buraya - OyunaBakış
Transcription
buraya - OyunaBakış
Merhabalar sevgili Oyunabakış okurları. Bu ay, sayıya özel bölümümüzde, oyun dünyasının önde gelen Besteci ve Multimedia Artist’i Güney Özsan ile, okurken büyük zevk alacağınızı düşündüğümüz bir e-röportaj hazırladık. Sözü daha fazla uzatmadan sizleri röportajımızla başbaşa bırakıyorum. H:Öncelikle okurlarımıza bahseder misiniz? kendinizden G:Yaklaşık bir buçuk yıldır serbest müzisyen olarak bilgisayar oyunlarına müzik yapıyorum. Şimdiye kadar 12-13 kadar oyunda çalıştım. Bunların yarısı profesyonel oyunlar, diğer yarısı da katıldığım game jam’ler veya BUG Game Lab etkinlikleriydi. 1981’de Ankara’da doğdum. Müzik hayatıma piyano çalarak başladım. 1 Üniversitede önce Bilkent’te Endüstri Mühendisliği, bitirdikten sonra da Bilkent’te konservatuvarda Kompozisyon okudum. Aynı anda ODTÜ’de mühendislik yüksek lisansımı da tamamladım. Uzun süren üniversite yıllarımda aralarında Zakkum, Dreamtone ve MBM’in de olduğu çok sayıda rock, funk, metal ve caz grubunda çaldım. İki yıl önce İstanbul’a yerleştim ve ev stüdyomda serbest çalışmalarıma başladım. H:Hangi tür müzikler dinlersiniz? Sizi en çok etkileyen beste hangisi? G:Lise ve mühendislik okuduğum yıllarda uzun süren bir klasik batı müziği, 7080’ler rock ve metal dönemim oldu. Konservatuvar dönemimde 1900’ler sonrası çağdaş klasik denen deneysel ağırlıklı klasik batı müziği dinledim. Bu dönem aynı zamanda Zakkum ile çaldığım ve önceleri pek sevmediğim britrock gibi bazı tarzlarla yakınlaştığım dönemdi. Son birkaç yıldır bir müzik türü veya müzisyen takip etmiyorum. Facebook’ta Audio Therapy adında kapalı bir müzik paylaşım grubumuz var. Orada elektronik müziği çok yakından takip eden arkadaşlar ilginç paylaşımlar yapıyorlar. Bir de mutlaka her gün SoundCloud’da eşelenerek değişik yeni şeyler keşfetmeye çalışıyorum. Mesela şu aralar Game Boy ile modern club müziği yapanlara sardırdım. H:Besteci olmanıza büyük katkısı olduğunu düşündüğünüz bir dönüm noktanız var mı? G:Öğrencilik yıllarım internetin Türkiye’de yeni yaygınlaştığı, Yahoo, Amazon, Google gibi girişim devlerinin ortaya çıktığı yıllara denk geliyor. Bu olaylar hem girişimcilik hem de bağımsızlık ruhumuzu çok kabartmıştı. Lisansın ardından, 2010’a kadar 7 yıl kadar aynı anda konservatuvar ve mühendislik yüksek lisansı okuyup, rock müzik sahnelerinde çaldım. Birbirine çok zıt iki akademik ortamı, sahne hayatını ve mezun arkadaşlarımın kariyerlerini gözlemlemiş oldum. Yine bu dönemde başarısız bir yazılım ve bir medya yapım şirketi girişimlerim oldu. Ancak hiçbiri aklımdaki yaşam tarzını karşılamadı. 2010 yılında tüm bunları bitirip kafam rahatladığında serbest besteci olarak çalışmanın hem istediğim hem de kendimi en iyi ifade edebileceğim hayat tarzı olduğunu anlamıştım. H:Oyun müziği bestelemeye ne zaman başladınız? 2 G:Oyun müziği bestelemeye 2012 başında başladım. İlk oyun müziğim Adventure Game Studio forumundan tanıştığım Finlandiyalı amatör bir geliştiricinin oyunu “Big Blue World Domination” için yaptığım “Out There” parçası. İlk profesyonel çalışmam ise LinkedIn üzerinden Amiga nostaljisi üzerine konuşurken tanıştığım Avusturalyalı geliştirici Murray Lorden’ın “Rad Skater Apocalypse” oyunu oldu. Bu oyunun müzikleri elektronika projem Analog Sheep için de başlangıç EP’si oldu. Ardından BUG Game Lab yaz okulu ve Facebook grubu Game Developers Turkey sayesinde tanıştığım çeşitli İstanbullu geliştiriciler ile yaptığımız çalışmalar geldi. H:En beğendiğiniz oyun müziği hangisi? G:Dikkatimi çeken ve oyun kültürünü güzel temsil ettiğini düşündüğüm isimler arasından Dustforce, Super Hexagon, Solar 2, Fez ve Bastion’ı sayabilirim. Aradaki bağların kurulabilmesi açısından Amiga döneminden Another World, Turrican 2, Pinball Dreams, Pinball Fantasies, Eye of the Beholder, Speedball 2 ve Shadow of the Beast müziklerini çok sevdiğim oyunlar. Özetle bir oyun için sesler güzel yapılmışsa özel bir ses tasarımı yapıldığını oyuncunun hissetmemesi gerekir. Güzel bir ölçüt gerekirse, oyun sesli oynandığında oyuncu kendini oyuna daha çok kaptırmalıdır denebilir. Önemli bir nokta var, 80’lerden bu yana oyun dünyası kendine has önemli bir alt kültür oluşturdu. Buna rağmen büyük bütçeli oyunlar pazarlama potansiyeli nedeniyle Hollywood film müziği tarzını bir standart gibi oturtmaya başladılar. Bu da oyun altkültürüne ait müzik dilinin orkestral Hollywood tarzı tarafından hızlı bir şekilde asimile edilmesine yol açtı. Kendi kültürünü koruyup ilerletebilmek için bağımsız geliştiricilerin ve müzisyenlerin sorumluluk alıp oyun kültürüne ve müzik diline sahip çıkması ve geliştirmesi gerekir diye düşünüyorum. H:Etkilendiğiniz ya da hayranlık duyduğunuz bir besteci var mı? H:Oyunlarda müzik ve ses tasarımının yerini nasıl görüyorsunuz? G:Aslında müzik ve ses önemli miktarda bilinçaltı mesajı çok net bir şekilde iletmek için güçlü bir araç. Bu bilinçaltı bağlantı nedeniyle müzik genelde çok soyut olarak algılanır. Bir de görüntüye kıyasla sesin algısı ve kalitesi sunulan ortama/ araca aşırı bağlıdır, görseller gibi de anlık olarak algılanamaz, zamana yayılır. Bu yüzden oyun projelerinde müzik ve sesin önemi göz ardı edilebiliyor. Halbuki müzik ve ses boşluk doldurma aracı değildir. Güçlü bilinçaltı bağlantısı sayesinde sesleri iyi yapılmış bir oyunda oyuncu seslerin güzel olduğunu büyük ihtimal algılamaz, ama kendini olayın daha da içinde bulur. Sesleri kötü yapılmış bir oyunda ise oyuncu yine seslerin kötü olduğunu algılamaz, ama ya oyunun havasına giremez ya da yorulup oyunu normalden daha kısa sürede bırakmak ister. 3 G:Bach ve Beethoven benim için hep kafa açıcı olmuştur. Chopin, Rachmaninof gibi piyanoya ve Rus dünyasına yakın isimlere uzun süre ilgi duydum. Korsakof, Stravinsky, Prokofief, Khachaturyan… gibi Rus bestecileri orkestrasyon ve ritm için bir okul gibi görürüm. Bir de Eric Satie gibi avant-garde minimalistler var. Bu adamlar müziğin yaşamın içinde bir dekor olabileceğinden yola çıkarak, henüz elektronik diye bir şey yokken klasik akustik aletlerle ambient müzikler yazmışlar. Bir oyun içerisinde de ortam ve dekor olarak müzik çok önemli olduğundan oyun müziğiyle ilgilenenlerin bu tarza göz atmaları çok faydalı olacaktır. Eric Satie kadar sevmesem de daha modern minimalistlerden Steve Reich ve Philip Glass da bu konuda yol gösterici olacaktır. Elektronik müzisyenlerden ise Feed Me detaylı çalışması, güzel sound’u ve progresif ritm yapısıyla son zamanlarda çok dikkatimi çekiyor. H:Kişisel elektronika projeniz Sheep’ten bahseder misiniz? Analog G:2010’da Dreamtone’dan ayrıldıktan sonra kendi müzikal fikirlerimi derleyip toparlayabilmek için grup müziğini ve sahneyi bırakmıştım. Bundan iki yıl sonra (2012) ilk bilgisayarım Amiga 500 anısına kültürüne atıfta bulunan bir elektronik parça yaptım. Amiga muhabettinden tanıştığımız Murray Lorden’a bu parçayı dinlettiğimde şans eseri o da Amiga esintili ilk oyunu Rad Skater Apocalypse üzerinde çalışmaktaydı. Amiga’dan esinlenen elektronik dans müzikleri yaptım ve bir EP olarak yayınladım. Bir süredir oyunlara çizim yapan Murat Kalkavan da Analog Sheep karakterini çizdi. Böylece Analog Sheep projesi doğmuş oldu. Analog Sheep ismi Philip K. Dick‘in “Do Androids Dream of Electric Sheep? (Androidler Rüyalarında Elektrikli Koyun mu Görürler?)” romanından geliyor. Roman Ridley Scott’ın “Blade Runner” filmine de kaynaklık ediyor. Roman, kıyamet sonrası bir distopya kurulumunda, insanlar ile androidleri birbirinden ayırmanın neredeyse imkansız hale geldiği bir dünyada geçiyor. Analog Sheep projesinde ise “Do Synthesizers Dream of Analog Sheep? (Sintizayzırlar Rüyalarında Analog Koyun mu Görürler?)” sorusunu sormak istedim. H:Müziğin sizin pencerenizden nasıl göründüğünü merak ediyoruz. G:Bence müzik bir büyü çeşidi ve ilkel dönemlerdeki büyülerden geriye kalan en yaygın formlardan biri. Doğrudan bilinçaltına hitap eden, insanın kimyasını, piskolojisini, davranışlarını kendi iradesi dışında değiştirebilen önemli bir iletişim aracı. H:İyi bir besteci olmak isteyen okurlarımıza vereceğiniz tavsiyeleri dinlemek isteriz. G:Müzik bir çeşit anlatım dilidir. Müzik türleri de yabancı diller gibidir. Hepsinin kendine has anlatım yöntemleri, dilbilgisi ve kültürel altyapısı bulunur. Bu nedenle sözlü bir dilde bolca okumanın, yazmanın, dinlemenin faydası olduğu gibi, hedeflenen müzik tarzında olabildiğince dinleyip bol bol üretmek gerekir. Bu açıdan cover ve remiksler yapmak daha aşina olduğunuz türlere çeviri yapmak gibidir ve analiz yetisi geliştirmek için çok faydalıdır. Ek olarak orkestral tınılar hedefleyenler için nota bilmeseler dahi iyi tanıdıkları klasik eserlerin notalarını, resim gibi de olsa inceleyip dinlerken takip etmeleri çok faydalı olacaktır. Bir de müzik yapmak yemek yapmak gibidir. Yaptığınız yemek annenizin yemeği gibi oldu mu olmadı mı her zaman bilirsiniz. Buna göre kendini kandırmadan çalışmaya devam etmek, bol bol çöpe atmak gerekir. 4 Orta Doğu Teknik Üniversitesinin, en güzide topluluklarından olan Bilim Kurgu ve Fantazi Topluluğunun her sene düzenlemiş olduğu Metucon etkinliğinde yine OyunaBakış ekibi olarak gittik. Böyle etkinliklerin kaçırılmaması gerekiyor gerçekten. Biz de dergi olarak gittik ve orada stand açtık. Hem kendimizi tanıttık hem de insanları eğlendirmeye çalıştık. Etkinlik çok güzeldi, eski senelere göre çok çok daha başarılıydı, bir kaç sene sönük geçmişti biraz ama artık eski gücüne ve şanına kavuşmuş gibi görünüyor. Çok fazla insan geldi, ve gelenler de genelde memnun görünüyorlardı. Bizim standımızın yeri de çok harika olduğu için çok fazla ilgi gördük ve bu 5 Etkinlik her sene olduğu gibi FRP, masaüstü oyunları ve kart oyunları ağırlıklıydı. Ama bunun yanında bir çok konsol oyunu turnuvasıda düzenlendi. Bir köşede Tekken Tag Tournament 2 turnuvası varken bir tarafta da Naruto Ultimate Ninja Storm 3 turnuvası vardı. Biz de tabi dayanamadık, Injustice Gods Among Us turnuvası düzenledik. İnsanlar eğlenirken bir yandan da onlara kendimizi tanıttık. Onlardan canlı canlı inceleme yapmalarını istedik ve bunları not ettik. Bu detayları Injustice incelemesinin bulunduğu yerden bulabilirsiniz. OyunaBakış ekibi olarakta etkinliklerde kendimizi göstermeye çalıştık, Can arkadaşımız Tekken Tag Tournament 2 turnuvasına katıldı, güzel güzel dövdü insanları, baya da bir ilerleme kaydetti ama şansına karşısına dünya sıralamasında 1. olan ekip denk gelince biraz zorlandı tabii ki. Yine de canla başla kanının son damlasına kadar savaştı. Bu arada o arkadaşlardan da bahsetmek isterim. Bu arkadaşlar Tekken Türkiye grubunun üyeleri ve kendileri Tekken dünya sıralamasında 1. sıradalar. Ama benim gördüğüm bir kaç saçma olay oldu.. Dövüş başladıktan sonra oyunu durdurup çıkıp karakter değiştirmek gibi. Hadi hemen değiştirirsin güzel hoş ama, dayak yemeğe başladığın an değiştirmezsin. Bence zaten turnuvalardaki mantık çok yanlış, adam gibi Random atacaksın arkadaş. Erkek adam böyle oynar. Ben de ilk gün Naruto Ultimate Ninja Storm 3 turnuvasına girdim, çok bilmediğim için çok uzun sürmedi saltanatım ama 2. gün King of Fighters turnuvasında yarı finale kadar yükselmeyi başardım. Naruto'da karakterler arasında gözle görülür derecede dengesizlik var, herkes o overpowered yada spammer karakterleri seçip oynamayı tercih ederken, benim gibi "aaaaaa bu karakteri çok seviyorum lan" diyenler acı çekmeye mahkum oluyorlar genelde. O yüzden yine en güzel olan Random Pick olayı tercih ettim, en azından gururumla dayak yedim. 6 Etkinlik alanında baya eğlendik, insanların üstlerine Mjolnir ile koştum, atladım. Erdem ve Halil boncuk tabacanları ile gangsta style yaptılar. Hep beraber Nascar oynaker Ankara'nın Bağlarını söyledik. Mario'ya Mario oynattık. Daha ne yapalım?Elbette Metucon'un en eğlenceli kısmı olan kostümlü partiyede ekip olarak katıldık. Çok güzel ve eğlenceli kostümler vardı yine. Ben en çok Adventure Time'dan Fiona'yı görünce mutlu oldum. Baya güldük eğlendik, dergi için yeni insanlarla tanıştık. Ve yine kendimizi tutamayıp, orada da Ankara'nın Bağlarını söyledik. Tutamıyoruz bazen kendimizi. Metucon ekibine bize çok güzel bir misafirperverlik gösterdiği için ve ilgilendikleri için çok teşekkür ediyoruz. Bu güzel etkinliği hazırlıyan arkadaşları da tebrik ediyorum ve her sene böyle olmasını diliyorum. Çok güzel bir haftasonu geçirdik. 7 DC evreni benim en çok sevdiğim evren. Karakterleri olsun, olayları olsun ve bunların örgüsü olsun her zaman beni benden aldı. Çizgiromanları sürekli takip etmeye çalışıyorum ve o kadar harika ki. DC karakterleri de artık güzel bir dövüş oynunu hak etmişlerdi. Bundan önceki çıkan Mortal Kombat vs DC Universe beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama bu sefer NetherRealm iyi iş çıkarmış. Şimdi, her zamanki gibi önce bi hikayeye bakalım. Bu yeni Rejim tamamen Superman'in diktatörlüğü üzerine kurulu. Batman bunu durdurmak için Superman'ın ordusu ile savaşmak zorunda kalıyor. Bu ordunun içinde Justice League üyeleri de mevcut. Alternatif gerçeklikteki Batman, asıl gerçeklikte Joker'in başarısız olduğunu öğreniyor ve ordaki super kahramanların bazılarını, kendi bulunduğu alternatif gerçekliğe ışınlıyor. Bunun amacı ise Superman ve Rejimini yenmek. Hikaye çok entresan bir şekilde ilerliyor. Ve eğer daha detaylı olarak öğrenmek istiyorsanız, aynı zamanda bu serinin çizgiromanları da çıkıyor. Alternatif bir gerçeklikte, Joker Metropolis'i yok ediyor ve Lois Lane ve karnında taşıdığı çocuğu öldürüyor. Bu duruma çok sinirlenen Superm an, Joker'i öldürüyor ve sonrasında dünya üzerinde yeni bir düzen oluşturuyor. Oyunun oynanışına gelecek olursak, 2 boyutlu düzlemde 3 boyutlu karakterler ile oynuyoruz. Her karakterin hafif, orta ve güçlü saldırıları var. Buna ek olarak her karakterin kendine özel yeteneği var. Bu her karakter için değişiyor, örneğin Aquaman sonunda hak ettiğini aldı Başlık 8 Batman robot yarasalar çağırıyor etrafına, Superman kısa bir süreliğine saldırı ve korunma gibi özelliklerini arttırıyor. Bunların dışında, bu tarz oyunları olmazsa olmazı fırlatma hareketi ve tabii ki süper saldırı. Dövüş devam ederken, yaptığınız kombolara göre süper barınız dolmakta. Bu tamemen dolduğunda ise s u pe r sa l d ır ı n ı z ı y a pa b i l iy ors u nu z. Elbette önce rakibinize bunu yedirmeniz gerekiyor. Oyundaki süper saldırılar gerçekten çok eğlenceli, Flash'ın dünya turu attıktan sonra gelip vurması yada Doomsday'ın rakibine vura vura dünyanın Bölümlerin interaktifliği bununla sınırlı değil. Bölümler aslında birden fazla parçalardan oluşuyor. Bölümlerin kenarlarından güçlü saldırınız ile rakibiniz fırlatabilirseniz, her bölüme özel sinematilk giriyor, rakibiniz dayak giyor ve başka alana geçiyorsunuz. Benim en çok sevdiğ im ise, Arkham Asylum 'da oynarken, ilk önce rakibiniz Scarecrow'un hücresine atmak. Burada Scarecrow, rakibinize Korku Gazı ile biraz işkence yaptıktan sonra alt kata fırlatıyor. Burada tekrar aynı şeyi yaparsanız, bu sefer rakibiniz bir bara giriyor, burda Arkham Asylum'ın diğer sakinlerinden bir güzel dayak yiyor. Oyun grafikler, modellemeler ve bunların animasyonları Mortal Kombat'ın son oynundakiler ile tamamen aynı diyebiliriz. Sonuçta aynı studyo yaptığı için doğal karşılanacak birşey. Bölüm tasarımları, karakterlerin tasarımları gerçekten Oyundaki en büyük özellikler biri ise bölümlerin interaktif olması. Her bölümde etrafta roketler, arabalar, tuzaklar ve bunun gibi bir çok obje var. Bunları kullanarak rakibini çok daha rahat bir şekilde yenebiliyorsunuz. Bu objerin kullanımıda karakterlere göre değişkmekte. Oyunda karakterler ikiye ayrılmış. Güçlü karakterler ve cihaz kullanan karakterler. Örnek vermek gerekirse, Bruce Wayne'in malikanesinde dövüşürken, orada bir motor görüyorsunuz. Eğer Batman gibi güçlü olmayan bir karakter kullanıyorsanız. O motorun üzerine binip rakibinin üzerine sürüyor. Oyunu bu ayki gittiğimiz etkinlik olan Metucon'da insanlara oynattık ve onların yorumlarını aldık. -Oyunun genel akışı oldukça eğlenceli, karakterler anladığım kadarıyla özelleştirilebilecek, bunlar oldukça keyif katıyor. Ama dövüş animasyonlarda hafif bir çiğlik var, vruş hissi hafif kalıyor. -Oyunun efekleri oldukça güzel ve keyif verici. Baş karakterler daha zayıf kalıyor ve vuruş çeşitliliği arttırılabilir. Gene de aynı tarz oyunlarla karşılaştırıldığında daha tercih edilir bir oyun. 9 -Oyun çok güzel ve eğlenceli, çoğu özel haraket birbirine benzeyip sıradanlaşmış dursa da aksiyon ve adrenalin hiç durmadığın için sıkılmak imkansız. (Metucon özel yazısını da dergide bulabilirsiniz) Benim kendi görüşlerime gelecek olursak, ben yıllardır böyle bir oyunun çıkmasını bekledim. DC'nin en güzel ve en özel karakterlerini seçmişler, hele ki Nightwing ve Deathstroke'un olduğunu öğrendiğimde havalara uçmuştum. Kendi aramızda denedik, uzun saatlerce oynadık ve kolay kolay sıkılmadık. Sadece multiplay'i ile değil hikayesi ile de gerçekten büyük zevk veriyor. Ayrıca siz sıkılmayın diye oyunun içinde karakterlere özel, 240 adet Challange bulunmakta. Bunlar uzun süre sizi oyalayacaktır. İyi oyunlar 10 11 12 13 GL HF Profesyonel Oyunculuk GL HF arkadaşlar! Sizlere ilk olarak sunacağım bu yazıda profesyonel oyunculuğun ne olduğundan, profesyonel olarak oynanan oyunlardan, bu oyunların oyuncu kitlesinden ve profesyonel bir oyuncunun zihniyetinin nasıl bir yapıda olduğundan bahsedeceğim. Umuyorum beğenerek okursunuz. Profesyonel oyunculuk (Pro-Gaming) nedir? Bir bilgisayar oyunu söz konusu olduğunda her kuşaktan insanın aklında farklı imgeler oluşur. Birçok insan için sadece boş zamanı iyi geçirmek için kullanılan bir araç, bazıları için ise kendilerinin içlerinde kaybolacağı bambaşka kurallarla dolu bir dünyadır. Öyle ki bu insanlar sadece bu dünyanın bir parçası olmaktan bile büyük zevk alır. Ama, kimileri vardır ki işte, bu dünyaya hükmetmeden var olamaz. Yeni kuralların hüküm sürdüğü alternatif gerçekliğe hükmetmek isteyen insanlar oyun anlayışlarını ve oyun içi becerilerini herkesten bir yüksek seviyeye çıkarmak için, en iyisi olabilmek için yaşarlar. İşte bu yolculuğun zirvesine yaklaşabilen insanları profesyonel oyuncu(pro-gamer) olarak tanımlarız. Progamer kitlesi, bir yaşam tarzı haline gelen elektronik sporların oyuncu kitlesini oluştururlar. Bu oyunları spor haline getiren tek şey oyunlara kendini adayan ve kararlılıkla daha iyi 14 olmayı hedefleyen insanların varlığıdır. Bununla beraber, bir oyunun elektronik spor olabilmesi için, öncelikle kararlı, geniş çaplı bir oyuncu kitlesinin olabilmesi ve bu oyunun izlenebilir öğelerinin güçlü, göze ve/ veya zekâya hitap eder olması gerekir. Elektronik sporlar geçmiş yıllara oranla giderek artan bir kitleye sahip olmaktadır. Bir elektronik spor dalında ustalaşmaya, profesyonelleşmeye çalışmak herkesin gözünde aynı değere sahip olmayabilir ama bu işe kararlılık ve sponsorluklar ile bağlı bir topluluğu dâhil ettiğinizde ortaya çıkan potansiyelin artık günümüz atletizm sporlarıyla karşılaştırabilecek seviyeye geldiğini görüyoruz. Bunun en güvenilir örneği, günümüzde bir bilgisayar oyununun, örnek olarak Starcraft 2’nin, Hokey(NHL)’in izleyici kitlesini ikiye katlamış olmasıdır. Böylesine bir kazanımın gerçek bir elektronik sporun köklerini sağlam bir şekilde dünyaya yaymış olduğunun yadsınamaz olduğunu düşünüyorum. Profesyonel oyuncular (Pro-Gamer) kimdir? Her kıtadan ve ülkeden oyuncular… Hepsinin bir ortak noktası var. En iyisi olmak! Bir gün, internet kafe’de birisinin en sevdiğiniz oyunu sizden çok daha iyi oynadığını görüyorsunuz. Belki de gerçek bir profesyonel olduğunu düşünüyorsunuz. Bir daha düşünün! Bir oyunda iyi olmak ile o oyunun meslek edinecek ciddiyetle oynamak arasında çok büyük farklar var. Profesyonelleşebilmek için öncelikle bir oyunu düzenli olarak oynamak ve yarışmalara katılmak gerekiyor. Bu yarışmalarda başarılı olabilmek için gerekli birçok mihenk taşı var. Özellikle PC oyunları için donanım ve aksesuar yeterliliği bunlardan biri. Öncelikle sizi yavaşlatmayan iyi bir bilgisayar, bastığınız tuşları asla kaçırmayan bir klavye(tercihen mekanik), yeterince geniş bir mousepad(bez ya da sert yüzey), en hızlı reflekslerinizi yakalayabilecek nitelikte bir mouse (lazer ya da optik) sağlamanız lazım. Sonra oyununuzu rakibe göre planlama ve stratejilerin belirlenmesi ve bu stratejilerin minimum hata ile uygulanması için bolca antrenman şart. Kısacası oyunları sadece eğlenmek için değil, kendini geliştirmek için bilinçli olarak oynamak gerekiyor. Diğer yandan, oyuncuların spor yapması ve iyi beslenmesi çok önemlidir. Aksi takdirde vücut sağlıksız yaşam belirtileri göstermeye başlar. Kronik sırt ve boyun ağrıları ile beraber el, bilek ve kollarda duyulan ağrı veya acılar en çok görülenlerden ve karşılaşıldığında dikkat edilmesi gereken rahatsızlıklardan birisidir. Bu belirtiler eğer müdahale edilmezse “Karpal Tünel” gibi hastalıklara yol açabilirler. Genellikle e-spor takımları içerisinde aktif olan oyuncuların çoğu tek bir oyuna yoğunlaşıp onda en iyisi olmaya çalışırlar. Bu takımların en popülerlerinden biri olan EG (Evil Geniuses) Amerika, Avrupa ve Kore kökenli oyuncuları tek bir çatı altında topluyor. Bu takımlar arasında uluslararası oyuncu transferleri dahi gerçekleşebiliyor. Hatta EG’nin Starcraft biriminin yarısı Korelilerle dolu. Malum, en iyi oyuncular oradan geliyor. Aynı yabancı futbolcularla dolmuş Türk takımı gibi, hiç farkı yok! EG’nin bu birimine ve diğer oyunlardaki atılımlarına http://evilgeniuses.gg/ üzerinden bir göz atabilirsiniz. Profesyonel oyunculara bir örnek olarak bu sayıda “Stephano”’yu Spot Işığı altında bulabilirsiniz! Destekleyiciler Kimdir? 15 Başta bilgisayar donanım üretici markaları olmak üzere, oyun geliştirici şirketler ve enerji içeceği firmaları bu sponsorluk görevini üstleniyorlar. Oyuncuların finansmanını üstlenen ve bunun yanı sıra müsabakalarda verilen para ödüllerinin, hediye edilen donanım ürünlerini sağlayan firmalar, elektronik sporların eğlence sektöründe güvenli bir yatırım havuzu oluştuğunu kanıtlıyorlar. Bu yatırımlar sayesinde dünya çapında tüm oyunculara ulaşan bu firmalar ürünlerini pazarlarken hedef kitlelerine direk olarak hitap etmiş oluyorlar. Hedef kitlesi olarak belirlenen ve bu oyunların yayılmasına asıl katkıda bulunan oyuncuları üç ayrı kategoride inceleyebiliriz: Casual, Semi-hardcore, hardcore oyunculuk. Casual, Hardcore, Semi-Hardcore Oyunculuk terimleri ne anlama gelir? Casual oyunlar birçoğumuzun gündelik hayatta boş zamanı eğlenceli bir şekilde geçirmek için oynanan oyunlardır. Kabul etmemiz gerekir ki dünyada bulunan en büyük oyuncu kitlesini casual oyuncular oluşturur. Bu seviyeden bir sonra semihardcore oyuncular, daha sonra da hardcore oyuncular gelir ki bu kişiler alt kümesi olarak pro-gamer topluluğu yer alır. Semihardcore oyuncuları hedefleyen oyunlarda ustalaşmak için gereken süre çok uzun değildir. Oyuncu hardcore oyunlardan çok daha kısa bir sürede oyunun mekaniklerini kavrar ve gerekiyorsa bazı oyunlar için de biraz el becerisi geliştirmesi beklenir. Bu tür oyunlar rekabet ortamında kuralların iki tarafa da adil davranma gereği duymadığı oyun türlerini içerir. Bir oyun hardcore türünden ise oyunda ustalaşmak ciddi oranlarda vakit ve yetenek gerektirir. Tabii yine de böyle bir oyunun kesinlikle elektronik spor seviyesine taşınabileceğini söyleyemeyiz. Buna sebep olarak oyun mekaniklerinin tutarsızlığını ve oynanışın kullanıcı için mantıksızca zorlaştırılmış olduğunu öne sürebiliriz. Örnek olarak gerçek zamanlı strateji oyunu olan Command&Conquer serisinde çıkan oyunlar bir elektronik spor seviyesine pek de yaklaşamamıştır. Bunun nedeni olarak oyun içindeki dengesizlikler(Tarafların seçtiği ırkların oyun içi dengesizliği) ve oyundaki performans eksiklikleri(Çevrimiçi oyunlarda verilen komutların beklenen süreden çok sonra gerçekleşmesi) gösterilebilir. Tabii ki bunun haricinde bir hardcore oyunun başarılı bir şekilde tasarlanmış ve programlanmış olmasının yanı sıra, elektronik spor olmasını sağlamak için ancak kendini adamış bir toplulukla ve müsabaka organizasyonların büyük çapta kitlelere ulaşması için bağlantılar sağlanmasıyla mümkün olabilir. Bu bağlantılar için yöresel ve dünya çapında müsabakalar yapılması büyük önem taşır. Elektronik Spor (e-spor) Oyunları nelerdir? Bu tür oyunların müsabakalarında akıllara ilk olarak CPL(Cyberathlete Professional League), WCG(World Cyber Games), ESCW (Electronic Sports World Cup), ESL (Electronic Sports League), MLG (Major League Gaming), GSL(Global Starcraft League) gibi organizasyonlar gelir. Hepsinin ortak noktası e-spor için kalifiye olabilen oyunların ödüllü turnuvasını organize etme insiyatiflerini ele almış olmalarıdır. Dilerseniz, bu organizasyonlarda espor olarak müsabakaları yapılan oyunlardan bazılarına bir göz atalım. Birinci Şahıs Nişancı (First Person Shooter) E-Spor Oyunları Counter-Strike 1.6 & Counter-Strike Source 16 Bu listede tabii ki Lê Minh’in yaratıcılarından olduğu yılların eskitemediği FPS olan Counter-Strike’ı iki ayrı klasmanda görüyoruz. Birisi bildiğiniz gibi Valve Software’in Half-Life’inin üzerine eklenti olarak oynanan sürümü CS 1.6. Grafik motoru ve oyun mekanikleri ile tam bir klasik olarak yerleşmiş bir kitlesi bulunmakta. Bununla beraber Counter-Strike Source ise Half-Life’ın ikinci oyunu olan yenilenmiş oyun motoru ve mekanikleri ile klasik anlayışa yakın, ama temelde önemli mekanik farklılıklar içeren bir oyun olarak karşımızda. Burada birçoğunuzun aşina olduğu CounterStrike’ın nasıl bir oyun olduğunu anlatmaya kalkmayacağım ama eğer bilmeyen varsa www.csturkey.gen.tr den indirip bizzat deneyimleyebilir. Unreal Tournament Hangi oyunda zıplarken uzun namlulu silahla gerçek dışı zoom-shotlar yapabilirsiniz? Tabii ki Unreal’da ! Bu oyunda oyuncular rakiplerine karşı harita bilgilerine ve refleksleri haddince çoğunlukla anlık stratejik kararlar vererek mücadele ederler. Örnek oyuncu olarak Fatal1ty (Johnathan Wendel) bu ve buna benzer oyunların ustalarından birisidir. Oyunun dışında iken genel planlama ve içinde iken anlık stratejiler üzerine oynanan bu oyunda, üç ırktan birini seçip, rakip ırka göre özelleştirilmiş açılışları ve ünite tercihleri ile fazlasıyla yüksek bir yetenek çizgisine (Skill Ceiling) sahip olması kaçınılmaz bir gerçek. Neden diye sorarsanız, sizlere oyunun oynanışı ve mekanikleri hakkında son derece detaylı bir inceleme verebilirim ama onu burada kısaca bahsetmenin pek bir yararı yok! Bundan sonraki yazımda bu oyunun mekaniklerini ve buna istinaden neden espor için biçilmiş kaftan olduğunu detaylarından da bahsedeceğimden emin olabilirsiniz. http: / / starcraf tturkiye. com üzerinden oyunla ilgili gelişmeleri takip edebilirsiniz. Yarış Oyunları Trackmania Nations Forever Dipnot: Türkiye’nin de bir Starcraft 2 espor takımı olduğunu biliyor muydunuz? Spot Işığı Yarış oyunları sınıfına gelince, Need For Speed, Grid tarzı oyunlar ile yarış simulasyonlarını sevenler Trackmania’yı büyük ihtimalle duymuşlardır. Şimdiye kadar on iki milyon kayıtlı kullanıcıya erişmiş olan bu oyunda kendi haritanızı yaratıp, arabanızı modifiye edebilme imkânı sunuluyor. En çok oynanan yarış oyunu olarak kabul edilen trackmanianın Türkiye’de de fanları mevcut. Bu oyunla ilgili gelişmeleri http:// trackmania.gen.tr/ den takip edebilirsiniz. Stephano - Ilyes Satouri Profesyonel sahneye ilk çıkışını Ekim 2011’de Elektronik Sporlar Dünya Kupasını alarak yapan Fransız asıllı İlyes Satouri (İlyas diyesiniz geldi değil mi?) Güney Kore’li oyuncular haricinde Gerçek Zamanlı Strateji (RTS) Oyunları StarCraft II: Wings of Liberty & Heart of the Swarm dünyadaki en iyi oyunculardan biri olarak tanınıyor. Oyununu birçok kez izlediğimden, gerçekten de haklı olduklarını söyleyebilirim. 17 Stephano’nun strateji oyunları ile olan tanışıklığı 10 yaşında Warcraft III Frozen Throne ile başlıyor. O vakitler yerel, çevrimdışı “offline” turnuvalarda kendisini gösterip, küçük çapta başarılar yakalıyor. Asıl isminin duyulduğu Starcraft kariyeri ise şöyle: Stephano, Starcraft II: WOL oyununun çıkışından hemen önce yine Profesyonel oyunculardan oluşan Millenium isimli takıma dahil olur. Sonrasında, ESL Go4SC2 (Elektronik Spor Ligi)’de kazandığı turnuvalar ve Fransa’da yapılan yerel turnuvalardaki başarıları ona ESWC’ye (Elektronik Sporlar Dünya Kupası) müsabakalarına katılmaya hak kazandırır. Sonuçta Stephano 2011 yılında Starcraft II oyununda yapılan dünya çapındaki bir turnuva sadece yer almakla kalmaz, kupayı da çok başarılı oyunlar sergileyerek elde eder. Bunu takiben NASL Temmuz 2012 (Kuzey Amerika Star Ligi) şampiyonluğu ve Dreamhack 2012 turnuvasında yarı-final’e kalmak gibi hatırı sayılır başarılara da imza atan Stephano, günümüzde Amerikan kökenli EG (Evil Geniuses) takımıyla anlaşmalı olarak kariyerini sürdürmektedir . Dipnot: Stephano’nun Koreliler dışında Starcraft’taki profesyonel oyuncular arasında 200,000$ ile en çok kazanan e-spor oyuncusu olduğunu biliyor muydunuz? E-Spor Takvimi (Starcraft 2) 2013 WCS Season 1 Korea GSL (4 Mart 2013 – 1 Haziran 2013) Kore’de düzenlenen ama tüm dünyaya açık olan global starcraft liginde Starcraft 2’nin en baba oyuncuları kıyasıya çarpışıyor. http://www.gomtv.net üzerinden tüm karşılaşmaların ilk maçlarını online olarak bedava izleyebilirsiniz. Daha fazlası için ise üye olmanız gerekiyor ama vaktiniz varsa özellikle Code S Grubunda tüm maçlar izlemeye değer diyebilirim. 2013 WCS Season 1 Europe ( 14 Nisan 2013 – 26 Mayıs 2013) http://wcs.esl.eu/ üzerinden online takip edebileceğiniz Avrupa oyuncu kitlesi ağırlıklı ama yine de tüm dünyaya açık olan şampiyonayı kaçırmayın derim. 2013 WCS Season 1 America (20 Nisan 2013 – 2 Haziran 2013) Amerika’da ise MLG’nin üstlendiği Starcraft 2 turnuvalarını http:// www.majorleaguegaming.com/ üzerinden takip edebilirsiniz. 2013 GSTL Season 1 Yine Kore’de düzenlenen, tüm dünyadaki takımlara açık olan GSTL’de ayrı bir yarışma formatı söz konusu. Burada bire bir karşılaşmalar yerine. Takım olarak Acer TeamStory Cup Acer ve Intel’in sponsorluğunda Almanya’da gerçekleşen pro-gaming takımları arasında düzenlenen Teamstory Kupasını http://taketv.net/ üzerinden izleyebilirsiniz. 18 19 20 Castlevania - Bir Drucula Hikayesi Bu yazı *spoiler* içermektedir. Castlevania dünyadaki en çok oynanan, kendinden en çok söz ettiren oyun serisiden biri olabilir. Temel konu olarak, Belmont ailesinin asırlardır sürek savaşını anlatmakta. Her nesil vampir avcısı oluyor ve Dracula ile savaşıyorlar. Oyun, Japonya'daki adı ile Akumajou Dracula, 1986 da Konami tarafından yayınlandı. Başta Family Computer Disk System olarak bilenen konsola çıktı. Bu konsol sadece Japonya içerisnde vardı. Kısa bir süre içersinde MSX 2 için tekrar düzenlenen oyun avrupada Vampire Killer adı ile çıktı ama pek tutulmadı. Ama bir yıl sonra oyun bu sefer Nintendo Entertainment System (NES) için Castlevania ismiyle çıktı ve bu Castlevania'nın dünya çağında yaygınlaşmasına öncülük etti. 21 Castlevania ilk başta sıradan bir platform oyunu olarak başladı. Tek bir hat üzerinde ilerlediğiniz, karışınıza gelen yaratıklarla savaştığınız ve bölüm sonlarında bosslar ile savaştığınız bir platform oyunu. İlk oyun gerçekten zor bir oyun, benim bitirmem uzun zaman almıştı. Şimdiki çıkan oyunlarla kısaylayınca, yeni çıkan oyunlar çocuk oyuncağı gibi kalıyor yanında. Zor olmasına karşılık süper eğlenceli bir oyun elbette. Elinizde Castlevania oyunlarının vazgeçilmezi "Vampire Killer" isimli kırbacınız, bunun yanı sıra ikinci silah olrak kullanabileceğiniz baltalar, kutsal sular, bıçaklar mevcut. İkinci oyunda (Castlevania: Simon's Quest) ise bir kaç değişiklik yapıldı. Artık oyun tek bir hat üzerinde ilerlemiyor, size büyük bir haritada istediğiniz gibi gezmenize olanak sağlıyordu. Tabii ki, yine bazı kısıtlamalar vardı, ama artık bir gittiğiniz yere tekrar gidebiliyor. Yeni yerler keşif edip, hazineler bulabiliyordunuz. Ayrıca bu oyunda silah, iksir gibi eşyalar alma özelliği eklenerek biraz daha role-playing özelliği eklendi. Oyunda gece gündüz kavramı da vardı, ve bu oyunu ciddi anlamda etkiliyordu. Geceleri yaratıklar daha güçlü oluyordu mesela. Sizin oyunu bitirme sürenize göre ise oyunun bitişleri değişebiliyordu. Bu özellikleri üçüncü oyunda (Castlevania III: Dracula's Curse) daha güzel bir şekilde geliştirdiler. Oyuncunun yaptığı seçimlere göre oyunun hikayesi ve sonu değişiyordu ve artık birden fazla karakterle oynama imkanınız vardı. Hikayesi, müzikleri ve herşeyi ile çok başarı kazandırdı. 22 Bundan bir sonraki en önemli oyunları ise PlayStation için yaptıkları Castlevania: Symphony of Night oyunu idi. Castlevania'nın zirveye ulaşmasındaki en büyük etken bu oyun oldu. Oynanış olarak diğer oyunlardan çok farklı değildi, ama hikayesi ve ana karakteri ile kendinden çok söz ettirdi. Castlevania serisinin sanırım en çok sevilen karakteri ile oynuyordunuz. Dracula'nın bir insandan olma çocuğu Alucard ile. Alurcard'ı ben de çok sevmişimdir her zaman, beyaz şaçları ve üzerindeki karizma kiyafeti ile hem idolüm olmuştu. Bu oyunun en büyük farkı ise Alucard, diğer oyunların karakteri gibi Vampire Killer kırbacı yerine, bıçak, kılıç ve buna benzer silahlar kullanıyordu. Bunun nedesi ise büyük ihtimalle kendisi de yarı vampir olduğu için silah ona zarar verebilirdi. Sonrasında ise ilk 3D oyunu (Castlevania:Legacy of Darkness) Nintendo 64 için çıkarttılar. Diğerleri kadar çok tutulmasa da sonrasında PlayStation için yaptıkları Lament of Innocence ile durumu toparladılar. Bu oyun biraz daha Devil May Cry gibi hack/slash bir oyun olmuştu. Bu sırada elbette hala Gameboy'a ve diğer konsollara alternatif hikayeleri olduğu oyunlar çıkıyordu. Konami Nintendo DS için tekrar eski tarza dönüp 2D oyun çıkarttı bunlar; Dawn of Sorrow, Portrait of Ruin ve Order of Ecclesia. Bu oyunlar tamamen eski tarza bağlı kalmış ve üzerine biraz daha özellik eklenmiş halde çıktı. Grafikleri ise daha anime çizimleri üzerineydi. Bu oyunları kesinlikle oynamanızı tavsiye ediyorum, ben yaklaşık üçer kere felan bitirdim. Harika eğlenceli ve her seferinde farklı yerler keşif ederek, farklı eşyalar silahlar bularak ilerledim. Son olarak, Castlevania serisini tekrar zirveye çıkartan oyun, Castlevania: Lords of Shadow. Herşeyden önce bu oyundaki seslendirmeler o kadar harika ki anlatamam. Ana karakterimiz olan Gabriel Belmont'un sesi beni benden almıştı. Bir ses bir karaktere bu kadar uyardı anca. Bu oyun 3D hack/slash türünde çıktı. İlk başta size bir God of War havası veriyor. Dövüş sistemi yaklaşık olarak aynı olsa da, oyundaki kombo sistemi ve büyüler çok daha farklı işliyor. Bu oyunun bu kadar ön plana çıkmasının başlıca nedeni bence, grafik tasaraımları. Oyunda bölümler, çevre tasarımları, yaratıkların tasarımları ve Gabriel Belmont'un tasarımı oyunu sevmeniz için yeter de artar bile. Oyunun hikayesi de tarihi sıralamaya bakarsan herşeyin başlangıcını anlatıyor. Gölgenin Lordlarını durdumak için çıktığı yolda, çok daha fazlası ile karşılaşan Gabriel aklının bile hayal edemiyeceği bir son ile karşılaşıyor. Artık Gabriel, Dracula olmuştur. Bize sunduklar bitiş videosu ile ağzımızı açık bıraktılar ve yeni oyunun gelmesi için yalvarmaya başladık. 23 Ve beklenen an geldip bize yeni oyunun videosunu gösterdiklerinde elim ayağım titredi. Garbiel Belmont'un bir orduya karşı savaşı, sonrasında dev bir robot ile dövüşünü görüyoruz. Tam video biterken başka biri görünüyor. Uzun beyaz saçları ve elinde kılıçı ile Gabriel'ın karşısına dikiliyor. İşte o kişinin Alucard olması için şuan dua ediyoruz. Bu da yetmezmiş gibi ikinci bir video yayınladılar. Zaten delirmek üzereyken iyice sabırsızlanmamıza neden oldular. Bu video ise Gabriel asırlar süren uyukusundan uyanmasını anlatıyor. Tamamen Gabriel'ın sesinden dinlediğimiz videoda Garbiel nasıl intikam alacağını anlatıyor. Bu videoyu 500 kere izlemiş olabilir. Hatta bunları yazarken bile bir kaç kere daha izledim. Bu arada Mirror of Fate'i attılıyordum az kalsın. Bu oyunda ise Gabriel Belmont'un soyundan gelenlerin kendi kaderlerini ve gerçeklerini öğreniyorlar. Bu oyun ise eski tarz 2D oyun alanına sahip ama 3D modeller kullanılmuş. Oyun gerçekten başarılı bir şekilde hikayeleri birbirine bağlıyor. Şimdi ise yapmamız gereken tek şey oturup Castlevania Lords of Shadow 2'yi beklemek. Bu harika serinin bütün oyunlarını oynamalısınız. Her oyunun tadı çok farklı. Kesinlikle pişman olmayacaksınız. Bence gidip direk ilk oyundan başlayın. Biraz vampir avlamak iyi gelecektir. Acı çekmeye hazır olun Önce Demon's Soul vardı, oyun zorluğu açısından şimdiki çıkan oyunlara göre çok daha zor olmasıyla, etresan hikayesi ile kendinden çok söz ettirdi. Arkasından Dark Souls geldi. Oyun şuan dünyanın en zor oyunlardan biri olarak kabul ediliyor. Sana "ölmeye hazır ol" diyerek başlıyor. Anında aldım oyunu, günlerimi haftalarımı aylarımı aldı oyun. Oturup walkthrough da izleyemiyor ki insan. Çünkü insanlarda daha bitirememişti. Acı dolu günlerdi, ama çok eğlenceli idi. Artık daha fazlası olmaz derken, Dark Souls 2 yi duyurdular. Bu sefer bizi neler bekliyor? Bunu düşündükçe çok korkuyorum. 24 Önce tanıtım videosu yayınlandı. Karakterin ellerinden kanlar damlıyor, yere temaz eden kanlar kaynamaya başlıyor. Arkadaşın zırhından anlayacağımız üzere çok çetin savaşlar geçmiş üstünden. Baktığınızda bile sizi ürkütecek ve bir o kadar da heyecanlandıracak yerlerden geçiyor. Ejderha kemikleri, karanlık ormanlar dar geçitler, çükür köprüler hepsi sizi umutsuzluğa sürüklüyor. Maskeleri arkadaşlarla karşılaşıyor karakter, bir kaç tanesini güzelce haklıyor, karşısına ejderha çıkıyor, alevler felan derken video bitiyor. Ardından siz iki düşünce arasında kalıyorsunuz, oyunu kesinlikle oynamalıyım ama bir o kadar da tırsmaktayım yine onlarca kere öleceğim diye. Yakında zamanda oyunun 12 dakikalık oyun içi görüntüleri yayınlandı, ve gördüklerimiz bize tanıtım videosundakilerden çok daha fazlası olduğunu gösteriyor. Oynanış olarak ilk oyunla aynı gibi görünüyor. Dövüş sisteminde bir değişiklik yok gibi bi kaç eklemeler var. Ama yeni bölümler ve yeni yaratıklar bizi çileden çıkartacak gibi. İlk oyunda tamamen karanlık alanlar vardı. Bu alanlarda rahat yürümek için yere ışıklar atabiliyor yada bulduysanız bir yaratığın kafasını fener olarak kullanabiliyordunuz. Bu sadece bir bölümde oluyordu. Ama ikinci oyunda bu tür alanlarla çok karşılaşacak gibiyiz. Elinimizdeki en yakın ateşte yakıp öyle gezmemiz gerekiyor. İşin kötü yanı meşaleyi kullanırken artık diğer elimizde kalkan olmadığı için karşımıza çıkacak yaratıklarla nasıl dövüşeceğimiz konusunda paniğe kapılmamız gerekiyor. İzlediğimiz video da tam bu sırada büyük bi arkadaş karşılıyor bizi, elinde kocaman bir mace ile bize acı çektiriyor. İlk oyunda böyle bir durumda kalkanınız yoksa en güzel şey, yaratığın arkasına geçip sırtından vurmak, ama ne yazık ki bu sefer öyle birşey yaptınızda yaratık geri doğru devrilerek üstünüze düşüyor ve size güzel acılar yaşatıyor. 25 Videonun devamında başka bir düşman ile karşılaşıyoruz, elinde kendi kadar bir balta olan ve bunu fırlatan bir arkadaş. İşin güzel yanı, "becerebilirseniz" bu baltalara karşı saldırı yaparak durdurabiliyorsunuz. Ama videodaki arkadaş gibi ıskalarsanız kafanıza yediğiniz anda sağlığınız tamamen dolu olsa bile sizi öldürebiliyor. Kalenin içinde yürürken bir kapı gördünüz ve bu kağının arkasında büyük bir yaratık size bakıyor, eğer onu kızdırırsanız kapıyı yıkıp yanıza geliyor ve canınıza okuyabiliyor. Bu oyunda herşey olabilir, her şelikde ölebiliyorsunuz. Oyunun gidişatını neler olacağını kestirmek çok zor. O yüzden sessizce bekleyip, çekeceğimiz acılar için şimdiden kendimizi alıştırmaya başlayalım. Yoksa vakit geldiğinde hazır olamayabiliriz. İyi oyunlar Zombiler zombicikler tekrarı… Filmler, diziler derken zombiler artık ailemizin bir üyesi. Sabah kahvaltılarında 1 tabak çiğ et ayırmayı ihmal etmeyin lütfen, aç olduklarında daha da hırçın oluyorlar. Sektörlerin zombiler üzerine yaptığı yapımlar hiç son bulacağa benzemiyor ki fenomen olmuş Nazi Zombileri onlardan hiç bahsetmek bile istemiyorum… Left 4 Dead, Walking Dead (hem dizi, hem oyun) derken gelelim Dead Island’a, kanımca zombi oyunları fenomenlerinin yanına Dead Island’ı da eklemek gerekiyor, neden mi? Zombi oyunlarına eğlenceyi, bol aksiyonu, heyecanı katmasıyla bence bu barajı son anda aşabilen oyunlardan bir tanesi. Bir de üzerine kısmen rol yapma oyunu olunca oynamak gerekiyor tabi. Dead Island ilk piyasaya sürüldüğünde, büyük beklentiler içerisinde değildim. Zira zombi konusu hemen hemen her zaman aynıdır. Bir virüs veya beklenmedik bir hastalık yüzünden insanlar ölür ve hayata bir şekilde geri dönerler. Bu sefer istedikleri tek şey; insan etidir. Dead Island 2011 yılının sonlarında çıkmıştı, hatırlarsınız. Epey tartışıldı, bazı konuşmalar birkaç grubu ayağa kaldırdı, işte çıktı, çıkacak, yasaklandı felan derken baktık Dead Island gelmiş. Ama Dead Island başarısızdı diyemeyiz, kısmen rol yapma oyunu olması, 26 zombi kurguları, bol aksiyon, açık dünya imkanı bol zombiler oyunu iyi bir yerlere getirdiğini düşünüyorum. Karakterlerin birer ölüm makinesi olmaması ve birbirinden farklı mizaçlara sahip olmaları da oyunu tıpkı Left 4 Dead gibi defalarca oynanabilir kılıyordu. Fakat belli kusurları da yok değildi, can sıkan hataları vardı; ama yine de aldığı karşılık olumluydu ve bu da Dead Island: Riptide’ı beklemek için yeterli bir sebep olmuş oldu. Bu iki oyun arasında 2 seneye yakın bir zaman dilimi olsa da yepyeni bir devam oyunu demek hiç mümkün değil. Ek paketin kendi kendine çalışıyor hali desek daha doğru J. Çünkü oynadığınızda fark edeceksiniz ki aslında Dead Island’ın biraz elden geçirilmiş ve içeriği değiştirilmiş bir halini oynuyorsunuz. Geri kalan tüm alanlarda aşağı yukarı aynı oyunla karşı karşıyasınız. Evet, yeni bir ortam, oynanabilir yeni bir karakter, yeni bazı yetenekler ve yaratık tipleri eklenmiş; ama bunlar Riptide’ı sıfır bir oyun yapmıyor. Oyunumuz ilk oyunun bittiği noktadan tam 10 dakika sonra başlıyor. Karakterimiz helikoptere binmiş ve arkadaşları ile tüm zombileri o lanet ada da bırakmış, kurtulmuş sanıyorken, Helikopter Avustralya ordusuna ait bir uçak gemisine inişe zorlanır. Ancak hiçbir şey istedikleri gibi gelişmemektedir. Tutsak alınıyorlar ve bir deneyin parçası olmak için kullanılıyorlar. Daha doğrusu kullanılmaya çalışılıyorlar. Gemi güvertesinde önce Albay Sam Hardy ile tanışan karakterlerimiz, ardından onların zombiye dönüşmelerini engelleyen bağışıklığın gizemini çözmek isteyen Frank Serpo ile karşı karşıya gelirler. Hardy ne kadar kuralcı ve iyi niyetliyse, Serpo o kadar alçak ve düzenbaz bir karakterdir. Karakterlerimiz esir alınır ve oyunun yeni oynanabilir karakteri John Morgan ile tanışacakları hücreye gönderilirler. Ardından gemi fırtınaya yakalanır, felakete uğrar ve gemi görevlileri zombilere dönüşmeye başlar; böylelikle Banoi ile aynı yöredeki Panalai adasına çıkışla birlikte Riptide resmen başlamış olur. Oyunun ilk dakikasından itibaren, oynanışın pek de değişmediğini fark ediyorsunuz. Yine karakterin kullandığı silah tipine göre gelişen yetenekleri ve puan dağıtmak suretiyle aldığınız becerileri mevcut. John Morgan’ın da kadroya katılmış olması, alınacak becerilerin sayısını artırmış. Mesela John, kuşandığı pençesiyle zombileri biçerken, koşturup attığı tekmelerle ortamı rahatlatabiliyor. Yeteneklerin sayısının artmış olması da faydalı, böylelikle sonuna kadar geliştirdiğiniz karakter için yapabilecek bir şeyleriniz oluyor. Yakın dövüşte kullanılan silahlarımız bir süre sonra hasar görüyor ve belli noktalarda bulunan "Worhbench"ler yani çalışma tahtaları kullanarak silahlarımızı tamir edebiliyoruz. 27 Yumruk ve tekmelerimiz pek işe yarayamayabiliyor. Kısacası hayatta kalmak içim her kurşun ve her tahta parçası elmas değerinde. Oyunun silah konusundaki yaratıcılığı hala devam ediyor, isterseniz bir klasik haline gelmiş çivili beyzbol sopası yapabiliyor yada benim gibi biraz daha yaratıcı olmak isterseniz, beyzbol sopasının ucuna çember testere bağlayabilirsiniz J. Ateşli silahları bulmak oyunun bir nebze olsun sizi yakın dövüş silahlarından vazgeçirebilir diye düşünseniz de yakın mesafede silah ile zombileri ıskalama gibi bir mantıksızlık var oyunda. Dead Island: Riptide’ın en büyük yeniliği John Morgan isimli karakterimizin hikayeye katılması. Zombi virüsüne karşı bağışıklığı olan John, yakın dövüşte oldukça uzman. Yumruk, pençe, sopa ve tekmeler konusunda zombilerin bayağı canını yakabiliyor. Önceki oyunda yer alan dört karakter de bu oyunda oynanabiliyor. Sadece silahlarda değil, görevlerde de değişiklikler var. Takım arkadaşlarımızdan ve sığınaklardaki oyun karakterlerinden de görevler alabiliyoruz. Başardığımız görevler bizim zombilerden daha rahat kurtulmamızı sağlayan, çok dehşet silahlar verebiliyor ama şu mantıksızlık devam etmekte tabi. Oyunun zombiler ile savaşırken ki taktik kısmı hala kısır ve tekrara düşüyor, tekmeyi at pata küte giriş. Ve ayrıca bu taktiğin tüm zombiler de işe yaraması sıkıcı oluyor, tek fark bazı zombilerde biraz daha hızlı kombo yapmanız yeterli. Unutmadan bazı zombilerde Vasily Zaytsev mübarek %100 vurma oranı ile atıyor bazen cisimleri ki dolu olan sağlık barınız olsa bile ölebiliyorsunuz. Ayrıca düşmanlar oldukça yavaş, vurdun mu öldürebiliyorlar fakat bir bariyeri yıkana kadar hepsini temizlemiş bile olabilirsiniz o derece, hatta bazen tren ve öküz iki- lisi gibi karşılıklı geçip bakışmak mümkün, oyunu oynarken böyle bir sahnede kendimi tren gibi hissettim. Öküz olmak istemeyiz değil mi? Bırakın zombi öküz olsun J. Böyle saçmalıklarında mümkün olabildiği bir oyun. Oyunun senaryosuna gelince, bunca grafik hatası bunca boş yere performans sorunu yaşatan ve bilgisayarı ciddi anlamda gereksiz yere zorlayan bir motor varken, diyorum ki senaryosu çok düzgün olsa bu kusurları direk göz ardı ederdim fakat maalesef güzel bir senaryoda yok ortada. Oyunun senaryosu ciddi anlamda sığ ve seslendirmeler kalitesiz. Aksan yapalım seslendirme ilgi çeksin derken olmamış ve bunun yanında birde hadi oyuna biraz argo, küfür ekleyelim derken bence abartılmış. Neden mi dersiniz ? Oyunda küfüre başlayan karakter aralıksız habire küfrediyor. Oyunun ses efektlerine gelince biraz ilgi çekiçi olan kısım burası. Müzikler idare eder ve zombilerin sesleri ürkütücü olabiliyor. Dead Island: Riptide’ın en eğlenceli tarafı, role playing kısmının ilginç bir şekilde sunulması. Ayrıca görevleri istediğimiz sırada yapmak, oyundaki artılardan biri. İnsanın aklına efsane olmuş rol yapma ve aksiyon oyunları gelince tabi ki Dead Island üflenip uçuyor. Oyun bizi sürekli sopa sallayıp, ateş edip, öldürüp, biçip, doğramaya yönlendiriyor sadece ve bu şekilde oyunuda elleri ile baltalamış oluyor yapımcılar. Genel olarak Dead Island: Riptide’a kötü demek hoş olmaz. Anlayamadığım nokta yapımcıların tüm bu hataları bilip devam etmesi yönünde. Belli ki özensiz çalışılmış ve gereken ilgi gösterilmemiş. Ölünce para cezası almak iyi güzel hoş da 250 dolara sattığım silahın, bir iki yükleme ekranı geçtikten sonra aynı yerde tekrar belirmesi ne olacak? Niye biriktirmeye uğraşıyoruz bir şeyleri o zaman? Alalım o silahı satalım gül gibi geçinelim. Bol keseden tecrübe puanı kazanmak mümkün ve checkpoint noktalarının sık sık olması bence iyi. Fakat bir taraftan yaparken diğer bir taraftan oyunu bozmuş gibi görünüyor sevgili Techland ekibi. Dead Island: Riptide genel olarak taşıtlı araçlara bizi mahkum edecek. Oyun boyunca birçok mağara ve batalık ziyaret edeceğiz. İşin en güzel yanı, Dead Island: Riptide'a sandal da eklenmiş. Oyunumuz asıl olarak eğlenceyi hedef aldığı için, eksikliklerin olması çok normal. Bu nedenden eğlenceli olacağını düşünerek kendinizi oyuna başlatın. Ciddi anlamda korku veya gerilim beklemeyin. Hikaye ve görsellik geri planda kalınca, oyuna büyük bir artı vermek imkansız. Kimi oyunlarda grafik gerçekten kötü olsa bile, çok başarılı bir senaryo ile kendisini kurtarabiliyor. Ancak Dead Island: Riptide sadece eğlence unsuruna ve yapılacak yığınla aksiyonuyla kendisini kurtarabiliyor. Doğal olarak hem hikaye geride kalmış, hem de grafik ve seste çok eksik var. Ve grafikler, Dead Island bazı hatalarla ve performans sıkıntısı ile doluydu. Dead Island: Riptide ile bu sorunlar giderilmiş diyemiyoruz, çünkü aynı şeyler devam ediyor, yer yer kaplamaların kaybolması yada sonradan yüklenmesi, bazı animasyonların çok güzel verilip bazılarının hiç olmaması, çok açık bir havada oyunu oynarken bir anda saniyelik bir hava değişimi ve yağmur başlaması, kapılardaki saçmalıklar özellikle benim ilgimi çekti. Örneğin; basınçlı kapılarda animasyonları görebiliyoruz, dümenlerini çevirerek açtığımız kapılar ve diğer yanda mühürlenmiş bir kapının tahta ile kilitlenmiş bir kapının açılışında ise tahtanın yok olması kapının direk açılması gibi grafik hataları çok sayıda mevcut. Dead Island severlerin bu oyunuda seveceğini düşünerek, özünde bir zombi oyunu olması bu oyunu oynatır diyorum. Oyuna başladıktan sonra merakınıza yenik düşüp oyunun her yerini karış karış gezeceğinizi biliyorum. Hadi o zaman Avcılar, zombi avı başlasın…. 28 Senin benim mi var canım, neyin varsa benim! Bağımsız oyun dünyasına neden bu kadar çok sempati duyuyorsun diyorlar bana. Neden Indie dediğimizde sana, akan sular duruyor? Her defasında aynı cevabı veriyorum arkadaşlar. Bir oyun, bağımsız geliştiriciler tarafından geliştirilmişse, o oyundan içine anne sevgisi katılmış kek tadı alırsınız. Ağızda kayar gider, tutamazsın. (Acıktınız mı, ben de acıktım. :D) What’s Yours Is Mine hakkında ilk kırıntılar düştüğünde medyaya, bu oyunun ses getireceğine dair ufak bir öngörüde bulundum kendi kendime. Bu gün oyunu oynarken, yanılmadığımı görüp, “ben demiştim!” diyorum gene kendime. (Bu arada oyuna ilk olarak 2010 Independent Games Festival’da rastlamıştık, en iyi dizayn ödülünü alırken.) Oyun, müdürünü “buradan kimse kaçamaz” derken hayal ettiğim bir hapishaneden kaçan sekiz kafadarı ve işledikleri suçları konu alıyor. Oyunun 30 bölümlük göz doyurucu içeriğinde ise, banka soymak eyleminin, yanında çocuk oyuncağı kalacağı taşkınlıklar yapıyoruz. Bir de, Reservoir Dogs havası aldım oyunda, yanılıyorsam söyleyin lütfen. :D 29 Monaco bize, seçim yapmamız için sekiz karakter sunuyor. Bu karakterlerin her birinin kendine özel yetenekleri var. Örneğin, Mole’u seçersek, duvarların altından çukur kazabiliyoruz. Ya da Locksmith’i alıp kapıları daha hızlı bir şekilde açabiliyoruz. Tabi, “doğru bölüm doğru karakter “ mantığını unutmayalım. Karakterin, özelliklerini etkin bir biçimde kullanabileceği bölümde boy göstermesi, işimizi bir hayli kolaylaştırıyor. Oyun mekaniğine şöyle bir göz atacak olursak, bize sunulan sekiz karakterden, sadece dördünün bir bölüm içerisine dahil olabildiğini görüyoruz. Bu dört adamla banka da soyuyoruz, adam da kaçırıyoruz, hem asıyoruz hem kesiyoruz, kısacası haydutluğun dibine vuruyoruz. Tabi biz her türlü taşkınlığı yaparken, oyun da öyle eli kolu bağlı durmuyor. Gerek özel kilit sistemleri, gerek bekçi köpekleri, polisler ve ayak sesinize uyanan güvenlikleriyle bizi kenara köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. (Beni bir hayli sıkıştırdılar, copla kafama vuranı da gördüm, üzerime şarjör boşaltanı da :D) Monaco’nun Level Design konusundaki başarısı da takdire değer. Oyunun, oyuncuya uyguladığı dirençte yakalanması zor bir kıvam var. Örneğin, peşinize takılan bir yapay zeka, sizi öyle kolay bırakmıyor, ama kaçamayacağınız kadar da zorlamıyor. Bölümlerin her biri, birden fazla çözümü olan puzzle’lara benzetilebilir. Yani bir bölümü bitirmek için izlemeniz gereken yol tamamen yaratıcılığınıza bırakılmış. Zorluk seviyesi ise, “çok zor bunaldım” ve “çok kolay sıkıldım” cümlelerini kurdurmayacak kadar dengeli. Ayrıca objelere yüklenen anlamlar, hikayeyi daha ilgi çekici kılıyor. Keşfettiğiniz her yeni şeyde, oyuna biraz daha bağlanıyorsunuz. Oyunda, kameralardan, ışıklardan kaçmaya çalışmak en mantıklısı. Fakat benim yakalanmadığım ışık, görüntülenmediğim kamera kalmadı. Ya ben kötü oyuncuyum, ya da oyun “aha yakalandık!” duygusunu insanlara yaşatmayı misyon edinmiş. Birincisini daha gerçekçi bulabilirsiniz, ancak ikincisi de akla uygun bence. :D Grafiklerin, oyunlar için önemini eminim ki hepimiz biliyoruz. Ancak grafikler bir oyun için her şey demek değil. Oyun mekaniği, grafiklerin çoğu zaman önünde olan bir kavram. Monaco’nun oyunu oynarken iyi mi kötü mü olduğuna bir türlü karar veremediğiniz grafikleri ise, iki cümle önce 30 söylediklerimi destekler nitelikte. Uyumlu renkler, ilk bakışta ne olduğunu bir türlü çözemediğiniz cisimler, kimine göre artılar, kimine göre eksiler… Ama derseniz ki , “Halil bırak tarafsız gibi davranmayı, fikrini özgür bırak!”. İşte o zaman, oyunun grafiklerinin de mekaniğinin de son zamanların en özgünleri olduğunu söylerim. Oyun mekaniğinde dikkatimi çeken bir diğer nokta ise, karakterimizin bir görüş açısına sahip olması. Oyun alanını üstten görmemize rağmen, karakterimizin göremeyeceği yerleri biz de göremiyoruz. Bu da oyuna çok ayrı bir tat katıyor. Monaco’da harika bir senaryo karmaşası var. Sanki tarihin tüm Reservoir Dogs, The Usual Suspects kafasında senaryoları alınmış, oyun senaryosuna, oyun mekaniğine uygulanmış ve önümüze sunulmuş gibi. Evet evet! Tam bir salatayla karşı karşıyayız. Monaco’yu tüketirken, Pac Man’ler, GTA2’ler ve daha niceleri çatalınıza takılacak. Ekmeksiz götürün!.. Afiyet olsun. :D Benden bu kadar arkadaşlar, anlat anlat bitmeyecek bir oyunu, anlatmayı nasıl sonlandırsam bilemedim. Annesi çağırınca oyunu terk eden çocuk gibi hissediyorum ama bu bir şey değiştirmiyor, gidiyorum. :D Monaco’yu geliştirdiği için Andy Schatz’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. İyi oyunlar arkadaşlar. 31 Ne kadar süre yaşayabilirsin ki ? Bağımsız yapımcı oyunları bu sene harika bir yükselişte, hatta doyamayıp arkadaşlarına da alanlar söz konusu. Malum bazen şöyle bir tepki ile karşılaşmak mümkün “ kanka o oyunu adamın biri yapmış iyi değildir bee ” işte bu oyun o oyun değil. Don’t starve biraz Minecraft tadında, kendine özgü grafikleri olan, oyun sistemi değişik harika bir oyun. Don’t starve aslında dışarıdan şöyle bir baktığınızda görsel sunum ile öne çıkan bir oyun, 2D ile 3D karışımı, kendine özgü grafik kodları olan, hayatta kalma mücadelesini bu tarz bir görsel sunum ile gerçekten bizleri etkileyebilmiş bir oyun. Oyunu yapan ekip hakkında bir araştırma yapınca karşıma ne çıksın ! Mark of the Ninja, Shank ve Eets oyunlarının yapımcıları, o zaman dedim ki tamam bu adamlar bu işin ehli. 32 Genel olarak oyun “ Ne kadar süre boyunca hayatta kalabilirsin?” mantığı üzerine kurulmuş. Yağmur çamur demeden yiyecek bulup, avcılık toplayıcılık yaparak geçim sağladığımız, geceleri çıkıp gelen canavarların saldırılarından kaçıp, hayatta kalmaya çalışırken kafayı yememeye çalışma Don’t Starve’nin ana konseptini oluşturuyor. Tabii sadece bunları yaparak yaşadığınızı mı sanıyorsunuz, yanıldınız, bunların yanında bin tane dert var başımızda. Örneğin ben bu oyunda öyle et ile filan uğraşmam arkadaş meyve yer yaşarım diyorsanız, sürekli meyve toplamanız gerekecek, tarlalar oluşturmanız gerekiyor. Yok ben öyle kodaman takılmam et yerim ben et, diyorsanız da tuzaklar kurup hayvanları tuzağa düşürmeli, onları avlamalı, balık tutup, arıları da kaçırmanız lazım. Ayrıca birde yakaladığınız hayvanı çiğ mi yiyeceksiniz, çiğ yemek istemiyorsanız bilim var bilim. Isıtabiliriz bilim ile, ne de olsa bilim ciddi bir iş. Oyunun dünyasında karşılaşacağımız tüm yaratıklar muhtemelen sizi öldürmeye yada yemeye yada her ikisini de yapmaya çalışacaktır. O yüzden silahlanmayı ve zırhlanmayı da eksik etmeyin. Don’t Starve’nin en önemli yanlarından birisi karakterinizi zihnen ve bedenen sağlıklı tutmak, bunun zihnen olan kısmı yaşamaya çalışırken karşılaştığınız zorluklarla ilgili, yani anlayacağınız karanlıkta durmayın, ateşi sürekli besleyin, ışığın olduğu yer iyidir. Her ne kadar zihnen ve bedenen kendinizi güçlü tutmaya çalışsanız da unutmayın ki oyunda bilim diye bir şey var. “Bilim makinesi” isimli bol kullanımlı bir araç yaratarak kendinize bir sürü prototip eşyalar, kullanışlı malzemeler yaratabilirsiniz. Bu makine ile yeni zırhlar, güçlü silahlar gibi bir çok şeyi yaratabilirsiniz. Zaten eğer çok güçlü silahlar, çok iyi zırhlar yapıyorsanız, baştan söylüyorum ya delirdiniz yada çok güçlendiniz. Bu süreçte oldukça hızlı gerçekleşen gece gündüz döngüsünü hesaba katarak çeşitli eşyalar bulup, bunları yeri geldiğinde kombine edip, yeri geldiğinde kullanarak yaşamınızı uzatmanız lazım. Eninde sonunda bir noktada pes edip ölüyorsunuz, bu olduğu vakit oyun ne kadar uzun süre hayatta kaldıysanız oyun onu hesaplayıp size belirli bir XP veriyor. 33 Don’t Starve, küçük ama büyük tesirli bir oyun. Aslında sadece dosya boyutu olarak küçük diyebilirim çünkü oyun dünyası gerçekten çok ama çok büyük, sürekli yeni şeyler keşfetmek ve bunların kullanım alanları ile ilgili kafa patlatmak inanılmaz eğlenceli, bu bakıma paranızın karşılığını sonuna kadar aldığınız nadir yapımlardan doğrusu. Gerçekten zor bir oyundan bahsediyorum, çoğu zaman çıldırıp kafayı yemeniz işten bile değil, üstelik bu çıldırış sadece oyun içi gerçekleşmeyebilir! 2013’ün en güzel bağımsız yapımcı oyunu olarak gördüğüm bu oyunu kaçırmayın diyorum. Bazı oyunlar vardır ki, kendilerine hatrı sayılır bir hayran kitlesi edinirler. Hatta bu oyunlardan çoğu, geliştiricilerinin kattıklarından çok, hayranlarının oyuna bir şeyler katması sayesinde uzun yıllar ayakta dururlar. Tabi bu tür oyunlara Splinter Cell’i örnek verirsem, sert geribildirimler alabilirim. Bu riski göze almıyorum ve bu tür oyunlara örnek olarak Resident Evil’ı veriyorum. :D Splinter Cell, sadece hayran kitlesi tarafından değil, oyunun türüne yabancı olan oyun severler tarafından da saygı gören bir oyun. Bu da, onun hakkında yazılan her kelimenin dikkatle inceleneceği anlamına geliyor. Bana sorarsanız, Ubisoft işte tam da burada zekasını kullanıyor ve oyunun reklamını basına ufak ufak sızdırılan haberlerle yapıyor. Blacklist, 20 Ağustos 2013’te bizlerle. 34 Oyunda 4. Echelon Ünitesi’nin Lideri, Sam Fisher’ı canlandıracağız. Sam abi karizmatik, Sam abi güçlü, yakışıklı, kaşlı, gözlü… E böyle alışıldık bir senaryoya da alışıldık bir kahraman yerleştirilecek tabi, başka bir çözümü olabilir mi hiç canım? Blacklist iki teröristin bir araya gelip başlattığı bir oluşum. Senaryoda işlenen amaçsa, Fisher ve takımının Blacklist’in gerisayımı tamamlanmadan, listedeki 12 terörist öldürerek gerisayıma müdahale etmek, yani Amerika’yı kurtarmak. Evet, gene kurtarlılıyorlar, her senaryoda kurtarılıyorlar. Bu kez kurtuldular diyoruz, yeni bir kurtarıcı kurguluyorlar, kendilerini tekrar tekrar kurtartıyorlar. İşte yeni kurtarıcımız da Fisher, hadi afiyetle yiyelim. Senaryo her ne kadar bir önceki oyunun devamı niteliğinde olsa da, oyun mekaniğine devrim niteliğinde bir çok özellik eklenmiş. Bunlardan duyurulan ve en çok ilgimi çekense Active Sprint. Bu özellik sayesinde karakterimiz, büyük bir esneklik ve hız kazanıyor. Kazandığı esneklik ve hızla, insanüstü hareket etmeye başlıyor. Açıklanan bir diğer özellik de Killing in Motion özelliği. Bu özellik ise Sam’in düşmanlarını işaretlemesi ve onlara yaklaştığı anda öldürücü vuruşlar yapmasını sağlıyor. Uygulandığında kameranın odağı değişiyor, zaman yavaşlamış hissi uyandırılıyor ve Sam’in ne denli psiko bir ölüm makinesine dönüşebileceği uygulamalı olarak gözler önüne seriliyor. Geçmiş serilere baktığımızda oyunun “Stealth” türünde bir oyun olduğunu görüyoruz. Yani, en son çareye dek düşmanı öldürme. Fakat Blacklist ile görünen o ki, oyun tam anlamıyla bir üçüncü şahıs aksiyona dönüşmüş. Bu değişimin Splinter Cell’e büyük katkılar sağlayacağını düşünenlerdenim. Splinter Cell: Blacklist, dünya genelinde PC, Wii U, PS3 ve Xbox 360 platformlarına, 20 Ağustos 2013’te aynı anda çıkıyor. Tarihi bir kez daha belirteyim istedim, iyi oyunlar. 35 Merhaba arkadaşlar; Bir önce ki sayımızda sizlere "DM" nedir.? onu açıklamaya çalıştım. Yine "DM" lik yapabilmek için biraz daha bilgi vereceğim. Ama, bu sefer biraz daha kısa keseceğim. Çünkü sizlere kısaca "METUCON" u anlatmak istiyorum. Ama ilk önce "DM" olmak için gerekli bir kaç yüz şeyden biri olan senaryoya uygun ırk seçimini anlatacağım. twitter.com/HormonluJelibon 36 Dungeon Master'ın kullandığı senaryoya uygun bir ırk seçilir. Örnek verecek olursam insan, cüce, elf, half-elf, half-orc gibi ve benzerleri. Her ırkın kendine has özellikleri vardır. Mesela cücelerin (Constitution) dayanıklılıkları daha fazladır ve genellikle büyüden ve büyücülerden nefret ederler gibi... seçeceğiniz ırkı iyi belirlemek önemlidir. Çünkü seçtiğimiz karaktere bürünebilmek ve onu yönetebilmek oyunun zevkini kat ve kat artırır.Half-orc seçip karizmatik davranmak boşunadır. Irkımızı seçtikten sonra sınıflarımızı seçeriz. Cleric, Barbar, Ranger, Paladin, Druid ve bir sürü farklı sınıflar vardır. Bu sınıflar sizin yeteneklerinizi belirler. Playerhandbook (Oyuncunun el kitabı) da ırkları ve sınıfları bulabilirsiniz. Bu kitap da oyuna başlangıç için gerekli olan ana bilgileri bulabilirsiniz. Detaylı bir şekilde incelerseniz çok işinize yarayacaktır. Ama size lazım olacak hemen hemen her bilgiyi aktarmaya çalışacağım. Sınıf ve Irklar konusunda daha fazla bilgi almak isterseniz frpnet.net den daha detaylı bilgiler bulabilirsiniz. 37 Ben de böyle detaylı anlatmak isterdim. Ama sayfalar yetmez anlatmaya. Karakterleri ve sınıfları hazırladıktan sonra artık oyuna başlayabiliriz. Ama bunun yanında generic olarak bir zar sistemi yaratmadıysanız karakterlerin yetenekleri aşağıdaki gibi hesaplanabilir. Örnek verecek olursak Hit Point (Can Puanı) için; Barbarian ----> d12 lik zar atar ve üstüne Con ayarını ekler. Ranger,Fighter,Paladin ---->d10 Druid, Monk, Cleric ---->d8 Rouge, Bard ---->d6 Sorcerer, wizard ---->d4 Gibi zarlarla karakterin canını ayarlayabiliriz. Tabi bunun yanında Ac (Armor Class), Initiative(insiyatif-öncelik) ve Base Attack Bonus(Temel Saldırı Bonusu), Saving Throw(Kurtarma Atışı) ,Reflex(Refleks), Will(İrade).. . gibi bir karakterin özelliklerini belirleriz. Tabi bundan sonra silahların ve zırhların kalkanların da verdiği zarar ve savunma bonuslarınıda bilmemiz gerekiyor. Bu bilgileride edindikten sonra geriye düşmanın karşısına çıkacak düşmanların güçleri ve yeteneklerini hazırlamamız gerekiyor. Bunun içinde "Monster Manual Book" a bakmamız gerekiyor.Bundan sonra başka bir şeye ihtiyacınız kalm ıyor.Dünyanız içinde ki yaratıklar oyuncular için karakterler yaratıldı artık oyuna başlaya biliriz. Evet artık sizlere büyük keyifle METUCON’u anlatabilirim. Peki nedir METUCON? Metucon, ODTÜ Bilim Kurgu ve Fantazi Topluluğu'nun düzenlediği conventiondır. Farklı şehirlerden onlarca insanın biraz FRP oynamak ve eski dostlarıyla güzel vakit geçirmek için geldikleri toplantıdır. METUCON’un bu sene ki teması "Yapay Zeka"ydı. Zaten girişte futuramadaki "Bender"ı görünce çok eğlenceli bir buluşmanın bizi beklediğini anlamıştım. Neyse "METUCON" a erkenden standımızı kurmak için gittim. ODTÜ de Murat'la buluşup standı kurduktan sonra 42 numaralı masa var mı? diye FRP masalarını gezdim. (her sene masa numarasını alma gibi bir adetim olduğu için ) ama bulamadım. Her standda ayrı bir eğlence beni bekliyordu. Board Game'lerden sıkıldığımda, Munchkin oynamaya geçtim.Kalkıp biraz Tekken, Naruto,Injustice,Marvel vs Capcom da biraz dayak yiyip küçük bir izinle Dota oynayıp biraz Magic cardlara dadanıp oradan zırh örmeyi öğrenmeye geçtim.Sonrasında da FRP masalarında bol kahkahalı eğlenceli vakit geçirdim.(evet arkadaşların masalarına oturup oyunlarına girmeye çalıştım =)) ) 38 Birinci gün böyle ikinci gün ise tam gaz olmasa da (After parti yüzünden =P) yine aynı eğlence dozajıyla devam ettim.Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı gördüm.Güzel fantastik sohbetler ettik, güzel oyunlar oynadık.Gelecek sene umarım yine aynı kalitede ve güzellikte" METUCON" devam eder.. PS: 42 numarayı bulamamış olabilirim ama en azından benderi aldım =) Bir ay aradan sonra Merhaba Arkadaşlar, Bu sayımızdan itibaren bir süre sizlere DOTA 2'yi anlatacağım.Yani bir nev'i DOTA 2 rehberinizi hazırlamaya çalışacağım. Ve Valve efsaneyi devam ettiriyor DOTA 2. Peki nedir bu DOTA 2 ? DOTA 2'yi anlatmadan önce, ilk olarak DOTA'yı anlatmak gerekir herhalde.Çünkü DOTA, MOBA (Multipayer Online Battle Arena) türünün atalarından biridir. "Warcraft III" için yapılmış bir oyun modudur. " Warcaft III " deki iyi ve kötünün savaşıdır. Oyunun mekaniği bir çok yeni nesil oyunlara ilham olmuştur. Bunlardan ilk akla gelenler "League of Legends ve Heroes of Newerth" olacaktır herhalde. 39 DOTA 2'ye gelecek olursak, orjinal DOTA'ya sadık kalarak aynı mekaniği en yakın skinsleri kullanarak (Tauren Chieften hariç) orjinal DOTA' nın atmosferini bozmadan daha güçlü görsel efektler ve seslerle oyuncuları tatmin edecek seviyede bir oyun çıkardılar. (en azından benim için öyle wind runneri her öldürdüğümde Why do you hate gingers so? Demesi beni derinden etkiliyor. ) Peki bu DOTA nasıl oldu? DOTA'nın geliştiricisi IceFrog, 2005 yılından beri oyunu geliştirmeye devam ederken, bir gün Valve tarafından kapısı çalınıp DOTA 2 teklifiyle DOTA, bir Warcraft III haritasından çıkıp başlı başına bir oyun oldu. Peki DOTA 2 niye bu kadar başarılı. DOTA 2'yi diğer Free to play (F2P) oyunlardan ayıran en önemli özelliği , para ile alınan eşyaların oyun dinamiğine herhangi bir etkisinin olmamasıdır. Tüm Herolar açıktır. LOL ve HON gibi herosuzluktan acı çekmeden tüm heroları seçip oynanabilir olması, oyuna yeni başlayanları daha heyecanlı kılar. Eşyalara geçecek olursak, Valve marketinden satın alınabilen söz konusu eşyalar, sadece kahramanların kozmetiğine tesir etmektedir. Eğer bu kozmetik ürünlerine çabucak ulaşmak gibi bir aceleniz yoksa, oynadığınız her maç sonrasında belirli bir şansla bu eşyaları kazanma şansınız olabilir ve her level atladığınızda garanti olarak bir item kazanıyorsunuz.Bu durum da oyuncuları daha fazla oyun oynamaya itiyor.(Invokerın magus setini gördükten sonra ne demek istediğimi anlarsınız =)). Bu DOTA 2'de para vermeden ulaşamayacağınız bir eşyanın olmadığı anlamına geliyor. DOTA 2 LOL ve HON gibi sizi para ödemeye zorlamıyor. Bu durum da herhalde oyunun en büyük artısı oluyor. Bu özellikler bir oyuncuyu DOTA oynatmaya yetiyor bence. Tüm heroların açık olması, gelişmiş görüntüler, eğlenceli seslendirmeler, ara yüzün kullanabilir olması ve hala betada olup kendisini geliştirmesi de diğer bir özelliğidir. Yeni oyuncular için kısaca DOTA 2'yi anlatacağım. "DOTA 2" iki takımdan oluşur. Her takımda 5 oyuncu olur ve her oyuncu seçmiş olduğu tek bir kahramanı kontrol eder. Şu an için seçebileceğiniz 100 farklı kahraman yer almaktadır(101.Hero Tauren Chieften ki bu hero 15 inden önce çıkması gerekiyor=)). Çıkması beklenenlerle birlikte toplam 110 kahraman DOTA 2' de yer alacaktır. Her kahraman en az dört yeteneğe sahiptir. 40 Bu yeteneklerin ilk üçü genel yetenekler iken, dördüncü yetenekler ultimate ( ulti) olarak adlandırılır. Ulti, kahramanın genellikle en güçlü ve belirleyici yeteneğidir. Haritada 3 koridor yer alır; alt koridor (bot lane), orta koridor (mid lane) ve üst koridor (top lane) olarak adlandırılır. Genel olarak; alt koridorda 2 oyuncu, orta koridorda 1 oyuncu ve üst koridorda 2 oyuncu yer alacak şekilde takımlar belirlenir. İstisnai durumlarda eğer takımınızda mesela ormancı (jungler) kahraman olmadıkça veya aynı koridorda 3 oyuncu oynamadıkça takımların koridorlarda yer alışı bu şekildedir.Creepler (Sizin tarafınızdaki barakadan çıkan yaratıklar) ve düşman oyuncuları öldürerek tecrübe puanı ve altın kazanırsınız. Kazandığınız tecrübe puanı ile seviye atlayıp yeni yeteneklerinizi öğrenirken kazandığınız altınlar ile eşyalar satın alırsınız. Oyunu kazanabilmeniz için karşı takımın ana binasını (ancient) yok etmeniz gerekir. Tabi bunu yapmak için oyuncularını öldürerek üstünlük sağlamanız gerekiyor. Bunun yanı sıra karşı takımın kulelerini, barakalarını yok etmelisiniz ki son binaya ulaşabilesiniz. Ve en önemlisi DOTA 2 bir takım oyunudur. Kişisel becerileriniz size katkı sağlar ama, takım oyununuz yoksa oyunu kazanma şansınız düşüktür. Takım olarak uyumlu oynayabildiğiniz müddetçe oyunu kazanabilirsiniz.Gelecek hafta size DOTA 2'yi biraz daha anlattıktan sonra Hero'ları anlatacağım. Hangi Hero nasıl oynanır.? Turnuvalarda, düz maçlarda nasıl oynanır.? Bunları edindiğim bilgilerden anlatacağım.Lütfen yorumlarınızı bana mail olarak atın. Sayenizde DOTA'yı daha güzel tanıtabilirim. DOTA’lı günleriniz bol olsun.... Merhaba arkadaşlar. Akıllı telefonlardan sonra tabletler de piyasayı kasıp kavurmaya başladı. Bu ay sizin için Samsung’un Galaxy Note 10.1 ürününü inceledim. Galaxy Note 10.1 şu anda en çok tutulan tabletler arasında. Kesinlikle çok optimize bir alet olmuş. Yok hocam bu bana biraz büyük, ben bunu taşıyamam derseniz, Samsung geçtiğimiz günlerde bu cihazın 8 inçlik versiyonunu da piyasaya sürdü. Birkaç özelliği dışında çok bir değişikliği yok. 8 inçlik versiyonu pil hariç donanım olarak 10.1’den birazcık daha iyi. Genel olarak baktığımızda hem okul hayatı hem de profesyonel hayat için biçilmiş kaftan. Memnun kalacağınıza eminim. Galaxy Note 10.1 Genel Özellikler 1.4 GHz dört çekirdekli Exynos 4412 işlemci//10.1 inç WXGA 1280×800 PLS TFT ekran //16 milyon renk Hareket Sensörü Dijital Pusula // Jiroskop 5 MP(LED flaş ve otomatik odaklama 4X zum) // 1.9 MP kamera. 30 fps 720p video kayıt // 16/32/64 GB dahili bellek // Micro SD slot // USB 2.0 // Bluetooth V4.0 // Wi-Fi 802.11 a/b/g/n (2.4 & 5 GHz), Wi-Fi Direct // 262.7×180.3×8.9 mm // 600 gram // LiIon 7000 mAh pil // 30 pinlik özel Samsung bağlantı arabirimi // Android 4.0 ICS - 4.1.2 JB yükseltilebilir // 3.5mm kulaklık girişi // Touchwiz arabirimi // Adobe® Photoshop® Touch // Akıllı Bekleme //S Pen 41 Kutu içeriği Ürünün kutusundan Galaxy Note 10.1 tablet, bir adet şarj aleti, bir adet kulakiçi kulaklık ve bilgisayara bağlantı gerçekleştirebileceğiniz 30 pin to USB kablo çıkıyor. Tasarım Cihazı tasarım yönünden ele alacak olursak, hoş ve iyi bir tasarımı olduğunu söyleyebiliriz. Cihazın ön kısmında 2 adet hoparlör bulunuyor. Bazı üreticiler bu hoparlörleri tabletlerin arka kısımlarına koyuyorlar, önde olması bence çok daha mantıklı çünkü tablet ortama değil size hitap ediyor. Ayrıca siz kendinizi bir tablet üreticisi olarak düşünürseniz, hoparlörleri koyabileceğiniz daha mantıklı bir yer bence yok. Hoparlörlerin kalitesi ve gücü gayet iyi. Cihazın en önemli özelliği ve benim tercih etmemdeki başlıca sebep olan Stylus (S pen)’in sağ altta konumlandırılması da tasarım yönündeki artıları arasında. Solak olmayan kimse bu kalemi çıkarma-takma konusunda sıkıntı çekmeyecektir. Başlarda kalemi çıkarmakta biraz zorluk çekebilirsiniz fakat daha sonra anlayacaksınız ki, bu aslında kalemin zırt pırt düşmemesi için alınmış olan güzel bir önlem. Galaxy Note 10.1 ülkemizde inci siyahı ve inci beyazı olmak üzere 2 renk ile satışa sunulmuş durumda. Cihazın ekran açma tuşundan tutun da, ses açma tuşlarına, 3.5 mm ses jakı ve kızılötesi yani hemen hemen tüm kontrol birimleri üst kısımda yer almakta.30 pinlik arabirim jakı ve Stylus ise cihazın alt kısmında konumlandırılmış. Cihazın ön yüzünde 1.9 megapixellik bir ön kamera bulunuyor, 720p video kayıt yapabiliyor(iPad 3’ün ön kamerası 480p video kaydı yapabiliyor). Ön kameranın performansı gerçekten güzel, internet üstünden görüntülü görüşmek için uygun. Arka yüzünde ise 5 Megapiksellik, 30 fps’de 720p kayıt yapabilen LED flaşlı bir kamera daha bulunuyor. 1080p kayıt yapamaması bu cihaz için eksiler arasında. 600 gramlık ağırlığıyla gayet hafif. Ayrıca iPad 3’ten de 52 gram daha hafif. Ağırlık gün geçtikçe daha önem kazanan bir konu, zira insanlar artık notebook taşımaktan yoruldu. Bugün adaptörü hariç bir notebook ortalama 2.5 kg. Adaptörünü de dahil edersek 3+ kilolara rahatlıkla çıkılabiliyor. 3 kilo yükü bir çocuğun sırtına yükleyemezsiniz ama 600 gramlık bu tableti çocuğunuza verip onun hem mutlu edebilir hem de bel sağlığını koruyabilirsiniz. Fakat sonrasında akşamları oturma odasında otururken anne-babanıza ufak şakalar yapabilirsiniz. :) S pen (Stylus) Öncelikle Stylus’ı sizin için biraz açalım. Nedir bu Stylus? Stylus Samsung’un Note serisindeki cihazlarda kullanmak üzere ürettiği özel bir kalemdir. Stylus ile Note ailesi mensubu herhangi bir Android cihaza ekrana dokundurarak veri girişi yapabilirsiniz. Fakat bu kalemi başka bir dokunmatik cihazda kullanamazsınız. Ayrıca Stylus, çalışmak için pile ihtiyaç duymuyor. Stylus yerinden çıkarıldığında cihazın sağ kısmında bir menü açılıyor. Bu menüde Stylus’ı kullanabileceğiniz birkaç program var. Hatırlatalım, piyasada bu uygulamalar haricinde, gerek not tutmak, gerek resim çizmek için başka programlar da mevcut. Fakat cihazın içinde gelen programlar da gayet yeterli. Bu uygulamalardan biri de S Not. Smart Remote Bu yazılım ile cihazın üst kısmında yer alan kızılötesi modülüyle televizyonunuzu kumandaya ihtiyaç duymadan kontrol edebilirsiniz. Şunu belirtmeliyim, bu özelliği kullanabilmek için televizyonunuzun marka ve modelini programda belirterek internetten bir download yapmanız gerekiyor. 42 S Not ile isterseniz hem parmak hem kalemi kullanabiliyorsunuz, isterseniz parmak algılamayı devre dışı bırakıp sadece kalem ile not alabiliyorsunuz. Bildiğiniz defter gibi yani. Hatta pdf vb. dosyaları taşıyabildiğinizle oranladığınız zaman çok daha pratik olduğunu görebilirsiniz. Türkçe karakterleri algılayabiliyor. Bu çok önemli bir özellik, zira bu özellik olmasaydı muhtemelen Stylus’ın bir anlamı kalmayacaktı. Ayrıca cihaz, el yazınızı algılamada gittikçe kendini geliştiriyor ve bir süre sonra harf kaçırmaz hale gelebiliyor. Samsung gerçekten çok güzel bir iş çıkarmış. lanmış bir ögeyi yapıştırır gibi bir yere basılı tuttuğunuzda panodaki verileri kullanabiliyorsunuz. Ayrıca seçmiş olduğunuz resmi kalem ile o anda multiscreen olarak açık bulunan başka bir yazılımda da kullanabiliyorsunuz. S Not yazılımı geliştirilirken öğrenciler de düşünülmüş. Öyle ki, matematiksel formülleri girebileceğiniz ve bu formülleri tanıyıp otomatik olarak düzelterek giren, hatta dikdörtgen, üçgen gibi birçok geometrik şekli siz çizdiğinizde algılayıp otomatik olarak düzelten modüle de sahip. Unutmadan belirtelim; yazı yazarken Stylus’ı kullanmak zorunda değilsiniz. İsterseniz sanal klavye ile de veri girişi yapabilirsiniz. Ekran S Not ile girdi olayını gerçekleştirirken, isterseniz kendi el yazınızı olduğu gibi kaydedebilir, isterseniz el yazınızı yazarken eş zamanlı olarak fonta çevirmeyi seçebilirsiniz. Stylus’ın bir diğer özelliği ise, üzerinde bulundurduğu tuş sayesinde hangi ekranda olursanız olun, başlangıç ve bitiş noktası aynı olan bir şekil çizdiğinizde (çember olmaz zorunda değil) o şeklin içindeki kısmı resim olarak geçici belleğe(panoya) alıyor ve bunu ister eposta olarak yollayabiliyor, ister S Not içinde kullanabiliyor, ister Bluetooth ile başka bir cihaza aktarabiliyor, ister Dropbox ya da Google Drive gibi bulut depolama merkezlerine aktarabiliyor ve daha saymadığım birçok işlemi gerçekleştirebiliyorsunuz. Bitmedi, bu resim panodan silinmediği sürece kalıyor yani siz bu işlemi birden fazla kez gerçekleştirseniz bile bu resimler kaybolmuyor. Siz kopya- 43 Samsung, Note 10.1’de tüm amiral gemisi ürünlerde tercih ettiği gibi, yine kapasitif ekran tercih etmiş. İyi de etmiş. Bildiğiniz gibi kapasitif ekranlar çok pil yer. Ancak 7 amperlik pili sayesinde ekranın ışığını biraz kıstığınız zaman 10+ saat gibi sürelerde bu tablet üstünde çalışabilirsiniz. Ekran da Samsung’un en başarılı olduğu alanlardan biri olduğundan, çoğu zaman parlaklık ayarını yarıya bile getirme ihtiyacı hissetmiyorsunuz. Ekran çözünürlüğü rakiplerine göre düşük olabilir fakat ekran yine de çok canlı ve kesinlikle işinizi görecek cinsten. Zaten bence gözün algılayacağı düzeyden üst düzeyde ekranlar üretmek sadece maliyeti artırıyor. Onun yerine şu ekran-pil tüketimi olayını çözseler çok daha faydalı olur. (Üretici firmalara da gönderme yapmış olalım.) Samsung yine yapmış yapacağını, Note 10.1’e çoklu ekran özelliği koymuş. Peki nedir bu özellik? Siz bu özelliği seçtiğinizde ekran ortadan ikiye bölünüyor ve 2 ekranda aynı anda çalışabiliyorsunuz. Dahası isterseniz bu ekranları küçük pencereler haline getirerek, aynı bilgisayarlardaki gibi küçük pencereler içinde çalışabiliyorsunuz. Dipnot: Hem güç tasarrufunu açar hem de ekran ışığını otomatiğe alırsanız, ekran ışığı inanılmaz derecede düşüyor. Ekstralar ze kurarak telefonunuzu rahatlatabilirsiniz. 1.4 GHZ Exynos 4412 işlemcisi ve 2 GB RAM’i ile Samsung gerçekten güzel bir işçilik ortaya çıkarmış. Cihaz Mali400 GPU barındırıyor. Cihazın benchmark testlerinden aldığı puanlar ise şöyle: AnTuTu: 12,660 // BrowserMark: 163,764 CF-Bench: 24,323/7,009/13,934 Quadrant: 5,829 // Vellamo: 2,445 Cihazın bir diğer özelliği ise, örneğin arkadaşlarınızla çekildiğiniz bir fotoğraf olduğunu düşünün. Bu fotoğraftaki yüzleri algılayabilirse, o fotoğrafı arkadaşınızla çok kolay bir şekilde paylaşıyorsunuz. Sonuç olarak cihazın kesinlikle kullanıcı dostu olduğunu söyleyebilirim. Ürünün 3G versiyonunda cihazı telefon olarak kullanamıyorsunuz. Yani cihaz sim kartı sadece mobil veri (internet) amacıyla kullanıyor. Ürün şu anda Android 4.1.2 versiyonuna kadar güncellenebiliyor. S planner programı ile kendi takvim notlarınızı oluşturabiliyorsunuz. Cihaz ayrıca Adobe Photoshop Touch yüklü olarak geliyor, bu da demek oluyor ki, artık resimlerinizde ufak tefek düzenlemeler yapmak için bir bilgisayar arayışına girme ihtiyacınız yok. Ayrıca isterseniz microSD kart ile dahili 16 GB olan belleğe, 32 GB’a kadar destek çıkabiliyorsunuz. Cihazın pili idareli kullanabilmesi için güç tasarrufu adlı bir mod var. Bu modda CPU gücü vb. sınırlandırılıyor ve pil süresi uzatılıyor. İyi düşünülmüş. Performans yönünde günlük kullanım esnasında aman aman bir düşme olmuyor. Ayrıca şunu da belirtelim, cihazın üstünde dahili bir radyo alıcısı bulunmuyor. Bu da sizi TuneIn Radio gibi uygulamalar muhtaç bırakıyor. Performans Cihazın performansı gayet güzel. Öyle ki, eğer Android işletim sistemli bir cep telefonunuz varsa ağır uygulamaları tabletini44 Artılar - Eksiler + Stylus + Diğer cihazlarda olmayan yazılımsal gelişimler (Çoklu ekran, pencerelerle çalışma …) + 2 GB RAM + 32 GB’a kadar microSD desteği - 1080p kayıt yapamaması - Akranlarına göre düşük ekran çözünürlüğü - Cihazın telefon olarak kullanılamaması - microUSB arabirimi yok (ayrıca dönüştürücü aparat satın almanız gerekiyor) Sonuç Eğer okul-iş hayatımda bir tablete ihtiyacım var, ara sıra da oyun oynarım diyorsanız kesinlikle bu tableti tercih etmelisiniz. Bu cihaz sizi tatmin etmediyse veya ben sadece oyun oynayacağım diyorsanız donanımsal olarak daha gelişmiş olan diğer modellere (Nexus 10, iPad 3) göz atabilirsiniz. Cihaz güvenilir internet sitelerinde 1050 TL’den başlayan fiyatlarla satılıyor.
Similar documents
Çürümenin Muhteşem Anıtları Beautiful Monuments of Decay
kavrayabilmek için geriye kalan yollardan birisi. İşte tam da bu yüzden sanat insanın tüm hayatını zenginleştiren bir olgu çünkü hayat boyu öğrenmeyi gerekli kılmakta. Bu bağlamda sanat bir sosyal ...
More information