir. Şimonoseki halkı, bir kez daha yenik düşenin tarafında olmuş, geçtiğimiz 400 yıl boyunca Kojiro’yu bir kahraman olarak anmıştır. Yenilen ve ezilenlere karşı duyulan sempati, hoşgörü ve saygı Şimonoseki halkının
bir özelliği haline gelmiştir.
Az önce aktardığım, 1185 yılında Şimonoseki’de başlayan Japonya’nın samurai dönemi, 1868 yılında yine Şimonoseki’de sona ermiştir. 1868 yılındaki Meiji
Devrimi’nin (1868 Modern Japonya’nın Doğuşu) liderlerinden biri Şimonosekili Takasugi Şinsaku’dur. Sonraki dönemlerde de Şimonoseki, Japonya tarihindeki önemli değişikliklere ev sahipliği yapmış, ve bu değişikliklerin temel taşlarından biri olmaya devam etmiştir.
• Şimonoseki’nin çekici bir balıkçı şehri imajı var. Bunun dışında şehrinizin
diğer gizli güzellikleri ve özellikleri nelerdir?
Şimonoseki, deniz ürünleri açısından Japonya’nın önde gelen şehirlerinden biri
olmakla beraber, hem az önce de ifade ettiğim gibi, tarihi bir şehirdir, hem de
yılda yaklaşık 6 milyon turistin ziyaret ettiği turistik bir şehirdir. Turizm bugün
Şimonoseki’nin en önemli gelir kaynaklarından biri haline gelmiştir.
• Can you inform us on Shimonoseki’s history?
Shimonoseki is a historical place, where important events in the history of japan
happened
In 1185, Genji and Heike, the then most powerful samurai clans, fought the last
battle of the Genpei Wars at the coasts of Dannoura near Shimonoseki. Heike
was defeated in this war, the empire lost its power in the following years, and
Japan was subject to the rule of many samurai clans.
Shimonoseki was at the side of the defeated Heikes, so we have been organizing
festivals every may in honor of the fallen soldiers in that war, until today. The
Shimonoseki people remembers them with respect and compassion
In 1612, this time at the Ganryujima island near Shimonoseki Miyamoto
Musashi and Sasaki Kojiro, the then greatest masters of sword fight met, so
Shimonoseki witnessed a historical duel. Sasaki Kojiro lost the fight and was
killed. Shimonoseki people, once again siding with the fallen hero, commemorated him for 400 years. Respect for the downtrodden and the oppressed has
become a characteristic of the Shimonoseki people. The Samurai rule started
1185 ended 1968 with the Meiji reformation. A leader of the Meiji era 1868
(the birth of modern japan) was Takasugi Shinsaku from Shimonoseki. In later
times Shimonoseki was home of important events in japan’s history, serving as
a cornerstone of these important changes.
• Shimonoseki has got the image of an attractive fishing town. What other
hidden beauties and features have your city got?
Shimonoseki is a leading town in marine products in japan. It is also a historical
site as I mentioned before, and a touristic site with 6 million visitors annually.
Tourism today is the leading sector in Shimonoseki’s economy.
Shimonoseki is also a junction of important routes, highways, railroads also
serving as one of the country’s important ports with Asia in a vivid internal and
external sea trade.
In 1972 Shimonoseki introduced Sea & Rail integrating domestic rail transport
with international sea routes. This system allows 365 days a year a friction free
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile Şimonoseki Belediye Başkanı Tomoaki Nakao. / Mayor of İstanbul, Kadir Topbas and Mayor of Shimonoseki, Tomoaki Nakao.
Ayrıca Japonya’nın otoban yolu, demiryolları ve diğer önemli ulaşım yollarının
buluştuğu yer olan Şimonoseki, Japonya’nın Asya’ya açılan önemli kapılarından
biri olmuş, ülkenin sayılı iç ve dış ticaret limanlarından biri haline gelmiştir.
customs system without delays, so as to enable a transport as fast as one by air,
but at much cheaper expenses. This system gets much applause Japanese as
well as foreign.
1972 yılında, yurt içi demiryolu taşımacılığı ile uluslararası deniz taşımacılığını
birleştiren Sea & Rail sistemini ilk kez Japonya’ya getiren de Şimonoseki olmuştur. Bu sistem sayesinde, yılda 365 gün gümrük işlemleri aksamaksızın yapılabilmekte, hava taşımacılığıyla rekabet edecek bir hızda ancak hava taşımacılığında
çok daha ucuz taşımacılık yapılabilmektedir. Bu sistem bugün hem yurt içinden
hem de yurt dışından büyük övgüler almaktadır.
• Which economic sectors take the lead in Shimonoseki?
• Şimonosek’nin ekonomisinde hangi sektörler başta gelir?
Shimonoseki at the extreme western edge of Honshu, the island of mainland
japan, is a city with natural riches, with sea at 3 edges, with an old history, so
making use of land and sea resources at the same time.
Hizmet sektörü ve Bankacılık, Sigorta, Gayrımenkul sektörü toplam %22.4 ile
başta gelir. Daha sonra sırasıyla %20.1 ile imalat, %14.6 ile toptan/perakende
satış sektörleri gelmektedir. Görüldüğü üzere üçüncül sanayiler %72.7 ile başı
çekmekte, ikincil sanayiler %26.3 ve birincil sanayiler %0.9’u oluşturmaktadır.
56
Services, banking, insurances, real estate add up to some 24% as the leading
ones. Then comes manufacture (20.1%), wholesale/retail marketing (14,6%). as
one may see, tertiary industries take the lead with 72,7%, secondary industries
are 26,3%, and primary ones are 0,9%.
• Can you tell about cultural and touristic features of Shimonoseki?
Having been an external port of japan for centuries, foreign examples of architecture are also built in the city, which are still preserved today. A magnificent
• Şimonoseki’nin kültürel ve turistik özelliklerini bize kısaca anlatabilir misiniz?
nature, famous spas, countless historical riches, and beautiful 4 seasons are
joined with many festivals every year in Shimonoseki
Japonya’nın ana adası Honşu’nun en batısı ucunda yer alan Şimonoseki, zengin
doğal güzellikleri ve derin bir tarihi olan, üç tarafı denizlerle çevrili, hem denizin
hem de toprağın nimetlerinden faydalanılabilen bir şehirdir.
the Karato fish market is a place where wholesale and retail sales are made, so
people have a chance to have cheap and fresh seafood. There are also buffets in
the fish market, where you can have fish, and that way the fish market is full of
people like a festival place every day.
Eskiden beri, Japonya’nın dışarıya açılan bir limanı olmasından dolayı, tarihi yabancı mimari örnekleri, bugün de korunmaktadır. Muteşem doğası, meşhur
kaplıcaları, sayısız tarihi mirasları, birbirinden güzel dört mevsiminin yanı sıra,
Şimonoseki’de her yıl birbirinden güzel festivaller de düzenlenmektedir.
Deniz ürünlerinin toptan satışının yapıldığı Karato Balık Hali’nde, sadece toptan
satış değil, perakende satış da yapılmakta, halk hem taze hem de ucuz balık satın alma fırsatı bulabilmektedir. Ayrıca balık halindeki büfelerde de balık yenilebilmekte, hal hergün festival yeri gibi dolup taşmaktadır.
2007 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hediye edilen 50 bin
adet ile 2009 yılında İstanbul Boğazı’ndan esinlerek dizayn ediyen Türk Lale
Bahçesi, Lale mevsiminde çok sayıda ziyaretçi çekmiş, açıldığından bu yana 2
yıl bile geçmemesine rağmen Şimonoseki’nin en önemli turistik noktalarından
biri olmuştur.
• Belediye olarak, şehir halkına sunduğunuz normal hizmetler dışında ne
gibi çalışmalarınız var?
In 2007 the greater city municipality of Istanbul gave us a present of 50.000
tulip onions. In 2009 we designed a “Turkish garden” inspired by the Bosphorus
at the tulip blossoming season this garden attracted many visitors, thus becoming one of Shimonoseki’s leading touristic points within 2 years after its opening.
• Besides conventional city services what other services do you perform for
your people?
Besides city services prescribed by Japanese law, we have many other services
as a municipality. let’s mention one of them: the “Kanmon nature and environment act”.
Since long ago we have been in close contact with the city of Kitakyushu at the
opposite coast of the Kanmon straits, which is our common property with that
city. To preserve the straits for the future, develop it and hand it to future generations in its genuine nature, we as the city of Shimonoseki ( the Yamaguchi
province) and the city of Kitakyushu (the Fukuoka province) signed the “Kanmon
Japonya yasalarıyla belirlenen belediye görevlerinin dışında, belediye olarak yaptığımız çalışmaların sayısı çok fazla,
ancak bunlardan biri olan “Kanmon Doğa ve Çevre Yasası”
nı sizlere tanıtmak isterim.
Eskiden beri yakın ve derin ilişkiler içinde olduğumuz karşı kıyıdaki Kitakyuşu şehri ile aramızda, yüzyıllardır paylaşılan Kanmon Boğazı bulunmaktadır. İki şehrin arasındaki
ilişkilerde çok büyük rol oynamış bu boğazı ilelebet korumak, geliştirmek ve bozulmamış halde gelecek nesillere aktarmak amacıyla, Şimonoseki Şehri(Yamaguçi Eyaleti) ile Kitakyuşu Şehri(Fukuoka Eyaleti) arasında 2001 yılının Ekim
ayında “Kanmon Doğa ve Çevre Yasası” imzalanmış ve o tarihten itibaren yürüğe koyulmuştur. İki eyaletin birlikte düzenlediği bu yasa, Japonya’daki ilk örnektir.
• Şimonoseki’nin geleceğe yönelik planları ve hedefleri
nelerdir?
Belediye olarak anahtar sözcüklerimizi “Canlı, Yapıcı, Şimonoseki” olarak belirledik. Dinç, sağlıklı ve eylem gücü olan
yapıcı bir şehir halkı ile birlikte, sürekli gelişen ve yenilenen,
ama aynı zamanda doğasına, tarihine ve kültürüne de sahip
çıkan, geleceğe umutla bakan bir Şimonoseki her zaman
hedefimiz olmuştur.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile Şimonoseki Belediye Başkanı Tomoaki Nakao. / Mayor of İstanbul
Kadir Topbas and Mayor of Shimonoseki Tomoaki Nakao.
Ayrıca Şimonoseki, en uzak ve an küçük yerleşim yerlerine kadar hizmetlerin eksiksiz ulaştırılmasını sağlayan, yerel halkla omuz omuza yürütülen kalkınma ve
geliştirme programlarında da öncülük etmiş bir şehirdir.
nature and environment act” in October 2001. this is the first example in japan
in terms of an act signed by two provinces.
• Şimonoseki, İstanbul’un kardeş şehri. Şimdiye kadar birlikte ne gibi
projelere ve etkinliklere imza attılar? Gelecekteki planlar nelerdir?
As the city we have our slogan as “live, productive, Shimonoseki”. With a
healthy, dynamic and productive population we aim a steadily developing renewing Shimonoseki, which also preserves its nature, heritage and culture, and
thus looks forward at future with hope.
1972 yılının 16 Mayıs’ında kardeş şehirlik anlaşmasına imza atan iki şehir arasındaki dostluk 38 yıldır sürmektedir. Şimonoseki’nin en yüksek dağı olan
Hinoyama’danın zirvesinde yer alan Seto Ulusal Parkı’ndan bakıldığında, Kanmon Boğazı ve Kanmon Köprüsü’nün İstanbul Boğazı ve Boğaz Köprüsü’ne çok
benzediği söylenir.
Kardeş şehirliğin 30. yıldönümü olan 2002 yılında belediye tarafından inşa edilen konaklama tesisi “Kanmon View Shimonoseki” nin yapımı sırasında kardeş
şehirlerimiz de düşünülmüş, tesis içindeki bütün tabelalar ve açıklamalar başta
Türkçe olmak üzere İngilizce, Çince ve Korece olarak hazırlanmıştır. Giriş katındaki duvarı süsleyen büyük mermer blok da Türk mermeridir.
• What are Shimonoseki’s plans for future?
Shimonoseki is also a city which forwards its services perfectly even to its remotest residential areas by contribution and cooperation of its citizens in development projects.
• Shimonoseki is a sister city of Istanbul what common projects did the two
cities realize? What are the common future plans?
The two cities signing a sister city act in 1972 have had a friendship over 38
years. You climb up our tallest mount Hinoyama and get to the Seto national
57
ŞİMONOSEKİ BELEDİYE BAŞKANI İLE SÖYLEŞİ / INTERVIEW WITH MAYOR OF SHIMONOSEKI
Ayrıca lobideki duvarı süsleyen büyük resimde İstanbul Boğazı ve Ayasofya ve
İstanbul’un diğer tarihi ve doğal güzellikleri resmedilmektedir. Bu resim, Şimonosekili grafik sanatçısı Sayın Hideşi Fujimoto tarafından yapılmış, ve 30. yıldönümü hatırası olarak belediyemize hediye edilmiştir.
2007 yılında, kardeş şehirliğin 35.
yıldönümünde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü tarafından 50 bin
adet lale soğanı Şimonoseki’ye
hediye edilmiş, buna 15 bin adet
menekşe ilave edilerek 2009 yılının Nisan ayında Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Ekselansları Sayın Selim Sermet Atacanlı’nın da
katılımlarıyla “Hinoyama Türk
Lale Bahçesi” nin açılışı gerçekleştirilmiştir. Yine bu yılın 20 Mart
tarihinde Lale Bahçesi açılmış, gerek yerel gerekse şehir dışından
çok sayıda ziyaretçiyi ağırlamıştır.
2005 yılında Şimonoseki Belediyesi ve bahçe mimarlarının katkılarıyla tamamlanan Baltalimanı Japon Bahçesi’ndeki çay evinin onarımı ve bakımı dolayısıyla Şimonoseki’den teknik bir heyet çalışmalara katılmıştır. Ben
de bu yıl, Türkiye’deki Japonya
Yılı etkinliklerine katılmak üzere
İstanbul’u ziyaret edeceğim.
Gelecekte de İstanbul ile olan ilişkilerimizin daha da güçlenip ve
derinleşeceğine hiç şüphem yoktur.
park at its peak; then you look from there at the Kanmon straits and the Kanmon Bridge, the sight very much resembles the Bosphorus
at the 30th anniversary of the sister city act in 2002, the city administration built
the hostel “Kanmon View Shimonoseki”. also remembering our sister cities, we
had all the signboards written in
Turkish, then English, Chinese and
Korean. The Marble massif at the
entrance is also from Turkey.
Besides, a big picture at the lobby shows the Bosphorus, Hagia
Sophia and other natural and
historic beauties of Istanbul this
picture is the work of Mr. Hideshi
Fujimoto, a graphic artist from
Shimonoseki, who made a present of him to our city for the occasion of the 30th anniversary.
In 2007, at the 35th anniversary of
sister cities, 50.000 tulip onions
were sent as present to Shimonoseki by the parks and gardens
dept., the Istanbul municipality.
We added 15.000 violet flowers
to it, and so we opened up the
“Hinoyama Turkish tulip garden”
in April 2009. his excellency Mr
Selim Sermet Atacanlı, the Turkish ambassador also joined and
honored that event.
In 2005, the Japanese garden at
Baltalimani, Istanbul was opened
by the joint work of garden architects from Shimonoseki. The
Japanese tea house in the garden
was renovated by the aid of a
technical team from Shimonoseki. I will visit Istanbul this year and
join the “Japanese year” events in
turkey.
I have no doubt, that in future our
links and friendship with Istanbul
will further flourish.
58
BİR JAPON’UN GÖZÜNDEN İSTANBUL
İZLENİMLERİ
Ayumi TAKANO
IMPRESSIONS OF İSTANBUL FROM THE
VIEW OF A JAPANESE
Ayumi TAKANO
BİR JAPON’UN GÖZÜNDEN İSTANBUL İZLENİMLERİ / IMPRESSIONS OF İSTANBUL FROM THE VIEW OF A JAPANESE
BİR JAPON’UN GÖZÜNDEN İSTANBUL İZLENİMLERİ
OBSERVATIONS ON İSTANBUL THROUG A JAPANESE EYE
Ayumi TAKANO*
Ayumi TAKANO*
Tüm dünyanın bildiği gibi biz Japonlar seyahat etmeyi seviyoruz. Fakat sahilde
dinlenmek veya gece kulüplerinde eğlenmek bizlerin pek amaçladığı şeyler değil. Bunların yerine Japonya’da göremeyeceğimiz yerler görmeyi, yaşamayacağımız şeyleri yaşamayı arzu ederiz.
As the whole world is aware, we, the Japanese, like to travel. However, relaxing
on a beach or partying at a night club isn’t quite what we aim for during our
vacations. Instead we chose to see places we cannot see and experiences things
we cannot experience in Japan.
2007’de Japon devleti, uluslararası iletişimi geliştirmek için yurt dışına seyahat eden Japonların sayısını 20 milyon kişiye çıkarmayı hedefledi. Bu hedefe
tam ulaşılamasa da, 2009’da 15 milyon 450 bin Japon ülke dışına seyahat etti.
Japonya’daki bir seyahat acentasının 2008’de yaptığı ankete göre, Japonların
yurtdışı seyahatlerinin amaçları şunlar:
In 2007, in an effort to increase international communication, the Japanese government aimed to increase the number of citizens traveling abroad to 20 million.
Even though this number couldn’t be attained, in 2009 alone, 15,450,000 Japanese citizens traveled abroad. According to a 2008 survey conducted by a travel
agency in Japan, the purposes of Japanese
visits abroad were as follows:
‘güzel yemekleri yemek’ %47.2
‘rahatlamak’ %46.7
‘duyguları hareketlendirmek’ %42.3
‘rutin dışına çıkmak’%39.0
‘güzel şeylerle gözlerini eğlendirmek’%37.3
‘Ucuz-yakın-kolay ulaşım’ yerleri, yani Doğu
Asya ülkeleri ilk tercih olsa da, Japonların bir
sonraki seyahatlerinde gitmek istedikleri yer
her zaman Avrupa ülkeleridir. Yukarıdaki anketten , Türkiye’nin Japonların ziyaret etmekte öncelikli tercih edebilecekleri ülkelerden
biri olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Japonlar kültür seyahatini sevmelerinin yanında,
‘hikâye’si olan kentlere düşkündür. Ünlü Japon yazar
Nanami Şiono’nun çok okunan İstanbul’un Düşüşü
romanında anlatılan II. Mehmet ve XI. Konstantin’in
dramı, Türkiye’yi ziyaret eden Japonların bu ülkeyi tercih
etmesinin önemli nedenlerindendir.
Japanese, loving culture trips, are attracted to “cities
with stories”. The bestseller “Istanbul’s Fall” written
by Nanami Shiono, a famous Japanese writer tells the
drama of the two rulers Mehmed II. and Constantine
XI. This is, why so many Japanese tourists prefer to visit
Turkey.
Kültür seyahatini seven Japonlar seyahatten önce bilgi toplar. Hatta ön bilgi olmadan bir yere gitmediklerini söyleyebiliriz. Türkiye maalesef bu konuda biraz
geride kalmıştır. Japonya’da Roma, Paris, Londra gibi şehirleri anlatan birçok
kitap bulunurken Türkiye ya da İstanbul konulu kitapların sayısı çok azdır. Bu
alanda kaleme alınmış edebi eserler zaten yok denecek kadardır, rehberse bulunamamaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin payına düşen Japon turist sayısı azdır.
Japonlar kültür seyahatini sevmelerinin yanında, ‘hikâye’si olan kentlere düşkündür. Ünlü Japon yazar Nanami Şiono’nun çok okunan İstanbul’un Düşüşü romanında anlatılan II. Mehmet ve XI. Konstantin’in dramı, Türkiye’yi ziyaret eden
Japonların bu ülkeyi tercih etmesinin önemli nedenlerindendir.
Bir romandan, bir sinema filminden, bir resimden etkilenerek seyahat edeceği yere karar verebilen romantik insanlardır Japonlar. Ve, orada gördükleri herşeyin arkasındaki hikâyeleri öğrenmek isterler. Bir Japon hediyelik eşya
dükkânında eline aldığı ufak nazar boncuğu ile ilgili bilgileri almak ister, Topkapı
Sarayı’nın dev mutfağında neler piştiğini öğrenmek ister, Dolmabahçe Sarayı’nın
o görkemli merdivenlerinden kimlerin inip çıktığını hayal etmek ister…
‘In order to eat good food’ 47.2 percent
‘relax’ 46.7 percent
‘engage emotions’ 42.3 percent
‘step outside of one’s routine’ 39 percent
‘visual entertainment’ 37.3 percent
Even though “cheap and easy to reach” destinations are the first choice for Far-East Asian
countries, the next desired location for the
Japanese is always European countries. From
the survey above, we can ascertain that Turkey is located in the upper part of the list of
countries the Japanese would like to visit.
The Japanese who love cultural tours gather information prior to travelling. Actually, it could be said that they don’t visit a place until they have prior knowledge regarding the location. Unfortunately, Turkey somewhat lags behind in
this regard; while there can be many books that provide information about the
cities of Japan, Rome, Paris and London, the number of books featuring Turkey
or Istanbul are very few. Although the literary books penned to this end are very
few in number, while guidebooks cannot be found. This is why the portion of
Japanese tourists that Turkey receives is very few in number.
In addition to loving cultural tours, the Japanese are keen on towns that have
a “story” to tell. In famous Japanese writer Nanami Shiono’s widely read novel
“The Fall of Constantinople,” the tragic tale of Mehmet II and Constantine XI, is
one of the most important motivators for the Japanese to visit Turkey.
Oysa bu kent öyle hikâyelerle dolu ki!
The Japanese are romantic people who decide where they would like to visit
based on a novel, a movie or a painting. And they wish to learn the story behind
each object or scene they lay their eyes on. A Japanese person wishes to receive
information regarding the tiniest nazar boncuk (blue bead thought to ward off
the evil eye) that he or she picks up at a souvenir shop; to learn what was cooked
* Sanatçı, ‘2010 Türkiye’de Japonya yılı’ dostluk elçisi
* The artist is the goodwill ambassador of the “Japan Year 2010,” in Turkey.
60
Bana kalırsa Japonların Istanbul’a hücüm etmesi gerekirdi ama maalesef şimdiye kadar bilgi azlığından böyle bir durum oluşmadı.
in the massive kitchens of Topkapı Palace and imagine themselves climbing up
and down the magnificent stairs of Dolmabahçe Palace.
Şimdi internetin yaygınlaşması, Japonların Türkiye ile ilgili bilgilere ulaşmasını
kolaylaştırıldı. Dolaysıyla insanların Istanbul’a seyahat etme hevesi de arttı.Japon turist sayısı artınca da yayınevleri artık daha çok İstanbul konulu kitap basabiliyor.
This city is so infused with stories!
Bunların yanında televizyonlarda da Türkiye konulu programlar daha çok görünür oldu. 2009 yılında yaptığım Türkiye tanıtım programlarından biri, seyirciden
aldığı güzel tepkiler üzerine iki kere tekrar yayınlandı. Hatta üçüncü tekrarında
sadece İstanbul kısmını toplayarak yeni bir bölüm yaptılar.
Now with the popularity of the Internet, accessing information regarding Turkey
has become easier for the Japanese. Thus, people’s desire to visit Istanbul has
received a boost as well. And, as the number of Japanese tourists increases, publication houses are able to print more books that are based on Istanbul.
Istanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesi ile birlikte Avrupa’ya yönelik birçok tanıtım yapılıyor. Avrupalılar bu açıdan Japonlardan daha şanslı.
In addition to these, programs on television that are based on Turkey have increased in number. One of the publicity programs I produced in 2009 was aired
two more times due to the positive feedback it received from viewers.
İstanbul’un Japonlara tanıtımı konusunda eksikliklerin yanında önemli gelişmeler de yok değil. Tokyo-Istanbul, Osaka-Istanbul direkt seferi turizm için önemli bir avantaj oldu. Eskiden Türkiye, Japonlar için kolay seyahat edilebilecek bir
ülke olarak görülmüyordu. Oysa şimdi Istanbul, Japonların ‘Bir dahaki sefer nereye gidelim?’ sorularının öncelikli yanıtı oldu.
Istanbul’da uzun süredir yaşayan, Türkiye’yi seven biri olarak, Istanbul’un güzelliğini her zaman dile getirmeye çalışıyorum. Bu güzel kentin, Japonların seyahatte istedikleri güzel yemekleri, değişik kültürleri, göz zevkini okşayacak mimarileri ve hikâyeleri ile beklentileri fazlasıyla karşılayacağına inanıyorum
İki ülkenin, özellikle Japonya’nin bir ülkeye yakınlaşması için karşılıklı kültürel
faaliyetin olması çok ama çok önemlidir. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak dünyaya kendisini tanıtırken, Asya’nın öbür ucundan, Japonya’dan
gelen meraklıları da tatmin edeceğine eminim.
Bunların yanında Türk-Japon dostluğu açısından yeni bir dönem başlatacak bir
projenin heyecanını yaşıyorum. Bu amaçla Türkiye ve Japonya arasındaki en büyük hikâyeyi anlatmak üzere yola çıktık. 2010 yılının ‘Türkiye’de Japonya yılı’ olmasının nedeni, Ertuğrul Fırkateyni olayının 120. yıldönümü olmasıdır. Bu etkileyici hikâyeyi bir sinema filmi yapmak için Japonya’nın en önemli yönetmeni ve
senaristleri çalışmalara başladı.
Japonlara yeniden anlatılacak bu hikâye, Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’a çok
yakışacaktır..
If it were up to me, the Japanese would take Istanbul by storm; however, this
hasn’t occurred until now due to lack of adequate information.
Istanbul’s status as the 2010 European Capital of Culture has resulted in a surge
of publicity geared towards Europe. Europeans are luckier than the Japanese in
this regard.
It isn’t as though there has been no publicity of Istanbul geared towards Japanese, despite the existent inadequacies. The direct flights between Tokyo-Istanbul, Osaka-Istanbul are important developments in terms of tourism between
the two countries. Previously, Turkey didn’t appear to be a country that was easy
to travel to for the Japanese. However, nowadays for the Japanese, Istanbul has
become the leading answer to the question: “Where should we go next?”
As someone who has been living in Istanbul for a long time and someone who
loves Turkey, I always try to underscore the beauty of Istanbul. I believe that
this beautiful city will more than meet the demands of the Japanese when they
travel: great food; a different culture, architecture that is pleasing to the eye and
a story that is interesting to tell.
It is very important that two countries engage in cultural activities in order to
strengthen relations, and this is particularly the case for Japan. While Istanbul
introduces herself to the world as the 2010 European Cultural Capital, I am sure
that she will be able to satisfy the curiosity of those who come from the edge of
Asia: Japan.
In addition to this development, I am excited about a project which will kick off a
new period in Turkish-Japanese friendship. To this end, we set out to narrate the
greatest story told between Turkey and Japan. The reason why 2010 was “Japan
Year” in Turkey is due to this year commemorating the 120th anniversary of
the Ertuğrul Frigate incident. Japan’s most influential director and screen-writers
have begun works in order to capture this captivating story on the silver screen.
This story, which will be re-told to the Japanese will be most befitting for Istanbul, the European Capital of Culture…
61
EDİRNEKAPI’DA
MİHRÜMÂH SULTAN CÂMİİ
Abdullah UÇMAN
THE MİHRÜMÂH SULTAN MOSQUE
AT EDİRNEKAPI
Abdullah UÇMAN
EDİRNEKAPI’DA MİHRÜMÂH SULTAN CÂMİİ / THE MİHRÜMÂH SULTAN MOSQUE AT EDİRNEKAPI
EDİRNEKAPI’DA MİHRÜMÂH SULTAN CÂMİİ
THE MİHRÜMÂH SULTAN MOSQUE AT EDİRNEKAPI
Prof. Dr. Abdullah UÇMAN*
Prof. Abdullah UÇMAN*
HARÂB MA’BED
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,
Etrafını bütün dikenler almış,
Ulu mihrâbında yazılar gördüm,
Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış?..
Batan güneşlerin ölgün nigâhı
Karartıp bırakmış o kıblegâhı;
Mazlûm bir ümmetin baht-ı siyâhı
Viran kubbesine gölgeler salmış.
İslâmın bahtiyâr bir zamanında,
Âb-ı hayât varmış şadırvanında,
Şimdi harâb olan sâyebânında
Dem çeken kuşların ömrü azalmış!
Âyât-ı hikmet var kitâbesinde,
Bir ders-i ibret var hitâbesinde;
Bağ-ı cennet olan harâbesinde
Tekbîr sadâları artık bunalmış.
Hey Rıza secdeye baş koy da inle!
Taşlar dile gelsin senin derdinle!
Efsâne söyleyim; ağla, hem dinle,
O şerefli mâzî meğer masalmış!
Rıza Tevfik
Rıza Tevfik’in, restorasyonu tamamlanan
ve yeniden ibadete açılan, Edirnekapı’daki
Mihrümâh Sultan Câmii için kaleme
aldığı “Harâb Ma’bed” adlı şiiri, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Balkan Savaşı’ndan
sonra büyük bir felâketle sonuçlanan
I. Dünya Savaşı’na girdiği sırada yazılır
ve savaşın memlekette açmış olduğu yaraların, yapmış olduğu tahribâtın bütün
izlerini taşır.
The poem that Rıza Tevfik wrote for the
Mihrümâh Sultan Mosque in Edirnekapı
-which has been recently restorated- en-
titled “Harâb Ma’bed” was written at a
time when the Ottoman Empire had come
out of the Balkan Wars and was entering
the First World War - which was to end
in disaster - and it carries all the traces of
the devastation and the wounds that had
been opened in the nation.
1915 yılında yayımlanan ve Harâb Ma’bedler1 muharriresi Halide Edib’e (Adıvar) ithaf edilen bu şiir, Rıza Tevfik’in Türk halk edebiyatı nazım şekillerinden divan tarzında yazdığı ve diğer bir kısım şiirleri gibi devrinde büyük ilgi gören, örnek olarak zaman zaman çeşitli antolojilere de alınmış lirik şiirlerinden biridir.2
Bilindiği gibi her şairin kendine mahsus bir şiir yazış tarzı vardır. Meselâ, Türk
edebiyatının “şâir-i âzâm”ı Abdülhak Hâmid:
Şâir odur ki gûşuna sesler gelir müdâm,
Bir perde-dâr-ı mutribe-i cilve-sâzdan
diyerek şiirin doğrudan doğruya “ilham”a bağlı olduğunu ifade ederken; “Mısra benim haysiyetimdir!” diyen Yahya Kemal ise, şiirin taş üstüne taş konulmak
suretiyle inşa edilen mimarî eser gibi uzun ve çileli bir zaman süresi içinde ortaya çıkabileceği görüşündedir. Yahya Kemal’in talebesi olan Ahmet Hamdi Tanpınar da “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir!” derken, şiirin az kelimeyle
çok şey söylemek olduğunu ve dolayısıyla yarınlara kalabilecek nitelikteki mükemmel şiirlerin öyle ilhamla bir hamlede kolayca yazılamayacağını ifade eder.
Ama edebiyat tarihlerine baktığımızda otobüste veya tramvayda, ayak üstü bir
sigara paketinin arkasına mısralar karalayanlar olduğu gibi, bir heykeltraşın bir
mermer bloğu günlerce, belki aylarca yontmak suretiyle onu bir sanat eserine
dönüştürmesi gibi, bir şiir üzerinde aylarca, hattâ yıllarca uğraşanlar da vardır.3
Rıza Tevfik ise şiirleri ve şiir anlayışı üzerine kaleme aldığı bir mektubunda, genel olarak hangi şartlar altında ve nasıl şiir yazdığını şu cümlelerle açıklar:
HARÂB MA’BED
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,
Etrafını bütün dikenler almış,
Ulu mihrâbında yazılar gördüm,
Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış?..
Batan güneşlerin ölgün nigâhı
Karartıp bırakmış o kıblegâhı;
Mazlûm bir ümmetin baht-ı siyâhı
Viran kubbesine gölgeler salmış.
İslâmın bahtiyâr bir zamanında,
Âb-ı hayât varmış şadırvanında,
Şimdi harâb olan sâyebânında
Dem çeken kuşların ömrü azalmış!
Âyât-ı hikmet var kitâbesinde,
Bir ders-i ibret var hitâbesinde;
Bağ-ı cennet olan harâbesinde
Tekbîr sadâları artık bunalmış.
Hey Rıza secdeye baş koy da inle!
Taşlar dile gelsin senin derdinle!
Efsâne söyleyim; ağla, hem dinle,
O şerefli mâzî meğer masalmış!
Rıza Tevfik
This poem, published in 1915, was dedicated to Halide Edib (Adıvar), the author
of Harâb Ma’bedler1; it was written in the divan style of the nazım form of Turkish folk literature by Rıza Tevfik and like some of poems of the era, received great interest; it is one of the lyric poems that has been included in a number of anthologies from time to time.2
Every poet has their own particular style of writing poetry. For example, the şâir-i
âzâm (great puet) of Turkish literature Abdülhak Hâmid says:
Şâir odur ki gûşuna sesler gelir müdâm,
Bir perde-dâr-ı mutribe-i cilve-sâzdan
By expressing that poetry is directly connected to “inspiration”, even though Yahya Kemal said “Poetry is my honor!” he also stated that poetry was like an architectural work, requiring a great deal of time and strenuous labor, with each stone being placed individually before the final work of art could appeared. When
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’s student, stated that: “Poetry is more a
matter of remaining quiet than speech!”, he was expressing the idea that poetry is something that consists of saying a few words, and thus beautiful poems
which will remain with us until tomorrow are not things that can be easily written with a stroke of inspiration. Indeed, when we examine our literary history,
we see that alongside those who scribble lines on the back of a cigarette pack on
the bus or tram, there are those who work like sculptors, taking days, perhaps
even months to chip away at the marble block to transform it into a work of art;
they can work on a poem for months, perhaps even years.3
1 Harâb Ma’bedler, Halide Edib’in 1911 yılında yayımlanan ve çeşitli gazete ve dergi sayfalarında
kalmış hikâyeleriyle mensur şiirlerinden meydana gelen eseridir (bk. İnci Enginün, Halide Edib
Adıvar’ın Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, İstanbul 1978, s. 380-381).
2 “Harâb Ma’bed” önce Türk Yurdu’nda (C. VII, nr. 2, 25 Kânun-ı evvel 1330/8 Aralık 1915, s. 413414) yayımlanmış, daha sonra Rıza Tevfik’in bütün şiirlerini bir araya getirdiği Serâb-ı Ömrüm’ün
1934 ve 1949 yıllarında yapılan her iki baskısında da yer almıştır (bk. Serâb-ı Ömrüm ve Diğer Şiirleri,
İstanbul 2005, s. 27-28).
3 Meselâ Yahya Kemal “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirini yirmi beş yılda; “Açık Deniz”i ise on
beş yılda yazmış; Ahmet Hamdi Tanpınar da 1930’larda yazmağa başladığı “Eşik” şiirine, üzerinde
yıllarca uğraştığı halde bir türlü son şeklini verememiştir.
1 Harâb Ma’bedler, is the work of Halide Edib, which that came about from published poems and
stories from the pages of a number of newspapers and magazines in 1911 (see: İnci Enginün, Halide
Edib Adıvar’ın Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, Istanbul 1978, pp. 380-381).
2 “Harâb Ma’bed” was first published in Türk Yurdu (vol. VII, no. 2, 25 Kânun-ı evvel 1330/8 December 1915, pp. 413-414), later it was published in Serâb-ı Ömrüm, a compilation of Rıza Tevfik works,
in 1934 and 1949 (see: Serâb-ı Ömrüm ve Diğer Şiirleri, Istanbul 2005, pp. 27-28).
3 For example Yahya Kemal wrote “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” in twenty-five years and
“Açık Deniz” in fifteen years, while Ahmet Hamdi Tanpınar started to write “Eşik” in the 1930’s, but
despite working on it for many years, was never able to finish it.
* Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı
* Mimar Sinan Fine Arts Universty, Head of Turkish Language and Literature.
64
“Şiir yazabilmekliğim için daima tab’ımın bir vesile-i cemîleye ihtiyacı vardır. O
olmazsa içimde çalkalanan hissiyâta, hâfızamda türlü renklerle cilve eden canlı
hâtırâta, muhayyilemde bir sinema filmi gibi daima müteharrik ve âdeta seyyal
olarak akıp giden hayâlâta ve rûhumda -benliğimin ara sıra şemâil-i ma’rûfesini
değiştiren- mübhemâta hiçbir vâzıh ve muayyen şekl-i ifade veremem. Halbuki böyle teessürât, hissiyât ve hayâlât ve hâtırât ile dâim doluyum ve kendi
âlemimde onlarla yaşarım ve yine onun içindir ki mâzî ile rûhumun pek kavî ve
pek derin ve pek büyük bir alâkası vardır ve “hal” o alâkayı bana unutturmamak
ve kaybettirmemek için ancak bir ip ucudur. Ve yine o sebepledir ki mâzîye pek
samimi ve pek sarsıcı bir hasret duyarım, bütün o âlemi vicdanımın sînesinde
yaşatırım ve ufk-ı mer’îsinde ayânen görürüm. (...) Gariptir ki, mâhud vesilenin
-hadd-i zâtında- ehemmiyetli bir şey olup olmamasının hiç kıymeti yoktur. Bir
kuru ağaç, bir yıkık türbe, bir kaya, bir sahil, bir manzara, hattâ bir el yazısı bile
“vesîle-i ilhâm” olabilir; elverir ki, benim, günler geçtikçe içimde toplanıp kalan
ve üstüne yığılan takım takım hâtırât ve teessürâtımdan bir takımını dalgalandırarak ona nefh-i rûh ile ihyâ edebilsin.”4
In a letter that Rıza Tevfik wrote about poems and the concept of poetry he explains lines in general under what conditions and how a poem should be written:
Thomas Allom’un çizgileriyle Karasurları ve Mihrimah Sultan Camii/City Walls and Mihrimah Sultan
Mosque drawn by Thomas Allom
Mihrimah Sultan Camii, Gouffier gravürü / Mihrimah Sultan Mosque, engraving by Gouffier
Gençlik yıllarında bir inanç buhranı geçirecek kadar uzun süre pozitivizm ve materyalizmin etkisi altında kalan Rıza Tevfik, bir taraftan şahsî merak ve ilgisi, biraz da devrin bazı hâkim temayülleri dolayısıyla, II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda âdeta bir nevi din değiştirir gibi, tasavvufî halk edebiyatını keşfeder ve bu
vadide nefesler yazmağa başlar.5
scenery or even a manuscript can all be an “inspirational muse”; it is enough if
it creates an embarkation from the many memories and feelings that have been
building up inside and piling up by the day so that they are given life with a breath of soul. 4
XX. yüzyılda Avrupa’da spiritüalist anlayışın ilk ve en önemli temsilcisi kabul edilen Henri Bergson’u Türk okuyucusuna ilk defa tanıtanlardan biri olan Rıza Tevfik6, bir yandan Batı dünyasında maddeciliğe karşı ahlâkî ve mânevî değerleri savunan mistik hüviyetteki Bergsonizm’e, diğer yandan Türk halk ve tekke edebiyatına gitmek suretiyle iki şeyi bir araya getirir: 1914 yılından başlayarak yayımladığı nefeslerle hem aşırı Batı taklidi ve kozmopolit Servet-i Fünun edebiyatının arkasından Türk şiirinin gelenek çizgisinde yeni bir anlayışı benimsemesinde rol oynar, hem de bir bakıma unutulmaya yüz tutan tekke ve halk edebiyatını yeniden gündeme getirir.7
*
Surlar’ın Edirnekapısı’ndan şehre girilen menfezin hemen yanında inşa edilen Mihrümâh Sultan Câmii ve etrafındaki külliye, 1565’te Kanunî Sultan
Süleyman’ın kızı ve Veziriâzam Rüstem Paşa’nın haremi Mihrümâh Sultan
(1527-1578) tarafından Mimar Sinan’a inşa ettirilmiştir. Câminin etrafındaki külliye ise, medrese, sıbyan mektebi, hamam, Güzel Ahmed Paşa’ya ait türbe, çeşme ve caddeye bakan bir sıra dükkândan meydana gelmektedir. Yedikule’den
başlayıp Topkapı-Edirnekapı-Ayvansaray istikametine doğru uzanan Bizans surlarının şehir içindeki en yüksek noktasında inşa edildiği için birçok yerden rahatça görülebilen Mihrümâh Sultan Câmii, tek kubbeli ve tek minareli bir yapıdır.
Yerden 37 metre yükseklikte ve 18 metre çapındaki merkezdeki ana kubbenin
örttüğü mekân, onun üçte biri çapında üç ayrı kubbe ile genişletilmiştir. Toplam
204 pencere ile aydınlatıldığı ifade edilen câmi, bu özelliğiyle, sanat tarihçileri
tarafından, klasik dönem câmilerinin en aydınlık ve en ziyade “profan ifadelisi”
olarak değerlendirilmiştir.8
4
5
6
7
8
Şiiri ve Sanat Anlayışı Üzerine Rıza Tevfik’ten Ali İlmî Fânî’ye Bir Mektup, İstanbul 1996, s. 70-72.
Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, İstanbul 1993, s. 358-364.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Konya 1966, s. 416.
Rıza Tevfik, “Filolojide Usûl-i Tahkik”, Peyâm-ı Edebî, nr. 32, 10 Nisan 1330/23 Nisan 1914.
Ayrıca bk. Semavi Eyice, “Edirnekapı Câmii ve Külliyesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
“My temperament requires a beautiful muse. If it were not for this I could not
possibly create a concrete or a lucid frame to the statements of billowing feelings that appear inside, or to the lively memories that flit about in all the colors
in my memory, or to the fluid and continuously moving dreams, which are like a
feature film, or to the ambiguity in my soul, which, from time to time, changes
that which is familiar in my ego. Indeed, I am full of such sorrow, feeling, dreams
and memories, and I live with these in my own world; again because of this, my
soul has a deep and powerful connection with the past and the “state” is only a
cue so that I do not forget or lose that connection. And again, for the same reason, I feel a very close and a compelling longing for the past; I keep all of this
world alive within the breast of my conscience and can clearly see it in its visible horizons...” Strangely, there is no importance if this all too familiar motive is
itself of any significance or not. A bare tree, a collapsed tomb, a rock, a shore,
Rıza Tefvik, who experienced a loss of faith when he was young, remained under the effect of positivism and materialism for a long time, partly due to personal interest and curiosity and partly due to the reigning trend of the period; at
the end of the years of the 2nd Constitutional Monarchy, he discovered Sufi folk
literature and almost like a conversion, started to write with the air from this
valley. 5
Rıza Tefvik6 was one of the first to introduce Henri Bergson, a man who is accepted as the first and most important representative of the spiritualist approach
in Europe in the 20th century, to Turkish readers. Tefvik combined a mysticism
that defended moral and spiritual values against the materialism of the Western
world - referred to as Bergsonism - and Turkish folk and tekke literature. With
“nefes’” (a kind of poetic form in folk literature) that were published from 1914,
he played a role in the adoption of new concepts in the traditional line of Turkish
poetry, breaking away from the cosmopolitan Servet-i Fünun literature that imitated the West to an extreme, and bringing the tekke and folk literature that had
begun to be forgotten once more onto the agenda.7
The Mihrümâh Sultan Mosque and the surrounding complex, which had been
built immediately next to the aqueducts that entered the city walls via Edirnekapısı, was constructed by Koca Sinan for Mihrümâh Sultan (1527-1578), the daughter of Sultan Süleyman the Magnificent and the wife of the grand vizier Rüstem Pasha. The complex that surrounded the mosque consisted of a madrasa,
a primary school, a public baths, the mausoleum of Güzel Ahmed Pasha and a
row of shops that looked onto the street. Mihrümâh Sultan Mosque was built
on the highest point within the Byzantine city walls that stretch from Yedikule
4
5
6
7
Şiiri ve Sanat Anlayışı Üzerine Rıza Tevfik’ten Ali İlmî Fânî’ye Bir Mektup, Istanbul 1996, pp. 70-72.
Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, Istanbul 1993, pp. 358-364.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Konya 1966, pp. 416.
Rıza Tevfik, “Filolojide Usûl-i Tahkik”, Peyâm-ı Edebî, no. 32, 10 April 1330/23 April, 1914.
65
EDİRNEKAPI’DA MİHRÜMÂH SULTAN CÂMİİ / THE MİHRÜMÂH SULTAN MOSQUE AT EDİRNEKAPI
Türk edebiyatında tarihî olayların ve tarihî şahsiyetlerin doğrudan doğruya
müstakil bir tema şeklinde şiire girmesi Tanzimat’tan sonraki yıllarda başlar. Bu
çerçevede II. Meşrutiyet’e kadar tarih teması sınırlı ve belirli bir tarihî bakış içinde kalmış, bu devre ait şiirlerde tarih duygusu genellikle Osmanlı Devleti’nin genişleme ve istilâ devirlerinin çeşitli olay ve şahsiyetleri etrafında oluşmuştur.9
Rıza Tevfik’in, doğrudan doğruya Edirnekapı’daki Mihrümâh Sultan Câmii
için kaleme aldığı “Harâb Ma’bed” adlı şiiri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşı’ndan sonra büyük bir felâketle sonuçlanan I. Dünya Savaşı’na girdiği sırada yazılır ve savaşın memlekette açmış olduğu yaraların, yapmış olduğu
tahribâtın bütün izlerini taşır.
Şiirde âdeta bir harâbe hâline gelmiş bulunun Mihrümâh Sultan Câmii’ni doğrudan doğruya bir hareket noktası yapan ve bir sembol olarak alan şair, savaş yıllarında Türk milletinin uğradığı korkunç felâketi ve bu felâketle birlikte koskoca
bir ülkenin, muazzam bir mâzisi olan Türk-İslâm medeniyetinin yok oluşunu şiir
yoluyla ifade etmeye çalışır.
Şiir, büyük ölçüde mâzi ile hâl-i hâzır arasındaki tezada dayanmaktadır. Şiirin
daha ilk kıt’asında eskiden “mâmur” olan ma’bedin hâl-i hâzırda “harâb” oluşuyla “bahtı kara bir ümmet”in aynı kader çizgisi üzerinde karşılaşmasından
hareket eden şair, burada mâzide kalan güzelliklerle içinde yaşanan zamanın
çirkinlikleri üzerinde durur. Aslında şiirin bütünüyle, yaşanan zamanın çirkinliği ve perişanlığı karşısında, Türk edebiyatında Namık Kemal’den beri görülen,
mâzinin güzelliklerini ve ihtişamını yüceltme arzusundan doğduğu da söylenebilir.
Şiirin ikinci kıt’asında ise, âdeta insanı ürperten bir tasvirle karşılaşırız: Daha ziC. X, İstanbul 1994, s. 446-448.
9 Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Akün, “Abdülhak Hâmid’in ‘Merkad-i Fâtih’i
Ziyaret’ Manzumesi ve İçindeki Görüşler”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. VII, İstanbul 1956, s.
61-104).
66
and stretching towards Topkapı-Edirnekapı-Ayvansaray, and is a structure with
one dome and one minaret. It stands 37 meters high and the area in the center,
covered by the 18-meter diameter dome, is extended by three separate domes
that have diameters measuring one-third that of the larger dome. The mosque,
thanks to the 204 windows that illuminate it, is recognized by art historians as
being the best illuminated mosque and the one with that has been most “profanely expressed”.8
The entrance of historical events and personalities as direct independent themes into Turkish poetry started in the years after the Tanzimat. In this context,
the theme of history remained within a limited and definite historical view until
the 2nd Constitutional Monarchy; the historical sentiments in poems belonging to
this era were generally formed around a variety of events and personalities from
the era of the expansion and spread of the Ottoman state.9
The poem that Rıza Tevfik wrote for the Mihrümâh Sultan Mosque in Edirnekapı,
entitled “Harâb Ma’bed” was written at a time when the Ottoman Empire had
come out of the Balkan Wars and was entering the First World War - which was
to end in disaster - and it carries all the traces of the devastation and the wounds
that had been opened in the nation.
8 For more information, see: Semavi Eyice, “Edirnekapı Câmii ve Külliyesi”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, vol. X, Istanbul 1994, pp. 446-448.
9 For further information on this matter, see: Ömer Faruk Akün, “Abdülhak Hâmid’in ‘Merkad-i
Fâtih’i Ziyaret’ Manzumesi ve İçindeki Görüşler”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, vol. VII, Istanbul
1956, pp. 61-104).
yade siyah renklerin hâkim olduğu bir tabloya benzeyen bu kıt’ada “batan güneşlerin ölgün nigâhı”, “harâb ma’bed”in kıblesini, yani bir bakıma en önemli kısmını karartmıştır. Kıble karanlıkta kalınca her şey biter. Daha sonra gelen
mısralarda ise, görenle görülen arasında maddî olduğu kadar mânevî bir ilişki
başlar. Bu defa, tarih boyunca zulme uğramış Müslüman-Türk milletinin “kara
bahtı”, câminin kubbesindeki gölgeleri oluşturur.
Üçüncü kıt’ada yine gören-görülen ilişkisi devam eder ve “harâb ma’bed”in şardırvan, sâyebân gibi bazı kısımları tarihin akışı içinde değerlendirilir.
Dördüncü kıt’ada ise, câminin çeşitli bölümleri tasvir edilir ve kitâbesinde “hikmetli âyetler” yazılı olduğundan, harâbesinin bile cennet bağını andırdığından söz edilir. Kıt’anın son iki mısraında, harâb olmuş, yıkık câminin avlusunda hayâlen mâziye doğru yolculuğa çıkan şair, son derece çarpıcı bir ifade ile
o günleri yaşayan insanların çöküntü psikolojisini yansıtan muhteşem bir yıkılış tablosu çizer:
Bağ-ı cennet olan harâbesinde
Tekbîr sadâları artık bunalmış!
Bu mısralarda dikkati çeken husus, soyut bir kavram olan “Tekbîr sadâları”nın,
yine soyut bir anlam taşıyan “bunalmak” fiiliyle nitelendirilmesidir.
The poet uses the Mihrümah Sultan Mosque, which was in ruins, as a point of
departure and, taking this as a symbol, the poet tries to express the terrible disaster which had been inflicted on the Turkish during the war years; with this disaster an enormous country and the Turkish-Islamic civilization, which had had a
magnificent past, were destroyed.
The poem, to a large extent, is based on the theme of the contrast of the past
and the present. In the first stanza of the poem, the temple, which used to be
mâmur (thriving), has now been transformed to harâb (ruins); the poet, acting
from a comparison of the fate shared by the bahtı kara bir ümmet (ill-fated nation), emphasizes the ugliness of the time in which they were living with the beauty that remains in the past. In fact, it can be said that the entire poem desires
to exalt the beauty and glory of the past in contrast with the ugliness and disorder of the contemporary period; this is something that has occurred in Turkish literature since Namık Kemal.
In the second stanza of the poem we encounter a horrifying description; In this
stanza, which is more like a dark, somber painting, the batan güneşlerin ölgün nigâhı (the withered glance of the setting suns) on the qiblah of the harâb
ma’bed (ruined temple) is described. Thus, from one aspect, the most important
section of the mosque is described as being bleak. If the qiblah is in the dark,
then there is no hope. In later stanzas a physical connection as well as a spiritual
connection is established between the observer and the observed. This time, the
kara bahtı (black fate) of the Muslim-Turkish nation, which has been oppressed
throughout history, forms in the shadows of the mosque’s dome.
In the third stanza the relationship between the observed and the observer continues and some sections of the harâb ma’bed, for example, the fountain and canopy, are evaluated in the historical context.
67
EDİRNEKAPI’DA MİHRÜMÂH SULTAN CÂMİİ / THE MİHRÜMÂH SULTAN MOSQUE AT EDİRNEKAPI
“Bunalma”yı, lügat karşılığı olan “Rûhen sıkılmak, daralmak” anlamında alırsak, artık Tekbîr sadâlarının harâbeler arasında yükselmemesini tabiî karşılamakla beraber, bu bunalmayı şu şekilde de yorumlayabiliriz:
Artık, şiirin yazıldığı tarihten yaklaşık beş asır önce (462 yıl) Kostantinopol’ü
“ilâ-yı kelimetullah” uğruna Tekbîr sadâları arasında fetheden Türk askerlerinin ne kendisi, ne de o fetih rûhu ve heyecanı kalmıştır. Tekbîr sadâlarının bunalıp kaldığı yerde, ilâhî ve ulvî şevk ve gayret de yok olmuş, âdeta donup kalmış ve hayatiyetini kaybetmiştir. Buradaki “bunalan Tekbîr sadâları” imajı, oldukça yeni ve orijinal bir imajdır. Mısralardaki mâziye ait soyut bir kavram, yaşanan zamanda “bunalmak” sıfatıyla nitelenmek suretiyle yepyeni bir şekilde
karşımıza çıkmıştır.
“Bursa’da Zaman” şiirinde Tanpınar nasıl, asırlar ötesinden Yeşil Türbe’nin duvarlarında “Çinilere sinmiş Kur’ân sesi”ni duymuşsa, burada da Rıza Tevfik, asırlar öncesinden gelen, ama câminin
harâbesinde “donup kalmış” Tekbîr sadâlarını âdeta asırlar
sonra hissetmektedir.
Son derece derin bir anlam taşıyan son kıt’ada ise şair, kendi şahsında bütün Türk milletine seslenerek, geçmişte kalan
“şerefli mâzi”nin artık “masal”dan başka bir şey olmadığını
âdeta kendi kendisine itiraf eder.
In the fourth stanza, different sections of the mosque are described, and as there are hikmetli âyetler (wise verses) written in the inscription, the poet tells us
that even as a ruin this area reminds one of the gardens of Paradise. In the last
two lines of the stanza the poet imagines setting out on the road to the past via
the courtyard of the ruined, destroyed mosque and draws a magnificent portrait of destruction that reflects the collapse of the psychology of the people living
in those days:
Bağ-ı cennet olan harâbesinde
Tekbîr sadâları artık bunalmış!
What is interesting in these lines is the abstract concept of Tekbîr sadâları (echoes of the tekbir) being qualified by the verb bunalmak, which also has an abstract meaning. If we accept the dictionary definition of bunalmak, that is, “depression, suffocation”, then not only does this mean that the
echoes of the tekbir are no longer rising from amongst the
ruins, but we can also interpret this line in the following way:
Neither the spirit nor the excitement of those Turkish soldiers who gave cry to the tekbir when conquering Constantinople “in the name of Allah”, roughly five hundred years before the poem was written (1462), exist anymore. The echoes
of the tekbir have been suffocated and remain trapped, and
there is no divine or sublime passion or effort; it is as if these cries have been frozen and have lost their animation. Here
the image of the bunalan Tekbîr sadâlar is new and original.
An abstract concept belonging to the past appears before us
in a brand new form as an attribute to qualify the bunalmak
that is being experienced at this time.
Şiirin tamamını göz önüne alırsak, Türk vatanının o günkü içler acısı manzarası karşısında kahrolan şairin, asırlarla
ifade edilen uzun tarihi boyunca şan ve şerefle yaşamış bir
milletin çocuklarının perişan durumu karşısında, Osmanlı
Devleti’nin mutlu günlerinden kalan harâb bir ma’bedi, yani
Mihrümâh Sultan Câmii’ni vesile yaparak daha fazla üzüldüğünü, âdeta gözyaşı döktüğünü hissederiz. Deyim yerinMuch as Tanpınar, in the poem “Bursa’da Zaman” (Time in
Rıza Tevfik
deyse, şairin bir tür mâzi rüyası gördüğü bu şiirde geçmiBursa), hears the Çinilere sinmiş Kur’an sesi (the sounds of the
şe ve tarihe ait unsurlar genellikle geçmişi yüceltici ifadelerle ortaya konulurQur’an cowering in the tiles), here Rıza Tefvik is aware of the Tekbîr sadâlar that
ken, yaşanan zamanla ilgili unsurlar ise keder ve hüzün verici isim ve sıfatlarwere uttered centuries before, but which have been donup kalmış (frozen) in the rula nitelenmiştir.
ins of the mosque.
Rıza Tevfik bu şiirinde, bir anlamda sembolik olarak, üç kıt’aya hâkim muazzam Türk-İslâm medeniyetinin çöküşünü, kendi ifadesiyle “izmihlâl”ini dile getirmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz şiir anlayışını ifade ettiği paragrafta da söylediği gibi, içinde yaşadığı birtakım günlük olayların şiddetle tesiri altında kaleme aldığı bazı şiirlerinde ferdî duygularıyla sosyal olayları birleştiren şairin, bu
şiirinde, asırlar önce Endülüs medeniyetinin yıkılışına mersiye söyleyen Ebü’lbekā Salih Endülüsî gibi, Türk-İslâm medeniyetinin yavaş yavaş yıkılışına gözyaşı döktüğü anlaşılmaktadır. İfade ettiği gerçek anlam yanında sembolik bir anlam da taşıyan “Harâb Ma’bed” şiirini, aynı zamanda bir medeniyetin arkasından söylenmiş bir mersiye gibi de okuyabiliriz.
*
16 Mart 1920 günü İstanbul’un İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgali üzerine yazdığı “Kara Bir Gün” makalesi dolayısıyla daha başka Türk aydınlarıyla
beraber sürgüne gönderildiği Malta’dan “Dâüssıla” gibi muhteşem şiirler kaleme alan Süleyman Nazif, bir yazısında Rıza Tevfik’in “Harâb Ma’bed” şiirini nasıl bir ruh hâli içinde kaleme aldığını şu satırlarla açıklamaktadır:
“Bir gün, Endülüs’teki izmihlâl-i İslâm’a ağlayan bir iki Arapça kaside okumuş. Bundan fevkalâde müteessir olan şair, ervâh-ı ecdat ile hasbihâl etmek
için Eyüp taraflarına gitmiş, dolaşmış ve dolaştıkça hüznü artmış. Nihayet,
sâhib-kırân-ı şark u garb Süleymân-ı Kanunî’nin pek ziyade sevdiği kerîmesi
Mihrümâh Sultan’ın harâb olan câmii önüne gelmiş; sabahtan beri vicdanını tırmalayan hüznü ağlata ağlata dindirecek kuvveti bu ma’bed-i vîrânın
manzar-ı perîşânında bularak derhal şu neşîde-i samimiyeyi gönlünden kâğıt
üstüne dökmüş.”10
Bu şiirle ilgili olarak değişik açıdan başka bir değerlendirme de şairin bizzat kendisinden gelmektedir. Rıza Tevfik, 1934 yılında 150’liklerden olması dolayısıyla bir nevi sürgün hayatı yaşadığı Lübnan’ın Cünye kasabasından Kıbrıs’a yaptığı bir ziyaret sırasında, İsmail Hikmet (Ertaylan) gibi bazı dostlarının ısrarı ile şi10 “İran Edebiyatının Edebiyatımıza Tesiri”, Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, nr. 62-31, 6 Nisan 1918, s. 581.
68
In the final stanza, which is very meaningful, the poet, in his own persona, calls
to the entire Turkish nation, admitting to himself that the şerefli mâzi (honored
past) is nothing more than a masal (fairy tale).
If we examine the poem as a whole, the poet is distressed by the aspect of the
Turkish nation, which was writhing in the throes of agony at that time; he is faced by the distressed situation of the children of a nation that had once lived
in honor and glory throughout centuries of history. Thus he uses the ruins of a
temple from the happier days of the Ottoman State, that is, the Mihrümâh Sultan Mosque, to make us aware of his great sorrow, in fact, his weeping. It could be said that the poet has had a dream of the past and that while expressing
images that exalt the past with traditional components from the past and history, the components that he uses to qualify the time he is living in are the attributes of sorrow and sadness.
In one sense in this poem Rıza Tefvik symbolically expresses the, in his own
words, izmihlâl (destruction) of the collapse of the great Turkish-Islamic civilization which ruled over three continents. As stated above in the paragraph that
discusses of the concept of the poem, we can understand that poets combine
personal feelings with social events in poems that are written under the powerful influence of daily events, like Abu’l baka Salih Andulusi, who uttered an elegy
about the collapse of the Andalusian civilizations centuries before or weeping
tears at the slow destruction of the Turkish-Islamic civilization. The poem of
Harâb Ma’bed, which carries symbolic meanings alongside its literal meanings,
can also be read as an elegy that is recited for a civilization that no longer exists.
*
Süleyman Nazif, the author of magnificent poems like the Dâüssıla, was exiled to Malta along with other Turkish intellectuals for writing Kara Bir Gün (A
Black Day) to mark the invasion of Istanbul by British and French troops on 16
March, 1920. From here he describes the spiritual state of Rıza Tevfik when writing Harâb Ma’bed.
irlerini Serâb-ı Ömrüm adıyla Lefkoşa’da yayımlar. Rıza Tevfik’in, bizzat kendisinin tashih ettiği ve imzalayarak İstanbul’da İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a
gönderdiği hususi nüshaya, bu şiirin yer aldığı sayfaların altındaki boş kısma şu
satırları yazmış olduğunu görüyoruz:
“Rûhumuzda mûnis olan medeniyet-i İslâmiyenin en güzel âsârı ve onların
üslûp itibariyle en ulvî timsâli olan cevâmi-i şerîfenin müşrif-i harâb olduklarından dolayı teessürümü beyân için yazılmıştı. Ve Mihrümâh Sultan Câmii’nin
vîran şadırvanında yazılmıştı. O zaman Meclis-i Mebusân’da birçok kişiler benim bu derin ve muhik teessürüme iştirak ettiler ve o esnâda hakikaten harâb
olan ve bize en satvetli devletimizden yâdigâr kalan o güzel câmi-i şerîfi -o
zaman Evkaf Nâzırı bulunan- merhum Hayri Bey’e tamir ettirdilerdi. Bu emr-i
hayr için birkaç bin lira sarf edilmiş olduğunu söyleyip beni taltif ettilerdi.”11
“One day he read a couple of Arabic couplets that lamented the collapse of Islam in Andalusia. The poet was greatly affected by this and in order to commune with the spirits of the past went to Eyüp; as he wandered around this area
he became even sadder. Finally, he came in front of the ruins of the mosque of
Mihrümâh Sultan, the beloved daughter of Süleyman the Magnificent, the supreme ruler of East and West; finding this temple, which had the power to relieve the sorrow that had been accumulating in his heart from the morning, he
immediately poured out what he felt among the ruins onto paper.”10
Another evaluation of this poem which approaches it from a different perspective comes from the poet himself. During a visit made to Cyprus in 1934 from
the town of Junya in Lebanon, where he was living in a form of exile due to being one of the 150s, on the insistence of some friends like İsmail Hikmet (Ertaylan) Rıza Tevfik published his poems in Serâb-ı Önrüm in Nikosia. In the perso-
Neyzen Tevfik ve Rıza Tevfik / Neyzen Tevfik and Rıza Tevfik
Rıza Tevfik
Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi şiir sadece bir anlık heyecanla değil, belli bir hazırlık devresinden sonra, yani şair kendisini rûh itibariyle bir süre hazırladıktan sonra doğmuştur.
nal copy that Rıza Tevfik edited and signed, which was sent to İbnülemin Mahmud Kemal İnal, we can find the following lines in the margin of this poem:
Mimar Sinan tarafından suriçi İstanbul’una hâkim tepelerinden birinde inşa
edilen Mihrümâh Sultan Câmii o tarihten bu yana çeşitli zamanlarda deprem,
yangın, ilgisizlik vb. tahribat karşısında hasar görmüş ve her seferinde onarılarak bugünlere gelmiştir. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nde de büyük bir
hasar gören Mihrümâh Sultan Câmii, aşağı yukarı on yıla yakın bir süredir tamir edilmeğe çalışılıyor. Bu süre içinde hasar gören çeşitli kısımları onarılırken
bir yandan da kaideye kadar minaresi sökülerek yeniden örüldü; ancak cadde
tarafındaki iskeleler hâlâ durduğuna göre tamirâtın devam ettiği anlaşılıyor.
Mihrümâh Sultan ile Mimar Sinan’ın bizlere bir yâdigârı olarak günümüze ulaşan bu muhteşem eser, sadece tamiratla değil, aynı zamanda önündeki gayrı
nizâmi ve kaçak yapıların yıkılıp temizlenmesinden sonra aslî hüviyetiyle ortaya çıkabilecek gibi görünmektedir.
“This was written to declare the sorrow felt at the derelict state of the sacred
mosques, the most magnificent monument and most sublime symbol of the civilization of Islam. And this was written in the ruins of the şadırvan (fountain)
of the Mihrümâh Sultan Mosque. At that time many people in the Parliament
shared my deep and justified sorrow for that beautiful holy mosque, a reminder from our most glorious state to us, which at that time was in true ruins - and
they had Hayri Bey, who was at that time the Minister of Waqfs - repair it. By
telling me that a few thousand lira had been expended on this sacred duty they
rewarded me.”11
As we can understand from these expressions, the poem was not just the result of a momentary inspiration, but rather had perhaps come to life after a preparatory period, that is after the poet had prepared his soul towards this aim.
The Mihrümâh Sultan Mosque, built by Koca Sinan on a hill that dominates Istanbul within the ramparts, has been ravaged from the time it was built until
the present day by earthquakes, fires, neglect and other such factors; each time
it has been repaired and thus has reached us today. For a period of nearly ten
years repairs have been carried out on the Mihrümâh Sultan Mosque, which
suffered great damage in the Marmara earthquake of 17 August, 1999. Within
this period, while the various parts that suffered damage were being repaired,
the minaret on the side was removed, down to the base and rebuilt; however,
it can be understood that repairs continue, as the scaffolding is still on the street side of the building.
Renovation is not enough if this magnificent work which reminds us of
Mihrümâh Sultan and Koca Sinan is to regain its former glory; at the same time
the illegal structures that have been built up around it need to be removed for
the actual identity to emerge.
11 Bu imzalı nüsha İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, Nadir Eserler Kısmı’ndaki İbnülemin
Mahmud Kemal İnal Kitapları arasında bulunmaktadır (nr. 672, s. 9).
10 “İran Edebiyatının Edebiyatımıza Tesiri”, Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, no. 62-31, 6 April
1918, p. 581.
11 This signed copy can be found in Istanbul University Central Library, in the Rare Works Section,
among the books of İbnülemin Mahmud Kemal İnal (no. 672, p. 9).
69
İSTANBUL’DA ÖĞRETMEN OKULLARI
Fransız İhtilali: yeni eğitim ve yeni öğretmen
Prof. Dr. Cemil ÖZTÜRK
TEACHER TRAINING SCHOOLS IN İSTANBUL
French Revolution: New Education, New Teachers
Prof. Cemil ÖZTÜRK
İSTANBUL’DA ÖĞRETMEN OKULLARI Fransız İhtilali: yeni eğitim ve yeni öğretmen / TEACHER TRAINING SCHOOLS IN ISTANBUL French Revolution: New Education, New Teachers
İSTANBUL’DA ÖĞRETMEN OKULLARI
TEACHER TRAINING SCHOOLS IN ISTANBUL
Fransız İhtilali: yeni eğitim ve yeni öğretmen
French Revolution: New Education, New Teachers
Prof. Dr. Cemil ÖZTÜRK*
Prof. Cemil ÖZTÜRK
Fransız İhtilali’ne kadar bütün toplumlarda eğitim dinî idi. Buna paralel olarak,
okullar mabetle yan yana, iç içe idi. Örneğin Batı Avrupa’nın prototip kampuslarında eğitim kurumları, bir kilisenin etrafında toplanmıştı; öğretmenler de genellikle din adamları veya ağırlıklı olarak dinî eğitim almış kimselerdi.
Until the French Revolution, education in all communities meant religious education. Parallel to this, schools were located next to places of worship; they
were intertwined. For instance, the first educational institutions in Western Europe were centered around churches, and the teachers were all religious clerics
or people who had received religious education.
Osmanlı eğitim ve bilim merkezleri olan külliyelerde, ana yapı mabetti; diğer
mekânlar onun etrafında çevrelenmişti. Öğretmen/bilim adamı işlevini gören
müderrisler de büyük ölçüde dinsel içerikli bir programa tabi olarak öğrenim görmüş insanlardı.
Epistemolojik yönden bilgi, yüzyıllar boyunca apriori yani tartışmasız kabul edilmesi gereken bir şeydi. Eğitimin en önemli görevi, mevcut –dinî, sosyal, kültürel vs.- kültürü gelecek kuşaklara aktarmaktı. Dolayısıyla, eğitim bir değişim değil, statüko aracıydı. Bu niteliği, Batıda Ortaçağın izlerini taşıyan eğitimin sonunu hazırlayacaktı.
At the Islamic-Ottoman Social Complexes (Külliye), which were the center of
education and science in the Ottoman Empire, the main building was the mosque and the other buildings were built adjacent to it. The teachers (müderris)
were mainly educated in programs with religious content.
For centuries, knowledge was accepted a priori as epistemological, meaning it
was something that was unquestionable. The most important task of education
was to transfer the current culture - religious, social, cultural, etc. - to the future generations. Thus, education was not a tool for change; rather, it was a tool
to maintain the status quo. This characteristic would bring about the end of an
education system carrying traces of the Middle Ages in the West.
Fransız İhtilali ideolojik olarak, mevcut siyasal, sosyal ve kültürel yapının değişimini amaçlamıştı. Öyle ki Fransız Cumhuriyeti, feodal, teokratik ve monarşik düzeni yıkmış, onun yerine cumhuriyetçi, laik değerlere dayalı yeni bir düzen kurIdeologically, the French revolution aimed to change the current political, socimuştu. Yeni düzenin bekası, ona inanan yeni nesillerin yetiştirilmesine bağlıydı.
al and cultural structure. So much that the French Republic demolished the feBunun için ise, yeni bir eğitim sisteminin teşekkülü ve
udal, theocratic and monarchic regimes and estabcumhuriyetçi öğretmenler yetiştirmek gerekiyordu.
lished a new regime that was based on republican
Modern sivil eğitimin doğuşu da önemli ölBu gereklilik, ihtilalcileri insanlık tarihinin ilk müstaand secular values. The continuity of this new regiçüde pragmatik bir yaklaşımın sonucuydu:
kil öğretmen yetiştiren kurumunu açmaya götürdü.
me depended on raising new generations that beliYeni kurulan Batı tipi bürokrasinin çağdaş
eved in it. For that, the creation of a new education
Fransız İhtilali sonrasında açılan öğretmen okulu,
eğitim görmüş, Batı dili bilen memur ihtiyasystem and the training of republican teachers were
hem cumhuriyetçiler hem de kralcılar tarafından idecını karşılamak için yeni okullar açmak.
necessary. This necessity led the revolutionaries to
olojik bir üs olarak görülmüştü. Bu okuldan mezun
open the first private teacher training institution in
olanlar, çoğu zaman kendilerini kralcı – cumhuriyetThe birth of modern civil education also was
the history of mankind.
çi kavgasının ortasında bulacaklardı. Öyle ki, kralcılar
a result of a pragmatical approach: Open up
yönetimi ele geçirdiklerinde ilk olarak bu öğretmenThe teacher training school opened after the French
schools to meet the newly established Wesleri tasfiye etmişlerdi. Başka ülkelerde de öğretmen
Revolution was seen as an ideological base for both
tern style bureaucracy’s need for officials,
okulları kilise ve/veya eski siyasal düzenin savunucuthe republicans and the supporters of the king. The
who are modernly educated and speaking
graduates of this school mostly found themselves in
larının baskısına maruz kalmıştı. Örneğin İngiltere’de
foreign languages.
the middle of the fight between the republicans and
Tanzimat arifesinde açılan ilk öğretmen okulu, kilisethe supporters of the king. In fact, these teachers
nin tepkisi yüzünden on yıla yakın bir süre kalıcı hale
were the first to be discharged when the supporters of the king came to power.
gelememişti. Belçika’da laik eğitimi sembolize eden öğretmen okulu, ordunun
The teacher training schools in other countries were exposed to a lot of pressudesteği ile ayakta durabilmişti. Oysa Osmanlı ülkesinde ilk öğretmen okulu, pedare from the church and/or the supporters of former political regimes. For instangojik bir ihtiyaçtan doğacaktı.
ce, in Britain, the first teacher training school opened on the eve of reforms did
not become permanent for almost ten years due to the reaction of the church.
Osmanlı eğitiminde modernleşme ve Dârülmuallimîn: Hoca’dan
In Belgium, the teacher training school, which symbolized secularism, could only
Muallim’e
persist with the support of the army. However, the first teacher training school
Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı modelinde modernleşme, Avrupa’daki gibi,
under the Ottoman Empire was born from of a pedagogic need.
felsefî, fikrî, bilimsel vs. alanlardaki bir evrimin/dönüşümün sonucunda ve/veya
The Modernization of Ottoman Education and Dârülmuallimîn (schools for
ona paralel olarak değil, tamamıyla pratik ihtiyaçların baskısıyla ortaya çıkmıştraining male teachers): From Hodja to Teacher
tı. Nitekim ilk reformlar cephede alınan başarısız sonuçların etkisiyle ordunun ıslahına yönelik olmuştu; öyle ki eğitimdeki modernizasyon da Batı tipinde askerî
In the Ottoman Empire, the Western model of modernization emerged because
okulların açılması biçiminde başlamıştı: mühendishaneler, Mekteb-i Tıbbiye ve
of the pressure of practical needs, unlike in Europe where modernization emerMekteb-i Harbiye. Bu okullar Türkiye’de pozitivizmin doğuş ve yaygınlaşmasına
ged as the result of and/or parallel to the evolution/transformation in the phibeşiklik ederek Cumhuriyet’e giden fikrî ve felsefî yolun biçimlenmesinde önemlosophical, intellectual and scientific areas. Indeed, due to the disappointing reli rol oynayacaktı.
sults on the front lines, the first reforms were designed to improve the army;
thus, the modernization of education started with the establishment of Western
Modern sivil eğitimin doğuşu da önemli ölçüde pragmatik bir yaklaşımın sonustyle military schools: engineering schools (mühendishaneler), medical schools
cuydu: Yeni kurulan Batı tipi bürokrasinin çağdaş eğitim görmüş, Batı dili bilen
(Mekteb-i Tıbbiye), and military schools (Mekteb-i Harbiye). These schools were
memur ihtiyacını karşılamak için yeni okullar açmak. Sultan II. Mahmud bu yaklathe cradle of the birth and spread of positivism and played an important role in
şımla İstanbul’da iki okul açtırmıştı (1838). Kurduğu bir eğitim komisyonu, ülkethe formation of the intellectual and philosophical road to the Republic.
de, Avrupa’da olduğu gibi, ilk, orta ve yüksek öğretim olmak üzere üç kademeli bir sistem kurulmasını önermişti. Ancak bu sistemin kurulmasına, 1846’da PaThe birth of modern civil education was to a considerable extent the result of a
yitahtta rüşdiye adı verilen modern bir okulun açılmasıyla başlanmıştı. Bu okulda
pragmatic approach as well: opening new schools satisfied the newly establisverilen eğitimin çok başarılı olması üzerine, müteakip yıllarda yenileri açılmıştı.
hed Western style bureaucracy’s need for civil servants who could speak wes* Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Dekanı
72
* Head ofAtatürk Faculty of Education at Marmara University.
Ne var ki, sayıları artan modern okullarda eğitim kalitesinin sürdürülmesi için
çağdaş pedagojiye [usûl-i cedid] göre yetiştirilmiş öğretmenlere ihtiyaç vardı
ve medreselerin onları yetiştirmeleri mümkün değildi. Bu gerçeği gören Sultan
Abdülmecid’in iradesiyle İstanbul Fatih’te 16 Mart 1848’de Dârülmuallimîn adıyla Türkiye’nin ilk öğretmen okulu açıldı. Batı ülkelerinin aksine, bu okulun açılışı,
herhangi bir fikrî ve/veya fiilî direnişle karşılaşmamıştı. Yıllarca kiralık konaklarda
faaliyet gösteren Okulun gerçek bir kurum haline gelmesi, ünlü tarihçi, hukukçu
ve devlet adamı Ahmed Cevdet [Paşa] Efendi’nin müdürlüğü zamanında mümkün olmuştu. Keza, bu kurumun ilk nizamnamesi de onun tarafından hazırlanmıştı. Ahmed Cevdet, öğretmen yetiştirmede nicelik – nitelik ikilemine düşüldüğünde niteliği tercih etmek gerektiğini gösteren ilk örnek icraata da imza atmıştı. Öyle ki, okula tahsis edilen öğrenci maaşı [burs] ödeneğinin yetersiz olduğunu,
parasız kalan öğrencilerin medrese öğrencileri gibi cerr’e çıktığını ve halktan yardım topladığını, bunun ise kamuoyunun gözünde öğretmenliğin saygınlığını azalttığını görmüş, malî darlık dolayısıyla ödenek artırılamadığı için, mevcut öğrenci
kontenjanının yarıya indirilmesini sağlamıştı. Böylece, maddî imkânları iyileşen
öğretmen adaylarının özsaygıları ve sosyal statüleri yükselmişti. Bu örnek yaklaşım ve uygulama, yüz elli yılı aşkın öğretmen yetiştirme tarihimizde çoğu kez unutulacak, genellikle nitelik niceliğe kurban edilecekti.
Dârülmuallimîn veya Dârülmuallimîn-i Rüşdî [Rüşdiyeler İçin Öğretmen Okulu],
Osmanlının usûl-i cedid dediği çağdaş pedagojiye uygun öğretmen yetiştirerek, İmparatorlukta modern eğitimin gelişiminde hayatî bir
rol oynadı. Ne var ki, rüşdiyelerin açılıp yaygınlaşması, Tanzimat arifesinde planlanan üç
kademeli yeni eğitim sisteminin kurulması
için yeterli değildi. Zira rüşdiyelerin açılmasıyla ortaöğretim kademesi oluşturulmuştu. Fakat ilköğretim ve yükseköğretim alanında bir
şey yapılmadığı için Ahmet Cevdet Paşa’nın
Ma’ruzat adlı eserindeki ifadeyle âdeta “işin
ortasından başlanmıştı”. Dârülfünun adı verilen üniversitenin kurumsallaşması, bu dönemde üç açılış yapılmasına rağmen başarılamamıştı. İlköğretimin modernizasyonuna girişilmesi için ise on yıldan fazla beklemek gerekecekti.
tern languages. With this approach, Sultan Mahmud II opened two schools in
Istanbul in 1838. A commission on education he established suggested the implementation of a European three-level system: primary, secondary and higher
education. The establishment of this system began with the opening of a modern school called rüşdiye (Ottoman Junior High School) in 1846 in the capital
city. Due to this school’s huge success, new schools were opened in subsequent years.
However, in order for these modern schools to maintain a high quality of education, teachers trained in accordance with modern pedagogy (usûl-i cedid) were
needed and the theological schools were not able to do that. Sultan Abdülmecit understood this and decided to open Dârülmuallimîn, Turkey’s first teacher
training school in Istanbul on March 16, 1848. Unlike in the Western countries,
the opening of this school did not face any intellectual or operational resistance. The school operated in rented premises for years. Under the leadership of
the famous historian, jurist and statesman Ahmed Cevded Pasha, the school became a real institution. Also, he prepared the first charter of this institution. Ahmet Cevded was known for preferring quality if the school fell into the dilemma
of quality or quantity when it came to training teachers. He saw that the student loan (bursary) allowance allotted to the school was insufficient; thus students were left penniless and looked for ways to earn money just as the theological school students did. The students resorted to collecting charity from the community which, as a result, reduced their prestige in the eyes of the public. Due to financial
distress it was impossible to increase the allowances so Ahmet Cevded decided to halve
the current student quota. As a result, the financial means of the teacher candidates improved which raised their self-respect and social status as well. In the more than one and
hundred and fifty year long history of training
teachers in Turkey, this exemplary approach
and implementation was eventually forgotten as quality was sacrificed for quantity.
Dârülmuallimîn or Dârülmuallimîn-i Rüşdî
(Teacher Training School for “Rüşdiye”) educated teachers in accordance with modern
pedagogy, called usûl-i cedid by the Ottoİlköğretim reformu ve Dârülmuallimîn-i
mans, and played a vital role in the developSıbyan
ment of modern education within the emSıbyan mekteplerinde çağdaş pedagojiye uypire. However, the opening and proliferatigun yenilikler 1850’lerde başladı. Okullara,
on of the Ottoman junior high schools (Rüştahta, sıra, harita gibi araç ve gereçler girmediye), part of the Tanzimat reforms were not
ye başladı. Selim Sabit Efendi’nin Rehnumay-ı
enough for the planned establishment of the
Muallimîn [Öğretmenler İçin Rehber] adlı esenew, three-level education system. The operi başta olmak üzere, usûl-i cedidi anlatan kining of these junior high schools (Rüşdiye)
taplar ve kurslar vasıtasıyla bazı öğretmenler
created the secondary level of education. Hoçağdaş pedagojinin ilkelerini sınıflarına taşıwever, because nothing was done for the pridı. Bu harekete uygun olarak yeni okullar açılmary education and higher education levels,
Medrese alimi ve talebeleri. / Professor of madrassah and his students
dı; bunlara geleneksel sıbyan mekteplerinden
as explained by Ahmet Cevdet Pasha in his
farklı olarak ibtidaî adı verildi.
book Ma’ruzat, “they began the work from the middle.” The institutionalization
of the universities or Dârülfünun was not achieved in this period, even though
Ortaöğretimde olduğu gibi, ilköğretim reformunu kalıcı ve etkin hale getirmek
three were opened. As for the modernization of primary schools, this would take
için 1868’de İstanbul Cağaloğlu’nda Dârülmuallimîn-i Sıbyan adında bir ilköğretat least more ten more years to accomplish.
men okulu açıldı. Bu okul, şüphesiz İmparatorluğun devasa öğretmen açığını kapatmaya yetmedi. Fakat Türkiye’de ilköğretimin çağdaşlaşması sürecinde belirlePrimary School Reform and Dârülmuallimîn-i Sıbyan
yici bir rol oynadı. Her şeyden önce, 1974’te ilköğretime öğretmen yetiştirmenin
ön lisans seviyesindeki eğitim enstitülerine devredilmesine kadar, açılan tüm ilIn the primary schools (Sıbyan mektepleri), developments in accordance with
köğretmen okullarına model oluşturdu. Ayrıca, Türkiye’de ilköğretim alanındaki
modern pedagogy started during the 1850s. Schools began to use equipment
pedagoji hareketlerine önayak oldu. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk
like boards, desks, maps, etc. Books and courses describing modern pedagogy,
dünyası ve öteki İslâm ülkeleri üzerinde de etkili olacak güçlü bir çağdaş pedagoji
particularly Selim Sabit’s book Rehnumay-ı Muallimîn (Guide for Teachers), led
hareketine sahne oldu. Bu yıllarda Satı Bey, söz konusu coğrafyada “Türk Frobeli”
some teachers to carry out the principles of modern pedagogy in their classes.
yakıştırmasıyla şöhrete kavuştu. Semerkant, Buhara ve Karabağ gibi diyarlardan
Pursuant to this movement, new schools were opened called ibtidaî, a name
bu okula öğrenim görmek üzere öğrenciler geldi. Bu öğrencilerin barınma, besthat is different from that of the traditional Ottoman primary schools (Sıbyan
lenme ve öteki giderleri devlet ve/veya halk tarafından karşılandı.
mektepleri).
73
İSTANBUL’DA ÖĞRETMEN OKULLARI Fransız İhtilali: yeni eğitim ve yeni öğretmen / TEACHER TRAINING SCHOOLS IN ISTANBUL French Revolution: New Education, New Teachers
Kızların eğitimi reformu ve Dârülmuallimât / Dârülmuallimât-ı Âliye
Tanzimat devri İslâm dünyasında kızların eğitimi bakımından bir devrime sahne
oldu. Öyle ki, bu devre gelene değin sıbyan mektebinde on yaşına kadar süren bir
öğrenim görebilen kızlar; 1859 yılında İstanbul Sultanahmet’te bulunan –günümüzde Türk Edebiyatı Vakfı tarafından kullanılan- Cevrikalfa Mektebi’nde açılan
İnas Rüşdiyesi [Kız Rüşdiyesi] ile ortaokula muadil bir öğrenim imkânına kavuştu. Önceleri Müslüman aileler, kızlarını, programında teorik derslerin yanında, ev
idaresi, -o gün için yaygın olmayan bir beceriyi geliştirmek için- ütü, dikiş ve nakış
ile piyano gibi derslerin de verildiği inas rüşdiyelerine göndermekten çekindi. Bu
toplum psikolojisiyle ilgili bir durumdu; zira aileler geleneğin dışına çıkıp çevrelerinden tepki görmekten çekiniyordu. Devlet, resmî gazetesi Takvim-i Vekâyi’de
yayınladığı ilanlarla bu psikolojiyi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bu ilanlarda
İslâm dininin kızların eğitimine verdiği öneme vurgu yapılıyordu. Kızların eğitiminin yaygınlaşmasını engelleyen faktörlerden biri de, mevcut öğretmenlerin erkek
olması; toplumun, ergenlik çağına gelmiş kızların bu kimselerle bir arada bulunmasına hoş bakmamasıydı. İşte, Bâb-ı âli bu soruna çözüm bulmak için 1870 yılında İstanbul’da Dârülmuallimât adında bir kız öğretmen okulu açtı. İnas Rüştiyesi
mezunlarını alan bu okul iki yıl sonra ilk bayan öğretmen mezunlarını verdi. Bunlar, modern anlamda ilk kadın devlet memurları oldu. Kadın öğretmenler ülkede
kızların eğitiminin yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadı. Bu okul, Türkiye’nin ilk
kadın pedagoglarının, yöneticilerinin ve
aydınlarının yetişmesine zemin hazırladı. Böylece, modern Türkiye’nin doğuşunda etkili oldu.
Similar to the experience with training for secondary education, a primary education teacher training school called Dârülmuallimîn-i Sıbyan was opened in Cagaloglu, Istanbul, in 1868, in order to make the primary education reforms permanent and effective. This school could not satisfy the massive demand for teachers throughout the empire, but it played a decisive role in the modernization of primary education in Turkey. Above all, until the responsibility for training primary school teachers was transferred to education institutes in 1974, it
set an example for all the primary education teacher training schools that were
opened. Also, it took the lead in the pedagogy movement in the field of primary
education. Especially during the Second Constitutional Monarchy period, Turkey
witnessed strong, modern pedagogy movements that affected the other Islamic
countries. During these years, Satı Bey gained fame in the region with the epithet “Turkish Froebel”. Students came to this school to be educated from regions
like Samarqand, Bukhara and Karabagh. The students’ accommodation, food
and other expenses were met by the government and/or the public.
Education Reform for Girls and Dârülmuallimât / Dârülmuallimât-ı Âliye
The era of reforms (Tanzimat devri) brought about a revolution with regard to
the education of girls. With this reform, female students, who until this time period could only be educated until the age of ten in the Ottoman primary schools,
were afforded the opportunity to
study at a school called İnas Rüşdiyesi (Secondary School for Girls),
opened in 1859 within the Cevrikalfa School and located in SultaTanzimat’tan sonra vilâyetlerde açınahmet, Istanbul (used by the Folan az sayıdaki dârülmuallimâta model
undation of Turkish Literature tooluşturan İstanbul Dârülmuallimâtı; Biday) which gave them an educatirinci Dünya Savaşı’nın başında bünon equivalent to secondary school.
yesinde açılan İnas Dârülfünunu [KızPreviously, Muslim families hesitalar Üniversitesi] ile kızların yüksek öğted to send their daughters to girls’
renim görme imkânını elde etmesine
junior high schools (inas rüşdiyede zemin hazırladı. Ayrıca, savaş arifesi) which offered courses in home
sinde çatısı altında faaliyete geçen Ana
economics (developing such a skill
Muallime Mektebi ile okul öncesi eğiwas not common at that time), irotim öğretmeni yetiştirerek, ülkede bu
ning, needlecraft or piano in addialanın gelişiminin önünü açtı. İstanbul
tion to theoretical courses. This
Dârülmuallimâtı, 1924 yılında Kız Mualwas related to the psychology of
lim Mektebi, sonraki yıllarda da Kız Öğthe community: families were afretmen Okulu adıyla faaliyetini sürdürraid of the reaction of their neighdü. 1974 yılında ilkokullara öğretmen
bors if they went outside of the trayetiştirmenin eğitim enstitülerine devdition. The state was trying to eliredilmesiyle tarihî rol ve/veya işlevini
minate this psychology through
kaybetti.
announcements in the official gazette, Takvim-i Vekâyi. In these anDarülfünun / İstanbul University
Dârülmuallimîn-i Âliye
nouncements, the importance of
İstanbul’un eğitim tarihine damgasını vuran eğitim kurumlarından biri de, Cumeducating girls in Islam was emphasized. Another reason hindering the spread
huriyet döneminde Yüksek Öğretmen Okulu adıyla 1970’lere kadar faaliyetiof girls’ education was the fact that the current teachers were all male and the
ni sürdüren Dârülmuallimîn-i Âliye idi. Modern Osmanlı eğitim sistemini Fransız
public did not find it appropriate for girls at the age of puberty to be taught by
modeline göre oluşturulan 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi [Genel Eğitim
male teachers. Thus, to solve this problem, the Sublime Port (Babıali) opened a
Tüzüğü]; öğretmen yetiştirme alanını da yeniden düzenlemişti. Bu nizamnameteacher training school for female students called Dârülmuallimât in 1870. This
nin Osmanlı öğretmen yetiştirme düzenine yaptığı en önemli katkı, İstanbul’da üç
school, which enrolled graduates of the junior high school for girls (İnas Rüştifarklı kademede bulunan sıbyan mektepleri, rüşdiye ve idadilere öğretmen yetişyesi) produced its first female teacher graduates in two years. These teachers
tiren Dârülmuallimîn-i Kebîr [Yüksek Öğretmen Okulu] açılmasını öngörmesiydi.
can be called the first female civil servants in Turkey. Female teachers played an
Bu okul, 1874 yılında açıldı, üç yıl sonra üç kademeye de öğretmen yetiştirir hale
important role in the movement to educate girls throughout the country. This
geldi. Sultan II. Abdülhamid döneminde hem nicelik hem de nitelik bakımından
school laid the foundation for the rise of the first female pedagogues, managers
önemli bir gelişme kaydetti. Bu arada, teşkilat bakımından bazı değişimlere uğraand visionaries of Turkey. Thus, the school became instrumental in the birth of
dı. Kimi zaman Sıbyan/İbtidaî Şubesi özerk, kimi zaman da bağımsız hale geldi. Famodern Turkey.
kat asıl değişim II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) meydana geldi.
The model for a few schools opened in the provinces after the Tanzimat reforms,
II. Meşrutiyet’in ilk yarısında Dârülmuallimîn-i Âliye, École normale supérieure the Dârülmuallimât of Istanbul opened the door for female students to have acParis’ten esinlenilerek yeniden yapılandırıldı. İdadî öğretmenliği öğrencileri, alan
cess to higher education with the İnas Dârülfünunu (University for Girls) that
bilgisi derslerini Dârülfünun’dan almaya başladı. Okulun işlevi, son sınıfta pedawas opened within the Dârülmuallimât in Istanbul at the beginning of World
gojik formasyon eğitimi vermekle sınırlandırıldı. Bu yapı, 1915 nizamnamesi ile
War I. In addition, a Ana Muallime Mektebi (Female Teacher Training School
değiştirilmiş olmakla beraber, söz konusu iş bölümü şekli, Cumhuriyet döneminfor Pre-School Education) was opened under its roof which encouraged the dede de uzun yıllar devam etti. Nitekim 1924 yılında Yüksek Muallim Mektebi –kısa
velopment of this field in the country by educating pre-school teachers. The
süre sonra da Yüksek Öğretmen Okulu- adını alan okul, 1978 yılına kadar, sadece
Dârülmuallimât of Istanbul changed its name to Kız Muallim Mektebi (Teacher
74
pedagojik formasyon ve genel kültür derslerini verdi. Ayrıca, 1998’deki yeniden
yapılanmadan sonra eğitim fakülteleri de, lise öğretmeni yetiştiren programlarda
benzer bir modeli yürürlüğe koydu. Ne var ki, aradaki yirmi yıllık kopukluk sırasında bu tarihî tecrübe unutulmuş; bu yüzden Batıdan uyarlanan son modelin uygulanmasında ciddî sorunlarla karşılaşılmıştı.
Sonuç olarak, Türkiye öğretmen yetiştirme tarihinde İstanbul’un ayrı bir yeri ve
önemi olmuştur. Zira Osmanlı Dersaadet’inde açılan bu kurumların her biri alanlarının amiral gemisi olarak kabul edilmiş; ülkedeki eğitim hareketleri üzerinde
belirleyici bir rol oynamıştır. Cumhuriyet’in ilânından sonra yeni rejimin dayandığı esaslara göre kısmî revizyona uğrayan bu kurumlar (eğitim enstitüleri, ilköğretmen okulları, Yüksek Öğretmen Okulu), 1970’li yılların sonlarına kadar varlığını sürdürmüştür. 1982’de öğretmen yetiştiren kurumların üniversitelerin bünyesine alınması sırasında, İstanbul’daki kurumlar Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’ne temel oluşturmuştur. Günümüzde, son yıllarda açılan diğer eğitim fakülteleriyle birlikte İstanbul, öğretmen yetiştirme tarihimizdeki seçkin rolünü oynamaya devam etmektedir.
Training School for Girls) in 1924 and then to Kız Öğretmen Okulu (Teacher Training School for Girls) and it continued operating under this name. After the responsibility for training primary school teachers was transferred to training institutes in 1974, these schools lost their historical role and function.
Dârülmuallimîn-i Âliye
Another institution of education that made a mark in the history of education in
Istanbul was the Dârülmuallimîn-i Âliye which continued operating during the
Republican era as the Higher Education Teacher Training School (Yüksek Öğretmen Okulu) until the 1970s. The General Education Rules (Maarif-i Umumiye Nizamnamesi) that was prepared pursuant to the French model in 1869 reorganized the field of training teachers as well. The major contribution of this code to
the Ottoman approach of training teachers was that it stipulated the establishment of the Dârülmuallimîn-i Kebîr (Training School for Higher Education) which
trained teachers for the three different levels of education in Istanbul: primary,
secondary and higher education. This school opened in 1874 and after three years it was able to train teachers for all three different levels. During the reign of
Sultan Abdülhamit II the school developed significantly with regard to both quality and quantity. In the meantime, some changes were made in terms of organization. Sometimes its primary and higher education divisions (Sıbyan/İbtidaî
Şubesi) were autonomous, whereas sometimes they were totally independent.
However, the actual change occurred during the time of the Second Constitutional Monarchy (1908-1918).
During the first half of the Second Constitutional Monarchy, Dârülmuallimîn-i
Âliye was restructured like the École normale supérieure - Paris. The students
of the Teacher Training School for Higher Education started to take courses for
their major at Dârülfünun (Ottoman University). The school’s function was limited to providing pedagogical training for students in their final year. Even though it was changed in the 1915 code of rules, this division of courses continued for many years during the Republican era. As expected, the school called
Yüksek Muallim Mektebi (Teacher Training School for Higher Education) in year
1924 -and Yüksek Öğretmen Okulu (Teacher Training School for Higher Education) after short notice-, continued to provide teacher training and general knowledge courses until 1978. In addition, after the restructuring in 1998, the faculties of education enacted a similar model for high school teacher training programs. However, this historical experience was forgotten during the intervening
twenty-year gap, thus the new model which was adapted from the West faced
serious problems regarding implementation.
In conclusion, Istanbul always held an important place in the history of training teachers in Turkey. Each of the institutions opened in the capital city (Dersaadet*) of the Ottoman Empire was accepted as the best in their field and all
played decisive roles in the education movements within the country. After the
proclamation of the Republic, these institutions (training institutes, teacher training schools for primary education and higher education) were partially revised
according to the principals that the new regime was based on, and they continued to exist until the end of 1970s. In 1982, when the institutions for training
teachers were being incorporated into the universities, the institutions in Istanbul provided the foundation for the Atatürk Faculty of Education at Marmara
University. Today, as other faculties of education have opened in recent years,
Istanbul continues its prominent role in training teachers.
*Dersaadet: Gate of happiness, one of the names of the Ottoman capital.
75
İSTANBUL’DAN DÜNYAYA
DÜNYADAN İSTANBUL’A DOĞANÇAY
M. Lütfi ŞEN
DOĞANÇAY: FROM İSTANBUL TO THE WORLD,
FROM THE WORLD TO İSTANBUL
M. Lütfi ŞEN
İSTANBUL’DAN DÜNYAYA DÜNYADAN İSTANBUL’A DOĞANÇAY / DOĞANÇAY: FROM İSTANBUL TO THE WORLD, FROM THE WORLD TO İSTANBUL
İSTANBUL’DAN DÜNYAYA
DÜNYADAN İSTANBUL’A DOĞANÇAY
DOĞANÇAY: FROM ISTANBUL TO THE WORLD,
FROM THE WORLD TO ISTANBUL
M. Lütfi ŞEN*
M. Lütfi ŞEN*
Rüştiye yıllarında Şerif Renkgörür’den, Harita Mühendislik Mektebi’nde okurken de Diyarbakırlı Tahsin Bey’den resim dersleri aldı. Hocaları yeteneğine hayrandı ve onu Avusturya’ya resim tahsiline yollamaya karar vermişlerdi. Balkan Savaşı patlak verince bu yurtdışı tahsili ertelendi. I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda askerdi. Evet, bu kişi ressam ve harita subayı Adil Doğançay’dır.
Adil Doğançay, the famous painter, took painting lessons from Şerif Renkgörür
while in junior high school and from Mr. Tahsin of Diyarbakir when studying at
the School of Topographical Engineering. His teachers admired his talent and
decided to send him to Australia to study painting. However, his plans to study
abroad were postponed when the Balkan War broke out. He served as a soldier
during World War I and during the Turkish War of Independence.
Adil Doğançay, sadece yetenekli bir asker ve ressam değildi. Çağın gereklerini
Adil Doğançay was not just a talented soldier and painter. An intellectual man
ve düşünsel birikimin geldiği noktayı iyi kavrayan bu aydından, küçük oğluna miwho appreciated the circumstances of the age, he made a decision that deterras kalacak ve onun geleceğini belirleyecek önemli bir karar çıktı. Bir oğlu olursa
mined the future of his son. He planned to send his as-of-yet unborn son abroad
kuru fasulye ve ekmek yemek pahasına da olsa onu yurtdışına eğitime göndereto study, no matter what, even if he had to survive on dried beans and bread
cekti. 1929 yılında oğlu Burhan Doğançay dünyaya geldi. Burhan, küçük yaştaevery day. After his son Burhan Doğançay was born
ki resim yeteneğiyle Adil Doğançay’ı ümitlendirdi. Kenin 1929, Burhan’s early talent for painting filled Adil
disi ve ressam arkadaşı Arif Kaptan, küçük Doğançay’ın
“Dünya çapında bir sanatçı kendi
Doğançay with hope. Adil Doğançay and his friend
ilk resim hocaları oldular. Sonrasındaki futbol yeteneşehri
ve
ülkesi
için
neler
yapmalıdır?”
Arif Kaptan, a painter, were the first to teach painting
ği resminin önüne geçer gibi olduysa da baba Doğanto young Doğançay. While his talent for football exsorusunun en doğru cevabıdır Burhan
çay, 1940’lı yıllarda bir ressamın veya futbolcunun haceeded that of his talent for painting, Adil Doğançay
Doğançay.
yatını kazanmasının imkânsız olduğunun farkındaydı. O
knew that his son could not make a living as a football
dönem Türkiye’sinde resmin devlet bankalarından başplayer or a painter in the 1940s. During that period in
Burhan Doğançay’s accomplishments
ka müşterisi yoktu. Turnuva kazanan takım futbolculaTurkey painters did not have many patrons, other than
are the best answer to the question,
rına verilen en büyük hediye ise bir kravattan ibaretthe government banks. Likewise, the winners of football
“What should a internationallyti (Burhan Doğançay, Gençlerbirliği’nde oynarken bir
tournaments were just awarded with neckties, nothkravat kazanmıştı). Adil Doğançay bu farkındalığın geknown artist do for his city and for his
ing more (Burhan Doğançay won one as a player for
reği olarak oğlunu hukuk eğitimini bitirir bitirmez yurtcountry?”
Gençlerbirliği).
dışına gönderirken Paris biletine iki şart eklemişti. Birincisi futbol oynamaması ve ikincisi Güzel
With this in mind, Adil Doğançay added two
Sanatlar Akademisi’ne gitmemesiydi. Genç
conditions to the ticket he bought to send
Doğançay iki şart için de evet dedi ama ikiBurhan to Paris to study law: the first was
sini de tam olarak yerine getiremedi. Onun
not to play football and the second was not
Paris yılları resimde Empresyonistlerin doğto go to the Academy of Fine Arts. Burhan
duğu yıllardı. Doğançay Empresyonist resDoğançay said yes to both conditions, but
samların mekân tuttuğu balıkçı köyüne dil
was unable to fulfill them either. Doğançay,
öğrenmek için gitti. Burada dil öğrenmewho lived in Paris during the Impressionist
nin yanında yaptığı suluboya resimler ve
period, went to a fishing village where the
oynadığı amatör futbolla kısa sürede ünlü
Impressionists, lived to learn French. In this
oldu. Bu arada hukuk üzerine başladığı akavillage, thanks to his watercolor paintings
and performance in the amateur football
demik kariyerini daha çok ilgi duyduğu iktileague, he quickly became famous. In the
sada kaydırdı. Bu idealist bir ilgiydi. Burhan
meantime, he began to study economics,
Doğançay, bir ziraat ülkesi olan Türkiye’nin
which interested him more than law. Burhan
geleceğini iyi bir tarım ülkesi olmasında göDoğançay predicted that Turkey’s future
rüyordu. Tam da bu sebeple dünyadaki ziwould be in agriculture. Because of this, he
rai gelişmeler üzerine çalıştı ve doktora testudied agrarian developments around the
zini Danimarka zirai gelişimini inceleyerek
globe and wrote his doctoral dissertation on
yazdı. Bu arada Paris’te resim sergisi açtı ve
agrarian development in Denmark. At the
Amerikalı sanatçılarla ortak sergilere katılsame time, his artwork was featured in an
dı.
exhibition in Paris and in joint art exhibitions
Genç akademisyen, başarıyla geçen Pawith American artists.
ris tahsilinin ardından memlekete döndü.
After successfully completing his education in Paris the young academician reTürkiye’de memuriyet hayatına başladı. Ticaret Bakanı’nın özel kalem müdüturned to his country. He began to work as a government officer in Turkey. He
rü, İzmir Fuarı ve Brüksel Sergisi komiseri, Turizm Genel Müdürlüğü ve hariciyerepresented Turkey as a clerk in the Ministry of Commerce, commissioner for
de kültür ataşesi olarak ülkemizi temsil etti. Bu memuriyet hayatı boyunca da
the Exhibition of Brussels and Izmir Fair, director-general of Tourism, and culresimden hiç kopmadı; babası Adil Doğançay’la ortak sergiler açtı. İşte, Burhan
tural attaché for Foreign Affairs. Throughout his life as a civil servant, he never
Doğançay’ın dünyayı ve çağı algılamadaki mahareti burada kendini gösterir.
neglected his painting; his work was featured in joint exhibitions with his father,
Adil Doğançay.
Genç ressama göre, XVII. yüzyıl öncesi dünya sanatına yön veren şehir Roma’ydı.
XVII. asırdan II. Dünya Savaşı’na kadar merkez Paris oldu. Doğançay tam da
According to the young painter, the city that most influenced the art world prior
memuriyet hayatına atıldığı yıllarda sanat dünyasının merkezinin Amerika’ya,
to the 17th century was Rome. After this, from the 17th century to World War II,
daha doğrusu New York’a doğru kayacağını öngördü. Ressama göre dünya sathe center was Paris. As Doğançay started his career as a civil servant, he forenatında bir yere varmak için savaşı dünyadaki merkezinde vermek gerekiyorcast that the center of the world of art would shift to America, to New York, to
du. Sonraları tarih, sanatçının bu öngörüsünü doğruladı. Hariciye mensubu olabe exact; history confirmed the artist’s prediction.
rak gittiği New York’ta memuriyetten ayrıldı. Artık parlak akademik geleceğini, yüksek memuriyet hayatını elinin tersiyle itmiş, dünyanın sanat merkezin* Yazar
78
* Writer
de sadece sanatıyla varlık-yokluk savaşı vermeye başlamıştı. 1962 yılında yerleştiği New York’ta, dünya sanatının başkentinde kalma cesareti ikinci yılında
ilk meyvesini verdi. Doğançay’ın bir eserini Guggenheim Müzesi müdürü Thomas Messer, müze koleksiyonu için satın aldı. Ardından da 6 ay boyunca kara
kışa ve imkânsızlığa aldırış etmeden, Brooklyn Köprüsü üzerine yaptığı muhteşem fotoğraf çalışması geldi. Bu olağanüstü sanatsal gayret, on dokuz fotoğrafının iki metrenin üstünde büyütülerek dünyanın en önemli hava limanlarından
olan Kennedy Havaalanı’nda 2.5 yıl sergilenmesiyle sonuçlandı. Bu güzel çalışma sanatçının uluslararası sanat arenasında önemli yankılar uyandıran duvarlar serisinin esin kaynağını oluşturdu. Doğançay, bu mega art proje kapsamında 100’ü aşkın ülkenin duvarlarının fotoğraflarını çekti. Duvarlar önemliydi; hızla geçen hayatın ardında kalan her şeyin aynasıydı onlar. Böylece bu insanüstü çabanın sonunda, dünyanın en kritik 30-40 yılının yansıdığı muhteşem bir arşiv oluştu. Çünkü sanatçının objektifinden yansıyan duvarlarda o memleketin,
o şehrin, o mahallenin ekonomik durumu, politik tercihi, insanların umutları ya
da mutsuzlukları, güncel endişeleri, gelecek beklentilerinden cinsel kültürlerine kadar insana özgü bütün durumları kayıt altına alınıyordu. Bu dev proje “Fısıldayan Duvarlar” ismiyle dünyada modern sanatın en önemli merkezlerinden
Paris’te, Pompidou’da sergilendi. Sanatçı, duvarlardaki her şeyi tuvalinde yeniden yaratarak meşhur duvarlar serisi resimlerini bu tarihlerde yapmaya başladı. Aynı zamanda bütün dünyanın haklı hayranlığını kazanan kurdeleler serisi,
kolaj ve dekolaj serileri Doğançay’ı dünyaya tanıttı. 1983’te Fransa’nın ünlü halı
merkezi Aubusson’da tablolarını dokumaya başladı. Kısaca bu uzun destansı sanat mücadelesi, New York’taki Metropolitan’dan Londra’daki Victoria & Albert
Müzesi’ne dünyanın en önemli 70 müzesinde eseri bulunan bir dünya sanatçısı
Burhan Doğançay’ı yarattı. Ama bu, Doğançay için asla yeterli değildi. O kendisi için değil doğduğu şehir İstanbul ve ülkesi Türkiye için ideallerle dolu bir öncü
aydındı. New York’ta, dünya sanatının merkezinde 40 yıl sürdürdüğü sanatsal
He resigned from his position as a civil servant in New York while on a trip representing the Ministry of Foreign Affairs. He turned down a promising academic
career and a post as a senior civil servant, starting a struggle for survival in New
York City, the center of the art world. He found success during his second year
there. One of Doğançay’s paintings was purchased by the director of the Guggenheim Museum, Thomas Messer, for the museum’s collection. Following six
months of difficulties and severe weather conditions, he had an exhibit at Kennedy Airport, which lasted for two and a half years, featuring nineteen magnificent photographs; these were of the Brooklyn Bridge and some measured more
than two meters in size. This inspired the artist’s “wall series”, which was well
received in the international art arena. Within the context of this mega art project, Doğançay photographed walls in more than 100 countries. He believed that
walls are important as they mirror life quickly passing by and show everything
that has been left behind. Eventually, as a result of his tireless efforts, a spectacular archive entitled “Whispering Walls” was created, reflecting 30-40 of the most
critical years of the world. These walls reflect the economic conditions, political preferences, hopes, misery, current worries, future expectations, and sexual
culture that are peculiar to the people of those countries, cities, and neighborhoods. This massive project was exhibited at the Paris Pompidou Center, one of
the most important centers of modern art in the world. At the same time, the
artist started to recreate the famous “series of walls” on canvas. Simultaneously
a series of ribbons, collage, and dècollage, admired internationally, introduced
Doğançay to the world. In 1983, he began to weave his works at Aubusson, the
famous center for rugs in France. In a short period of time, Burhan Doğançay,
who has artwork in 70 of the most important museums in the world, from the
Metropolitan in New York to the Victoria & Albert Museum in London, became
known worldwide. However, this was not enough for Doğançay. He was a pioneer, a visionary man who was filled with goals not for himself, but for the city
Burhan Doğançay ve çocuklar. / Burhan Doğançay and the children
birikimini artık doğduğu şehre, İstanbul’a taşımanın zamanı gelmişti.
Bütün dünya sanat çevrelerinin yakından tanıdığı ressam, kendi ülkesinde yeterince tanınmıyordu. 2001 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen muhteşem retrospektif sergisinin açılışı birçok İstanbullu sanatsevere Doğançay’ın orijinal eserlerini ve kendisini görmek için bir fırsat olmuştu. Burhan ve Angela Doğançay bu tarihten sonra zamanın büyük bölümünü İstanbul ve Bodrum’daki
atölyelerinde geçirmeye başladı. Doğançay kendisiyle yapılan dost sohbetlerinde “Ülkemizin en önemli üç sorunu nedir?” sorusuna “Kültür, kültür ve yine
kültür…” diye cevap veriyordu. Bunun tek çözümünün ise, yeni nesilleri kültürlü nesiller olarak yetiştirmekten geçtiğinin altını çiziyordu. İşte bu bakış açısı,
eşi Angela ile birlikte Burhan Doğançay’ı destansı bir kültürlü nesiller yetiştir-
where he was born, Istanbul, and for his country, Turkey. After 40 years in the
center of the world of art, New York, Doğançay returned to Istanbul.
The painter, well-known around the world, was relatively unknown in his home
country. The opening of the magnificent retrospective exhibition at Dolmabahçe
Palace in 2001 created a chance for art-lovers in Istanbul to see Doğançay and
his original artwork. After this, Burhan and Angela Doğançay started to spend
most of their time in their studios in Istanbul and Bodrum. Burhan Doğançay
was frequently asked what Turkey’s three major problems were. To this he repeatedly replied, “culture, culture and again culture.” He emphasized that the
only solution to this problem was for future generations to be raised in greater
awareness of cultural issues; he worked with his wife Angela on an epic project
79
İSTANBUL’DAN DÜNYAYA DÜNYADAN İSTANBUL’A DOĞANÇAY / DOĞANÇAY: FROM İSTANBUL TO THE WORLD, FROM THE WORLD TO İSTANBUL
me projesiyle buluşturdu. Bu düşünce Burhan ve Angela Doğançay’ın bir müze
kurma çabalarını başlattı. Sanatçı önce İstanbul’un kültür ve sanat merkezi
Beyoğlu’nda 5 katlı tarihi bir bina satın aldı. Dört yıllık restorasyon çalışmasından sonra Türkiye’nin ilk kişisel modern müzesi 2004 yılı Ekim ayında kapılarını sanatseverlere açtı. Doğançay için müze demek, dünyanın en etkili okulu
demekti. Müze, açıldığı günden bugüne her hafta üç-dört ilköğretim okulunun
modern sanatla buluşmasını sağladı. Aynı zamanda müzeyle birlikte Burhan ve
Angela Doğançay, kültürlü nesiller yetiştirme hedefinde birlikte çalışabilecekleri birçok kişi ve kurumla işbirliği yaptılar. Bu dönemden itibaren İstanbullular
Burhan Doğançay’la birlikte bir kültür etkinliğinin markalaşmasına ve gelenekselleşmesine, on binlerce çocuğun zihninde yer etmesine tanık oldu. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin ana sponsorluğunda altı kez Doğançay Müzesi İstanbul İlköğretim Okulları resim yarışması gerçekleştirildi. Bu küçük müze, ilköğretim çağındaki 30.000’den fazla çocuğun resimlerini sergiledi. Yarışmalara katılan çocuklar İstanbul’u düşünme, tasarlama, keşfetme ve resmetme çabalarıyla
kültürel bir donanım kazandılar.
to realize this goal. Thus, Burhan and Angela Doğançay began to set up a museum. First, Doğançay bought a five-story historical building in Beyoglu, the culture
and art center of Istanbul. After four years of restoration, Turkey’s first modern
art museum that was privately funded opened its doors to art-lovers in October 2004. For Doğançay, a museum is the most effective school for the world.
Doğançay made sure that each week at least three or four primary schools visited the museum. Also, through the museum, Burhan and Angela Doğançay have
collaborated with various people and corporations to work together towards
their goal of raising better-cultured future generations. From this time on, culture activity has become a trademark of Burhan Doğançay, and has affected
tens of thousands of children. The Doğançay Museum Istanbul Primary School
Painting Contest, sponsored by the Istanbul Metropolitan Municipality, has been
held six times. This small museum exhibited the paintings of more than 30,000
primary school children. The children who participated in the contest gained cultural achievements in their efforts of thinking, designing, discovering and painting for Istanbul.
İşte, 1900’de İmparatorlukta doğan Adil Doğançay’dan Cumhuriyet’in modern
sanat ufku olan Burhan Doğançay’a uluslararası çabalar ve uluslararası başarılarla dolu bir yüzyıl… Bütün bu sanatsal özveriyle örülmüş sergüzeştten sonra Türkiye’nin yaşayan ressamlar arasında eseri en yüksek fiyata satılan sanatçısı olmanın arka planını iyi anlamak gerekiyor. Yine geçtiğimiz yıl aralarında Picasso, Matisse, Rembrandt, Kandinsky gibi sanatçılarının da bulunduğu en değerli ressamları listesinde 221. sıraya Burhan Doğançay adının yazılması, doğ-
When looking at all of Doğançay’s artistic adventures, it is important to understand the background of this artist, one whose paintings demand the highest
prices in Turkey. Burhan Doğançay is ranked 221st on the list of most valuable
artists in the world, a list which includes artists like Picasso, Matisse, Rembrandt
and Kandinsky. This must be the fruit of Burhan Doğançay’s timely efforts.
Of course, these accomplishments were not enough for this important artist.
Doğançay’s goals were to broaden the horizon of art in the city and country
ru zamanda doğru emeklerin meyvesi olsa gerek. Elbette yaşayan en değerli ressamımız için bunlar yeterli değildir. Hakkında Almanya, Fransa, Amerika
ve Türkiye’de yazılan kitaplar, yurtdışında ve Türkiye’de aldığı birçok onur ödülü, fahri doktora, madalya, British Museum’dan Metropolitan’a dünyanın en
önemli müzelerinde sergilenen eserleri olmak üzere, bu devasa başarıların doğduğu şehre ve ülkeye sanat ve kültürel ufuk olarak yansımasıdır Doğançay’ın
hedefi.
where he was born. He was very successful and books were written about him in
Germany, France, America and Turkey. He also received honorary awards both
abroad and in Turkey, as well as an honorary doctorate and medals. In addition, his artwork has been exhibited in the most important museums around the
world, from the British Museum to the Metropolitan.
O, sürekli olarak, gelecekte dünya sanat arenasında bir Türk resminden bahsedilecekse bunun, Doğançay gibi en az elli ressamımızın milyon dolar üstünde
bir değerle eser satmasından geçtiğinin öneminden bahseder. Bunun yolu ise,
hangi alanda çalışırsa çalışsın kültürlü, sanat algısı yüksek, küresel dünyada kendine yer edinen yeni nesiller yetiştirmekten geçmektedir. İstanbul’a ve ülkemize yaptığı katkılar açısından bakılınca, “Dünya çapında bir sanatçı kendi şehri ve
ülkesi için neler yapmalıdır?” sorusunun en doğru cevabıdır Burhan Doğançay.
80
Doğançay constantly stated that for Turkish painting to be well-known in the
art world it is important that at least 50 Turkish painters sell their work for more
than a million dollars, like Doğançay. In order to accomplish this, future generations must be raised with a high appreciation of art, and be sophisticated
and interested in the world, regardless of which sector they work in. When the
contributions Doğançay made to Istanbul and Turkey are considered, we can see
that his accomplishments are the best answer to the question, “What should an
internationally-known artist do for his city and for his country?”
81
EL SANATLARININ DONKİŞOT’LARI
Zenginar Afra GÜLPINAR
THE DON QUIXOTES OF HANDICRAFTS
Zenginar Afra GÜLPINAR
EL SANATLARININ DONKİŞOT’LARI
THE DON QUIXOTES OF HANDICRAFTS
Zenginar Afra Gülpınar*
Zernigar Afra Gülpınar*
2010 yılı Ramazan ayı etkinlikleri kapsamında Taksim Gezi Parkı’nda
İstanbul’un kaybolmaya yüz tutmuş meslekleri ile ilgili düzenlenen sergi
oldukça dikkat çekti. Zenginar Afra Gülpınar, 1453 İstanbul Kültür ve
Sanat Dergisi okurları için kaleme aldığı yazısında sergiyi dergi sayfalarına
aktardı.
As part of the activities held for Ramadan 2010, the exhibition of
disappearing careers which was held in the Taksim Gezi Park in Istanbul
was very interesting. Zenginar Afra Gülpınar has brought the exhibiton
to the pages of this magazine with the article she wrote for the readers
of 1453 Journal of İstanbul’s Culture and arz.
Sizleri değerli gazeteci Zenginar Afra Gülpınar’ın bu şiirsel yazısında sergi izlenimleri ve İstanbul’a özgü meslekler hakkında paylaştığı bilgilerle başbaşa bırakıyoruz.
We leave you here with the poetical article penned by the valued journalist
Zenginar Afra Gülpınar, which is full of information about the trades peculiar
to Istanbul.
Teknoloji, tadına doyum olmayan acı bir meyve misali, el emeğine dayalı ve
Technology, like a bitter fruit that we can’t get enough of, is slowly destroying,
her biri kültürel kodlarımızı oluşturan geleneksel meslekleri birer birer yok edione by one, our handicrafts and traditions that form all our cultural codes. The
yor. Bir zamanlar mahalle başlarındaki dükkânlarında müşterilerini ağırlayan
masters who hosted the customers in their shops at the beginning of the neighustalar ya prestij kitapların fotoğraf malzemesi ya da bir sergide yağlı boya tabborhood can only now be found in glossy photography books or as an oil paintlo olarak karşımıza çıkıyor. Makinenin yaşamı sil baştan değiştiren çarklarına
ing at an exhibition. However, this does not mean that there are not masters
karşı, Don Kişot benzeri tek tük de olsa durmayı başarabilmiş ustalar yok dewho have managed to remain, even if few and far between, holding out like
ğil. İşin ilginç kısmı, bu ustaların bir kısmının mesleklerini, sanki icra etmiş olDon Quixote against the mechanical life that has wiped everything clean for a
dukları el sanatı ailenin genetik kodlarına işlenmişçesine atalarından miras alfresh start. What is interesting is that some of these masters are plying the trade
mış olmaları. Örneğin, Edirne’nin dünyaca ünlü kothey have inherited along with their genetic codes.
kulu meyve sabunlarını üreten Nihat Özer, bir kamu
For example, Nihat Özer, who produces scented
Geleneksel meslekler çağımızın Don
kurumunda finans yöneticiliği yaparken işini bırakıp
fruit soaps in Edirne that is famous throughout the
Kişotları sayılabilecek az sayıdaki usta
aile mesleğine yönelmiş. Tüm aile fertlerinin sabun
world, left his job as a manager of a financial inimalatında çalıştığını söylüyor. Özer, meyveli sastitution and returned to his family trade. He says
sayesinde yaşamaya devam ediyor.
bunların tarihini de etraflıca araştırmış. Genel kanathat all his family members work in the production
Traditional crafts survive by means of a
atin aksine, bu sanatın çıkışını Halep ve Musul illeof soap. Özer thoroughly researched the history of
few masters that can be called as the Don
rine bağlayan Özer, daha sonra Girit Adası’nda yayfruit soap. In contrast to common opinion, Özer
gınlaşan kokulu sabunların Edirne’de son bulduğuconnects the origin of this art to Aleppo and Musul,
Quixotes of our time.
nu anlatıyor. Bu sanatın kökeni 17. yüzyıla kadar gisaying that it later became widespread in Crete, fidiyor.
nally ending up in Edirne. The roots of this art
can be traced back to the 17th century.
En zoru kivi ve şeftali sabunu
Kiwi and peach soap are the most difficult
Osmanlı’da misk, amber ve gül esansı karıştırı-
larak hamur kıvamına getirilen sabunun birebir
In the Ottoman era the fruit soaps that were
meyve boyutlarında şekillendirilmesi ve germade out of soap that was mixed with essences
çek meyve renklerine uygun şekilde boyanmaof musk, ambergris and rose, and then formed
sıyla imal edilen meyve sabunları, zamanla Osinto a dough, shaped and then colored to remanlı sarayına, sultanlara, yerli ve yabancı devsemble real fruit, were among the valuable
let erkanına sunulan değerli hediyeler arasına
gifts that were presented to the Ottoman palgirmiş. Hatta bu yüzden ‘saray sabunu’ ya da
ace and the sultans, as well as both local and
El yapımı sabunlar/Hand made soups
‘padişah sabunu’ şeklinde de anılmış yüzyıllarforeign dignitaries. In fact, it is for this reason that
ca. Geçtiğimiz yüzyılda Bedesten ve Arasta Çarşısı’nda meyve sabunları satan
these soaps were referred to as “palace soap” or “sultan’s soap”. In the ninedükkânların kırktan fazla olması, ‘Sabuni’ adlı bir mahallenin bulunması, meyve
teenth century the number of shops that sold fruit soaps in the covered market
sabunculuğunun Edirne’de ne kadar önemsendiğinin ve önemli gelir kaynaklaor the Arasta Market were more than forty. The fact that there is a region of the
rından biri olduğunun göstergesi.
city known as Sabuni (soap) is an indication of to what a degree the fruit soap
makers were respected and how important a source of income the soap was.
Ancak bugün için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Bu el sanatını sürdüren
işletmelerin sayısı oldukça sınırlı. Özer, işin zorluğunu şöyle anlatıyor: “Günde
However, it is not possible to say the same thing about the situation today. The
bir kişi en fazla 150 sabun yuvarlar. Sonra bu sabunlar tellere asılıp kurutulur,
number of manufacturers who carry out this handicraft is very low. Özer, exzımparası yapılır. Tekrar kurutulduktan sonra elde boyatılır. Ardından cilası geplains the difficulty of this craft: “At most, one person can form 150 balls of soap.
lir. Bir sabunun kuruması yazın 30 gün, kışın 2.5 ay sürer. 40 çeşit ürün var. İçleLater these soaps are hung up to dry and they are sanded. Then after being dried
rinde en zoru kivi ve şeftaliyi yapmak. Bu yüzden ailede kimse bu iki ürünü yapagain they are painted by hand. Then they are varnished. It takes 30 days for a
mak istemiyor. Satışı yapmak, para kazanmak ise ayrı bir maharet.”
soap to dry in the summer, in winter 2.5 months. There are forty types of soap.
The most difficult of these are kiwi and peach. No one in the family wants to
Bir yemeni 15 ustanın elinden geçer
make either of these two products. Selling, making money is yet another skill.”
El sanatlarında bir diğer mirasçı ise Cem Dikici. Yemeni işi Dikici’ye dededen
One Yemeni goes through 15 master hands.
miras kalmış. Yemeninin bize Halep’ten, oraya da Yemen’den geçtiği bilinmekte. İlk defa Yemen Ekber adında birisi tarafından yapılmasından dolayı bu adı
aldığı söyleniyor. Oldukça sağlıklı bir ayakkabı olan yemeniyi, diğer ayakkabılardan ayıran özellik, taban ile yüzünün birleştiği yerin tamamıyla dikişli ve
dönme olması. Yani yemeni önce dikiliyor, sonra çevrilerek içi dışına getiriliyor
Another heir to handicrafts is Cem Dikici. The Yemeni work is an inheritance
from Dikici’s ancestors. The Yemeni came from Aleppo, and from there it passed
through Yemen. As these unique shoes were first made by someone called Yemen Ekber, they were referred to as Yemeni. The Yemeni, a very sound pair of
* Gazeteci
* Journalist
83
EL SANATLARININ DONKİŞOT’LARI / THE DON QUIXOTES OF HANDICRAFTS
ve asıl giyiş şeklini alıyor. Diğer bir özelliği ökçesiz oluşu. Dikici, yemeninin üç
farklı deriden imal edildiği söylüyor. Ayrıca yemeninin ayakta mantar oluşumunu ve kaşıntıyı engellediğini ileri sürüyor. Yemeninin şekil bakımından ‘Halebi’, ‘Merkup’, ‘Burnu sivri’, ‘Kulağı uzun’ ve ‘Eğri simli’ adlarında beş çeşidi bulunuyor. Dile kolay... Bir yemeni müşterinin ayağına girene kadar 15 ustanın
elinden geçiyor. Ancak Dikici, kendilerinin bu modelleri güncelleştirdiğini söylüyor. Günümüzde ustalar, gelenek ile moderni birleştirmiş. Durum böyle olunca yurt dışına da açılmayı başarmışlar. Hatta Hollywood filmlerinden bile sipariş alıyorlar. Dikici, Herry Potter için bin ve Troy filmi için bin beş yüz çift sandalet ile bot imal ettiklerinin altını çiziyor: “Hollywood piyasasının dışında yurt
dışından tek tek siparişler de alınıyor. Örneğin, İngiltere’den bir arkadaş grubu
her yıl bize düzenli ödeme yapar, istedikleri sandaletlerin modellerini gönderir
ve biz de adreslerine postalarız.”
Sedefkâr ustası on yılda yetişir
Şüphesiz günümüze kadar gelen el sanatları içinde en yaygın olanlarından birisi de sedefkârlık. Üstelik sedefkârlık sadece bu topraklara değil tüm Doğu
kültürüne yayılmış bir sanat. Çin, Hindistan, Siyam’da doğan sedefkârlık, Orta
Asya Türkleriyle beraber Anadolu’ya gelmiş. Osmanlı ülkesinde bu sanat öylesine rağbet görmüş ve gelişmiş ki; Kur’ân mahfazalarından sultan kayıklarının köşklerine; yeniçeri yatağan kabzasından, hattatın hokka takımına kadar
hemen her yerde sedef kullanılmış. Öyle ki, Hocazade Saadeddin, Fatih Sultan Mehmed’in cenaze töreninden bahsederken, ‘Tabutun som sedeften yapılmış olduğunu’ aktarır. Sultan II. Abdülhamid döneminde ikinci altın dönemini yaşamıştır sedefkârlık. Bu alandaki son büyük usta olan sedefkâr Vasıf,
sedefkârlığı ‘ahşap bezeme sanatı’ olarak tanımlıyor. Sedefin daha çok ahşapla
beraber kullanılması da bu tarifi doğruluyor. Bu sanatın Antep’te hâlâ ayakta
kalmış bir avuç isminden biri olan Hayri Kaya da mesleği amcalarından öğrenmiş. Otuz yıllık sedefkar ustası Kaya, bir ustanın yetişmesi için on yıllık titiz bir
çabanın gerektiğini söylüyor. Kaya’ya göre bu sanat için en uygun beden ceviz
ağacında var. Çünkü ceviz ağacı sert ve üzerinde istenilen bezemenin yapılmasına olanak tanıyor. Ancak kesilen ceviz ağaçlarının
da bir yıl beklemesi gerekiyor. Çünkü ağacın kuru
bir ortamda içindeki suyu bırakması ve sertleşmesi lazım. Yoksa ağaç çatlama yapıyor. Bir sehpayı
on beş günde imal eden Kaya’nın en büyük hayali
Avrupa’ya açılmak.
Sarayın gömlekçisi kasaba; Yeşilyurt
shoes, are distinguished from other shoes by the fact that at the point where the
soul and the upper join they have been completely stitched before being turned.
That is, first the Yemeni is sewn and is then turned inside out before taking its final form. Another characteristic is that this shoe has no heel. Dikici says that the
Yemeni is made of three different types of leather. Moreover, he claims that this
shoe prevents fungus and itching. There are five types of Yemeni, differentiated
by shape, the “Halebi”, the “Merkup” the “Burnu sivri” (pointed toe), “Kulağı
uzun” (long eared) and the “Eğri simli”. It sounds easy… But a Yemeni has to go
through the hands of 15 different masters before it is worn. However, Dikici says
that he has brought these models up to date. Today’s masters have combined
the traditional with the modern. Thus they have managed to open up on foreign
markets. In fact, they have even received orders from Hollywood. Dikici emphasizes that he received one thousand orders for Harry Potter and one thousand
five hundred for Troy: “Other than the Hollywood market, foreign orders are one
by one. For example, a group of friends from England pay us regularly every year
and send us the style of sandals they want and we post them.”
Ten years to train as a master in mother-of-pearl
Without a doubt one of the most widespread handicrafts today must be motherof-pearl work. Exquisite mother-of-pearl inlay is not something that is unique to
Turkey, but is spread throughout Eastern cultures. Mother-of-pearl inlay which
started China, India and Siam, was brought to Anatolia with the Central Asian
Turks. This art was in such demand and developed to such an extent in the Ottoman state that mother-of-pearl was used everywhere, from guards for the
Qur’an to the sheaths for the Janissary daggers, even for ink sets. This was true
to such an extent that Hocazade Saadeddin, when speaking of the funeral of
Fatih Sultan Mehmet tells us that “the coffin was made of pure mother-of-pearl”.
In the era of Abdülhamid II work in mother-of-pearl inlay went through a second
golden age. The last great master in this area, Sedefkâr Vasıf, defined working in
mother-of-pearl as “the art of decorating wood”. The fact that mother-of-pearl
is most often used as inlay for wood confirms this definition. Hayri Kaya, one of
the few names in Antep who keeps this art alive, learned this
art from his uncles. Kaya, a mother-of-pearl master for 30
years, states that it takes ten years of painstaking work to
train a master. According to Kaya the most suitable wood for
this art is walnut, because walnut is hard and one can easily
carry out any decoration one wants. However, it is necessary for walnut to wait a year before being used because the
wood must be left in a dry place for the water in it to evaporate and it to harden; otherwise the wood will crack. Kaya
can make a coffee table in fifteen days and his dream is to be
able to get into the European markets.
Sedefkârlık gibi birçok medeniyete mal olan sanatlar olduğu gibi ‘bürümcülük’ gibi dünyada sadece Muğla’ya bağlı Yeşilyurt beldesinde yapılan nadir el sanatları da var. Bu beldenin kadınlaYeşilyurt, the town of the palace shirt-maker
rı belde kurulduğundan beri bu sanatla uğraşıyor.
Yeşilyurt’taki elle dokunan tezgâhlardan birinin saIn the same way that mother-of-pearl inlay is something that
hibi Zeynep Karacan, Osmanlı döneminde saraya
belongs to many civilizations, there are arts that are affiliiç gömleğin Yeşilyurt’dan gittiğini söylüyor. Hatated with only one place; for example bürümcülük is a rare
ta düğünde altın bileziğin karşılığı olarak kız taraart form that only exists in Yeşilyurt, a town connected to
fı damada iç gömleği dokurmuş. 1992 yılında MuğMuğla. The women in this town have been involved in this
la Valiliği’nin desteği ile bir kooperatif kurulsa da
handicraft from its very establishment. One of the owners of
ömrü uzun olmamış. Çünkü Beymen dahil birçok
the weaving looms in the town is Zeynep Karacan, and she
ünlü markadan sipariş alan kooperatif talepleri yeclaims that in the Ottoman period shirts from Yeşilyurt were
Sedef
kakma/Mother
of
pearl
inlaid
rine getiremeyince markalar geri çekilmiş. Ardınsent to the palace. In fact, the bride’s family would present the
dan Karacan, bu mesleği genç nesillere öğretmek
groom with a shirt from here in return for the gold bracelets. Even though in
amacıyla kurs açtırmak için girişimlerde bulunmuş. Netidece açılan kurslarla
1992 a cooperative was established with support from the Muğla Governor’s
bürümcülük sanatı mesleğin son temsilcileri olan yaşlı ninelerden, genç nesilOffice, it did not last long; as when many famous manufacturers, including Beylere aktarılmış. Ev dekorasyonu ile ilgili tüm ürünleri üretebildiklerini belirten
men, gave orders but these could not be met and the manufacturers withdrew.
Karacan “Ürünlerimiz yüzde yüz pamuk ve ipekten mamul. Konfeksiyon kuraAfter this Karacan started to teach courses to train the younger generation in
madığımız için gömlek yapamıyoruz. Yoksa ürünlerimizin adı yurtdışına bile yathis handicraft. As a result of the courses the art of bürümcülük has been passed
yılabilirdi” diyor.
down from the elderly grandmothers to the younger generation. Karacan, who
says that they can make all types of products concerned with home decoration,
says “Our goods are made from one hundred percent cotton or silk. As we don’t
have a ready-made factory we don’t make shirts. Otherwise we would even be
able to send our goods abroad.”
84
OSMANLI DEVLETİNDE FUARCILIK
Mehmet MAZAK
FAIR ORGANIZATION
IN THE OTTOMAN EMPIRE
Mehmet MAZAK
OSMANLIDA FUARCILIK / FAIR ORGANIZATION IN THE OTTOMAN EMPIRE
OSMANLI DEVLETİNDE FUARCILIK
FAIR ORGANIZATION IN THE OTTOMAN EMPIRE
Mehmet MAZAK*
Mehmet MAZAK*
Osmanlı Devleti’ni oluşturan halkın büyük çoğunluğu çiftçilik ve hayvancılıkla uğraştığı için fuar ve sergi kavramlarından çok daha önceleri panayır olgusu ile tanışmışlardır. Panayırlar, binlerce yıldır zanaatkârlar ile kendi kendine yetebilen
tarım topluluklarını buluşturan yegane kurum olmuştur. Geçimlerini tarım ve
hayvancılık uğraşı ile sağlayan sanayi öncesi topluluklar, yılda birkaç kez gerçekleştirilen panayırlar sayesinde “kendilerinin üretemediği bir şey”e ulaşabiliyorlardı. Osmanlı toplumunda panayırlar şehirlerde, kasabalarda ve hatta köylerde
bile karşımıza çıkan bir oluşumdu.
As the majority of the Ottoman community dealt in agriculture and husbandry,
they encountered the concept of kermis (sales) long before the concepts of fair
or exhibition. Over thousands of years, kermises were the sole foundation that
brought craftsmen and self-sufficient farming communities together. Thanks to
the kermises which were organized a couple of times a year, pre-industrial communities which sustained a living through husbandry and agriculture were given
the chance to access “things that they could not produce themselves”. Within
the Ottoman community, these kermises could be found in cities, towns and
even villages.
Ancak gelişen sanayiye paralel olarak Osmanlı Devleti’nin değişik vilayetlerinde
üretilen malların sergilenebileceği farklı platformlara ihiyaç duyulması ile birlikte
ulusal ve uluslararası sergi ve fuarlara katılım başladı.
Fuar, ticaretle ilgili ürün ve hizmetlerin, teknolojik gelişmelerin, bilgi ve yeniliklerin tanıtımı, pazar bulunabilmesi ve satın alınabilmesi, teknik işbirliği, geleceğe
yönelik ticari iş birliği kurulması ve geliştirilmesi için, belirli bir takvime bağlı olarak, düzenli aralıklarla, genellikle de aynı yerlerde gerçekleştirilen bir tanıtım etkinliği olarak tarif edilir.
However, parallel with developing industry, the need for a variety of platforms
for products produced in different regions of the Ottoman Empire appeared, and
as a result there began to be a participation in international fairs and exhibitions.
A fair can be defined as a public activity in which products and services related to
trade, technological achievements, knowledge and innovation are displayed and
sold, markets are found and collaborations for technical and future commercial
enterprises are formed and developed. It is organized at regular intervals, depending on a specific agenda, and generally at the same locations.
Sanayinin gelişimi, yeni pazarlar ve müşteriler bulma gayreti ile Batı’da sergi ve
fuar etkinliklerinin başlamasına şahit oluyoruz. 19. yüzyılın başından itibaren birThe beginning of fairs and exhibitions in the West began with the development
çok Avrupa şehrinde sergi ve fuar denemeleri yaof the industrial sector and the efforts to find new
pılmaya başlanmıştır. Ancak 19. yüzyılın ikinci yamarkets and customers. From the beginning of
rısından itibaren, Batı dünyasında uluslararası serthe 19th century, trial fairs and exhibitions startOsmanlı Devlet adamları Avrupa’da katıldıkgiler dönemi başladı. 1851 yılında Londra’da başed. However, from the second half of the 19th cenları üç uluslararası serginin kültürler arası iletilayan uluslararası sergi ve fuar zincirine günümüztury, the era of international exhibitions began.
şim ve ticari başarısını gördüler ve geniş bir coğde dahi her yıl yeni bir halka eklenmektedir. Ünlü
Even today, every year a new link is added to the
rafyaya yayılmış bulunan Osmanlı’nın Payitahbir tarihçinin deyimiyle bu sergi ve fuarlar Batı’nın
chain of international fairs and exhibitions; this
tı İstanbul’da bir sergi (fuar) vücuda getirmek iskendi ekonomik ve sanayi zaferlerini kutlamachain started in London in 1851, and according to
tediler.
ya yönelikti. Ancak bu sergilerde Doğu ülkeleri de
a historian, these exhibitions and fairs were the
kendi kültürlerini sunma olanağı bulmuştur.
West’s celebration of economic and industrial triThe statesmen of the Ottoman Empire realized
umphs. However, Eastern counties also found an
the success of the three international fairs
Osmanlı Devleti’nin katıldığı ilk uluslararası sergi
opportunity to demonstrate their own cultures at
which
they
had
attended
for
cross-cultural
ve fuar “1851 Londra Evrensel Sergisi”dir. Bu sergi
these events.
communication and trade, and decided to create
dünyanın ilk uluslararası fuar organizasyonu olaan exhibition (fair) in Istanbul, the capital city of
rak tarihe geçti. Londra evrensel sergisi, uluslaraThe first fair and exhibition which the Ottoman
the geographically dispersed Ottoman empire.
rası ve kültürler arası iletişimde yeni bir çağ başEmpire attended was the 1851 London Exhibition.
lattı.
This exhibition went down to history as the first
international fair. The London Exhibition started
Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid, Kraliçe
a new era in international and cross-cultural comViktorya’nın daveti ile 1851 yılında “Londra Evrenmunication.
sel Sergisi”ne “Ülke topraklarının verimliliğini göstermek, Osmanlı tebasının tarım, sanayi ve sanat
The sultan of the Ottoman Empire, Sultan Abdulalanlarındaki kabiliyetini kanıtlamak, Padişah’ın
mecit, was invited by Queen Victoria ttto attend
ülkenin gelişmesi yolunda sarf ettiği gayreti ortaya
the London Exhibition; he went with the idea to
koymak...” düşünceleri doğrultusunda katıldı. İm“demonstrate the prolificacy of the agricultural
paratorluğun çeşitli bölgelerinden 700 üreticiye
lands, prove the ability of the Ottoman citizens in
ait tarım ve elsanatları ürünleri 200 sandıkla Fevz-i
industry, agriculture and art, display the efforts
Bahri fırkateyniyle Londra’ya gönderildi. İlk uluslathe Emperor made in expenditure for the develrarası sergi olan “Londra Evrensel Sergisi” sonunopment of the country...” Agriculture products
da Osmanlı Devleti’nin göndermiş olduğu çeşitli
and handicrafts belonging to 700 producers from
ürünlere kalite ve başarı ödülü verildi.
different parts of the Empire were sent to London
in 200 chests on the ship, Fevz-i Bahri. At the end
Osmanlı Devleti, Londra’daki evrensel serginin
of the London Exhibition, the first international
ardından 1853 yılında New York’ta yapılan ulusexhibition, a variety of products from the Ottolararası sergiye uzaklığı sebebiyle katılmadı. Anman Empire were given awards for their quality
cak 1855 yılında Kırım Harbi’ne denk gelen “Paand innovation.
ris Evrensel Sergisi”ne iştirak etti. Bu sergiye katılmalarının bir sebebi de İngiltere ve Fransa ile birAfter the London Exhibition the Ottoman Empire
likte Rusya karşı savaşmalarıydı. Osmanlı Devlewas unable to participate in the international
ti sergiye gidecek ürünlerin belirlenmesi için maexhibition organized in New York in 1853, due to
halli meclis ve memurları görevlendirdi. Bölgeler- 1855 Paris Sergisi’nde Türk Pavyonu. / Turkish Pavilion at 1855 Paris Exposition.
the distance. However, the Ottoman Empire did
de ürünler titizlikle seçilerek muntazam bir şekilde
attend the World Fair in Paris in 1855, which coinİstanbul’a gönderildi. İmparatorluğun birçok bölgesinden yüz binlerce ürün topcided with the Crimean War. One of the reasons for attending this exhibition was
landı. Seçilen ürünler hükümet tarafından yurtdışına gönderildi. 1855 yılındaki
due to the war it was fighting with Britain and France against Russia. The OttoParis Sergisi’nde 27 madalya ve 20 mansiyon ödülü alan ürünlerden bazıları şöyman Empire appointed regional assemblies and civil servants to determine those
leydi: Aydın inciri, İzmir kuru üzümü, Amasya arpası, Konya buğdayı, Bursa ipeği
products that would be taken to the exhibition. In the regions the products were
ve Hereke Fabrika-i Hümayun’un ürettiği şerit ile kurdeleler.
carefully selected and sent to Istanbul. Hundreds of thousands of products were
* Araştırmacı
86
* Researcher
Osmanlı Devleti’nin katıldığı üçüncü uluslararası sergi ve fuar, 1862 yılında yapılan Londra II. Evrensel Sergisi’dir. Bu sergiye yine Devlet-i Ali’nin çeşitli yerlerinden el emeği göz nuru ürünler topanarak bir önceki Londra sergisinden daha
fazla yerde 25 pavyonda sergilendi. Bu sergilenen ürünlere 83 altın madalya, 44
mansiyon ödülü verildi.
collected from many regions of the Empire and sent abroad by the government.
Some of the products, which received 27 medals and 20 honorable mentions at
the Paris Exhibition in 1855, were as follows: figs from Aydın, raisins from İzmir,
barley from Amasya, wheat from Konya, silk from Bursa and ribbons produced
by the Imperial Fabric in Hereke.
Osmanlı Devlet adamları Avrupa’da katıldıkları üç uluslararası serginin kültürler
arası iletişim ve ticari başarısını gördüler ve geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan Osmanlı’nın Payitahtı İstanbul’da bir sergi (fuar) vücuda getirmek istediler.
Bu düşünce ile 1863 yılında İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda “Sergi-i Umumi-i
Osmani” adıyla bir fuar düzenlendi. 27 Şubat 1863 Cuma günü Ramazan ayının
dokuzunda Sultan Abdülaziz serginin açılışını gerçekleştirdi. Yaklaşık beş ay açık
kalan sergiye yurt içinden ve Avrupa’dan yoğun bir ilgi oldu. Sergi Osmanlı İmparatorluğu için çok faydalı oldu. Daha önce yurt dışından ithal edilen birçok ürünün farklı eyaletlerde üretildiği görüldü, Devlet-i Âli’nin farklı coğrafyalarındaki
esnaf ve brokraside görev alan vatandaşlarının tanışıp kaynaşmasına vesile oldu.
Osmanlı’nın zenginliği ve kültürel çeşitliliği gözler önüne serildi.
The third exhibition and fair which the Ottoman Empire attended was the “Second London Universal Exhibition” organized in 1862. Again, handicraft products
were collected from different places of the country and this time they were
exhibited in 25 pavilions, a greater number of locations. These products were
awarded 83 golden medals and 44 honorable mentions.
Osmanlı Devleti’nin üst düzeyde katıldığı ilk sergi 1867 Paris II. Evrensel Sergisi oldu. 21 Haziran 1867’de Sultaniye Yatı ile yola çıkan Sultan Abdülaziz Han’ın
beraberinde genç Şehzade Abdülhamid de bulunuyordu. Paris Sergisi’nde Batılı devletlere ait pavyonlarda gördüğü teknolojik yenilikler genç şehzadeyi derinden etkiledi. 1867 Paris II. Evrensel Sergisi sadece sanayi ve ticari bir işlev görmemiş, aynı zamanda siyasi bir buluşma noktası olarak da ön plana çıkmıştır. Sultan Abdülaziz’in yanında, Rus Çarı, Avusturya İmparatoru, Belçika, Portekiz, İsveç, Prusya Karalları ve Galler Prensi de katılmış ve siyasi görüşmeler yapılmış-
The statesmen of the Ottoman Empire realized the success of the three international fairs which they had attended for cross-cultural communication and
trade, and decided to create an exhibition (fair) in Istanbul, the capital city of
the geographically dispersed Ottoman Empire. Thus a fair, the Sergi-i Umumi-i
Osmani, was organized in Sultanahmet Square, Istanbul, in 1863. Sultan Abdülaziz opened the exhibition on the 27 February, 1863, Friday, on the ninth day
of Ramadan. Both Europeans and the local people showed intense interest in
the exhibition, which remained open for approximately five months. This was a
particularly beneficial exhibition for the Ottoman Empire. Thanks to the exhibition, it was seen that a variety of products which had previously been imported
from abroad were now actually being produced in the different regions of the
Empire. In addition, artisans from different parts of the empire and members of
the bureaucracy had the chance to interact. The wealth and cultural diversity of
the Ottoman Empire were revealed.
Henry Courtney Selous tarafından yapılan ve 1851 Londar Sergisi’nin açılışı
The painting by Henry Courtney Selous, showing the opening of 1851 London Great Exhibition.
87
1851
Londra Sergisi’nde
/ TurkishIN
Pavilion
at 1851 London
Great Exhibition
OSMANLIDA
FUARCILIKTürkiye
/ FAIRPavyonu.
ORGANIZATION
THE OTTOMAN
EMPIRE
88
tır. Sergilerde farklı milletler için ayrı ayrı pavyonlar kuruldu. İlk kez bu sergide
sanat eserleri gönderilmeye başlandı. Amadeo Preziosi, Osmanlı ressamı olarak
suluboya tabloları ile sergiye katılmış sanatçılardandı. Bunun yanında yağlıboya
resim, mimari çizim, fotoğraf ile katılım bu sergide gerçekleşti. Yine ilk kez her
ülke kendi mimari üslubuna uygun olarak biçimlendirilmiş bağımsız yapı grupları yapma imkânına kavuştu. Osmanlı ve Mısır mahalleleri sergi alanında bitişik olarak yerleştirildi. Osmanlı Devleti, Champ de Mars’da kendisine ayrılan bölümde biri cami, biri köşk ve biri de hamam olmak üzere üç eser inşa etti. Sultan
Abdülaziz’in ziyareti vesilesiyle Osmanlı mahallesinin bulunduğu mekânın girişine üstünde padişahın tuğrası bulunun bir de zafer takı inşa edildi. Osmanlı Devleti, beş bine yaklaşan ziyaretçi ile Fransa ve İngiltere’den sonra en büyük katılımı sağlayan üçüncü ülke oldu.
Osmanlı Devleti, uluslararası sergi ve fuarlara katılım noktasında hayli gayretli olmuş, davet ediliği sergilere katılım sağlamaya özen göstermiştir. 1873 Viyana Evrensel Segisi, 1876 Philadelphia Evrensel Segisi ve 1889 Paris Evrensel Sergisi de bunlardandır.
The first exhibition that the Ottoman Empire attended with high-ranking representatives was the 1867 Second Universal Exhibition of Paris. Sultan Abdülaziz,
who departed with the Sultaniye Yacht on 21 June, 1867, took the young prince,
Abdülhamit, with him. The technological advancements that the young prince
saw at the pavilions of the Western countries deeply affected him. The 1867
Second Universal Exhibition of Paris not only had an industrial and commercial
function, but also stood out as a political meeting point. Alongside Sultan Abdülaziz, the czar of Russia, the emperor of Austria, kings from Belgium, Portugal,
Sweden and Prussia, and the Prince of Wales attended the exhibitions and political discussions were held. At the exhibitions, different pavilions were set up for
different nations. For the first time, art works were sent to this exhibition. As an
Ottoman painter, Amadeo Preziosi was one of the artists who participated in
the exhibition with his watercolor paintings. In addition, oil paintings, architectural drafting and photography were displayed at this exhibition. Another first
was that every country gained the opportunity to make independent groups of
buildings in their local architectural style. The Ottoman and Egyptian districts
were placed next to one another in the exhibition area. At the Champ de Mars,
the area reserved for the Ottoman Empire, three works were built, a mosque, a
mansion and a Turkish bath. Also, to honor the visit of Sultan Abdülaziz, a triumphal arch with the Sultan’s tughra on it was built at the entrance to the Ottoman
District. With nearly five thousand visitors, the Ottoman Empire was the third
country, after France and England, in popularity.
1876 yılı Amerika’nın bağımsızlığını kazanmasının 100. yıldönümüydü. Ülkenin
kuruluşunun bu önemli kilometretaşının, tüm dünya ülkelerinin katılımı ile organize edilecek bir fuar ve sergi ile kutlanması planlandı. Osmanlı Devleti’nin Washington temsilcisi Guy d’Aristarchi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın fuar
davetiyesini İstanbul’da hükümete iletirken, bu fuarın “Osmanlı’nın
Amerika’ya olan samimi duygularının göstergesi olması” açıThe Ottoman Empire had always been eager to attend internasından çok önemli olduğunu söyledi. Ancak fuar sadece sational fairs and exhibitions, as well as being keen to particimimi duyguların ifadesi için değil; tütünden kahveye, hapate in every fair and exhibition to which it was invited. The
lıdan kilime kadar Osmanlı ürünlerini Amerikan pazarı1873 Universal Exhibition of Vienna, The 1876 Universal
na tanıtmak için de büyük bir fırsattı. Hem Osmanlı hem
Exhibition of Philadelphia and the 1889 Universal Exhibide Mısır ve Tunus, 1867 yılında Paris’te, 1873 yılında da
tion of Paris are a few examples of these.
Viyana’da gerçekleştirilen fuarlarda uluslararası ticare1876 marked the centenary of America’s independence.
tin tadını almıştı. Üç ülke de Avrupa’daki fuarlardan sonThe organization of a fair and exhibition to celebrate
ra Amerika’nın davetine icabet etmekte tereddüt etmethis milestone and to which all countries throughout the
di. Kırktan fazla ülkenin temsilci gönderip standlarını açworld was planned. While delivering the invitation to the
tığı fuar, Philadelphia’da gerçekleştirilecekti. Katılımcılar
fair from the American State Department to the governarasında Avrupa ülkelerinin dışında Orta Doğu’yu temsiment at Istanbul, the Washington representative of the Otlen Osmanlı Devleti, Mısır ve Tunus da vardı. The Cententoman Empire, Guy d’Aristarchi, stated the importance of this
nial Exhibition (100. Yıl Fuarı) Philadelphia’da Fairmont Park’ta
fair in the sincere demonstration of Ottoman feelings towards
10 Mayıs – 10 Kasım 1876 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Fuar
America. However, the fair was not only an expression of sincere feelbaşladığında Abdülaziz tahtaydı, bittiğinde ise Abdülhamit tahtı devings, but also an important opportunity for the presentation
ralmıştı. Osmanlı Devleti, Philadelphia’da Türk Kahve Evi ve Ka1863 sergisi için üretilen madalya
palıçarşı standları ile fuara katılmaya karar verdi. Mısır ve Os- Madallion in memory of 1863 exhibition of Ottoman products, ranging from tobacco to carpets, to the
American marketplace. Both the Otmanlı Devleti fuarda aynı büyüklükte
toman Empire, Egypt and Tunisia had
mekâna sahip olacaklardı; ancak Ostasted international trade at the fairs
manlı Devleti’ne fuarda daha büyük bir
sergi alanı tahsis edildi.
organized in Paris in 1867 and Vienna in
1873. Thus, after the fairs they had parÖte yandan 19. yüzyıldaki en önemticipated in Europe, all three countries
li sergilerden biri hiç şüphesiz ki Chidid not hesitate to accept the invitacago Sergisi oldu. Dönemin hükümdation to the American fair. The fair, with
rı Sultan II. Abdülhamid de sergiye bürepresentatives from more than forty
yük önem vererek sergi hazırlıklarını yacountries, was to take place in Philadelkından takip etti. Sergide bir ‘Türk Köyü’
phia. In addition to the European counkurduran Sultan, burada Osmanlı sınırtries, the Ottoman Empire, Egypt and
larında üretilen 3 binden fazla ürünün
Tunisia were among the participants.
sergilenmesini sağladı. Daha da önemThe Centennial Exhibition was carried
lisi, Süleymaniye Camii, Sultanahmet
out in Fairmont Park, Philadelphia,
Çeşmesi ve Dikilitaş’ın maketleri, Osbetween the 10th of May and 10th of
manlı bölümüne dâhil edildi. Sergi boNovember, 1876. When the fair began,
yunca çeşmenin musluklarından sebil
Abdülaziz was the sultan; however by
şerbet akıtıldı. Sergi alanında inşa ediits conclusion, Abdülhamit had taken
len Türk camisinden de günde beş vakit
over the throne. The Ottoman Empire
ezan okundu, cemaatle namaz kılındı.
decided to participate in the fair with
Hariciye arşivindeki vesikalar, sergi açıthe Turkish Coffee House and the Grand
lışında Chicago caddelerinde gösteri yaBazaar stands. It was assumed that
pan Osmanlı bandosunun binlerce fesEgypt and the Ottoman Empire would
li Amerikalı’nın tezahüratı ile karşılaştıkhave areas of similar sizes; however, at
larını yazmaktadır. Bu serginin bir diğer
the fair a larger area was given to Ottoözelliği de ‘Dinler Kongresi’ne ev sahipman Empire.
liği yapmasıydı. Muhtedi Muhammed
Russell Webb’in konuşmacı olarak kaThe Chicago World Fair was undoubttıldığı kongrede Amerikalı Teresse Oyeedly one of the most important exhibi1855 Paris Sergisi’nde Türkiye Pavyonu / Turkish Pavilion at 1855 Paris Exposition.
le de sahabe hanımlar üzerine bir tebtions of the 19th century. The ruler of the
89
OSMANLIDA FUARCILIK / FAIR ORGANIZATION IN THE OTTOMAN EMPIRE
liğ sundu. Paris’te yaşayan Teresse Hanım’a Osmanlı Devleti’nin bizzat teşekkür
ettiği devlet kayıtlarına geçerken, Russell Webb II. Abdülhamid tarafından New
York’a ilk Osmanlı Başkonsolosu olarak atandı.
19. yüzyılın son evrensel sergi ise Paris’te gerçekleşti. 1900 yılında yapılan Paris
Sergisi, sanayi ve tarım ürünleri ve sanat eserlerinin bilimsel buluşlarla birlikte
sergilendiği son uluslararası sergi olarak tarihe geçti. Sergi 543 dönüm arazi üzerine kuruldu. Yaklaşık 80 bin sergileyicinin katıldığı sergiyi 48 milyon kişi ziyaret
etti. Aynı döneme ait nüfus verileri dikkate alındığında 50 milyona yaklaşan ziyaretçi sayısıyla yüzyılın son evrensel sergisinin şanına yakışır bir şekilde tarih sahnesinden ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Yürüyen merdiven ve hareketli filmler gibi
yenilikler ilk kez bu sergide gün yüzüne çıktı.
Osmanlı döneminde dünyadaki sanayi ve ticari alandaki gelişmeler yakından takip edilerek o günün şartlarında birkaç tanesi dışında bütün uluslararası sergi ve
fuarlara katılınmıştır. New York fuarına devlet olarak katılamamış ancak bireysel
bazda katılım teşvik edilmiş ve New York sergisine katılan Osmanlı esnafı daha
sonra devlet tarafından nişan ve beratla ödüllendirilmiştir.
time, Sultan Abdülhamid II, gave great importance to this exhibition as well, and
closely followed the preparations for it. By having a “Turkish Village” built for exhibition, the sultan assured that more than three thousands products produced
within the boundaries of the Ottoman Empire would be on display. More importantly, models of Süleymaniye Mosque, Sultanahmet Fountain and the Obelisk
were included in the Ottoman section. During the fair, free sherbet flowed from
the taps of the fountain. Moreover, at the Turkish Mosque that was built in the
exhibition area, azan was recited five times during fair and people prayed in
congregation. The State Department records tell us that the Ottoman Band performed in the streets of Chicago for the opening of the exhibition and that this
was welcomed by thousands of Americans wearing fez. Another important feature of this exhibition was that it hosted the Congress of Religions. Russell Webb,
who had changed his religion to Islam, attended the congress as a spokesman
and the, American Teresse Oyele presented a statement about the women Companions of Prophet Muhammad. The gratitude expressed by the Ottoman Empire to Lady Teresse, who was living in Paris, is a matter of government record
and Abdülhamid II appointed Russell Webb as the first Consul General of the
Ottoman Empire in New York.
The final world fair in the 19th century took place in Paris. The Paris
Exhibition of 1900 made history by
being the final international exhibition where industrial and agricultural products were displayed alongside
with art works and scientific inventions. The exhibition was set up on
a land of 543 acre. 48 million people
visited the exhibition to which approximately eighty thousand exhibitors attended. When the population
data of the same period is taken into
consideration, it becomes clear that,
the last universal exhibition had left
the pages of history with 50 million
visitors which befitted to its glory.
The innovations such as the moving
staircase or motioned picture were
revealed firstly at this exhibition.
During the Ottoman era, the progressions in the industrial and commercial fields were followed closely,
and at the conditions of that time,
except a couple of them, all the international fairs and exhibitions
were attended. Even though the
Empire could not have attended to
the New York Fair itself, it encour1873 Viyana Evrensel Sergisi’nde Türk Kahvesi. / Turkish coffe house at 1873 Vienna Universal Exposition
aged individual participation and the
artisans of Ottoman Empire that attended the New York Exhibition were awarded with medals and certificates by
Sergi ve fuar organizasyonlarının faydalarını gören Osmanlı Devlet görevlileri
the government.
1863 yılında Sergi-i Umum-i Osmani’yi düzenlediler. Sergi ve fuar organizasyonu için 1894 yılında plandıkları Dersaadet Ziraat ve Sanayi Sergi-i Umumisi projeAfter seeing the benefits of the organization of fairs and exhibitions, the govsinden o yıl İstanbul’da meydana gelen büyük depremden dolayı vazgeçmek zoernment officials of the Ottoman Empire organized “Sergi-i Umumi- Osmani” in
runda kaldılar. Ancak 1906 yılında Anadolu’nun üç farklı şehrinde ziraat ve sa1863. Because of the major earthquake happened in Istanbul in year 1894, they
nayi sergisi ve fuarı düzenlendi. Bunlar Diyarbakır Ziraat ve Sanayi Sergisi, Trabhad to give up the plans for the organization of “Dersaadet Ziraat” and “Sergi-i
zon Sanayi Sergisi ve İzmir Sanayi ve Ticaret Sergisi’dir. 1912 yılında Bursa SanaUmumisi” projects as fairs and exhibitions for the same year. However, in year
yi Sergisi düzenlendi. Son olarak da 1923 yılında Adana’da Sanayi ve Ziraat Ser1906, agriculture and industry fairs and exhibitions were organized at three difgisi gerçekleştirildi.
ferent cities of Anatolia. These were the Agriculture and Industry Exhibition of
Sonuç olarak, dünyadaki ilk uluslararası sergi ve fuar organizasyonu olan 1851
Londra Sergisi’nden 1923 yılına kadar 72 yılda Osmanlı Devleti 55 ulusal ve uluslararası sergi ve fuara iştirak ederek dünyanın sanayi ve zirai gelişimini yakından
takip etmiştir.
90
Diyarbakir, Industry Exhibition of Trabzon, and the Industry and Trade Exhibition
of Izmir. In 1912 the Industry Exhibition of Bursa was organized. Finally, in year
1923, Industry and Agriculture Exhibition of Adana was carried out.
In conclusion, from the first international exhibition and fair of the world; 1851
Universal Exhibition of London, to 1923, within 72 years, the Ottoman Empire
had attended 55 national and international exhibition and fair, and thus had followed the industrial and agrarian development of the world closely.
KİTAP FUARI DEYİNCE AKLA GELEN
Metin CELÂL
WHAT COMES TO MIND WHEN WE
HEAR ‘BOOK FAIR’
Metin CELÂL
KİTAP FUARI DEYİNCE AKLA GELEN / WHAT COMES TO MIND WHEN WE HEAR ‘BOOK FAIR’
KİTAP FUARI DEYİNCE AKLA GELEN
WHAT COMES TO MIND WHEN WE HEAR ‘BOOK FAIR’
Metin CELÂL*
Metin CELÂL*
Ülkemizde kitap fuarı denince akla “Tüyap” gelir. “Tüyap” denince de İstanbul
Kitap Fuarı. Oysa Tüyap büyük bir fuarcılık firması ve her yıl başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinde ve yurtdışında yüzlerce farklı fuar düzenliyor. Selpak deyince kâğıt mendili, jilet deyince tıraş bıçağını anlamamız gibi Tüyap da kitap fuarının ön adı oldu sanırım. Ülkemizde ilk olarak Tüyap’ın 1982 yılında Taksim Intercontinental Oteli’nde kitap fuarı düzenlediği sanılıyor.
When we hear the phrase “book fair” in Turkey what comes to mind is Tüyap.
And when we hear Tüyap, we remember the Istanbul Book Fair. In fact, Tüyap
is a firm that every year organizes hundreds of fairs, both abroad and in many
provinces of Turkey, but most particularly in Istanbul. I think Tüyap has become
the leading name in book fairs, just like Selpak has for tissues and Gilette for
razors. It is generally accepted that Tüyap organized the first book fair in Turkey
at the Taksim Intercontinental Hotel in 1982.
Türkiye’de kitap sergileri, kitap fuarları o kadar yeni değil ama dünyada neredeyse matbaanın icadıyla başlayan kitap fuarları gibi yüzlerce yıl geriye de gitmiyor. Ülkemizde bilinen ilk kitap sergisi 1929’da Türk Ocağı tarafından açılan “Türk Matbaacılığının İkiyüzüncü Yıldönümü Sergisi”. Bu küçük çaplı sergiyi Selim Nüzhet Gerçek düzenlemiş. Bunu Selim Nüzhet’in 1931’de Galatasaray
Lisesi’nde Matbuat Cemiyeti adına gazeteciliğimizin yüzüncü yıl dönümü için
açtığı sergi izliyor.
In Turkey book exhibitions and book fairs are not such recent events, but they
do not date back hundreds of years like other book fairs, some of which started
almost simultaneously with the invention of printing press. The first known book
fair in Turkey was ‘The Exhibition Marking the 200th Anniversary of the Turkish
Printing Press’, organized by the Türk Ocağı (Turkish Guild) in 1929. This small
fair was organized by Selim Nüzhet Gerçek. The following one was organized by
Selim Nüzhet in 1931 at Galatasaray High School on behalf of the Press Association to makr the 100th anniversary of journalism in Turkey.
Gökhan Akçura’nın yazdığına göre Selim Nüzhet’in en önemli adımı 1932 yılınnın 30 Ağustos’unda İstanbul Halkevi için Beyazıt Meydanı’nda, İstanbul
Üniversitesi’nin önünde açtığı “Kitap Panayırı” olmuş. İstanbul’un bütün yayıncı
According to Gökhan Akçura, Selim Nüzhet took a most important step on 30
ve kitapçılarının katıldığı sergide yeni harflerle basılmış 1800 eser satışa çıkmış.
August, 1932. He organized a book fair in front of Istanbul University, on Beyazıt
Yani bir anlamda Harf Devrimi’nin sonuçları okurlara sunulmuş. Dört gün süren
Square; this was arranged for the Istanbul Halkevi (People’s House). All the pubpanayırda kitaplar yüzde on indirimle satılmış, panayırdan kitap ya da dergi salishers and book sellers in Istanbul participated in the fair and 1,800 books that
tın alanlar aynı alanda düzenlenen Karagöz ve Ortaoyunu temsillerini de ücrethad been printed in the new Turkish alphabet were on offer here. Thus, in a way
siz izlemişler. 1933’te benzer bir kitap panayırı Maarif Vekâleti tarafından düthe fruit of the ‘alphabet reform’ was offered to readers. The fair lasted for four
zenlenen Maarif Sergisi kapsamında Ankara’da İsmet Paşa Kız Enstitüsü ve Tidays, and books were sold at a ten percent discount; those who bought books
caret Lisesi bahçesinde açıldı. Bu panayırda da Türk
or magazines from the fair could also watch Karagöz
harfleri ile beş yıl içinde yayımlanan kitaplar yüzde on
(shadow puppets) and comedy shows free of charge.
Ülkemizde kitap fuarı denince akla
indirimle satışa sunuldu. Böylelikle kitap panayırları
A similar book fair was organized at the İsmet Paşa
“Tüyap” gelir. “Tüyap” denince de
ile birlikte indirim kavramının da kitap satışı sürecine
Institute for Girls and the College of Business and
İstanbul Kitap Fuarı.
girdiğini görüyoruz. Selim Nüzhet, sadece genel serCommerce as part of the education fair held by the
gilerle yetinmemiş, 1935’te İstanbul Tabip Odası için
Ministry of Education in 1933. The books published in
When we hear the phrase “book fair”
“Tıbbi ve Sıhhi Kitaplar Sergisi” de açmış, yani yayıncıthe new Turkish alphabet were also sold here at a ten
in Turkey what comes to mind is Tüyap.
lıkta uzmanlaşmayı özendirmiş.
percent discount. Thus, we can see that the concept
And when we hear Tüyap, we remember
of a discount has been a part of the book selling proSelim Nüzhet, gazeteciliği ile tanınsa da sanıyothe Istanbul Book Fair.
cess offered at the book fairs. Selim Nüzhet was not
rum bu kitap sergileri düzenleme işine girişmesincontent with only general fairs; in 1935 he organized
de Cumhuriyet’in ilk Basma Yazı ve
a ‘Medical Book Fair’ for the Istanbul
Resimleri Derleme Müdürlüğü görePhysicians’ Association, encouraging
vini yapması neden oluyor. Türker
specialization in publishing.
Acaroğlu’nun belirttiğine göre Selim
Nüzhet, İstanbul Belediyesi Şehir Müze
Selim Nüzhet is famous for his work as
ve Kitaplığı’nın düzenlenip yönetilmesi
a journalist, but I think that he started
işini de yürütmüş. Milli Kütüphane’nin
to organize book fairs as part of his dukurulmasında katkısı olmuş. Abdülhak
ties as the first administrator of manuŞinasi Hisar’ın kardeşi olan Selim Nüzscripts and artwork collections in the
het Gerçek’in kitap ve yayın hayatımıRepublic of Turkey. Türker Acaroğlu
za katkıları bir başka yazının konusu
stated that Selim Nüzhet also applied
olacak kadar önemli. Ama Gerçek’in
his organizational and management
Türkiye’deki kitap fuarlarının başlatıcıskills to the Istanbul Municipality City
sı olduğunun altını çizmeliyiz.
Museum and Library. He contributed
to the establishment of the National
Selim Nüzhet, Türkiye’de kitap fuarlaLibrary. Selim Nüzhet Gerçek was the
rı düzenlemekle kalmayıp, Türk yayınbrother
of
Abdülhak
Şinasi
Hisar.
The
contributions
he made to books and pubcılığının yurt dışına açılmasına da vesile oldu. 1937 yılı Şubat ayında Atina’da bir
lishing
are
so
important
that
they
actually
form
the
subject of another article.
Türk Kitapları Sergisi açtı. Bu sergi Belgrad’da da tekrarlandı.
However, it must be emphasized that Gerçek was the first person to bring book
fairs to Turkey.
İstanbul Halkevi’nin ikinci kitap panayırı 15 Ocak 1938’de yapıldı. 12 yayınevi ve
kendi kitaplarını yayınlayan bazı yazarların katıldığı sergide 1936 ve 37 yıllarında
Selim Nüzhet not only organized book fairs in Turkey, but also helped Turkish
yayınlanan 500 kitap satışa sunuldu. Bu panayırı yine 1938’de yayınlanan 500
publishing to be recognized abroad. He set up a Turkish Book Fair in Athens in
kadar kitabın sergilendiği ve 1 Ocak 1939’da Beyoğlu Halkevi’nde açılan sergi izFebruary, 1937. This fair was held once again in Belgrade.
ledi. Bu sergi bir hafta açık kaldı ve kitaplardaki indirim oranı yüzde yirmiye çıktı. Beyoğlu Halkevi 1940 ve 41’de de bu tür kitap sergileri açtı ve önceki yıl yaThe second book fair of the Istanbul Halkevi was organized on 15 February, 1938.
yımlanan kitaplar satışa sunuldu.
Twelve publishers and some authors who had published their own books partici* Yazar, şair.
92
* Writer, poet.
Bu kitap sergilerinin en önemlisi ve kapsamlısı Birinci Türk Neşriyat Kongresi sırasında gerçekleştirilen ve 2 Mayıs 1939’da açılan “Neşriyat Sergisi”dir. Bu sergide geçen on yılda yayınlanan tüm kitaplar, dergiler, gazeteler sergilendi. Neşriyat Sergisi “On Birinci Yerli Mallar Sergisi” kapsamında 22 Temmuz – 9 Ağustos 1939 tarihleri arasında İstanbul’da ve İzmir Enternasyonal Fuarı’nda tekrar edildi. Neşriyat Kongresi’nde alınan kararlar arasında “bir kitap haftası tesis olunması” ve tüm yurt çapında kitap sergileri açılması da vardı. 80’li yıllara
kadar birçok kez kitap sergileri, panayırları, fuarları açıldı ama ne yazık ki hiçbiri sürekli olmadı. Kuşkusuz bunda ülkemizdeki fuarcılık deneyiminin az olmasının yanında yayıncılığın yeterince gelişmemesinin de payı vardı. Türkiye’de yayıncılığın gerçek anlamda sektörleşmeye başlaması için 12 Eylül askeri darbesinin yaşanması, yayınevlerinin, kitapçıların kapanması, kitapların imha edilip yazarların tutuklanması ya da yurtdışına kaçmaları gerekiyordu. Darbeden sonra
tüm kültür hayatı ile birlikte yayıncılık sektörü de derlenip toparlanmaya çalıştı ve 1980 öncesinden çok daha güçlü ve sektörel bilinci yüksek bir yayın hayatı doğdu. Can, İletişim, Metis, Adam, Timaş gibi birçok önemli yayınevi 80’li yılların başında kuruldu.
Tüyap’ın 1982 yılında, hemen darbe sonrası karanlık günlerde Taksim İntercontinental Oteli’nin bodrum katında ilk kitap fuarını düzenlemesi ilgiye değer.
Çünkü her gün televizyonda sanki suç aletiymiş gibi silahlarla birlikte kitapların gösterildiği o yasaklar ve baskılar döneminde mevcut birçok yayınevinin bir
kitap fuarına katılmak bir yana kitap yayınlamaya bile güçleri ve istekleri yoktu. 28 yayınevinin katılımıyla, 600 metre karelik küçük bir alanda yapılan fuar
umulanın kat kat üstünde ilgi gördü. Kapıda uzun kuyruklar oluştu, on sekiz bin
kişi fuarı ziyaret etti. Fuara katılan yayınevleri kısa sürede kitapları satıp tüketti.
İkinci yıl katılan yayınevi sayısı 72, ziyaretçi sayısı ise 80 bin oldu. İzleyen yıllarda
fuara hem yayıncıların hem de okurların ilgisi iyice artınca artık otel salonu yetmez oldu ve Tüyap Tepebaşı’na taşındı. Bugünkü TRT binasının altındaki otoparkın bir bölümünün alınmasıyla yapılan 3500 m2’lik salon da bir süre sonra yetmez oldu, bir kat daha ilave edildi ama her yıl katılımcı yayınevi ve ziyaretçi okur
sayısı arttı. Tepebaşı’na artık sığmak mümkün olmayınca kitap fuarı büyük direnmelere rağmen 2002’de Beylikdüzü’ne, Tüyap’ın 60.000 m2’lik modern fuar
alanına taşındı. Belyikdüzü’ndeki olanaklar fuarın hızla gelişip büyümesini sağladı. Her yıl beş yüz civarında yayınevi ve sivil toplum örgütü stand açtı, 300 binden fazla okur fuarı ziyaret etti. Bir yandan neredeyse Türkiye’deki tüm yayınevleri yer bulurken diğer yandan fuar uluslararası olma yolunda da önemli adımlar
attı. Bir önceki yıldan itibaren de uluslararası yayıncılar kendileri için özel bir salonda yer aldı. 2009 yılında fuara 28 ülkeden yayıncı katıldı. 2010’da uluslararası
olma yolunda önemli bir adım daha atıldı ve ilk kez bir ülke, İspanya onur konuğu olarak fuara davet edildi. Ayrıca Uluslararası Yayıncılar Birliği (IPA) Yayınlama
Özgürlüğü Ödülü Türkiye’de ilk kez 29. İstanbul Kitap Fuarı’nın ev sahipliğinde
düzenlenecek bir törenle verilecek. Bu yıl kitap fuarının uluslararası bir ilki daha
yaşanacak: Dünyanın en önemli on telif hakları ajansı fuarda kendilerine ayrılan özel bölümde yer alacak ve Türk yayıncılarla telif hakkı alış verişi yapacak.
pated in the fair. 500 books that had been published in 1936 and 1937 were put
on sale. There was another fair at the Beyoğlu Halkevi on January 1, 1939, where
nearly 500 books that had been published in 1938 were put on exhibition. This
fair lasted for one week and the discount rate on books was twenty percent. The
Beyoğlu Halkevi also organized book fairs in 1940 and 1941, with the books that
had been published the year before being put on sale.
The most important and largest of these book fairs was the Neşriyat Sergisi (Publications Exhibition), which was held during the first Congress of Turkish Publications, on 2 May, 1939. All the books, magazines and newspapers that had been
published in the last ten years were exhibited at this fair. The Neşriyat Sergisi
was held once again from 22 July to 9 August, 1939 at the Istanbul and İzmir
International Fair as part of the ‘11th Domestic Products Fair’. One of the decisions taken by the Publications Congress was ‘to establish a book-fair week’ and
to organize book fairs throughout the country.
Book fairs and exhibitions were organized many times before the 1980s, however, unfortunately none of these continued. Clearly, this was not due solely to
insufficient experience in Turkey, but also to the fact that not enough progress
had been made in publishing. For an effective sector in publishing to be formed
in Turkey, the experiences of the military coup on 12 September, the closing
down of publishers and book stores, the destruction of books, and writers being
arrested or fleeing abroad were all necessary. After this blow, cultural life and
the publishing sector tried to recover; as a result a new publishing style, greatly
aware of the sector, came into life, much stronger than it had been before the
1980s. At the beginning of the 1980s a large number of important publishers
were established, such as Can, İletişim, Metis, Adam and Timaş.
In 1982 Tüyap organized the first book fair in the basement of the Taksim Intercontinental Hotel; that this occurred at a time immediately after the military
coup, in a time of confusion, makes this fair worth noting. In these days of prohibition and oppression books were put alongside guns to make up the display of
illegal “weapons” on news programs; as a result many of the existing publishers
had neither the energy nor the desire to join a book fair or publish books. The fair
was organized with the participation of 28 publishers in a small area, measuring
600 m2; the fair attracted a great deal of attention. Indeed, the attendance was
higher than expected and long queues formed, with 18,000 people visiting the
fair. The publishers who participated in the fair sold all their books. The following
year 72 publishers participated and 80,000 people visited the fair. In later years
the fair attracted attention from both publishers and readers, and the fair was
moved to Tüyap Tepebaşı, as the hotel lounge was no longer sufficient. A new
hall, measuring 3,500 m2 was built with the addition of part of the car park that
was under the TRT building; however, this soon proved to be insufficient, and
another apartment was added. However, with each passing year the number
of publishers and readers visiting increased. When Tepebaşı was no longer able
to meet the need, in 2002, despite opposition, the book fair was moved to a
modern fair area, measuring 60,000 m2 in Beylikdüzü. The facilities in Beylikdüzü
93
KİTAP FUARI DEYİNCE AKLA GELEN / WHAT COMES TO MIND WHEN WE HEAR ‘BOOK FAIR’
enabled the fair to improve and expand. Every year nearly 100 publishers and
NGOs have stands here, with and more than 300,000 readers visiting the fair.
Nearly all the publishers in Turkey participate in the fair; in addition, important
steps have been taken to transform this into an international fair. Since last year
international publishers participate in a special hall that has been arranged for
them. In 2009, publishers from 28 different countries joined the fair. In 2010
another important step will be taken with another country, Spain, being invited
to the fair as the guest of honor. Moreover, the 29th Istanbul Book Fair will host
a ceremony in which the International Publishers Association (IPA) Publishing
Independence Award will be given. There is another first that will occur this year
at the book fair. The most important ten copyrights agencies in the world will
participate in the fair, where a special stand has been organized for them; they
will exchange copyrights with Turkish publishers.
2010 yılında İstanbul Kitap Fuarı 29. kez kapılarını okurlara açacak. 30 Ekim
- 7 Kasım 2010 tarihleri arasında düzenlenecek olan fuara yurt içi ve yurt dışından 550 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu katılacak. Kitap Fuarı’nın teması ise “İstanbul’u Yazmak.” Bu tema çerçevesinde Avrupa Kültür Başkenti olan
İstanbul’u yazan yerli ve yabancı yazar, şair, gazeteci ve araştırmacıların katılımıyla çeşitli etkinlikler düzenlenecek. Fuarın onur yazarı da bir İstanbul uzmanı,
bilim adamı ve yazar Doğan Kuban. Fuar süresince Doğan Kuban’ın çalışmaları,
projeleri ve eserleri üzerine söyleşi, panel gibi çeşitli etkinlikler düzenlenecek;
The Istanbul Book Fair will come together with readers for the 29th time in 2010.
The fair will be held between 30 October and 7 November, 2010. 550 domestic
and foreign publishers and NGOs will participate in the fair. The theme of the
book fair is ‘Writing about Istanbul’. In keeping with this theme, various activities will be offered, with domestic and foreign writers, poets, journalists and researchers writing about Istanbul - the European Capital of Culture. The guest of
honor at the fair will be Doğan Kuban, a scholar and writer who is an expert on
Istanbul. During the fair, some activities, such as interviews and panel discussions on Doğan Kuban’s works and projects, will be organized and a special exhibition profiling his works and life will be offered to book lovers. The exhibition
from Spain, the guest of honor, will be located in the International Hall between
30 October and 2 November, 2010. The activities will last for four days and interviews with leading writers of modern Spanish literature will be held, as well as
concerts, panel discussions, music and dance performances.
çalışmalarından ve yaşamından kesitlerden oluşan özel bir sergi kitapseverlerle
buluşacak. Onur konuğu olan İspanya, 30 Ekim-2 Kasım 2010 tarihleri arasında
Uluslararası Salon’da yer alacak. Dört gün sürecek etkinlikler kapsamında başta modern İspanyol edebiyatının önde gelen yazarları olmak üzere söyleşi, dinleti, panel, müzik ve dans performansları düzenlenecek.
Resources:
Gökhan Akçura, Kitap Sergilerinin Tarihi, Türkiye Sergicilik ve Fuarcılık Tarihi, Istanbul 2009,
Türker Acaroğlu, 40. Ölüm Yıldönümünde Selim Nüzhet Gerçek, Türkiye Kütüphaneciler Derneği
Bülteni, No. 3, 1986.
Deniz Kavukçuoğlu, Bir Yolculuk Öyküsü, İstanbul Kitap Fuarı’nın Yirmibeş Yılı, Istanbul 2006.
Kaynakça:
Gökhan Akçura, Kitap Sergilerinin Tarihi, Türkiye Sergicilik ve Fuarcılık Tarihi, İstanbul 2009,
Türker Acaroğlu, 40. Ölüm Yıldönümünde Selim Nüzhet Gerçek, Türkiye Kütüphaneciler Derneği Bülteni, sayı 3, 1986.
Deniz Kavukçuoğlu, Bir Yolculuk Öyküsü, İstanbul Kitap Fuarı’nın Yirmibeş Yılı, İstanbul 2006.
94
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN
MODERN AVRUPA’NIN OLUŞMASINDAKİ
ROLÜ
Erhan AFYONCU
THE ROLE OF THE OTTOMAN EMPIRE IN
THE FORMATION OF MODERN EUROPE
Erhan AFYONCU
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN MODERN AVRUPA’NIN OLUŞMASINDAKİ ROLÜ / THE ROLE OF THE OTTOMAN EMPIRE IN THE FORMATION OF MODERN EUROPE
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN MODERN AVRUPA’NIN
OLUŞMASINDAKİ ROLÜ
THE ROLE OF THE OTTOMAN EMPIRE IN THE FORMATION OF
MODERN EUROPE
Doç. Dr. Erhan AFYONCU*
Asist. Prof. Erhan AFYONCU*
Bir zamanlar modernlik yalnızca Batı medeniyeti ile özdeşleştirilen bir kavramdı. Oysa günümüzde Batı dışı modernliklerin de varlığı kabul edilmiştir.
At a certain point in time, modernity was a concept associated with Western civilization. Today, however, the existence of modernity outside the realm of the
West has become accepted.
Öncelikle felsefi bir konu olan Batı modernliği, Avrupa’da cereyan etmiş tarihi olayların kronolojik sıralamasının çok ötesinde bir meseledir. Bununla birlikte Batı modernliğinin pratikteki tezahürünü hazırlayan bir dizi tarihi olay da
görmezden gelinemez. Örneğin Cemal Bali Akal, Modern Düşüncenin Doğuşuİspanyol Altın Çağı adlı kitabında Batı modernliğini hazırlayan gelişmelerin İspanya ayağını başarılı bir biçimde incelemiştir.
Biz de bir tarihçi olarak bu yazımızda Avrupa modernliğini düşünsel tarafıyla olmasa da tarihi tarafıyla, daha doğrusu Osmanlı tarihi ile ilgili olan tarafıyla ele aldık. Tıpkı Amerika kıtasından Avrupa’ya altın taşıyan İspanyol gemilerinin hikâyelerinin Batı modernliği ile doğrudan ilgili olması gibi, Osmanlı’nın
Avrupa’daki diplomatik girişimleri ve askeri harekâtları da bu konunun doğrudan bir parçasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu, her şeyiyle tarih olmuş, gitmiş;
kendisinden günümüze bir şey kalmamış gibi düşünülür. Ancak 600 yıldan fazla bir süre dünyanın en önemli
coğrafyasında hâkimiyet kuran ve üç büyük imparatorluktan birisi olan Osmanlı İmparatorluğu bugünkü dünyanın oluşmasındaki en önemli aktörler arasındadır.
Osmanlılar’ın Rumeli Fetihleri Ortodoksluğu Yaşattı
Western modernity, which is first and foremost a philosophical matter, is a matter that goes far beyond the scope of the chronological order of historical events
which took place in Europe. However, the practical manifestation of Western
modernity has also ignored a series of historical events. For example, Cemal Bali
Akal, in his book entitled, Modern Düşüncenin Doğuşu-İspanyol Altın Çağı, (The
Birth of Modern Thought: the Spanish Golden Age), successfully examined the
Spanish phase of the developments which took place in preparation for Western modernity.
In this particular piece, Western modernity is examined -- not in terms of its intellectual composition, but in terms of its history, particularly that pertaining to the
history of the Ottoman Empire. Just as the stories of Spanish ships carrying gold
from America to Europe are directly related to Western
modernity, the Ottomans’ diplomatic initiatives in Euro600 yıldan fazla bir süre dünyanın
pe, as well as their military operations, are directly tied
en önemli coğrafyasında hâkimiyet
to this matter.
kuran ve üç büyük imparatorluktan
birisi olan Osmanlı İmparatorluğu
bugünkü dünyanın oluşmasındaki
en önemli aktörler arasındadır.
The Ottoman Empire is thought to have become history, with no remnants of its existence lingering today. However, the Ottoman Empire, which dominated
the most important lands in the world for over 600 years and which is referred to as one of the three great
empires, played an important role in the formation of
today’s world.
Osmanlılar, XIV. yüzyılın ortalarında Rumeli fetihleThe Ottoman Empire, which dominated
rine başladığında, Balkanlar birçok devletçikler ve fethe most important lands in the world
odal senyörlükler hâlinde parçalanmış durumdayfor over 600 years and which is referred
dı. Duşan’ın kurduğu Sırp İmparatorluğu’nun zayıfto as one of the three great empires,
lamasından sonra Kuzey’de Macaristan, Batı’da ve
The Ottomans’ Rumelia Conquests Sustained
played an important role in the
Güney’de ise Venedik siyasi parçalanmadan istifade
Orthodoxy
ederek Balkanlar’da yayılma politikası güdüyorlardı. Bu
formation of today’s world.
iki devletin siyasi ve askeri hâkimiyeti beraberinde KaWhen the Ottomans began their Rumelia conquests dutolikliği de getiriyordu. Her ne kadar Balkanların Ortoring the mid-14th century, the Balkans were divided into
doks halkı bu iki devletin hâkimiyetini benimsemiyorsa da direnecek siyasi ve
many little states ruled by independent feudal lords. After the Serbian Empire esaskeri güçleri yoktu. Katolik olmaya mahkûm gibiydiler. Osmanlıların, Venedik
tablished by Emperor Dušan grew weak, Hungary in the north and the Venetians
ve Macaristan’ın Balkanlara yayılmasını engelleyip kendi hâkimiyetlerini kurin the west and south seized the opportunity created in the Balkans through their
expansionist policies. In addition to the political and military dominance of these
maları, Balkanlar’da Ortodoks mezhebinin yaşamasını sağladı. Ayrıca Osmantwo states, they also brought Catholicism with them. Regardless of the fact that
lıların milli kiliseleri desteklemesi Ortodokslar üzerindeki Helen hâkimiyetinin
the Orthodox people of the Balkans identified with neither of these two states,
sona ermesine sebep oldu. Örneğin Sırp Milli Kilisesi, XVI. yüzyılda Sokullu
they had to concede as they did not have the political or military power to resist.
Mehmed Paşa’nın desteği ile kurulmuştu.
They were essentially resigned to becoming Catholic. The prevention of the VeBalkanlar parçalanmışlıktan kurtulup büyük bir imparatorluğun parçası
netian and Hungarian expansion into the Balkans at the hands of the Ottomans
hâline gelince ekonomik açıdan da gelişme gösterdi. Bulgaristan, Sırbistan ve
allowed the Orthodox sect to sustain itself. Furthermore, the Ottoman support of
Yunanistan’da birçok şehir, huzur ortamına kavuşmaları sebebiyle büyüyüp, gethe national churches facilitated the end of the Hellenic dominance over the Ortlişti.
hodox peoples. For example, the Serbian Orthodox Church was re-established in
the 16th century by Sokullu Mehmed Pasha.
Avrupa Milli Monarşileri Yok Olmaktan Kurtuldu
Osmanlı İmparatorluğu’nun Modern Avrupa’nın şekillenmesinde önemli tesiri
vardır. Kanunî zamanında Doğu sınırlarının fazla tehdit almaması ve Avrupa’da
gelişen şartlar sebebiyle asıl hedef Batı olmuştu. Bu dönemde Habsburg İmparatorluğu akrabalık bağlarıyla Avrupa’nın önemli bir kısmında hâkimiyet kurmuştu. İtalya, İspanya, Avusturya, Almanya, Macaristan gibi ülkeler dolaylı
veya doğrudan Habsburg İmparatorluğu’na bağlıydılar. Habsburglar’ın önünde direnen tek güç Fransa ve İngiltere idi. Osmanlıların Avrupa’daki bu mücadeleye karışmaları siyasi dengenin yeniden kurulmasını sağladı. Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi milli monarşiler, Osmanlıların, Habsburglara karşı mücadeleye girmesiyle yaşam hakkı bulabildi. Nitekim 1532’de Fransa Kralı Fransuva,
Venedik elçisine “Şarlken’e karşı Osmanlılar sayesinde güvence altında” olduğunu söylüyordu.
* Doç. Dr., Akademisyen, Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü
96
After the Balkans were freed from division and became part of the large empire, they developed financially as well. Many cities in Bulgaria, Serbia, and Greece grew and developed after becoming more peaceful.
Europe’s National Monarchies were Saved from Collapse
The Ottoman Empire influenced the shape of modern Europe. As the eastern borders were not heavily threatened during the reign of Süleyman the Magnificent
and Europe had begun to thrive, the West had become a focal point instead. During this time, the Habsburg Empire, through the utilization of their familial ties,
established dominance over a significant portion of Europe. Countries such as
Italy, Spain, Austria, Germany and Hungary were either directly or indirectly under the rule of the Habsburg Empire. The only forces resisting this empire were
France and England. Ottoman involvement in the struggle taking place in Euro* Asist. Prof. Academician, Marmara University, Department of History
Osmanlılar, Fransa’yı asker göndererek, para vererek veya ticari ilişkilerle Habsburglara karşı kuvvetlendirdiler. Kanunî 1533’te Fransa Kralı’na, Şarlken’e karşı İngiltere ve Alman prensleri ile bir ittifak yapması için 100 bin altın göndermişti. 1569’da Fransa’ya verilen ticari imtiyazlardan sonra 1580’de İngiltere ve
1612’de de Hollanda, Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen kapitülasyonlar ile desteklendi. Venedik’in Doğu Akdeniz’deki ticari hâkimiyeti Osmanlıların
verdiği destek ile Fransa ve İngiltere’ye geçti. İngiliz ve Hollandalılar, Osmanlı gemilerini kullanarak, Karadeniz ticaretinde de Venedik’in yerini aldılar. Osmanlı topraklarında ve nüfuz bölgelerindeki ticaret bu ülkelerin ekonomik açıdan kuvvetlenip, büyümesine sebep oldu. İngiliz ve Fransızların gerek imparatorluk topraklarından aldığı hammaddeler, gerekse ülkelerinde imal ederek Osmanlı ülkesinde sattıkları ürünler kapitalizmin gelişmesinde önemli rol oynadı.
Halil İnalcık, Osmanlıların farkında olmadan, modern kapitalizmin yükselmesini
sağlayan Avrupa ekonomik sisteminin bir parçası olduklarını belirtir.
İngiltere’nin Umudu Osmanlı
Osmanlı Padişahı III. Murad devrinde Avrupa’nın en uzak ülkelerinden İngiltere ile ilişki kurulmuştu. İngiltere, Habsburgların İspanya kanadı tarafından işgal
edilmek üzereydi. İngilizler, Fransa örneğinden hareket ederek Habsburglara
karşı direnebilmek için tek şanslarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan yardım almak olduğunu anlamışlardı. III. Murad devrinde Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkiye geçerek, İspanyol donanmasının İngiltere’yi işgalini engellemek için yardım
istediler. Bunda da başarılı oldular. İnglitere Türk donanmasının yardımıyla İspanyol işgalinden kurtuldu.
İngiltere’nin önemli gazetelerinden The Guardian’ın birkaç yıl önce birinci sayfadan “İspanyol donanması yenildiği için Sir Francis Drake’e değil Türkler’e teşekkür etmeliyiz” başlığıyla verdiği haber, 416 yıl önce yapılan bir yardımın İngilizlere neler kazandırdığının yeni anlaşıldığını gösteriyordu. Kraliçe Elizabeth’in
askeri danışmanı Sir Francis Walsingham, Temmuz 1588’deki İspanyol işgal teşebbüsünden önce İstanbul’daki İngiltere elçisine bir mektup göndererek, İspanyol donanmasının dağıtılması için Türk donanmasının harekete geçirilmesini istemişti. İngiliz elçisi Harborne’un faaliyetleri ve Osmanlı siyaseti uyarınca harekete geçen Türk donanmasının Akdeniz’deki manevraları İspanyol donanmasını dağıttı.
Fransa’nın kuzeyinde Calais açıklarında 30 Temmuz 1588’de meydana gelen
Gravelines Deniz muharebesi’nde İngiliz donanmasının karşısına İspanyol donanmasının bir kısmı çıkabildi. İngiliz donanmasının komutanı Sir Francis Drake
de, İspanyolları rahatlıkla mağlup etti. İngiliz tarihçi Profesörü Jerry Brotton, durumu “Osmanlılar’ın manevraları İspanyol Kralı II. Philip’in donanmasını dağıttı.
Artık okullarda İspanyol ordusunun neden İngiltere’yi işgal edip, Protestanlığa
son veremediğine bir sebep daha eklememiz gerekecek. Bu da Kraliçe Elizabeth
tarafından tesis edilen İngiliz-Osmanlı ittifakıdır” diye değerlendirir.
İngiliz devlet adamlarından Sir Francis Walsingham, Akdes Nimet Kurat tarafından yayınlanan ve İstanbul’daki İngiltere elçisi William Harborne’e gönderdiği
24 Haziran 1587 tarihli mektubunda III. Murad’ı İspanyollara karşı harekete geçirmek için elinden ne geliyorsa yapmasını ve İngilizlerin iyi insanlar olduğunu
anlatmasını istiyordu.
İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na gönderdiği elçiler, İspanyollara karşı yardım alabilmek için her türlü yolu denemişlerdi. İngiliz temsilcisi Harborne, Akdes Nimet Kurat tarafından yayınlanan, III. Murad’a sunduğu arzuhalinde
diplomatik üslubu bırakarak padişahın İspanyollara karşı hiç olmazsa 60 ya da
80 kadırga göndermesi için neredeyse yalvarıyordu.
Hollanda Osmanlı’dan yardım istiyor
Hollanda’nın bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması oldukça geç bir tarihtedir. Hollandalılar, 16. yüzyılın sonlarında Habsburgların Batı kolu olan İspanya
Krallığı’na karşı isyan ettiler. İsyanın başını çeken Oranje Prensi William, ilk çarpışmalarda İspanyol ordusunun komutanı Alva Dükü’nün üstünlüğü karşısında
kuvvetlerini Flandr topraklarından çekip, Almanya’ya kaçtı. İspanyollara karşı
mücadele planları yaparken, dışarıdan desteğin gerekli olduğunun farkındaydı.
Fransız Protestanları olan Huguenotlar’ın ileri gelenleriyle ve Alman prenslerle
temaslarını sıklaştırdı. Ancak temasa geçtiği prensliklerin hiçbirisi o dönemin en
büyük iki imparatorluğundan biri olan Habsburgları durdurmaya
pe caused the re-shuffling of the balance of political power. National monarchies
such as France, Holland and England were able to persist only after the Ottoman
campaign against the Habsburg Empire. Hence, in 1532 the French King Francis
could say to his Venetian ambassador that he was, “under protection of Charles
V thanks to the Ottomans.”
The Ottomans, through funding, dispatching soldiers, and enhancing trade relations with France, helped the French in the face of the Habsburg Empire. In 1533,
Süleyman the Magnificent sent 100,000 pieces of gold to the British and German
princes so that they would help collaborate against the Habsburg Empire. After
trade privileges were granted to France in 1569, England and Holland were supported by the capitulations with the Ottoman Empire in 1580 and 1612 respectively. The Venetians no longer dominated trade in the eastern Mediterranean;
thanks to the support of the Ottomans, France and England assumed command
of the market. The British and Dutch, utilizing Ottoman ships, took the place of
the Venetians in the Black Sea. The trade on Ottoman territory facilitated the financial strengthening and growth of these countries. The raw materials as well
as the goods produced in their own lands and sold in Ottoman countries by the
British and French played a great role in the development of capitalism. Historian Halil İnalcik notes that the Ottomans, without being aware, were a part of the
European financial system which gave way to the rise of capitalism.
The Ottomans: England’s Hope
During the reign of the Ottoman Sultan Murad III, relations with one of the furthest most nations of Europe, England, were established. England was about to
be occupied by the Spanish wing of the Habsburg Empire. The British, in light of
the example set by the French, knew that their only chance in resisting the Habsburg Empire was to attain the help of the Ottoman Empire. During the era of Murad III, the British initiated contact with the Ottoman Empire, asking for help to
prevent the Spanish fleet’s occupation of England. Their request was met: England was able to evade Spanish occupation with the help of a Turkish armada.
An editorial featured in one of England’s leading dailies, The Guardian, on June
1, 2004 ran the headline, “Why we must thank the Turks, not Drake, for defeating the Armada,” which reflected the help extended to the British 416 years ago.
Prior to the July 1588 Spanish occupation attempt, Sir Francis Walsingham, the
military consultant of Queen Elizabeth, had sent a letter to the British ambassador in Istanbul asking for a Turkish armada to be mobilized to destroy the Spanish fleet. The moves of the Turkish armada, which was mobilized in line with
the initiative of British Ambassador Harborne and Ottoman policies, was able to
overpower the Spanish fleet.
Only a portion of the Spanish armada was able to face the British armada during the Battle of Gravelines, which took place off the shore of Calais in northern
France on July 30, 1588. Sir Francis Drake, commander of the British armada,
was able to easily defeat the Spanish. British professor and Historian Jerry Brotton, evaluated this battle: “The maneuvers of the Ottoman armada ruined the
armada of the Spanish King Philip II. We must now add another reason as to
why the Spanish army was not able to occupy England and end Protestantism in
schools. And this is the English-Ottoman alliance instituted by Queen Elizabeth.”
In a letter addressed to William Harborne, the British Ambassador in Istanbul,
dated June 24, 1587, published by Akdes Nimet Kurat, the English statesmen Sir
Francis Walsingham asked the ambassador do whatever was necessary to mobilize Murad III against the Spanish and to explain that the British are good people.
The ambassador who had been sent to the empire by England tried all methods possible in order to receive support against the Spanish. In a request letter
penned by British ambassador Harborne to Murad III, published by Akdes Nimet
Kurat, all diplomatic approaches had been set aside as he practically begged
that if nothing else, 60 or 80 long ships be sent against the Spanish.
Holland Asks for Help from the Ottomans
Holland’s emergence as a state on the historical stage occurred at a later date.
During the end of the 16th Century, the Dutch rebelled against the Spanish Kingdom, which was a western wing of the Habsburg Empire. William I, Prince of Orange, who headed this rebellion, pulled back his forces from the Flanders soil and
fled to Germany after the initial clashes with the Duke of Alva, the commander of
the Spanish Army. While devising a combat plan against the Spaniards, he was
aware that external support was necessary. He increased his communication
97
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN MODERN AVRUPA’NIN OLUŞMASINDAKİ ROLÜ / THE ROLE OF THE OTTOMAN EMPIRE IN THE FORMATION OF MODERN EUROPE
yeterli değildi. Bu yüzden farklı bir dinden olmasına rağmen daha önce Habsburglara karşı Fransa ve İngiltere’ye yardım eden Osmanlı İmparatorluğu’na
müracaat etti.
Osmanlılar, William’a hemen yardım edemedi. Osmanlı yönetimi, 1570’te
Kıbrıs’ın fethi gerçekleştikten sonra İspanya meselesini ele almayı planlıyordu. Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa 1574 yılı başlarında yazdığı mektupta,
araya 1570 Kıbrıs’ın fethi ve 1571 İnebahtı felaketi girdiğinden kendilerine yardım edilemediğini söylüyordu. Ancak o yıl, yani 1574’te Tunus’a sefer düzenleneceğini ve bu mesele de halledildikten sonra ne zaman hazırlıklar tamam
olup İspanya’ya karşı isyan edeceklerse, Osmanlı ordusunun da Cezayirliler ile
birlikte karadan ve denizden yardım edeceğini müjdelemişti. Lutheran taifesi
ile, yani Almanya’daki Protestanlarla gizlice haberleşip, onlarla aynı zamanda
harekete geçilmesi de ayrıca tembihlenmişti. Fakat 1574’te Hollandalılara Osmanlı yardımı gerçekleşmedi. Buna rağmen İspanya’ya karşı bu ortak harekât
projesi uzun süre gündemde kaldı.
İspanya Kralı İkinci Felibe, Osmanlılar’a karşı kazanılan 1571 İnebahtı Deniz
Muharebesi’nden sonra, Flandr’a olan saldırılarını sıklaştırdı. Flandr’daki asi
şehirler birer birer düşüyordu. Hollandalı isyancılar, 1574’te Leiden’de İspanyol askerlerini durdurdular. 1579’da da “Utrecht Birliği” adıyla yedi vilayetten
oluşan Protestan Hollanda Cumhuriyeti’ni kurdular. Güney, yani bugünkü Belçika, Katolik olarak İspanya idaresinde kaldı. Fakat İspanya’nın saldırılarının
ardı arkası kesilmiyordu. William’ı öldürene büyük ödüller vaat edilmişti. Baltazar adlı biri 1584’te William’ı tabancayla Delft şehrinde öldürdü. İspanyollar
Kuzey’de tekrar ilerlemeye başlamışlardı. William’ın yerine geçen oğlu Maurice
İspanyollar’la mücadeleye devam etti.
Hollandalılar, 1590’dan itibaren yeni geliştirdikleri “fleuten” adlı gemileriyle Hindistan ve
Atlantik’te ticarete önem verdiler. Seri olarak
üretilen ve okyanuslarda hızla hareket eden bu
yeni tip gemiler Hollandalılara büyük üstünlük
sağlıyordu.
with the Huguenot leaders and German princes. However, none of the princedoms that he contacted were sufficient to stop the Habsburgs, one of the two
greatest empires at the time. That is why even though it adhered to a different
faith, he requested the help of the Ottoman Empire, which had previously helped
France and England against the Habsburg Empire.
The Ottomans were not able to immediately help William. The Ottoman administration was planning on laying the Spanish issue on the table after the conquest of Cyprus in 1570. In a letter he wrote in early 1547, Grand Vizier Sokullu
Mehmed Pasha noted that they could not be helped because the 1570 conquest
of Cyprus and the 1571 Inebahti disaster had gotten in the way. However, he
reported that an expedition to Tunis would take place in 1574 and after this
matter was resolved and when all of the preparations had been completed to
assist with resisting the Spanish, the Ottoman army would be supported by the
Algerians on the ground as well as the sea. It was also advised that the Protestants in Germany be secretly contacted via the Lutheran tropps and that they
move simultaneously. However, the Dutch received no aid from the Ottomans in
1574. Despite this, the issue of a common operation against Spain remained on
the agenda for a long time.
Spanish King Philip II increased his attacks against Flanders following the 1571
Inebahti sea battle against the Ottomans in 1571. The rebellious cities in Flanders were being lost one by one. The Dutch insurgents stopped the Spanish
soldiers in Leiden in 1574 and in 1579 and established the Protestant Dutch
Republic, dubbed the “The Union of Utrecht” comprising seven provinces. The
south, modern day Belgium, remained Catholic and under Spanish administration. However, there was no end to the Spanish attacks. Great rewards had been
promised to whoever killed William. A person by
the name of Balthazar killed William in the city of
Delft in 1584. The Spanish again began progressing in the north. Replacing his father William,
Maurice continued to fight against the Spanish.
As of the 1590’s, the Dutch began concentrating on trade with India and the Atlantic with the
Bu büyük ticaret potansiyeline rağmen Hollannew ships they had developed called “fleuten.”
da henüz bağımsız bir devlet olarak tanınmıyorThis new type of ship was mass produced and
du. Dünyanın en büyük ticaret potansiyeline satraveled quickly on sea which gave the Dutch a
hip Akdeniz’e, kendi bayraklarıyla giremiyorlargreat deal of advantage. Despite its great trade
dı. Hollandalılar, Akdeniz’de Fransız ve İngiliz
potential, Holland was still not recognized as
bayrakları altında ticaret yapıyorlardı. 1609’da
an independent state. They could not enter the
Mediterranean, which had the greatest potential
İspanya ile ateşkes imzalamalarının hemen arfor trade in the world, flying their own flag. The
dından Osmanlı Sultanı tarafından tanınmak
Dutch could only conduct trade in the Mediterve Akdeniz’de ticaret yapabilme izni alabilmek
ranean under the French or British flags. Immeiçin temaslara başladılar. 1612’de elçi sıfatıyla
Martin Luther, Protestan Reformu’nu ilan ediyor. / Martin Luther declaring
diately after they signed a ceasefire agreement
gönderilen genç bir avukat olan Cornelis Haga,
the Protestant Reformation
with Spain in 1609, they began communication
İstanbul’a geldi. Fakat ticaret imtiyazlarını kapin order to be recognized by the Ottoman Sultan and to gain permission to contırmak istemeyen İngiltere, Fransa ve Venedik, Haga’ya karşı her türlü entrikayı
duct trade in the Mediterranean. Cornelis Haga, a young lawyer sent as an endenediler. Hollanda Elçisi’nin padişahla görüşmemesi için büyük rüşvetler teklif
voy, arrived in İstanbul in 1612. However, England, France, and the Venetians
ettiler. Elçiyi himayesine alan Vezir Halil Paşa, Haga’yı kayığa bindirip Üsküdar’a
were adamant about not losing their trade privileges and tried everything to
geçirdi ve Osmanlı sarayında büyük itibarı olan Şeyh Aziz Mahmud Hüdâyî’nin
prevent Haga from having his requests fulfilled. They offered large bribes for
elini öptürdü. Haga’nın saygısını beğenen şeyhin tavsiyesi üzerine Haga, 1 Mathe Dutch envoy not to speak to the Sultan. Vizier Halil Pasha, who had taken
yıs 1612’de Topkapı Sarayı’nda Birinci Ahmed’in huzuruna kabul edildi. Haga,
the envoy under his guardianship, brought Haga over to Üsküdar on a row boat
Sultan Ahmed’in huzurunda, “kralımızı kulluğa kabul buyurup, gemilerimizi başand had him kiss the hand of Sheikh Aziz Mahmut Hudai, who was a scholar
ka bayrakla yürütmek minnetinden bizi kurtarırsanız memnun kalacağız” dedi.
held in very high regard at the Ottoman palace. Upon the recommendation of
Katolik İspanya’ya karşı eskiden beri Avrupa’daki mücadeleleri destekleyen Osthe sheikh, who was impressed with the respect shown by Haga, the envoy was
manlı yönetimi, Hollanda’ya istedikleri ticaret imtiyazlarını verdi. Osmanlı yöneaccepted into the presence of Sultan Ahmed at Topkapı Palace on May 1, 1612.
timinin Hollanda’ya verdiği kapitülasyonlar şöyle başlıyordu:
Haga, in the presence of Sultan Ahmed, said, “We would be happy if you accept
“Nederland vilayetlerine bağlı olan Gelderland, Holland, Zeeland, Utrecht, Friesour king into servanthood and save us from the obligation of flying other flags on
land, Overijsel, Groningen, Groningerland ve bunun yanında Doğu Hindistan’ın
our ships.” The Ottoman administration, which supported the struggles against
vilayetlerine tâbi birçok memleketin generalleri ve hakimleri -akıbetleri hayırlı
Catholic Spain in Europe from the get go, granted Holland the trade privileges
olsun- tarafından sadakatle mühürlenen mektuplarıyla birlikte Hıristiyan millethey asked for. The capitulations given to Holland by the Ottoman administratinin ileri gelenlerinden olan muteber elçileri Cornelis Haga -itaati artsın- huzution began as follows:
rumuza geldi. Mektupları incelendiğinde nihai gayelerinin ihlas ve samimiyetlerini arzetmek olduğu anlaşıldı. Yine mektuplarından anlaşılmaktadır ki düşman
“Cornelius Haga -- may his regard increase -- a leading figure and envoy of the
vilayetlerin gemilerinde olan Müslüman esirleri aileleriyle birlikte kurtararak viChristian people, along with a letter from many nations under the rule of the
layetlerine göndermişler ve memleketimize ait gemilere ve insanlara uzun bir
East Indian provinces as well as Gelderland, Holland, Zeeland Utrecht, Friesland,
zamandan beri tecavüzde bulunmamışlardır. Bu dostane davranışlarının netiOverijsel, Groningen, and Groningerland, which are under the auspices of the
98
cesi olarak, yüksek eşiğimizle Fransa ve İngiltere arasındaki dostlukta olduğu
gibi kendi tüccarlarının, adamlarının ve tercümanlarının memleketimize emniyet içerisinde malları ile birlikte gelip ticaret etmelerine izin verilmesini ve zikredilen ülkelere verilen anlaşmanın bir benzerinin de kendilerine verilmesini istedikleri bilgimize sunulduğunda istekleri tarafımızdan uygun görüldü.
Elçileri Cornelis Haga ise makamımıza yüz sürerek diğer elçiler gibi eşiğimizde
elçilik hizmetine tayin edilmiş ve ülkemizdeki iskelelere konsoloslar tayin etmeye yetkili kılınmıştır.”
Hollandalılar antlaşmadaki şartlara sadık kaldıkları müddetçe, yeri ve göğü yaratan Allah’ın hakkı, ecdadım ve babamın ruhu için biz de bu anlaşmaya uygun
olarak hareket edeceğiz ve ona aykırı bir davranışta bulunmayacağız.
Daimi elçi olarak uzun yıllar İstanbul’da kalan Haga iki devlet arasındaki ilişkileri hızla geliştirdi. Hollanda bağımsız bir ülke olarak Osmanlı İmparatorluğu tarafından tanındı. Bu durumu engellemek isteyen Venedik Elçisi, veziriazama verdiği notta, Hollanda’nın bir devlet değil, krallarına isyan eden asiler topluluğundan oluştuğunu söylemişti. Buna rağmen Hollanda’ya kapitülasyon verilerek ticaret imtiyazları sağlanmıştı. Bu sayede daha önce Fransa ve İngiltere bayrakları
altında seyreden Hollanda gemileri serbestçe Akdeniz’de ticaret yaptılar. Kapitülasyonları almalarının hemen ardından da Akdeniz’de konsolosluk ağı kurdular. Osmanlı topraklarında Halep, İskenderun, Kıbrıs, Mora, İnebahtı ve Eğriboz
ile Venedik, Cenova, Livorno ve Sicilya’da konsolosluklar açtılar. Hollanda bir isyancı topluluğundan tanınan bir devlet haline geldi.
Hollanda’nın Katolik krallar ve Habsburglar tarafından tanınması çok daha sonra,
30 Yıl Savaşları’nın sonunda imzalanan
1648 Westfalya Antlaşması’nın ardından
gerçekleşti. Avrupa’da bağımsızlığı tanınmayan Hollanda, bu antlaşmadan 36 yıl
önce Osmanlı Devleti tarafından bir devlet olarak tanınmış ve büyükelçi statüsünde ülkemizde temsil edilmişti. Hollandalıların Osmanlılardan aldıkları siyasi ve ticari destek de bu devletin Habsburg İmparatorluğu karşısında var olmasını sağlamıştı.
Protestanlık, Osmanlıların
Habsburglara Karşı Saldırıları ile Hayat
Buldu
provinces of Nederland, came to our presence. When his letters were examined,
it was understood that he was sincere and cordial. It was also understood from
the letters that they have rescued Muslim captives from the ships of enemy provinces and sent them, along with their families, to their respective provinces. In
addition, they have not violated the people or ships that belong to our country
for a long time. As a result of this amicable behavior, it was seen as befitting that
the right to conduct trade be granted to their men and the safe entry of their
translators with their goods into our country be allowed so they can conduct
trade. In addition, their request for an agreement similar to the ones granted
to France and England, who maintain a friendship with our exalted threshold,
was granted.”
“Their envoy Cornelis Haga approached us, and like other envoys he was appointed to the service of ambassadorship and given the authority to appoint
consular-generals to the ports in our country.”
“As long as the Dutch remain loyal to the clauses of the agreement, we will act in
accordance with this agreement and will not violate it for the sake of the rights
of Allah, who created the heavens and the earth and the souls of my ancestors
and my father.”
Haga, who remained in Istanbul for many years as a permanent ambassador,
caused many developments to take place in the bilateral relations between the
two countries. Holland was recognized by the Ottoman Empire as an independent nation. The Venetian delegate, who tried to prevent this from happening,
passed a note to the grand vizier saying that Holland was not a state, but a
group of insurgents who had rebelled
against their king. Despite this, Holland
was afforded trade privileges. This allowed the Dutch, who had previously
sailed the Mediterranean under French
and British flags, to freely conduct trade
in the sea. Immediately upon receiving
these rights, they established a web of
consulates in the Mediterranean region.
They opened up consulates in the Ottoman territory of Aleppo, İskenderun,
Cyprus, Mora, İnebahtı and Eğriboz as
well as in Venice, Geneva, Livorno and
Sicily. Holland came to be known as a
state comprised of insurgent masses.
Yine bu dönemde Avrupa’da ortaya çıkan
reform hareketleri de koyu bir Katolik devThe recognition of Holland by the
let olan Habsburglara karşı gelişebilmesiAkdeniz / Mediterranean
Habsburgs and the Catholic kings of
ni, Osmanlıların Şarlken’e karşı yaptığı asHolland occurred much later, following the signing of the 1648 Treaty of Westkeri baskıya borçludur. Osmanlıların, Habsburgların Alman kanadını yıpratmaphalia at the end of the 30 Years’ War. Holland, whose independence was not
ları sayesinde Protestanlık Almanya’da yayılabildi.
recognized by Europe, was recognized by the Ottoman state thirty-six years prior
Kanunî’nin veziriazamı Makbul/Maktul İbrahim Paşa’nın 1533’te Avusturya elto the agreement mentioned above and was represented in the country at the
çilerine karşı sarf ettiği şu sözler, hem Osmanlı yönetiminin Luther ve taraftarambassadorial level. The Ottomans’ political and trade support for Holland allarını nasıl yakından takip ettiğini, hem de Osmanlı’nın kendisine ne kadar gülowed the Dutch state to exist in the face of the Habsburg Empire.
vendiğini gösterir:
“Kayserin kendi ülkesinde bile gücü ve itibarı yok. Bir konsil toplamayı bile başardı mı? Ben, Hıristiyan hükümdarları toplantı yapmaya pekâlâ zorlarım. İstersem, onu hemen şimdi yaparım. Hıristiyanlar, gut hastalığı, baş ağrısı ve başka
nedenler bulup gelmemek için mazeret de gösteremezler. Bir tarafa Luther’i ve
diğer tarafa Papa’yı oturtarak, her ikisinin de bu konsili yapmasını sağlarım”.
Osmanlılar, Protestan ve Kalvinistleri her fırsatta desteklediler. 1552’de Kanunî,
Protestan Alman prenslerine gönderdiği mektupta, o tarafa bir sefere çıkacağını ancak onların Osmanlı askeri harekâtından bir zarar görmeyeceğini söylüyor
ve Papa ile Şarlken’e karşı onları kışkırtıyordu. Osmanlılar Luther ve taraftarlarıyla ilgilendikleri ölçüde olmasa da Kalvinistlerin faaliyetlerini de takip ettiler.
Kalvin’in ölümünden üç yıl sonra, Türkiye’den gönderilen bir mektupta, beyaz
pelerinleri ve kazakları ile Prens Condé’nin emri altında Saint-Denis’de dövüşen
Kalvincilerin yiğitliği övülüyordu. Bu mektupta Osmanlı padişahı şunları söylüyordu: “Eğer bu beyazlılar benim elimde olsaydı Dünya’yı ele geçirirdim ve beni
bundan kimse alıkoyamazdı”.
Protestantism Gained Vitality through the Ottoman Attacks against the
Habsburgs
Reform movements again emerged in Europe during this time, which allowed for
the defiance of the strict Catholic Habsburg state, due to the military pressure
the Ottomans placed on Charles V. Protestantism was able to spread throughout
Germany since the German wing of the Habsburg Empire had been worn down
by the Ottomans.
The words of Maktul İbrahim Pasha, the Grand Vizier of Süleyman the Magnificent, directed toward the Austrian envoy in 1533 reflect both how closely the Ottoman administration was being monitored by Martin Luther and his supporters
as well as the level of confidence that the Ottomans had in themselves:
“The Kaiser doesn’t even have any strength and esteem in his own nation. Is he
able to convince a council? I can certainly force the Christian emperors to con99
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN MODERN AVRUPA’NIN OLUŞMASINDAKİ ROLÜ / THE ROLE OF THE OTTOMAN EMPIRE IN THE FORMATION OF MODERN EUROPE
Avrupa’da tehdit altında olan Protestanlar Osmanlı topraklarına sığındılar. Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan Erdel yani Transilvanya, Kalvinist ve Unitarianların sığındığı en önemli yerdi. Birçok Protestan da Budin’e sığınarak dini
inançlarını burada rahatça yaşayabildiler. Nitekim Macar kökenli bir Protestan olan Sigmund Torda, Almanya’daki Protestanların önde gelenlerinden birisi olan Philipp Melanchton’a Aralık 1545’te yazdığı mektupta, ülkesinde Protestanlığın hızla yayıldığını, bu yüzden de Osmanlıların Macaristan’ı fethetmelerinin Allah’ın bir lütfu olduğunu söylüyordu. Alman prensliklerindeki Protestanlara, Osmanlı hâkimiyeti altındaki Macar topraklarından, burada rahat bir dini hayat yaşadıklarına dair bunun gibi birçok mektup yazılmıştır. Macaristan’da yaşayan Emerius Zigerius (İmre Eszeki)’un, Almanya’daki Protestanların önde gelenlerinden Matthias Flacius lllyricus’a gönderdiği mektup, bunların en ilginçlerinden birisidir. Zigerius’un “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Protestanların, Hıristiyan Avrupa’da hiç görülmeyen bir şekilde rahatça dini hayatlarını yaşadıklarını” anlattığı mektubu Haziran 1550’de Flacius’un eline ulaştı, o da bu manzum
mektubu bir önsöz ilave ederek yayınladı. Flacius önsözde “Bizim sözde Hıristiyan hükümdarlar, Türklerin Tanrı’nın sadık kulları Hıristiyanları himaye ettiklerini, savunduklarını, Hıristiyanlık öğretisini yaymalarına ve uygulamalarına bile
izin verdiklerini duyunca utançtan yüzleri kızarsın istedim. Benim burada sözünü ettiklerim Papa veya İspanyollar değildir. Kısa bir süre önce gerçek Hıristiyanlığı kabul etmelerine rağmen Katoliklerin kaba kuvvetinden korkup ya da çıkar
umuduyla inkâr edenlerdir. İhanet edip Hazreti İsa’yı Almanya’dan tümüyle atmak istiyorlar. Onlar Türkleri kendilerine örnek alsınlar. Bu sözde Hıristiyanlar,
gerçek Hıristiyanlara en korkunç Türklerden daha kötü davranmaktalar. Türkler gerçek Hıristiyan öğretisine izin vermekle kalmayıp, Hıristiyan olmayan Kurtlara (Katoliklere) karşı da Hıristiyanlığı kılıçlarıyla savunuyorlar… Ben bu mektupla huzursuzluk yaratmayı amaçlamadım. Amacım gerçek Protestanlık öğretisine inananlara Türkiye’deki Hıristiyan kilisesini örnek gösterip onlara cesaret
ve umut vermek. Kendilerini Hıristiyan olarak niteleyen yöneticilere de Türklerin iyi niyet ve yumuşaklığını gösterip onları belki de saldırıdan ve hışımdan vazgeçirmek” diye yazmaktadır. Bu mektup ve benzeri diğer mektuplarda Türklerin Protestanlara, Katoliklerden daha iyi davrandığının anlatılması çok büyük bir
propaganda aracı olarak kullanıldı.
Luther yazılarında ve vaazlarında Türk tehlikesini büyüterek Katolik baskısından kurtulup dikkatlerin Osmanlılara çevrilmesi siyasetini gütmüştü. Bu yüzden
1545’te Şarlken ve Ferdinand Türklerle barış antlaşması yapmak istediği zaman
Luther büyük bir tepki göstermişti. Nitekim Osmanlılarla bir yıllık ateşkes yapan
Habsburglar ilk iş olarak Protestanların üzerine yürümüşlerdi.
Şarlken, Türk saldırıları yüzünden Protestanlığın Alman prensliklerinde yayılmasını engelleyemedi. Ayrıca Habsburglar, Osmanlılar’a karşı koyabilmek için Protestan askerlerine de ihtiyaç duyuyorlardı. Protestanlar da cepheye asker göndermek için kendi dini düşüncelerinin tanınmasını şart koştular. Osmanlıların,
Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’na her saldırısı Protestanlığın kademe kademe güçlenmesini ve sonunda da 1555’te Augsburg’da tam olarak tanınmasını sağladı.
Moskova’nın Yükselişinde Osmanlı Parmağı
Osmanlı İmparatorluğu’nun XV. yüzyılda izlediği bir siyaset ise ileride kendi başına büyük bir dert açtı. Bu dönemde küçük bir şehir devleti olan Moskova Knezliği, Altınordu’nun baskısı altındaydı. Altınordu’nun Lehistan-Litvanya ile olan ittifakına karşı Moskova, Osmanlı himayesinde bulunan Kırım Hanlığı ile işbirliği yaptı. Osmanlı İmparatorluğu Moldovya’daki konumlarının Lehistan-Litvanya
tarafından tehdit edilmesi ve Altınordu’nun da Kırım’ı ele geçirmeye çalışmasından dolayı Moskova Knezliği-Kırım Hanlığı ittifakını desteklemişti. Kırım Hanı
Mengli Giray’ın 1502’de vurduğu darbe ile Altınordu Devleti’nin sona ermesinden sonra, Moskova bağımsızlığını kazanarak ilk önce çevresindeki diğer Rus
knezliklerini, daha sonra da Sibirya’ya kadar olan sahada ve Kafkaslar’daki Türk
hanlıklarını ele geçirdi. Moskova knezleri Osmanlılarla yapılan kürk ticareti sayesinde de önemli gelirler elde etmişlerdi. Osmanlı-Rus dostluğu III. İvan’ın Volga havzasındaki Altınordu kalıntıları olan Kazan (1552) ve Astrahan’ı (1556) ele
geçirmesine kadar sürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nun dolaylı olarak yaptığı destek Büyük Rus İmparatorluğu’nun doğmasına yardımcı olan unsurlardan biridir.
Rusya, 16. yüzyılda Korkunç İvan zamanındaki askeri teşkilatlanmasında Osmanlı ordusundan etkilendi. Osmanlı ordusundaki disiplin ve liyakat sistemi örnek alındı.
100
vene. If I so wished, I could do that right now. The Christians cannot cite excuses such as gout, headaches or other reasons for not coming. I will sit Luther on
one side and the Pope on the other, facilitating the participation of both of them
in this council.”
The Ottomans supported the Protestants and Calvinists every chance they had.
In 1522, Suleyman the Magnificent sent a letter to the German princes informing
them that he would be embarking on an expedition to that side of the world and
that they would not be harmed in any way by the Ottoman military operation,
antagonizing them against the Pope and Charles V. The Ottomans followed the
activities of the Calvinists, although not as much as they concerned themselves
with Luther and his followers. Three years after the death of Calvin, a letter sent
from Turkey praised the bravery of the Calvinists who fought under the command of the Prince of Condé at Saint Denis in white capes and sweaters: “If these white-clad forces were with me, I would take over the world and nobody would be able to stop me from doing so.”
The Protestants, who were under threat in Europe, sought refuge on Ottoman
soil. Erdel, or rather Transylvania, was the most important location where the
Calvinists and Unitarians took refuge. Many Protestants took refuge in Buda
where they were able to freely exercise their religious beliefs. However, in a letter dated December 1545 addressed to Philipp Melanchton, one of the leading
Protestants in Germany, Sigmund Torda, a Protestant of Hungarian descent, noted that Protestantism was quickly spreading in his country and that it was a
blessing from God that the Ottomans had conquered Hungary. Many such letters
were written to the Protestants on German soil from the Hungarian lands under
the rule of the Ottomans, explaining that they are able to practice their religion
freely. A letter penned by Emerius Zigerius (İmre Eszeki), who lived in Hungary,
to Matthias Flacius lllyricus is the most interesting of such letters. In this letter Zigerius explained that, “The Protestants in the Ottoman Empire can comfortably
fulfill their religious obligations in a matter not witnessed in Christian Europe.”
This letter reached Flacius in June 1550 and he published the poetic letter after
inserting a preface. In his preface, Flacius said, “I wanted our so-called Christian
emperors to be red with shame upon hearing how the Turks treated Christians
-- the faithful people of God -- safeguarding, defending and even allowing for the
publication and application of Christian teachings. Those whom I speak of here
are not the Pope nor the Spaniards. It is those who despite having accepted true
Christianity a short while ago, have since been in denial of their beliefs after either being intimated by the brute force of the Catholics or with the hopes of gaining personal benefits. They wish to commit treason and to completely do away
with Jesus in Germany. They should take the Turks as an example for themselves.
These so-called Christians treat real Christians worse than the frightening Turks.
The Turks don’t allow the teachings of real Christianity, but they defend Christianity against the non-Christian Wolves (Catholics) with their swords… I did not intend to create unease with this letter. My purpose is to give the Christian church
in Turkey as an example and to give hope to those who believe the real Protestant teachings so that the administrators who call themselves Christian may see
the good intention and leniency of the Turks and change their minds about attacking them.” This letter and other similar letters were used as a vehicles of propaganda to reflect how the Turks treated the Protestants better than the Catholics.
Luther, in his writings and speeches, had fostered the policy of amplifying the
Turkish threat, doing away with the Catholic pressure, and focusing on the Ottomans. This is why when Charles V and Ferdinand wanted to sign a peace agreement with the Turks in 1545, Luther reacted strongly. In the end, the Habsburgs,
who agreed to a year-long ceasefire with the Ottomans, seized the first opportunity to confront the Protestants.
Charles V was not able to circumvent the spread of Protestantism to the German princeships due to the attacks by the Turks. Furthermore, the Habsburgs,
in order to resist the Ottomans, were in need of Protestant soldiers. The Protestants put forth a requirement that their own religious beliefs be recognized before they agreed to deploy troops to the battlefield. Every Ottoman attack against
the Holy Roman Empire allowed Protestantism to gradually strengthen which
eventually led to its complete recognition in Augsburg in 1555.
Yalnızca Rusya değil Avrupa’daki birçok farklı devlette de Osmanlı ordusunun
tesirleri görülür. Uzun süre savaşlarda süvari birlikleri ön plandaydı. Yeniçeriliğin kuruluşuyla birlikte savaşlarda piyadeler ön plana çıkmaya başladı. İspanyollar, Şarlken döneminde Osmanlı ordusundan ilham alarak “tercios” birliklerini kurdular. İspanyollar ile evlenen İtalyan kadınlarının çocuklarına askerde “yeniçeri” deniliyordu.
Macarlar, 15. yüzyılda “Hussar” adı verilen hafif süvari birliklerini Osmanlı timarlı sipahilerini örnek alarak kurmuşlardı. Osmanlı ordusunu en çok taklit
edenlerden biri de Polonyalılardı. Polonya ordusu kullandığı kılıca kadar birçok
silah ve sistemi Türk ordusundan örnek almıştı.
İslâmiyet’in Mukaddes Topraklarının Var Olma Mücadelesi
Ümit Burnu’nun keşfinden sonra Portekizliler, Hint Okyanusu’nda hâkimiyet
kurmuşlardı. Memlük Devleti, Cidde’ye çıkarak Mekke ve Medine’yi tehdit eden
Portekizlilerin ilerleyişini durduramıyordu. Hindistan’dan mal akışı da Portekizliler sebebiyle azalmıştı. Bu durum Mısır’ın zenginliğinin sona ermesi demekti. Memlükler, deniz gücü bakımından zayıf olduklarından Osmanlılardan yardım istediler. II. Bâyezid’in son dönemlerinde bir filo gönderildi. Daha sonraki yıllarda artan Portekiz tehdidi İslâmiyetin iki mukaddes şehri olan Mekke ve
Medine’yi tehdit etmeye başladı. Mekke şerifleri Osmanlılardan yardım istemeye kalktılarsa da Memlük idaresi bunu engelledi. Memlük idarecilerinin, Portekizliler yüzünden azalan devlet gelirlerini artırmak için ek vergiler ihdası bütün
ülkede karışıklığa yol açtı.
Yavuz Sultan Selim zamanında bu şartlar altında Suriye ve Mısır’ı ele geçiren Osmanlılar, Hindistan ticaret yollarının önemli bir kısmına hâkim oldular. Portekizlilerin, Kızıldeniz’deki hakimiyetinin sona erdirilmesi sayesinde Hindistan’dan
mal akışı Osmanlı ülkesi üzerinden Avrupa’ya yapılmaya başlandı. Osmanlıların
Hint Okyanusu’ndaki mücadelesi Hindistan ticaretinin, XVII. yüzyılda Hint sularında İngiltere ve Hollanda’nın faaliyetlerine kadar Akdeniz üzerinden yapılmasını sağladı. Akdeniz’deki önemli liman kentleri zenginliklerini bir müddet daha
sürdürdüler.
Kuzey Afrika Sömürgeleşmekten ve Hristiyanlaşmaktan Kurtuldu
Osmanlı İmparatorluğu’nun XVI. yüzyılda dünya siyasetine yön verecek bir duruma gelmesi Kuzey Afrika’nın tarihi gelişimini de yakından etkiledi. 1492’de
Endülüs’ün son kalıntısı olan Gırnata’nın düşmesinden sonra İspanyol ve Portekizliler, Kuzey Afrika’ya yerleşmeye başlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu, Barbaros ile birlikte denizlerde etkin bir hâle gelince Kuzey Afrika’da, Avrupalılarla hâkimiyet mücadelesine girdi. Habsburgların Kuzey Afrika’yı ele geçirmeleri
bu bölgelerdeki Türk korsanlarıyla Osmanlıların işbirliği yapması sayesinde önlendi.
1516’da Cezayir’i ele geçiren Barbaros kardeşler, İspanyollara karşı koyabilecek
durumda değillerdi. Bu yüzden Barbaroslar, Cezayir’de Osmanlı hâkimiyetini tanıyarak kendilerini sağlama almışlardı. Nitekim Cezayir’i işgal etmek isteyen İspanyollar 1541’de bozguna uğratıldı.
1551’de Turgut Reis Trablusgarb’ı, yani Libya’yı Osmanlı hâkimiyetine soktu.
Tunus 1533’te Barbaros Hayreddin Paşa tarafından fethedilmiş fakat kısa bir
süre sonra kaybedilmişti. II. Selim zamanında 1574’te Sinan Paşa tarafından
ikinci kez fethedildi. Osmanlı hâkimiyeti Fas’a kadar ilerlemişti. Fas’ta başlayan
taht kavgasına müdahale edilerek burasının Portekiz himayesine girmesi önlendi. 4 Ağustos 1578’de Fas’ta yapılan Alkazar Savaşı’nda Portekiz Kralı öldürüldü
ve bu ülkede Osmanlı himayesi dönemi başladı.
Osmanlıların Kuzey Afrika hakimiyeti kıtanın içlerinde bulunan ancak sahille ilişkileri sebebiyle İspanyol ve Portekiz nüfuzu altına giren bugünkü Nijerya, Nijer, Çad, Mali devletlerinin topraklarında hüküm sürmekte olan Bornu, Songay,
Timbuktu Sultanlıkları gibi Müslüman devletlerini de kurtardı. Bu sultanlıklar
Osmanlı padişahını halife olarak tanıyıp, tâbi oldular.
Osmanlılar’ın, Habsburglar’ın İspanyol kanadını Kuzey Afrika’dan uzaklaştırarak, burada hâkimiyet kurmaları, bu bölgelerin Hıristiyanlaşmasını ve sömürgeleşmesini önledi. Eğer Osmanlıların müdahalesi olmayıp, İspanyol ve Portekiz hâkimiyeti sürseydi bugün buralarda durum çok farklı olurdu. Akdeniz’de ve
Kuzey Afrika’da hâkimiyet kuramayan Habsburglar bütün dikkat ve güçlerini At-
The Role of the Ottomans in the Rise of Moscow
The policies followed by the Ottoman Empire in the 15th century caused a great
deal of trouble later on. The Grand Duchy of Moscow, which was a small citystate at the time, was under pressure from the Golden Horde. Moscow cooperated with the Khanate of Crimea which was under Ottoman protection against
the Golden Horde Kingdom of Poland-Lithuania alliance. The Ottoman Empire
supported the coalition between the Grand Duchy of Moscow and the Khanate of Crimea due to the fact that their status in Moldova was threatened by the
Kingdom of Poland-Lithuania and because the Golden Horde had tried to conquer Crimea. After a blow by the Crimean Khan Mengli Giray in the year 1502 resulted in the demise of the Golden Horde, Moscow became independent and first
took over the surrounding Russian duchies and then later the Turkish khanate in
the Caucasus up to the borders of Siberia. The Muscovite duchy earned a good
deal of income due from the fur trade with the Ottomans. The Ottoman-Russian
friendship remained in effect until the capture of Kazan (1552) and Astrakhan
(1556), remains of the Golden Horde, in Ivan III’s Volga basin. The indirect support of the Ottoman Empire helped lead to the birth of the Great Russian Empire.
Russia was influenced by the discipline and merit system of the Ottoman army
during its military reorganization under the reign of Ivan IV, also known as Ivan
the Terrible. Besides Russia, the influence of the Ottoman army can be seen in
numerous European countries. For a long time, mounted troops were on the
front lines of wars. With the establishment of the Janissary corps, infantries began to take the front seat in wars. Inspired by the Ottoman army, the Spaniards
established “tericos” units during the reign of Charles V. The children of Italian
women who married Spaniards were referred to as “janissaries” in the military.
The Hungarians established light mounted troop units called “Hussar” in the 15th
century, exemplifying the Ottoman cavalry soldiers. The state to most closely
imitate the Ottomans was the Polish. The Polish army copied many weapons,
including swords, as well as systems from the Turkish army.
Islam’s Sacred Lands Struggle For Existence After the discovery of the Cape of Good Hope, the Portuguese established dominance over the Indian Ocean. The Mamluk Sultanate was unable to stop the advancing Portuguese, who had taken Jeddah and were threatening the cities of
Mecca and Medina. The flow of goods from India had decreased due to the presence of the Portuguese as well. This meant that the wealth of Egypt was nearing an end. Because the Mamluk were weak in terms of their naval forces, they
asked the Ottomans for help. During the end of his reign, Sultan Bayezid II sent
a fleet to their assistance. In later years, the growing Portuguese threat began
to threaten the two sacred cities of Mecca and Medina. Even though the chiefs
of Mecca attempted to ask for aid from the Ottomans, the Mamluk administrators prevented this from happening. The additional tax established by the Mamluk administrators in order to increase the state income which had shrunk due to
the Portuguese caused unease.
The Ottomans, who took over Syria and Egypt during the reign of Sultan Yavuz
Selim under the above mentioned circumstances, established dominance over a
significant portion of the Indian trade routes. After the Portuguese dominance of
the Red Sea was thwarted, the flow of Indian goods to Europe through the Ottoman territories began. The struggle of the Ottomans in the Indian Ocean, facilitated Indian trade being conducted via the Mediterranean Sea until the 17th
Century, when the British and Dutch activities in Indian waters began. Important
harbor towns in the Mediterranean maintained their wealth for a while longer.
North Africa Was Spared From Colonization and Christianity
The Ottoman Empire’s status in the 16th Century enabled it to shape the course
of world politics and play a significant role in the historical development of North
Africa. In 1492, following the fall of Granada, the last remnant of Andalusia, the
Spanish and Portuguese began to settle in North Africa. When the Ottoman Empire became active at sea with Barbaros Hayreddin Pasha, it entered a struggle for dominance with the Europeans in North Africa. The Habsburg conquest of
North Africa was prevented through the cooperation of Ottomans with the Turkish pirates in the area.
101
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN MODERN AVRUPA’NIN OLUŞMASINDAKİ ROLÜ / THE ROLE OF THE OTTOMAN EMPIRE IN THE FORMATION OF MODERN EUROPE
lantik ötesindeki yeni sömürgelerine kaydırdılar. Bu durum da Amerika kıtasının
sömürgeleştirilmesini hızlandırdı.
XV. yüzyılın sonlarından itibaren denizlerde büyük bir üstünlüğe sahip olan Portekiz, Afrika’nın Doğu ve Batı sahillerindeki Müslüman sultanlıklara saldırarak
birçok yeri harap etmiş, bir kısmında da hâkimiyet kurmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, Kızıldeniz’de hâkimiyet kurarak, Afrika’nın Doğusunda Mozambik’e kadar olan bölgeyi Portekizlilerin işgalinden kurtardı. Habeşistan’a hâkim olan Osmanlıların nüfuzu Kenya’da Mombasa’ya kadar yayıldı. Böylece bu bölgelerin
Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesi uzun süre önlenmiş oldu.
Osmanlı İmparatorluğu izlediği siyasetlerle bugünkü modern dünyanın oluşmasına bahsettiğimiz katkılarda bulunmuştur. Ayrıca Osmanlı idaresi altında
asırlarca bulunmuş ülkelerin pek çok karakteristiği de bu dönemde şekillendi.
Budin’den Basra’ya kadar uzanan bölgedeki dini ve etnik gruplar Osmanlı idaresi altında oluştu. Osmanlı mimarisi ve şehircilik anlayışı, hâkimiyeti altındaki birçok yerde şehirlerin şekillenmesinde önemli tesirlerde bulundu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim olduğu sahada Arnavutluk, Bahreyn, Birleşik
Arap Emirlikleri, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Etiyopya, Filistin, Hırvatistan, Irak, İsrail, Karadağ, Katar, Kıbrıs, Lübnan, Libya, Macaristan, Makedonya,
Mısır, Moldavya, Romanya, Sırbistan, Suudi Arabistan, Suriye, Tunus, Umman,
Ürdün, Yemen ve Yunanistan kurulmuştur. Ayrıca bugünkü Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Sudan ve Ukrayna’nın da
bazı kısımları Osmanlı toprağı olmuşlardı. Bütün bu bölgelerde yüzyıllarca süren
Osmanlı hâkimiyeti günümüz dünya politikasına da etki eden derin izler bıraktı.
Nitekim günümüzde, özellikle son 15 yılda Balkanlar’da, Kafkasya’da ve
Ortadoğu’da kaldırılan her taşın altından bu imparatorluğun izleri çıkmaktadır.
David Fromkin’in, New York Times’taki 9 Mart 2003 tarihli yazısı da bu gerçeği ifade ediyordu: “Bir hayalet ABD’yi pençelerine almış, rahat bırakmıyor. Bu,
Osmanlı İmparatorluğu’nun hayaleti. Irak’ta, Sırbistan’da, Bosna’da, Kosova’da,
Körfez Savaşı’nda, 11 Eylül saldırılarında bu hayalet bizimleydi. Osmanlı hayaletleri asla uzaklaşmadı”.
Kitabiyat / Bibliography:
• Abdullah Atıyye Abdulhafız, “Osmanlı Döneminde Mısır Mimarlığı ve Osmanlı Etkileri”, XIV. Türk Tarih Kongresi, II/II, Ankara 2002.
• Akdes Nimet Kurat, Türk-İngiliz Münasebetlerinin Başlaması ve Gelişmesi 1553-1610, Ankara 1953.
• A. Fisher Galanti, Türk Cihadı ve Alman Protestanlığı, 1551-1555, yay. haz. Nevâl Öke, İstanbul 1992.
• Ahmet Kavas, “Osmanlı Devleti’nin Afrika Kıtasında Hakimiyeti ve Nüfuzu”, Osmanlı, I, ed. Gülay Eren, Ankara 1999, s. 421-430.
• Bülent Arı, “İstanbul’daki İlk Hollanda Elçisi: Cornelis Haga ve 1612 Tarihli Hollanda Kapi
tülasyonları”, Divân, sayı: 2 (İstanbul 2003).
• ———, “İlk Osmanlı-Hollanda Münasebetleri”, Osmanlı, I, ed. Güler Eren, Ankara 1999, s. 493-501.
• Erdal Çoban, “Macaristan’da Protestanlığın Gelişimi ve Osmanlı Hakimiyeti”, OTAM, sayı: 7, (Ankara 1996), s. 99-112.
• Halil İnalcık, “Osmanlı-Rus İlişkileri 1492-1700”, Osmanlı-Rus İlişkilerinde 500 Yıl, 1491-
1992, Ankara 1999.
• ———, “Avrupa Devletler Sistemi, Fransa ve Osmanlı”, Doğu-Batı, sayı: 14 (Ankara 2001), s. 122-142.
• Halil İnalcık-Gülsel Renda, Osmanlı Uygarlığı, I-II, Ankara 2003.
• İmparatorluk Mirası, Balkanlarda ve Ortadoğu’da Osmanlı Dam­gası, ed. L. Carl Brown, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul 2000.
• Klaus Schwarz, “16. Yüzyılın Ortalarında Protestanların Umudu Türkler”, Tarih ve Toplum, X/59 (İstanbul 1988), s. 9-13.
• Leyla Coşan, Tanrım Bizi Türklerden Koru, İstanbul 2009.
• Nicolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I-V, çev. Nilüfer Epçeli, İstanbul 2005.
• Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, ed. Kemal Karpat, çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul 2000.
• Tahsin Görgün, “Avrupa’nın Sosyo-Politik Oluşumunda Bir Faktör Olarak Osmanlı Devle
ti”, Osmanlı, VII, Ankara 1999, s. 134-145.
• Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, I-VII, Hamburg 1840-1863.
102
The Barbaros brothers, who captured Algeria in 1516, were not in a position to
oppose the Spanish. Therefore, they protected themselves in Algeria through the
recognition of Ottoman dominance. However, the Spanish who were looking to
occupy Algeria were defeated in 1541.
In 1551, Turgut Reis was able to take over Tripoli, or rather New Libya. Tunisia
had been conquered by Barbaros Hayreddin Pasha in 1533; however, it had fallen shortly thereafter. During the reign of Sultan Selim II in 1574, it was conquered once again by Sinan Pasha. With this, Ottoman dominance spread all the
way to Morocco. An intervention in the battle for the throne taking place in Morocco prevented the nation from falling under Portuguese dominance. During
the Battle of Alcazar, which took place in Morocco on April 4, 1578, the Portuguese king was killed and the period of Ottoman patronage began.
The Ottoman dominance in North Africa also saved the Muslim states which
were located inside the continent; however, due to their coastal location the Sultanates of Borno, Songhay and Timbuktu, known today as Nigeria, Niger, Chad
and Mali, came under the influence of Spain and Portugal. These sultanates recognized the Ottoman sultan as the Caliph and became his subjects. By establishing dominance in this region and fending off the Spanish wing of the Habsburgs, the Ottomans prevented thus prevented this area from becoming Christian and being colonized. If the Portuguese and Spanish had dominated this area
instead of the Ottomans, the situation there today would be very different. The
Habsburgs, who was unable to establish dominance in the Mediterranean and
North Africa, directed all of their attention and power to their new colonies located beyond the Atlantic Ocean. This in return facilitated their colonial involvement in North America.
Following the end of the 15th century, Portugal dominated the sea and destroyed many places through attacks on the Muslim sultanates located in eastern
and western Africa. The Ottoman Empire dominated the Red Sea, saving eastern
Africa to the borders of Mozambique from Portuguese occupation. The domain of the Ottomans, who also maintained dominance over Ethiopia, spread until Mombasa in Kenya. Thus, the European colonization of these areas was prevented for a long time.
Based on the above evidence, it is clear that the Ottoman Empire, through the
policies it maintained, played an influential role in the formation of today’s modern world. Furthermore, the characteristics of the countries which remained
under Ottoman administration for centuries were formed during this time period. Religious and ethnic groups from Buda to Al-Basra were under Ottoman rule.
Ottoman architecture and notions of urbanization became important influences
in the shaping of many cities under Ottoman dominion.
From the land that was under Ottoman control, the countries of Albania, Algeria,
Bahrain, Bosnia Herzegovina, Bulgaria, Croatia, Cyprus, Egypt, Ethiopia, Greece, Hungary, Iraq, Israel, Jordan, Lebanon, Libya, Macedonia, Moldova, Montenegro, Palestine, Qatar, Romania, Saudi Arabia, Serbia, Syria, Tunisia, the United Arab Emirates, and Yemen were established. Furthermore, the modern day
countries of Armenia, Azerbaijan, the Czech Republic, Georgia, Poland, Slovakia, Sudan and some parts of Ukraine were also Ottoman territory. Ottoman dominance in these areas, which lasted hundreds of years, left deep marks which
have come to effect today’s politics as well.
Moreover, today, particularly over the past 15 years, traces of the Ottoman Empire have been found everywhere in the Balkans, Caucasus and the Middle East.
In a March 9, 2003, New York Times article titled, “The World: A World Still Haunted by Ottoman Ghosts,” David Fromkin highlights the truth of this reality:
“A ghost has been haunting the United States. It is the specter of the Ottoman
Empire. The ghost is with us today, in the antagonism between Turkey and the
Kurds in any war over Iraq… The ghost made its appearance when Saddam Hussein invaded Kuwait, igniting the 1991 Persian Gulf War… The ghost was with us
when Yugoslavia disintegrated into savage ethnic feuds… the Ottoman ghosts
never far away.”
ERKAN OĞUR:
Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı.
Söyleşen: Hasan IŞIK
ERKAN OĞUR
Music was natural like bread and water.
Intervıew by: Hasan IŞIK
ERKAN OĞUR: Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı. / INTERVIEW WITH ERKAN OĞUR Music was natural like bread and water.
ERKAN OĞUR İLE SÖYLEŞİ
ERKAN OĞUR İLE SÖYLEŞİ
Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı
Music was natural like bread and water
Söyleşi: Hasan IŞIK
Interview by: Hasan IŞIK
Erkan Bey, sizinle ilgili birtakım bilgileri zaten yıllardır biliyoruz. Ama sizin
geçmişinizle ilgili doğru bilgileri bir kez de sizin anlatımınızla dinleyebilir
miyiz?
Many of us know much about your life. However, could you please tell us the
facts about your past once again?
My mother and father were the children of families from Elazığ…My mother’s
Annem de babam da Elazığlı ailelerin çocukları… Anne tarafı Kesrikli, baba tarafı
side originally came from Kesrik, and my father’s family came from Iran. They
İranlıdır. Merkezde yaşamışlar, vaktiyle köylere gidip gelmişler. Babam doktor.
lived in the center of the town, but would come and go from the villages. My faLise çağlarında İstanbul’a gelip Haydarpaşa Lisesi’nde okuyup, sonrasında Askether was a doctor. When it was time for him to go to secondary school he came
ri Tıp Fakültesi’ni bitirip doktor olmuş. Doktorluğunu Elazığ’da yaptı. Kore gazito Istanbul to study at Haydarpaşa High School and then studied at the Military
sidir. Kore’de ilk estetik ameliyatları yapan doktordur, dünya çapında. BaldırlarMedical School, becoming a physician. He practiced in Elazığ. He served during
dan parça alıp kulak, burun gibi organlarda kullanıthe Korean War. He was the first doctor in the world
yordu. Hatta anlatılır ki Amerikalılar onu hep çağırto carry out plastic surgery in the Korean War. He
Müzikle ilgili en uç düşüncem, felsefi
mışlar bu işi orada öğretsin diye ama babam o dötook a piece from the calf and used it to repair ormanadaki hayalim, susmak, başka birşey
nemin idealist insanlarından; Elazığ’da devam ettirgans like ears and noses. In fact, it is said that the
değil.
miş doktorluğunu.
Americans would ask him to come and teach this
technique there, but my father was an idealist; he
My extreme idea on music, my philosophical
Doğum yeriniz Elazığ, değil mi?
continued working as a physician in Elazığ.
image on it is just silence, and nothing else.
Benim doğum yerim Ankara. Ama doğum için
Ankara’ya gidilmiş, sonra tekrar Elazığ’a dönülmüş.
Ben Elazığ’da büyüdüm. Ortaokulu bitirdim, sonra lise çağlarında İstanbul’daki
Kabataş Lisesi’ne geldim.
Müzikle ilgili ilk temeliniz Elazığ’da mı başladı?
Tabii, Elazığ’da… Benim eğitimim orada başlayıp bitmiştir. Sonrakiler sadece
tecrübe, şaşkınlık vs. Müzik de Elazığ’da oluştu, Elazığ’ın folkloru, mahalli sanatçılar, köy düğünleri vs.
İlk enstrümanınız keman, hem de boyunuzla eşit bir keman!..
Evet, çok küçük yaşlarda yayı boyum kadardı, ama bağlamam da vardı. O benden de uzundu. Bir yıl kadar keman çalıştım. Yine Gazi Eğitim mezunu şan hocası olan Ülkü hanımdan. O kemancı değildi, kemanı bilmiyordu ama müziği biliyordu. Nota falan öğrenmiştim o yaşlarda. Müzik aleti bizim için şimdiki bilgisayar gibi birdenbire insanların gençlerin çok ilgi duyduğu bir şeydi. Onun için
çok yoğun çalışmalar yaptım ben. Gerçi ailem pek taraftar değildi bu işe. Babam
hiçbir zaman tasvip etmedi.
Tasvip ettiği bir an yok mu?
Hiç hatırlamıyorum, sıfır yani. Tam tersine reddetti. Uzun yıllar sonra ben
Almanya’ya fizik okumaya gittim, 1973 sonlarında… O dönemde üçüncü sınıfta bıraktım eğitimimi ve klasik gitar eğitimi almaya başladım. Babam da beni evlatlıktan reddetti. Çok kızdı.
Müziğin sizdeki karşılığı neydi?
Benim için müzik hobi değildi. Hep ihtiyaç olarak hissettim. Müzik hiç yabancı gelmedi yani. Diğerleri yabancı geldi. Ama toplum baskısı, aile, etraftan gördüğümüz; insanlar doğar, süt emer, okula gider, çalışır falan. Benim için o dersler hobiydi aslında. Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı. Ben çalışmadım, yüksek
düzeyde bunun eğitimini almadım. Bir yıllık bir keman çalışma dönemim var.
Benim bütün müzik eğitimim o kadardı diyebilirim. Bir Alman metodu, Arthur
Seybold’un keman metodunu bulmuştu hocam. Ne Almanca biliyoruz ne müzik
dilini biliyoruz ne de kemanı biliyoruz. Şan hocası o sesleri biliyor sadece… “Bu,
Do” dedi, ben de aradım buldum, “Ha buymuş” dedim. Öyle arama tarama, deneme, bozma ve güreşme şekliyle nota öğrendim, bir metot çalışması nasıldır
onu öğrendim.
Müziğinizi oluşturan duygu nedir?
Müziğin nasıl oluştuğunu sorduğunuzda; o bir muamma, tarif edemem. Hediye
midir tesadüf müdür ya da kader midir bilmiyorum. Benim sesim güzeldi. Duyduğum sesleri tarif ya da taklit etmek veya ona benzeşik sesler üretmek ihtiya104
You were born in Elazığ, weren’t you?
I was born in Ankara. My mother went to Ankara for my birth, and then returned to Elazığ. I grew up in Elazığ. I finished middle school there, and then
went to Istanbul, Kabataş High School, for secondary school.
Were the first foundations of your career laid there?
Of course, in Elazığ…My education started and finished there. What happened
later was just experiences, wonder, etc. The music was formed in Elazığ, with
the folk songs, local singers, village weddings, etc.
You first instrument was a violin, one that was as big as you..!
Yes, when I was very young, the bow was as tall as me, but I also had a bağlama
(a stringed instrument, played like a guitar). This was bigger then me. I practiced violin for a year. My teacher was the singing teacher Ülkü Hanım, a graduate from Gazi Education. She wasn’t a violinist; she didn’t know how to play
the violin, but she understood music. I learned to read music, etc. at that age.
Musical instruments were things that young people at that time had suddenly
become greatly interested in, like computers today. That is why I worked very
hard. In fact, my family didn’t really approve of this; my father never was in
favor.
Did he never approve?
I don’t remember him approving, not at all. Just the opposite, he rejected my
music. Years later, I went to Germany to study physics, at the end of 1973…at
that time I dropped out of university in the third year and started to study classical guitar. My father disowned me. He was very angry.
What has music given you?
For me, music has never been a hobby. I have always felt that it was more of
a need. That is, music wasn’t something alien to me. Everything else appeared
strange or alien. However, with social pressure, my family, everything that I saw
around me; people were born, they suckled milk, went to school, worked…In
fact, my lessons were a hobby for me. Music was natural like bread and water. I
didn’t study nor did I receive any higher education. There was a period of a year
during which I studied the violin. That is about all the music education that I
had. I found a teacher of the German method, the Arthur Seybold violin method.
I didn’t know German and I did not know the language of music, nor did I know
anything about violin. I only knew the sounds made by that singing teacher…
“This is Do” she would say and I would find what I was looking for: “Yes, this is
it” I would say. Thus by searching and finding, experimenting, wrestling with the
notes I learned where they were, and developed a method of studying.
cı hissediyordum. Mesela nesli tükenen kartallar vardı, Harput’un uçurumlarında yaşarlardı, sonra yok oldular. Kemanı alır giderdim, onlar öterken ben de kemanı öttürürdüm. Onunla konuşurdum, bir şey çalmazdım yani, ses çıkarırdım o
da yankı yapardı. Yankının çıkardığı sesi severdim. Saniyelik şeylerdi bunlar, benim ilk kaydım bunlardı. En güzel kayıt onlardı. Enstrümanı yani müzik aletlerini çok seviyorum. Çok iyi bir gitarcı olmayabilirim, ama gitarı en çok seven diye
tarif ederim zaman zaman kendimi.
Almanya’da ilk müzik temrinleriniz nasıl başladı?
Ben perdesiz gitarı yapmadan önce, fizik tahsilini bırakıp yoğun bir şekilde klasik gitar çalışmaya başladım. Gitarı Almanya’da öğrendim. Önemli gitarcıları izledim, onların plaklarını alıp dinleyerek kendi nota bilgimle Münih
Kütüphanesi’nden notalarını bulup onları takip ederek plaklardan klasik gitar
repertuvarını yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Oscar Casales isimli Kübalı çok
önemli bir klasik gitarcı, Münih’e gelmişti bir konser için. Sonra atölye çalışması
düzenlendi. Ben de katıldım. Herkes bir şeyler çaldı; kimi Bach çalıyor, kimi Tarrega çalıyor, kimi Willibald, ben de tuttum Büyük Cevizin Dibi diye bir türkümüz
var, onu çaldım. Adam çok beğendi; ritmini, melodik yapısını ilginç buldu… Ba-
sit bir armonisi vardı belki onlara ilginç geldi ya da parça değişik geldi. “Gel benim talebem ol” dedi. Ondan sonra fizik tahsili bitti.
Bir yıl kadar ellerinizdeki rahatsızlıktan ötürü enstrüman çalamıyorsunuz. Bu
bir müzisyen için nasıl bir duygudur?
Evet, Oscar Casales’in öğrencisi olmak için Almanya’daki fizik tahsilimi bırakıp
Paris’e gittim. Orada Sorbonne’dan mezun, aynı zamanda caz davulu çalışan,
orada okuyan bir arkadaşım vardı; Can Kozlu. Şu anda Bilgi Üniversitesi’nde öğ-
What is the emotion that forms music?
You ask how music is formed; it is an enigma, I can’t explain it. I don’t know if it
is a gift, a coincidence, or perhaps fate. I have a good voice. I feel the need to
describe or imitate the sounds I hear or to produce similar sounds. For example,
along the cliffs of Harput there used to be eagles – they were becoming extinct
and then they disappeared. I would take my violin and I would cry out along
with them. I would talk to them, that is, I would take something from them, I
would make a sound and they would echo it. I loved the sound they made when
echoing. These were instantaneous things, but these were my first recordings.
I love instruments. I may not be a great guitarist, but I from time to time I describe myself as the most loving.
How did you first start practicing music in Germany?
Before making a fretless guitar I dropped out from studying physics and started
to work intensely on classical guitar. I learned to play the guitar in Germany.
I observed important guitar players, purchasing their records and listening to
them; I found the music sheets in the Munich library and tried to follow them
with the records, using my own knowledge of reading music. It was in this way
that I started to develop a classical guitar repertoire. A classical guitarist, the
Cuban Oscar Casales, came to Munich to give a concert. Later he arranged
studio lessons. I joined in them. Everyone played something; someone played
something from Bach, another from Tarrega, another from Willibad, and I
played the Turkish folk song Büyük Cevizin Dibi. He really liked it, finding the
rhythm and structure of the melody very interesting…perhaps this is a simple
harmony, but it was interesting or different to him. “Come and study with me”
he said. That was when my study of physics finished.
105
ERKAN OĞUR: Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı. / INTERVIEW WITH ERKAN OĞUR Music was natural like bread and water.
retim görevlisi. O “Gel burada kalırız” dedi. Paris’te banliyölerin, pazarın ortasında bir yerde, yaklaşık üç-dört ay bir zaman geçirdim. Maksat, Oscar
Casales’ın talebesi olmak, onunla çalışmak ve klasik gitar hayatına başlamaktı. Geldim, imtihana girdim, altı yıllık bir konservatuvar, onun dördüncü sınıfına aldılar beni. Fakat Oscar Caselas dünya turuna çıktı, asistanıyla beni baş
başa bıraktı. Onunla bayağı çalıştım. Ama her şey çok hızlı gelişiyor. Bu dönemde anladım ki ben klasik gitarcı değilim. Çünkü Türk müziğini düşündüğüm zaman kocaman bir ses çıkıyor, majestik konser tonu çıkıyor ama Villa
Logos, Bach ya da o literatürden bir şey çaldığımda ortalama, tekniği iyi, eğitmen düzeyinde olabilecek insanlar, klasik gitarı anlatabilecek düzeyde bir
müzikalite çıkıyor ortaya…
Bir arabam vardı, onu satıp gitar almıştım. Gitarı yere koydum, sonra üzerine çıktım bakalım tartıyor mu beni diye, kırıldı. Sonra tekrar Almanya’ya döndüm. Fizik tahsilini de klasik gitarı da bıraktım. Ve kendime
perdesiz gitar yaptım, o kırık gitarla. İki yıl kadar çalıştım. Ellerim rahatsız oldu. Bileklerimde
urlar çıktı, mesleki hastalık. Aşırı zorlamaktan…
Yani üç-beş yılı daha kısa zamana sığdırma çabası yüzünden, yanlış çalışma uygulamaktan.
Günde 10-12 saat çalışıyordum, başka hiçbir
şey yapmıyordum, her şeyi bırakmıştım.
Kaç yaşındaydınız?
1975-1976 yılları, 22-23 yaşlarında falan…Ellerim sonra hareket edemez oldu, öyle kaldılar,
kalem bile tutamadım. Kapıyı açamazdım şiddetli ağrılardan. Doktorlara gittim, kimisi onu
alacağız diyor, kimisi kortizon tedavisi diyor.
Babama da bir vesileyle sordurmuştum annem
vasıtasıyla, “Mesleki hastalık ömür boyu çeker ama bir tarafına bıçak vurdurmasın” demiş.
Ben bu konuda yalnız kaldım. Almanya’daki
doktorlara da o kadar güvenemedim. Altı ay
çalmadım. O altı ay dinlenmeyle geçti; ağrılar
geçti, sızılar durdu. Sonra zamanla ben hareketlerimi kısıtlayarak, daha az güç harcayarak
çalma teknikleri geliştirdim. O arada perdesiz
gitarı, o kırılan gitarı yaptım. Oradaki maksat,
hem Türk müziği çalabilmek hem de dokunarak
ses çıkarabileceğim bir gitar yapmak. Yormasın
beni, ağrıtmasın diye. Benim yaptığım gitarda
telin altından saç kılı geçer, yani o kadar yüksekteydi. Çok az ses çıkar ama küçücük dokunursun, ancak ben duyarım. Onun için acıtmazdı, ağrıtmazdı elimi.
Tabii o sadece ikinci neden değil, bir de arayışınızın içerisinde sizi perdesiz
gitara götüren esas neden…
Evet, perdesiz gitara götüren esas neden Türk müziği sesleri, daha doğrusu
seslerin sınırsız olması özelliği… Yani sınırlı bir aralıkta iki eşik arasında bir tel
var ve üzerinde sen on tane perde belirlemişsin, hâlbuki sonsuz ses var orada. O, yani esas düşünce fizikten kaynaklanıyor.
Yaptığınız müzik, içinizden gelen ve kendinize ait bir müzik… Piyasaya
baktığınızda kendinizi şanslı olarak görüyor musunuz?
Kendi müziğim değil de kendimi içimden gelene bıraktım, diyelim. Ben çünkü felsefi manada baktığınızda insanın bir şey yaratabileceğine inanmayan
birisiyim. Ama organize ediyorsunuz, onu düzenleyebiliyorsunuz, keşfedebiliyorsunuz, yani olan bir şey. Veya onu taklit edebiliyorsunuz ya da tarif edebiliyorsunuz. Ama yoktan bir şey çıkmıyor ortaya. Elazığ’da ne duyduysam
ya da sonradan başka zamanlarda ne duyduysam onların bir harmanı kafamın içinde dönüp dolaşıp bir şekle girip çıkıyor. Hepsi sonradan içimde doğan şeyler aslında.
106
For about a year you were couldn’t play because of a problem with your
hands. As a musician, how did this make you feel?
Yes, in order to be Oscar Casales’ student I abandoned my education in physics
in Germany and went to Paris. There I had a friend who was studying, having
graduated from the Sorbonne, and who was at the same time working as a jazz
drummer; Can Kozlu. Now he is a lecturer at Bilgi University. He said “Come
and stay here”. I spent about three to four months in the Parisian suburbs, in
the middle of a market place. The intention was to be Oscar Casales’ student,
to work with him and to start my life with classical guitar music. I came, took
the exams, and a six-year conservatory took me on as a fourth year student.
However, Oscar Caselas had set out on a world tour, leaving me with his assistant. I worked quite hard with him, but everything developed very rapidly.
It was during this period that I understood that
I was not a classical guitarist, because whenever
I thought of Turkish music a huge sound would
emerge, majestic concert tones, but with Villa
Logos, Bach or something else from the classical
guitar repertoire I could only produce an average musicality with good technique that could
be trained….
I had a car and I sold it and bought a guitar. I put
the guitar on the floor and stood on it to see if it
could carry my weight; it broke. Then I returned
to Germany. I had abandoned studying physics
and classical guitar. And I made my own fretless
guitar with that broken guitar. I worked a lot for
two years. I started to have some problems with
my hands. There were lumps on my wrists; this is
an occupational hazard. I had great difficulty…
that is, this was a result of trying to cram three to
five years of efforts into a shorter period of time,
and an incorrect technique…I would work 10-12
hours, not doing anything else; I abandoned everything else.
How old were you?
This was in 1975-76, I was 22-23…Finally I was
unable to move my hands, they remained like
that; I couldn’t even hold a pen. I couldn’t open
the door due to the intense pain. I went to doctors; some said, we’ll remove the lumps, others said they would use cortisone. Through my
mother, by some means, I was able to ask my
father: “This is an occupational hazard, he will
suffer from it for the rest of his life, but he should
have it removed”. I was alone; I didn’t trust the
doctors in Germany very much. I did not play for
six months. I spent those six months resting; the pain receded, the aches disappeared. Later, I developed a method of playing that limited the movements,
using less strength. At this time from that broken guitar I made a fretless guitar.
The purpose here was not only to make a guitar on which I could play Turkish
music, but one on which I could produce a sound by merely touching so that
I wouldn’t tire myself or cause myself pain. A hair could be passed under the
strings of the guitar I made, that was how close they were to the fingerboard. It
did not make much sound, but I could hear the slightest touch. This did not hurt
my hand, it didn’t make it ache.
Of course, the basic reason that brought you to develop a fretless guitar was
not this second reason…
Yes, in fact the reason that brought me to a fretless guitar was the notes of
Turkish music, or more accurately, the characteristic of an infinity of sounds…
that is, we have a string between two bridges, with a limited distance; on it
there are ten frets. However, there is in fact an infinity of sounds there. This
basic idea comes from physics.
Ozan ya da âşık geleneğinin neresindesiniz?
Ben o geleneği seyreden, uzaklaşıp giden halini seyreden birisiyim. Ozan değilim. Ozan olabilmek için o olayları yaşamış olmak lazım. Hiçbir şey yaşamadık biz, mutlu bir çocukluk ortalama bir düzen içerisinde Türkiye’nin en mutlu döneminde yaşadık belki de.
İstanbul’a, Türkiye’ye tekrar dönmeye nasıl karar verdiniz?
İTÜ Konservatuarının varlığını öğrendim, okul 1976’da kurulmuş. Benim idealim hem Türk hem Batı müziğinin eğitiminin verildiği bir yerdi ve çok büyüttüm gözümde. Bir anda Almanya bitti benim için. Orada bazı orkestralarda
çalıyordum, üniversiteyi bırakıp müziğe geçtikten sonra çevrem değişti. Ondan önce “Köpekler ve Türkler giremez” yazıları olan restoranlarda bulaşık
bile yıkadım. Üniversitede ya da bankalarda sıraların arkalarına koyarlardı
bizi, ırkçı bir ülkeydi orası. Çok kötü bir dönemdi Almanya’da, onlar için üzgünüm; acıyorum Alman halkına ve politikalarına… Arkama bile bakmadan
Türkiye’ye döndüm. Geldiğimde bazı hayal kırıklıkları yaşadım, ihtilal oldu.
Böyle şeylerle de karşılaştım. İhtilal olur, millet ülkesinden kaçar gider; ben
ülkeme döndüm. Hiçbir şeyi gözüm görmedi açıkçası. İTÜ’ye girdim, imtihanı kazandım, orada dört yıl okudum. Enstrüman yapımı bölümü hocası benim çok eskiden de tanıdığım Cafer Açın, derslerin dışındaki zamanı onunla
geçirirdim. Bana bir köşe ayırmıştı, orada aletlerimi yapardım. Bir tane perdesiz gitar orada yapmıştım, sevmemişti. M.F.Ö. grubunun ilk albümlerindeki “Güllerin İçinden” parçasını çaldığım aleti yapmıştım. Onun için iyi yanar
demişti. O zaman öyle diyorlardı, şimdi önümüzdeki Ekim ayında aynı okulda ben hocalığa başlayacağım. Perdesiz gitar bölümü açtılar, uluslararası, bütün dünyaya açık. Aradan yirmi beş yıl geçti, ancak şarj ettiler. Ben de kapının
üzerine yazacağım “Burada yangın var” diye…
O dönem perdesiz gitar çalan bir tek siz vardınız, değil mi?
1993-1994 başlarına kadar yoktu pek çalan. Sonraları insanlar çalmaya, anlamaya başladılar. Bir arkadaşımızı eğittik, enstrüman yapımcısı; kendisi benim enstümanlarımı boza çöze yapar oldu. Başka insanlar da yaptı, onlar da
çalmaya başladı.
Sizin kendinizi yakın hissettiğiniz kimler var?
Ben mahalli sanatçıları seviyorum. Daha doğrusu işini severek, dürüstçe yapan müzisyenlere her zaman yakınlık duydum. Yöre sanatçılarını tercih ediyorum. Bizim Elazığ’da klarnetçi bir Şükrü vardı, davulcu Hıdır vardı, kör İdris
var cümbüş çalan. Benim de bir cümbüşüm vardı, çalardım, o da perdesizdi.
Ramazan Güngör rahmetli, onu severdim. Muharrem Ertaş’ı severdim. Özay
Gönlüm’ü çok severdim. Aydınlık bir insandı.
Erkan Bey, bir dönem özellikle 1980 sonrası, müzik piyasasında Çekirdek
Sanat Evi epey bir damga vurdu. Siz nasıl tanıdınız, nasıl tanıştınız, nasıl
başladı oradaki serüveniniz?
Belki de ilk sanat evi… Orası Fikret Kızılok’un dişçilik yaptığı muayenehanesiydi. Çatalçeşme’de, Şaşkın Bakkal’dan biraz ileride. Fikret Kızılok da annemin evinin bir arka sokağında otururdu. Bülent Ortaçgil ile onların dönemsel rekabetleri ve birliktelikleri vardı. Ben de Bülent’in çocukluk arkadaşıyım. Bu vesile ile Fikret Kızılok’u tanıdık. Fikret Kızılok çok güzel yemek yapardı. Deniz bilgisi olan, Bodrum’da yaşayan, teknesi olan, bayağı keyifli yaşayan bir adamcağızdı. Okumuş, biraz entelektüel, müzik ölçüsünde insanları düşündürebilen birtakım şeyler yapan birisiydi. Sonra muayenehanesini
kırk elli kişilik bir salona çevirdi. Orada hem sergiler olurdu, hem söyleşiler;
halı bile örüldü insanların önünde. Çocuklar için resim kursları yapıldı. Ücretsizdi. Sadece o gün ne performans varsa onun kaydı yapılıyordu. O kayıtların kopyaları o gün oraya gelen insanlara bir ücret karşılığı veriliyordu. Sonrasında Fikret ve Bülent ortak yapım şirketine dönüştürüp bunları çoğaltıp
sattılar. O yüzden sizlere ulaştı onlar. Ben perdesiz gitar çalmaya orada karar vermiştim. Orada “Perdesiz Gitarda Arayışlar” gecesini düzenledim. Kendimi sınadım, öyle bir gecenin kaydıdır o. Sonra baktım oluyor, rahatladım,
çalmaya karar verdim. O kayıt benim için çok özel bir şeydi, sanki evde yaptığım bir şeydi.
The music you make comes from within you and is your own peculiar form
of music…Do you see yourself as fortunate when you look at the world of
music…?
Rather than saying my own music, let’s say that which comes from within me.
I am not someone who believes, when you look at things philosophically, that
people can create something. Yes, we can organize, sort it out and discover the
things that are there. Or we can imitate or describe. But it is not possible to produce something out of nothing. What I heard in Elazığ or what I heard at later
times form a harmony in my head, spinning around and they come out in some
form. In fact, they are all things that were born in me later on.
Where do you place yourself in the ozan (poet) or aşık (minstrel) tradition?
I am the one who is observing that tradition, as it slowly draws away. I am
not a poet. In order to be a poet one needs to live through events. I have not
experienced anything, having lived a happy childhood in perhaps what was the
happiest period of Turkey.
How did you decide to return to Istanbul, to Turkey?
I learned about the Istanbul Technical University Conservatory; the school had
been established in 1976. My ideal was a place that provided education in both
Turkish and Western music and this had grown to be very important to me.
Germany was over in a flash for me. I played in some orchestras there, when I
quit the university and passed over to music my environment changed. At first,
I even started washing dishes in restaurants where “No Dogs or Turks” was
written on the door. They would put us at the back of the lines in universities
and banks; it was a racist society. It was a bad time for Germany, I am sorry for
them, I feel for the German people and politicians…I returned to Turkey, and
did not look back once. When I returned I experienced some disappointment,
the coup occurred. This is what I faced. The coup happened and people were
fleeing the country; I had just returned. In fact, I was totally unaware. I went to
ITÜ (Istanbul Technical University), passed the exam and studied there for four
years. The professor of the instrument makers department was Cafer Açın, who
I had known years before; I spent time with him outside of lessons. He set aside
a corner for me, and I made instruments. I made one fretless guitar there, but
he didn’t like it. I made the instrument which I used on the “Güllerin İçinden” on
the first album for M.F.Ö. group. He said it would make good fire wood. That is
what they said then, but now in October next year I am going to start lecturing
at the same school. They have opened a fretless guitar section, which is open
internationally to the whole world. Twenty-five years have passed, and things
have been charged. I am going to write a sign saying “The Fire is Here” on my
door…
At that time you were the only one playing the fretless guitar, weren’t you?
There weren’t many people playing the fretless guitar until the beginning of
1993-94. Then people began to play it, to understand it. We taught a friend, an
instrument maker, who took my instruments apart to learn. Other people made
them and they started to play them.
Who do you feel is close to you?
I like local musicians. Or more accurately, I like what they do; I always feel close
to musicians who do what they do honestly. I prefer the regional artists. There
is a clarinetist in Elazığ, a Şükrü and a drummer Hıdır, a blind İdris who plays the
cümbüş (metal mandolin). I have a cümbüş, I would play it; it has no frets. The
late Ramazan Güngör - I loved him. Muharrem Ertaş was someone I loved too.
I also loved Özay Gönlüm. These were enlightened people.
The Çekirdek Sanat Evi (Art House) put its stamp on the music market for a
period, particularly after 1980. How did they become acquainted with you,
how did you meet and how did this adventure start?
This was perhaps the first art house…originally this was the examination room
of Fikret Kızılok’s dental surgery. It was in Çatalçeşme. There was periodic
competition and cooperation between them and Bülent Ortaçgil. Bülent was a
childhood friend of mine. It was through him that I met Fikret Kızılok. However,
they were the people who were producing at that time. Fikret Kızılok was a
wonderful cook. He was a man who was familiar with the sea, who had lived in
107
ERKAN OĞUR: Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı. / INTERVIEW WITH ERKAN OĞUR Music was natural like bread and water.
Herhangi yeni çıkan bir sanatçının albümünde sizin isminizi görünce bir
güven geliyor ve “kötü bir albüm olsa, Erkan Oğur yer almaz” düşüncesiyle
alıyoruz. Bu bir sorumluluk mudur?
Ben günahım gibi düşünüyorum. Sonradan duyduğumda tüylerim diken diken
oluyor. Uzun zamandır çalmıyorum kayıtlarda. Ancak böyle arkadaş eş dost ısrar ederse çalıyorum. Mesela geliyorlar “Tam sizlik bir parçamız var, halk müziği
özgün müzik tarzında” diye, önceleri acaba filan diye düşünüyordum. Sonra zaman içerisinde gördüm ki insanların alakası yok müzik mefhumuyla.
Bu biraz da ortama göre değil mi?
Müzik kalitesi giderek ucuzladı, bir şey çoğaldıkça giderek niteliği azalıyor. Az
olan şeyler kıymetli aslında, o yüzden bir kirlilik var ortalıkta. Sonra beni taklit eden bir sürü insanlar çıktı. Ben bu müzikleri duyduğumda anlayabiliyorum
ben olmadığımı ama insanlar “Orada da çalmışsın, ne güzel çalmışsın” diyorlar.
Bu arada insanların ne kadar duymadığını görüyorsunuz, bu çok üzücü. Giderek uzaklaştım yani.
Peki, müzik kariyerinizle ilgili düşündüğünüz şey nedir? Müzikle ilişkinizin
geleceğiyle ilgili…
Müzikle ilgili en uç düşüncem, felsefi manadaki hayalim, susmak, başka bir şey
değil. Ama saf müzik diye bir emelim
var, öyle söyleyeyim. Bütün tutkularımızdan, hazlarımızdan, insana ait
ne kadar nefsani özellik varsa onlardan sıyrılmış, hani “Gülün kokusu vardı” diyoruz ya, gül kokar ama koktuğunu bilmez, tartmaz da onu, “Ben kokuyor muyum?” falan diye tartışmaz
onun gibi bir müzik… Tabiattaki gibi,
rüzgârın sesi gibi, saf olan bir müzik
yapılabilir mi diye, onu düşlüyorum.
Saf, buradan bakınca dibine kadar içini görebileceğin bir biçimde olan müziği özlüyorum. Ütopik bir şey…
Bodrum, who had a boat and who was great fun. He was educated, a little bit
intellectual, he can think to a certain extent, making things in pop music that
causes people to think. Later he transformed his dental practice into a room
for forty to fifty people. Here there would be exhibitions and readings; even
carpets were woven in front of other people. Drawing lessons for children were
held free of charge. Whatever performance would be held that day would be
recorded. These recordings would be copied and distributed for a fee to the
people who had come. Then Fikret and Bülent formed a partnership and turned
it into a company, starting to copy these and sell them. That is how I came to
them. It was there that I decided to play the fretless guitar. I arranged a night
for Searches in the Fretless Guitar. I tested myself; there is a recording of such
a night. Later, I saw that this would work, so I relaxed and decided to start
playing. That recording is very special for me; it is like something I did at home.
Whenever we see your name on the album of a new artist it gives us a feeling
of reassurance, as we think that Erkan Oğur’s name would not appear on a
bad album. Is this a responsibility for you?
I feel as if this is my fault. Later when I heard this I got goose pimples. I haven’t
played on recordings for a long time. However, I play if a good friend or acquaintance insists. For example, they come and say, “We have a piece that is
just right for you, in the folk music style”, and then I think I wonder, etc…Later,
over time I saw that this had nothing to do with people, but musical
notions.
So, in other words, this changes according to the situation?
The quality of music is increasingly
being lessened; as something increases its quality decreases. In fact,
that which is rare is valuable, and
for this reason there is contamination. Later, a number of people who
wanted to imitate me appeared.
When I heard them I could tell that
it wasn’t me playing but people say
“You played on that album; how
well you played.” Then I understood
how little people actually heard. I
grew further and further away.
Bu arayışlar sizin arayışlarınızın
içerisinde hep var.
Tabiata yaklaşma, esas isteğim budur,
her alanda müracaat ettiğim konu.
Bu müziği yakaladığınız zaman birçok
insanın o müziği duyamayacağını mı
düşünüyorsunuz?
Çekirdek Sanatevi’nden çıkmış olan albümler./ Albums which are recorded in Çekirdek Art Center.
So, what do you think about your
musical career? About your future
relationship with music…
İnsanların ne düşüneceğini tarttığım müziklerim var. Tabiatla bütünleşme çabası sadece, başka bir şey değil. Ben mesela neyzenleri çok severim, ney üfleseydim başka hiç enstrüman çalmazdım ama halen üzerinden geçen rüzgârın kamıştan çıkardığı sesi, bir neyzene tercih ediyorum. Çünkü neyzen yemek yiyor,
içiyor, düşünüyor, hesap yapıyor, sabah kalkıyor, düşünüyor, “Aman nasıl çaldım eğri mi çaldım düzgün mü çaldım”, ama orada, kamışın ise? “Ben çalınacak
mıyım?” diye bir düşüncesi yok, rüzgâr da “Ben kamışın üstünden mi geçeceğim, ses mi çıkaracağım?” diye düşünmüyor. Çok saf yani…
My most extreme thought about music, my dream in the philosophical sense, is
nothing more than being quiet. But I have a hope of a pure music; that is what I
say. All of my passions, my greatest thrill, is a music that is as unquestionable as
saying the “Rose has a Scent”; we smell the rose, but the rose does not know its
own scent, cannot determine it, nor does it ask whether or not it smells. All the
characteristics of the ego have been removed. I dream of being able to create
a pure music, as in nature, like the sound of the wind. I long for a music that is
pure, which when looking from above it is possible to see down to the bottom.
A utopian thing….
Halen o sesi dinliyor musunuz? Dinlediğiniz yerlere gidiyor musunuz?
That search is part of all your searches.
Ben her sese açığım, tabiattaki sesleri çocukluğumdan beri, hep takip ederim.
Benim albümlere bakarsanız zaten misyonludur. “Hadi bu yıl bir albüm yapayım” gibi bir durum yok. 2000 yılından beri yapmıyorum, düşünsenize, bir iki
film müziği oldu o kadar. Solo albüm olarak bir şey yapmadım.
This approach to nature is my fundamental desire, the subject that I apply in
every area.
Şu an farklı birileri var mı ortak çalıştığınız ya da çalışmayı düşündüğünüz?
I have music with which I can measure what people think. This is just an effort
to combine nature, nothing else. For example I love neyzen (players of ney, reed
flute); if I could play the ney I would not play another instrument. However, I
still prefer the sound of the wind blowing over reeds to a neyzen. Because the
neyzen eats, drinks, thinks, calculates, gets up in the morning, thinking “How
Canlı müzik icraatları yapıyoruz birileriyle, Erdal Erzincan’la bir şeyler yapıyoruz
zaman zaman. Derya Türkan’la belki öyle bir proje olacak. Albüm olarak yeni bir
şey yok. Bir Harput projem var, ta ezelden beri.
108
Do you think that when you capture such music that many people may not be
able to hear it?
Biriktirdiğiniz seksene yakın Harput türküsü var değil mi? Bunlarla neler
yapmayı düşünüyorsunuz?
Onlardan seçmeler olabilir. Harput konusu için düşündüğüm birkaç proje var.
Bir tanesi geleneksel biçimde, bir tanesi benim sevdiğim, kendi yaklaşımımla
olan bir Harput projesi. Bir tanesi tamamıyla soyut, oranın belki folklor öğelerini içeren, ama Harput’a ağıt şeklinde… Oradaki yok oluşun, yıkılışın, terk edilişin
ağıt şekli. Bunlardan birini seçmem gerekli. İkincisi de benim “Bir Ömürlük Misafir” adında bir albümüm var, onun uzantısı.
Peki, bu “Pencereden Kar Geliyor” türküsü?
Ninni… Ana ağıtları. Ninni konusu benim önemsediğim bir şey. Hiçbir ülkede bu
kadar ninni yoktur herhalde. Müzikologlara sormak lazım… Afrika’da falan belki vardır ama onun hesabını yapmışlar mıdır bilmiyorum. Anadolu’da 55.000’e
yakın ninni olduğu müzikologlar tarafından söyleniyor. Notası yazılmış, arşivdeki türkü sayımız 5.000. Bunun on katının üzerinde ninni olduğunu düşünürseniz, hayli enteresan bir durum yani. Pencereden Kar Geliyor türküsü de öyle bir
ninni. Onu söyledim, artık hiç söyleyemiyorum. Albümü kayıt ettiğim zaman da
anneme dinletmiştim, annem bana “O kız kim?” dedi. Ondan beri söyleyemiyorum işte. Ailemin, sülalemin müzikle pek alakası yok. Annem her zaman destek
olmuştur ama anladığından
değil de sevdiği için. Güzel
bir şey diye destek olmuştur.
Konserlerde isterler o parçayı
ama söyleyemem. Bir iki defa
denedim, ortasında ağlamam
geliyor, bu defa bir şey yapamıyorsun. Onun için vazgeçtim söylemekten.
Film müziklerine gelecek
olursak?
did I play? Did I play correctly? Did I make a mistake?” but, what does the reed
do? There is no thought “Will I be played?” the wind does not think “If I blow
over the reed, will I make a noise?” This music is totally pure…
Do you still listen to those sounds? Do you go to the places to listen?
I am interested in any noise; I follow all noises in nature. From my childhood
on, from the eagles on…If you look at my albums you will see that this is my
mission. There’s nothing like “Let’s make a new album this year”. From 2000
on I haven’t made any music, just the scores for one or two films. I have never
made a solo album.
Is there anyone new with whom you are working or planning to work?
I am playing live music with some people; from time to time I work with Erdal
Erzincan, and perhaps there will be such a project with Derya Türkan. But there
is nothing like a new album. I have a Harput project, but that has been going
on forever.
You have collected about eighty Harput türkü (Traditional Turkish folk songs)
There could be a selection from them. I have a couple of projects about Harput.
One of them is in the traditional form; another of them is my favorite, and then
there is my own approach to
the Harput project. One of
them is completely abstract,
perhaps containing folkloric
elements, but in the Harput
elegy form…The extinction,
destruction and abandonment elegy form. I have to
choose one of these. The
second is the extension of
the album called “A Lifetime
Guest”.
OK, how about this PenBen profesyonel anlamda
cereden Kar Geliyor (Snow
film müziği yapan birisi deblowing through the winğilim. Yaptığım film müzikledow) türkü?
ri ödül aldı ama ben görmeA lullaby…a mother’s eldim hiç. Sonunda bir taneegy. Lullabies are something
si için Altın Portakal Ödülleriwhich are important to me.
ne çağırdılar, nasıl olduysa en
There is probably no other
sonuncusuna gittim ben de…
country with as many lullaErkan Oğur ve Hasan Işık / Erkan Oğur and Hasan Işık
bies. We would have to ask
Müzik söyleşileri falan yapılıthe
musicologists…perhaps
in
Africa,
but
I
don’t
know
if anyone has ever countyor, halk da var. Film Müzikçileri dizilmişler, beni koydular aralarına… Orada
ed.
The
musicologists
claim
that
there
are
close
to
55,000
lullabies in Anatolia.
bana da konuşma sırası geldi. Ben de, “Ben film müzikçisi değilim ama film müThe
number
that
has
been
recorded
and
which
is
in
the
archives
is 5,000. If we
ziği isteyen arkadaşlarımı gördüm ki film bile çekebilirmişim” diye bir şeyler söythink that there are 10 x this number of lullabies, then this creates a very interledim. Kızdılar bana… O konu çok yerlerde sürünen bir durumda.
esting situation. The türkü Pencereden Kar Geliyor is just such a lullaby. I have
sung it before, but I don’t sing it any more. At the time I recorded the album I
Ben film müziği yaparken çok detay düşündüm. Tesadüfen bu işi yapıyorum
had my mother listen to it and she asked “Who’s that girl?” I haven’t sung it
bari ne olduğunu anlayayım diye birkaç kitap karıştırdım. Benim doğal olarak
since that day. My family does not have much interest in music. My mother
yaptığım şeyleri orada okudum.
always supported me, but not because she understood what I was doing, but
from love. It was beautiful so she supported it. They have asked for that song
Son olarak bir Amerika maceranız var. Biraz da bundan bahsedebilir misiniz?
at concerts, but I don’t play it. I tried once or twice but I felt like crying half way
Evet, 1989 yılında her şeyi terk edip Amerika’ya gittim. Biraz birikmiş param
through, now I don’t do anything. I guess you could say I have given up on it.
vardı. 4500 dolar ve bir tane perdesiz gitar, bir tane de perdelerin arası oyuk
bir gitarım vardı. Hatta Amerikan vizesi almam bile tesadüfiydi. Sonra gittim,
What about film scores?
1993 yılında da döndüm. Oradayken Blues müziği ile ilgili epey bir tecrübe
I am not a person who professionally writes film scores. The film scores I have
edindim. Yukarıda Kanada sınırından, Mississipi’nin kaynağından, Meksika
written have won awards, but I haven’t seen the films. In the end they called me
Körfezi’ne kadar indim çıktım. Küçük bir orkestrayla en küçük köylerinde bile,
to the Golden Orange Awards; somehow I was the last one there…they played
okuma yazma bilmeyen bir sürü insanın yaşadığı yerlerde çaldım. Önünde tel
music, etc., people were there. They put the Film Score Writers up in a row, and
örgü olan, beğenmedikleri zaman şişe fırlattıkları kulüplerde çaldım. Blues’u
put me in between them. ..Then it was time for me to talk. I said something like
“I am not a film score writer, but when I saw my friends, they asked me for a
anladım, bizim türkülerle, deyişlerle çok benzeşik yanları var. Sonra Blues’u
score; then I thought, hey even I could make a film.” This annoyed them …This
şöyle tarif ettim, iyi insanların başına kötü şeylerin gelmesiyle yakılmış, bizim
is something that happens a lot.
türküler gibi… Böyle bir deneyimim oldu.
109
ERKAN OĞUR: Müzik, ekmek ve su kadar doğaldı. / INTERVIEW WITH ERKAN OĞUR Music was natural like bread and water.
Rivayet odur ki “Mississipi’yi 12 defa geçersen, bir blues çalabilirsin”. Siz çok
geçtiniz değil mi?
Ben çok geçtim, birkaç tane çalabilirim… Ama bizim türkülerimiz, ağıtlar falan
tam karşılığı yani. Tartışılmaz, dünyanın her yerinde böyle olsa gerek. Çin’de de
öyledir. Afrika’da kim bilir ne Blues’lar var, ne türküler var? Sadece coğrafya nedeniyle, kültür nedeniyle, dil nedeniyle ilgili farklılıklar var. Enstrümanlar farklılıklar gösteriyor.
Ülkemizde Blues festivalleri ve caz festivalleri yapılıyor. Sebahat Akkiraz
Paris’te, Londra’da yapılan caz festivallerine, onur konuğu olarak davet ediliyorken, Türkiye’de yapılan caz festivallerinde neden yok? Ya da bir Erkan
Oğur Blues Festivali’nde neden yok? Bu festivallerde böyle lezzetleri de dinlemek çok ayrı bir keyif olurdu, diye düşünüyorum.
Pencereden Kar Geliyor türküsü bir Blues mesela. Bunu yabancı anlayabiliyor, “Sen kendi Blues’unu söylüyorsun” diyebiliyor. Ama biz burada kendi
Blues’umuzu söylediğimiz zaman kendi insanımız bunun caz’la ya da Blues’la
hiç alakası olmadığını sanıyor. Onu örtüştüremiyor.
Geçmişi hatırladım bir anda. Biz sizin uzun bir dönem İsmail Hakkı Değirmenci
ile birlikte yapmış olduğunuz çalışmalarınızı dinledik. Keşke arada böyle farklı
lezzetleri de dinleyebilsek…
When I write a score I think in great detail. If something happens by coincidence
I want to understand what is happening, and so I look through some books. I
read about that which I do naturally in those books.
Finally, you had an American adventure, could you tell us a bit about that?
Yes, in 1989 I abandoned everything and went to America. I had some money
collected. I had $4,500 and a fretless guitar and a guitar that was carved out
between the frets. It was a fluke that I got my American visa. Later I went and
I returned in 1993. While I was there I experienced a lot to do with Blues music.
I travelled from above the Canadian border, from the source of the Mississippi,
down to the Mexican Gulf. I played with the smallest orchestras in the smallest
villages; I played with a whole bunch of people, even with those who did not
know how to read or write. I played in clubs from behind chicken wire in which
people flung bottles at me if they didn’t like what I was playing. I understood
the Blues; they are our türkü, there is an expression in them that is very similar.
Later, I interpreted the Blues in this way, bad things happening to good people,
like our türkü…this was an experience for me.
It is said that if you “Cross the Mississippi 12 times you can play the Blues”.
You crossed the Mississippi a number of times, didn’t you?
I crossed it a number of times, and I can play some Blues…but they are an exact
match for our türkü, for our elegies. Without a doubt this is true for music everywhere in the world. Who knows, it is the same in China, in Africa, they have
their Blues, their türkü. The differences occur only due to geography, culture,
and language. The instruments bring out the differences.
In Turkey we have Blues and jazz festivals. While Sebahat Akkiraz is invited as
a guest of honor to jazz festivals held in Paris and London, why does she not
appear in the jazz festivals in Turkey? And why is Erkan Oğur not appearing at
the Blues festivals? I think it would be a great thing to be able to listen to such
people.
For example, Kar Geliyor is Blues. Foreigners can understand this, saying “You
sing your own Blues”. But here people think when we sing our own Blues that
they have nothing to do with Blues or jazz. They can’t equate them.
I remember the past, we used to listen to the work you did with İsmail Hakkı
Değirmenci. If only we could listen to such different examples from time to
time.
I am working with Telvin now. I have expanded the small orchestra of Telvin,
with five erbani drums, four asma drums, a kaval (shepherd’s pipe), two drum
sets, a keyboard, a double bass and guitars. I call it “Anatolian Jazz & Blues”.
Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu / Erkan Oğur and İsmail Hakkı Demircioğlu
Telvin’le yapıyoruz şimdi. Çekirdek Telvin’de orkestrayı büyüttüm, beş tane erbane, dört tane asma davul, kaval, iki bateri, keyboard, kontrbas, gitarlar. “Anatolian Jazz&Blues” diye isim koydum.
Ne zaman ve nerede dinleyebileceğiz?
Birincisi bir sponsor lazım çünkü çok büyük bir orkestra, pahalı bir şey… Birkaç
konser verdim, Zonguldak Ereğli’de, onun DVD’si oluştu. Onu çeşitli yerlere,
Amerika’ya falan gönderdik. Chicago Blues Festivali var, en büyük Blues festivali, belki oraya müracaat ederiz. Bekliyoruz, henüz yeni bir şey. İstanbul’da konser vermedik daha. Ama bu söylediğiniz şeyin İstanbul Jazz Festivali’nde hiçbir örneği yok. İKSV’nin bu işle hiç ilgisi yok, panayır zihniyetiyle devam ediyorlar. Dediğiniz gibi Sebahat Akkiraz veya Urfa’dan gazel söyleyen bir adam aslında Blues yapıyor. Şimdi caz’la bizim Anadolu müziklerinin örtüştüğü bilimsel bir
nokta var. Mesela cazcı standartlarını çalıyor sonra kors dorian modunda veya
phrygian modunda bir improvisation olabilir diye not alıyor. Öyle kuralları var.
Bu phrygian dediği frikya, Lydian diyor mesela Likya, Dorian diyor Doğu Anadolu, Aeolian diyor Ege, yani Anadolu’yu çalıyor adamlar. Buralardan çalıyorlar,
caz diye satıyorlar bize buradakiler. Bizim insanımız Dorian çalacağım diye kafayı yiyor, Hüseyni makamı çalacaksın bitecek. Ya da Kürdi makamını çalacaksın.
İster tamperaman çal ister bizim tamperaman dışı halini biliyorsan çal. Bir anda
kapılar açılıyor. Cehalet işte.
110
Where and when can we come listen to you?
First we need a sponsor, because this is a big orchestra, an expensive thing…
I gave a few concerts, in Zonguldak, in Ereğli, and there is a DVD of this. I
sent it to a number of places, America and the like. There is the Chicago Blues
Festival, this is the largest Blues festival; perhaps we will apply there. We are
waiting, but nothing has happened yet. We haven’t given a concert in Istanbul
yet. However, there is no music like this in the Istanbul Jazz Festival. The İKSV
is very far removed from this, they continue with the country-fair attitude. As
you said, Sebahat Akkiraz or a man who sings gazels from Urfa are in fact playing the Blues. Now there is an academic point at which jazz and our Anatolian
music converge. For example, you play jazz standards and improvise in the
kors dorian mode or the Phrygian mode. There is such a rule. This Phrygian is
the frikya, the Lydian is the likya, the Dorian is Eastern Anatolia, the Aeolian is
the Aegean; that is, jazz musicians are playing Anatolia. They are playing from
here and then they sell it back to us as jazz. Our guys bust a gut to play Dorian,
but if they just play the Hüseyni makam, that would be enough. Or the Kürdi
makam. That is, they can play the temperament, or if you know something that
is outside our temperament, they can play it. Suddenly the doors open. This is
just ignorance.
METİN ERKSAN FİLMLERİNDE İSTANBUL
Celil CİVAN
İSTANBUL IN METİN ERKSAN MOVIES
Celil CİVAN
METİN ERKSAN FİLMLERİNDE İSTANBUL / İSTANBUL IN METİN ERKSAN MOVIES
METİN ERKSAN’IN İSTANBUL’U
İSTANBUL IN METİN ERKSAN MOVIES
Celil CİVAN*
Celil CİVAN*
Kendine özgü sinema dili ve ele aldığı meselelerle Metin Erksan, Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden biridir. 1952 yılında senaryosunu Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun yazdığı Karanlık Dünya, Aşık Veysel’in Hayatı filmiyle sinemaya
atılan Erksan, edebiyat uyarlamalarından melodramlara, romantik komedilerden köy filmlerine kadar pek çok dalda ürün verir.
Metin Erksan, a director with a unique approach to issues and the use of cinema,
is one of the most outstanding film directors in Turkish cinema. Erksan, who began his career in cinema in 1952 with the film that was written by Bedri Rahmi
Eyüboğlu, Karanlık Dünya, Aşık Veysel’in Hayatı (A Dark World, the Life of Aşık
Veysel), went on to produce films in various fields, ranging from literary adaptations to melodrama and from romantic comedies to village stories.
Metin Erksan, Susuz Yaz filmiyle 1964 yılında Berlin’de Altın Ayı ödülünü alır. Filmin Türkiye’den kaçırılarak yarışmaya sokulduğuna dair söylentiler bugün bile
konuşulur. Oysa yönetmen, 1985 yılında verdiği bir röportajda konuyla ilgili şunları söyler:
“Susuz Yaz’ın Berlin’e gidişi üzerine hâlâ bir laf vardır.
Kaçırdılar, diye. Hayır, hiç kaçırılıp götürülmedi, alakası
yok. Susuz Yaz Berlin’e festivalden gelen davet üzerine,
son derece yasal yollardan gitti.”
Sinema üzerine yazılar da yazan Erksan, Halit Refiğ,
Lütfi Akad, Atıf Yılmaz gibi isimlerle beraber, Kemal
Tahir’in görüşleri etrafında toplumsal konulara eğilen
Ulusal Sinema akımının temsilcilerindendir. Şoför Nebahat (1960), Keloğlan’la Can Kız (1972) gibi popüler
filmler yanında Kadın Hamlet (1976) gibi deneysel çalışmalar da yapan yönetmenin Sevmek Zamanı (1965)
isimli filmi Türk sinemasının başyapıtlarından biridir.
* Yazar
In 1964, Metin Erksan won the Golden Bear Award at the Berlin Film Festival for
his film Susuz Yaz (The Dry Summer). Even today, there
are speculations that the film was “snuck” into the noMetin Erksan birçok filminde ana
minations at the Berlin Awards. However, in an intermekân olarak İstanbul’u kullanmıştır.
view given in 1985, Metin Erksan spoke about the film:
Yeşilçam kalıplarını kullandığı filmlerde
bile dert edindiği meselelere vurgu
yapan yönetmen, İstanbul’u da farklı
anlatır.
Metin Erksan chosed Istanbul as the
main location for many of his films. As
a director he emphasized the issues of
Turkish cinema in his films, portraying
Istanbul in a different light.
“There have been various speculations regarding the
nomination of Susuz Yaz at the Berlin Film Festival, for
example, that it was “snuck in”. This was not the case;
Susuz Yaz was entered into the awards legally, by the
invitation of the organizers of the Berlin Film Festival.”
Erksan who also wrote articles about cinema which
support the social views of Kemal Tahir about the
trends of National Cinema; he joined with other famous names like Halit Refiğ, Lütfü Akad and Atıf Yılmaz.
In addition to his most popular films, Şöför Nebahat
* Writer
Metin Erksan bir film çekiminde. / Metin Erksan shooting a film.
112
Sinema ve İstanbul
Modern bir sanat olan sinemada kentlerin öne çıkması tesadüf değildir. Sinemada kent, sadece mekân işlevi görmez, aynı zamanda bir sosyo-kültürel imge
olarak da filme katkı sağlar. Filmde gösterilen kent ve kentsel temsiller, seyircinin kenti algılamasında önemli bir rol oynar. Kent içerdiği imkânlarla sinemaya büyük katkılar sağlarken sinema da kentin yeniden biçimlenmesine yardımcı
olur. Sinema kentlerde gelişmiştir ama seyircinin zihnindeki birçok kent imgesi
de (Paris, Roma, New York gibi) sinema aracılığıyla yaratılmıştır.
Yeşilçam sinemasında da İstanbul merkezî bir yere sahiptir. Filmlerin çoğu
İstanbul’da çekilmekle kalmamış, bir imge olarak kent, filmlerin ana mekânı,
arka fonu olmuştur. Türk sinemasının “gelişim dönemi” olan 1950-1960 yılları arasında İstanbul, filmlerin ana unsurunu, toplumsal ve kültürel bağlamını
oluşturur. Asuman Suner’e göre bu filmlerde İstanbul “iç mekân” işlevi görür.
Hikâyeler İstanbul’un içinden, İstanbul’da yaşayan kişiler etrafında örülür. Kahramanların hemen hepsi İstanbulludur ve İstanbul’da yaşar. 1960 sonrası sinemasında Anadolu’dan İstanbul’a göç eden kişiler, bu filmlerde öne çıkmadığı
gibi ikinci döneme ait filmlerde göçün simgesi olan Haydarpaşa Garı ilk dönemde fazla yer almaz.
Kentte yaşayan kişiler arasındaki farklar kültürel öğelerle temsil edilir: Orta ve
alt gelir grupları mahalle hayatını devam ettirir, fakir ama gururlu bir hayat yaşar. Şehir dışındaki veya deniz kenarındaki konaklarda yaşayan üst gelir grupları ise yoz hayatlarıyla kötülüğü temsil eder. Orta ve alt gelir grupları daha çok
Kasımpaşa, Eyüp gibi semtlerde, üst gelir grupları Yeniköy, Tarabya ve Göztepe
gibi semtlerde oturur. Bebek Sahili, Emirgân, Boğaz gibi yerlerse hemen bütün
filmlerde görülür ve “masalsı, romantik” bir hava katar.
Metin Erksan, birçok filminde ana mekân olarak İstanbul’u kullanmıştır. Yeşilçam kalıplarını kullandığı filmlerde bile dert edindiği meselelere vurgu yapan
yönetmen, İstanbul’u da farklı anlatır. Ele alacağımız üç filmde İstanbul, artık
bir romantik fon olarak işlev görmez. Aksine toplumsal eleştirinin mekânı olarak gerçek ve tekinsiz bir yerdir.
(Chauffeur Nebahat) (1960), Keloğlan’la Can Kız (1972), he carried out experimental productions like Kadın Hamlet (Lady Hamlet) (1976). Erksan’s film Sevmek Zamanı (Time to Love) (1965) is a masterpiece of Turkish cinema.
Cinema and Istanbul
It is not a coincidence that some cities play an important role in the modern art
form of cinema. The cities portrayed in cinema not only act as the setting for the
films, they also contribute to the social-cultural images. The cities and urban
symbols which are reflected in the films play a significant role in the viewer’s perception of urbanization. Not only have the opportunities in the cities contributed
greatly to cinema, but the cinema has also served to restructure the city. While the cinema has been developed in the cities, it is the cinema that creates their
image (for example, Paris, Rome or New York) for the audience.
Istanbul is the central point for Turkish cinema. Not only have most Turkish films
been shot in Istanbul, but the city has an image in Turkish cinema and has thus
acted as a primary location. During the 1950-1960’s, the “development period”
of Turkish cinema, the social-cultural context of the city was the main factor
for many films. According to Asuman Suner, Istanbul serves as an “inner space”
in these films. The stories are built around individuals who are from or live in
Istanbul, and almost all of the main characters both originate from and live in
this city. The people who immigrated to the city from Anatolia after 1960 did not
take a prominent role in these films, and in parallel with this, the Haydarpaşa
Railway Station, a symbol of this immigration, did not appear much during this
earlier period.
Cultural factors were used to represent the differences between those living in
the city; the middle and lower classes resided in certain districts of the city, living a meager but proud life. The upper classes, living extravagantly in seafront
mansions or large rural estates, represent corruption and evil. The lower and
middle classes lived mainly in Kasımpaşa or Eyüp, while the upper classes lived
in areas like Yeniköy, Tarabya or Göztepe. The banks of Bebek, Emirgan and the
Acı Hayat: İstanbul’da Evlenmek
Acı Hayat (1962), ticari başarısı yanında ele aldığı meseleyle de öne çıkar.
Yukarıda anılan söyleşide Erksan film için şöyle der: “Zaten filmde bir allegori de vardı. Evlenmek: ev bulmak. Yani bir evin içine girmek demekti. Bir ev bulup içine giremedikleri için o kızla, o erkek ayrılıyorlar ve film
oradan itibaren başlıyordu.” Nitekim film bir melodram olsa da toplumsal bir soruna değinir. Kahramanlar, alışkın olduğumuz gibi yanlış anlama
yüzünden değil maddi durumları elvermediğinden ayrılır.
Kasımpaşa limanında kaynakçılık yapan Mehmet (Ayhan Işık), zenginlerin gittiği bir kuaförde çalışan Nermin’le (Türkan Şoray) evlenmek ister.
Çift için evlenmek, ev bulmakla aynı anlamı taşır. Mehmet ev bulmadan
Nermin’le evlenmeyi kabul etmez. Sokak sokak İstanbul’u dolaşan çift, Türkan Şoray ve Ayhan Işık Acı Hayat filmini esnasında. / Türkan Şoray and Ayhan Işık in a from Bitter Life scene
gelirlerine göre bir ev bulamaz. Beğendikleri evler pahalı, ucuz evlerse güzel değildir. İlk sahnelerden birinde çiftimizi yeni inşa edilmiş apartmanlaBosphorus are used as the settings for many Turkish films, and a “romantic, fairy
rın önünde yürürken görürüz. Seyirci de Nermin gibi bu yeni apartmanlara batale” atmosphere is thus added to the stories.
kacaklarını düşünür. Oysa Mehmet “işte şurası” deyince kamera apartmanMetin Erksan chosed Istanbul as the main location for many of his films. As a
ların bulunduğu tepeden aşağıya inip gecekondulara odaklanır. Bu kaydırma,
director he emphasized the issues of Turkish cinema in his films, portraying Istanİstanbul’un geçirdiği dönüşümü de gösterir: Eteklerinde gecekonduların yer albul in a different light. In the three films we will discuss here, Istanbul does not
dığı tepelere yeni apartmanlar dikilmektedir.
serve as a romantic setting; on the contrary, it is a location of taboo and reality,
İnsanlar arasındaki farkın mekânsal temsilleri, Acı Hayat’ta da karşımıza çıkar:
a place for social criticism.
Mehmet ile Nermin ahşap evlerde oturur, mahalle hayatı yaşarlar. Nermin’i elde
Acı Hayat (Bitter Life): Marriage in Istanbul
etmek için peşinden koşan Ender (Ekrem Bora) ise ailesiyle birlikte Göztepe’de
bir konakta oturur.
In addition to commercial success, Acı Hayat (Bitter Life) sheds light on other
specific issues. In the interview mentioned above, Erksan talks about the film:
Filmde öne çıkan bir diğer yer Kilyos’tur. Üst gelir gruplarının tatil mekânı olan
“There was initially an allegory in the film. Marriage means finding a home and
Kilyos filmde ıssız ve tekinsiz bir yerdir. Ender, Nermin’i sarhoş edip Kilyos’taki
moving into that home. However, as they were unable to find a home, the young
yazlığa götürür. Filmin sonunda, zengin olup Nişantaşı’na taşınan Mehmet,
couple is forced to live separately, and this is where the film actually begins.”
Kilyos’ta eşi benzeri bulunmayan bir villa inşa eder. Geri dönen Nermin’e söyleAlthough the film is a melodrama, it portrays a social issue. In contrast to the
diği sözler, aşkını ifade ettiği gibi Kilyos’la temsil edilen mekâna dönük bir eleşusual reasons for separation, the characters in this film do not separate due to a
tiriyi de içerir: “Bir evin ruhu olmalı… Böyle beton mezarlara lanet olsun! İçinde
misunderstanding; they must separate because their financial situation makes it
sen olmadıktan sonra n’eyleyim ben böyle evi!”
impossible for them to get married and live together.
113
Metin Erksan Sevmek Zamanı filminin oyuncularından Müşfik Kenter ve Sema Özcan ve
görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ile birlikte. / Metin Erksan and Mengü Yeğin (director of
photography) with the actors of Time for Love Müşfik Kenter and Sema Özcan.
Suçlular Aramızda: Yalı ve gecekondu
Suçlular Aramızda (1964) yine melodram kalıplarıyla toplumsal eleştiriyi bir arada kullanır. Filmin hikâyesi gerçek bir olaya dayanır. Yeniköy Tarabya hattındaki bir köşkten bir kolye çalınır. Şaibeli yollarla zengin olmuş bir ailenin gelinine
ait kolyeyi satmak için kuyumcuya giden hırsızlar, kolyenin sahte olduğunu öğrenirler. Zengin ailenin oğlu Mümtaz’ı (Ekrem Bora) olayı basına ve polise duyurmakla tehdit eden hırsızlar ondan para koparmak isterler. Hırsızlarla buluşan
Mümtaz, Yusuf’u (Hakkı Haktan) öldürür ve parayla kolyeyi alır. Hırsızın ortağı
Halil (Tamer Yiğit) bir yandan polise yakalanmamak bir yandan da Mümtaz’ın
karısı Demet’e (Belgin Doruk) gerçekleri anlatmak ister.
Film melodramatik öğelere rağmen klâsik bir Yeşilçam filmi olmaktan uzaktır.
Zaten isminde bir ironi vardır: Hırsızlara kötü derken kolyenin sahte çıkmasıyla
asıl suçlunun zengin aile olduğu anlaşılır. Kahramanlar ne çok iyi ne de çok kötüdür. Halil filmin kahramanı da olsa polisten ve Mümtaz’dan korkar. Mümtaz
adam öldürür, eşini aldatır, babasını kandırırken bunları içinde bulunduğu cemiyet yüzünden yaptığını söyler. Demet, kocası Mümtaz’dan kurtulmak isterken
zenginlikten vazgeçemez. Belki filmin en kötü karakteri Mümtaz’ın babası Halis Bey’dir (Atıf Kaptan). Gelini ve oğluyla konuşurken bile kâr-zarar hesabı yapan Halis Bey Acı Hayat’taki Tahsin Bey’i hatırlatır. Tahsin Bey de her işi “işadamı mantığıyla” çözmek ister.
Filmde mekânsal tezat, Tarabya Yeniköy hattındaki yalılarla hırsızların yaşadığı Büyükdere’deki gecekondu mahallesi arasındadır. Filmin başındaki yemekli toplantı sahnesinde Halis Bey, servetini “kan ve gözyaşına” borçlu olduğunu
anlatırken konuklar Halis Bey’in nasıl zengin olduğu hakkında dedikodu yapar.
Mehmet (Ayhan Işık) is a welder in the docks in Kasımpaşa; he wants to marry
Nermin (Turkan Şoray), a young girl who works in a beauty parlor that caters
for a wealthy clientele. Marriage for this couple means finding a home to live
in. Mehmet refuses to marry Nermin until he finds a home. The couple roam
the streets of Istanbul, yet are unable to find a home that is in keeping with
their budget. The apartments they like are too expensive, and the ones they can
afford are not suitable. In one of the first scenes of the film, we see the couple
walking in front of a building that is being constructed, and like Nermin, the audience also assumes that the couple will look at the new apartments. However,
when Mehmet says “There it is”, the camera turns away from the hill where
the new apartments are situated, and focuses on the shanty district. This sudden shift of the camera reveals the transformation that is being carried out in
Istanbul: New luxury apartments are under construction on the hilltops above
the shanty districts.
In Acı Hayat we are confronted with the differences of location between the
characters: Both Nermin and Mehmet live in wooden houses in a poor neighborhood. Ender (Ekrem Bora), who tries to win the heart of Nermin, lives in a mansion with his family in Göztepe.
Another important location in the film is Kilyos. In the film this area is used as
a holiday resort for the upper class, an isolated, eerie place. Ender gets Nermin drunk and takes her to his summer house in Kilyos. At the end of the film,
Mehmet, who has become wealthy and moved to Nişantaşı, builds a luxurious
villa in the same resort. His words to Nermin, who returns to him, expresses his
love for her while also included words of criticism for the villa that represents
Kilyos: “A home must have a spirit… To hell with tombs made of cement like this!
What is a house like this to me if you
are not in it!”
Suçlular Aramızda (Criminals
Among Us): Mansions and ShantyTown
Suçlular Aramızda filminde rol alan Belgin Doruk ile Ekrem Bora çekimler sırasında. / Belgin Doruk
and Ekrem Bora during the shooting of Criminals Among Us
Ancak bütün bu konuşmalar fısıltı halinde gerçekleşir ve sonunda unutuluverir.
Köşkteki hayat, Mümtaz’ın metresiyle yaşadıkları ve filmin sonundaki balıkadam partisi üst sınıfın yozluğunu gösterir.
Yozlaşmanın karşısındaysa Halil’in yaşadığı Büyükdere’deki gecekondu mahallesi durur. Yokluk ve sefalet öne çıkar ama Halil’in bütün parasını Yusuf’un dul
karısına verdiği sahnede olduğu gibi iyilik ve yardımseverlik burada geçerlidir.
Demet’in çalıştığı yoksullara yardım derneği ise yardım kuruluşundan çok zenginlerden para almak için ilginç partiler düzenleyen bir sosyete derneği gibi gösterilir.
Sevmek Zamanı: Büyükada’da Aşk
Bugün efsane olan Sevmek Zamanı (1965), çevrildiği yıllarda ne seyirciden ne
de Erksan’ın deyişiyle “entelijansiya”dan rağbet görür. Oysa film, bizim geleneğimize özgü bir hikâye anlatır: Surete âşık olma. Büyükada’da bir yalıyı boyayan Halil (Müşfik Kenter), başka bir yalının duvarında yer alan resme âşıktır. Resim yalının sahibinin kızı Meral’e (Sema Özcan) aittir. Bir gün yalıya gelen Meral, Halil’i görür ve tutkusunu fark eder. Halil’in aşkından etkilenen Meral, genç
adamı sureti değil, gerçeğini sevmeye iknâ etmek ister ama bir süre bunu başaramaz. Halil gerçek Meral’i değil, resmini ister.
Suçlular Aramızda (1964) again employs social criticism within a melodramatic context. The film is based
on a true story; a necklace is stolen
from a mansion located somewhere
between Yeniköy and Tarabya. The
necklace originally belonged to the
daughter-in-law of a family that
became wealthy through immoral
means; the thieves learn that the
necklace is an imitation when they try
to sell it. The thieves threaten to tell
the police and the media about the
fake jewelry, trying to extort money from Mumtaz (Ekrem Bora), the son of the
rich family. Mumtaz meets the thieves and kills Yusuf (Hakkı Haktan), taking
both the necklace and the money. Halil (Tamer Yığıt), the thief’s partner, while
trying to evade the police, wants to explain the truth to Demet (Belgin Doruk),
Mumtaz’s wife.
Regardless of the melodramatic elements, the film is far from being a classic
Turkish film. In fact, there is a sense of irony in the name of the film: The thieves
are the supposed bad characters in the film, however, when the necklace turns
out to be fake it becomes clear that the true culprits are in fact the wealthy
family. The thieves are neither good nor bad. Even though Halil is the true hero
of the film, he is still afraid of both Mumtaz and the police. Mumtaz kills a man,
is unfaithful to his wife, and deceives his father; while doing all this he tries to
blame his environment. Although Demet wants to leave her husband, she does
not want to lose the life of wealth and luxury. The nastiest character of the film
is probably Halis Bey (Atıf Kaptan), Mumtaz’s father. Halis Bey, a character that
calculates money and profit - even when he speaking to his son and daughter-inlaw - reminds us of Tahsin Bey, the character in Acı Hayat. Tahsin Bey wants to
solve everything as a “business man.”
115
METİN ERKSAN FİLMLERİNDE İSTANBUL / İSTANBUL IN METİN ERKSAN MOVIES
Doğulu anlatının altında Erksan toplumsal eleştiriden geri kalmaz. Halil ve Meral, o meşhur ifadeyle “ayrı dünyaların insanlarıdır.” Halil, Meral’in suretini severken, Halil’e âşık olan Meral’in elinde Ovidius’un “Sevişme Yolu” kitabı vardır.
Başka bir ifadeyle erkek Doğulu, kız Batılıdır. Meral yazları tatil için adadayken
Halil adaya kışın, o da çalışmak için gider. Meral’in babası tıpkı Tahsin ve Halis
Beyler gibi işadamı mantığıyla hareket eden, çıkarlarının peşinde bir babadır.
Meral’in sevgilisi Başar (Süleyman Tekcan) önceki iki filmde Ekrem Bora’nın çizdiği yozlaşmış zengin genç adam tipine benzer.
Sevmek Zamanı, toplumsal eleştirileri yanında bir İstanbul filmi olarak öne çıkar. Özellikle Büyükada filmde önemli bir yer tutar. Zenginlerin tatil yeri olan
Büyükada, film boyunca yağmurlu, kasvetli ve ıssızdır. Yaz boyunca ortada görünmeyen boyacılar, tamirciler, işçiler adaya ancak kışın, zenginler yokken gider. Fakat Büyükada toplumsal bir eleştiriye olduğu kadar Halil’in ruh haline de
uygundur. Meral’in suretine âşık olan Halil, hem Meral’den ayrı bir dünyada yaşar, hem de ada gibi içine kapanık ve kasvetlidir.
The location of the film is between the mansions located in Tarabya and Yeniköy
and the shanty district where the thieves live. In the scenes at the beginning of
the film, where Halis Bey is explaining that his wealth is due to hard work, the
guests begin to gossip about how he actually became rich. However, this is just
gossip between friends, and is eventually forgotten. Life in the mansion, Mumtaz’s affair with his mistress, and the party at the end of the film portray the
degenerate lifestyle of the upper class.
The shanty district in Büyükdere where Halil lives stands firm against this degenerate alternative. Although poverty and hardship may be prominent, the scene
where Halil hands all of his money over to Yusuf’s widow shows us that this in
fact is a place of kindness and generosity. The charity for the poor where Demet
works is portrayed rather like a high-society association which organizes interesting parties to take money from the rich.
Sevmek Zamanı (Time for Love): Romance on Büyükada
During the years when Sevmek Zamanı (1965), a classic Turkish film, was made
the film was not received well by the audiences or, in Metin Erksan’s words, by
the “intelligentsia.” Nevertheless, the film does portray a story that is in keeping
with Turkish customs. Falling in love with an image… Halil (Müşfik Kenter) sees
painting a mansion on Büyükada and falls in love with a portrait that is hanging
on the wall of another mansion. The portrait is a picture of Meral (Sema Özcan),
the daughter of the owner of the mansion. Meral comes to the mansion one day
and sees Halil; she notices his passion for the portrait. Meral, influenced by his
admiration, wants to convince Halil to fall in love with the real Meral, and not
the portrait; however, for some time she is unable to do this. Halil wants the
Meral in the portrait, not the real Meral.
Filmde yer alan mekânlardan biri de Maslak’taki atış poligonudur. Bu poligon
özellikle dikkat çeker zira Başar ve arkadaşları, Meral’i görmek isteyen Halil’i
burada döverler. Başka bir ifadeyle, poligon Başar’ın şımarıklığını ve vahşetini
temsil eder. Bir diğer mekân ise Belgrad ormanıdır. Halil ile ustası ormanda bir
kulübede yaşarlar, Halil ormanın içindeki gölün kıyısında dolaşır. Filmin son sahneleri de gölde geçer. Meral’in evleneceğini öğrenen Halil, bir kayığa Meral’in
resmiyle gelinlik giymiş bir mankeni koyar ve gölde dolaşmaya başlar. Aslında
Halil tekrar başa dönmüştür. Meral’in sureti gibi göl de sınırlıdır ve Halil yeniden bu sınırlı hayal dünyasında yaşar. Bir süre sonra nikâhtan kaçan Meral göl
kıyısına gelir. Kayığa binen Meral resimle mankeni göle atar. Başka bir ifadeyle Meral Halil’in sınırlı, güvenli hayal dünyasını kaldırır ve yerine gerçeği koyar.
Oysa gerçek işin içine girince acı da kaçınılmaz olur: Meral’in peşinden gelen Başar, Halil ve Meral’i vurur.
Erksan, Acı Hayat ve Suçlular Aramızda filmlerinde masalsı İstanbul imgesini yıkarken Sevmek Zamanı’nda İstanbul’u bir masal dünyası gibi kurgular. Ancak
Erksan’ın masalsı İstanbul’u toplumsal eleştiriden ve acı gerçeklerden kaçınmaz.
Kaynakça / References:
Erksan, Metin. “Türkiye’de Entelijansiya Yok”. Söyleşiyi yapan: Hüseyin Sönmez-Serhat Öztürk. …Ve
Sinema Kitap 1, 1985.
Özdamar, Zeynep. “İstanbul’un 1950-1990 Dönemindeki Kentsel Gelişiminin Türk Sinemasındaki
Temsili”. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi, 2006.
Suner, Asuman. Hayalet Ev –Yeni Türk Sinemasında Aidiyet, Kimlik ve Bellek–. İstanbul: Metis, 2006.
The social criticism that lies under the Eastern expression is evident. Meral and
Halil are, in the clichéd phrase, “from two different worlds”. While Halil is passionately in love with Meral’s portrait, Meral, who is in love with Halil, picks up
Ovidius’s book, “The Path to Love”. Halil comes from the East, while Meral has
a more Western up-bringing. While Meral visits the island during the summer
holidays, Halil goes to the island in winter to work. Just like Tahsin and Halis
Bey, Meral’s father also has the logic of a business man; he is a father who pursues self interests. Başar (Süleyman Tekcan), Meral’s boyfriend, is similar to the
stereotype wealthy young man played in the previous two films by Ekrem Bora.
In addition to social criticism, the film is important as an ‘Istanbul’ film. Büyükada plays an important role in the film. This island in the Marmara Sea is a holiday resort for the rich; however, throughout the film it is a rainy, overcast and
desolate. The painters, builders, and laborers, who are not present on the island
during the summer, go there in the winter, when the wealthy residents are absent. However, as well as being a vehicle for social criticism, Büyükada is also an
appropriate setting for Halil’s frame of mind. Halil, who is in love with Meral’s
portrait, lives in a world that is totally different to that of Meral’s; like the island,
his world is gloomy and self-enclosed.
One of the other locations in the film is the shooting range in Maslak. This shooting range in particular attracts our attention as the setting for where Başar and
his friends beat up Halil, who is desperate to see Meral. In other words, the
shooting range symbolizes Başar’s conceit and aggressiveness. Another setting
used in the film is the Belgrad Forest. Halil lives in the Belgrad Forest, in a wooden hut with his boss. Halil strolls around the banks of the lake in the forest. The
final scenes of the film take place beside the lake. Halil, who learns that Meral is
about to get marry, places a manikin with Meral’s photo on it, dressed in a wedding gown, into a rowing boat; he then begins to stroll around the lake. Halil has
now returned to where he was at the beginning of the film. The image of Meral
is restricted, like the lake; once again Halil is experiencing the restrictions of his
imagination. Soon after, Meral, who has run away from her wedding, appears
beside the lake. Meral gets into the rowing boat, throwing the manikin and the
image into the lake. In other words, Meral destroys Halil’s limited, secure world
of the imagination, replacing it with reality. However, grief is inevitable with
reality: Başar comes searching for Meral and shoots both Meral and Halil.
While Erksan destroyed the epical image of Istanbul for the films Acı Hayat and
Suçlular Aramızda, in Sevmek Zamanı he fictionalizes Istanbul as a world of romance. However, in Erksan’s epical portrayal of Istanbul both the painful truth
and social criticism are unavoidable.
116
Sezer Sezin, Erol Taş, Kadir Savun Şoför Nebahat filminden bir karede. / Sezer Sezin , Erol Taş, Kadir Savun in a scene from the film.
117
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
M. Kâmil YAŞAROĞLU
THE ENCYCLOPEDIA OF
ISLAM OF THE RELIGIOUS
AFFAIRS FOUNDATION.,
TURKEY
M. Kâmil YAŞAROĞLU
TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ / THE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM OF THE RELIGIOUS AFFAIRS FOUNDATION, TURKEY
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
THE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM OF THE RELIGIOUS AFFAIRS
FOUNDATION., TURKEY
Dr. M. Kâmil YAŞAROĞLU*
Dr. M. Kâmil YAŞAROĞLU*
Türkiye’de ve genel olarak İslâm dünyasında modern anlamda ansiklopediciliğin XIX. yüzyıl sonlarında başladığı söylenebilir. Bazı teşebbüsler henüz başlangıç aşamasında sona ererken pek çoğu da tamamlanamadı. Tamamlanabilen
birkaç eserin en önemlileri arasında Mehmed Süreyya Bey’in Sicill-i Osmânî’si,
Şemseddin Sami’nin Kâmûsü’l-a’lâm’ı ve Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri isimli çalışmaları zikredilebilir.
In Turkey and in the Islamic world in general, the concept of “an” encyclopedia
began to appear at the end of 19th century. Many attempts to compile an encyclopedia were not completed, while others never got past the initial stages.
Some of the most important works that were able to be completed are Sicill-i Osmani by Mehmet Süreyya Bey, Kamusü’l-a’lam by Şemsettin Sami and Osmanlı
Müellifleri by Bursalı Mehmet Tahir.
Türkiye’de ansiklopedicilik faaliyetleri çalışmaları özellikle 1960’lardan itibaren
hızlı bir gelişme kaydetti. O dönemden bugüne hem genel kültür, hem de özel
alanlarda çeşitli ansiklopediler yayımlandı. Ne var ki, Millî Eğitim Bakanlığı’nın
yayımladığı İslâm Ansiklopedisi hariç tutulursa, özel olarak İslâm dini, tarih, coğrafya, kültür ve medeniyetine dair tamamlanmış bir ansiklopediden bahsetmek
mümkün değildir. Türk Ansiklopedisi, Meydan Larousse, Ana Britannica gibi ansiklopediler, bir İslâm ansiklopedisinin özel konuları olabilecek birçok maddeye
yer vermedikleri gibi, aldıkları maddeleri de uzmanlık düzeyinde incelemediler.
From the 1960s on work on encyclopedias rapidly improved in Turkey. From that
date until the present day, a large number of encyclopedias have been published,
both in general culture and in more specific fields. Nevertheless, there has been
no complete encyclopedia concerned with Islamic religion, history, geography,
culture and civilization other than the Encyclopedia of Islam, published by the
Ministry of Education. Encyclopedias such as the Turkish Encyclopedia, Meydan
Larousse or Ana Britannica do not include topics that should be included in an
encyclopedia concerned with Islam, while those that do include such topics have
not been prepared with expertise.
The Encyclopaedia of Islam
The Encyclopedia of Islam
Dünyada İslâmî konulara dair yayımı tamamlanmış akademik düzeydeki ilk anThe first complete academic encyclopedia prepared
siklopedi müsteşrikler tarafından hazırlanan The
on Islamic topics was The Encyclopedia of Islam,
Encyclopaedia of Islam isimli eserdir. Hollanda’nın
İslâm Ansiklopedisi aynı zamanda kamuoyunun
which was prepared by Orientalists. It was pubLeiden şehrinde E. I. Brill kurumu tarafından 1901doğru bilgi edinme ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflished by E. I. Brill as a 5-volume work in Leiden,
1939 yılları arasında Almanca, Fransızca ve İngilizce
leyen, dinî ve sosyal bilimlerde araştırma yapmak
between 1901 and 1939 in German, French and
olarak 5 cilt halinde yayımlanan bu çalışma Batı’da
isteyenlerin başvurabileceği ciddi, kapsamlı ve kuEnglish. This is the most important produce of Orişarkiyat faaliyetlerinin XX. yüzyılın başında ortaya
şatıcı bir kaynaktır.
entalist activities at the beginning of the 20th cenkoyduğu en önemli üründür. Ansiklopedi 1960’ta
tury. Work to complete the second edition began in
başlanan ikinci baskı çalışmalarıyla 2002 yılında on
The encyclopedia of Islam is also a source of genethe 1960s and by 2002 the encyclopedia consisted
bir cilde ulaştı.
ral knowledge. In addition to religious knowledge,
of 11 volumes.
it includes a great deal of information about liteThe Encyclopaedia of Islam’ın gerek madde seçirature, philosophy, history, fine arts and social sciIn The Encyclopedia of Islam, the selection and fominde, gerekse seçilen maddelerde hangi noktalaences.
cus of the articles was determined by the interests
ra ağırlık verilmesi gerektiği hususunda, Batılı okuof Western readers. Although this encyclopedia is
yucuların ilgi ve ihtiyaçları göz önüne alınmıştır.
an important resource, it has some drawbacks. For
Eser önemli bir kaynak olarak kabul edilmekle birlikte bazı kusurlar taşımakexample, some topics are of no or little scientific value, as they have not been
tadır. Mesela bazı önemsiz maddeler çok uzun tutulurken önemli bazı maddeprepared by experts. In addition, some trivial topics are given a great deal of
ler kısa geçilmiş, önemli birçok kişi veya konu hiç alınmamıştır. Din, milliyet ve
attention, while more important topics are only briefly touched upon and many
Batıcılık taassubu, sömürgecilik zihniyeti ve nispeten az olmakla birlikte misyoimportant people or topics are not even mentioned. The work has not been prenerlik gayreti gibi ilmî objektifliğe aykırı olan bir yaklaşımla, ilgili birçok maddepared with the necessary academic objectivity, and has a biased approach in
de İslâmiyet’in vahye dayalı bir din olmadığı, Kur’ân-ı Kerîm’in daha çok hıristimatters of religion, nationality, as well as being tainted by imperialism and a
yan ve yahudi kaynaklarından faydalanılarak hazırlandığı, İslâm felsefesi, tasavmissionary attitude. In many topics the articles are tainted with a Western pervuf, İslâm hukuku gibi disiplinlerin hiçbir orijinal yanlarının bulunmadığı, bunlaspective, including ideas that Islam is not a religion based on divine revelation,
rın da aynı dinlerle eski Yunan ve İran kültürlerinin eseri olduğu görüşü hâkim
the Qur’an was prepared according to Christian and Jewish sources, and that
kılınmak istenmiştir. Yanlış bilgiler ihtiva eden maddeler arasında “Abdullah b.
Islamic philosophy, Sufism and Islamic law are not original, but works of ancient
Abbâs”, “Âdem”, “Allah”, “Muhammed” zikredilebilir.
Greek and Iranian cultures. Among entries containing wrong information are
Milli Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi
Abdullah b. Abbâs”, “Adam”, “Allah”, “Muhammad”
1939 yılında Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne
gönderdiği bir yazıyla The Encyclopaedia of Islam’ın Türkçe’ye çevrilmesi istendi. Bunun üzerine düzenlenen rapordaki prensip kararlarına göre yapılan
hazırlıklardan sonra Edebiyat Fakültesi’nin kontrolünde Aralık 1940’ta İslâm
Ansiklopedisi’nin ilk fasikülü çıktı. Yayın çalışmalarının daha verimli hale getirilmesi amacıyla kısa bir süre sonra ansiklopedinin yönetimine Abdülhak Adnan Adıvar getirildi. Yayın kuruluna da Reşit Rahmeti Arat, Sabri Esat Siyavuşgil, M. Şerefettin Yaltkaya üye; Besim Darkot, Mükrimin Halil Yinanç, Zeki Velidi Togan, Cavit Baysun, Ahmet Ateş ve M. Tayyib Gökbilgin yardımcı tayin edildi. Başlangıçta ansiklopedinin sadece tercüme yoluyla yayımlanması düşünülmüşse de daha sonra Türkiye’ye ait maddelerin yetersizliği ve yanlışları dikkate alınarak düzeltme ve ilâvelerde bulunulması, bazı maddelerin ise yeniden yazılması uygun görüldü. Ansiklopedi on beş cilt halinde 1988’de tamamlandı. Bu
yayında Türk dünyasıyla ilgili maddelerdeki hata ve eksiklerin giderilmesi ama-
The Ministry of Education and the Encyclopedia of Islam
TDV İslâm Araştırmaları Merkezi Genel Sekreteri
Graduate, General Secretary of ISAM, The Religious Affairs Foundation
120
In 1939, the Minister of Education Hasan Ali Yücel sent a letter to the Office
of the Rector of Istanbul University, requesting that The Encyclopedia of Islam
be translated into Turkish. A commission from the department of literature
prepared a report, and after resolutions and preliminary work the first volume
of The Encyclopedia of Islam was published in December 1940. To render
publishing efforts more effective Abdülhak Adnan Adıvar was appointed head
editor of the encyclopedia The new editorial board was formed by Reşit Rahmeti
Arat, Sabri Esat Siyavuşgil, M. Şerafettin Yaltkaya; Besim Darkot, Mükrimin Halil
Yinanç, Zeki Velidi Togan, Cavit Baysun, Ahmet Ateş and M. Tayyib Gökbilgi. In
the first stages it was planned that only translations of the encyclopedia would
be published, but later it was decided that some corrections and additions
should be made, due to a lack of some subjects and errors concerned with
Turkey and a lack of some topics. The encyclopedia was completed in 1988 and
cıyla ansiklopedi maddelerinin üçte biri yeniden yazıldı. Ancak İslâm diniyle ilgili maddelerdeki hata ve eksikliklerin çoğu aynen kaldı. Ansiklopedinin dilinin
ağır oluşu, okuma hızını engelleyecek şekilde sık sık kaynak gösterilmesi tenkit
edilen hususlardan bazılarıdır. Bütün aksaklıklarına rağmen İslâm Ansiklopedisi
özellikle son ciltlerindeki telif maddeleriyle Türk ve dünya literatüründe önemli
bir kaynak olma durumunu korumaktadır. Önemli maddeler arasında “Timar”,
“Reisü’l-küttâb”, “Mehmed II”, “Kânunnâme”, “İktâ”, “Türkler”, “Tarih”, “İstanbul” ve “Düstûr” sayılabilir.
TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
The Encyclopaedia of Islam ve bu ansiklopedinin Türkçe tercümesinde yer alan
İslâm dini ve kültürüyle ilgili maddelerin yetersiz oluşunu, oryantalistlerin bakış
açısını yansıtan yanlış hükümler ve temelsiz iddialara yer verilmesini göz önünde bulunduran Türkiye Diyanet Vakfı tamamı telif bir İslâm ansiklopedisi yayımlamanın lüzumuna inanarak ilk adımı 1980 yılında attı. Gazeteci yazar Ergun Göze’nin yönetiminde İslâm Ansiklopedisi hazırlıklarının başlatılmasına 1980 yılı Kasım ayında karar verildi. Ergun Göze ansiklopedi maddelerinin hazırlık çalışmalarını yaklaşık bir buçuk yıl yürüttü. 1982’de yapılan yönetim değişikliğinden sonra 1983 yılında İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü kuruldu. İlk Genel Müdür olarak merhum Ahmet Gürtaş görev yaptı. İkinci dönem hazırlık çalışmalarına aralarında Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, M. Yaşar Kandemir, M. Saim Yeprem’in de
bulunduğu ilim adamları katkı sağladı. Bu arada o sırada Paris’te ikamet eden merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah da ansiklopedi çalışmalarına katılmak üzere davet edildi ancak bu mümkün olmadı. Beş
yıl kadar süren yeni dönem hazırlık çalışmaları sırasında ilmî ve idarî birimlerin kuruluşu tamamlandı. Ansiklopedinin mahiyeti ve madde tespiti çalışmaları yapıldı. Hazırlık döneminde kütüphane ve dokümantasyon merkezi oluşturulmaya başlandı. Bu çalışma sayesinde İSAM (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi) bünyesinde 400 bine yakın kitap ve dergiyle sosyal bilimler alanında zengin bir kütüphane meydana geldi. Bu kütüphanedeki veri tabanları üzerinden Türkiye’de yazma eser bulunduran kütüphanelerin önemli bölümünün kataloglarına
ulaşmak mümkündür. 1986 yılında ansiklopedinin deneme amaçlı fasikülü çıkarıldı ve Türkiye’deki akademik çevrelere dağıtıldı. İlim adamlarının görüşleri alındıktan sonra ansiklopedinin ilk fasikülü 1988 yılında yayımlandı. Halen 50 bine yakın abonesi bulunmaktadır.
Nasıl Bir Ansiklopedi?
TDV İslâm Ansiklopedisi, tercüme değil telif bir eserdir. Madde listesi
herhangi bir ansiklopediden kopya edilmeyip yaklaşık 500 temel kaynağın taranması suretiyle düzenlenmiştir. Bu liste 17.000 maddeden oluşmaktadır. Maddelerin hacimleri konularına göre farklılık göstermektedir. 1-2 sayfalık maddeler olduğu gibi 80 sayfalık maddeler de bulunmaktadır. Maddelerle ilgili geniş bir görüntü arşivi tesis edilmiştir. Ayrıca kütüphane bünyesindeki dokümantasyon biriminde her madde ile ilgili bir bibliyografya
dosyası oluşturulmuştur. İlgili kitap, dergi vb. yayınların kapak sayfaları bu dosyalarda arşivlenmekte ve hem madde yazarlarının hem de diğer araştırmacıların istifadesine sunulmaktadır.
Ansiklopedi, İslâmî ilimlerle İslâm-Türk kültür ve medeniyetine ait kavramları, sahalarında eser vermiş bilginleri, geçmiş İslâm devletleri ve yöneticilerini,
önemli tarihî olayları, dinî ve sosyal hayatta etkili olan akımları, tarihî, ilmî ve
kültürel müesseseleri, önemli yerleşim merkezlerini, diğer büyük dinleri, müslüman olmadığı halde İslâm dini, kültürü ve medeniyeti ile ilgisi bulunan şahsiyetleri madde dizinine dahil etmiştir. Ansiklopedi bünyesinde İslâmî ilimlerin her
biri için ayrı ilim heyetleri kurulmuştur. Bu heyetler, Arap Dili ve Edebiyatı, Dinler Tarihi, Fars Dili ve Edebiyatı, Fıkıh, Hadis, İlimler Tarihi, İslâm Düşüncesi ve
Ahlâk, Hat, Mimarî, Mûsiki, İslâm Tarihi ve Medeniyeti, İslâm Ülkeleri Coğrafyası, Kelâm ve Mezhepler Tarihi, Tasavvuf, Tefsir, Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Tarihi ve Medeniyeti şeklinde isimlendirilmektedir.
İslâm Ansiklopedisi sadece “dinî bilgiler ansiklopedisi” olmayıp genel bir bilgi
kaynağı niteliğindedir. Dini bilgilerin yanında edebiyattan felsefeye, tarihten güzel sanatlara kadar sosyal bilimler alanındaki birçok bilgiyi bulmak mümkündür.
İslâm Ansiklopedisi aynı zamanda kamuoyunun doğru bilgi edinme ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen, dinî ve sosyal bilimlerde araştırma yapmak isteyen-
consisted of 15 volumes. In this first Turkish edition one-third of the topics in
the encyclopedia were rewritten in order to correct the errors and parts that
were lacking. However, many errors still existed, and many topics concerned
with Islam were still lacking. The work was also criticized because of its literary
language being too complex to read, and its too many quotations to render
reading uncomfortable. despite all its shortcomings, “Encyclopedia of Islam,
especially with entries originally written in its latter volumes, is an important
source of information in Turkish and world literature. Among its important
entries are “Timar” (Ottoman rule of agriculture), “Reisü’l-küttâb” (Minister of
Foreign Affairs), “Mehmed II”, “Kânunnâme” (Law Codex), “İktâ” (Ottoman rule
of agriculture), “Türkler” (the Turks), “Tarih” (History), “İstanbul” and “Düstûr”
(Principle).
THE TURKISH RELIGIOUS AFFAIRS DEPT. AND THE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM
As the articles concerned with Islam and Islamic culture included in The Encyclopedia of Islam and its Turkish translation were insufficient, and as it included incorrect information and claims reflecting the Orientalists’ perspective, the Religious Affairs Dept. carried out a preliminary work in
1980; as a result they arrived at the conclusion that it was necessary to
publish an entire Islamic Encyclopedia concerned with Islam and Islamic
culture. Headed by Ergun Goze, journalist and writer, preparations started November 1980. Ergun Goze carried out the preparatory work for
one and a half year. 1982, editorial management changed, and in 1983
the General Management of Encyclopedia of Islam was formed. Ahmet
Gurtas was the first General Manager. Then came the 2nd preparatory
phase, where academicians like Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, M.
Yaşar Kandemir, M. Saim Yeprem contributed . Mohammad Hamidullah, then living in Paris, was invited to contribute; but he couldn’t come.
During the second preparatory studies, which continued for 5 years, the
academic and administrative units were established, and the nature of
the encyclopedia was determined. Some studies were made to determine
the topics. In addition to this, a library and a documentation center were
constituted during this period. As a result, an expansive library, including
nearly 400,000 books and periodicals concerned with social sciences, was
established as part of ISAM (the Turkish Directorate of Religion, Islamic
Research Center). The databases of this library help us access catalogs
of manuscript libraries in Turkey. In 1986 a sample volume of the encyclopedia was prepared and distributed to different academic institutions
throughout Turkey. After a survey of academics, the first fascicle of the
encyclopedia was published in 1988. It has a subscribers list of 50.000
today.
What type of encyclopedia?
The Islamic Encyclopedia of the Turkish Directorate of Religion is not a
translation, but rather a compilation work. The topic list was determined by
thoroughly researching 500 basic resources rather than merely copying another
encyclopedia. This list included 17,000 topics. The entries vary in length according to their topics. There are entries 1 or 2 pages long, as well as entries 80 pages
long. A broad visual material archive is launched. The documentation unit in the
library has bibliography files for every single topic. Cover pages of related books,
periodicals and the like are archived for further use by the writing staff as well
as other researchers.
The topic index of the encyclopedia consisted of aspects of Islamic knowledge,
Islamic-Turkish culture and civilization, scholars who had written works in these
fields, ancient Islamic states and their administrators, important historical
events, important movements in religious and social life, historical, scientific and
cultural institutions, some important population centers, other important religions, and non-Muslim people who have some connection with Islam, its culture
or civilization. Within the body of the encyclopedia, separate academic commissions were set up for every aspect of Islamic knowledge. These commissions
include the following; Arabic language and literature, the history of religions,
Persian language and literature, Islamic law, hadiths, the history of sciences, Islamic thoughts and morals, calligraphy, architecture, music, Islamic history and
civilization, the geography of Islamic countries, the history of Islamic theology
and sects, Sufism, commentary on the Qur’an, Turkish language and literature,
and Turkish history and civilization.
121
TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ / THE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM OF THE RELIGIOUS AFFAIRS FOUNDATION, TURKEY
lerin başvurabileceği ciddi, kapsamlı ve kuşatıcı bir kaynaktır. Ansiklopedide titizlikle uygulanmaya çalışılan temel ilke, bütün maddelerin güvenilir kaynaklara
dayanması ve doğru bilgiler ihtiva etmesidir. Bu ilkeden taviz vermemek şartıyla konular ilmî ölçüler içinde çok fazla ayrıntıya girmeden işlenmeye çalışılmakta, kültür seviyesi farklı insanların bilgi edinme ihtiyaçları maddelerin yazımı sırasında göz önünde tutulmaktadır. İslâm Ansiklopedisi’nde yer alacak konuların İslâmî açıdan ve ilmî ölçüler içinde incelenmesine özellikle dikkat edilmekte,
benzer kaynaklarda bu bakışa ve ilmî tarafsızlığa ters düşen değerlendirme ve
yanlışların düzeltilmesine çalışılmaktadır.
Ansiklopedi her altı ayda bir cilt olarak neşredilmektedir. Halihazırda ansiklopedinin 39. cildi matbaa aşamasında olup, 40. cildin telifi tamamlanmıştır. 41. cildin hazırlıkları ise devam etmektedir. 42-43 ciltte tamamlanması planlanan ansiklopedinin Arapça ve İngilizce’ye tercümesiyle ilgili hazırlık çalışmaları devam
etmektedir.
İslâm Ansiklopedisi Nasıl Hazırlanıyor?
Ansiklopedi maddelerini yazacak olan müellifleri tespit amacıyla
İSAM bünyesinde oluşturulan veri tabanında ilgili konularda uzman
olan akademisyenlerin uzmanlık alanları ve yaptıkları çalışmalar belirlenmiştir. Her madde yurt içinden veya dışından konunun uzmanlarına sipariş edilmektedir. Ansiklopedi maddelerinin siparişinde sınırlı
bir müellif kadrosuna bağlı kalınmamış, gerek yurt içinde, gerek yurt
dışında kendilerine ulaşılabilen ilgili bütün ilim adamlarından istifade edilmeye çalışılmıştır. Ansiklopediye bir kısmı yurt dışından olmak
üzere, konusunda uzman 2.000’den fazla yazar katkı sağlamaktadır.
Ansiklopedinin yazarlar kadrosu, esas itibariyle Türkiye üniversitelerinin ilgili bilim dallarına mensup uzmanlardır. Dolayısıyla bu ansiklopedi, ilmî bakımdan Türk üniversite camiasının eseridir. Merkez ilim
heyetleri üyeleri listesinde yer alan isimler ise telif çalışmaları yanında, madde listesinin tespiti, maddelerin müelliflere siparişi, takibi, redaksiyona tâbi tutulması gibi ansiklopedinin diğer işlerine katkıda bulunan ilim adamlarıdır.
Sipariş edilen madde geldiğinde öncelikle ilgili ilim heyeti başkanı tarafından ilk incelemeye tabi tutulmaktadır. Gerekli görüldüğü takdirde maddenin ansiklopedide yer alacak şekle gelmesi için merkez ilim
heyeti üyeleri tarafından ilmi redaksiyon yoluyla zenginleştirilmektedir. Teknik redaksiyon ve kontrol aşamasında ise madde metnindeki
ayetlerin, hadislerin anlamlarının doğru verilip verilmediği, kaynaklarının doğru gösterilip gösterilmediği, bibliyografyada yer alan eserlerle
ilgili bilgiler kontrol edilmektedir.
Bu süreçteki önemli safhalardan biri de iç kontrol safhasıdır. Her maddede yer
alan bilgiler daha önce yayınlanmış maddelerdeki bilgilerle karşılaştırılmakta, şahıs, devlet, şehir, kitap isimlerinin ve ilmi terimlerin, şahısların doğum ve
ölüm, devletlerin kuruluş ve sona eriş tarihlerinin, önceki maddelerde yer alan
bilgilerle aynı olup olmadığı kontrol edilmektedir.
Daha sonra maddenin imla açısından kontrolü yapılarak imla birliği sağlanmaktadır. Madde son olarak ilim heyeti başkanının kontrolüne sunulur. Onun onayından geçtikten sonra yayın müdürlüğüne teslim edilir. Bir madde yazarı tarafından teslim edildikten sonra son şeklini alıp yayın müdürlüğüne teslim edilme
aşamasına kadar 18 ila 20 basamaktan geçmektedir.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İslâm kültürü ve medeniyetiyle ilgili olarak hazırlanan ve tamamlanmaya yaklaşan, İslâm dünyasındaki tek örnek
durumundadır. Ansiklopedinin bir diğer özelliği yayımlanmaya başladığı dönemdeki durumuyla bir mektep özelliği taşımasıdır. Zira beş yıl kadar devam
eden hazırlık ve daha sonraki telif ve redaksiyon çalışmaları sırasında, bütün kademelerdeki yetkili ve sorumlular ansiklopedicilik alanında hem kendilerini yetiştirmeye hem de diğer elemanların yetişmelerini sağlamaya gayret göstermişlerdir. Bu bakımdan İslâm Ansiklopedisi, Türkiye’de özellikle İslâmî ilimler sahasında çalışanlar arasında gerek bilgi gerek teknik ve uygulama bakımından ansiklopedicilikte uzmanlaşmış bir kadronun yetişmesini ve yaygınlaşmasını sağlama yönünde de hizmet vermiştir. Ansiklopedi maddelerinin önemli bölümü
akademisyenler tarafından referans olarak kullanılmaktadır. İkinci baskı için gerekli kontroller ve düzeltmeler güncel olarak yapılmaktadır.
122
The encyclopedia of Islam is not just an ‘encyclopedia of religious knowledge’;
it is also a source of general knowledge. In addition to religious knowledge, it
includes a great deal of information about literature, philosophy, history, fine
arts and social sciences. The encyclopedia of Islam is a serious, comprehensive
and wide-scoped resource for people who are researching religious and social
sciences. The encyclopedia aims to meet the needs of the public by delivering
accurate knowledge. The overriding principle, carried out meticulously in the encyclopedia, is that all topics should depend on reliable resources and contain accurate knowledge. Without comprising this principle, all subjects are dealt with
academically and without going into excess detail. The fact that people from
a variety of cultural levels require knowledge is taken into consideration when
writing up the topics. It should also be noted that the topics that are included in
the Encyclopedia of Islam are dealt with from an Islamic aspect and an academic
approach. The errors and approaches that are opposed to such an approach are
being rectified.
Every six months one volume of the Encyclopedia is issued. At the present time, the 39th Volume is being printed, while the 40th volume is
being written. The preparations for the 41st volume are continuing. It
is planned that the Encyclopedia will consist of 42 or 43 volumes. The
preparations for Arabic and English translations are also continuing.
HOW IS THE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM PREPARED?
A database has been formed within ISAM to determine which authors
will write the topics that are included in the encyclopedia. The areas
of expertise and the research that has been carried out by academics
who are experts in their related fields are identified. Each topic is sent
to experts, both abroad and in Turkey. The authors for the articles are
not limited to the in-house writing staff. Attempts to benefit from all
academics concerned with the related field, both in Turkey and abroad,
are made. More than 2,000 authors, some from abroad, who are experts in their fields, have contributed to the encyclopedia. The writing
staff of the encyclopedia mainly consists of academics from different
universities in Turkey. Thus, it could be said that this encyclopedia is the
academic product of the Turkish university community. The members
of the central academic board also contribute to some other tasks in
the compilation of the encyclopedia, such as, compilation studies, determination of the topic lists, requesting topics from authors, follow-up
and editing.
When the requested topic is received, it is first submitted to a careful
examination by the relevant member of the academic board; it is then edited if
necessary, being enriched and then included in the encyclopedia. In the technical
editing process, the article is checked for accuracy of the Qur’anic verses and
hadiths, as well as the references and bibliographic information.
One of the most important phases in this process is the internal control phase.
All the information in every topic is compared with the information in topics that
have already been published. The names of people, regions, cities, books and
scientific terms, as well as dates of births and deaths, dates of the establishment
and collapse of states are all controlled to ensure consistency throughout the
encyclopedia.
After this, the topics are checked to ensure uniform spelling throughout the encyclopedia. Finally, the article is presented to the head of the academic board.
After being approved, the article is handed over to the publishing department.
All in all, each topic undergoes 18 to 20 steps until being given to the publishing
office in the final version.
The Encyclopedia of Islam of the Turkish Directorate of Religion, which is prepared on Islamic culture and civilization and is unique in the Islamic world, is now
reaching completion. Another characteristic of the encyclopedia is that due to its
unique position in the early years it formed a kind of school. Since the preliminary study, compilation and editing lasted for 5 years, the people and authorities
involved did their utmost to educate themselves and other staff. Thus, the Encyclopedia of Islam has served to train experts in encyclopedic research in terms of
knowledge, method and its application in Turkey in the field of Islamic sciences.
Many topics in the Encyclopedia are quoted by academicians. Updating for the
second edition is in progress nowadays.
İSTANBUL’UN EN GÜZEL EVLERİ
Elif ŞENGÜN
THE UNIQUE HOUSES OF İSTANBUL
Elif ŞENGÜN
İSTANBUL’UN EN GÜZEL EVLERİ / THE UNIQUE HOUSES OF İSTANBUL
İSTANBUL’UN EN GÜZEL EVLERİ
THE UNIQUE HOUSES OF İSTANBUL
Elif ŞENGÜN*
Elif ŞENGÜN*
Evler. İstanbul’un her yerinde ama bazıları bizler için çok özel. Ailemizin, sevdiğimizin, dostlarımızın ve zamanın esiri varlıklar olduğumuzdan hiç yüz yüze buluşamadığımız ruh kardeşlerimizin evleri. Bizi bambaşka yerlere zamanlara düşlere götüren yazarlarımızın müze evleri.
Houses…they are everywhere in Istanbul, but some are very special for us. The
houses of our families, our loved ones, our friends, houses from the past, houses of the soul mates whom we never came met...the houses of authors which
have been transformed into museums take us to another place, another time,
transporting us to our dreams.
Her okuyucunun özlemi değil midir sevilen, hayranlık duyulan yazarın sofrasında oturup onunla hayatı ve insana dair şeyleri konuşabilmek, evindeki kitap ve
tütün kokusunu içine çekebilmek. Yüzünün mimiklerini, kahkahasını duyabilmek. Durmaksızın iki kişi arasındaki derin ruh bağıyla sarmalandığını hissetmek.
Artık yaşamıyorlar. Peki ama kitapları içinde yaşayıp öldükleri evleri. O evler ki
İstanbul’un dört bir yanına saçılmış. Sadece girip görmek o olağandışı kitaplıklara bakabilmek. Sevenleri ve aileleri tarafından büyük özverilerle korunan, her
gelen okuyucuyu beklenen bir dost gibi gülümseyerek karşılayan müze evler.
Kuş yuvasında dinlenen aslan
Is it not every reader’s dream to sit with the author they love and admire, to
sit down and eat with them, to talk about life and all matters connected to
humanity with them, to be able to inhale the scent of their books and their
pipe? To see the expressions on their face, to hear their laughter? To feel the
deep connection of soul, without hesitation, that occurs between two people?
They are no longer alive; but what about the houses that lived and died in their
books? Those houses are spread over all four corners of Istanbul. If only we
could go in and look at those extraordinary bookshelves… With the Museum
Houses that are waiting, smiling, like a friend for every reader, protecting with
great care the beloved and the families there, we can.
Bir ev düşünün her bir köşesi ilmik ilmik işlenmiş, her bir taşının duracağı yer üstüne düşünülmüş olsun. Oradan bakınca İstanbul bütün güzelliği ile karşınızda sere serpe uzanmış olsun.
Sevenleri ve aileleri tarafından büyük
En sonunda 1906 yılında ustalarla birlikte çalışarak ter
özverilerle
korunan, her gelen okuyucuyu
döken büyük şairimiz Tevfik Fikret’e kapılarını açmış
beklenen
bir dost gibi gülümseyerek
olsun. Ah Aşiyan..
Aşiyan’ı ziyaretinizde “Sanat doğayı değiştirmemeli
onu tamamlamalı” diyen Tevfik Fikret’in inzivaya çekilmek için çizdiği, dekore ettiği bu evde O nun resme
olan tutkusunu apaçık göreceksiniz. Eski İstanbul zevkinin zarif mobilyalarını, kendisine edebiyat sevgisini
aşılayan öğretmeni Recaizade Mahmut Ekrem’in portresini. Ölümünden seneler sonra öğretmenlik yaptığı
* Yazar
126
karşılayan müze evler.
With the Museum Houses that are
waiting, smiling, like a friend for every
reader, protecting with great care the
beloved and the families there, we can.
* Writer
Lions Resting in a Bird’s Nest
Think of a house…every corner is decorated, the place
of every stone has been considered carefully. When
one looks from this house, every attraction of Istanbul
is spread out before you. Let the doors of the house of
our great poet Tevfik Fikret, which he created with the
masters, which were closed in 1906, be opened once
again! Ah Aşiyan!
When we visit Aşiyan, which Tevfik Fikret decorated,
designed during his seclusion, the same Tevfik Fikret
who said: “Art should not change nature, it should
Boğaziçi Üniversitesi’nin mahzeninde bulunmuş ve evine nakledilmiş yazı masası, kitapları, şiirlerini ya da ders notlarını hazırladığı yazı takımlarını ve ünlü “Sis”
şiirine ithafen Sultan Abdülmecid tarafından yapılmış aynı isimli tabloyu hatta
Mihri Hanım tarafından alınmış “Fikret Maskı”nı görebilirsiniz.
19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının içine düştüğü karamsarlıktan, özgürlükçü ve
devrimci ruhuyla sıyrılan Tevfik Fikret daha iyi bir geleceğin sadece düşünü kurmakla kalmadı o düşün tohumunu da ekti. Gerek çocuklara yönelik ilk kitap olan
Şermin’i yazarak gerekse müdürü olduğu Sultanî Mektebi’ne (Galatasaray Lisesi) yapılan saldırıya okulun kapısında tek başına dikilip “Burayı yıkmak için önce
beni yıkmalısınız” deyip meydan okumasıyla efsane haline gelen eğitimciliğiyle geleceği yetiştirdi. Modern pedagoji temellerine uygun eğitim veren bir okul
kurma hayalini hayata geçiremeden ölen Tevfik Fikret çağdaşlarından sadece
sanatıyla değil ilham veren düşünce ve davranışlarıyla da sonraki nesillerin kalbinde yer etti. Bu etkinin en güzel örneği kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk’ün
“Ben inkılap ruhunun en hakikisini Fikret’ten aldım” sözlerindedir.
complete it” then we can see the passion that he felt. You can see the elegant
furniture of old Istanbul, the portrait of Recaizade Mahmut Ekrem, his teacher
who inoculated him with a passion for literature, the writing table, the books,
poems and the pen set with which he prepared his notes; these were all found
years after his death in the cellars of Bosphorus University, where he taught.
They were then brought to this house; here too is the painting, executed by
Sultan Abülmecid, called “Sis” (Fog), to which Tevfik Fikret dedicated the poem
of the same name.
Shedding off the pessimism into which the 19th century intellectuals had fallen
with a soul of freedom and revolution, Tevfik Fikret not only dreamed of a better future; he planted that seed. He trained future generations with both his
first book, which he wrote for children, Şermin, and his legendary standing as
an educationalist, gained when, as head master, he placed himself in front
of the Sultanî Mektebi (Galatasaray High School) and said to those rushing
the gates “If you want to pull this school down, you must pull me down first!”
Aşiyan, Tevfik Fikret’in Müze Evi. / Aşiyan, Tevfik Fikret’s house as a museum.
Doğaya olan sevgisini hissetmek, mimari zevkini ve resim tutkusunu görmek,
güzelliğe ve akla olan bağlılığını duyumsamak isteyen herkesin, içinde ruh bütünlüğü bulabileceği bu ev için şairin ölmeden kısa bir süre önce söylediklerinden başka ne denebilir ki, “Yine beklerim. Aşiyan benim değil sizin. Orasını unutmayın.”
Adres: Aşiyan Yokuşu, Bebek Mahallesi - Beşiktaş, Telefon: (212) 263 69 86
Devlet Ana’nın yorgunluk bilmeyen şavaşçısı
Kitaplığınızdaki bir kitap için 12 yıl hapis yatsanız ne hissederdiniz? Yoksa toplam kitap sayınızı düşünüp rahatlar mıydınız ? Üstüne üstlük hapisten çıkınca
Nazım Hikmet tarafından “Türk edebiyatının en güzel dört hikayesi” olarak tanımlanan “Göl İnsanları”nı yazabilmek.
Tek bir deneme yazısını beğenmeyip, otuzu aşkın taslak hazırlayan Kemal Tahir, 1931 yılında “İçtihat” dergisinde yayınlanan şiirleriyle edebiyata ilk adımını
attı. Ölünceye kadar sadece kalemiyle hayatını kazanan bir yazar olarak Kemal
Tahir’in, bir dönem çevirdiği Mike Hammer’in yazarı Mickey Spillane yazmaya
ara verdiğinde seriye kendisinin devam ettiği öyle ki bu yazıların orjinalinden
daha nitelikli olduğu ve daha büyük beğeni topladığı hep anlatılır.
Evini ziyaret ettiğinizde sadece yaklaşık dokuz bine ulaşan kitabın olduğu etkileyici kitaplığını değil hemen önünde duran geniş yazı masasını tam da bıraktığı gibi baktığı notları, yirmi iki nisan gününün işlerinin yazılı olduğu ajandasıyla birlikte görebileceksiniz. Aynı zamanda sevilen ve kendisini yazması yönünde destekleyen bir dostunun, Nazım Hikmet’in ‘Oliver’ marka daktilosunu, çekmecelerinde ise karşılıklı yazdıkları mektuplarınında koyduğu şekilde korunduğunu bilmelisiniz.
Tevfik Fikret, who died before realizing his dream of establishing a school that
would provide an education in keeping with pedagogical fundamentals, made
a place for himself in the hearts of future generations not only with his art, but
also with his inspiring thoughts and behavior. The most beautiful example of
this is without a doubt Mustafa Kemal Atatürk’s words: “I took the most authentic soul of reform from Fikret”.
About this house, for everyone who wants to feel a love of nature, to see a keen
interest in architecture and a passion for painting, for everyone who wants to
hear affection for beauty and to discover a mind in which the unification of the
soul can be found, we only repeat that which the poet uttered shortly before he
died: “Come again. Aşiyan is not mine; it is yours. Do not forget her.”
Address: Aşiyan Hill, Bebek - Beşiktaş, Telephone: (212) 263 6986
The Untiring Warrior of Devlet Ana
What would you feel if you went to prison for 12 years merely for a book that
sat on your bookshelf? Is it a relief when you consider the total number of
books you own? To be able to leave prison and then write “Göl İnsanları”, described by Nazım Hikmet as the “most beautiful story in Turkish literature.”
Kemal Tahir, who did not just scribble a story, satisfied with what was on the
page, but rather prepared over thirty drafts, took his first steps into literature
with the poems that were published in İçtihat in 1931. Kemal Tahir earned his
livelihood as an author, his sole occupation being working with his pen until his
death; at one point he translated Mike Hammer but when the author, Mickey
Spillane, took a break from writing, Kemal Tahir continued the series himself.
It is widely recognized that these texts were of better quality than the original
and were more popular.
127
İSTANBUL’UN EN GÜZEL EVLERİ / THE UNIQUE HOUSES OF İSTANBUL
When visiting his house, it is not just his library,
which consists of nearly nine thousand books; you
can see the wide desk just as he left it, the notes,
the diary with the tasks for the twenty-second of
April. At the same time, realize that the “Oliver”
typewriter belonged to Nazım Hikmet - his beloved
friend who supported him when writing; you can
find the correspondence between the two in the
drawers.
“Bir insanın evi, onun kalesidir.” diyenlerdenseniz,
Kemal Tahir’in kalesinin duvarları kitaplarından,
harcı ise insanı utandıran mütevazılığından geldiğini anlayacaksınız. Kanepesinde otururken, size meşhur kalın çerveli gözlüklerinin üstünden baktığını ve
piposunun kokusuyla zihninizin kendi sesini duyabileceği bir sakinlikle kaplandığını hissedeceksiniz.
Bütün bu sakinliğin içindeyken nasıl olur da edebiyatçılar ve araştırmacılar hatta farklı siyasi görüşteki pek çok kişi tarafından Kemal Tahir’in nasıl bu kadar tartışıldığını anlayamayacaksınız. Sonra “Asya
Tipi Üretim Tarzı”, “Tımar”, “Batılı insanla doğulu
insan” kelimeleri aklınıza gelince gülümseyip önce
kitaplıktan bir kitap seçmenin daha iyi olacağına
karar vereceksiniz. Kimbilir kitap falınızda şansınıza Karl A.Wittfogel’in “Oriental Despotizm: A Comparative study of total power” veya Abdül-Malek’in
“I’Egpyte, Societe Militaire” denk gelebilir.
“A man’s home is his castle” they say; the walls of
Kemal Tahir’s castle consist of books; the humility
of this house puts one to shame. While sitting on
the couch you will feel for a moment that he is looking over the famous thick-framed glasses at you
and the smell of his pipe and the sound of his voice
permeate your mind. Within all this tranquility you
will not be able to understand how it was that so
many people, including literati and researchers,
even people with different political views, argued
so much about Kemal Tahir. Then, when you remember the arguments about “Asya Tipi Üretim
Tarzı”, (Asia Type Production Style), “Tımar” (service, grooming) or “Batılı insanla doğulu insan”
(Western Person vs. Eastern Person) you will laugh,
thinking it would be better to select a book from the
shelves. Perhaps by luck you will come upon Karl
A. Wittfogel’s “Oriental Despotism: A Comparative
Study of Total Power” or Abdül-Malek’ “L’Egypte,
Societe Militaire”.
Adres: Şaşkınbakkal Alan Sokak Alan Apt Kadıköy Telefon:
(0216) 355 56 92
Baba Evi ile Hanımın Çiftliği arasındaki yolda
dinlenen ruh
Tüm dünyada yazabilen insanlar var ama kaç tanesi iyi bir yazar? Peki bu iyi yazarların kaç tanesi gerçek bir yazar? Hem de içinde düpedüz insan sevgisi ve insanlık için umudu olan cinsten. Ne şanslıyız ki
Orhan Kemal gibi bir insan, bir yetenek bizim payımıza düşmüş.
Henüz onbeş yaşındayken, taşındıklari Suriye’de
başladığı çalışma hayatına önce bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği daha sonra Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik, kâtiplik, amelelik ve hamallık yaparak ondokuz yıl boyunca durmaksızın devam etti. Evet bir
yandan çalıştı; bir yandan yazdı; bir yandan da ailesine baktı. Çoğu insanın sadece fiziksel değil, ruhsal olarakta tüketecek bu yaşam temposunda, sevecenlik ve umut taşıyan ama gerçeklerede gözünü
kırpmadan bakan yirmiyedi roman ve onyedi öykü
yazdı.
Orhan Kemal’in evini gezdiğinizde ise pek çok kitabın yanısıra dostlarıyla ve ailesiyle dolu dolu geçen
bir hayatında fotoğraflarını görebileceksiniz. Koridorlarında çocuklarının dolaştığı, komşuların geldiği, sürekli canlı ve sıcak bir evde olduğunuzu ayrımsıyacak yatağının, dolabının, çalışma masasının
sadeliği içinize işleyecek. Sadece yazarak yaşama
kararını almanın, bir yazar olarak ne kadar mutluluk verici ama bir baba, bir eş ve bir insan olarak
ne kadar zor olabileceğini de anlayacaksınız. Yaşadığı tüm maddi ve manevi zorluklara rağmen “İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir.” demenin
herkesin harcı olmadığı içinize yer edecek. Orhan
Kemal’in pek çok yabancı dile çevrilmiş eserlerini
görünce göğsünüzün kabarmasını engelleyemediğinizi de farkedebilirsiniz.
Kemal Tahir’in müzeye dönüştürülen evi. / Kemal Tahir’s house
as a museum.
Address: Şaşkınbakkal Alan Street, Alan Apt
Kadıköy Telephone: (0216) 355 56 92
The Soul that Rests on the Road between
Baba Evi and Hanımın Çiftliği
All over the world there are people who can write;
but how many can write well? And how many of
those who can write well are truly authors? And
how many are authors full of honest love and hope
for humanity? How fortunate we are that a person
like Orhan Kemal belongs to us.
Kemal Tahir
While only 15 years old, when his family had moved
to Syria, Orhan Kemal started his working life; first
as a dishwasher and then in printing. Later, he
worked in a ginnery in Adana, as well as a secretary, a laborer and a porter, continuing in this fashion for nineteen years. Yes, he worked, wrote and
looked after his family, all at the same time. During
a life lived at such a tempo, one in which many people will become exhausted not only physically, but
also spiritually, he wrote twenty-two novels and
seventeen stories, full of love and hope, but always
aware of reality.
When you visit Orhan Kemal’s house, alongside the
many books you can see photographs of the friends
and family who played a part in his very full life.
Contrasting with the children running around, the
neighbors paying a call in this constantly lively and
warm house is the simplicity of his bed, cupboard
and desk. You will be able to understand when
Müzenin duvarlarında asılı duran, pek sevgili doshe took the decision to earn his living solely as an
tu, şiiri bırakıp roman ve öykü yazmasında en büyük
author, although he provided the readers with so
Kemal Tahir’in müzeye dönüştürülen evi. / Kemal Tahir’s house
etken olan Nazım Hikmet’le olan mektuplarını okuyaas a museum.
much happiness, how difficult it was for him as a fabilir ve hatta askerliğini yaparken kitaplarını okuduğu
ther, husband and human being. Despite all the finaniçin beş yıl hapis cezası aldığı Nazım Hikmet’le cezaevinde tanışıp dost olduklacial and spiritual difficulties he experienced he said “I became a man who conrını öğrenince şu hayatın cilvesi karşısında yüzünüzde tuhaf bir tebessümle kafirmed what he believed. I lived thus, and even if not to a great extent, I tried to
labilirsiniz.
carry out this battle for the truth in my art. Nothing that I did earn has passed
128
Kemal Tahir’in müzeye dönüştürülen evi. /
Kemal Tahir’s house as a museum.
İSTANBUL’UN EN GÜZEL EVLERİ / THE UNIQUE HOUSES OF İSTANBUL
through my lips”; this is something that will affect all those who have been
in similar positions. The fact that Orhan Kemal’s has been translated into a
number of foreign languages is something that will make you swell with pride.
You can read the letters from Nazım Hikmet, his beloved friend, which hang on
the wall; the latter was the greatest influence in Orhan Kemal’s abandoning
poetry and turning to novels and short stories. When you learn that Orhan Kemal and Nazım Hikmet became friends during the five years the former served
in prison, punished for reading while completing his military service, you will
smile in a sad, strange way at the twists of life.
Address: Akarsu Avenue, No:32 Cihangir – Taksim
Telephone: (0212) 292 92 45 – (0212) 292 12 13
İSTANBUL ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ
(Istanbul Orhan Kemal Public Library)
Ordu Avenue. No. 33 Beyazıt- Istanbul
Adres: Akarsu Caddesi No:32 Cihangir – Taksim - Telefon: (0212) 292 92 45 - (0212) 292 12 13
İSTANBUL ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ
Ordu Cad. No.33 Beyazıt-İstanbul
130
Orhan Kemal’in Müze Evi. /Orhan Kemal’s house as a museum.
Narmanlı Han - Rüyaların ve kayıp giden anların sesi Tanpınar
Narmanli Han: Tanpınar as the voice of dreams and lost moments
1831’de Giuseppe Fossati, Rus elçiliği tamamlanana kadar hem elçilik binası
hem de Rus mahkumlar için hapishane olarak kullanılmak üzere, İstanbul’daki
diğer çalışmalarının da ilki olma özelliği taşıyan binasını gururla tamamlar.
In 1831, Giuseppe Fossati proudly completed the first of the buildings he had
constructed in Istanbul, a building that functioned both as a prison for Russian prisoners and as an embassy until the Russian embassy building would be
completed.
İhtimaller içerisindedir ki, Bay Fossati burayı inşa ederken insanların içinde acılara hapis olmadılarsa, huzur ve dostluk bulabilecekleri ve kendi arzularıyla geldikleri bir yer olmasını dilemiş olsun. Şüphesiz Bay Fossati’nin dileklerini tümüyle ve tam olarak bilemeyiz ama insanı kendine çeken bu yerin
umutsuzlar, suçlular ya da tüccarlarla dolu olmasına gönlü razı
gelmeyen Avni ve Sıtkı Narmanlı kardeşler, içlerindeki sanat
sevgisinin verdiği güçle, binanın çilesine son verirler. Önce bir
isim koyup binaya hayat verirler; sonrada seçkin bir zevk. ‘Narmanlı Yurdu’ olmuştur yeni adı ve özellikle sanatçılara kiralanacaktır odaları..
Narmanlı Yurdu, hemen tanışmak istediklerini seçmeye başlar.
Heykeltıraş Dr. Firsek Karol, ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, ressam Aliye Berger, Andrea Kitabevi, Jamanak Gazetesi ve Mimoza şapkacısı. Neticede Narmanlı Han da bir bayandır, tüm sade çizgilerinin altında. Sanatçıları çok sever ve modacılarla samimi ve ilgili bir yakınlık kurar. Sıcak, derin, duygulu, renkli ve akıllı bir kadındır kendileri. Boş konuşanları sevmez, kendini ve
sevdiklerini, kem gözlerden ve dedikoduya aç kulaklardan saklamasını iyi bilir.
Kedilere, ağaçlara bir de çiçeklerine pek düşkündür. Bazı çevrelerde iyi bilinen
bir aşkı bile vardır. Bu hanımın misafirlerinin en ünlüsü, gözdesi: Ahmet Hamdi Tanpınar..
It is likely that while building this structure Mr. Fossati wished for it to become a
place where people would come willingly, where they could find
peace of mind and companionship rather than a place in which
they were imprisoned. Of course, we cannot know what Mr. Fossati’s intentions were in their entirety; however, the Narmanlı
brothers -Avni and Sıtkı- who were unable to bear that
this building, one which drew people to itself, was infested with
criminals or merchants, put an end to the misery of the structure with a strength they found through their love of art. First
they gave the building a name and then graced it with refined
taste. The new name was “Narmanlı Yurdu” (The Narmanlı Dormitory) and its rooms were be rented out, specifically to artists.
Narmanlı Yurdu immediately begin to select those whom it wished
to meet. The sculptor Dr. Firsek Karol, the artist and poet Bedri
Rahmi Eyüpoğlu, the artist Aliye Berger, Andrea Publications, Jamanak newspaper and the Mimoza hat maker. The Narmanlı Han is a woman as well, beneath
all of the simple design. She loves artists and established close and congenial
ties with designers. She herself is a warm, deep, sentimental, colorful and intelligent woman. She doesn’t care for those who speak idly; she knows well how to
131
İSTANBUL’UN EN GÜZEL EVLERİ / THE UNIQUE HOUSES OF İSTANBUL
Türk Edebiyatının en büyük kalemlerinden biri. Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi okumayanın hep eksik kalacağı romanların yazarı. Tabii ki araştırmacıların, edebiyatçıların, eleştirmenlerin ve edebiyat severlerin kütüphanelerinde her zaman yeri olan XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi isimli eserin yazarı Ahmet
Hamdi Tanpınar.
Düşünün, Narmanlı Han’daki odasında oturmuş; içinde yaşadığı çağın en çalkantılı dönemini, ülkemizin iki uygarlık arasında bocaladığı, kim olduğunu anlamaya çalıştığı yılları, dünü-bugünü size okuyacağınız en keskin mizahla anlatan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yazan bir Tanpınar. Öylesine tutkulu bir İstanbul aşığı ki bir başyapıt olan Huzur’un her bir köşesini ona adamış. Huzur’u okumadan
protect both herself and her loved ones from envious eyes. She hovers over her
cats, trees and flowers. She even has a love interest, well known in certain circles. The most famous and favored among her guests is Ahmet Hamdi Tanpınar.
Ahmet Hamdi Tanpınar is one of the greatest names in Turkish literature and the author of the novels such as Huzur and Saatleri Ayarlama Enstitüsü (A Mind at Peace and The Clock-Setting Institute); those readers
who are not acquainted with his work surely suffer from a void. Of course,
this is the author of the book XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (The History
of 19th Century Turkish Literature), which maintains a place for itself in
the libraries of academics, literaries, literary critics and literature buffs. Just imagine Tanpınar sitting in
his room at the Narmanlı Han,
a Tanpınar who is in his most
turbulent era and tells the tale
of how our country is adrift between two civilizations, trying to
understand who is who and narrating with a sharp wit his time
from history to the present. This
is the Tanpınar who wrote Saatleri Ayarlama Enstitüsü. He was
such an admirer of Istanbul that
he devoted every bit of his masterpiece Huzur to the city. Is it not
a shortcoming for one to see and
feel Istanbul without reading Huzur? And what about Beş şehir?
(Five cities) Is there no Istanbul
infused in that? Certainly, there
is. So where is the Tanpınar’s
home, where did this man whose
works are read in 18 countries,
whose readers are us, coming
from all corners of the world,
where did he live? And where
are his typewriter and desk?
İstanbul’u görmek, hissetmek hep biraz eksik değil mi? Peki ya Beş Şehir ? Orada
da İstanbul yok mu? Evet var. Madem öyle, eserleri 18 ülkede okunmakta olan
Tanpınar’ın dünyanın dört bir yanından gelen ve pek tabii ki burada yaşayan biz
okurlarının ziyaret edebilecegi evi nerede? Daktilosu, yazı masası ?
Bunların hiç biri yok. Yıllarca kaldığı, eserlerini yazdığı, avlusunda sohbet ettiği Narmanlı Han’a girmek, odasını gezmek neden mümkün olmasın? Böylesi bir
tarih barındıran, bu kadar büyük bir sanatçıyı ölene dek bağrına basmış bir yer
neden müze ev olmasın? İstanbul’u benzersiz kılan sadece Boğaz manzarası degildir. İnsanlarından soyutlanmış bir İstanbul düşünülemez. Dürüst olalım İstiklal Caddesi’nde yeterince kafe, yeterince otel var. Narmanlı Han gibi tarihi bir
binanın otel veya lokanta olmasına gerek yok.
Bizler İstanbul’da doğmuş, İstanbul’da ölmüş, yaşadığı süre boyunca değeri anlaşılamamış, hastalık ve yokluk çekmiş, ancak bugün tüm dünyanın takdir ve
hayranlık duygularıyla layık olduğu yere kavuşabilmiş şairimiz,yazarımız Ahmet
Hamdi Tanpınar için ne yapıyoruz? Narmanlı Han’ı Onun adına bir müze ev yapmak bize ve İstanbulumuza yakışmaz mı?
Adres: İstiklâl Cad. Narmanlı Han, No: 390
132
None of these exist anymore. Why
can we not enter the Narmanlı Han, where he stayed for years, penning his
works and chatting in the courtyard? Why should a place which is home to such
history and has embraced such a wonderful artist until his last breath not become a museum home? It’s not the view of the Bosporus alone which makes it inimitable. One cannot think of an Istanbul that is void of people. Let’s be honest
-- there are ample cafes and hotels on İstiklal Street. There is no need for a historical building like Narmanlı Han to be transformed into a hotel or restaurant.
What are we doing for Ahmet Hamdi Tanpınar, who was born and breathed
his last in İstanbul, who was unable to be understood throughout his life, who
suffered from both illness and poverty, but attained the recognition he deserved
through the admiration and adoration of the world over? Would it not be befitting
for Narmanlı Han to be transformed into a museum home, at least for his sake?
Address: İstiklâl Cad. Narmanlı Han, No: 390
NE OLDU SANA BALIK?
Kadir CAN
WHAT HAPPENED TO THE FISH?
Kadir CAN
NE OLDU SANA BALIK? / WHAT HAPPENED TO THE FISH?
NE OLDU SANA BALIK?
WHAT HAPPENED TO THE FISH?
Kadir CAN*
Kadir CAN*
In the mid 1970s, stalls selling fish were opened in the squares in Eminonu,
Çok fazla uzağa gitmeye gerek yok, yetmişli yılların ortalarına kadar Eminönü,
Karakoy and Üsküdar, where people passed going to and from work. ArKaraköy, Üsküdar ve Karaköy gibi halkın işyerlerine gidip dönerken geçmek zoranged on round red trays, the fresh bluefish, skipjack tuna, large bluefish,
runda oldukları meydanlara balık satış tezgâhları kurulurdu. Yuvarlak, kırmızı
and other types of fish attracted people due to their freshness and low price.
tablalara dizilen, yerlere serilen lüfer, kofana ve palamut gibi pırıl pırıl taptaze
There was no need for the fishermen to bark out, “These bluefish are from
balıklar albenilerinin yanı sıra fiyatlarındaki ucuzlukla gelip geçenleri mıknatıs
the Bosphorus,” or “The skipjack tunas are from the Marmara, the skipjack
gibi kendine çekerdi. Balıkçıların:”Canlı bunlar canlı”, “Boğaz’ın lüferi bunlar”,
tunas are from the Marmara,” as they do today. People ordered the fish by
“Palamutlar Marmara’nın, palamutlar Marmara’nın” diye bağırıp çığırtkanlık
saying, “Give me three clean ones,” or “Give me five clean ones,” while the
yapmalarına gerek yoktu. Tezgâhlara sokulanların kimi: “Kes üç tane”, “Kes beş
fishermen worked like bees. Of these fish, the skiptane” diyor, balıkçılar arı gibi çalışıyordu. Bu balıkların
jack tuna is known as the “bread of the poor”. Howiçinden palamudun adı da “Fakir ekmeği”ne çıkmıştı.
Çok fazla uzağa gitmeye gerek yok, yetever, when people who were living at those time
O yılları yaşayanlar bugün “Fakir ekmeği” palamudun
mişli yılların ortalarına kadar Eminönü,
see fish like the skipjack, bluefish or large bluefish
yanı sıra lüfer, kofana gibi balıkları şehrin nezih semtleKaraköy, Üsküdar ve Karaköy gibi halkın
in shops in good neighborhoods today, they cannot
rindeki dükkânların tablalarını süslerken gördüklerinde
işyerlerine gidip dönerken geçmek zohelp but ask, “What happened to the fish?”
ister istemez âdeta bağırırcasına sormaktan kendilerini
runda oldukları meydanlara balık satış
alamıyorlar:”Ne oldu sana balık?”. The fishermen used nets made from yarn or string
Pamuk ipliğinden veya İngiliz siciminden yapılan ağlarla avlanan balıkçıların ahşap teknelerinin boyu on beş
metreyi geçmiyor, motor güçleri ise seksen beşle yüz
yirmi beygir arasında değişiyordu. Henüz balık bulucu cihazları olmadığı için avcılıkta bütün yük “Reis”in
omuzlarındaydı. Gündüz yapılan avcılık sırasında, ba* Akademisyen, Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü
134
tezgâhları kurulurdu.
In the mid 1970s, stalls selling fish were
opened in the squares in Eminonu, Karakoy and Üsküdar, where people passed
going to and from work.
from wooden boats that were no longer than fifteen meters with a motor power that ranged from
between eighty-five to one hundred twenty horsepower. Because they did not have fish-finders yet,
the captain had the responsibility of finding the fish.
While fishing in the morning, the fishermen watched
* Academician, Marmara University, Department of History
lıkçı deyimiyle “Alaylar”, “Sürüler” halinde geçiş yapan balıkların kuyruk sularının izine bakılır, bazılarının sıçrayıp su üstüne çıkarak oynak yapmaları beklenirdi. Akıntının, rüzgârın denizin üzerinde bıraktığı izlerle, su yüzeyine yakın
yüzen balık sürülerinin oluşturdukları izleri birbirinden ayırabilen deneyimli
reisler bereketli avlar yapabilirdi. Gece balıkçılığı ise “ay karanlığı”nda oluşan
“yakamoz”dan faydalanılarak yapılırdı. Gündüz veya mehtaplı gecelerde meralarda dağınık olarak dolaşan balıklar, ayın doğmadan önce veya battıktan sonraki zaman dilimine ait zifiri karanlıkta bir araya toplanarak sürüler oluşturur.
Balıkçılar, “ay karanlığı”nda denize açılır, gözcüler teknelerin burun kısımlarına
uzanıp aşağı sarkar, balık sürülerinin yakamozlarını görmek için pür dikkat beklerlerdi. Motorun gürültüsü veya gözcü tayfaların ara sıra yakıp söndürdükleri el fenerinin ışığından ürken balık sürüleri harekete geçince oluşturdukları ışık
seli yakamozla kendilerini ele verirlerdi. Balıkçıların, “Denizin dibi bir anda bembeyaz, yoğurt gibi oldu” dedikleri o andan sonra bir taraftan ağlar atılır diğer taraftan da “İnşallah lüfer değildir” diye dua edilirdi. Ağlar çekilirken önce yakalananların lüfer veya kofana olup olmadığına bakılırdı. Ağın içindeki balıklar lüfer veya kofana ise hemen iki yaka açılır böylece sürü serbest bırakılırdı. Bu işlem yapılmadığı takdirde son derece yırtıcı bir balık türü olan lüferlerle kofanalar pamuk ipliği veya İngiliz sicimi ağları birkaç dakika içinde paramparça ederek çekip giderdi. İlkel ancak denizlerdeki balık türlerine en az zarar veren dengeli avlanma 1971
yılında yayınlanan 1380 sayılı Su Ürünleri Sirküleri ile sona erdi. Başta gümrük
muafiyeti olmak üzere çeşitli kolaylıklar sağlanan ve kredi muslukları açılan balıkçılar birbirleriyle amansız bir yarışa başladılar. İthal edilen çok güçlü motorlar, boyları otuz metreyi aşan sac tekneler, balık bulucu cihazlar ve naylon ağlarla donatılan gırgır takımlarının birer ikişer denize açılmaya başlamasının ardından balıkçılığımız çağ atlamış, ilkel balıkçılıktan elektronik balıkçılığa geçilmişti. Bu geçiş sırasında balıkçılara sınırsız olanaklar sağlanmış ancak bilimsel bir
çalışma yapılmamıştı. Stoklar belirlenmediği gibi herhangi bir sınırlama da konulmamıştı. Tekne boylarına, motor güçlerine, ağların uzunluklarıyla derinliklerine ve avlanacak balık miktarına yönelik herhangi bir
sınır yoktu. Denetimin de olmadığı denizlerde her şey serbestti ve
ne yazık ki balıklarla balıkçılar baş
başa bırakılmışlardı. Balıkçıların ilkel balıkçılıktan elektronik balıkçılığa geçerek modernize olmasının ardından gelen ilk yıllarda tam
bir felaket yaşandı. Marmara ve
Karadeniz’in bakir sularında avlanan miktar o kadar fazlaydı ki hemen her gün binlerce kasa balık
Azapkapı’daki halden denize dökülür olmuştu. Birbirleriyle kıyasıya rekabete girişen balıkçılar yaptıkları aşırı ve bilinçsiz avcılıkla denizlere büyük zarar verdiler. Balıkçılıkta katliam benzeri yılların ardından başta uskumru olmak üzere kolyoz, kılıç, lüfer, kofana, torik ve palamut gibi balıkların avlanma miktarlarındaki aşırı düşüş
fiyatların tırmanıp astronomik rakamlara çıkmasına neden oldu.
Aşırı ve bilinçsizce avlanıp tüketilen balıklardan biri Karadeniz’in
kalkanı, diğeri de Marmara ile
Saroz Körfezi’nin orkinoslarıydı.
İğneada’dan Hopa’ya kadar, Karadeniz sahili boyunca kalkan neslini
neredeyse tüketen balıkçılar komşu ülkelerin sularına yönelince çeşitli olaylara da neden oldular. Yakalanan kalkan avcıları çeşitli ceza-
the ripples made in the water by the fish and waited for them to jump out of the
water. Experienced captains could figure out if the ripples in the water were from
schools of fish, currents, or the wind, allowing them to catch abundant amounts
of fish. On the other hand, when fishing at night the fishermen could benefit
from the phosphorescence visible in the dark. The fish swim freely during the day
and during moonlit nights, but form schools during the dark period before the
moon rises and after it sets. During this time, scouts would lean over the bow
of the boat as it sailed and wait attentively to see the phosphorescence emitted
by the schools of fish. Scared by the sound of the motor or from the light of the
flashing lamp on the ship, the schools of fish would reveal themselves with a
flood of light emitted by their movement. The fishermen explained that at that
moment, in a split second, the sea becomes, “whiter than white, like yogurt.”
The nets were immediately cast as the fishermen prayed, “Hopefully, it is not
bluefish.” After raising the nets from the sea, they first checked whether they
had caught bluefish or large bluefish. If the fish in the net were bluefish or large
bluefish, they were immediately set free. If this procedure was not followed, the
predatory bluefish and the large bluefish would tear the nets into pieces within
minutes.
This primitive but controlled method of fishing caused little damage to the
shoals; however, this ended in accordance with the Fisheries Notification, No.
1380, which was issued in year 1971. The fishermen were provided with various
concessions, starting with customs exemption and they began to compete with
one another to take advantage of this. This started fierce competition among
the fishermen. Fishing entered a new age, in which imported high-powered motors, sheet iron boats measuring more than thirty meters, fish-finder equipment
and dragnets equipped with plastic nets were used. During this transition, the
fishermen were provided with unlimited resources, but neither was a scientific
study conducted to determine the stocks nor were any limitations placed on fishing. Likewise, there were no limitations on the length of the boats, their motor
power, the length or depth of the
nets, or the amount of fish that
could be caught. As the seas were
unsupervised, the fish were left
alone with the fishermen. Following the modernization of the fishing industry, disaster occurred. So
many fish were caught that each
day hundreds of thousands of fish
were thrown back into the sea at
the Azap Kapi port. The excessive
fishing of the ruthless fishermen
critically damaged the seas. After
many years of over-fishing, the
substantial drop in the number
of mackerel, swordfish, bluefish,
large bluefish, Atlantic bonito
and skipjack tuna caught caused
a dramatic increase in the price
of fish. Turbot from the Black Sea
and tuna from the Marmara Sea
and Saroz Bay were excessively
fished and consumed. After turbot could no longer be found in
the stretch from Needle Island to
Hopa, the fishermen headed to
the waters of the other countries
which border the Black Sea, causing various problems with these
counties. While some fishermen
were caught poaching turbot and
punished, the boats of those who
tried to escape sunk and their
crews drowned.
Turkish people did not like the
color of the bright red tuna, and
consumed it only after it was pro-
135
NE OLDU SANA BALIK? / WHAT HAPPENED TO THE FISH?
lara çarptırılırken, kaçmak isteyenlerin tekneleri batırıldı, tayfaları öldürüldü. Eti
kıpkırmızı olduğundan halkımız tarafından pek benimsenmeyen ancak işlenerek
konserve haline getirildikten sonra tüketilen, bir adı ton diğeri orkinos olan balıklar da seksenli yılların ortalarında Japonlar için avlandı. Mutfaklarının vazgeçilmezi olan en değerli tür orkinosun Marmara’da sürüler halinde yaşadığını öğrenip çok şaşıran Japonlar hemen İstanbul’daki ihracatçılarla anlaştılar. O zamana
kadar orkinoslar olta balıkçıları tarafından veya girdikleri dalyanlarda az miktarda yakalanıyordu. Japonya’dan getirilen orkinos ağlarıyla donatılıp denize açılan balıkçılar Marmara’yı alt üst ettiler. İhracatçılar arasındaki rekabet fiyatları inanılmaz rakamlara çıkardı, bazı orkinoslar bir yerli otodan daha değerli oldu.
Bu amansız rekabet Marmara’da son orkinos yakalanıncaya kadar kıyasıya sürdü. Marmara’daki orkinos neslinin tüketilmesinin ardından Akdeniz’e yönelen, her biri dört-beş milyon dolarlık,
boyları elli metrenin üzerindeki gırgır
takımlarının sayısı yüzü geçti. Geçen yıl
bin ton olan orkinos avlama kotası bu
yıl dört yüz tona indirildi. İstanbul Balık Hali’nde 1909-1923 yılları arasında
müdürlük yapan Karekin Deveciyan’ın
yazdığı kitaptaki çizelgede 1913 yılında
avlanan orkinos miktarı 527 ton olarak
görülüyor. Sadece dalyanlarda 97 yıl
önce yakalanan orkinos miktarının bu
yıl dev bir filoyla Akdeniz’de avlanmasına izin verilenden fazla olması kadar
düşündürücü ne olabilir?
Ekonomik değeri yüksek, gezginci balık türlerinin her yıl okyanustan başlayıp Azak Denizi’ne kadar uzanan periyodik seyirlerinin en önemli geçiş yerlerinin başında Boğazlar ve Marmara
gelir. Üremek için ilkbahar aylarında Karadeniz’e çıkan palamut, lüfer türü balıklar yumurta attıktan sonra sonbaharda geri dönerler. Bu tür ekonomik değeri yüksek balıkların her geçen yıl azalmalarının nedeni aşırı avlanmadan kaynaklanmaktadır. Bu avlanma Marmara ve Boğazlarda yapılmaktadır. Marmara ve
Boğazlar’da en az beş yıl sürecek bir av yasağının ardından balıkçıların ağlarının
derinlikleri başta olmak üzere tekne boyundan motor gücüne kadar her şey sınırlandırılıp denetlenmelidir. Bu tür önlemleri acilen almaz, olanları görmezden
gelip denizlere sırtımızı dönmeye devam edersek :”Ne oldu sana balık?” sorusunu gelecek nesiller soracak, kemiklerimizi sızlatacaklardır.
136
cessed and canned; therefore, during the mid 1980s, this fish was exported to
Japan. After finding out that the most valuable kind of tuna, an indispensable
ingredient in their cuisine, was abundant in the Marmara Sea, the Japanese
immediately made an agreement with exporters in Istanbul. Before that, tuna
were caught only by anglers or in small amounts from fish traps. Equipped with
tuna nets brought from Japan, the fishermen turned the Marmara upside down
trolling for fish. The competition among the exporters inflated the price of tuna
to exorbitant figures; some tuna became more expensive than a domestic car.
This ruthless competition continued until the last tuna in the Marmara had been
caught. After the tuna in the Marmara had all been caught, more than a hundred dragnets, each of which were worth four to five million dollars and were
more than fifty meters long, headed
to the Mediterranean Sea. Last year,
the quota for tuna dropped from a
thousand tons to four hundred tons.
A chart in the book of Karekin Deveciyan, the former director of the Istanbul Fish Port between 1909 and 1923,
shows that the amount of tuna caught
in 1913 was 527 tons. What can be
more thought-provoking than the fact
that the amount of tuna caught only
with fish traps 97 years ago is greater
than the amount that is allowed to be
caught this year by a huge fleet in the
Mediterranean Sea?
The Bosphorus and the Marmara Sea
happen to be one of the most important transit points for the valuable
migrating fish that journey from the
ocean to the Azak Sea every year. The
skipjack tuna and bluefish travel to the
Black Sea to breed during the spring and return in autumn after laying their
eggs. The number of these valuable fish, which are mainly fished in the Marmara and Bosphorus, is decreasing due to excessive fishing. Following a five-year
long prohibition on fishing, everything has to be limited and controlled, from the
depth of the nets to the length of the boat and the power of the motors. If this
kind of measure is not taken promptly and the problem continues to be ignored,
future generations will ask the question, “What happened to the fish?” as we
turn over in our graves.
VAHAN USTA
Alper ÇEKER
MISTER VAHAN
Alper ÇEKER
VAHAN USTA / MSTER VAHAN
VAHAN USTA
MISTER VAHAN
Alper ÇEKER*
Alper ÇEKER*
Vahan Kocaoğlu, nam-ı diğer Vahan Usta, İstiklâl Caddesi’nde artık kapanmış bir
devrin simge isimlerindendir.
Vahan Kocaoglu, in other words Mister Vahan, is a symbol of an era on Istiklal
Street that has now come to an end.
İstanbul’a üç yaşında gelen Vahan Usta, kendi ifadesinden anlaşıldığı üzere ilk
okulu birinci sınıfta bırakmış, ama efsane hafiye Nat Pinkerton onu yeniden ve
bu kez tutku ile okumaya ve kitaplara yönlendirmiş.
As Mister Vahan explains, he came to Istanbul at the age of three and left school
in the first grade; however, the legendary investigator Nat Pinkerton led him
to return with passion to school and books. It was 10 years ago that Mehmet
Çelik, another secondhand book seller, introduced me to Mister Vahan. At that
time, Mister Vahan had set up a stall next to Galatasaray High School. Nazar,
one of his two sons, took orders for business cards during the day in the Grand
Bazaar and worked with his father in the evening in Beyoğlu. Almost every night
Mehmet Çelik and I would pick up Vahan and his son and head to Merih Restaurant, across from the British Consulate, which was famous for its okra. Here,
Mister Vahan shared with us things that Nazar, a secret writer, had written.
Merih Restaurant, which has since been renovated, was a small but very cozy
spot at that time. Later on, it suffered the same fate as the restaurants Pano
and Cumhuriyet.
Beni yaklaşık on yıl önce Vahan Usta ile bir başka sahaf olan Mehmet Çelik tanıştırmıştı. Vahan Usta, o dönemde Galatasaray Lisesi’nin yanında kitap tezgâhı
açıyordu. İki oğlundan Nazar, gündüz Kapalı Çarşı’da kartvizit siparişleri alır, akşamüstleri de Beyoğlu’na babasının yanına gelirdi. Hemen her akşam Mehmet
Çelik ile Vahan ve oğlunu alır, İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındaki, bamya yemeği ile ünlü Merih Restoran’a giderdik. Burada Vahan Usta bizimle gizli bir
edebiyatçı olan Nazar’ın yazdıklarını paylaşırdı. Bugün tadilattan geçmiş olan
Merih Restoran o yıllarda salaş ama çok sıcak bir mekândı; daha sonra Pano ve
Cumhuriyet gibi restoranlarla aynı akıbete uğradı.
Mehmet Çelik’in hayatında Vahan Usta’nın çok
özel bir yeri vardı, çünkü ilk sermayesini onun sayesinde yapmıştı. Vahan Usta, değerini bilmediği
bir fotoğraf partisi hakkında Mehmet Çelik’i uyarmış ve yüksek bir fiyata satmasına aracı olmuştu.
Bir de Hasan Coşkun’dan söz etmem gerek. O da
Beyoğlu’na gönül vermiş genç bir sahaf olarak,
Hayal Sahaf: Vahan Usta adlı kitabı yayımlamıştı. Vahan Usta’nın en edebi betimlemesi Hasan
Coşkun’a aittir: “Gary Cooper’ın sigara tutuşunu
tıpatıp taklit eden insanın, âdeta Panait Istrati’nin
romanlarından çıkmış bir karakter olduğunu hissettiğinizde şaşırsanız da çocuksu gülüşü sadece
bu hissinizi perçinlemeye yarar.
Vahan Usta Beyoğlu için şöyle diyordu: “Eskilerin
bir tabiri vardır: ‘Beyoğlu zehirli muhittir.’ Eğer
zehirlenmişsek açık hava bize kötü gelir, hasta
yapar; yaşayamayız.”
Mister Vahan was very special to Mehmet Çelik
because it was thanks to him that he had acquired his initial capital. Mister Vahan had informed Mehmet Çelik that a camera he had was
valuable, helping him sell it for a high price.
And I must speak of Hasan Coşkun. a young
secondhand book seller devoted to Beyoğlu,
who published the book entitled, Hayal Sahaf:
Vahan Usta (The Illusive Bouquiniste: Mister
Vahan). The most literary description of Mister
Vahan came from Hasan Coşkun: “You may be
surprised when you learn that this person who
holds a cigarette just like Gary Cooper is essentially a character right out of a Panait Istrati novel, but his childish smile will only
reaffirm your feeling.”
Mister Vahan said the following about Beyoğlu:
There is a phrase used by our elders: ‘Beyoğlu is a
poisonous district.’ If we become poisoned, then
the fresh air might be bad for us, making us sick
and unable to live.”
“Kalabalık, düzenli bir nehir gibi akıp giderken Vahan Usta da yerinden ayrılmıyordu. Ona dönüp, ‘Geçenlerin bir gün kemik yığını olacaklarını düşündüğün
olur mu hiç?’ dedim.
‘Bakıp da görmedikleri kitapların yerine, tüm ilgilerini yönelttikleri ‘marka’ giyecekleri onlar için daha önemli; sonunda bir kemik yığınına dönüşeceklerini bildikleri halde ruhlarını mutlu etmek akıllarına gelmez. Kitapları kapaklarına göre
alırlar. Toz yapar diye de, korkup dokunmazlar…’
When it was crowded, Mister Vahan refused to budge from his spot. I turned to
him and asked, “Do you ever think of how those passing by will be a pile of bones
some day?” “They are more focused on brand names than on books, which they
look at but don’t see. Even though they know that they’ll become a pile of bones
in the end, bringing joy to their souls doesn’t even cross their minds. They buy
books based on their covers. But they don’t touch them, as they are frightened
of the dust.”
“Gözlerini caddedeki kalabalıktan ayırmaksızın, uzaklara bakarak sigarasını tüttürdü. Külü avucunun içinde topluyor, sonra da gidip köşede duran poşetin içine atıyordu. Halısına özen gösteren titiz bir ev hanımı gibi, o da sokağına büyük
özen gösteriyordu.” (Hasan Coşkun, Hayal Sahaf: Vahan Usta)
“He smoked while looking into the distance, without taking his eyes off the
crowds. He would gather the ashes in his palm and dispose of them in a bag
in the corner. Like a meticulous housewife who takes good care of her rugs, he
took a great deal of care of his street“ (Hasan Coşkun, Hayal Sahaf: Vahan Usta).
Beyoğlu’nda hiçbir sahafın bulunmadığı 1960’lı yıllarda Vahan Usta İstiklâl
Caddesi’nde yer tezgâhında kitap satmaya başlamıştır. Zaman içinde kitaplarını
sattığı yazar ve şairlerin pek çoğu ile tanışmış, dost olmuştur. Bana sık sık eskilerden söz eder, arkadaşlık kurduğu yazarları, Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nin
avlusunda Neyzen Tevfik ile ekmek karnesi kuyruğuna girdiği yılları anlatırdı.
During the 1960s, when there were no secondhand book sellers in Beyoğlu, Mister Vahan began selling books in a stall on İstiklal Street. He met and became
friends with many of the authors and poets he sold books to. He would frequently tell me about the past, the authors he had befriended, and how he had stood
in a bread coupon line with Neyzen Teyfik in the courtyard of the Sinan Pasa
Mosque in Beşiktaş.
Vahan Usta’nın Beyoğlu’nda yaklaşık yarım yüzyıl süren sahaflık macerası, birkaç yıl önce Beyoğlu Belediyesi’nin nargilenin kitaptan daha elzem bir ihtiyaç
olduğuna karar verip kendisini yerinden etmesiyle noktalandı. Böylece Galatasaray Lisesi’nin yanındaki sokakta kitapların yerini çay bahçesi aldı. Oysa Vahan
Usta, onun için “Beyoğlu Devleti’nin gelmiş geçmiş tüm zamanlarının Kültür Bakanı” nitelemesini yapan Oktay Güzeloğlu’na şöyle diyordu: “Eskilerin bir tabiri
vardır: ‘Beyoğlu zehirli muhittir.’ Eğer zehirlenmişsek açık hava bize kötü gelir,
hasta yapar; yaşayamayız.” (a.g.e.)
* Yazar
138
Mister Vahan’s half-century-long adventure as a secondhand book seller in
Beyoğlu came to an end when the Beyoğlu Municipality decided that sheesha
was more essential than books. They gave the spot where his book stall was,
next to Galatasaray High School, to a tea house. Mister Vahan however, said
the following about Oktay Güzeloğlu, who had referred to him as ‘the eternal
minister of culture of Beyoğlu’: “There is a phrase used by our elders: ‘Beyoğlu is
a poisonous district.’ If we become poisoned, then the fresh air might be bad for
us, making us sick and unable to live.” (Ibid.)
* Writer
Vahan Usta bir süre Beşiktaş’ta tezgâh açmaya devam etti ancak Beşiktaş Belediyesi de sınırları içinde kitaba fazla tahammül edemedi. Sonunda bu hayal sahaf, kendisini emekliye ayırdı ve İstanbul efsaneleri arasındaki yerini aldı.
Mesleği bıraktıktan sonra eve kapanmasına rağmen Vahan Usta ile görüşmeyi
hiç bırakmadım. Bazen yüz yüze, bazen de telefonda gerçekleştirdiğimiz konuşmalardan anladığım kadarıyla kendisi büyük bir kırgınlık içinde. Doğrusu Beyoğlu da onun bıraktığı semt olmaktan çok uzak, bambaşka bir çehreye dönüşmüş
durumda. İlçenin yöneticileri İstiklâl Caddesi’nde dünyanın en iyi art nouveau
örnekleri olan binaları restore edip İstanbul’a kazandırmak yerine Beyoğlu’na
ruhunu veren insanları kaçırdılar. Böylece Beyoğlu Devleti sona erdi ve bir devir noktalandı.
fot./photo Yusuf Çağlar
Mister Vahan moved his stall to Beşiktaş; however, the Beşiktaş Municipality
was unable to tolerate books being sold within its borders for much longer either. In the end, he retired and took his place among the legendary figures of
Istanbul. Even though Mister Vahan confined himself to his home after retiring,
I never stopped speaking to him. I gather from the conversations we’ve had,
both face to face and over the phone, that he is in a state of discontent. And in
all truthfulness, Beyoğlu is far from the district he left behind; it has been transformed into something entirely different. The administrators of the municipality
drove out the people which had given Beyoğlu its spirit while restoring the buildings which were the greatest examples of Art Nouveau in the world. Thus, the
State of Beyoğlu came to an end, as did an entire era.
Vahan Usta / Mıster Vahan
139
DOĞUMLARININ 100. YILINDA
CAHİT SITKI TARANCI VE
ZİYA OSMAN SABA
Elif TUNA
THE 100TH ANNIVERSARY OF
CAHİT SITKI TARANCI AND
ZİYA OSMAN SABA
Elif TUNA
DOĞUMLARININ 100. YILINDA CAHİT SITKI TARANCI VE ZİYA OSMAN SABA / THE 100TH ANNIVERSARY OF CAHİT SITKI TARANCI AND ZİYA OSMAN SABA
DOĞUMLARININ 100. YILINDA CAHİT SITKI TARANCI VE
ZİYA OSMAN SABA
THE 100TH ANNIVERSARY OF CAHİT SITKI TARANCI AND
ZİYA OSMAN SABA
Elif TUNA*
Elif TUNA*
Platon, felsefenin bir tür ölüm hazırlığı olduğunu
düşünürdü. Batı’nın maddeci uygarlığı, yaşayanların ölümden kaygılanmasını anlamsız bulmuştur. 20. yüzyılın moda düşünce akımı olan mantıkçı pozitivizm de ölümü yaşamın sınırı olarak
tanımlamıştır.
Buna karşılık Orta Asya’da Türkler, ölülerin ağzından konuşan balballar dikerlerdi. İstanbul’un
fethi ile bu şehirde benzersiz bir medeniyet geliştiren Türkler, mezarlıklarını yalıtmamış ve şehrin içinde konumlandırmıştır. Her biri ayrı bir sanat şaheseri olan geçmişin mezar taşları, remizlerden oluşan dillerini anlayanların durup kendileriyle sohbet etmesine olanak tanımıştır. Yani
ölüm, Doğu’da yaşamın bir parçasıdır. Onu hatırlamak ve bu sayede dünyadaki yaşantımıza çeki
düzen amacıyla dinimizin tavsiyesine uyarak bizler her fırsatta atalarımızın mezarlarını ziyaret
ederiz. Bu yaşam tarzının oluşturduğu imgelem,
aşağıdaki eşsiz mısraları doğurmuştur:
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
2010 senesi, aynı yıl doğan Ziya Osman Saba ve
Cahit Sıtkı Tarancı’nın 100. doğum yıldönümleridir.
Türk edebiyatın bu iki önemli şairi, ne yazık
ki ıskalanmış ve eserleri hak ettikleri ilgiyi
görmemiştir. Yaşamın birleştirdiği ve ölümün
ayıramadığı bu iki ismin hatırlanmasını sağlamak,
İstanbul’a karşı bir borçtur.
In contrast, Turks in Central Asia used to erect
tombstones which identified the name of the deceased, as well as provided additional information about and even advice from them. With the
conquest of Constantinople, the Turks developed
The year 2010 is the anniversary of the birth
a unique civilization which did not isolate graveof both Ziya Osman Saba and Cahit Sıtkı
yards but rather located them in the cities. The
Tarancı. These two significant Turkish poets are
ancient tombstones, each of which is a unique
unfortunately not well-known and their work
masterpiece, gave the people visiting the grahas not received the interest it deserves. It is an
ve the opportunity to enter into a kind of dialoobligation that Istanbul remembers these two
gue with those who had passed away. In other
poets whom life brought together and death could
words, death is a part of life in the East. In order
not separate.
to remember death and remind ourselves to live
our lives better, we take the advice of our religion, Islam, and visit the graves of our ancestors as
much as possible. The imagery constructed as a result of this lifestyle has led to
the composition of the following poetic verses:
Bu beşlik, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Ölümden Sonra” adlı şiirinin ilk kıtasını oluşturmaktadır.
1910 yılında Diyarbakır’da doğan Cahit Sıtkı Tarancı, şehrin soylu bir ailesinin mensubuydu. İlköğrenimini doğduğu şehirde tamamlayan şair daha son* Yazar
Beşiktaş
142
Plato believed that philosophy was a kind of preparation for death. Materialistic Western civilization found the concerns regarding death pointless. Logical positivism, popular in the 20th century, defined death as the limit of life.
We died, expecting something from death. (Öldük, ölümden bir şeyler umarak.)
The spell is broken into a big emptiness. (Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.)
How come you can’t remember that song, (Nasıl hatırlamazsın o türküyü,)
A piece of the sky, a bundle of branches, feathers, (Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü, Was something that we used to do, (Alıştığımız bir şeydi) Living. (yaşamak.)
These are the first verses of Cahit Sıtkı Tarancı’s poem, “Ölümden Sonra” (After
Death). Cahit Sıtkı Tarancı was born in Diyarbakır in 1970. After completing elementary school, the poet later moved to Istanbul and enrolled at Saint Joseph
* Writer
High School. After four years, he entered Galatasaray High School
where he met Ziya Osman Saba, who would become a lifelong friend.
ra İstanbul’a geldi ve Saint-Joseph Lisesi’ne kayıt oldu. Dört yıl okuduktan sonra Galatasaray Lisesi’ne geçti ve burada dostluğunu ömür
boyu sürdüreceği Ziya Osman Saba ile tanıştı.
Ziya Osman Saba, Tarancı ile aynı yıl Beşiktaş’ta bir yalıda Binbaşı Osman Bey’in oğlu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini kaybetti. Mütareke yıllarında, şiir sanatı konusunda kendisini derinden etkileyecek olan Cahit Sıtkı Tarancı ile tanıştığı Galatasaray Lisesi’ne girdi.
Galatasaray’daki bu tanışma hakkında Yaşar Nabi Nayır şöyle yazar:
“Yalnız bir ders yılında sınıflarımız birleşmişti onunla. Sonra kaderlerimiz bizi ayırdı. Lisede bir yıl sınıf dönünce birdenbire Cahit’i bulmuştu yanında. Dostluğunda başköşeyi ona ayırmıştı artık.”
Cahit Sıtkı Tarancı
Ziya Osman Saba, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra üniversitede
hukuk eğitimine başladı. Ama asıl büyük arzusu şairlikti.
After graduating from Galatasaray High School, Ziya Osman Saba began to
study law at university. However, his real desire was to become a poet.
Cahit Sıtkı Tarancı and Ziya Osman Saba, who entered the literary
circles of Istanbul at an early age, published their first poems in
Servet-i Fünun. Peyami Safa, a member of the group Yedi Meşaleciler, supported Tarancı in an article he wrote in Cumhuriyet.
Genç yaşta İstanbul’un edebiyat çevrelerine giren Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba ilk şiirlerini Servet-i Fünun dergisinde
yayımladılar. Peyami Safa Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında Tarancı’ya büyük destek verdi. Saba ise Yedi Meşaleciler grubuna katıldı.
Ölüm, bu iki dostun şiirlerinde ortak konuları oldu. Ancak Ziya
Osman Saba, İstanbul’a tutkuyla bağlıydı. Bununla ilgili olarak
yeniden Yaşar Nabi Nayır’a kulak verelim: “Galatasaraylıydı ama
daha önce İstanbulluydu. Ana tarafından da, baba tarafından da
kim bilir kaç kuşaklık ataları İstanbul’da doğup büyümüş, İstanbul topraklarına gömülmüş kişilerdi. Tabiatıyla, insanlarıyla, her
şeyiyle seviyordu doğduğu şehri. Ama asıl sevgisi eski İstanbul’a,
çocukluğunun İstanbul’unaydı.”
Ziya Osman Saba
Ziya Osman Saba, “İstanbul” adlı şiirinde Nayır’ın sözünü ettiği duyguyu dile getirmektedir:
Ziya Osman Saba, the son of Commander Osman Bey, was born the
same year as Tarancı in a mansion in Beşiktaş. He lost his mother at a
very young age. During the armistice, he enrolled in Galatasaray High
School where he met Cahit Sıtkı Tarancı, who would greatly influence
his interest in the art of poetry. Yaşar Nabi Nayır describes how they
met at Galatasaray: “They had a class together for only one year. Later, they were separated by fate. One year in high school, when the
classes were mixed, Ziya suddenly found Cahit by his side. He reserved
the seat of honor for him.”
Göğünde tanıdım ayın on dördünü,
Kırlarında bilirim baharı,
Her şey, içimde her şey,
İstanbul yadigârı.
Cahit Sıtkı Tarancı 1956 yılında vefat etti. Ziya Osman Saba, şiirlerindeki birçok
mısrada Tarancı ile olan dostluğuna yer verdi. Ertesi yıl da kendisi bu sonlu dünyadan göçtü.
2010 senesi, aynı yıl doğan Ziya Osman Saba ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın 100. doğum yıldönümleridir. Türk edebiyatın bu iki önemli şairi, ne yazık ki ıskalanmış
ve eserleri hak ettikleri ilgiyi görmemiştir. Yaşamın birleştirdiği ve ölümün ayıramadığı bu iki ismin hatırlanmasını sağlamak, İstanbul’a karşı bir borçtur.
Death was a common issue in the poems of these two friends.
But Ziya Osman Saba was passionately interested in Istanbul. Yaşar Nabi Nayır explains: “He was a graduate of Galatasaray, but
more importantly he was from Istanbul. Many generations on
both from his mother and father’s side had been born and had
died in Istanbul. He loved the city where he was born for its nature, its people, everything. But his real love was for old Istanbul,
the Istanbul of his childhood.”
Ziya Osman Saba expresses the emotion Nayır describes in his poem “Istanbul”:
In your sky I met the full moon, (Göğünde tanıdım ayın on dördünü,)
In your prairie I knew the spring, (Kırlarında bilirim baharı,)
Everything, everything in me (Her şey, içimde her şey,)
Is a souvenir from Istanbul (İstanbul yadigârı.)
Cahit Sıtkı Tarancı passed away in 1956. Ziya Osman Saba referred to his friendship with Tarancı in many verses in his poems. One year later, he passed away
as well.
The year 2010 is the anniversary of the birth of both Ziya Osman Saba and Cahit Sıtkı Tarancı. These two significant Turkish poets are unfortunately not wellknown and their work has not received the interest it deserves. It is an obligation that Istanbul remembers these two poets whom life brought together and death could not separate.
Beşiktaş
143
LOCATION İSTANBUL MEKÂN
SANATORIUM SİVİL SANAT İNSİYATİFİ
SANATORIUM INITIATIVE OF CIVIL ARTS
Sanatorium Sivil Sanat İnisiyatifi, 2008 yılında Asmalımescit’te, ressam Tunca
Subaşı, Guido Casaretto, Can Ertaş; heykeltıraş Barış İlkhan, Yıldırım Alp Alanbay;
graffiti sanatçısı Tunç Dindaş ve fotoğraf sanatçısı Mehmet Turgut tarafından
Türkiye’de hızla devam eden sanat üretim sürecine katkıda bulunmak amacıyla
kuruldu.
The Sanatorium Initiative of Civil Arts was founded in 2008 in Asmalimescid, Istanbul, by painter Tunca Subaşı, Guido Casaretto, Can Ertaş; sculptor Barış İlkhan, Yıldırım Alp Alanbay; graffiti artist Tunç Dindaş and photographer Mehmet
Turgut to contribute to the fast developing artistic sector.
Türkiye’de gelişmekte olan güncel sanat ortamının bağımsız sanatçıların
oluşturdukları sanat inisiyatifleriyle gerçek kimliğine kavuşacağına inanan
Sanatorium; İstiklal Cad. Postacılar Sok. No: 5 Beyoğlu/İstanbul adresinde
birçok sergiye ev sahipliği yaptı.
Sanatorium believes, that the contemporary artistic environment may only be
developed by free artistic initiatives of independent artists. It housed many exhibitions at: İstiklal Cad. Postacılar Sok. No: 5 Beyoğlu/İstanbul
145
İSTANBUL YALNIZ SENİ SEVDİM
İSTANBUL I LOVE ONLY YOU
Martı sesleri, ezanlar, pazarcıların manileri, bekçilerin düdükleri ve sokak çalgıcıları ile yirmi dört saat susmayan bir müzik eşlik eder İstanbul’a. Pek çok sanatçı bu şehri notalarla ifade etmiş, İstanbul için sayısız şarkı yazılmıştır. Bunların
bir kısmı anonimdir, bazılarınınsa besteci ve güftecilerini tarih kayıt altına almış
ve günümüze gelmesini sağlamıştır.
Seagull screams, azan singing from minarets, songs of bazaar vendors and
street musicians ... those form the music playing 24 hours in Istanbul. Many
artists spoke of this city in musical notes composing songs for Istanbul. Some
of these are anonymous songs, some others are by known artists registered in
history records.
Türk diline ve sanata yaptığı katkılardan dolayı hem yurt içinde hem de yurt dışında değerli ödüllerle onurlandırılan Sezen Cumhur Önal, çıkardığı albümlerle
kentimizi dile getiren bu şarkıları gelecek kuşaklara aktarmanın gayreti içindeki
Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan bu albümde Türk pop müziğinin unutulmaz
sanatçıları olan Ertan Anapa, Berkant, Selma Güneri, Özdemir Erdoğan ve Ersan
Erdura tarafından seslendirilen İstanbul konulu güfteleriyle karşımıza çıkıyor.
Sezen Cumhur Önal, honored by many Turkish and international awards for his
contribution to the Turkish language and Turkish music, and the Culture Co. aiming to bring Istanbulite music to future generations join their efforts in this
album: Unforgettable singers of Turkish pop music like Ertan Anapa, Berkant,
Selma Güneri, Özdemir Erdoğan and Ersan Erdura perform music praising Istanbul.
KÜLTÜR A.Ş.
İSTANBUL KİTAP FUARI’NDA
CULTURE Co.
IN İSTANBUL BOOK FAIR
Her yıl Kültür A.Ş.’nin de yer aldığı İstanbul Kitap Fuarı’nın yirmi dokuzuncusu 30 Ekim-7 Kasım 2010 tarihleri arasında rekor sayıda ziyaretçinin katılımıyla
gerçekleşti. “İstanbul’u Yazmak” konulu fuarın onur yazarı Doğan Kuban oldu.
Bununla birlikte İspanya’nın onur konuğu ülke olarak seçilmesi fuara uluslararası bir nitelik kattı.
The Istanbul Book Fair, where the Culture Co. takes part every year, opened its
doors to a record number of visitors between 30 October - 7 November, this
year. Doğan Kuban with his book “Writing Istanbul” was one of the honor guests of the fair. Spain as international guest of honor gave the fair a feature of
an international event.
Kültür A.Ş. kendi standında Ersin Kalkan, Ömer Faruk Şerifoğlu ve Server Dayıoğlu gibi yazarlarına düzenlediği imza günleri ile fuara renk kattı. Bu yıl çizgi romanları içeren bir serginin de yer aldığı İstanbul Kitap Fuarı’nda Zagor ve Dylan
Dog gibi eserlerin çizerleri olan Gallieno Ferri, Gianfranco Manfredi, Moreno
Burratini, Marco Verni, Graziano Romani, Laura Scarpa, Marcello Toninelli, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli ve Marco Schiavone okurlara kitaplarını imzaladılar. Sanatçılardan Marco Verni ve Riccardo Burchieli, 1453 dergisinin grafikeri Şükran Kumral’a eserlerini imzaladılar ve ünlü çizgi roman tiplemelerini kendisi için hatıra olarak çizdiler.
In the Culture Co.’s stand, Ersin Kalkan, Ömer Faruk Şerifoğlu and Server Dayıoğlu had their book signing days, which contributed the many colors of the fair.
This year comics like Zagor and Dylan Dog also met readers in the fair, where
comics writers like Gallieno Ferri, Gianfranco Manfredi, Moreno Burratini, Marco Verni, Graziano Romani, Laura Scarpa, Marcello Toninelli, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli and Marco Schiavone signed their books for readers.
Artists Marco Verni and Riccardo Burchieli drew their characters for Şükran
Kumral who is the designer of 1453 journal.
AĞITLAR VE ANITLAR
Siyasi kimliği ile tanınan Süleyman Gündüz aynı zamanda
usta bir fotoğraf sanatçısı. Bugüne kadar birçok sergi
açan Süleyman Gündüz’ün eserlerinden oluşan tematik
bir seçki, Kültür A.Ş. tarafından yayımlandı.
Süleyman Gündüz’ün sergilerini kaçıran fotoğraf
meraklıları Ağıtlar ve Anıtlar adlı eserde sanatçının
birbirinden ilginç çalışmalarını bir arada bulabilir.
TAŞINABİLİR SANAT
“Taşınabilir sanat” projesi, sanatçı inisiyatifleri
ile küratörlerin ürettiği veya hazırladığı sergi ve
performanslardan oluşmaktadır. Bu proje kapsamındaki
sergiler ilçe belediyelerinin mevcut kültür ve sanat
merkezlerinde sanatseverlerle buluşmuş, böylece
İstanbul’un ücra köşelerinde izleyicilere ulaşma hedefi
hayata geçirilmiştir.
Taşınabilir Sanat adlı eser, Kültür A.Ş.’nin yürüttüğü bu
projenin kataloğu niteliğindedir.
NEYE ALTERNATİF
I. Uluslararası Sanatçı İnisiyatifleri İstanbul Buluşması
kapsamında Türkiye’den ve Avrupa ülkelerinden 40’a
yakın sanatçı inisiyatifinin kendilerini tanıtma olanağı
buldukları bir fuar yer almıştır. Fuar süresince Açık Alan
Teknolojisi toplantı yöntemiyle tartışma oturumları
düzenlenmiştir. Bu toplantılarda “Sanatçı inisiyatifi
nedir?”, “Bu kavramın tek bir tanımı mı vardır?”, “Sanatçı
inisiyatifleri neye alternatiftir?”, “Sanat çevresinde neye
hizmet ederler?” gibi pek çok sorunun irdelenmesi
hedeflenmiştir.
1453 dergisi olarak tanıtımını yaptığımız eser, bu
etkinliğin sonucunda ortaya çıkmıştır.
REQUIEMS AND MONUMENTS
Süleyman Gündüz, known by his political activism, is
also a master photographer. He has opened many
exhibitions until today; and now a thematic collection
of his art photography is published by the Culture Co.
Visitors missing his REQUIEMS AND MONUMENTS
exhibition now can find his art photography in this
book.
PORTABLE ART
“The “Portable Art” Project is made of artists’
initiatives as well as exhibitions and performances
organized by curators. Exhibitions within the scope of
this project opened up their doors to visitors in culture
and art centers of district municipalities, in service of
art lovers in remote corners of Istanbul.
The book “Portable Art” is a catalog of this project by
the Culture Co.
ALTERNATIVE TO WHAT
A fair with the participation of nearly 40 artist
initiatives from Turkey and other European countries
took place within the scope of the 1st International
Artist Inıtıatives Istanbul Meeting giving the chance to
these initiatives to introduce themselves. During the
course of the fair, also several discussian sessions were
held using the method of Open Spaces Technology.
In these sessions, it was intended to discuss in
detail, the answers to questions suc as ‘What is an
artist initiative?’, ‘Is there a single definition for this
concept?’, ‘Artist initiatives are alternative to what?’,
What do they serve for in arts circles?’
The book which we introduce you as the 1453 journal is
a result of this project.
Osman Turan

Similar documents

e-katalog - Zanaattan Tasarıma

e-katalog - Zanaattan Tasarıma Bir zamanlar tüm Türkiye coğrafyasına ürün gönderebilen, Osmanlı sarayı gibi yüksek standart ve beğeniye hizmet edebilen İstanbul atölyelerinin kapandığını üzülerek izliyoruz. Türkiye’nin ilk özel ...

More information

Kırıkkalem Dergisi - Kırıkkale Üniversitesi

Kırıkkalem Dergisi - Kırıkkale Üniversitesi Modern teknolojideki gelişmeler, yaşamımızı kolaylaştırdığı kadar, çok hareketli bir yaşam şeklinin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Hareketli yaşam ise beraberinde gelen hızlı değişimle birleşe...

More information

klasik gitarın halk müziğinde kullanımının

klasik gitarın halk müziğinde kullanımının Klasik gitarın kökenine, gelişim süreçlerine ve halk müziğindeki kullanımına yönelik genel bir değerlendirme yapılarak, Türk halk müziğindeki kullanımı-kullanılabilirliği ve önemi anlaşılmaya çalış...

More information

Çevirmenin Sunuşu

Çevirmenin Sunuşu başına birer roman karakteri olabilecek dönem insanlarını da gözlerimiz önüne serer. Schrader’in İstanbul evliyaları ve türbelerine özel ilgisi ise, 100 yıl sonra bu alanın meraklılarını baştan çık...

More information