buraya - OyunaBakış

Transcription

buraya - OyunaBakış
Merhabalar sevgili Oyunabakış okurları.
Bu ay, sayıya özel bölümümüzde, oyun
dünyasının önde gelen Besteci ve Multimedia Artist’i Güney Özsan ile, okurken
büyük zevk alacağınızı düşündüğümüz bir
e-röportaj hazırladık. Sözü daha fazla
uzatmadan sizleri röportajımızla başbaşa
bırakıyorum.
H:Öncelikle okurlarımıza
bahseder misiniz?
kendinizden
G:Yaklaşık bir buçuk yıldır serbest müzisyen olarak bilgisayar oyunlarına müzik
yapıyorum. Şimdiye kadar 12-13 kadar
oyunda çalıştım. Bunların yarısı profesyonel oyunlar, diğer yarısı da katıldığım game jam’ler veya BUG Game Lab etkinlikleriydi.
1981’de Ankara’da doğdum. Müzik hayatıma piyano çalarak başladım.
1
Üniversitede önce Bilkent’te Endüstri
Mühendisliği, bitirdikten sonra da Bilkent’te konservatuvarda Kompozisyon
okudum. Aynı anda ODTÜ’de mühendislik
yüksek lisansımı da tamamladım. Uzun
süren üniversite yıllarımda aralarında
Zakkum, Dreamtone ve MBM’in de olduğu çok sayıda rock, funk, metal ve caz
grubunda çaldım. İki yıl önce İstanbul’a
yerleştim ve ev stüdyomda serbest çalışmalarıma başladım.
H:Hangi tür müzikler dinlersiniz? Sizi en
çok etkileyen beste hangisi?
G:Lise ve mühendislik okuduğum yıllarda
uzun süren bir klasik batı müziği, 7080’ler rock ve metal dönemim oldu. Konservatuvar dönemimde 1900’ler sonrası
çağdaş klasik denen deneysel ağırlıklı klasik batı müziği dinledim.
Bu dönem aynı zamanda Zakkum ile çaldığım ve önceleri pek sevmediğim britrock gibi bazı tarzlarla yakınlaştığım dönemdi.
Son birkaç yıldır bir müzik türü veya müzisyen takip etmiyorum. Facebook’ta Audio Therapy adında kapalı bir müzik paylaşım grubumuz var. Orada elektronik
müziği çok yakından takip eden arkadaşlar ilginç paylaşımlar yapıyorlar. Bir de
mutlaka her gün SoundCloud’da eşelenerek değişik yeni şeyler keşfetmeye çalışıyorum. Mesela şu aralar Game Boy ile
modern club müziği yapanlara sardırdım.
H:Besteci olmanıza büyük katkısı olduğunu düşündüğünüz bir dönüm noktanız
var mı?
G:Öğrencilik yıllarım internetin Türkiye’de
yeni yaygınlaştığı, Yahoo, Amazon, Google gibi girişim devlerinin ortaya çıktığı
yıllara denk geliyor. Bu olaylar hem girişimcilik hem de bağımsızlık ruhumuzu
çok kabartmıştı. Lisansın ardından,
2010’a kadar 7 yıl kadar aynı anda konservatuvar ve mühendislik yüksek lisansı
okuyup, rock müzik sahnelerinde çaldım.
Birbirine çok zıt iki akademik ortamı,
sahne hayatını ve mezun arkadaşlarımın
kariyerlerini gözlemlemiş oldum. Yine bu
dönemde başarısız bir yazılım ve bir
medya yapım şirketi girişimlerim oldu.
Ancak hiçbiri aklımdaki yaşam tarzını
karşılamadı.
2010 yılında tüm bunları bitirip kafam
rahatladığında serbest besteci olarak çalışmanın hem istediğim hem de kendimi
en iyi ifade edebileceğim hayat tarzı olduğunu anlamıştım.
H:Oyun müziği bestelemeye ne zaman
başladınız?
2
G:Oyun müziği bestelemeye 2012 başında
başladım. İlk oyun müziğim Adventure
Game Studio forumundan tanıştığım Finlandiyalı amatör bir geliştiricinin oyunu
“Big Blue World Domination” için yaptığım “Out There” parçası. İlk profesyonel
çalışmam ise LinkedIn üzerinden Amiga
nostaljisi üzerine konuşurken tanıştığım
Avusturalyalı geliştirici Murray Lorden’ın
“Rad Skater Apocalypse” oyunu oldu. Bu
oyunun müzikleri elektronika projem
Analog Sheep için de başlangıç EP’si oldu. Ardından BUG Game Lab yaz okulu ve
Facebook grubu Game Developers Turkey
sayesinde tanıştığım çeşitli İstanbullu
geliştiriciler ile yaptığımız çalışmalar geldi.
H:En beğendiğiniz oyun müziği hangisi?
G:Dikkatimi çeken ve oyun kültürünü güzel temsil ettiğini düşündüğüm isimler
arasından Dustforce, Super Hexagon, Solar 2, Fez ve Bastion’ı sayabilirim.
Aradaki bağların kurulabilmesi açısından
Amiga döneminden Another World, Turrican 2, Pinball Dreams, Pinball Fantasies,
Eye of the Beholder, Speedball 2 ve Shadow of the Beast müziklerini çok sevdiğim oyunlar.
Özetle bir oyun için sesler güzel yapılmışsa özel bir ses tasarımı yapıldığını oyuncunun hissetmemesi gerekir. Güzel bir
ölçüt gerekirse, oyun sesli oynandığında
oyuncu kendini oyuna daha çok kaptırmalıdır denebilir.
Önemli bir nokta var, 80’lerden bu yana
oyun dünyası kendine has önemli bir alt
kültür oluşturdu. Buna rağmen büyük
bütçeli oyunlar pazarlama potansiyeli nedeniyle Hollywood film müziği tarzını bir
standart gibi oturtmaya başladılar. Bu da
oyun altkültürüne ait müzik dilinin orkestral Hollywood tarzı tarafından hızlı
bir şekilde asimile edilmesine yol açtı.
Kendi kültürünü koruyup ilerletebilmek
için bağımsız geliştiricilerin ve müzisyenlerin sorumluluk alıp oyun kültürüne ve
müzik diline sahip çıkması ve geliştirmesi
gerekir diye düşünüyorum.
H:Etkilendiğiniz ya da hayranlık duyduğunuz bir besteci var mı?
H:Oyunlarda müzik ve ses tasarımının
yerini nasıl görüyorsunuz?
G:Aslında müzik ve ses önemli miktarda
bilinçaltı mesajı çok net bir şekilde iletmek için güçlü bir araç. Bu bilinçaltı bağlantı nedeniyle müzik genelde çok soyut
olarak algılanır. Bir de görüntüye kıyasla
sesin algısı ve kalitesi sunulan ortama/
araca aşırı bağlıdır, görseller gibi de anlık
olarak algılanamaz, zamana yayılır. Bu
yüzden oyun projelerinde müzik ve sesin
önemi göz ardı edilebiliyor. Halbuki müzik ve ses boşluk doldurma aracı değildir.
Güçlü bilinçaltı bağlantısı sayesinde sesleri iyi yapılmış bir oyunda oyuncu seslerin güzel olduğunu büyük ihtimal algılamaz, ama kendini olayın daha da içinde
bulur. Sesleri kötü yapılmış bir oyunda
ise oyuncu yine seslerin kötü olduğunu
algılamaz, ama ya oyunun havasına giremez ya da yorulup oyunu normalden daha kısa sürede bırakmak ister.
3
G:Bach ve Beethoven benim için hep kafa
açıcı olmuştur. Chopin, Rachmaninof gibi
piyanoya ve Rus dünyasına yakın isimlere
uzun süre ilgi duydum. Korsakof, Stravinsky, Prokofief, Khachaturyan… gibi
Rus bestecileri orkestrasyon ve ritm için
bir okul gibi görürüm.
Bir de Eric Satie gibi avant-garde minimalistler var. Bu adamlar müziğin yaşamın içinde bir dekor olabileceğinden yola
çıkarak, henüz elektronik diye bir şey
yokken klasik akustik aletlerle ambient
müzikler yazmışlar. Bir oyun içerisinde de
ortam ve dekor olarak müzik çok önemli
olduğundan oyun müziğiyle ilgilenenlerin
bu tarza göz atmaları çok faydalı olacaktır. Eric Satie kadar sevmesem de daha
modern minimalistlerden Steve Reich ve
Philip Glass da bu konuda yol gösterici
olacaktır.
Elektronik müzisyenlerden ise Feed Me
detaylı çalışması, güzel sound’u ve progresif ritm yapısıyla son zamanlarda çok
dikkatimi çekiyor.
H:Kişisel elektronika projeniz
Sheep’ten bahseder misiniz?
Analog
G:2010’da Dreamtone’dan ayrıldıktan
sonra kendi müzikal fikirlerimi derleyip
toparlayabilmek için grup müziğini ve
sahneyi bırakmıştım. Bundan iki yıl sonra
(2012) ilk bilgisayarım Amiga 500 anısına
kültürüne atıfta bulunan bir elektronik parça yaptım. Amiga muhabettinden tanıştığımız
Murray Lorden’a bu parçayı dinlettiğimde şans eseri o da Amiga esintili ilk oyunu Rad Skater Apocalypse üzerinde çalışmaktaydı. Amiga’dan esinlenen elektronik dans müzikleri yaptım ve bir EP olarak yayınladım. Bir süredir oyunlara çizim yapan Murat Kalkavan da Analog Sheep karakterini çizdi. Böylece Analog Sheep projesi doğmuş oldu.
Analog Sheep ismi Philip K. Dick‘in “Do Androids Dream of Electric Sheep? (Androidler Rüyalarında Elektrikli Koyun mu Görürler?)” romanından geliyor. Roman Ridley Scott’ın
“Blade Runner” filmine de kaynaklık ediyor. Roman, kıyamet sonrası bir distopya kurulumunda, insanlar ile androidleri birbirinden ayırmanın neredeyse imkansız hale geldiği bir
dünyada geçiyor. Analog Sheep projesinde ise “Do Synthesizers Dream of Analog Sheep?
(Sintizayzırlar Rüyalarında Analog Koyun mu Görürler?)” sorusunu sormak istedim.
H:Müziğin sizin pencerenizden nasıl göründüğünü merak ediyoruz.
G:Bence müzik bir büyü çeşidi ve ilkel dönemlerdeki büyülerden geriye kalan en yaygın
formlardan biri. Doğrudan bilinçaltına hitap eden, insanın kimyasını, piskolojisini, davranışlarını kendi iradesi dışında değiştirebilen önemli bir iletişim aracı.
H:İyi bir besteci olmak isteyen okurlarımıza vereceğiniz tavsiyeleri dinlemek isteriz.
G:Müzik bir çeşit anlatım dilidir. Müzik türleri de yabancı diller gibidir. Hepsinin kendine
has anlatım yöntemleri, dilbilgisi ve kültürel altyapısı bulunur. Bu nedenle sözlü bir dilde
bolca okumanın, yazmanın, dinlemenin faydası olduğu gibi, hedeflenen müzik tarzında olabildiğince dinleyip bol bol üretmek gerekir. Bu açıdan cover ve remiksler yapmak daha aşina olduğunuz türlere çeviri yapmak gibidir ve analiz yetisi geliştirmek için çok faydalıdır.
Ek olarak orkestral tınılar hedefleyenler için nota bilmeseler dahi iyi tanıdıkları klasik eserlerin notalarını, resim gibi de olsa inceleyip dinlerken takip etmeleri çok faydalı olacaktır.
Bir de müzik yapmak yemek yapmak gibidir. Yaptığınız yemek annenizin yemeği gibi oldu
mu olmadı mı her zaman bilirsiniz. Buna göre kendini kandırmadan çalışmaya devam etmek, bol bol çöpe atmak gerekir.
4
Orta Doğu Teknik Üniversitesinin, en güzide topluluklarından olan Bilim Kurgu ve Fantazi Topluluğunun her sene düzenlemiş olduğu Metucon
etkinliğinde yine OyunaBakış ekibi olarak gittik.
Böyle etkinliklerin kaçırılmaması gerekiyor
gerçekten. Biz de dergi olarak gittik ve orada
stand açtık. Hem kendimizi tanıttık hem de insanları eğlendirmeye çalıştık.
Etkinlik çok güzeldi, eski senelere göre
çok çok daha başarılıydı, bir kaç sene
sönük geçmişti biraz ama artık eski
gücüne ve şanına kavuşmuş gibi
görünüyor. Çok fazla insan geldi, ve
gelenler de genelde memnun görünüyorlardı. Bizim standımızın yeri de çok harika olduğu için çok fazla ilgi gördük ve bu
5
Etkinlik her sene olduğu gibi FRP, masaüstü
oyunları ve kart oyunları ağırlıklıydı. Ama bunun
yanında bir çok konsol oyunu turnuvasıda düzenlendi. Bir köşede Tekken Tag Tournament 2
turnuvası varken bir tarafta da Naruto Ultimate
Ninja Storm 3 turnuvası vardı. Biz de tabi dayanamadık, Injustice Gods Among Us turnuvası
düzenledik. İnsanlar eğlenirken bir yandan da
onlara kendimizi tanıttık. Onlardan canlı canlı
inceleme yapmalarını istedik ve bunları not
ettik. Bu detayları Injustice incelemesinin
bulunduğu yerden bulabilirsiniz.
OyunaBakış ekibi olarakta etkinliklerde
kendimizi göstermeye çalıştık, Can arkadaşımız
Tekken Tag Tournament
2
turnuvasına katıldı, güzel güzel dövdü insanları, baya da bir ilerleme kaydetti ama
şansına karşısına dünya sıralamasında 1.
olan ekip denk gelince biraz zorlandı tabii ki.
Yine de canla başla kanının son damlasına
kadar savaştı. Bu arada o arkadaşlardan da
bahsetmek isterim. Bu arkadaşlar Tekken
Türkiye grubunun üyeleri ve kendileri Tekken
dünya sıralamasında 1. sıradalar. Ama benim gördüğüm bir kaç saçma olay oldu.. Dövüş başladıktan sonra oyunu durdurup çıkıp
karakter değiştirmek gibi. Hadi hemen
değiştirirsin güzel hoş ama, dayak yemeğe
başladığın an değiştirmezsin. Bence zaten
turnuvalardaki mantık çok yanlış, adam gibi
Random atacaksın arkadaş. Erkek adam
böyle oynar.
Ben de ilk gün Naruto Ultimate Ninja Storm
3 turnuvasına girdim, çok bilmediğim için
çok uzun sürmedi saltanatım ama 2. gün
King of Fighters turnuvasında yarı finale kadar yükselmeyi başardım. Naruto'da karakterler arasında gözle görülür derecede
dengesizlik var, herkes o overpowered yada
spammer karakterleri seçip oynamayı tercih
ederken, benim gibi "aaaaaa bu karakteri
çok seviyorum lan" diyenler acı çekmeye
mahkum oluyorlar genelde. O yüzden yine en
güzel olan Random Pick olayı tercih ettim,
en azından gururumla dayak yedim.
6
Etkinlik alanında baya eğlendik, insanların
üstlerine Mjolnir ile koştum, atladım. Erdem
ve Halil boncuk tabacanları ile gangsta style
yaptılar. Hep beraber Nascar oynaker Ankara'nın Bağlarını söyledik. Mario'ya Mario oynattık. Daha ne yapalım?Elbette Metucon'un
en eğlenceli kısmı olan kostümlü partiyede
ekip olarak katıldık. Çok güzel ve eğlenceli
kostümler vardı yine. Ben en çok Adventure
Time'dan Fiona'yı görünce mutlu oldum. Baya güldük eğlendik, dergi için yeni insanlarla
tanıştık. Ve yine kendimizi tutamayıp, orada
da
Ankara'nın
Bağlarını
söyledik.
Tutamıyoruz bazen kendimizi.
Metucon ekibine bize çok güzel bir misafirperverlik gösterdiği için ve ilgilendikleri için çok
teşekkür ediyoruz. Bu güzel etkinliği hazırlıyan arkadaşları da tebrik ediyorum ve her sene
böyle olmasını diliyorum. Çok güzel bir haftasonu geçirdik.
7
DC evreni benim en çok sevdiğim evren.
Karakterleri olsun, olayları olsun ve bunların örgüsü olsun her zaman beni
benden aldı. Çizgiromanları sürekli takip
etmeye çalışıyorum ve o kadar harika ki.
DC karakterleri de artık güzel bir dövüş
oynunu hak etmişlerdi. Bundan önceki
çıkan Mortal Kombat vs DC Universe beni
hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama bu sefer
NetherRealm iyi iş çıkarmış. Şimdi, her
zamanki gibi önce bi hikayeye bakalım.
Bu yeni Rejim tamamen Superman'in diktatörlüğü üzerine kurulu. Batman bunu
durdurmak için Superman'ın ordusu ile
savaşmak zorunda kalıyor. Bu ordunun
içinde Justice League üyeleri de mevcut.
Alternatif gerçeklikteki Batman, asıl
gerçeklikte Joker'in başarısız olduğunu
öğreniyor ve ordaki super kahramanların
bazılarını, kendi bulunduğu alternatif
gerçekliğe ışınlıyor. Bunun amacı ise Superman ve Rejimini yenmek. Hikaye çok
entresan bir şekilde ilerliyor. Ve eğer daha detaylı olarak öğrenmek istiyorsanız,
aynı zamanda bu serinin çizgiromanları
da çıkıyor.
Alternatif bir gerçeklikte, Joker Metropolis'i yok ediyor ve Lois Lane ve karnında
taşıdığı çocuğu öldürüyor. Bu duruma
çok
sinirlenen
Superm an,
Joker'i
öldürüyor ve sonrasında dünya üzerinde
yeni bir düzen oluşturuyor.
Oyunun oynanışına gelecek olursak, 2
boyutlu düzlemde 3 boyutlu karakterler
ile oynuyoruz. Her karakterin hafif, orta
ve güçlü saldırıları var. Buna ek olarak
her karakterin kendine özel yeteneği var.
Bu her karakter için değişiyor, örneğin
Aquaman sonunda hak ettiğini aldı Başlık
8
Batman robot yarasalar çağırıyor etrafına, Superman kısa bir süreliğine saldırı
ve korunma gibi özelliklerini arttırıyor.
Bunların dışında, bu tarz oyunları
olmazsa olmazı fırlatma hareketi ve tabii
ki süper saldırı. Dövüş devam ederken,
yaptığınız kombolara göre süper barınız
dolmakta. Bu tamemen dolduğunda ise
s u pe r
sa l d ır ı n ı z ı
y a pa b i l iy ors u nu z.
Elbette önce rakibinize bunu yedirmeniz
gerekiyor. Oyundaki süper saldırılar
gerçekten çok eğlenceli, Flash'ın dünya
turu attıktan sonra gelip vurması yada
Doomsday'ın rakibine vura vura dünyanın
Bölümlerin interaktifliği bununla sınırlı
değil. Bölümler aslında birden fazla parçalardan oluşuyor. Bölümlerin kenarlarından güçlü saldırınız ile rakibiniz
fırlatabilirseniz, her bölüme özel sinematilk giriyor, rakibiniz dayak giyor ve
başka alana geçiyorsunuz. Benim en çok
sevdiğ im
ise,
Arkham
Asylum 'da
oynarken, ilk önce rakibiniz Scarecrow'un
hücresine atmak. Burada Scarecrow,
rakibinize Korku Gazı ile biraz işkence
yaptıktan sonra alt kata fırlatıyor. Burada tekrar aynı şeyi yaparsanız, bu sefer
rakibiniz bir bara giriyor, burda Arkham
Asylum'ın diğer sakinlerinden bir güzel
dayak yiyor.
Oyun grafikler, modellemeler ve bunların
animasyonları Mortal Kombat'ın son
oynundakiler ile tamamen aynı diyebiliriz.
Sonuçta aynı studyo yaptığı için doğal
karşılanacak birşey. Bölüm tasarımları,
karakterlerin tasarımları gerçekten
Oyundaki en büyük özellikler biri ise
bölümlerin
interaktif
olması.
Her
bölümde etrafta roketler, arabalar, tuzaklar ve bunun gibi bir çok obje var.
Bunları kullanarak rakibini çok daha rahat bir şekilde yenebiliyorsunuz. Bu objerin kullanımıda karakterlere göre
değişkmekte. Oyunda karakterler ikiye
ayrılmış. Güçlü karakterler ve cihaz
kullanan karakterler. Örnek vermek gerekirse, Bruce Wayne'in malikanesinde dövüşürken, orada bir motor görüyorsunuz.
Eğer Batman gibi güçlü olmayan bir
karakter kullanıyorsanız. O motorun
üzerine binip rakibinin üzerine sürüyor.
Oyunu bu ayki gittiğimiz etkinlik olan
Metucon'da insanlara oynattık ve onların
yorumlarını aldık.
-Oyunun genel akışı oldukça eğlenceli,
karakterler
anladığım
kadarıyla
özelleştirilebilecek, bunlar oldukça keyif
katıyor. Ama dövüş animasyonlarda hafif
bir çiğlik var, vruş hissi hafif kalıyor.
-Oyunun efekleri oldukça güzel ve keyif
verici. Baş karakterler daha zayıf kalıyor
ve vuruş çeşitliliği arttırılabilir. Gene de
aynı tarz oyunlarla karşılaştırıldığında
daha tercih edilir bir oyun.
9
-Oyun çok güzel ve eğlenceli, çoğu özel haraket birbirine benzeyip sıradanlaşmış
dursa da aksiyon ve adrenalin hiç durmadığın için sıkılmak imkansız.
(Metucon özel yazısını da dergide bulabilirsiniz)
Benim kendi görüşlerime gelecek olursak, ben yıllardır böyle bir oyunun çıkmasını
bekledim. DC'nin en güzel ve en özel karakterlerini seçmişler, hele ki Nightwing ve Deathstroke'un olduğunu öğrendiğimde havalara uçmuştum. Kendi aramızda denedik, uzun
saatlerce oynadık ve kolay kolay sıkılmadık. Sadece multiplay'i ile değil hikayesi ile de
gerçekten büyük zevk veriyor. Ayrıca siz sıkılmayın diye oyunun içinde karakterlere özel,
240 adet Challange bulunmakta. Bunlar uzun süre sizi oyalayacaktır.
İyi oyunlar
10
11
12
13
GL HF
Profesyonel Oyunculuk
GL HF arkadaşlar! Sizlere ilk olarak sunacağım bu yazıda profesyonel oyunculuğun ne
olduğundan, profesyonel olarak oynanan
oyunlardan, bu oyunların oyuncu kitlesinden ve profesyonel bir oyuncunun zihniyetinin nasıl bir yapıda olduğundan bahsedeceğim. Umuyorum beğenerek okursunuz.
Profesyonel oyunculuk (Pro-Gaming) nedir?
Bir bilgisayar oyunu söz konusu olduğunda
her kuşaktan insanın aklında farklı imgeler
oluşur. Birçok insan için sadece boş zamanı iyi geçirmek için kullanılan bir araç, bazıları için ise kendilerinin içlerinde kaybolacağı bambaşka kurallarla dolu bir dünyadır. Öyle ki bu insanlar sadece bu dünyanın
bir parçası olmaktan bile büyük zevk alır.
Ama, kimileri vardır ki işte, bu dünyaya
hükmetmeden var olamaz. Yeni kuralların
hüküm sürdüğü alternatif gerçekliğe hükmetmek isteyen insanlar oyun anlayışlarını
ve oyun içi becerilerini herkesten bir yüksek seviyeye çıkarmak için, en iyisi olabilmek için yaşarlar. İşte bu yolculuğun zirvesine yaklaşabilen insanları profesyonel
oyuncu(pro-gamer) olarak tanımlarız. Progamer kitlesi, bir yaşam tarzı haline gelen elektronik sporların oyuncu kitlesini oluştururlar. Bu
oyunları spor haline getiren tek şey oyunlara kendini adayan ve kararlılıkla daha iyi
14
olmayı hedefleyen insanların varlığıdır. Bununla beraber, bir oyunun elektronik spor
olabilmesi için, öncelikle kararlı, geniş çaplı
bir oyuncu kitlesinin olabilmesi ve bu oyunun izlenebilir öğelerinin güçlü, göze ve/
veya zekâya hitap eder olması gerekir.
Elektronik sporlar geçmiş yıllara oranla
giderek artan bir kitleye sahip olmaktadır.
Bir elektronik spor dalında ustalaşmaya,
profesyonelleşmeye çalışmak herkesin gözünde aynı değere sahip olmayabilir ama
bu işe kararlılık ve sponsorluklar ile bağlı
bir topluluğu dâhil ettiğinizde ortaya çıkan
potansiyelin artık günümüz atletizm sporlarıyla karşılaştırabilecek seviyeye geldiğini
görüyoruz. Bunun en güvenilir örneği, günümüzde bir bilgisayar oyununun, örnek
olarak Starcraft 2’nin, Hokey(NHL)’in izleyici kitlesini ikiye katlamış olmasıdır. Böylesine bir kazanımın gerçek bir elektronik
sporun köklerini sağlam bir şekilde dünyaya yaymış olduğunun yadsınamaz olduğunu
düşünüyorum.
Profesyonel oyuncular (Pro-Gamer) kimdir?
Her kıtadan ve ülkeden oyuncular… Hepsinin bir ortak noktası var. En iyisi olmak!
Bir gün, internet kafe’de birisinin en sevdiğiniz oyunu sizden çok daha iyi oynadığını
görüyorsunuz. Belki de gerçek bir profesyonel olduğunu düşünüyorsunuz. Bir daha
düşünün! Bir oyunda iyi olmak ile o oyunun
meslek edinecek ciddiyetle oynamak arasında çok büyük farklar var.
Profesyonelleşebilmek için öncelikle bir oyunu
düzenli olarak oynamak ve yarışmalara katılmak
gerekiyor. Bu yarışmalarda başarılı olabilmek
için gerekli birçok mihenk taşı var. Özellikle PC
oyunları için donanım ve aksesuar yeterliliği
bunlardan biri. Öncelikle sizi yavaşlatmayan
iyi bir bilgisayar, bastığınız tuşları asla kaçırmayan bir klavye(tercihen mekanik), yeterince geniş bir mousepad(bez ya da sert
yüzey), en hızlı reflekslerinizi yakalayabilecek nitelikte bir mouse (lazer ya da optik)
sağlamanız lazım. Sonra oyununuzu rakibe
göre planlama ve stratejilerin belirlenmesi
ve bu stratejilerin minimum hata ile uygulanması için bolca antrenman şart. Kısacası oyunları sadece eğlenmek için değil,
kendini geliştirmek için bilinçli olarak oynamak gerekiyor.
Diğer yandan, oyuncuların spor yapması ve
iyi beslenmesi çok önemlidir. Aksi takdirde
vücut sağlıksız yaşam belirtileri göstermeye başlar. Kronik sırt ve boyun ağrıları ile
beraber el, bilek ve kollarda duyulan ağrı
veya acılar en çok görülenlerden ve karşılaşıldığında dikkat edilmesi gereken rahatsızlıklardan birisidir. Bu belirtiler eğer müdahale edilmezse “Karpal Tünel” gibi hastalıklara yol açabilirler.
Genellikle e-spor takımları içerisinde aktif
olan oyuncuların çoğu tek bir oyuna yoğunlaşıp onda en iyisi olmaya çalışırlar. Bu takımların en popülerlerinden biri olan EG
(Evil Geniuses) Amerika, Avrupa ve Kore
kökenli oyuncuları tek bir çatı altında topluyor. Bu takımlar arasında uluslararası
oyuncu transferleri dahi gerçekleşebiliyor.
Hatta EG’nin Starcraft biriminin yarısı Korelilerle dolu. Malum, en iyi oyuncular oradan geliyor. Aynı yabancı futbolcularla dolmuş Türk takımı gibi, hiç farkı yok! EG’nin
bu birimine ve diğer oyunlardaki atılımlarına http://evilgeniuses.gg/ üzerinden bir
göz atabilirsiniz.
Profesyonel oyunculara bir örnek olarak bu
sayıda “Stephano”’yu Spot Işığı altında bulabilirsiniz!
Destekleyiciler Kimdir?
15
Başta bilgisayar donanım üretici markaları
olmak üzere, oyun geliştirici şirketler ve
enerji içeceği firmaları bu sponsorluk görevini üstleniyorlar. Oyuncuların finansmanını üstlenen ve bunun yanı sıra müsabakalarda verilen para ödüllerinin, hediye edilen donanım ürünlerini sağlayan firmalar,
elektronik sporların eğlence sektöründe
güvenli bir yatırım havuzu oluştuğunu kanıtlıyorlar. Bu yatırımlar sayesinde dünya
çapında tüm oyunculara ulaşan bu firmalar
ürünlerini pazarlarken hedef kitlelerine
direk olarak hitap etmiş oluyorlar.
Hedef kitlesi olarak belirlenen ve bu oyunların yayılmasına asıl katkıda bulunan
oyuncuları üç ayrı kategoride inceleyebiliriz:
Casual, Semi-hardcore, hardcore oyunculuk.
Casual, Hardcore, Semi-Hardcore Oyunculuk terimleri ne anlama gelir?
Casual oyunlar birçoğumuzun gündelik hayatta boş zamanı eğlenceli bir şekilde geçirmek için oynanan oyunlardır. Kabul etmemiz gerekir ki dünyada bulunan en büyük oyuncu kitlesini casual oyuncular oluşturur. Bu seviyeden bir sonra semihardcore oyuncular, daha sonra da hardcore oyuncular gelir ki bu kişiler alt kümesi
olarak pro-gamer topluluğu yer alır. Semihardcore oyuncuları hedefleyen oyunlarda
ustalaşmak için gereken süre çok uzun değildir. Oyuncu hardcore oyunlardan çok daha kısa bir sürede oyunun mekaniklerini
kavrar ve gerekiyorsa bazı oyunlar için de
biraz el becerisi geliştirmesi beklenir. Bu
tür oyunlar rekabet ortamında kuralların
iki tarafa da adil davranma gereği duymadığı oyun türlerini içerir. Bir oyun hardcore
türünden ise oyunda ustalaşmak ciddi
oranlarda vakit ve yetenek gerektirir. Tabii
yine de böyle bir oyunun kesinlikle elektronik spor seviyesine taşınabileceğini söyleyemeyiz. Buna sebep olarak oyun mekaniklerinin tutarsızlığını ve oynanışın kullanıcı
için mantıksızca zorlaştırılmış olduğunu
öne sürebiliriz.
Örnek olarak gerçek zamanlı strateji oyunu
olan Command&Conquer serisinde çıkan
oyunlar bir elektronik spor seviyesine pek
de yaklaşamamıştır. Bunun nedeni olarak
oyun içindeki dengesizlikler(Tarafların seçtiği ırkların oyun içi dengesizliği) ve oyundaki performans eksiklikleri(Çevrimiçi
oyunlarda verilen komutların beklenen süreden çok sonra gerçekleşmesi) gösterilebilir. Tabii ki bunun haricinde bir hardcore
oyunun başarılı bir şekilde tasarlanmış ve
programlanmış olmasının yanı sıra, elektronik spor olmasını sağlamak için ancak
kendini adamış bir toplulukla ve müsabaka
organizasyonların büyük çapta kitlelere
ulaşması için bağlantılar sağlanmasıyla
mümkün olabilir. Bu bağlantılar için yöresel ve dünya çapında müsabakalar yapılması büyük önem taşır.
Elektronik Spor (e-spor) Oyunları nelerdir?
Bu tür oyunların müsabakalarında akıllara ilk olarak CPL(Cyberathlete Professional League), WCG(World Cyber Games),
ESCW (Electronic Sports World Cup), ESL
(Electronic Sports League), MLG (Major
League Gaming), GSL(Global Starcraft
League) gibi organizasyonlar gelir. Hepsinin ortak noktası e-spor için kalifiye olabilen oyunların ödüllü turnuvasını organize etme insiyatiflerini ele almış olmalarıdır. Dilerseniz, bu organizasyonlarda espor olarak müsabakaları yapılan oyunlardan bazılarına bir göz atalım.
Birinci Şahıs Nişancı (First Person Shooter) E-Spor Oyunları
Counter-Strike 1.6 & Counter-Strike
Source
16
Bu listede tabii ki Lê Minh’in yaratıcılarından olduğu yılların eskitemediği FPS olan
Counter-Strike’ı iki ayrı klasmanda görüyoruz. Birisi bildiğiniz gibi Valve Software’in
Half-Life’inin üzerine eklenti olarak oynanan sürümü CS 1.6. Grafik motoru ve oyun
mekanikleri ile tam bir klasik olarak yerleşmiş bir kitlesi bulunmakta. Bununla beraber Counter-Strike Source ise Half-Life’ın
ikinci oyunu olan yenilenmiş oyun motoru
ve mekanikleri ile klasik anlayışa yakın,
ama temelde önemli mekanik farklılıklar
içeren bir oyun olarak karşımızda. Burada
birçoğunuzun aşina olduğu CounterStrike’ın nasıl bir oyun olduğunu anlatmaya kalkmayacağım ama eğer bilmeyen varsa www.csturkey.gen.tr den indirip bizzat
deneyimleyebilir.
Unreal Tournament
Hangi oyunda zıplarken uzun namlulu silahla gerçek dışı zoom-shotlar yapabilirsiniz? Tabii ki Unreal’da ! Bu oyunda oyuncular rakiplerine karşı harita bilgilerine ve
refleksleri haddince çoğunlukla anlık stratejik kararlar vererek mücadele ederler.
Örnek oyuncu olarak Fatal1ty (Johnathan
Wendel) bu ve buna benzer oyunların ustalarından birisidir.
Oyunun dışında iken genel planlama ve içinde
iken anlık stratejiler üzerine oynanan bu oyunda, üç ırktan birini seçip, rakip ırka göre özelleştirilmiş açılışları ve ünite tercihleri ile fazlasıyla
yüksek bir yetenek çizgisine (Skill Ceiling) sahip
olması kaçınılmaz bir gerçek. Neden diye sorarsanız, sizlere oyunun oynanışı ve mekanikleri
hakkında son derece detaylı bir inceleme verebilirim ama onu burada kısaca bahsetmenin pek
bir yararı yok! Bundan sonraki yazımda bu oyunun mekaniklerini ve buna istinaden neden espor için biçilmiş kaftan olduğunu detaylarından
da bahsedeceğimden emin olabilirsiniz.
http: / / starcraf tturkiye. com
üzerinden
oyunla ilgili gelişmeleri takip edebilirsiniz.
Yarış Oyunları
Trackmania Nations Forever
Dipnot: Türkiye’nin de bir Starcraft 2 espor takımı olduğunu biliyor muydunuz?
Spot Işığı
Yarış oyunları sınıfına gelince, Need For Speed,
Grid tarzı oyunlar ile yarış simulasyonlarını sevenler Trackmania’yı büyük ihtimalle duymuşlardır. Şimdiye kadar on iki milyon kayıtlı kullanıcıya erişmiş olan bu oyunda kendi haritanızı yaratıp, arabanızı modifiye edebilme imkânı sunuluyor. En çok oynanan yarış oyunu olarak kabul
edilen trackmanianın Türkiye’de de fanları mevcut. Bu oyunla ilgili gelişmeleri http://
trackmania.gen.tr/ den takip edebilirsiniz.
Stephano - Ilyes Satouri
Profesyonel sahneye ilk çıkışını Ekim 2011’de
Elektronik Sporlar Dünya Kupasını alarak yapan
Fransız asıllı İlyes Satouri (İlyas diyesiniz geldi
değil mi?) Güney Kore’li oyuncular haricinde
Gerçek Zamanlı Strateji (RTS) Oyunları
StarCraft II: Wings of Liberty & Heart of the
Swarm
dünyadaki en iyi oyunculardan biri olarak tanınıyor. Oyununu birçok kez izlediğimden, gerçekten de haklı olduklarını söyleyebilirim.
17
Stephano’nun strateji oyunları ile olan tanışıklığı 10 yaşında Warcraft III Frozen
Throne ile başlıyor. O vakitler yerel, çevrimdışı “offline” turnuvalarda kendisini
gösterip, küçük çapta başarılar yakalıyor.
Asıl isminin duyulduğu Starcraft kariyeri
ise şöyle: Stephano, Starcraft II: WOL oyununun çıkışından hemen önce yine Profesyonel oyunculardan oluşan Millenium isimli
takıma dahil olur. Sonrasında, ESL Go4SC2
(Elektronik Spor Ligi)’de kazandığı turnuvalar ve Fransa’da yapılan yerel turnuvalardaki başarıları ona ESWC’ye (Elektronik
Sporlar Dünya Kupası) müsabakalarına katılmaya hak kazandırır. Sonuçta Stephano
2011 yılında Starcraft II oyununda yapılan
dünya çapındaki bir turnuva sadece yer
almakla kalmaz, kupayı da çok başarılı
oyunlar sergileyerek elde eder. Bunu takiben NASL Temmuz 2012 (Kuzey Amerika
Star Ligi) şampiyonluğu ve Dreamhack
2012 turnuvasında yarı-final’e kalmak gibi
hatırı sayılır başarılara da imza atan Stephano, günümüzde Amerikan kökenli EG
(Evil Geniuses) takımıyla anlaşmalı olarak
kariyerini sürdürmektedir .
Dipnot: Stephano’nun Koreliler dışında Starcraft’taki profesyonel oyuncular arasında
200,000$ ile en çok kazanan e-spor oyuncusu
olduğunu biliyor muydunuz?
E-Spor Takvimi (Starcraft 2)
2013 WCS Season 1 Korea GSL
(4 Mart 2013 – 1 Haziran 2013)
Kore’de düzenlenen ama tüm dünyaya açık
olan global starcraft liginde Starcraft 2’nin
en baba oyuncuları kıyasıya çarpışıyor.
http://www.gomtv.net üzerinden tüm karşılaşmaların ilk maçlarını online olarak bedava izleyebilirsiniz. Daha fazlası için ise
üye olmanız gerekiyor ama vaktiniz varsa
özellikle Code S Grubunda tüm maçlar izlemeye değer diyebilirim.
2013 WCS Season 1 Europe
( 14 Nisan 2013 – 26 Mayıs 2013)
http://wcs.esl.eu/ üzerinden online takip
edebileceğiniz Avrupa oyuncu kitlesi ağırlıklı ama yine de tüm dünyaya açık olan
şampiyonayı kaçırmayın derim.
2013 WCS Season 1 America
(20 Nisan 2013 – 2 Haziran 2013)
Amerika’da ise MLG’nin üstlendiği Starcraft
2
turnuvalarını
http://
www.majorleaguegaming.com/ üzerinden
takip edebilirsiniz.
2013 GSTL Season 1
Yine Kore’de düzenlenen, tüm dünyadaki
takımlara açık olan GSTL’de ayrı bir yarışma formatı söz konusu. Burada bire bir
karşılaşmalar yerine. Takım olarak
Acer TeamStory Cup
Acer ve Intel’in sponsorluğunda Almanya’da gerçekleşen pro-gaming takımları
arasında düzenlenen Teamstory Kupasını
http://taketv.net/ üzerinden izleyebilirsiniz.
18
19
20
Castlevania - Bir Drucula Hikayesi
Bu yazı *spoiler* içermektedir.
Castlevania dünyadaki en çok oynanan,
kendinden en çok söz ettiren oyun
serisiden biri olabilir. Temel konu olarak,
Belmont ailesinin asırlardır sürek savaşını
anlatmakta. Her nesil vampir avcısı oluyor ve Dracula ile savaşıyorlar. Oyun,
Japonya'daki adı ile Akumajou Dracula,
1986 da Konami tarafından yayınlandı.
Başta Family Computer Disk System
olarak bilenen konsola çıktı. Bu konsol
sadece Japonya içerisnde vardı. Kısa bir
süre içersinde MSX 2 için tekrar düzenlenen oyun avrupada Vampire Killer adı
ile çıktı ama pek tutulmadı. Ama bir yıl
sonra oyun bu sefer Nintendo Entertainment System (NES) için Castlevania
ismiyle çıktı ve bu Castlevania'nın dünya
çağında yaygınlaşmasına öncülük etti.
21
Castlevania ilk başta sıradan bir platform
oyunu olarak başladı. Tek bir hat
üzerinde ilerlediğiniz, karışınıza gelen
yaratıklarla savaştığınız ve bölüm sonlarında bosslar ile savaştığınız bir platform oyunu. İlk oyun gerçekten zor bir
oyun, benim bitirmem uzun zaman
almıştı.
Şimdiki
çıkan
oyunlarla
kısaylayınca, yeni çıkan oyunlar çocuk
oyuncağı gibi kalıyor yanında. Zor olmasına karşılık süper eğlenceli bir oyun
elbette. Elinizde Castlevania oyunlarının
vazgeçilmezi "Vampire Killer" isimli kırbacınız, bunun yanı sıra ikinci silah olrak
kullanabileceğiniz baltalar, kutsal sular,
bıçaklar mevcut.
İkinci oyunda (Castlevania: Simon's
Quest) ise bir kaç değişiklik yapıldı. Artık
oyun tek bir hat üzerinde ilerlemiyor,
size büyük bir haritada istediğiniz gibi
gezmenize olanak sağlıyordu. Tabii ki,
yine bazı kısıtlamalar vardı, ama artık bir
gittiğiniz yere tekrar gidebiliyor. Yeni
yerler keşif edip, hazineler bulabiliyordunuz. Ayrıca bu oyunda silah, iksir gibi
eşyalar alma özelliği eklenerek biraz daha
role-playing özelliği eklendi. Oyunda gece
gündüz kavramı da vardı, ve bu oyunu
ciddi anlamda etkiliyordu. Geceleri
yaratıklar daha güçlü oluyordu mesela.
Sizin oyunu bitirme sürenize göre ise
oyunun bitişleri değişebiliyordu.
Bu özellikleri üçüncü oyunda (Castlevania
III: Dracula's Curse) daha güzel bir şekilde geliştirdiler. Oyuncunun yaptığı seçimlere göre oyunun hikayesi ve sonu
değişiyordu ve artık birden fazla karakterle oynama imkanınız vardı. Hikayesi,
müzikleri ve herşeyi ile çok başarı kazandırdı.
22
Bundan bir sonraki en önemli oyunları ise
PlayStation için yaptıkları Castlevania:
Symphony of Night oyunu idi. Castlevania'nın zirveye ulaşmasındaki en
büyük etken bu oyun oldu. Oynanış olarak
diğer oyunlardan çok farklı değildi, ama
hikayesi ve ana karakteri ile kendinden
çok söz ettirdi. Castlevania serisinin
sanırım en çok sevilen karakteri ile
oynuyordunuz. Dracula'nın bir insandan
olma çocuğu Alucard ile. Alurcard'ı ben
de çok sevmişimdir her zaman, beyaz
şaçları ve üzerindeki karizma kiyafeti ile
hem idolüm olmuştu. Bu oyunun en
büyük farkı ise Alucard, diğer oyunların
karakteri gibi Vampire Killer kırbacı yerine, bıçak, kılıç ve buna benzer silahlar
kullanıyordu. Bunun nedesi ise büyük ihtimalle kendisi de yarı vampir olduğu için
silah ona zarar verebilirdi.
Sonrasında
ise
ilk
3D
oyunu
(Castlevania:Legacy of Darkness) Nintendo 64 için çıkarttılar. Diğerleri kadar çok
tutulmasa da sonrasında PlayStation için
yaptıkları Lament of Innocence ile durumu toparladılar. Bu oyun biraz daha Devil
May Cry gibi hack/slash bir oyun
olmuştu. Bu sırada elbette hala Gameboy'a ve diğer konsollara alternatif
hikayeleri olduğu oyunlar çıkıyordu.
Konami Nintendo DS için tekrar eski tarza dönüp 2D oyun çıkarttı bunlar; Dawn
of Sorrow, Portrait of Ruin ve Order of
Ecclesia. Bu oyunlar tamamen eski tarza
bağlı kalmış ve üzerine biraz daha özellik
eklenmiş halde çıktı. Grafikleri ise daha
anime çizimleri üzerineydi. Bu oyunları
kesinlikle oynamanızı tavsiye ediyorum,
ben yaklaşık üçer kere felan bitirdim.
Harika eğlenceli ve her seferinde farklı
yerler keşif ederek, farklı eşyalar silahlar
bularak ilerledim.
Son olarak, Castlevania serisini tekrar
zirveye çıkartan oyun, Castlevania: Lords
of Shadow. Herşeyden önce bu oyundaki
seslendirmeler o kadar harika ki anlatamam. Ana karakterimiz olan Gabriel
Belmont'un sesi beni benden almıştı. Bir
ses bir karaktere bu kadar uyardı anca.
Bu oyun 3D hack/slash türünde çıktı. İlk
başta size bir God of War havası veriyor.
Dövüş sistemi yaklaşık olarak aynı olsa
da, oyundaki kombo sistemi ve büyüler
çok daha farklı işliyor. Bu oyunun bu kadar ön plana çıkmasının başlıca nedeni
bence, grafik tasaraımları. Oyunda
bölümler, çevre tasarımları, yaratıkların
tasarımları ve Gabriel Belmont'un
tasarımı oyunu sevmeniz için yeter de
artar bile. Oyunun hikayesi de tarihi sıralamaya bakarsan herşeyin başlangıcını
anlatıyor. Gölgenin Lordlarını durdumak
için çıktığı yolda, çok daha fazlası ile
karşılaşan Gabriel aklının bile hayal
edemiyeceği bir son ile karşılaşıyor. Artık
Gabriel, Dracula olmuştur. Bize sunduklar
bitiş videosu ile ağzımızı açık bıraktılar ve
yeni oyunun gelmesi için yalvarmaya
başladık.
23
Ve beklenen an geldip bize yeni oyunun
videosunu gösterdiklerinde elim ayağım
titredi. Garbiel Belmont'un bir orduya
karşı savaşı, sonrasında dev bir robot ile
dövüşünü görüyoruz. Tam video biterken
başka biri görünüyor. Uzun beyaz saçları
ve elinde kılıçı ile Gabriel'ın karşısına dikiliyor. İşte o kişinin Alucard olması için
şuan dua ediyoruz. Bu da yetmezmiş
gibi ikinci bir video yayınladılar. Zaten
delirmek
üzereyken
iyice
sabırsızlanmamıza neden oldular. Bu video ise Gabriel asırlar süren uyukusundan
uyanmasını anlatıyor. Tamamen Gabriel'ın sesinden dinlediğimiz videoda
Garbiel nasıl intikam alacağını anlatıyor.
Bu videoyu 500 kere izlemiş olabilir. Hatta bunları yazarken bile bir kaç kere daha
izledim.
Bu arada Mirror of Fate'i attılıyordum az
kalsın. Bu oyunda ise Gabriel Belmont'un
soyundan gelenlerin kendi kaderlerini ve
gerçeklerini öğreniyorlar. Bu oyun ise
eski tarz 2D oyun alanına sahip ama 3D
modeller kullanılmuş. Oyun gerçekten
başarılı bir şekilde hikayeleri birbirine
bağlıyor. Şimdi ise yapmamız gereken tek
şey oturup Castlevania Lords of Shadow
2'yi beklemek.
Bu harika serinin bütün oyunlarını
oynamalısınız. Her oyunun tadı çok farklı.
Kesinlikle pişman olmayacaksınız. Bence
gidip direk ilk oyundan başlayın. Biraz
vampir avlamak iyi gelecektir.
Acı çekmeye hazır olun
Önce Demon's Soul vardı, oyun zorluğu
açısından şimdiki çıkan oyunlara göre çok
daha zor olmasıyla, etresan hikayesi ile
kendinden çok söz ettirdi. Arkasından Dark
Souls geldi. Oyun şuan dünyanın en zor
oyunlardan biri olarak kabul ediliyor. Sana
"ölmeye hazır ol" diyerek başlıyor. Anında
aldım oyunu, günlerimi haftalarımı
aylarımı aldı oyun. Oturup walkthrough da
izleyemiyor ki insan. Çünkü insanlarda daha bitirememişti. Acı dolu günlerdi, ama
çok eğlenceli idi. Artık daha fazlası olmaz
derken, Dark Souls 2 yi duyurdular. Bu sefer bizi neler bekliyor? Bunu düşündükçe
çok korkuyorum.
24
Önce tanıtım videosu yayınlandı. Karakterin ellerinden kanlar damlıyor, yere temaz eden kanlar kaynamaya başlıyor.
Arkadaşın zırhından anlayacağımız üzere
çok çetin savaşlar geçmiş üstünden. Baktığınızda bile sizi ürkütecek ve bir o kadar
da heyecanlandıracak yerlerden geçiyor.
Ejderha kemikleri, karanlık ormanlar dar
geçitler, çükür köprüler hepsi sizi umutsuzluğa sürüklüyor. Maskeleri arkadaşlarla
karşılaşıyor karakter, bir kaç tanesini
güzelce haklıyor, karşısına ejderha çıkıyor,
alevler felan derken video bitiyor. Ardından
siz iki düşünce arasında kalıyorsunuz,
oyunu kesinlikle oynamalıyım ama bir o
kadar da tırsmaktayım yine onlarca kere
öleceğim diye.
Yakında zamanda oyunun 12 dakikalık
oyun içi görüntüleri yayınlandı, ve
gördüklerimiz bize tanıtım videosundakilerden çok daha fazlası olduğunu
gösteriyor. Oynanış olarak ilk oyunla aynı
gibi görünüyor. Dövüş sisteminde bir
değişiklik yok gibi bi kaç eklemeler var.
Ama yeni bölümler ve yeni yaratıklar bizi
çileden çıkartacak gibi.
İlk oyunda tamamen karanlık alanlar vardı.
Bu alanlarda rahat yürümek için yere
ışıklar atabiliyor yada bulduysanız bir
yaratığın kafasını fener olarak kullanabiliyordunuz. Bu sadece bir bölümde oluyordu. Ama ikinci oyunda bu tür alanlarla çok
karşılaşacak gibiyiz. Elinimizdeki en yakın
ateşte yakıp öyle gezmemiz gerekiyor. İşin
kötü yanı meşaleyi kullanırken artık diğer
elimizde kalkan olmadığı için karşımıza
çıkacak yaratıklarla nasıl dövüşeceğimiz
konusunda paniğe kapılmamız gerekiyor.
İzlediğimiz video da tam bu sırada büyük
bi arkadaş karşılıyor bizi, elinde kocaman
bir mace ile bize acı çektiriyor. İlk oyunda
böyle bir durumda kalkanınız yoksa en
güzel şey, yaratığın arkasına geçip sırtından vurmak, ama ne yazık ki bu sefer öyle
birşey yaptınızda yaratık geri doğru
devrilerek üstünüze düşüyor ve size güzel
acılar yaşatıyor.
25
Videonun devamında başka bir düşman ile
karşılaşıyoruz, elinde kendi kadar bir balta
olan ve bunu fırlatan bir arkadaş. İşin
güzel yanı, "becerebilirseniz" bu baltalara
karşı saldırı yaparak durdurabiliyorsunuz.
Ama videodaki arkadaş gibi ıskalarsanız
kafanıza yediğiniz anda sağlığınız tamamen dolu olsa bile sizi öldürebiliyor. Kalenin içinde yürürken bir kapı gördünüz ve bu
kağının arkasında büyük bir yaratık size
bakıyor, eğer onu kızdırırsanız kapıyı yıkıp
yanıza geliyor ve canınıza okuyabiliyor.
Bu oyunda herşey olabilir, her şelikde ölebiliyorsunuz. Oyunun gidişatını neler
olacağını kestirmek çok zor. O yüzden
sessizce bekleyip, çekeceğimiz acılar için
şimdiden
kendimizi
alıştırmaya
başlayalım. Yoksa vakit geldiğinde hazır
olamayabiliriz.
İyi oyunlar
Zombiler zombicikler tekrarı…
Filmler, diziler derken zombiler artık ailemizin bir üyesi. Sabah kahvaltılarında 1
tabak çiğ et ayırmayı ihmal etmeyin lütfen, aç olduklarında daha da hırçın oluyorlar. Sektörlerin zombiler üzerine yaptığı
yapımlar hiç son bulacağa benzemiyor ki
fenomen olmuş Nazi Zombileri onlardan
hiç bahsetmek bile istemiyorum… Left 4
Dead, Walking Dead (hem dizi, hem oyun)
derken gelelim Dead Island’a, kanımca
zombi oyunları fenomenlerinin yanına Dead
Island’ı da eklemek gerekiyor, neden mi?
Zombi oyunlarına eğlenceyi, bol aksiyonu,
heyecanı katmasıyla bence bu barajı son
anda aşabilen oyunlardan bir tanesi. Bir de
üzerine kısmen rol yapma oyunu olunca
oynamak gerekiyor tabi. Dead Island ilk
piyasaya sürüldüğünde, büyük beklentiler
içerisinde değildim. Zira zombi konusu hemen hemen her zaman aynıdır. Bir virüs
veya beklenmedik bir hastalık yüzünden
insanlar ölür ve hayata bir şekilde geri dönerler. Bu sefer istedikleri tek şey; insan
etidir.
Dead Island 2011 yılının sonlarında çıkmıştı, hatırlarsınız. Epey tartışıldı, bazı konuşmalar birkaç grubu ayağa kaldırdı, işte çıktı, çıkacak, yasaklandı felan derken baktık
Dead Island gelmiş. Ama Dead Island başarısızdı diyemeyiz, kısmen rol yapma oyunu
olması,
26
zombi kurguları, bol aksiyon, açık dünya
imkanı bol zombiler oyunu iyi bir yerlere
getirdiğini düşünüyorum. Karakterlerin
birer ölüm makinesi olmaması ve birbirinden farklı mizaçlara sahip olmaları da oyunu tıpkı Left 4 Dead gibi defalarca oynanabilir kılıyordu. Fakat belli kusurları da yok
değildi, can sıkan hataları vardı; ama yine
de aldığı karşılık olumluydu ve bu da Dead
Island: Riptide’ı beklemek için yeterli bir
sebep olmuş oldu. Bu iki oyun arasında 2
seneye yakın bir zaman dilimi olsa da yepyeni bir devam oyunu demek hiç mümkün
değil. Ek paketin kendi kendine çalışıyor
hali desek daha doğru J. Çünkü oynadığınızda fark edeceksiniz ki aslında Dead Island’ın biraz elden geçirilmiş ve içeriği değiştirilmiş bir halini oynuyorsunuz. Geri
kalan tüm alanlarda aşağı yukarı aynı
oyunla karşı karşıyasınız. Evet, yeni bir ortam, oynanabilir yeni bir karakter, yeni bazı yetenekler ve yaratık tipleri eklenmiş;
ama bunlar Riptide’ı sıfır bir oyun yapmıyor.
Oyunumuz ilk oyunun bittiği noktadan tam
10 dakika sonra başlıyor. Karakterimiz helikoptere binmiş ve arkadaşları ile tüm
zombileri o lanet ada da bırakmış, kurtulmuş sanıyorken, Helikopter Avustralya ordusuna ait bir uçak gemisine inişe zorlanır. Ancak hiçbir şey istedikleri gibi gelişmemektedir. Tutsak alınıyorlar ve bir deneyin parçası olmak için kullanılıyorlar. Daha doğrusu kullanılmaya çalışılıyorlar. Gemi güvertesinde önce Albay Sam Hardy ile
tanışan karakterlerimiz, ardından onların
zombiye dönüşmelerini engelleyen bağışıklığın gizemini çözmek isteyen Frank Serpo
ile karşı karşıya gelirler. Hardy ne kadar
kuralcı ve iyi niyetliyse, Serpo o kadar alçak ve düzenbaz bir karakterdir. Karakterlerimiz esir alınır ve oyunun yeni oynanabilir karakteri John Morgan ile tanışacakları
hücreye gönderilirler. Ardından gemi fırtınaya yakalanır, felakete uğrar ve gemi görevlileri zombilere dönüşmeye başlar; böylelikle Banoi ile aynı yöredeki Panalai adasına çıkışla birlikte Riptide resmen başlamış
olur.
Oyunun ilk dakikasından itibaren, oynanışın pek de değişmediğini fark ediyorsunuz.
Yine karakterin kullandığı silah tipine göre
gelişen yetenekleri ve puan dağıtmak suretiyle aldığınız becerileri mevcut. John Morgan’ın da kadroya katılmış olması, alınacak
becerilerin sayısını artırmış. Mesela John,
kuşandığı pençesiyle zombileri biçerken,
koşturup attığı tekmelerle ortamı rahatlatabiliyor. Yeteneklerin sayısının artmış olması da faydalı, böylelikle sonuna kadar
geliştirdiğiniz karakter için yapabilecek bir
şeyleriniz oluyor. Yakın dövüşte kullanılan
silahlarımız bir süre sonra hasar görüyor
ve
belli
noktalarda
bulunan "Worhbench"ler yani çalışma tahtaları
kullanarak silahlarımızı tamir edebiliyoruz.
27
Yumruk ve tekmelerimiz pek işe yarayamayabiliyor. Kısacası hayatta kalmak içim her
kurşun ve her tahta parçası elmas değerinde. Oyunun silah konusundaki yaratıcılığı hala devam ediyor, isterseniz bir klasik
haline gelmiş çivili beyzbol sopası yapabiliyor yada benim gibi biraz daha yaratıcı olmak isterseniz, beyzbol sopasının ucuna
çember testere bağlayabilirsiniz J. Ateşli
silahları bulmak oyunun bir nebze olsun
sizi yakın dövüş silahlarından vazgeçirebilir
diye düşünseniz de yakın mesafede silah
ile zombileri ıskalama gibi bir mantıksızlık
var oyunda.
Dead Island: Riptide’ın en büyük yeniliği
John Morgan isimli karakterimizin hikayeye katılması. Zombi virüsüne karşı bağışıklığı olan John, yakın dövüşte oldukça uzman. Yumruk, pençe, sopa ve tekmeler
konusunda zombilerin bayağı canını yakabiliyor. Önceki oyunda yer alan dört karakter de bu oyunda oynanabiliyor. Sadece
silahlarda değil, görevlerde de değişiklikler
var. Takım arkadaşlarımızdan ve sığınaklardaki oyun karakterlerinden de görevler
alabiliyoruz. Başardığımız görevler bizim
zombilerden daha rahat kurtulmamızı sağlayan, çok dehşet silahlar verebiliyor ama
şu mantıksızlık devam etmekte tabi. Oyunun zombiler ile savaşırken ki taktik kısmı
hala kısır ve tekrara düşüyor, tekmeyi at
pata küte giriş. Ve ayrıca bu taktiğin tüm
zombiler de işe yaraması sıkıcı oluyor, tek
fark bazı zombilerde biraz daha hızlı kombo yapmanız yeterli. Unutmadan bazı zombilerde Vasily Zaytsev mübarek %100 vurma oranı ile atıyor bazen cisimleri ki dolu
olan sağlık barınız olsa bile ölebiliyorsunuz.
Ayrıca düşmanlar oldukça yavaş, vurdun
mu öldürebiliyorlar fakat bir bariyeri yıkana kadar hepsini temizlemiş bile olabilirsiniz o derece, hatta bazen tren ve öküz iki-
lisi gibi karşılıklı geçip bakışmak mümkün,
oyunu oynarken böyle bir sahnede kendimi
tren gibi hissettim. Öküz olmak istemeyiz
değil mi? Bırakın zombi öküz olsun J. Böyle
saçmalıklarında mümkün olabildiği bir
oyun.
Oyunun senaryosuna gelince, bunca grafik
hatası bunca boş yere performans sorunu
yaşatan ve bilgisayarı ciddi anlamda gereksiz yere zorlayan bir motor varken, diyorum ki senaryosu çok düzgün olsa bu kusurları direk göz ardı ederdim fakat maalesef güzel bir senaryoda yok ortada. Oyunun senaryosu ciddi anlamda sığ ve seslendirmeler kalitesiz. Aksan yapalım seslendirme ilgi çeksin derken olmamış ve bunun
yanında birde hadi oyuna biraz argo, küfür
ekleyelim derken bence abartılmış. Neden
mi dersiniz ? Oyunda küfüre başlayan karakter aralıksız habire küfrediyor. Oyunun
ses efektlerine gelince biraz ilgi çekiçi olan
kısım burası. Müzikler idare eder ve zombilerin sesleri ürkütücü olabiliyor.
Dead Island: Riptide’ın en eğlenceli tarafı,
role playing kısmının ilginç bir şekilde sunulması. Ayrıca görevleri istediğimiz sırada
yapmak, oyundaki artılardan biri. İnsanın
aklına efsane olmuş rol yapma ve aksiyon
oyunları gelince tabi ki Dead Island üflenip
uçuyor. Oyun bizi sürekli sopa sallayıp,
ateş edip, öldürüp, biçip, doğramaya yönlendiriyor sadece ve bu şekilde oyunuda
elleri ile baltalamış oluyor yapımcılar.
Genel olarak Dead Island: Riptide’a kötü
demek hoş olmaz. Anlayamadığım nokta
yapımcıların tüm bu hataları bilip devam
etmesi yönünde. Belli ki özensiz çalışılmış
ve gereken ilgi gösterilmemiş. Ölünce para
cezası almak iyi güzel hoş da 250 dolara
sattığım silahın, bir iki yükleme ekranı
geçtikten sonra aynı yerde tekrar belirmesi ne olacak? Niye biriktirmeye uğraşıyoruz
bir şeyleri o zaman? Alalım o silahı satalım
gül gibi geçinelim. Bol keseden tecrübe
puanı kazanmak mümkün ve checkpoint
noktalarının sık sık olması bence iyi. Fakat
bir taraftan yaparken diğer bir taraftan
oyunu bozmuş gibi görünüyor sevgili Techland ekibi. Dead Island: Riptide genel olarak taşıtlı araçlara bizi mahkum edecek.
Oyun boyunca birçok mağara ve batalık
ziyaret edeceğiz. İşin en güzel yanı, Dead
Island: Riptide'a sandal da eklenmiş. Oyunumuz asıl olarak eğlenceyi hedef aldığı
için, eksikliklerin olması çok normal. Bu
nedenden eğlenceli olacağını düşünerek
kendinizi oyuna başlatın. Ciddi anlamda
korku veya gerilim beklemeyin. Hikaye ve
görsellik geri planda kalınca, oyuna büyük
bir artı vermek imkansız. Kimi oyunlarda
grafik gerçekten kötü olsa bile, çok başarılı
bir senaryo ile kendisini kurtarabiliyor. Ancak Dead Island: Riptide sadece eğlence
unsuruna ve yapılacak yığınla aksiyonuyla
kendisini kurtarabiliyor. Doğal olarak hem
hikaye geride kalmış, hem de grafik ve
seste çok eksik var.
Ve grafikler, Dead Island bazı hatalarla ve
performans sıkıntısı ile doluydu. Dead Island: Riptide ile bu sorunlar giderilmiş diyemiyoruz, çünkü aynı şeyler devam ediyor, yer yer kaplamaların kaybolması yada
sonradan yüklenmesi, bazı animasyonların
çok güzel verilip bazılarının hiç olmaması,
çok açık bir havada oyunu oynarken bir anda saniyelik bir hava değişimi ve yağmur
başlaması, kapılardaki saçmalıklar özellikle
benim ilgimi çekti. Örneğin; basınçlı kapılarda animasyonları görebiliyoruz, dümenlerini çevirerek açtığımız kapılar ve diğer
yanda mühürlenmiş bir kapının tahta ile
kilitlenmiş bir kapının açılışında ise tahtanın yok olması kapının direk açılması gibi
grafik hataları çok sayıda mevcut.
Dead Island severlerin bu oyunuda seveceğini düşünerek, özünde bir zombi oyunu
olması bu oyunu oynatır diyorum. Oyuna
başladıktan sonra merakınıza yenik düşüp
oyunun her yerini karış karış gezeceğinizi
biliyorum. Hadi o zaman Avcılar, zombi avı
başlasın….
28
Senin benim mi var canım, neyin varsa
benim!
Bağımsız oyun dünyasına neden bu kadar
çok sempati duyuyorsun diyorlar bana. Neden Indie dediğimizde sana, akan sular duruyor? Her defasında aynı cevabı veriyorum arkadaşlar. Bir oyun, bağımsız geliştiriciler tarafından geliştirilmişse, o oyundan
içine anne sevgisi katılmış kek tadı alırsınız. Ağızda kayar gider, tutamazsın.
(Acıktınız mı, ben de acıktım. :D)
What’s Yours Is Mine hakkında ilk kırıntılar düştüğünde medyaya, bu oyunun ses
getireceğine dair ufak bir öngörüde bulundum kendi kendime. Bu gün oyunu oynarken, yanılmadığımı görüp, “ben demiştim!”
diyorum gene kendime. (Bu arada oyuna
ilk olarak 2010 Independent Games Festival’da rastlamıştık, en iyi dizayn ödülünü
alırken.)
Oyun, müdürünü “buradan kimse kaçamaz”
derken hayal ettiğim bir hapishaneden kaçan
sekiz kafadarı ve işledikleri suçları konu alıyor.
Oyunun 30 bölümlük göz doyurucu içeriğinde
ise, banka soymak eyleminin, yanında çocuk
oyuncağı kalacağı taşkınlıklar yapıyoruz. Bir de,
Reservoir Dogs havası aldım oyunda, yanılıyorsam söyleyin lütfen. :D
29
Monaco bize, seçim yapmamız için sekiz
karakter sunuyor. Bu karakterlerin her birinin kendine özel yetenekleri var. Örneğin, Mole’u seçersek, duvarların altından
çukur kazabiliyoruz. Ya da Locksmith’i alıp
kapıları daha hızlı bir şekilde açabiliyoruz.
Tabi, “doğru bölüm doğru karakter “ mantığını unutmayalım. Karakterin, özelliklerini etkin bir biçimde kullanabileceği bölümde boy göstermesi, işimizi bir hayli kolaylaştırıyor.
Oyun mekaniğine şöyle bir göz atacak olursak, bize sunulan sekiz karakterden, sadece dördünün bir bölüm içerisine dahil olabildiğini görüyoruz. Bu dört adamla banka
da soyuyoruz, adam da kaçırıyoruz, hem
asıyoruz hem kesiyoruz, kısacası haydutluğun dibine vuruyoruz. Tabi biz her türlü
taşkınlığı yaparken, oyun da öyle eli kolu
bağlı durmuyor. Gerek özel kilit sistemleri,
gerek bekçi köpekleri, polisler ve ayak sesinize uyanan güvenlikleriyle bizi kenara köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. (Beni bir hayli
sıkıştırdılar, copla kafama vuranı da gördüm, üzerime şarjör boşaltanı da :D)
Monaco’nun Level Design konusundaki
başarısı da takdire değer. Oyunun, oyuncuya uyguladığı dirençte yakalanması zor bir
kıvam var. Örneğin, peşinize takılan bir
yapay zeka, sizi öyle kolay bırakmıyor, ama
kaçamayacağınız kadar da zorlamıyor. Bölümlerin her biri, birden fazla çözümü olan
puzzle’lara benzetilebilir. Yani bir bölümü
bitirmek için izlemeniz gereken yol tamamen yaratıcılığınıza bırakılmış. Zorluk seviyesi ise, “çok zor bunaldım” ve “çok kolay
sıkıldım” cümlelerini kurdurmayacak kadar
dengeli. Ayrıca objelere yüklenen anlamlar,
hikayeyi daha ilgi çekici kılıyor. Keşfettiğiniz her yeni şeyde, oyuna biraz daha bağlanıyorsunuz.
Oyunda, kameralardan, ışıklardan kaçmaya çalışmak en mantıklısı. Fakat benim yakalanmadığım ışık, görüntülenmediğim
kamera kalmadı. Ya ben kötü oyuncuyum,
ya da oyun “aha yakalandık!” duygusunu
insanlara yaşatmayı misyon edinmiş. Birincisini daha gerçekçi bulabilirsiniz, ancak
ikincisi de akla uygun bence. :D
Grafiklerin, oyunlar için önemini eminim
ki hepimiz biliyoruz. Ancak grafikler bir
oyun için her şey demek değil. Oyun mekaniği, grafiklerin çoğu zaman önünde olan
bir kavram. Monaco’nun oyunu oynarken
iyi mi kötü mü olduğuna bir türlü karar
veremediğiniz grafikleri ise, iki cümle önce
30
söylediklerimi destekler nitelikte. Uyumlu
renkler, ilk bakışta ne olduğunu bir türlü
çözemediğiniz cisimler, kimine göre artılar, kimine göre eksiler… Ama derseniz
ki , “Halil bırak tarafsız gibi davranmayı,
fikrini özgür bırak!”. İşte o zaman, oyunun
grafiklerinin de mekaniğinin de son zamanların en özgünleri olduğunu söylerim.
Oyun mekaniğinde dikkatimi çeken bir
diğer nokta ise, karakterimizin bir görüş
açısına sahip olması. Oyun alanını üstten
görmemize rağmen, karakterimizin göremeyeceği yerleri biz de göremiyoruz. Bu da
oyuna çok ayrı bir tat katıyor.
Monaco’da harika bir senaryo karmaşası
var. Sanki tarihin tüm Reservoir Dogs, The
Usual Suspects kafasında senaryoları alınmış, oyun senaryosuna, oyun mekaniğine
uygulanmış ve önümüze sunulmuş gibi.
Evet evet! Tam bir salatayla karşı karşıyayız. Monaco’yu tüketirken, Pac Man’ler,
GTA2’ler ve daha niceleri çatalınıza takılacak. Ekmeksiz götürün!.. Afiyet olsun. :D
Benden bu kadar arkadaşlar, anlat anlat bitmeyecek bir oyunu, anlatmayı nasıl sonlandırsam bilemedim. Annesi çağırınca oyunu terk eden çocuk gibi hissediyorum ama bu bir
şey değiştirmiyor, gidiyorum. :D Monaco’yu geliştirdiği için Andy Schatz’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. İyi oyunlar arkadaşlar.
31
Ne kadar süre yaşayabilirsin ki ?
Bağımsız yapımcı oyunları bu sene harika
bir yükselişte, hatta doyamayıp arkadaşlarına da alanlar söz konusu. Malum bazen
şöyle bir tepki ile karşılaşmak mümkün “
kanka o oyunu adamın biri yapmış iyi değildir bee ” işte bu oyun o oyun değil.
Don’t starve biraz Minecraft tadında, kendine özgü grafikleri olan, oyun sistemi değişik harika bir oyun.
Don’t starve aslında dışarıdan şöyle bir
baktığınızda görsel sunum ile öne çıkan bir
oyun, 2D ile 3D karışımı, kendine özgü grafik kodları olan, hayatta kalma mücadelesini bu tarz bir görsel sunum ile gerçekten
bizleri etkileyebilmiş bir oyun. Oyunu yapan ekip hakkında bir araştırma yapınca
karşıma ne çıksın ! Mark of the Ninja,
Shank ve Eets oyunlarının yapımcıları, o
zaman dedim ki tamam bu adamlar bu işin
ehli.
32
Genel olarak oyun “ Ne kadar süre boyunca
hayatta kalabilirsin?” mantığı üzerine kurulmuş. Yağmur çamur demeden yiyecek
bulup, avcılık toplayıcılık yaparak geçim
sağladığımız, geceleri çıkıp gelen canavarların saldırılarından kaçıp, hayatta kalmaya
çalışırken kafayı yememeye çalışma Don’t
Starve’nin ana konseptini oluşturuyor. Tabii sadece bunları yaparak yaşadığınızı mı
sanıyorsunuz, yanıldınız, bunların yanında
bin tane dert var başımızda.
Örneğin ben bu oyunda öyle et ile filan uğraşmam arkadaş meyve yer yaşarım diyorsanız, sürekli meyve toplamanız gerekecek, tarlalar oluşturmanız gerekiyor. Yok
ben öyle kodaman takılmam et yerim ben
et, diyorsanız da tuzaklar kurup hayvanları
tuzağa düşürmeli, onları avlamalı, balık
tutup, arıları da kaçırmanız lazım. Ayrıca
birde yakaladığınız hayvanı çiğ mi yiyeceksiniz, çiğ yemek istemiyorsanız bilim var
bilim. Isıtabiliriz bilim ile, ne de olsa bilim
ciddi bir iş.
Oyunun dünyasında karşılaşacağımız tüm
yaratıklar muhtemelen sizi öldürmeye yada
yemeye yada her ikisini de yapmaya çalışacaktır. O yüzden silahlanmayı ve zırhlanmayı da eksik etmeyin. Don’t Starve’nin en
önemli yanlarından birisi karakterinizi zihnen ve bedenen sağlıklı tutmak, bunun
zihnen olan kısmı yaşamaya çalışırken karşılaştığınız zorluklarla ilgili, yani anlayacağınız karanlıkta durmayın, ateşi sürekli
besleyin, ışığın olduğu yer iyidir. Her ne
kadar zihnen ve bedenen kendinizi güçlü
tutmaya çalışsanız da unutmayın ki oyunda
bilim diye bir şey var. “Bilim makinesi”
isimli bol kullanımlı bir araç yaratarak kendinize bir sürü prototip eşyalar, kullanışlı
malzemeler yaratabilirsiniz.
Bu makine ile yeni zırhlar, güçlü silahlar
gibi bir çok şeyi yaratabilirsiniz. Zaten
eğer çok güçlü silahlar, çok iyi zırhlar yapıyorsanız, baştan söylüyorum ya delirdiniz
yada çok güçlendiniz. Bu süreçte oldukça
hızlı gerçekleşen gece gündüz döngüsünü
hesaba katarak çeşitli eşyalar bulup, bunları yeri geldiğinde kombine edip, yeri geldiğinde kullanarak yaşamınızı uzatmanız
lazım. Eninde sonunda bir noktada pes
edip ölüyorsunuz, bu olduğu vakit oyun ne
kadar uzun süre hayatta kaldıysanız oyun
onu hesaplayıp size belirli bir XP veriyor.
33
Don’t Starve, küçük ama büyük tesirli bir
oyun. Aslında sadece dosya boyutu olarak
küçük diyebilirim çünkü oyun dünyası gerçekten çok ama çok büyük, sürekli yeni
şeyler keşfetmek ve bunların kullanım
alanları ile ilgili kafa patlatmak inanılmaz
eğlenceli, bu bakıma paranızın karşılığını
sonuna kadar aldığınız nadir yapımlardan
doğrusu. Gerçekten zor bir oyundan bahsediyorum, çoğu zaman çıldırıp kafayı yemeniz işten bile değil, üstelik bu çıldırış
sadece oyun içi gerçekleşmeyebilir!
2013’ün en güzel bağımsız yapımcı oyunu
olarak gördüğüm bu oyunu kaçırmayın diyorum.
Bazı oyunlar vardır ki, kendilerine hatrı sayılır bir hayran kitlesi edinirler. Hatta bu
oyunlardan çoğu, geliştiricilerinin kattıklarından çok, hayranlarının oyuna bir şeyler
katması sayesinde uzun yıllar ayakta dururlar. Tabi bu tür oyunlara Splinter Cell’i
örnek verirsem, sert geribildirimler alabilirim. Bu riski göze almıyorum ve bu tür
oyunlara örnek olarak Resident Evil’ı veriyorum. :D
Splinter Cell, sadece hayran kitlesi tarafından değil, oyunun türüne yabancı olan
oyun severler tarafından da saygı gören bir
oyun. Bu da, onun hakkında yazılan her
kelimenin dikkatle inceleneceği anlamına
geliyor. Bana sorarsanız, Ubisoft işte tam
da burada zekasını kullanıyor ve oyunun
reklamını basına ufak ufak sızdırılan haberlerle yapıyor. Blacklist, 20 Ağustos
2013’te bizlerle.
34
Oyunda 4. Echelon Ünitesi’nin Lideri, Sam
Fisher’ı canlandıracağız. Sam abi karizmatik, Sam abi güçlü, yakışıklı, kaşlı, gözlü…
E böyle alışıldık bir senaryoya da alışıldık
bir kahraman yerleştirilecek tabi, başka bir
çözümü olabilir mi hiç canım?
Blacklist iki teröristin bir araya gelip başlattığı bir oluşum. Senaryoda işlenen
amaçsa, Fisher ve takımının Blacklist’in
gerisayımı tamamlanmadan, listedeki 12
terörist öldürerek gerisayıma müdahale
etmek, yani Amerika’yı kurtarmak. Evet,
gene kurtarlılıyorlar, her senaryoda kurtarılıyorlar. Bu kez kurtuldular diyoruz, yeni
bir kurtarıcı kurguluyorlar, kendilerini tekrar tekrar kurtartıyorlar. İşte yeni kurtarıcımız da Fisher, hadi afiyetle yiyelim.
Senaryo her ne kadar bir önceki oyunun devamı niteliğinde olsa da, oyun mekaniğine devrim niteliğinde bir çok özellik eklenmiş. Bunlardan duyurulan ve en çok ilgimi çekense Active Sprint. Bu
özellik sayesinde karakterimiz, büyük bir esneklik ve hız kazanıyor. Kazandığı esneklik ve hızla,
insanüstü hareket etmeye başlıyor. Açıklanan bir diğer özellik de Killing in Motion özelliği. Bu
özellik ise Sam’in düşmanlarını işaretlemesi ve onlara yaklaştığı anda öldürücü vuruşlar yapmasını sağlıyor. Uygulandığında kameranın odağı değişiyor, zaman yavaşlamış hissi uyandırılıyor ve
Sam’in ne denli psiko bir ölüm makinesine dönüşebileceği uygulamalı olarak gözler önüne seriliyor.
Geçmiş serilere baktığımızda oyunun “Stealth” türünde bir oyun olduğunu görüyoruz. Yani, en
son çareye dek düşmanı öldürme. Fakat Blacklist ile görünen o ki, oyun tam anlamıyla bir üçüncü
şahıs aksiyona dönüşmüş. Bu değişimin Splinter Cell’e büyük katkılar sağlayacağını düşünenlerdenim.
Splinter Cell: Blacklist, dünya genelinde PC, Wii U, PS3 ve Xbox 360 platformlarına, 20 Ağustos
2013’te aynı anda çıkıyor. Tarihi bir kez daha belirteyim istedim, iyi oyunlar.
35
Merhaba arkadaşlar; Bir önce ki sayımızda sizlere "DM" nedir.? onu açıklamaya çalıştım. Yine "DM" lik yapabilmek için biraz daha bilgi vereceğim.
Ama, bu sefer biraz daha kısa keseceğim. Çünkü sizlere kısaca "METUCON"
u anlatmak istiyorum. Ama ilk önce "DM" olmak için gerekli bir kaç yüz
şeyden biri olan senaryoya uygun ırk seçimini anlatacağım.
twitter.com/HormonluJelibon
36
Dungeon Master'ın kullandığı senaryoya
uygun bir ırk seçilir. Örnek verecek olursam insan, cüce, elf, half-elf, half-orc gibi
ve benzerleri. Her ırkın kendine has özellikleri
vardır.
Mesela
cücelerin
(Constitution) dayanıklılıkları daha fazladır
ve genellikle büyüden ve büyücülerden nefret ederler gibi... seçeceğiniz ırkı iyi belirlemek önemlidir. Çünkü seçtiğimiz karaktere bürünebilmek ve onu yönetebilmek
oyunun zevkini kat ve kat artırır.Half-orc
seçip karizmatik davranmak boşunadır.
Irkımızı seçtikten sonra sınıflarımızı seçeriz. Cleric, Barbar, Ranger, Paladin, Druid
ve bir sürü farklı sınıflar vardır. Bu sınıflar
sizin yeteneklerinizi belirler. Playerhandbook (Oyuncunun el kitabı) da ırkları ve
sınıfları bulabilirsiniz. Bu kitap da oyuna
başlangıç için gerekli olan ana bilgileri bulabilirsiniz. Detaylı bir şekilde incelerseniz
çok işinize yarayacaktır. Ama size lazım
olacak hemen hemen her bilgiyi aktarmaya
çalışacağım. Sınıf ve Irklar konusunda daha
fazla bilgi almak isterseniz frpnet.net den
daha detaylı bilgiler bulabilirsiniz.
37
Ben de böyle detaylı anlatmak isterdim.
Ama sayfalar yetmez anlatmaya. Karakterleri ve sınıfları hazırladıktan sonra artık
oyuna başlayabiliriz. Ama bunun yanında
generic olarak bir zar sistemi yaratmadıysanız karakterlerin yetenekleri aşağıdaki
gibi hesaplanabilir. Örnek verecek olursak
Hit Point (Can Puanı) için;
Barbarian ----> d12 lik zar atar ve üstüne
Con ayarını ekler.
Ranger,Fighter,Paladin ---->d10
Druid, Monk, Cleric ---->d8
Rouge, Bard ---->d6
Sorcerer, wizard ---->d4
Gibi zarlarla karakterin canını ayarlayabiliriz. Tabi bunun yanında Ac (Armor Class),
Initiative(insiyatif-öncelik) ve Base Attack
Bonus(Temel Saldırı Bonusu), Saving
Throw(Kurtarma Atışı) ,Reflex(Refleks),
Will(İrade).. . gibi bir karakterin özelliklerini belirleriz. Tabi bundan sonra silahların
ve zırhların kalkanların da verdiği zarar ve
savunma bonuslarınıda bilmemiz gerekiyor. Bu bilgileride edindikten sonra geriye
düşmanın karşısına çıkacak düşmanların
güçleri ve yeteneklerini hazırlamamız gerekiyor. Bunun içinde "Monster Manual
Book" a bakmamız gerekiyor.Bundan sonra
başka
bir
şeye
ihtiyacınız
kalm ıyor.Dünyanız içinde ki yaratıklar oyuncular
için karakterler yaratıldı artık oyuna başlaya biliriz.
Evet artık sizlere büyük keyifle METUCON’u anlatabilirim. Peki nedir METUCON?
Metucon, ODTÜ Bilim Kurgu ve Fantazi
Topluluğu'nun düzenlediği conventiondır.
Farklı şehirlerden onlarca insanın biraz
FRP oynamak ve eski dostlarıyla güzel vakit geçirmek için geldikleri toplantıdır.
METUCON’un bu sene ki teması "Yapay Zeka"ydı.
Zaten girişte futuramadaki
"Bender"ı görünce çok eğlenceli bir buluşmanın bizi beklediğini anlamıştım. Neyse
"METUCON" a erkenden standımızı kurmak
için gittim. ODTÜ de Murat'la buluşup
standı kurduktan sonra 42 numaralı masa
var mı? diye FRP masalarını gezdim. (her
sene masa numarasını alma gibi bir adetim olduğu için ) ama bulamadım.
Her standda ayrı bir eğlence beni bekliyordu. Board Game'lerden sıkıldığımda,
Munchkin oynamaya geçtim.Kalkıp biraz
Tekken, Naruto,Injustice,Marvel vs Capcom
da biraz dayak yiyip küçük bir izinle Dota
oynayıp biraz Magic cardlara dadanıp oradan
zırh
örmeyi
öğrenmeye
geçtim.Sonrasında da FRP masalarında bol
kahkahalı eğlenceli vakit geçirdim.(evet
arkadaşların masalarına oturup oyunlarına
girmeye çalıştım =)) )
38
Birinci gün böyle ikinci gün ise tam gaz
olmasa da (After parti yüzünden =P) yine
aynı eğlence dozajıyla devam ettim.Uzun
zamandır görmediğim arkadaşlarımı gördüm.Güzel fantastik sohbetler ettik, güzel
oyunlar oynadık.Gelecek sene umarım yine
aynı kalitede ve güzellikte" METUCON" devam eder..
PS: 42 numarayı bulamamış olabilirim ama
en azından benderi aldım =)
Bir ay aradan sonra Merhaba Arkadaşlar,
Bu sayımızdan itibaren bir süre sizlere DOTA 2'yi anlatacağım.Yani bir nev'i DOTA 2
rehberinizi hazırlamaya çalışacağım.
Ve Valve efsaneyi devam ettiriyor DOTA 2.
Peki nedir bu DOTA 2 ? DOTA 2'yi anlatmadan önce, ilk olarak DOTA'yı anlatmak gerekir
herhalde.Çünkü
DOTA,
MOBA
(Multipayer Online Battle Arena) türünün
atalarından biridir. "Warcraft III" için yapılmış bir oyun modudur. " Warcaft III " deki
iyi ve kötünün savaşıdır. Oyunun mekaniği
bir çok yeni nesil oyunlara ilham olmuştur.
Bunlardan ilk akla gelenler "League of Legends ve Heroes of Newerth" olacaktır
herhalde.
39
DOTA 2'ye gelecek olursak, orjinal DOTA'ya
sadık kalarak aynı mekaniği en yakın skinsleri kullanarak (Tauren Chieften hariç) orjinal DOTA' nın atmosferini bozmadan daha
güçlü görsel efektler ve seslerle oyuncuları
tatmin edecek seviyede bir oyun çıkardılar.
(en azından benim için öyle wind runneri
her öldürdüğümde Why do you hate gingers so? Demesi beni derinden etkiliyor. )
Peki bu DOTA nasıl oldu? DOTA'nın geliştiricisi IceFrog, 2005 yılından beri oyunu geliştirmeye devam ederken, bir gün Valve
tarafından kapısı çalınıp DOTA 2 teklifiyle
DOTA, bir Warcraft III haritasından çıkıp
başlı başına bir oyun oldu.
Peki DOTA 2 niye bu kadar başarılı. DOTA
2'yi diğer Free to play (F2P) oyunlardan
ayıran en önemli özelliği , para ile alınan
eşyaların oyun dinamiğine herhangi bir etkisinin olmamasıdır. Tüm Herolar açıktır.
LOL ve HON gibi herosuzluktan acı çekmeden tüm heroları seçip oynanabilir olması,
oyuna yeni başlayanları daha heyecanlı kılar. Eşyalara geçecek olursak, Valve marketinden satın alınabilen söz konusu eşyalar, sadece kahramanların kozmetiğine tesir etmektedir. Eğer bu kozmetik ürünlerine çabucak ulaşmak gibi bir aceleniz yoksa, oynadığınız her maç sonrasında belirli
bir şansla bu eşyaları kazanma şansınız
olabilir ve her level atladığınızda garanti
olarak bir item kazanıyorsunuz.Bu durum
da oyuncuları daha fazla oyun oynamaya
itiyor.(Invokerın magus setini gördükten
sonra ne demek istediğimi anlarsınız =)).
Bu DOTA 2'de para vermeden ulaşamayacağınız bir eşyanın olmadığı anlamına geliyor. DOTA 2 LOL ve HON gibi sizi para ödemeye zorlamıyor. Bu durum da herhalde
oyunun en büyük artısı oluyor. Bu özellikler
bir oyuncuyu DOTA oynatmaya yetiyor bence. Tüm heroların açık olması, gelişmiş görüntüler, eğlenceli seslendirmeler, ara yüzün kullanabilir olması ve hala betada olup
kendisini geliştirmesi de diğer bir özelliğidir.
Yeni oyuncular için kısaca DOTA 2'yi anlatacağım. "DOTA 2" iki takımdan oluşur.
Her takımda 5 oyuncu olur ve her oyuncu
seçmiş olduğu tek bir kahramanı kontrol
eder. Şu an için seçebileceğiniz 100 farklı
kahraman yer almaktadır(101.Hero Tauren
Chieften ki bu hero 15 inden önce çıkması
gerekiyor=)). Çıkması beklenenlerle birlikte
toplam 110 kahraman DOTA 2' de yer alacaktır. Her kahraman en az dört yeteneğe
sahiptir.
40
Bu yeteneklerin ilk üçü genel yetenekler
iken, dördüncü yetenekler ultimate ( ulti)
olarak adlandırılır. Ulti, kahramanın genellikle en güçlü ve belirleyici yeteneğidir. Haritada 3 koridor yer alır; alt koridor (bot
lane), orta koridor (mid lane) ve üst koridor (top lane) olarak adlandırılır. Genel
olarak; alt koridorda 2 oyuncu, orta koridorda 1 oyuncu ve üst koridorda 2 oyuncu
yer alacak şekilde takımlar belirlenir. İstisnai durumlarda eğer takımınızda mesela
ormancı (jungler) kahraman olmadıkça veya aynı koridorda 3 oyuncu oynamadıkça
takımların koridorlarda yer alışı bu şekildedir.Creepler (Sizin tarafınızdaki barakadan
çıkan yaratıklar) ve düşman oyuncuları öldürerek tecrübe puanı ve altın kazanırsınız. Kazandığınız tecrübe puanı ile seviye
atlayıp yeni yeteneklerinizi öğrenirken kazandığınız altınlar ile eşyalar satın alırsınız.
Oyunu kazanabilmeniz için karşı takımın
ana binasını (ancient) yok etmeniz gerekir.
Tabi bunu yapmak için oyuncularını öldürerek üstünlük sağlamanız gerekiyor. Bunun
yanı sıra karşı takımın kulelerini, barakalarını yok etmelisiniz ki son binaya ulaşabilesiniz. Ve en önemlisi DOTA 2 bir takım oyunudur. Kişisel becerileriniz size katkı sağlar ama, takım oyununuz yoksa oyunu kazanma şansınız düşüktür. Takım olarak
uyumlu oynayabildiğiniz müddetçe oyunu
kazanabilirsiniz.Gelecek hafta size DOTA
2'yi biraz daha anlattıktan sonra Hero'ları
anlatacağım. Hangi Hero nasıl oynanır.?
Turnuvalarda, düz maçlarda nasıl oynanır.?
Bunları edindiğim bilgilerden anlatacağım.Lütfen yorumlarınızı bana mail olarak
atın. Sayenizde DOTA'yı daha güzel tanıtabilirim. DOTA’lı günleriniz bol olsun....
Merhaba arkadaşlar. Akıllı telefonlardan
sonra tabletler de piyasayı kasıp kavurmaya başladı. Bu ay sizin için Samsung’un Galaxy Note 10.1 ürününü inceledim. Galaxy
Note 10.1 şu anda en çok tutulan tabletler
arasında. Kesinlikle çok optimize bir alet
olmuş. Yok hocam bu bana biraz büyük,
ben bunu taşıyamam derseniz, Samsung
geçtiğimiz günlerde bu cihazın 8 inçlik versiyonunu da piyasaya sürdü. Birkaç özelliği
dışında çok bir değişikliği yok. 8 inçlik versiyonu pil hariç donanım olarak 10.1’den
birazcık daha iyi. Genel olarak baktığımızda hem okul hayatı hem de profesyonel
hayat için biçilmiş kaftan. Memnun kalacağınıza eminim.
Galaxy Note 10.1 Genel Özellikler
1.4 GHz dört çekirdekli Exynos 4412 işlemci//10.1
inç WXGA 1280×800 PLS TFT ekran //16 milyon
renk
Hareket Sensörü Dijital Pusula // Jiroskop
5 MP(LED flaş ve otomatik odaklama 4X zum) // 1.9
MP kamera. 30 fps 720p video kayıt // 16/32/64 GB
dahili bellek // Micro SD slot // USB 2.0 // Bluetooth
V4.0 // Wi-Fi 802.11 a/b/g/n (2.4 & 5 GHz), Wi-Fi
Direct // 262.7×180.3×8.9 mm // 600 gram // LiIon 7000 mAh pil // 30 pinlik özel Samsung bağlantı
arabirimi // Android 4.0 ICS - 4.1.2 JB yükseltilebilir //
3.5mm kulaklık girişi // Touchwiz arabirimi //
Adobe® Photoshop® Touch // Akıllı Bekleme //S Pen
41
Kutu içeriği
Ürünün kutusundan Galaxy Note 10.1 tablet, bir adet şarj aleti, bir adet kulakiçi kulaklık ve bilgisayara bağlantı gerçekleştirebileceğiniz 30 pin to USB kablo çıkıyor.
Tasarım
Cihazı tasarım yönünden ele alacak olursak, hoş ve iyi bir tasarımı olduğunu söyleyebiliriz. Cihazın ön kısmında 2 adet hoparlör bulunuyor. Bazı üreticiler bu hoparlörleri tabletlerin arka kısımlarına koyuyorlar, önde olması bence çok daha mantıklı
çünkü tablet ortama değil size hitap ediyor. Ayrıca siz kendinizi bir tablet üreticisi
olarak düşünürseniz, hoparlörleri koyabileceğiniz daha mantıklı bir yer bence yok.
Hoparlörlerin kalitesi ve gücü gayet iyi. Cihazın en önemli özelliği ve benim tercih
etmemdeki başlıca sebep olan Stylus (S
pen)’in sağ altta konumlandırılması da tasarım yönündeki artıları arasında. Solak
olmayan kimse bu kalemi çıkarma-takma
konusunda sıkıntı çekmeyecektir. Başlarda
kalemi çıkarmakta biraz zorluk çekebilirsiniz fakat daha sonra anlayacaksınız ki, bu
aslında kalemin zırt pırt düşmemesi için
alınmış olan güzel bir önlem.
Galaxy Note 10.1 ülkemizde inci siyahı ve
inci beyazı olmak üzere 2 renk ile satışa
sunulmuş durumda. Cihazın ekran açma
tuşundan tutun da, ses açma tuşlarına,
3.5 mm ses jakı ve kızılötesi yani hemen
hemen tüm kontrol birimleri üst kısımda
yer almakta.30 pinlik arabirim jakı ve Stylus ise cihazın alt kısmında konumlandırılmış.
Cihazın ön yüzünde 1.9 megapixellik bir ön
kamera bulunuyor, 720p video kayıt yapabiliyor(iPad 3’ün ön kamerası 480p video
kaydı yapabiliyor). Ön kameranın performansı gerçekten güzel, internet üstünden
görüntülü görüşmek için uygun. Arka yüzünde ise 5 Megapiksellik, 30 fps’de 720p
kayıt yapabilen LED flaşlı bir kamera daha
bulunuyor. 1080p kayıt yapamaması bu
cihaz için eksiler arasında.
600 gramlık ağırlığıyla gayet hafif. Ayrıca
iPad 3’ten de 52 gram daha hafif. Ağırlık
gün geçtikçe daha önem kazanan bir konu,
zira insanlar artık notebook taşımaktan
yoruldu. Bugün adaptörü hariç bir notebook ortalama 2.5 kg. Adaptörünü de dahil
edersek 3+ kilolara rahatlıkla çıkılabiliyor.
3 kilo yükü bir çocuğun sırtına yükleyemezsiniz ama 600 gramlık bu tableti çocuğunuza verip onun hem mutlu edebilir
hem de bel sağlığını koruyabilirsiniz.
Fakat sonrasında akşamları oturma odasında otururken anne-babanıza ufak şakalar yapabilirsiniz. :)
S pen (Stylus)
Öncelikle Stylus’ı sizin için biraz açalım.
Nedir bu Stylus? Stylus Samsung’un Note
serisindeki cihazlarda kullanmak üzere
ürettiği özel bir kalemdir. Stylus ile Note
ailesi mensubu herhangi bir Android cihaza ekrana dokundurarak veri girişi yapabilirsiniz. Fakat bu kalemi başka bir dokunmatik cihazda kullanamazsınız. Ayrıca Stylus, çalışmak için pile ihtiyaç duymuyor.
Stylus yerinden çıkarıldığında cihazın sağ
kısmında bir menü açılıyor. Bu menüde
Stylus’ı kullanabileceğiniz birkaç program
var. Hatırlatalım, piyasada bu uygulamalar
haricinde, gerek not tutmak, gerek resim
çizmek için başka programlar da mevcut.
Fakat cihazın içinde gelen programlar da
gayet yeterli. Bu uygulamalardan biri de S
Not.
Smart Remote
Bu yazılım ile cihazın üst kısmında yer alan
kızılötesi modülüyle televizyonunuzu kumandaya ihtiyaç duymadan kontrol edebilirsiniz. Şunu belirtmeliyim, bu özelliği kullanabilmek için televizyonunuzun marka ve
modelini programda belirterek internetten
bir download yapmanız gerekiyor.
42
S Not ile isterseniz hem parmak hem kalemi kullanabiliyorsunuz, isterseniz parmak
algılamayı devre dışı bırakıp sadece kalem
ile not alabiliyorsunuz. Bildiğiniz defter
gibi yani. Hatta pdf vb. dosyaları taşıyabildiğinizle oranladığınız zaman çok daha
pratik olduğunu görebilirsiniz. Türkçe karakterleri algılayabiliyor. Bu çok önemli bir
özellik, zira bu özellik olmasaydı muhtemelen Stylus’ın bir anlamı kalmayacaktı. Ayrıca cihaz, el yazınızı algılamada gittikçe
kendini geliştiriyor ve bir süre sonra harf
kaçırmaz hale gelebiliyor. Samsung gerçekten çok güzel bir iş çıkarmış.
lanmış bir ögeyi yapıştırır gibi bir yere basılı tuttuğunuzda panodaki verileri kullanabiliyorsunuz. Ayrıca
seçmiş olduğunuz resmi kalem ile o anda multiscreen olarak açık bulunan başka bir yazılımda da kullanabiliyorsunuz.
S Not yazılımı geliştirilirken öğrenciler de
düşünülmüş. Öyle ki, matematiksel formülleri girebileceğiniz ve bu formülleri tanıyıp otomatik olarak düzelterek giren,
hatta
dikdörtgen,
üçgen
gibi
birçok geometrik şekli siz çizdiğinizde algılayıp otomatik olarak düzelten modüle de
sahip.
Unutmadan belirtelim; yazı yazarken Stylus’ı kullanmak zorunda değilsiniz. İsterseniz sanal klavye ile de veri girişi yapabilirsiniz.
Ekran
S Not ile girdi olayını gerçekleştirirken, isterseniz kendi el yazınızı olduğu gibi kaydedebilir, isterseniz el yazınızı yazarken eş
zamanlı olarak fonta çevirmeyi seçebilirsiniz. Stylus’ın bir diğer özelliği ise, üzerinde
bulundurduğu tuş sayesinde hangi ekranda olursanız olun, başlangıç ve bitiş noktası aynı olan bir şekil çizdiğinizde (çember
olmaz zorunda değil) o şeklin içindeki kısmı resim olarak geçici belleğe(panoya) alıyor ve bunu ister eposta olarak yollayabiliyor, ister S Not içinde kullanabiliyor, ister
Bluetooth ile başka bir cihaza aktarabiliyor, ister Dropbox ya da Google Drive gibi
bulut depolama merkezlerine aktarabiliyor
ve daha saymadığım birçok işlemi gerçekleştirebiliyorsunuz. Bitmedi, bu resim panodan silinmediği sürece kalıyor yani siz
bu işlemi birden fazla kez gerçekleştirseniz
bile bu resimler kaybolmuyor. Siz kopya-
43
Samsung, Note 10.1’de tüm amiral gemisi
ürünlerde tercih ettiği gibi, yine kapasitif
ekran tercih etmiş. İyi de etmiş. Bildiğiniz
gibi kapasitif ekranlar çok pil yer. Ancak 7
amperlik pili sayesinde ekranın ışığını biraz
kıstığınız zaman 10+ saat gibi sürelerde
bu tablet üstünde çalışabilirsiniz. Ekran da
Samsung’un en başarılı olduğu alanlardan
biri olduğundan, çoğu zaman parlaklık ayarını yarıya bile getirme ihtiyacı hissetmiyorsunuz. Ekran çözünürlüğü rakiplerine
göre düşük olabilir fakat ekran yine de çok
canlı ve kesinlikle işinizi görecek cinsten.
Zaten bence gözün algılayacağı düzeyden
üst düzeyde ekranlar üretmek sadece maliyeti artırıyor. Onun yerine şu ekran-pil
tüketimi olayını çözseler çok daha faydalı
olur. (Üretici firmalara da gönderme yapmış olalım.)
Samsung yine yapmış yapacağını, Note
10.1’e çoklu ekran özelliği koymuş. Peki
nedir bu özellik? Siz bu özelliği seçtiğinizde
ekran ortadan ikiye bölünüyor ve 2 ekranda aynı anda çalışabiliyorsunuz. Dahası
isterseniz bu ekranları küçük pencereler
haline getirerek, aynı bilgisayarlardaki gibi
küçük pencereler içinde çalışabiliyorsunuz.
Dipnot: Hem güç tasarrufunu açar hem de
ekran ışığını otomatiğe alırsanız, ekran ışığı inanılmaz derecede düşüyor.
Ekstralar
ze kurarak telefonunuzu rahatlatabilirsiniz. 1.4 GHZ Exynos 4412 işlemcisi ve 2 GB
RAM’i ile Samsung gerçekten güzel bir işçilik ortaya çıkarmış. Cihaz Mali400 GPU
barındırıyor. Cihazın benchmark testlerinden aldığı puanlar ise şöyle:
AnTuTu: 12,660 // BrowserMark: 163,764
CF-Bench: 24,323/7,009/13,934
Quadrant: 5,829 // Vellamo: 2,445
Cihazın bir diğer özelliği ise, örneğin arkadaşlarınızla çekildiğiniz bir fotoğraf olduğunu düşünün. Bu fotoğraftaki yüzleri algılayabilirse, o fotoğrafı arkadaşınızla çok
kolay bir şekilde paylaşıyorsunuz. Sonuç
olarak cihazın kesinlikle kullanıcı dostu olduğunu söyleyebilirim.
Ürünün 3G versiyonunda cihazı telefon olarak kullanamıyorsunuz. Yani cihaz sim kartı sadece mobil veri (internet) amacıyla
kullanıyor.
Ürün şu anda Android 4.1.2 versiyonuna
kadar güncellenebiliyor.
S planner programı ile kendi takvim notlarınızı oluşturabiliyorsunuz. Cihaz ayrıca
Adobe Photoshop Touch yüklü olarak geliyor, bu da demek oluyor ki, artık resimlerinizde ufak tefek düzenlemeler yapmak için
bir bilgisayar arayışına girme ihtiyacınız
yok.
Ayrıca isterseniz microSD kart ile dahili 16
GB olan belleğe, 32 GB’a kadar destek çıkabiliyorsunuz.
Cihazın pili idareli kullanabilmesi için güç
tasarrufu adlı bir mod var. Bu modda CPU
gücü vb. sınırlandırılıyor ve pil süresi uzatılıyor. İyi düşünülmüş. Performans yönünde
günlük kullanım esnasında aman aman bir
düşme olmuyor.
Ayrıca şunu da belirtelim, cihazın üstünde
dahili bir radyo alıcısı bulunmuyor. Bu da
sizi TuneIn Radio gibi uygulamalar muhtaç
bırakıyor.
Performans
Cihazın performansı gayet güzel. Öyle ki,
eğer Android işletim sistemli bir cep telefonunuz varsa ağır uygulamaları tabletini44
Artılar - Eksiler
+ Stylus
+ Diğer cihazlarda olmayan yazılımsal gelişimler (Çoklu ekran, pencerelerle çalışma
…)
+ 2 GB RAM
+ 32 GB’a kadar microSD desteği
- 1080p kayıt yapamaması
- Akranlarına göre düşük ekran çözünürlüğü
- Cihazın telefon olarak kullanılamaması
- microUSB arabirimi yok (ayrıca dönüştürücü aparat satın almanız gerekiyor)
Sonuç
Eğer okul-iş hayatımda bir tablete ihtiyacım var, ara sıra da oyun oynarım diyorsanız kesinlikle bu tableti tercih etmelisiniz.
Bu cihaz sizi tatmin etmediyse veya ben
sadece oyun oynayacağım diyorsanız donanımsal olarak daha gelişmiş olan diğer modellere (Nexus 10, iPad 3) göz atabilirsiniz.
Cihaz güvenilir internet sitelerinde 1050
TL’den başlayan fiyatlarla satılıyor.

Similar documents

Çürümenin Muhteşem Anıtları Beautiful Monuments of Decay

Çürümenin Muhteşem Anıtları Beautiful Monuments of Decay kavrayabilmek için geriye kalan yollardan birisi. İşte tam da bu yüzden sanat insanın tüm hayatını zenginleştiren bir olgu çünkü hayat boyu öğrenmeyi gerekli kılmakta. Bu bağlamda sanat bir sosyal ...

More information