2013 / 2 - Ankara Barosu
Transcription
2013 / 2 - Ankara Barosu
ISSN 1306-2867 Basım Tarihi Aralık, 2013 – ANKARA, 2.500 Adet Sahibi Ankara Barosu adına Başkan Avukat Sema AKSOY Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Av. Sami Saygın YAZICIOĞLU Genel Yayın Yönetmeni Av. Mehmet A. TOKER, Av. Soner ALPER, Av. Erdem BİRSEN Yayın Alt Kurulu Başkanı Av. Soner ALPER, Stj. Av. Beyza UYGUN Yayın Alt Kurulu Stj. Av. Selcen BAYÜN, Stj. Av. Delil CENGİZ, Başkan Yardımcıları Stj. Av. Müslüm KÖSE, Stj. Av. Onur YAYLACI Yazman Stj. Av. Şeyma SAĞDIÇ Grafik – Tasarım Ali Kemal ÇERŞİL Kapak Fotoğrafı Av. Emre ÖNDER Fotoğraflar Baro Arşiv, HG Arşiv, Çağlar AKPINAR, Av. Soner Alper, Av. Emre ÖNDER, Stj. Av. Emre Burak ONAT Basım Yeri Salmat Bas. Yay. Amb. San. ve Tic. Ltd. Şti. Sebze Bahçeleri Cad. (Büyük Sanayi 1. Cad.) Arpacıoğlu İşh. No: 95-1 İskitler/ANKARA Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50 Yönetim Yeri ABEM Ihlamur Sk. No: 1 Kızılay / ANKARA Dağıtım Ankara Barosu Bilgi Belge Merkezi T: 0.312 416 72 37 • [email protected] İletişim Adresi Ankara Barosu Başkanlığı Adliye Sarayı Kat: 5 Sıhhiye / ANKARA T: 0.312 416 72 00 • F: 0.312 309 22 37 www.ankarabarosu.org.tr Yayın Danışmanları Av. Soner ALPER, Av. Fatma ÖNAL, Av. Erdem BİRSEN, Av. Kemal Cihat BİNİCİ Yayın Alt Kurulu Stj. Av. Beyza UYGUN Stj. Av. Selcen BAYÜN Stj. Av. Delil CENGİZ Stj. Av. Müslüm KÖSE Stj. Av. Onur YAYLACI Stj. Av. Şeyma SAĞDIÇ Stj. Av. Başak AKGÜN Stj. Av. Sercan ARAN Stj. Av. Erdal ARAP Stj. Av. Cansu AVCI Stj. Av. Saruhan Gence BAŞARAN Stj. Av. Serkan CAVAKLI Stj. Av. Seher ÇERÇİ Stj. Av. Burcu DEĞİRMENCİOĞLU Stj. Av. Feride CANBOLAT Stj. Av. Diler EMİROĞLU Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER Stj. Av. Güliz GENÇ Stj. Av. Adem GÜMÜŞ Stj. Av. Hatice KARACA Stj. Av. Ahmet TETİK Stj. Av. Kubilay KÖSEOĞLU Stj. Av. Mustafa TOKLUOĞLU Stj. Av. Emre Burak ONAT Stj. Av. Okan UZUN Stj. Av. Samet Can OLGAÇ Stj. Av. Gülsüm YİĞİT İletişim [email protected] 6 AVUKAT SEMA AKSOY İLE RÖPORTAJ 22 HUKUK FAKÜLTESİNİN KANTİNİNDEN MEZUN OLMAK 34 RADYODA AKŞAMÜSTÜ ŞARKILARI 53 ŞİİR 62 VI. STAJYER AVUKATLAR KURULTAYI 2 Hukuk Gündemi | 2013/2 12 İLKLERYAZI DİZİSİ ANKARA BAROSUNUN ÖNCEKİ BAŞKANLARI 24 YENİ BİR İLİŞKİ TÜRÜ: KAMU – ÖZEL ORTAKLIĞI 36 YİTİRDİKLERİMİZİ UNUTMAMAK İÇİN: 6-7 EYLÜL OLAYLARI 54 SLAVOJ ŽIŽEK 69 DİSİPLİN KOVUŞTURMASINDA AVUKATIN SAVUNMA HAKKI 19 ARABULUCULUK 28 HASAN YÜKSELİR İLE RÖPORTAJ 46 HAKSIZ TUTUKLAMA 59 HAYBEDEN DİDİŞİYORUZ 72 PROF. DR. YAHYA KAZIM ZABUNOĞLU İLE RÖPORTAJ Fotoğraf: Av. Soner ALPER 78 MERHABA YEĞEN – TUNCEL KURTİZ 86 NEJAT UYGUR ANISINA 96 ULUSLARARASI HAVA HUKUKU 80 İNSAN HAKLARININ YILMAZ SAVUNUCUSU NELSON MANDELA 89 TAKSİM TRİO 101 RUHUMDAKİ MÜZİĞİN EZGİLERİ 85 PİRAYE 92 ÇOCUK İZLEM MERKEZİ 106 ANKARA BAROSU SAĞLIK HUKUKU KURULU 110 25 KASIM - KADINA YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI DAYANIŞMA GÜNÜ 2013/2 | Hukuk Gündemi 3 Değerli Meslektaşlarım, Hukukun adeta bir öç alma mekanizması olarak kullanıldığı ülkemizde hukukun ve çoğulcu demokrasinin temel unsurlarının herkes tarafından bilinmesi ve içselleştirilmesine her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu açıktır. İşte bu nedenle, Türkiye’deki hukuk gündeminin her anlamda tartışılabildiği geniş bir platform olma özelliği taşıyan 8. Uluslararası Hukuk Kurultayımızın ana başlığını, “Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü ve Savunma Hakkı” olarak belirledik. Türkiye’nin bir dizi seçime yaklaştığı bu dönemde, demokrasilerde sandığın yeriyle ilgili tartışmaların da alevlendiğini görüyoruz. Hukuk Kurultayımızda, “Demokrasi, Siyasi Partiler ve Seçim Sistemleri”, “Demokrasi ve Yerel Yönetimler” ve “Katılımcı Demokrasi ve Sivil İtaatsizlik” konularını değerli katılımcılarımızla birlikte tartışmaya açıyoruz. Her ne kadar çeşitli sebeplerle, ülke gündeminin alt sıralarına doğru gerilemiş olsa da, “Türkiye’nin Anayasa Arayışı” devam etmektedir. Temel hak ve özgürlükler bağlamında anayasanın tartışmaya açılacağı oturumlarımızla, toplumun bütün kesimlerince benimsenmiş, katılımcı, şeffaf ve demokratik bir anayasa arayışına katkı koymayı amaçladık. Yargıya güven duygusunun her geçen gün derinden sarsıldığı bir ortamda mesleğimizle ilgili sorunlarımız da katlanarak devam ediyor. “Avukatların ve Baroların Geleceği” ana başlıklı oturumlarda, hem mesleğimizin ve barolarımızın şu anki mevcut durumunun fotoğrafını çekmek, hem de ileriye dönük olarak neler yapabileceğimizi görerek stratejik bir değerlendirme ortamını oluşturmayı hedefledik. Kurultayımızda ayrıca hukuk sistemimizde yeni bir hak arama yolu olarak karşımıza çıkan “Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru” konusu da ele alınıyor. Bireysel başvuru hakkının etkili bir şekilde kullanılmasını sağlamak amacıyla düzenlediğimiz oturumların önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz. Öte yandan, AYM’nin bireysel başvuru dosyalarında verdiği kararlarla daha da tartışılır hale gelen uzun tutukluluk ve adil yargılanma konusuyla ilgili temel tartışmaları da, “Hukuki Güvenlik ve Adil Yargılanma” üst başlıklı oturumlarda değerlendireceğiz. Yeni hukuk alanlarıyla ilgili yapılacak çalışmaların da özellikle genç meslektaşlarımızın gelecek meslek hayatlarına olumlu yönde katkı koyacağını düşünüyoruz. Söz konusu alanlardaki bilgi aktarımının önemini gözeterek, “Uluslararası Göç Hukuku” ve “Elektronik Haberleşme Hukuku” konularını ana başlıklarımız olarak belirledik. Temel insan haklarını her yönüyle ele almayı hedeflediğimiz Kurultayımızda, “Çocuk ve Adalet” konusunu UNİCEF ile birlikte düzenlediğimiz oturumlarda tartışmaya açacağız. Ayrıca, giderek yoğunlaşan “Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği” ile igili tartışmaları da temel insan hakları bağlamında Kurultayımıza taşımayı uygun gördük. Kurultay programında ayrıca, hukukun hemen hemen her alanına ilişkin değerli katılımcılarla birlikte yapacağımız çalıştaylarımız da yer alacaktır. Çalıştaylarımızda idare hukukundan, ticari sırra kadar pek çok değişik alan ve konuda toplantılar düzenlenecektir. Türkiye’nin ve özellikle Avrupa’nın hukuk gündemindeki ilgili tartışmalara olumlu katkı koyacağına inandığımız Uluslararası Hukuk Kurultayımıza katılmak üzere hepinizi 8-10 Ocak tarihleri arasında TBB Av. Özdemir Özok Kongre Merkezi’ne bekliyoruz. Saygılarımla, Avukat Sema AKSOY Ankara Barosu Başkanı 2013/2 | Hukuk Gündemi 5 ANKARA BAROSU BAŞKANI AVUKAT SEMA AKSOY İLE RÖPORTAJ Stj. Av. Beyza UYGUN – Stj. Av. Selcen BAYÜN – Onur YAYLACI Stj. Av. Delil CENGİZ – Stj. Av. Müslüm KÖSE – Stj. Av. Şeyma SAĞDIÇ H ukuk devletine ve yargı bağımsızlığına yönelen her türlü saldırının karşısında kararlılıkla duran, hizmet etmekle yükümlü olduğu on bin seçkin avukatın gücünü arkasına alarak mücadele veren, toplumun bütününü ilgilendiren gelişmelere kayıtsız kalmayan, Türkiye’nin gündemini takip eden, gerekirse gündemini belirleyen, hukuksuzlukların üzerine giden lider Ankara Barosunun ilk kadın başkanı Avukat Sema AKSOY ile avukatlık stajı ve baro başkanlığı üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Ankara Barosunun ilk kadın başkanı seçildiniz. Kadınların insan kabul edilmek için savaştığı bir ülkede kadın bir baro başkanı olmak size ne hissettiriyor? Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinin barosunda, bugüne kadar olan bir eksikliğin giderilmiş olması, beni çok mutlu etti, çok onurlandırdı. Biz avukatlar kendimizi kadın ya da erkek avukat diye tanımlamayız. Ama kadın-erkek eşitliğine yakışmayan bir tabloyu gidermiş olduk. Kadınların her alanda görev alması, toplumsal duyarlılığı, toplumun bütünleşmesini ve şiddet dilinin yok olması açısından önemli. Aslında bakacak olursanız her yerde mücadele verip, geri planda kalan kadınlarımız. Ama ön plana çıkmaya bazen cesaret edemeyip, bazen çıktığı anda da karşılaştığı engellerden dolayı geri adım atmak zorunda olan kadınlarımız. Seçildiğimde bunların hepsi benim gözümün önünden geçti. Gerçekten Cumhuriyet’in başkentinde olmamız ve bu anlamda bir kadın olarak, bir kadın hukukçu olarak burada böyle bir teveccühle seçilmem beni inanılmaz onurlandırdı. Türkiye nüfusunun yarısını kadınlar oluşturmaktadır. Buna rağmen, kadınların ekonomiye katılımında dünyada sondan dördüncü sırada yer almaktayız. Birçok kadın, güvencesiz, sendikasız, esnek ve aynı işi yaptığı erkek işçilerden daha düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Aynı işte, aynı işi yaptıkları halde pek çok kadın, erkek işçilerin ücretlerinin yarısını dahi alamamaktadır. Meslekte yükselme ihtimali zayıf olan kadınlar ne yazık ki yönetim kadrolarında da yer bulamamaktadır. Yönetim kadrolarına gelebilen kadınlar ise “haber” değeri taşımaktadır. Kadınlar, çağdaşlaşmanın ve demokratikleşmenin öncüsüdür. Çocuklarımızı yetiştiren kadınların bilinçlenmesi, iş yaşamı içerisinde olması aslında 2013/2 | Hukuk Gündemi 7 geleceğimizin de güvencesidir. Geleceğimizi teslim ettiğimiz kadınlarımıza değer vermeyi ve onları korumayı hep birlikte başarmamız lazım. Kadın duyarlılığı, disiplini ve çalışkanlığının bundan sonra Türkiye’ye damgasını vurması gerekiyor. Demokrasiye ancak ve ancak kadınların ekonomi, siyaset, yargı ve idare başta olmak üzere her alanda yüksek oranda temsiliyle ulaşılabilir. Avukatlık gibi zor bir mesleği tercih etmenize neden olan nedir? Çocukluğumdan beri haksızlıklara hiçbir zaman tahammül edememişimdir. Haksızlıklara karşı insanları savunmak beni mutlu etmiştir. Bu nedenle öğrencilik yıllarım da dahil olmak üzere hiçbir zaman başka bir mesleği düşünmedim. Ayrıca bir hukuk devletinde hukuk mesleğini icra etmek, bir kadın olarak öncelik verdiğim bir husustu. Avukatlık stajına başladığınızda kaç yaşındaydınız? Bizimle paylaşmak istediğiniz staj anılarınız var mı? Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra hemen Ankara Barosunda staja başladım. 21 yaşındaydım. Avukat yanı stajımı devam ettirirken bir gün bana hacze gitmem gerektiği söylenildi. Haciz mahalli Demetevlerde bir apartmanın 8. katı. Asansör yok. Hep beraber büyük bir gayretle eve ulaştık. Haciz yapacağız diye içeriğe girdiğimizde karşılaştığımız tablo boş bir ev, bir odada elektrik sobasının etrafında oturan çocuklar, elektrik sobasının üstünde de yemek pişiyor. Manzara karşısında donup kaldığımı hatırlıyorum. İcra memurunun, “Evde de hiçbir şey yokmuş. Hadi gidelim” sesiyle kendime geldim. İcra memurunun ve görevlilerin dışarı çıktıklarından emin olduktan sonra çantamdaki paranın hepsini çocuklara verip çıktım. Baktım ki ben bu işi beceremeyeceğim; o gün bugündür bir daha hacze gitmedim. Stajyer avukatlarla baroyu kaynaştırmak için ne gibi çalışmalar var? Stajyer avukatların mesleğe adaptasyonu için neler yapılıyor? Stajın aktif hale gelmesi, daha çok uygulamaya dönük olması ve önemsenmesi gerekir. Ankara Barosu, uzun yıllardır örnek bir staj eğitimi vererek görevini yapmıştır. Halen de stajın verimli ve mesleki anlamda tecrübe ve bilgi sağlayacak hale gelmesi için gayret sarf etmektedir. Son aylarda uyguladığımız Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ziyaretleri stajyerlerimize ileriye dönük büyük katkılar sağlayacak uygulamalı eğitimin bir parçasıdır. Mesleğinde kıdemli 8 Hukuk Gündemi | 2013/2 olup da henüz Anayasa Mahkemesinde Yüce Divan salonunu hiç görmemiş meslektaşlarımız olduğu düşünülürse, stajyerlerimizin Anayasa Mahkemesinde Yüce Divan Salonunda, Yargıtay Gelen Kurul Salonunda doğrudan doğruya Mahkeme üyeleri tarafından bilgilendirilmeleri, işleyiş ve uygulamanın birinci ağızlardan anlatılması açısından son derece önemlidir. Staj sadece hukuki eğitimden ibaret olmayıp, eğitsel ve sanatsal faaliyetlerin de bu kapsamda düşünülmesi gereklidir. Bu yıl Staj Merkezi Kültür Sanat Alt Kurulu tarafından sahnelenen “Haybeden Didişiyoruz” adlı tek perdelik tiyatro gösterisi halen meslektaşlarımız arasında konuşulmaktadır. Stajyerlerimizin bu anlamdaki talepleri ve sosyal ilişkilerinin pekişmesi için talep ettikleri tüm sosyal aktiviteler her zaman yönetim tarafından kabul görmüştür. Var olduğunu düşündüğümüz eksikliklerin de tamamlanması için de iyi niyetli ve samimi çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle stajyer avukatlara geri ödemesiz burs ve kredi imkânları sağlanması için Avukatlık Kanunu taslağında değişiklik yapılması için önerilerimiz bulunmaktadır. Stajyer avukatların adliye stajı esnasında görevlerinin tam olarak ne olduğuna dair herhangi bir çalışma var mı? Bilindiği üzere avukatlık stajı; Baronun, Cumhuriyet Savcısının ve hâkimin denetiminde yapılır. Mahkemelerdeki staj, duruşmalara katılma, keşiflerde, soruşturmalarda, kararın görüşülmesinde ve yazılmasında hazır bulunulmasını gerektirir. Hâkim tarafından stajyere verilen dosya ve kararların incelenmesi, rapor hazırlanılmasının istenilmesi, mahkeme stajının bir parçasıdır. İlk kez adliye ortamına giren stajyerlerin mahkemelerde hâkim ve savcılarda kalemlerde kalem personeli ile kurdukları diyalog elbette ki çok önemlidir. Bu karşılıklı saygı çerçevesinde yürüyecek bir ilişkidir. Ne yazık ki, kimi zaman yaşadığımız üzere, stajyerlere karşı olumsuz davranış biçimleri ile de karşılaşıldığı görülmektedir. Buna ilişkin gelen şikâyetler üzerine, artık meslektaş olarak kabul ettiğimiz stajyer avukatların yanında yer alan Baro Yönetimi tarafından gerekli müdahaleler yapılmaktadır. Bugünlerde hazırlamakta olduğumuz el kitabı ile temel konularda, ilk karşılaşılan sorunlarda neler yapılması gerektiğine ilişkin önemli bilgiler yer alacaktır. Diğer barolar ve yurtdışındaki barolarla ilişkilerimiz nasıl? Ne gibi ortak çalışmalarımız var? Avukatlık mesleğinin hak ettiği konuma gelmesi için baroların mutlaka güç birliği yapması, birlikte çalışması gereklidir. Başkent Barosu olarak, bu sorumluluğun bilinci ile diğer barolarla özellikle staj eğitimini geliştirmeye dönük ortak çalışmalar, CMK, Adli Yardım eğitim programları yürütmekteyiz. Öte yandan, avukatlara yönelik mesleki eğitim, bilgilendirme ve değerlendirme toplantılarımızı da diğer barolardan temsilcilerin katılımıyla ortak etkinlikler haline getirdik. Özellikle TBK, HMK ve TTK’nın yürürlüğe girmesinden sonra diğer barolarla birlikte yürüttüğümüz mesleki eğitim çalışmaları daha da bir önem kazanmıştır. Ayrıca Arabuluculuk Kanunu, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru konularında da ortak çalışmalar yürütmekteyiz. Hukukun evrensel ilkelerini yerleştirmek ve uygulanmasını yaygınlaştırmak amacıyla yurtdışındaki barolarla da sürekli iletişim halindeyiz. Birçok yabancı baroyla avukat ve stajyer değişimini, yabancı ülkelerin hukuk sistemlerine ilişkin bilgi aktarımını mümkün kılacak ortak çalışmalar düzenlenmesini ve baro yayınlarının düzenli olarak paylaşılmasını esas alan işbirliği protokolleri imzaladık. Bulgaristan, Macaristan, Makedonya, İngiltere, Azerbaycan, İspanya ve İtalya baroları ile sürekli iletişim halindeyiz. Bir yandan güncel hukuk alanlarıyla ilgili ileriyle dönük olumlu etkiler doğurabilecek bir tartışma süreci yaratmak, bir yandan da özellikle Avrupa hukuk gündemindeki başlıkları da tartışabileceğimiz bir platform 2013/2 | Hukuk Gündemi 9 oluşturmayı amaçladığımız 8. Ankara Barosu Uluslararası Hukuk Kurultayına da pek çok yabancı barodan temsilci davet ettik. Kanunların hazırlanması ve yürürlüğe girme sürecine baroların etkisi nedir? Avukatlık mesleğine ve barolara ciddi saldırıların olduğu bu süreçte, Ankara Barosu olarak, mesleki sorunların ve hukuk devletinin gerçekleşmesine ilişkin konuların Meclis’e taşınmasında özellikle avukat milletvekilleriyle daha yakın ilişkiler içerisindeyiz. Anayasal güvence altına alınmak istenen yabancı avukatlık kuruluşlarına karşı Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyeleri, tüm parti grupları ve avukat milletvekilleri ile yaptığımız görüşmelerin ve girişimlerimizin düzenlemenin geri çekilmesinde etkisi olduğu kanaatindeyim. Öte yandan Türkiye, Anayasa Referandumunun ardından neredeyse bütün temel kanunların değiştiği bir dönem yaşamaktadır. Yasa yapma süreci ve yasa yapmak tekniğinde resmi kurumlarca da kabul edilen yanlışlıklar, uyum paketleri, torba kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, yargının hızlandırılması paketleri, uygulayıcılar açısından öğrenilemezlik ve ulaşılamazlık sonucunu doğurmaktadır. Bu sakıncaları gidermek için öncelikle yasa yapma sürecine bütün tarafların katılımı sağlanmalıdır. Bunun bilinciyle 2011 yılında Yasa İzleme Enstitüsünü hayata geçirdik. Özellikle TBMM, Anayasa Mahkemesi ve Adalet Bakanlığı ile ortak çalışmalar yürüttük. Baromuzda faaliyet gösteren diğer merkez, komisyon ve kurullar da bu durumun bilinciyle yasa yapma sürecine katkıda bulunmayı amaçlayan pek çok çalışma yürütmektedir. Yargının hızlandırılması paketine en son verilen katkı, Gelincik Merkezinin hazırlayıp Adalet Bakanlığına sunmuş olduğu “Cinsel Dokunulmazlığı Karşı Suçlar” çalışmasıdır. Ayrıca, Tüketici Hakları Kurulumuz da Meclis çalışmalarında aktif olarak yer almışlardır. Yasa yapma sürecinde Ankara Barosu olarak, taraflar, uygulayıcılar ve bilimsel bakış açısını yansıtan akademisyenlerle birlikte çalışarak aksaklıkları görmeyi ve sıkıntıları gidermeyi hedef edindik. Uygulamadaki sıkıntıları aşmak için de, özellikle 2012 yılında yürürlüğe giren “Bireysel Başvuru” Kanunu konusunda Anayasa Mahkemesi ile ortak eğitim çalışması planladık. Bu ve benzeri çalışmalarımıza devam edilecektir. Hukuk değil de kanun öğretmek üzere eğitim veren Hukuk Fakültelerinin neden olabileceği sorunlar sizce nelerdir? 10 Hukuk Gündemi | 2013/2 Şu anda yarattıkları sorunlar var mı, varsa bu sorunlar nasıl telafi edilebilir? Ayrıca gündemde olan iki aşamalı avukatlık sınavı ile ilgili düşünceleriniz neler? Hukuk fakültelerinin yaygınlaşması, kalite sorununu da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla en büyük sorunumuz meslekte düşen kalite. Mesleki kalitede yaşanan düşüş ise avukatlık mesleğine olan güveni de yok etmektedir. Artık hukuk fakültesi açmaya, kontenjan genişletmeye değil, doktora ve üstü hukuk öğretimine, kaliteli öğretim üyesi sayısını artırmaya öncelik verilmelidir. Hele hele bu sorunu, devletin açtığı sınavı kazanmış, mezun olmuş kardeşlerimizi suçlayarak çözmemiz mümkün değil. Bunun çözümü staja girerken bir değerlendirme yapmaktır. Bu kapsamda, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu’nun kısa süre önce kabul ettiği, avukatlık stajına başlayabilmek için “staja kabul değerlendirmesi” ve avukatlık mesleğine kabul için “staj yeterlilik değerlendirmesi”nde başarılı olma koşullarını getiren yönetmelik değişikliği hepimizin bildiği üzere Adalet Bakanlığı’na sunuldu. Adalet Bakanlığı Aralık ayı başında yönetmelik değişikliğini kabul etmedi ve TBB’ye iade etti. TBB Yönetim Kurulu da yasadan aldığı yetki ile ısrar kararı vererek Resmi Gazetede yayınlanmak üzere yönetmelik değişikliğini tekrar Bakanlığa gönderdi. Yönetmeliğin önümüzdeki günlerde Resmi Gazetede yayınlanmasından sonra uygulama 2014’ün Ağustos ayı itibariyle başlayabilecek. Kaliteli eğitim alan ve donanımlı öğrencileri korumayı amaçlayan söz konusu değişikliğe gidilmesini Ankara Barosu olarak olumlu karşıladığımızı belirtmek isterim. Türkiye’de stajyer avukatlar tarafından çıkarılan ilk ve tek olan, aynı zamanda ülkemizdeki bütün stajyer avukatlara hitap eden Hukuk Gündemi Dergisi hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Hukuk Gündemi dergisine her baktığımda ışık alıyorum. Ufkumuzu aydınlatan genç arkadaşlarımın yaydığı ışığı görüyorum. Yazıları okudukça kendimi dinlenmiş ve bir şeyler öğrenmiş hissediyorum. Bu yıl hazırladığınız Atatürk Özel Sayısı benim için büyük bir gurur kaynağıdır. Bu özel sayıyı her gittiğim yere armağan olarak götürüyorum ve çok güzel geri dönüşler alıyorum. Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. 2013/2 | Hukuk Gündemi 11 Önceki A N K A R A B A R O S U N U N Başkanları Av. Soner ALPER – Stj. Av. Erdal ARAP 12 Hukuk Gündemi | 2013/2 İ lkler yazı dizimize Ankara Barosunun Önceki Başkanları ile devam ediyor. Avukatlığın Cumhuriyet Tarihindeki gelişim süreci ve meslek teşekküllerinin oluşumu açısından bir girizgâh yaparak, Ankara Barosunun ilk on başkanını hep birlikte tanıyalım. İlk Osmanlı Barosu olan İstanbul Barosu, 62 avukatın bir araya gelmesiyle 05.04.1878 tarihinde kurulmuştur. Bu tarihten sonra ülkemizin değişik yerlerinde dernek statüsü ile barolar oluşmuştur. Ankara’da bu anlamda bir baro kurulmuştur. Dernek statüsündeki bu oluşumun kuruluş tarihini, kurucularını, süreç içinde görev alanlarını saptama çalışmalarımız sürmektedir. Bu bağlamda Ankara Barosunca yayımlanan Albümlerde, “Önceki Başkanlarımız” bölümlerinde 1924’ten önceki mesleki teşekkülden söz edilmekte ve başkanın “Salih SIRRI” olduğu belirtilmektedir. Burada başkanlık döneminin başlangıcı, 1920 olarak belirtildiğine göre, önceki mesleki teşekkülün de 1920 yılında var olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Ayrıca Baromuz arşivindeki eski kayıtlarımızda Baro mührünün üzerinde “1923” tarihi okunmaktadır. Buradan da baronun 1924’ten önce faaliyetini sürdürdüğü ortaya çıkmaktadır.1 Cumhuriyetin ilanıyla yüzünü modern dünyaya çeviren Türkiye’de, modern avukatlığın düzenlemeleri de hızla yapılmaya başlanmıştır. Cumhuriyetin birinci yılına gelinirken tepe norm olan Anayasa dahi çıkarılmadan önce 3 Nisan 1924’te, 460 Sayılı Muhamat Kanunu çıkarılmıştır. Savunmanın önemini bilen yüce önder Atatürk bu konudaki düzenlemeyi gecikmeksizin yaparak mesleği layık olduğu konuma taşımayı hedeflemiştir. 1926’da 708 Sayılı Yasa ile bu kanun avukatlık kanuna dönüştürülmüş, “muhami” kelimesi yerine de “avukatlık” kelimesi getirilmiştir. Bu kanunla “avukat” tanımı yapılmış, avukatlık yapabilme Türk vatandaşı olma şartına bağlanmıştır. Lozan antlaşmasının 4.maddesi gereği ise Kasım 1923’ten önce kazanılmış hakları bulunan yabancılar mesleğe devam edebilmişlerdir. Ancak avukatlık kanunen Türk vatandaşına tanınmış bir ayrıcalık haline getirilmiştir. Yine bu kanuna göre avukat olabilmek için 3 yıllık bir staj hükme bağlanmıştır.2 Kuşkusuz bu kanunun büyük katkılarından biri de meslek teşekküllerinin kurulması yönünde olmuştur. Kanuna göre 10 ve üzeri avukatın bulunduğu illerde bir meslek örgütünün (baro) kurulması ve mesleğin bu kuruluşa bağlı olarak icrası zorunlu kılınmıştır. Bu gelişmeler neticesinde Ankara’da bulunan avukat üstatlarımız bir araya gelerek 14 Temmuz 1924 (1 Temmuz 1340)’te Ankara Barosunu kurmuşlardır. Geçilen sancılı süreçlerin ardından bir de yeni bir oluşumun içine giren üstatlarımız, devrin ileri beyinleri olarak meslek aşklarıyla yıllara yayılan iyi işlere imzalarını atmış, Ankara Barosunu en iyi yerlere taşıma yoluna baş koymuşlardır. İşte kuruluş sürecinde yer alan ve baromuzun önceki başkanı olan avukat üstatlarımızdan ilk onu; 1http://www.ankarabarosu.org.tr/Arkasayfa.aspx?S=/Baro/baro 2 Semih GÜNER, Avukatlık Hukuk, Ankara 2009, sayfa 66-77 Av. İbrahim Rauf AYAŞLI (1924 – 1932) (1935 – 1939) Av. Mustafa Kemal OLGUN (1932 – 1934) Av. Cemal Hazım GÖRKMEN (1934 – 1935) Av. Hayrullah ÖZBUDUN (1939 – 1945) Av. Emin Halim ERGUN (1945 – 1946) Av. Saim DORA (1946 – 1956) Av. Asım RUACAN (1956 – 1958) Av. Saffet Nezihi BÖLÜKBAŞI (1958 – 1960) (1964 – 1966) Av. Muhittin KILIÇ (1960 – 1961) Av. Mehmet NOMER (1961 – 1964) 2013/2 | Hukuk Gündemi 13 Av. Emin Halim ERGUN (1945 – 1946) Salih Sırrı (KALAÇ)Bey (D.1878 – Ö. 1936) Ankara Barosunca yayımlanan Albümlerde, “Önceki Başkanlarımız” bölümlerinde 1924’den önceki mesleki teşekkülden söz edilmekte ve başkanın “Salih Sırrı” olduğu belirtilmektedir. İlk levhalarda, teşekkülden ve başkan Salih Sırrı’dan bahsedilmesine karşın, başkanlık dönemi hakkında bir tarih notu yoktur. Dava Vekilleri Nizamnamesi uyarınca Adalet Bakanlığı ile Salih Sırrı Bey arasında yazışmalar mevcuttur. Salih Sırrı Bey, Ankara Barosu sicil defterinde ve Baro Levhasında yer almamaktadır.1 Bu araştırmada üstatlarımızın arşivin tozlu raflarında kalmış sicil dosyalarında yer alan hukuk serüvenlerini sizlerle paylaşıyoruz. 1http://www.ankarabarosu.org.tr/Siteler/1944-2010/Dergiler/AnkaraBarosuDergisi/1993-6.pdf 14 Hukuk Gündemi | 2013/2 Av. Cemal Hazım GÖRKMEN (1934 – 1935) Av. İbrahim Rauf AYAŞLI (4) 1879 yılında Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğan AYAŞLI, İstanbul Hukuk Mektebi mezunudur. Ankara Barosuna 14.07.1924 tarihinde kaydolmuştur. Selanik ve İzmir Ticaret Mahkemeleri üyeliği, Üsküdar Mukavelat Muharrirliği, Adliye Nezareti Müdevvenat Kalemi 1. Sınıf Kâtipliği, Kütahya ve Denizli Müddeiumumî Muavinliği, Hayrabolu Hâkimliği, Bilecik Müddeiumumîliği ve Ceza Reisliği, Ankara Müddeiumumîliği ve Hâkimliği, Ankara İstinaf Müddeiumumîliği görevlerini yapmış, 1924 – 1932 ve 1935 – 1939 dönemlerinde Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüştür. Ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisinde VIII. Dönem Ankara milletvekili olarak görev yapmıştır.2 AYAŞLI, 03.08.1943 tarihinde hayatını kaybetmiştir. 2http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html 2013/2 | Hukuk Gündemi 15 Av. Mustafa Kemal OLGUN (1) OLGUN, 1880 yılında İstanbul’da doğmuştur. Aynı zamanda bir şair olan3 Mustafa Kemal OLGUN 14.07.1924 tarihinde Ankara Barosuna kaydolmuştur. 1932 – 1934 döneminde Ankara Barosu Başkanlığı görevini yürütmüştür. OLGUN, 10.01.1946 tarihinde hayatını kaybetmiştir. 3http://atam.gov.tr/ataturke-ait-sanilan-siirler/ Av. Cemal Hazım GÖRKMEN (5) 1891’de Drama’da4 dünyaya gelen GÖRKMEN Selanik Ticaret Mektebini bitirmiştir. 1913’te İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olmuş ve 14 Temmuz 1924’te baromuza kaydolmuştur. 1934-1935 yılları arasında Baro Başkanlığı görevini üstlenen Cemal Hazım GÖRKMEN Ankara Barosu’nun ilk kadın avukatlarından ve meslek hayatına eşinin yanında staj yaparak başlamış olan Av. Meliha GÖRKMEN (207) ile evlenmiştir. 1951 yılında vefat etmiştir. 4 Drama, Yunanistan’da Doğu Makedonya bölgesinin en büyük şehri ve aynı adı taşıyan ilin merkezidir. Av. Hayrullah ÖZBUDUN (17) 1896 yılında dünyaya gelen ÖZBUDUN, Kasım 1927’de Ankara Barosuna kaydolmuştur. ÖZBUDUN, 1938 yılında Ankara Barosu İdare Meclisinde İkinci Başkanlık görevini üstlenmiş, 1939 – 1945 döneminde Ankara Barosu Başkanlığı görevini yürütmüştür. 17.06.1947 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Av. Emin Halim ERGUN (39) 1899 yılında Ankara’da doğan ERGUN, 1928 yılında Ankara Hukuk Mektebinden mezun olmuştur. Harp ve İstiklal Madalyası bulunan ve 1928 – 1930 yılları arasında Menemen Savcılığı görevini yürüten ERGUN, 1930 yılında Ankara Barosuna kaydolmuş ve avukatlığa başlamıştır. Ankara Barosunda, 1938 yılında Baro Genel Sekreteri, 1940 yılında Baro Yönetim Kurulu üyesi, 1941’de Baro Başkan Yardımcısı, 1944 yılında Baro Yönetim üyesi olarak çalışmıştır. 1945–1946 yılları arasında Ankara Barosu Başkanlığı görevini üstlenmiştir. Ayrıca Ankara Barosu Dergisini kurmuş (o dönemdeki ismiyle: Hukuk Dergisi), daha sonra bu dergini tüm haklarını Ankara Barosuna devretmiştir. 1946’da VIII. Dönem Ankara milletvekili seçilen ERGUN, 1946-1950 yılları arasında milletvekilliği yaptığı dönemde TBMM Başkanlık Divanı kâtip üyeliği görevinde bulunmuştur. ERGUN, 1961-1963 yılları arasında Çocuk 16 Hukuk Gündemi | 2013/2 Esirgeme Kurumu İkinci Başkanlığı, 1963 – 1968 yılları arasında da Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanlığı yapmıştır. Enfarktüs’den muzdarip 40 gün kaldığı yoğun bakımda dördüncü krizi atlatamayarak, 13.01.1969 tarihinde vefat etmiştir.5 5 Ulus Gazetesi, 19.01.1969; http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html; Bazı Kaynaklarda ERGUN’un ölüm tarihi, 01.01.1969 olarak geçmektedir. Av. Saim DORA (22) 1898 yılında İstanbul’da doğan DORA, 1922 yılında İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. 1922 – 1926 yılları arasında Çanakkale, Milas, İzmir, Akhisar ve Balye’de hâkimlik ve savcılık yapmış, 1926’da Ankara Belediyesi Hukuk İşleri Müdürlüğü görevini yürütmüştür. 25.10.1927 tarihinde avukatlığa başlamış, 1946 – 1956 arasında beş dönem Ankara Barosu Başkanlığı görevini üstlenmiştir. DORA, 08.08.1968 tarihinde vefat etmiştir. Av. Asım RUACAN (73) 1906 yılında Erzincan’da doğan RUACAN, 07.02.1936 tarihinde Ankara Barosuna kaydolmuştur. 1956 – 1958 döneminde Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüş olan RUACAN, ABAYS’ın6 da kurucuları arasındadır. Asım RUACAN, 14.06.1981 tarihinde hayatını kaybetmiştir. 6 Ankara Barosu Avukatlar Yardımlaşma Sandığı. Ankara Barosu önceki başkanlarından Av. Atila SAV ile yaptığımız söyleşide RUACAN’ın ABAYS’ın kurucusu olduğu bilgisine ulaştık. Av. Saffet Nezihi BÖLÜKBAŞI (45) 1906 yılında İstanbul’da dünyaya gelen BÖLÜKBAŞI, 1929 yılında Hukuk Fakültesinden mezun olmuş ve 28.02.1932 tarihinde avukatlığa başlamıştır. 1958 – 1960 ve 1964 – 1966 dönemlerinde Ankara Barosu Başkanlığı görevini yürütmüştür. Ankara Barosu Başkanlığına verdiği 25.02.1981 tarihli dilekçesinde; gözlerindeki makula dejeneresansı7 nedeniyle görme kaybı yaşadığı için avukatlık mesleğini randımanlı olarak yerine getiremeyeceğinden bahisle vergi kaydını kapattığını ve fakat 49 yıldır üyesi bulunmaktan onur duyduğu ve iki kez de Başkanlık görevinde bulunduğu Ankara Barosuna kaydının devam etmesini istemiştir. BÖLÜKBAŞI, 20.09.1991 tarihinde vefat etmiştir. 7 Sarı nokta hastalığı, gözün merkezi görmesinden sorumlu ‘maküla’ ismi verilen bölgenin yapısının bozulması ve fonksiyonunu kaybetmesine neden olan (genellikle 60 yaş üstü) çok yaygın bir göz hastalığıdır. 2013/2 | Hukuk Gündemi 17 Av. Muhittin KILIÇ (534) 1921 yılında Konya’nın Akşehir ilçesinde dünyaya gelen KILIÇ, ilkokul tahsili Akşehir’de, orta ve lise öğrenimini Afyon’da tamamladıktan sonra girmiş olduğu Ankara Hukuk Fakültesinden 1942 yılında mezun olmuştur. Öğrenciliği döneminde Adalet Bakanlığında zabıt kâtipliği yapmıştır. Hâkimlik stajını Yargıtay 1. Hukuk, 4. Ceza ve Ticaret Dairelerinde raportör olarak tamamladıktan sonra avukat olmaya karar veren KILIÇ, 5178 Sayılı Kanununun ilgili maddesi gereğince 6 aylık avukatlık stajına 1948 yılında başlamış ve aynı yıl Avukatlık Ruhsatnamesini alarak mesleğe adım atmıştır. KILIÇ, 1960 – 1961 döneminde Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüş, 15.10.1961 – 02.06.1968 tarihleri arasında Konya Senatörü olarak Cumhuriyet Senatosunda görev yapmıştır.8 Senatörlüğü döneminde Cumhuriyet Senatosu Bütçe Komisyonu Başkanlığı, Cumhuriyet Senatosu Başkanvekilliği ve Parlamentolararası Birlik Türk Grubu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Sonrasında istifa ederek Orman Bakanlığında Hukuk ve Bakanlık müşavirliği yapmıştır. Emekli olduktan sonra bir dönem yeninden serbest avukatlık yapan KILIÇ, 20.08.2009 tarihinde hayata veda etmiştir. 8 Ankara Barosu Dergisi, Yıl: 1982, Sayı: 3, s.381-393 (http://www.ankarabarosu.org.tr/ Siteler/1944-2010/Dergiler/AnkaraBarosuDergisi/1982-3.pdf); http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_ Album/Cilt4/index.html Av. Mehmet NOMER (757) 1916 yılında Ankara’da dünyaya gelen NOMER, 12.07.1938 yılında Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. Bir dönem Danıştay’da raportörlük yapmıştır. 02.02.1950 yılında Ankara Barosuna kaydolan NOMER, 1959, 1961 yıllarında Baro Başkan yardımcılığı yapmıştır. 1961 – 1964 döneminde de Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüştür. 1969 ve 1976 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulu üyeliği ve başkanlığı görevlerinde bulunmuştur.9 NOMER, 06.09.2005 tarihinde vefat etmiştir. 9http://www.barobirlik.org.tr/Print-7277&lightbox Bu yazımızda, ülkemizin zorlu coğrafyası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarının getirdiği maddi manevi güçlüklere rağmen, adaleti tesis etmek için sağlıklarını dahi bir kenara bırakmayı göze alabilmiş, meslek üstatlarının, bütün meslek hayatları doğruluk ve feragat ile geçen, ilk temsilcilerinin mesleki yaşamları sizlerle paylaşılmıştır. İlkler yazı dizimizi bu sayımızda sonlandırıyoruz. Arşiv araştırmalarında bizlere destek olan Ankara Barosu Yönetim Kurulunun değerli üyelerine ile staj döneminde bizlerle çalışan ve şimdi avukat olan Av. Emine Hande MUTLU’ya, Av. Özlem Nur YAPRAK’a, Av. Özge ÜNAL’a, Av. Barış SİVRİKAŞ’a, Av. Gülşah YILDIRIM’a, Av. Hülya KESEMEN’e ve son olarak Stj. Av. Erdal ARAP’a teşekkürü bir borç biliyoruz.Adaletin savunucusu olmuş mümtaz ve güzide bu şahsiyetlerin adları, adalet toplumunda daima anılacak ve asla unutmayacaktır. Av. Soner ALPER 18 Hukuk Gündemi | 2013/2 ARABULUCULUK Av. Mehmet Serhan ÖZDEMİR B ir Çin atasözüne göre “yasalar sıradan insanların sanatıdır: Güçlü olan sadece kazanır, zayıf olan sadece kaybeder.” Bu, mevcut düzenin topluma sunduğu uyuşmazlık çözüm yolunun bir yansımasıdır. Arabuluculuk (Mediasyon), işbirliğine dayalı olarak bir sorunu çözme sanatıdır. Anlaşmazlık içinde olan tarafların tamamını memnun etmeye çalışarak, bir anlamda ilişkilerin devam etmesine hizmet eder. Bu süreçte arabulucunun üzerine büyük bir sorumluluk ve görev düşmektedir. Arabulucu, arabuluculuk sürecinde, tarafların birbirleriyle doğru bir şekilde iletişim kurmasını sağlamak adına, doğru prensip ve yöntemler kullanarak, tarafların ihtiyaçlarını ortaya çıkarmakta ve olası çözümleri analiz edebilme yeteneğine sahip olmalıdır. Arabulucu bunu nasıl sağlamalıdır veya bu sonuca ulaşmayı nasıl başaracaktır? Arabulucu kendini sürekli eğiterek güncellemeli, toplumun bütün katmanlarını tanımaya çalışmalı, sürekli uygulamanın içinde olmalı, sağduyulu ve felsefi bir zihin yapısına sahip olmalıdır. Arabuluculukta hiçbir oturum diğerinin aynısı değildir. Bunun nedeni çözümün sadece çatışma konusu olaya değil, aynı zamanda çatışma halinde bulunan insanların profillerine bağlı olarak değişkenlik göstermesidir. Bu nedenle arabulucunun yüksek bir algılama seviyesi olmalıdır. Bu yazının devamında yürürlükte olan Arabuluculuk Kanunu ile ilgili açıklamalar yapılacaktır. Mevcut kanun genel olarak arabuluculuk sürecindeki usulü anlatmaktadır. Arabuluculuk teknikleri ve temel prensipler çok daha geniş kapsamlı bir çalışmada ele alınabilir. Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu (HUAK) m.2/a’da, Arabulucu, “Arabuluculuk faaliyetini yürüten ve Bakanlıkça düzenlenen arabulucular siciline kaydedilmiş bulunan gerçek kişi.” HUAK m.2/b’de de, Arabuluculuk, Sistematik teknikler uygulayarak, görüşmek ve müzakerede bulunmak amacıyla tarafları bir araya getiren, onların birbirlerini anlamalarını ve bu suretle çözümlerini kendilerinin üretmesini sağlamak için aralarında iletişim sürecinin kurulmasını gerçekleştiren, uzmanlık eğitimi almış olan tarafsız, bağımsız bir üçüncü kişinin katılımıyla ve ihtiyari olarak yürütülen uyuşmazlık çözüm yöntemi.” şeklinde tanımlanmıştır. Taraflar arabulucuya başvurma konusunda anlaşmak durumundadırlar. Taraflardan biri arabulucuya başvurmayı kabul etmez ise, süreç başlamayacaktır. Nitekim HUAK m.3’de, arabuluculuğun iradi olduğu ve tarafların eşit haklara sahip olduğun açıklanmıştır. Arabulucu, arabuluculuk sürecinde, elde ettiği belgeleri ve bilgileri aksi kararlaştırılmadığı sürece gizli tutmakla yükümlüdür. HUAK m.4’ün başlığı “Gizlilik”tir. Buradaki gizlilik sadece arabulucuyu değil tarafları da bağlar HAUK m.4/2’de “Aksi karalaştırılmadıkça taraflar da bu konudaki gizliliğe uymak zorundadırlar.” denilmek suretiyle konu açıklanmıştır. Arabuluculuk sürecinin önemli sonuçlarından bir tanesi de, HUAK m.5’de tanımlanan “Beyan ve belgelerin kullanılmaması” konusudur. Buna göre, Taraflar, arabulucu veya arabuluculuğa katılanlar de dâhil üçüncü bir kişi, uyuşmazlıkla ilgili olarak hukuk davası açıldığında yahut tahkim yoluna başvurulduğunda, arabuluculuk daveti veya bir tarafın arabuluculuk faaliyetine katılma isteğini, uyuşmazlığın arabuluculuk yolu ile sona erdirilmesi için taraflarca ileri sürülen görüşler ve teklifler, arabuluculuk faaliyeti sırasında taraflarca ileri sürülen öneriler veya herhangi bir vakıa veya iddianın kabulü, sadece arabuluculuk faaliyeti dolayısıyla hazırlanan belgeleri delile olarak ileri süremezler. Bu belgeler delile olarak sunulmuş olsalar dahi hükme esas alınmazlar. Ancak söz konusu belgelerin bir kanun hükmü tarafından emredilmesi veya arabuluculuk süreci sonunda varılan anlaşmanın uygulanması ve icrası için gerekli olduğu ölçüde ancak açıklanabilir. HUAK m. 6’da Arabuluculuk Siciline kayıtlı olanların arabulucu unvanını kullanabilecekleri, şeklinde 2013/2 | Hukuk Gündemi 19 bir tanım yapmıştır. Kanımca bu tanım eksiktir. Çünkü burada tanımlanan mahkeme bağlantılı (kurumsal) arabuluculuktur. Oysa mahkeme bağlantılı olmayan arabuluculuk da mümkündür. Diğer bir deyimle mahkeme bağlantılı olmayan ve fakat uyuşmazlıklarını arabuluculuk yöntemiyle çözmek isteyen taraflara yardım ve hizmet eden arabulucuların varlığı da aşikârdır. Avrupa Birliği Ülkelerinde ve ABD’de mahkeme bağlantılı olmayan arabuluculuk işlemektedir. HUAK m. 7’de arabulucunun ücret ve masrafları istemesi düzenlenmiştir. Bu madde diğer ülkelerde uygulanan kanun hükümleri ile paraleldir. Arabulucu, ücretleri taraflarca eşit olarak paylaşılır ve arabulucunun avans isteme hakkı vardır. Arabulucular, taraflarla ayrı ayrı veya birlikte görüşebilirler. Ayrıca taraflar arabulucu ile görüşmelerine avukatları ile de katılabilirler. Arabulucunun tarafsız olması ve görevini özenle yerine getirmesi konusu madde 9’da yer almıştır. Burada arabulucu eşitliği gözetmek ve eğer taraflardan birini bir şekilde tanıyorsa, diğer tarafı bilgilendirmek durumundadır. Reklam yasağı ve tarafların arabuluculuk süreci ile ilgili aydınlatılması, madde 10 ve madde 11’de düzenlenmiştir. Arabulucunun yaptığı iş göz önüne alındığı takdirde, reklam yasağının olması son derece isabetli olmuştur. Diğer taraftan tarafların arabuluculuk süreci ile ilgili bilgisinin olmaması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü arabuluculuk toplumumuz için yeni bir kavramdır. Bu bağlamda süreç ile ilgili bilgi verilmesi kaçınılmazdır. Ayrıca arabulucu, bu sıfatla görev yaptığım uyuşmazlıkla ilgili olarak açılan davada, daha sonra taraflardan birinin avukatı olarak görev üstlenemez. Arabulucuya başvuru, davanın açılmasından önce veya dava açıldıktan sonra olabilir. Bu konuda hâkim tarafları arabulucuya başvurma konusunda teşvik edebilir. Aksi kararlaştırılmadıkça taraflardan birinin arabulucuya başvuru teklifine 30 gün içinde olumlu cevap gelmez ise teklif reddedilmiş sayılır. HUAK m. 13 bu konuyu düzenlemiştir. 20 Hukuk Gündemi | 2013/2 Arabuluculuk faaliyetlerinin yürütülmesi HUAK m. 15’de yer almaktadır. Buna göre, Arabulucu seçildikten sonra tarafları en kısa sürede ilk toplantıya davet eder, taraflar arabuluculuk müzakerelerine bizzat veya vekilleri aracılığı ile katılabilirler. Taraflarca herhangi bir yöntem kararlaştırılmamışsa, arabulucu uyuşmazlığın hızlı bir şekilde çözümü için gereken usul ve esasları göz önüne almalıdır. Dava açıldıktan sonra tarafların birlikte arabulucuya başvuracaklarını beyan ettikten sonra yargılama mahkemece üç ayı geçmemek üzere ertelenir. Bu süre tarafların birlikte başvurusu ile üç aya kadar uzatılabilir. Arabuluculuk sürecinin ne zaman başlayacağı ile ilgili madde 16’da açıklamalar yapılmıştır. Dava açılmadan önce arabulucuya başvuru halinde, tarafların ilk toplantıda sürece devam etme konusunda anlaşmaya varmaları ve bunu tutanağa geçirmeleri durumunda, bunun tutanağa geçirilmesi ile bu tarihten itibaren süre işlemeye başlar. Dava açıldıktan sonra ise tarafların arabulucuya başvuracaklarını tutanağa geçirmeleri ile süreç işlemeye başlayacaktır. Arabuluculuk faaliyetinin sona ermesi ise HUAK m. 17’de düzenlenmiştir. Buna göre arabuluculuk faaliyeti, Tarafların anlaşmaya varması ile, Taraflara danışıldıktan sonra arabulucu için daha fazla çaba harcanmasının gereksiz olduğunun arabulucu tarafından tespit edilmesi ile, Taraflardan birinin karşı tarafa, ya da arabulucuya, arabuluculuk faaliyetinden çekildiğini bildirmesiyle, Tarafların anlaşarak arabuluculuk faaliyetini sona erdirmesiyle, Uyuşmazlığın arabuluculuğa elverişli olmadığının tespit edilmesiyle sona erecektir. Arabuluculuk faaliyeti sonunda, arabulucu bunu bir tutanakla belgelendirecektir. Bu tutanağa arabuluculuk faaliyeti sonunda tarafların anlaştıkları ya da anlaşamadıkları veya arabuluculuğun nasıl sonuçlandığı belirtilerek, tutanağın altı arabulucu, taraflar veya taraflar vekillerince imzalanır. Arabuluculuk sonunda düzenlenen tutanağa, arabuluculuk faaliyetinin sonuçlanması dışında hangi konuların yazılacağına taraflar karar verir. Arabulucu aydınlatma yükümlülüğü çerçevesinde, düzenlenen tutanağın içeriği ve kapsamı hakkında taraflara bilgi verir. Taraflar arabuluculuk sürecinde avukatla temsil edilmişlerse ve tutanağın altı avukatlar tarafından birlikte imzalanmışsa, Avukatlık Kanunu 35/A ve yönetmeliğin 17/2 maddesinde yer alan unsurları taşıyan uzlaşma tutanağı, ilam niteliğinde olacağından, ayrıca bu tutanağın icra edilebilirlik işlerliği kazanması için mahkemeye sunulması gerekli değildir. Anlaşma belgesine ilam niteliği kazandırmak için, taraflar dava açılmadan önce arabuluculuğa başvurulmuşsa, asıl uyuşmazlık hakkında görev ve yetki kurallarına göre belirlenecek olan mahkemeden, davanın görülmesi sırasında arabuluculuğa başvurulması durumunda ise, davanın görüldüğü mahkemeden talep edebilirler. (HUAK 18/2) İcra edilebilirlik şerhinin verilmesi çekişmesiz yargı işidir. Buna ilişkin inceleme dosya üzerinden yapılır. Ancak arabuluculuğa elverişli olan aile hukukuna ilişkin uyuşmazlıklarda inceleme duruşmalı olarak yapılır. Bu incelemenin kapsamı anlaşmanın içeriğinin arabuluculuğa ve cebri icraya elverişli olup olmadığı ile ilgilidir. Anlaşma belgesi, hâkim bu şerhi verdikten sonra ancak, İİK madde 38 anlamında ilam niteliğindeki belge haline gelir. HUAK m. 17/4’e göre, arabuluculuk faaliyetinin sona ermesi halinde, arabulucu bu faaliyete ilişkin kendisine yapılan bildirimi, tevdi edilen ve elinde bulunan belgeleri, ikinci fıkraya göre düzenlenen tutanağı 5 yıl süreyle saklamak zorundadır. Arabulucu, arabuluculuk faaliyeti sonunda düzenlediği son tutanağın bir örneğini arabuluculuk faaliyetinin sona ermesinden itibaren bir ay içinde Genel Müdürlüğe gönderir. Burada belirtilmesi gereken konu, anlaşma belgesinin bir ilam olmamasından dolayı, anlaşma belgesine karşı kanun yollarına başvurunun mümkün olamamasıdır. Burada ancak irade fesadı hallerinden yola çıkarak iptalinin istenebileceğidir. SONUÇ Türk Hukukunda Alternatif Uyuşmazlık Çözüm yolları zaman geçtikçe gelişmektedir. Alternatif Uyuşmazlık Çözüm yollarının gelişmesi ve pozitif hukuk içinde yaygınlaşması, mahkemelerin yükünü hafifletecektir. Özellikle HMK ve CMK’da Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yollarının yer alması ve ilgili kanunlarda buna ilişkin düzenlemeler yapılması son derece önemlidir. Ayrıca özel kanunlarda da düzenlemeler yapılmalı, idare hukukunda, kira hukukunda, diğer davalardan kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümünde arabuluculuk geliştirilmelidir. Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yöntemleri ile ilgili önemli hükümlerden biri olan Avukatlık Kanunu 35/A maddesi yeniden düzenlenmelidir. Uzlaşma müzakereleri sadece avukatların katılımı ile yapılabilmeli, uzlaşma müzakereleri sonunda düzenlenen belge resmi belge niteliğinde olmalı ve uzlaşma müzakerelerine başvurulması zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerinin işleyişini durdurmalıdır. Ülkemizde, hukukçuların ve vatandaşların büyük bir bölümüm alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri ve arabuluculuk hakkında bilgi sahibi değildir. Hukuk Fakültelerinde, derslerin, dava ve hâkim odaklı halde yürütülmesi sonucunda, lisans alanların arabuluculuk konusunda bilgi sahibi olmamaları doğaldır. Bu nedenle öncelikle Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yöntemlerinin, hukuk fakültelerinde ders olarak verilmesi gerekmektedir. Bunun dışında meslek içi eğitimler düzenlenerek, hâkim ve avukatlara ve hatta yargı personeline Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yöntemleri ile ilgili bilgi verilmeli ve meslektaşlar bu konuda yetkin hale getirilmelidir. Aksi takdirde Arabuluculuğun hukuk hayatımıza girmesi mümkün olmayacaktır. Bunun için Barolara, Türkiye Barolar Birliğine ve Adalet Bakanlığına büyük görev düşmektedir. KAYNAKÇA Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu Aile Mahkemeleri Kanunu Türk Medeni Kanunu Avukatlık Kanunu Alternatif Uyuşmazlık Çözümü, Genişletilmiş 2. Baskı 2009, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Serdar ÖZBEK 21. Yüzyılda Arabuluculuk-Mediasyon Deniz KİTE 2013/2 | Hukuk Gündemi 21 Stj. Av. Güliz GENÇ Hukuk Fakültesinin Kantininden Mezun Olmak H ukukçu olmak ümidiyle Hukuk Fakültesine kaydolan nice müzmin ümitvar, fakülteden önce fakültenin kantininden mezun olmuştur. Kantin, her daim sınıftan daha çok mezun vermiştir. Sınıfların kasvet dolu havası, bitmek bilmeyen ağır dersler, çıt çıkarttırmayan hocalar, maalesef ki çaresiz hukuk öğrencisine, hep kantinin çay kokan huzurlu yolunu göstermiştir. Bu sebeple de dersleri kantindeki sınıf muhabbetleriyle, masadan masaya dolaşan mahlaslı notlarla takip eden, halinden memnun kitle, hiç de azınlıkta olmamıştır. Hatta fakültede, kantinin dışında ders çalışamayanlar dahi vardır. Yani kantin, hukuk öğrencisine sınıftaki kürsüden daha çok şey bahşetmiştir ve değişmeyen bir gerçek varolagelmiştir ki, Hukuk Fakültesi öğrencisi, 22 Hukuk Gündemi | 2013/2 kantini amfiden biraz fazla sevmiştir. Esasında “hukuk fakültesinin kantininden mezun olmak” tabiri şair-yazar Onat Kutlar’a aittir. Önemli bir kantin müdavimi olan ve fakülteyi son sınıfta bırakan Kutlar, bu sözü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin kantininde, kendisi gibi kantinden mezun Ülkü Tamer ve Doğan Hızlan ile bir şiir sohbeti sırasında, binbir ümit fakülteye girip kantini seçen hukuk öğrencileri için söylenmiştir. Ülkü Tamer, fakültede girdiği ilk dersin daha onuncu dakikasında “Yahu benim burda ne işim var?” deyip on birinci dakikasında da kendini zar zor kantine atmıştır ve bir yıl dayanabildiği Hukuk Fakültesi ile tek bağı kantin olmuştur artık. Okulu yarım bırakan sınıf firarisi, kantin müdavimi edebiyatçılar az değildir, Hukuk Fakültesinin pek bilinmeyen bir misyonu da, birçok şair ve yazarın kendilerini tanıdıkları efsunlu bir yer oluşudur. Önce sınıftan kantine kaçıp saatlerce okumuş yazmış birlikte dergiler çıkarmışlar sonra kantin de dar gelince kendilerini edebiyat ya da iletişim fakültelerine atmışlardır. Fakat her zaman ilk mekteplerinin hukuk kantini olduğu, inkar edemedikleri gerçeklikleri olmuştur; Atilla İlhan’ın Selim İleri’nin, Tarık Buğra’nın...Tarık Buğra, okuldan kopuk, kendi tabiriyle fakültedeki kantin dolu “serserilik” yıllarının kendisi için hep büyük şans olduğunu söylemiştir. Çünkü hocaların, fikir meclislerinin, akademik toplantıların veremediğini, hırpalanmış küçük masaların etrafında dilinin döndüğünce kantin vermiştir. Muhabbetle ısınan hukuk kantinleri, hararetli konuların tartışıldığı, fikir dergilerinin çıkarıldığı, kim bilir kaçıncı kez alınan derslerin çalışıldığı, kütüphanede barınamayanların sığındığı, şiirlerin karalandığı bir dergah olmuştur hep. İlham doludur kantinler. İlk şiiri “Ümitlerimin Gemisi”ni Hukuk Fakültesi öğrencisiyken yazan Necati Cumalı belki de bu şiirini kantinde her zaman oturduğu köşesinde yazmıştır. Kalabalık bir cadde kadar hareketli, bazen bir meyhane kadar efkârlı olan kantin şiir yazacak şairin tepesinde martılar uçuşturur. Genellikle bodrum katta olan, loş ışıklı, havasız, demli çay kokan, duvarları siyasi afişlerle bezeli, babacan kantincilerin işlettiği, hararetli sohbetlerin tekkesi bu eşsiz mekan, ne aradığını bilene her istediğini sunar, dersten kaçanı bir kolonun arkasına gizler, üşüyenin eline bir çay verip en sıcak yerine oturtur, aşıklara kucak açar, derdi sohbet olana bilgi deryası arkadaş bulur, uykusuz gecelerin yolcusuna da sessiz bir duvar dibi oluverir… Kantinde herkes aradığını bulur. Kantin, kendisine gelenin derdini alır, eksiğini tamamlar hemen. Muhabbetin kaynayıp demlendiği, derde derman kantin, kimisine fakülteyi sevdirmiş, içindeki hukukçu olma arzusunu daha bir perçinlemiştir; kimisine de başka bir yol seçmesi için kulağına hep cesaret fısıldamıştır. Çünkü kantinler uyanıktır orada kendini gizleyemezsin, öğrencinin ciğerini bilir. Belki de Romancı Marquez’e, babasıyla amansız çekişmeler pahasına Fakülteyi bırakma cesaretini yine bir kantin vermiştir. Kantinler, teorinin menbaı üniversitenin, uygulama mekanıdır. Burada öğrendiğini söyler, fikrini tartışır, bilgini satarsın yine senin gibilere. Çünkü kantin eşitlerin mekanıdır; herkes aynı masada oturabilir, aynı çayı içebilir, aynı sohbete iştirak edebilir. Sınıflarda ön sıraları dolduran yeri belli çalışkanlar, kast sisteminin olmadığı kantinde ancak boş buldukları yerlere oturabilirler. Kantin kibirsizdir, oturulacak bir sandalye, içilecek bir bardak çay her zaman bulunur. Kantinler üniversitenin modern kültür kahveleridir. Eskiden şehrin aydınlarının biraraya gelip çay, kahve eşliğinde sohbet ettikleri yerlerin üniversitedeki karşılığı kantindir. Sözlü kültürün toplumumuzda önemli bir yeri vardır. Her daim konuşacaklarımız, anlatacaklarımız vardır. Tarihimiz de bir kahvehane milleti olduğumuzu göstermiştir. Fakültenin de kültür kahvesi olan kantin, belki de bu yüzden bu kadar vazgeçilmezimiz olup, benliğimizde bu kadar yer etmiştir. Bugün hangi hukukçuya üniversite anıları deseniz yüzünde tebessüm, burnunda çay kokusu, aklında samimiyet dolu keyifli masaların olduğunu bilirsiniz. 2013/2 | Hukuk Gündemi 23 Yeni Bir İlişki Türü: Kamu Özel Ortaklığı Stj. Av. Beyza UYGUN 24 Hukuk Gündemi | 2013/2 Kamu-Özel Ortaklığı Nedi r ? Kamu-Özel Ortaklığı, uluslararası alanda bilinen adıyla PPP (Public Private Partnership), bir finansman modelidir. Devletin sunacağı mal ve hizmetlerin, yapım işlerinin bütçe yetersizliği nedeniyle ertelenmesinin veya yapılamamasının önüne geçmek amacıyla kullanılmaktadır. Temel nedeni yatırım finansmanı olmak üzere, kamu yatırımlarından kaynaklanan maliyetlerin azaltılması, özel sektörün konforunun kamu hizmetinde yaşatılması, riskin etkin dağıtılması gibi faydalar tercih nedeni olmasını sağlamaktadır. Özel sektör açısından ise sahip olunan çeşitli imtiyazlarla yatırımın geri dönüşümü teminat altına alınmaktadır. Kamu Özel Ortaklığı Modeli, kamu hizmeti olarak nitelendirilen ancak, devletin tümüyle çekilmek istemediği ve devletin katılımı olmaksızın özel sektörün tek başına sunmaktan çekindiği hizmetlere özel sektörün katılımını sağlamak ve böylece devletlerin temel çıkmazı haline gelen finansman sorununu aşmak amacıyla geliştirilmiştir. Kamu Özel Ortaklığı Modeli, İngiltere başta olmak üzere ABD, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde finansman sorununa bir çözüm olarak görülmüş ve mevcut politika içinde finansman yöntemi olarak uygulanması tercih edilmiştir.1 Bu finansman modeli yüksek sermaye isteyen büyük projelerde kullanılır. Bu kapsamda altyapı yatırımları, enerji, sağlık, eğitim, ulaşım gibi sektörlerde uygulanmaktadır. 1 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı Modeli, s.29, Eker, 2007: 60 Türkiye’de PPP Türkiye’de özellikle sağlık ve eğitim sektöründe ciddi adımlar atılmıştır. 6428 sayılı Kanun, “Sağlık Bakanlığınca Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis Yaptırılması, Yenilenmesi ve Hizmet Alınması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” şeklinde uzun bir isme sahip olup Sağlık Bakanlığı’nın PPP projeleri kapsamında uymakla yükümlü bulunduğu kanundur. Söz konusu modelle yapılacak olan sağlık tesisleri; Sağlık Bakanlığınca verilecek ön proje ve belirlenecek temel standartlar çerçevesinde, kendisine veya Hazineye ait taşınmazlar üzerinde ihale ile belirlenecek gerçek kişilere veya özel hukuk tüzel kişilerine belirli bir süre ve bedel üzerinden kiralama karşılığı yaptırılacaktır. Bu amaçla Maliye Bakanlığınca Hazineye ait taşınmazlar üzerinde gerçek kişiler veya özel hukuk tüzel kişileri lehine bedelsiz olarak üst hakkı tesis edilecek ve bu şekilde taşınmazlar devredilecektir. Projeyi yürütecek olan şirket belirlenen bir dönem yapım aşaması, bir dönem işletme aşaması olmak üzere hizmetin, ürünün veya yapım işlerinin sunulmasını temin eder. Devlet ise şirkete bunun karşılığında uzun dönemlere yayılan bir ödeme planıyla kira öder. Bu proje kapsamında sunulan hizmetin devlet tarafından sunulduğu kabul edilir ancak işletme özel sektör tarafından gerçekleştirilir. Bu projelerin, özellikle eleştiriye maruz kalan kısmı ise belli alanların ticari alan olarak kabul edilip şirket tarafından ayrıca işletilebilecek olmasıdır. Sağlık Bakanlığı tarafından PPP modeli ile yaptırılan projelerden Ankara’da Bilkent ve Etlik, Elazığ ve Kayseri Sağlık Kampüsleri yapım aşamasında. Bunların dışında farklı olarak ihale, teklif, nihai teklif veya sözleşme aşamalarında olan 16 proje bulunmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığının da hali hazırda PPP modeli ile gerçekleştirilecek olan projeleri mevcuttur. Ülkemizde bu model özellikle doktorlar ve sağlıkçılar tarafından korkuyla karşılanmıştır. Türk Tabipler Birliği tarafından söz konusu projeler yargıya taşınmıştır. 2013/2 | Hukuk Gündemi 25 PPP Modelinin Avantajları • Kamu hizmetleri daha kaliteli ve hesaplı şekilde sunulabilir. • Talep edilen hizmetler daha kısa sürede gerçekleştirilebilir. • Bu model sayesinde atıl sermaye ülke içine yönlendirilmektedir. Kamu hizmetlerinin sunumu için gerekli sermayenin doğru yönlendirilememesi de hizmet sunumundaki eksikliklerin oluşmasına neden olmaktadır. Böyle bir yetersizliğin önüne geçilebilmesi için özel sektörünsermaye etkinliğini yaratarak konuyla ilgili uzmanlığından yararlanılması amaçlanmıştır.1 • Uluslararası sermaye altyapı projelerine yönlendirilebilir. PPP Modelinin Dezavantajları • Borçlanma özel sektörce yapıldığından kaynak maliyeti daha yüksek olabilmektedir. • Bu modele yabancı sermayenin ilgisi, yabancılaşma ve kapitülasyonları çağrıştırabildiğinden kamuoyu tepkisi oluşabilmektedir. Zira bu modelin özelleştirmenin yeni bir yolu olduğu kanısı artmaktadır. • Kamu Özel Ortalığı sözleşmelerin genelde çok uzun vadeli olmaları nedeniyle kaynağa uzun vadeli ödeme zorunluluğu yarattığından genel bütçe esnekliği azalmaktadır. Ayrıca yatırım planlama daha karmaşık bir hale gelmektedir.2 Sonuç Türkiye’nin gelişim sürecinde hızla yol alabilmesi için alternatif uygulama alanlarından Kamu Özel Ortaklığı Modeli’ni değerlendirip uygulamaya başlaması Türkiye için başarılı bir tercih olabilir. Kamu hizmetlerinin sunumunda Kamu Özel Ortaklığı Modeli’nin olası olumsuz etkilerinden arındırılması hedeflenmelidir.3 Önyargılı yaklaşılmamalı ve bu konuda gerek devletin gerek özel sektörün gerekse halkın biliçlendirilmesi gerekmektedir. 1 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı Modeli, s.35 2 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı Modeli, s.36 3 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı Modeli, s.48 26 Hukuk Gündemi | 2013/2 2013/2 | Hukuk Gündemi 27 28 Hukuk Gündemi | 2013/2 HASAN YÜKSELİR İLE RÖPORTAJ Av. Gülşah YILDIRIM S anat yalnızca popüler olandan ibaret değildir. Sanata yıllarını veren bir sanat adamı var karşımızda. Ankara Barosu Ankara Barosu Gelincik projensin yıl dönümü nedeniyle Yenimahalle Belediyesi ile ortaklaşa düzenlenen “Sevda Ateşten Bir Gömlek” isimli konser sonrası, Nazım Hikmet şiirlerinin müzikle harmanlanıp, Nazım’ın şiirlerinden, sözlerinden biraz olsun Nazım’ı ve yaşadıklarını anlamamıza aracılık eden, değerli sanatçı Hasan Yükselir ile yaptığımız keyifli sohbeti, siz değerli Hukuk Gündemi okuyucuları için paylaşıyoruz. 2013/2 | Hukuk Gündemi 29 Okuyucularımızın sizi daha yakından tanımaları için kısaca kendinizi anlatır mısınız? 80’li yıllarda Gazi Üniversitesi Müzik Bölümünü bitirdikten sonra önce keman, sonra şan eğitimi aldım. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde (DCTF) Tiyatro Bölümünde yüksek lisansa başladım. 1984 yılında Devlet Tiyatrolarına girdim. Burada 11 yıl çalıştıktan sonra yurtdışında bir tiyatro ve müzik kurumunun beni konuk olarak istemesiyle hayatım değişti. 1994 yılında Devlet Tiyatrolarından istifa ettim. Orada müzikal oyunculuğuyla ilgili bir projede çalışmak üzere yurtdışına gittim. Almanya’ya 38 yaşında gittim. Bir daha da Türkiye’ye dönmedim. Dönmememin nedeni iyi maaşın iyi olmasıydı. Belli bir yaşı geçtikten sonra yurt dışına gitmek bir çılgınlıktı diye düşünüyorum. Ama bir değişiklik olması gerekiyordu. Yine o zamanlar ‘‘Suya Türkü’’ diye bir grubumuz vardı, tabi ki yoğun olarak konserler veriyordum. O grupla Ege Bölgesinde epey bilinirdik. Yani hemen hemen hiçbir festival bizsiz olmazdı demek abartı olmaz diye düşünüyorum. 90’lı yıllarda, o dönemlerde yine bir müddet sonra Türkiye’de, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla ‘‘Yunus’tan Nazım’a’’ diye bir müzikal yapmıştım. Bu işi 1999 yılında yaklaşık 120 kişi ile sahnede büyük bir orkestra ile yaptık. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının da katkısı söz konusuydu. Aynı zamanda Ankara Büyükşehir Belediyesi Orkestrası ve arkada 40–50 kişilik Ankara çok sesli korosu ile birlikte bir “Yunus’tan Nazım’a” müzikali yaptık. Müzikalin içeriği ise şöyleydi: Yunus bizim bu toprakların ifadesi, Nazım ise ortasında, Hacıbektaş ve arkasından Mevlana; arkasından İmadeddin Nesimi1, yaratan kudret benim diyen adam. Bunların Nazım ile ilişkisi şu: Nazım’ın da aynı felsefeyi savunan, üzerine kitap yazdığı şiir yazdığı Şeyh Bedrettin Destanı var. ‘‘Yunus’tan Nazım’a’’ müzikalindeki amaç sadece Nazım’ın yazdığı Şeyh Bedrettin Destanının bir bölümünü almaktı. Sonuçta, Anadolu Mistisizmi üzerine kurgulanmış bir çalışmaydı. Yurtdışından o zamana denk düşen bir teklif, benim oraya gitme kararı almama neden oldu belki de. 1 İmadeddin Nesimi, 14.yy. Hurufi mezhebinin önde gelen Türk Şairi. 30 Hukuk Gündemi | 2013/2 Günümüzde müzikle uğraşan kesime bakıldığında farklı bir yerdesiniz. Müzik ve tiyatro ile iç içesiniz ve bunları birleştirip farklı bir kompozisyon ile sahneye taşıyorsunuz. Doğrudur, böyle bir mesleği edindim ben. Önce müzik öğrendim, sonra tiyatro. Tiyatro eğitiminden sonra, tabi çok belirgin oldu, müzikal yazmamın nedeni de o zaten. Tiyatral bir yönümün olması, arkasından zaten yurtdışına gittiğimde 1. yılımda, o proje bittikten sonra çalıştığım bir kurumdan ayrılınca o proje iki yıl içerisinde o sözleşme bitince kendi başıma kaldım müzik tiyatrolarında, operalarında. Yalnız kalınca kendimi ifade etmem gerekiyor dedim. Yani kendi küllerimden yeniden doğmak zorundaydım. Burada bir iş yapıyorken, kalk orada yeniden kendini ifade et gibi bir problem söz konusuydu. Üniversiteden önce de müziğe ilginiz var mıydı? Yoktu. Yurtdışındaki proje bittikten sonra kendini yeniden ifade etme hikâyesi. Aslında çok tuhaf bir şey. Beş yaşında; annem, babam ya da dedem bir şeyler çalar ben de onları dinlerdim, kulağım alışkın filan diye anlatabileceğim bir yaşamım olmadı. Pazarcık doğumluyum ama Antep’te oturuyorduk. Meslek lisesine gittim. O zaman adı sanat lisesiydi. Elektrik bölümü mezunuyum ben. Meslek lisesi elektrik bölümü ile müziğin hiçbir ilişkisi yok. Ama benim kulağım iyiydi, iyi olduğunu bildiğim için de kendi kendime söylerdim; Yaş 19, 20. Ankara’ya gelmiştim. Ankara’da kendime bir hedef koymuştum. Teknik öğretmen veya elektrik mühendisi olmaktı amacım. Bunların hiçbirini yapmadım. Bir müzik sınavı açıldığını duydum. Ben iyi söyleyebiliyorum diye gittim, girdim ve sınavı kazandım. Müzik yaşamım 20 yaşından sonra başladı, önceden sıfır. Tesadüf tabiî ki, iyi bir tesadüf. O dönemde açılan sınavlar arasında neden müzik sınavını tercih ettiniz? Onu şöyle açıklayayım. Arkadaşlarım bazen beni dinlerdi. “Şurada bir sınav var, gir” diye söylediler. Ondan kaynaklandı. Yoksa ben konservatuarların müzik bölümünün farkında olan biri değildim. Teknik üniversiteyi bilen biriydim. Bir de o dönem politik bir dönemdi. Gençliğimizin en fırtınalı, en heyecanlı, en baskılı dönemleriydi. Gençlik bir yerlere gidip kendisini ifade ediyordu. Mesela derneklere gidiyorduk. O zaman arkadaşlar aracılığıyla ben de Eti Kültür denen bir yer vardı. Orada tiyatro ve korolar vardı. Ben o tiyatrolara başlamıştım oradaki korolarda şarkılar, türküler veya marşlar okuyorduk. Çalıştıran bir kişi operadan bir arkadaştı. İşte orada olan birilerinin desteğiyle bunlar olmuştu. Vesile olan kişinin adını alabilir miyiz? Mehmet Kırılmış diye bir arkadaşımızdı. Öldü, Allah rahmet eylesin. Çok tuhaf olacak. Yani tabi tek başına o değil ama çok sevdiğim bir arkadaşımdı. İzmirliydi ama Ankara operasındaydı. Onun kardeşi Yunus şimdi İzmir operasında bas2tır. Tercihimde onların katkısı oldu. “Senin kulağın iyi, dolgun bir sesin var git bunu değerlendir.” dediler. Sınava girdim, kazandım. İyi bir yol, iyi bir eğitim aldım, üç yıl. Sanıyorum 1975 idi. Keman bölümünde okuyordum. Tabiî ki, yine benim eğitsel sürecim içerisinde Şan hemen yerini aldı. 1977 yılı 1 Mayıs’ında yaralanınca, kemanı bırakmak zorunda kaldım. Mecburen şana yöneldim. 12 Eylül sonrası Yüksek lisans programına girdim. Tiyatro bölümünü seçmemin nedeni de Prof. Dr. Nurhan Karadağ3, o zamanlar Ankara 2 Bas, en alt vokal seviyedeki insan sesi. 3 Prof Dr. Nurhan KARADAĞ, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Deneme Sahnesi’nin yönetmenlerinden biriydi. Benim oraya gelmemi, birkaç oyunda oynamamı istedi. Ben başka bir tiyatroda oynuyordum. Onun teklifiyle oraya gittim. Gel bizim okulda master yap, dedi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne gittim oraya kaydoldum. Orada yüksek lisansa devam ettim. Ama tercihim DTCF Tiyatro bölümü oldu. Tiyatro bölümüne gittiğimde geçecek olan süreç 2 yıldı. 1 yıl ders alıp, ondan sonra dersleri verip, tez yazıp çekip gitmek. Ama ben 8 yıl kaldım. Orada birçok oyun araştırması ve yazımında hakikaten çok zaman verdim. Aynı zamanda bu oyunların müziklerini yapmak ve başrolünü oynamak gibi bir şans da elde ettim. Müzik ile başlayıp tiyatro eğitimi ile devam eden bir süreç sahneye nasıl yansıdı? Bu süreçte müziğini yaptığınız ya da yer aldığınız oyunlar ya da müzikaller hangileri? “Yunus” adlı bir oyunun başrolü benimdi. 3 perdelik bir eser. Müziklerini de ben yaptım. Arkasından ‘‘Köyümüzde Şenlik Var’’, “Sama Kardeşlik Töreni” hala oynuyor belki biliyorsunuzdur. Arkasından “Kanlı Düğün” müzikalini yaptım. “Mahmut ile Yezid” Murathan Mungan’ın. Hem devlet tiyatrosu hem de Almanya’daki bir tiyatroda yine müzikalini yapan bendim. Oyun ve müzikli bir süreç yani. Benim çok ilgimi Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezun. Akademisyen, yönetmen, oyuncu, dramaturg. 2013/2 | Hukuk Gündemi 31 çeken bir alandır. Benim de uzmanlaşmamı sağladı. Tiyatro ve Müzik Bölümü mezunusunuz, Müziği yapıyorsunuz arkasında oyun var. Oyuna göre müzik yazmak olduğundan farklı bir süreci geliştirdi bende. Bu anlamda örnek aldığınız biri var mıydı? Timur Selçuk vardı, başka yok. Ankara sanatta çalışıyor zaten. Onun dışında başka bir model yok. Müzikli oyun da çok fazla bilinen bir şey değil. Devlet tiyatrosu bu konuda model olamaz. Öyle bir şey yok çünkü. Orası başka bir yapıdır. Altını çizmekte yarar var. Çünkü devlet kurumunda bütün yardımlar hazır ama özel tiyatroya hiçbir yardım yok. Almanya’ya gittim kendimi yaratmak için. 96 yılında bağlama konçertosu yaptım. Türkiye’nin ünlüsü 3 kişi geldi o eseri çaldılar. Arif Sağ solist. Konçerto bir enstürman için yazılan eser demektir. Orkestra eseridir ama. Bunu açıklamak zorunda kalıyorum sizin anlamadığınız anlamında değil okuyucu için. 1996 yılında Köln senfoni orkestrası çaldı o eseri. Türkiye’de bomba gibi patladı bu olay. Ama benim esamem okunmuyor. Eseri yazan benim ama popüler isim öne çıkıyor. Arkasından aynı, büyük orkestrayla, senfoni orkestrasıyla kompozisyonunu yaptığım türkü dost, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Pir Sultan Abdal ve işte Âşık Veysel gibi insanların eserlerini okudum. Dünya değişti orada yaşayan Türkler için. O kadar çok 32 Hukuk Gündemi | 2013/2 etkilendiler ki, birden bire Türklerin ve Almanların arasında önemli bir konuma geldim. 1997 yılında hemen 2 perdelik ‘‘Yeraltında Gülveren Gördüm’’ adlı oda operasını yaptım. Yeraltında Gülveren Gördüm isimli oda operasında ne anlatılmakta? Yere oturmuş, acılı acılı bakan bir çocuk var. Kadın eli var işte. “Yeraltında Gülveren Eller Gördüm” adlı eseri Türkçe oynadık. Çünkü bu tür eserler kendi diliyle oynanmalıdır derim ben. Almanlar için çevirisi üst taraftan bir yerlerden akar. Aşağıda şarkıcılar, operacılar, yorumcular seslendirirken eseri yukarıdan anlamını Almanca verirsiniz. Ben de öyle yaptım. Oynayan soprano kız Danimarkalıydı. Ana bacıyı oynuyordu, Yunus Emre’de. Hacıbektaş’ı oynayan kişi tenor4 Avusturyalı Andreas WINKLER’di. Bir Alman dansçı, ben ve birkaç kişi daha. Piyanist Bulgardı. Böyle değişik milletlerin buluşması gibi bir çalışma oldu. Tam da Yunus’a uygun bir şey. Bu oyun çok tuttu, müzik tiyatrosu diyoruz işte. Almanlar eleştirilerde oda operası dediler. İyi sağ olsunlar 3–4 yıl da o oynadı. Arkasından “Sevda Ateşten Bir Gömlek”. 2001’de Nazım’ın müzikalini yaptım. Bu bir müzikaldi, konser haline getirmek zorundaydım. Nazım’ın müzikal halinin Berlin’de prömiyerini yaptım. Peki, Türkiye’de ilk nerede sahnelendi? 4 Tenor, En tiz ya a ince erkek sesine verilen isimdir. İlk defa Mersinde oynadım. Ondan sonra Ankara, İstanbul, İzmir. Açıkçası Almanya’da kendimi var ettim. Avrupalı kültürün benim yapacağım işlerin farkına varacağını düşündüm. Benim yapacağım kültürel kimliğin ne olacağını merak edenlerin olabileceğini düşündüm. Bunun için bir pazarlama sistemi kurduk. Seyirci profili değişti. Oda operasıyla bunu becerdik diyebilirim. Nazım Hikmet’in eserleri üzerinde çalışmak nereden aklınıza geldi? Nazım’ı biliyorsunuz. Baştan Nazım’ı direkt tanıyorum. Ama tanıdığım Nazım, tabi “Yaşasın İşçi Sınıfı”, “1 Mayıs İşçi Bayramı” gibi şarkılarla biçimliydi hayatımız. Örneğin, Bursa’da ‘‘Türkiye işçi sınıfına selam, selam yaratana, tohumların toprağına, serpilip gelişen hayata selam.’’gibi şiirlerle donanmıştık. 12 Eylül’den sonra Nazım’ın çok dramatik bir yanı var. Yaşadığı ayrılıkların, acıların son derece dehşetli olduğunun farkına vardım. “Ayrılık demir bir çubuk gibi, sallanıyor havada, çarpıyor yüzüme yüzüme…” Ayrılık, hasret, özlem yani. Ülkesine, karısına, çocuğuna özlem. Muhteşem bir şiir. Ondan sonra cezaevindeyken “Her mahkûm gibi sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayale. Hâlbuki sen orda şehirde gerçekten varsın etinle kemiğinle ve beyazlığın ki dokunamıyorum. Duman ediyor adamı duman.” Ondan sonra karısı Münevver için yazdığı, “Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı, gözünün içinde durmayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının, yüz yıl bekler beni bir şehirde bir kadın.” Bunlar var, bunların farkına vardım. Bunların üzerine gitmem gerektiğinin farkına vardım. Ama bunları yazdığı yer ya uzak, ya sürgünde olduğu yer ya da cezaevi. İki nokta var yani. Bunun yapılması gerekirdi diye düşündüm. Bunun üzerine gitmeyi tercih ettim. Yoksa Kuvay-i Milliye var, Memleketimden İnsan Manzaraları var, Taranta Babuya Mektuplar var. Binlerce şiirin arasından seçerek bulduğum çalışma sonucu çıktı bu kurgu, her şey. dedi. “Olur”, dedim. O zamanlar oyun müzikleri yapıyorum zaten, zamanımın çoğunu da o alıyor. Zaten müzik yapmayı seviyorum. Ben de, Umut Sokağı’nın film müziklerini yaptım. Daha dün bana mesaj geldi, Umut Sokağı’nın müziklerini istiyorum, diye. Şaşırdım, yani 1987’den bu yana 26 yıl oldu. Filmi beğendiler, 26 yıl sonra hala o filmin müziğini istiyorlar. Hala anlamış değilim. Nasıl oldu, yani iki tane filmin müziğini yaptım. O ara Türkiye’de, TRT’de Erikçigiller ve birkaç belgesel dizi müzikleri yaptım. Erikçigiller zaten 7-8 yıl oynadı. Film müziklerinin dönüşü olumlu olunca reklâm müzikleri üzerine çalışma mı yaptınız? Hayır, onlar daha sonra. Bunlar 1987, 1990’lı yıllar arası. Reklâm işi 1999 yılında. Almanya’da ‘‘Nefes’’ ve “Vatan Sağ Olsun” adlı filmlerin yönetmeni Levent Semerci ile arkadaş olduk. Levent o zaman sinema, klip veya reklam için herhangi bir şey yapmıyordu. Daha sonra Levent, kendi storyboard5larını kafasında her bir şarkı için yazıyor ve bunları bazı yönetmenlere sürekli gönderiyordu. Bir tanesi çok beğenildi. Arkasından Ottello diye bir Alman kurumu için bir reklâm filmi çekti. Ben Ottello’nun reklâm müziğini yaptım. Beğenildi. Levent istediği için yaptım, açıkçası sinemayla çalıştım ama 30 saniye için kısa müzik yapmak kolay gibi görünse de aslında biraz handikap. Sonra büyük bankaların reklâm filmlerini çekmeye başladı. Ben de reklâm müziklerini yaptım. CEN Ajansın yaptığı ATV prodüksiyonun içindeki grupla, onlardan ne kadar webcart olsun, aklınızda ne kadar tv, radio, ATV’nin ne kadar jingle’ı varsa ben yaptım o zamanlar bayağı isim yapmıştım. Sonra benim konser sayım fazlalaştı ve reklâm müziği yapmayı bıraktım. Yeni projeleriniz var mı? Dolu. Yine Anadolu ile ilgili 8 tane projem var. Bunlar da sürpriz olsun. Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ediyorum. Yaptığınız müziklerle sohbetimize devam edelim. Erikçigiller, Umut Sokağı, Uzun İnce Bir Yol… 1987’de Şerif Güren bir tane film çekiyordu. Umut Sokağı. Onun asistanı arkadaşımdı. “Şerif ağabeye bahsettim. Gel müzikleri sen yap”, 5 Storyboard, Proje konusu belirlendikten sonra zihindeki resimleri görselleştirmek amacıyla çizilen karalamalar, çekilen fotoğraflar veya yapılan renkli resimlerdir. 2013/2 | Hukuk Gündemi 33 Radyoda Aksamüstü Sarkıla Stj. Av. Başak AKGÜN G ün ortasında hatırlanan rüyalar gibi, saydam, dalgın bir gün. Başımı nereye koysam fazla geliyor bunca eksik içinde. Bir çay demliyorum sonra, renkleri turuncudan bordoya dönen bir gün bitiriyorum. İki kişiye fazla, bir kişiye çok geliyor düşünce; hem sonra hiç kimseye de halimi anlatmak istemiyorum. Bu kusursuz sessizliğe ancak yarısı dinlenilmiş bir şarkı yakışır. Arka odadan küçük radyomu getiriyorum, cızıltılı sesi oynamaya niyeti olmayan gelinleri anımsatıyor her defasında; ama bir açılsa, en güzel şarkısını sunacak, biliyorum. Bir çay da onun için koyuyorum masaya. Böylesi daha iyi. Radyoda Sezen Aksu, herkesin hayatında bir sokak, o sokakta bir şarkı… “O zamanlar biz ne güzel çocuklardık, dünyaya aydınlık gözlerle bakardık…” Sahi, ne güzeldi çocukluğum… Çocukluğum, 34 Hukuk Gündemi | 2013/2 akşamüstlerinde ıslak güneş ve naftalin kokardı. Her şey yerli yerindeydi o vakit; perdedeki güpür, televizyondaki dantel, sandıktaki çeyiz, alt komşunun kızı, çerçevedeki fotoğraf, fotoğraftaki nefes, akşamüstü çayları, ev gezmeleri, Kadriye teyzenin annesi, vesaireler… Mütemadiyen uyum içindeydiler... Yağmur altında bir kalbin dört odacığına tesadüfen sığınmış mutlu anılar gibi… Çocukluğum… Küçük bir şehrin şimdi rüzgârlarca uzak yıllarında geçti. Küçük şehirlerin bir huyu vardır, bilirsiniz; herkes herkesi elbette ki tanımaz; ama herkes herkese muhakkak aşinadır bir yerlerden. Göz aşinalığı, bizden bile gizlice yıllanmış güven demektir. Düşündükçe beyaz bir huzur kaplıyor içimi, yeni oluşmuş bir deli dalga usulca başını bir gemiye yaslıyor; içimde çok uzak bir yerlere gidiyoruz sonra, hiç kimseye el sallamadan. Dalından aniden koparılmış bir bahar arı çiçeği gibi, yaprak döküyoruz rüzgâra değen başımızdan… İnsan, bir bardak suyunu içmeyiversin, alışıyor gittiği her toprağa. Yeniden filizleniyor tomurcuk başı. Unutmak mı? Asla. Bir tebessüm, ya da bir şarkı haline bürünüyor bazen deli fikrin dönüş bileti. Güçlü, mağrur, yenik başımı pencerede buluyorum yeniden fısıldarken aynı şarkının nakaratını ilk kez duymuşçasına... Yaşlı bir küfecinin omuzlarından dökülen hatıralar diziliyor sonra karşıma, neden... Usulca araladığım perde, bir oyunun ilk sahnesini sunarcasına edalı… Aşağıdan geçen adam, çocukken her okul dönüşünde gülümseyerek bana küçük bir kırmızı karanfil uzatan çiçekçi amcaya ne çok benziyor! Kim bilir, hayatta mıdır şimdi… Ne zaman yağmur yağsa, bu semt toprak ve karanfil kokuyor. Dedim ya, her şey gizli bir nizam dâhilinde, mutluydu o vakit. Her şeyin ve herkesin bir yeri vardı sanki, biz bozmadık. Biz, küçük şehrin daha küçük insanlarıydık; yağmur yağdığında bir şemsiyenin altına sığan oyun çocukları. Hiç kimse tanıtmadı gözlerimizi birbirimize, biz bilirdik ne anlama geldiğini asık suratlı bir gülüşün. Şimdi çok uzaklara dağılan nar taneleri gibi bereketli bir hüzün içinde susuyorsak, belki birbirimizi özledik. Anlamak için konuşmak mı gerekir? Ceplerinde kelime fişlerini unutan çocuklardık biz. Biz, kim bilir şimdi hangi şehirde rüzgâr… Şarkı bitiyor gün gibi, çay soğuyor… Radyoda akşam sohbetleri, haberci kuşa benzeyen istek şarkılar… Başımı nereye koysam fazla geliyor bunca eksik içinde. Bir yastık düşünceli başımı binlerce düşle örtüyor. Tatlı rüyalar gibi, susuyoruz. 2013/2 | Hukuk Gündemi 35 Yitirdiklerimizi unutturmamak, ders çıkartmak için… 6-7 EYLÜL Av. Soner ALPER – Stj. Av. Beyza UYGUN OLAYLARI “6 Eylül 1955 günü devlet radyosu, 13.00 Ajansında Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve yapılan bombalı saldırı haberini duyurur ve bu haber İstanbul Ekspres gazetesinin iki ayrı baskısı ile İstanbul genelinde hızla yayılır…” K ıbrıs’taki Türk azınlığa yapılan baskılar, 1955’te Türkiye kamuoyunun gündeminde başköşeye oturmuştur. Bu konu, o dönem Türkiye’de en çok satan gazetelerden biri olan Hürriyet’in manşetine İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS1 çetelerine gönderdiğini yazmaya götürecek kadar ilerlemiştir. Sözde, Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs’taki Türk azınlığa karşı bir saldırı hazırlığı içindedir. Bu duruma Hürriyet gazetesinin yazı kurulu misilleme tehdidi ile karşılık verir ve hararetle “İstanbul’da saldırılabilecek yeteri kadar Rum’un yaşadığını” vurgular.2 Gerginliğin zirve yaptığı bu dönemde dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba patladığı haberi, 6 Eylül 1955 günü önce saat 13.00 ajansında devlet radyosunda yayımlanmıştır. Bunun üzerine, “Atamızın Evi Bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres3 1 Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Helen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan ülkü. 2 Dilek GÜVEN, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İletişim Yayınları, İstanbul 2012, s. 14. 3 Mithat PERİN’in sahibi, Gökşin SİPAHİOĞLU’nun yazı işleri müdürü olduğu gazete. 38 Hukuk Gündemi | 2013/2 gazetesi genelde baskı sayısı 20 bin civarında olduğu halde 6 Eylül’de 290.000 adet basmış ve o dönemde kurulmuş ve aktif faaliyette olan Kıbrıs Türktür Cemiyeti4 üyelerince bütün İstanbul’da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Cemiyeti genel sekreteri Kamil ÖNAL, “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz.” diye yazmıştır. Ortamın ateşlenmesi için 4 Eylül 1955 günü Hikmet BİL öğrencilere verdiği bir direktifle Taksim Meydanında Rumca gazeteleri yaktırır. Kamil ÖNAL ise aynı gün, üzerinde ‘Kıbrıs Türktür’ yazılı tam 20 bin plakayı bastırtıp öğrencilere dağıttırır. Olaylardan bir gün evvel MENDERES, BİL ile görüşüp Londra’daki Kıbrıs konulu konferansa katılmış olan ZORLU’dan bir şifreli telgraf aldığını ve bu telgrafta ZORLU’nun, Türkiye’den tepki beklediğini, Londra’da zapt edilemeyen bir Türk kamuoyundan bahsedilmesini istediğini anlatır. 4 Ağustos 1954’te Milli Türk Talebe Birliği ve Türkiye Milli Talebe Federasyonunun teşviki ile basının ve Türkiye Millik Gençlik Teşkilatının katılımıyla bir ulusal komite biçiminde Kıbrıs’taki Türk azınlığı Birleşmiş Milletler ve diğer örgütler karşısında savunmak ve tüm ülkede protesto eylemleri düzenlemek amacıyla kurulan dernek. Bu bilgi aynı gün BİL tarafından Kıbrıs Türktür Cemiyeti şubelerine de iletilir. Bu direktif olarak da algılanabilecek bir yaklaşımdır. Kıbrıs Türktür Cemiyetinin ön ayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, kontrgerilla ve diğer derin devlet teşkilatları, bazı resmi ve gayri resmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilmiş ve bu olaylar tarihimizde bir utanç kaynağı olarak yerini almıştır.5 Saldırılar 20 ila 30 kişiden oluşan organize olmuş birlikler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunlar da kendi aralarında kışkırtıcı, önderler, tahripçiler olarak sınıflandırılabilir.6 Kışkırtıcılar çoğunlukla Türk bayrakları yanında Atatürk ile Celal BAYAR’ın büst ve fotoğraflarını taşıyıp halkı tahrik etmek için ya Kıbrıs Sorununu kullanmış ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim antipatisini körüklemişlerdir. Bunun yanında bu kişiler tarafından kahvehanelerde oturan erkeklerin, doğrudan saldırılara katılması talep edilmiştir. 5http://blog.milliyet.com.tr/alinecatidogan 6 Almanya Dışişleri Bakanlığı Politika Arşivi 264, 205-00/92.42, İstanbul Başkonsolosluğu Raporu 06.09.1955 Grup önderlerinin görevi her şeyden önce tahrip edilecek nesneleri keşfetmek olup bir kısmında gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adreslerinin yazılı olduğu listeler bulunmaktadır.7 Bu listelerin olayların başlamasından birkaç hafta önce ilgili mahallelerin muhtarlarından ev ve işyerlerinin adreslerinin istendiği zamanın, görgü tanıkları ve TBMM Zabıt Cerideleri tarafından doğrulanmaktadır. Fransız Konsolosluğu’nun bir raporuna göre; ayaklanmalardan kısa bir süre önce gece bekçilerinin bazı mahalle sakinlerinden duvarlardaki ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini istedikleri, gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerinin haç figürü, GMR (Gayrimüslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “Türk Değil”, “Türk” gibi tanımlamalarla işaretlendiği belirtilmiştir.8 Tahripçiler ise taşlar, kaldıraçlar, latalar, kürekler, testereler, kaynak makineleri ile donanmış olarak belirlenen nesneleri parçalamak görevini üstlenmiştir.9 Gerekli aletler saldırıların 7 Dilek GÜVEN, age., s. 26, 27. 8 Dilek GÜVEN, age., s. 28, Pinepoli TSOUKATOU, 1955 Olayları: İstanbul’daki Rumların Kristal Gecesi s. 136, Nantes Diplomatik Arşiv Merkezi, Fransa’nın İstanbul Başkonsolosluğu Belgeleri, Dosya Numarası: CADN B Seri C26. 9 Alexandrou PHLOPOU, İstanbul ve İzmir’de Uzun Eylül Gecesi, Atina 1955, s.16. 2013/2 | Hukuk Gündemi 39 başlamasından önce kamyonlarla kent içindeki merkezi noktalarda ya da otobüs duraklarında hazır tutulmuştur.10 Şehirlerde saldırı yapılacağına dair dedikodu çıkması üzerine gayrimüslim esnaf erkenden kepenk kapatıp evlerine gitmiş ve pek çok semtte gruplar halinde çeşitli yerlerde bekleyen, görgü tanıklarının ifadesi ile çapulcu olarak nitelendirilen, adamlar görülmüştür. İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf Pastanesine yapılmış, ardından büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başlamıştır.11 İstanbul’un her yerinde, daha sonra İzmir ve Ankara gibi şehirlerde yağmalar aynı yöntemle gerçekleşmiş, önce dükkân ve evlerin vitrin ve camları parçalanmış, vitrinlerin önündeki demir parmaklıklar kaynak makineleri veya tel makasları yardımıyla açılmış, sonrasında dükkân ve evlerin içindeki eşyalar ve mallar içeride ya da dışarı çıkarılmak suretiyle sokağın ortasında paramparça edilmiştir. Saldırıların başlamasından kısa bir süre sonra İstanbul’un caddeleri buzdolapları, piyanolar, elbiseler, ayakkabılar, valizler, tabaklar, kumaş artıkları, kürk parçaları, gömlekler, kravatlar, pastalar, şekerler, daktilolar, manav artıkları ile dolup taşmıştır. Bursa ve Samsun’da Rum yerleşimleri için güvenlik tedbirleri alınmış, Adana ve Eskişehir’de gençlerin katıldığı gösteriler olaysız sona ermiştir.12 Rum, Yahudi ve Ermenilere yönelik saldırılar sırasında çoğu durumda Müslüman komşuları, gayrimüslimleri korumaya çalışmışlardır. Saldırganlar bedensel zarar vermemeleri yönünde talimat aldıklarından küçük çaplı direnmeler bile şiddet olaylarını engelleyebilmiştir.13 Olaylar meydana geldiğinde yetişkin bir yaşta olan İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu Anastasi SAKOPULUOS, olayların yaşanmasının ardından Atina’ya göç ettikten sonra Türklere karşı herhangi bir nefret duygusu taşımadığını çünkü meydana 10 Dilek GÜVEN, age., s. 29, 30. 11http://www.cnnturk.com/2011/tarihte.bugun/09/06/ turkiyenin.utandigi.gun.6.eylul/542217.0/ 12 Dilek GÜVEN, age., s. 43; Milliyet, 08.09.1955; Vatan, 08.09.1955; Yeni İstanbul, 08.09.1955. 13 Dilek GÜVEN, age., s. 36, 37. 40 Hukuk Gündemi | 2013/2 gelen olaylarda Sıraselviler’deki evinin tahrip edilmemesini gene bir Türk olan komşusu Halil’e borçlu olduğunu aktarmıştır.14 Olaylardan kırk dört yıl sonra Atina’da yayınlanan To Vima gazetesinde çıkan yazısında Herkül MİLAS, 6-7 Eylül’ün Rumlarda yarattığı yıkımı örnekleyen bir anısını şu cümlelerle aktarmıştır; “Saldırganlar dairemize giremediler; çünkü Türk kapıcımız- Münire idi adı- bu apartmanda gâvur yok deyip kalabalığı caydırmıştı. Ama babamın dükkânı bütün olarak yok oldu. Bütün kumaşlar şeritler halinde kesilmişti. Olayları izleyen günlerde babam, annemle beni yüreklendirmeye çalıştı ama yaşadığı şok çok büyüktü; bir hafta içinde saçları bembeyaz oldu. Bir deprem gibi birden ekonomik yıkım geldi ve ailenin içinde sıkıntı, stres ve acı yıllar boyu yerleşti.”15 Demokrat Parti İstanbul milletvekili olan Aleksandros HACOPULOS, TBMM’de yaptığı konuşmada, Emniyet Teşkilatının gafil avlandığını, hatta hadiselere göz yumduğunu; Büyükada’da ve Taksim’de çapulcuların etrafı tahrip ederken oradaki polislerin hiçbir şey yapmadan geçip gittiklerini dile getirerek “Daha mühim bir hadisenin benim evimde cereyan ettiği için söylemek zorundayım. Evimin yanı başında polis karakolu bulunmaktadır. Bizi tanırlar, anne ve babamı bilirler. Tahripçiler evin içine giriyor, ev tamamıyla tahrip ediliyor ve evimin önünde duran silahlı jandarmalar ise hiç müdahale etmiyor. Bu hadisede diyebilirim ki evim değil, tahripçiler muhafaza edilmiştir. Babam ve annem 80 yaşındadır. Yataktan aşağı atılmış ve gece yarısı, yatakları dâhil her şeyleri tahrip edilmiştir. Başbakanlık Müsteşarı Salih KORUR evimin halini gözleriyle görmüştür... Saldırganların sarf ettikleri cümleler de şunlardır; ‘Kırın, yıkın, mebusun evini. Bedavadan para alıyor.” sözleriyle 6 Eylül gecesi yaşananları anlatmıştır.16 Olaylar nedeniyle 7 Eylül 1955 günü Kıbrıs Türktür Cemiyetinin tüm idari meclis üyeleri tutuklanmış ve dernek kapatılmıştır. Tutuklananlar arasında çok sayıda sendikalı işçi, öğrenci ve 14 Stelyo BERBERAKİS, Parkeci Halil Türk Bayrağı Asarak Benim Evimi Korudu, Sabah, 08.09.2005. 15 Herkül MİLAS, 6/7 Eylül Olayları, To Vima, 07.09.1999 16 TBMM Zabıt Ceridesi, Sekseninci İnikat, 12.IX.1955 Pazartesi, s. 676. Demokrat Parti üyesi bulunmaktadır. İşçi sayısının fazlalığı, sendika başkanlarının cemiyet üyelikleriyle de açıklanabilir. Tutuklamalar sonucu 34 sendika kapatılmıştır. Emniyette dosyası bulunan ne kadar solcu varsa, bir delil aranmaksızın, hemen tutuklanıp; sorgusuz sualsiz aylarca hapsedilmiştir. Tutuklananlar arasında Hasan İzzettin DİNAMO, Aziz NESİN, Faik Muzaffer AMAÇ, Kemal TAHİR, Pertev Naili BORATAV, Asım BEZİRCİ, İsmet SELİMOĞLU gibi isimler de yer almıştır. Türk Konsolosluğu ile aynı bahçede bulunan Atatürk’ün doğduğu evin bombalanması olayının planlı bir şekilde gerçekleştiği kısa bir süre içinde ortaya çıkmıştır. Bomba bahçeye atılmış ve evin sadece camları kırılmıştır. Olay gecesi konsolosluk görevlisi Hasan UÇAR gözaltına alınmıştır. Yunan Mahkemelerindeki yargılamada bombanın Selanik’teki konsolosluk görevlisi Mehmet Ali BALİN tarafından diplomatik kurye ile İstanbul’dan getirildiği ve Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Oktay ENGİN’in azmettirmesiyle Hasan UÇAR tarafından bahçeye yerleştirildiği hükme bağlanmıştır. Olay sonrası Hasan UÇAR ve Oktay ENGİN tutuklanmış, Oktay ENGİN’e 3 yıl 6 ay, Hasan UÇAR’a ise 2 yıl hapis cezası verilmiştir. Dokuz ay Selanik cezaevinde hücrede yatan Oktay ENGİN, tahliye edildikten sonra Türkiye’ye sığınmıştır. Oktay ENGİN, daha sonra Aksiyon Dergisine verdiği röportajda olayla ilgili suçlamaları reddetmiştir.17 1960 Mayısındaki Askeri Darbeden sonra, Cumhurbaşkanı Celal BAYAR, Başbakan Adnan MENDERES ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU, 6 Eylül 1955’teki olaylar nedeniyle Yassıada Askeri Mahkemesinde yargılanmıştır. 6 Eylül ile ilgili davalarda adı geçen siyasetçiler Rumların Türk vatandaşı olarak Anayasa tarafından güvence altına alınmış olan “Temel Haklarını Çiğnemek” ve “Türk Yurttaşlarını Gösteri ve Şiddet Olaylarına Teşvik Etmek” ile suçlanmıştır. Bu kapsamda Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali BALİN ve vekili Mehmet Ali TEKİNALP, Oktay ENGİN ve Hasan UÇAR da bomba temin etmek ve Selanik’teki Başkonsolosluğun bahçesinde patlamaya neden olmakla suçlandılarsa da, Mahkeme BAYAR, MENDERES ve ZORLU’nun suçlu olduğuna hükmederken, aynı davada BALİN, 17 Röportaj: Faruk MERCAN, Aksiyon Dergisi, 08.09.2003. 2013/2 | Hukuk Gündemi 41 TEKİNALP ve ENGİN’i suçsuz bulmuştur.18 6 Eylül 1955 akşamı trenle Ankara’ya hareket etmek üzere İstanbul’dan ayrılan Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin birçoğu ayaklanmaların boyutu konusunda bilgilendirilmiş, derhal İstanbul’a geri dönerek “örfi idare” ilan edip, birlik komutanlarına silah kullanarak sükûnet ve düzeni sağlamalarını emretmişlerdir.19 Resmi bir Türk kaynağına göre 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesis saldırıya uğramıştır.20 Saldırılarla birlikte birtakım yağma olayları da yaşanmış, polis tarafından araba, kamyonet ve trenlerde çalıntı eşya araması yapılmıştır.21 Olaylar sırasında yaralılarla ilgili verilen rakamlar 300 ila 600 arasında değişmektedir. Bu rakamlar yalnızca mağdurları değil, yaralanan suçluları da kapsamaktadır.22 Olaylar sırasında ekip liderlerinin saldırganları bedensel zarar vermemeleri yönünde sıkça uyarmaları ve sadece maddi zarar vermek, tahrip etmek üzere emir aldıklarını söylemeleri de yaralı sayısının az olmasında etkili olmuştur. Buna rağmen üzülerek söylemek gerekir ki, özellikle evlerde Rum kadınlara bu kişiler tarafından tecavüz edilmiştir. Balıklı Rum Hastanesi Başhekiminin ifadesine göre; hastanede 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür. Çok sayıda kadının bu durumu gizlemiş ve tedavi olmaktan kaçınmış olabileceği de düşünülürse tecavüz kurbanlarının sayısının gerçekte daha yüksek olduğu söylenebilir.23 Can kayıplarının sayısı ise tartışmalıdır. Türk basınında ölü sayısı 11 olarak verilmiştir.24 Abraham ANAVAS, Olga KİMİADES ve Takki BAKKAL 18 Dilek GÜVEN, age., s. 99. 19 Dilek GÜVEN, age., s. 44. 20 Dilek GÜVEN, age., s. 48; Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Arşivi, “Fahri ÇOKER Dosyası” Örfi İdare Mahkemeleri ile ilgili belgeler. 21 Dilek GÜVEN, age., s. 53; Hürriyet, 11.09.1955. 22 Dilek GÜVEN, age., s. 54; Gece Postası, 07.09.1955; Hürriyet, 07.09.1955; Cumhuriyet, 07.09.1955; Son Saat, 07.09.1955; Milliyet, 07.09.1955. 23 Dilek GÜVEN, age., s. 54, 55; http://omogeneia-turkey.com/ tr/id/EylulOlaylari1955-ozeti.pdf 24 Dilek GÜVEN, age., s. 55; Yeni Sabah, 08.09.1955; Hürriyet, 08.09.1955; Son Saat, 08.09.1955; Gece Postası, 07.09.1955; Cumhuriyet, 08.09.1955. 42 Hukuk Gündemi | 2013/2 isimleri gazete haberlerinde yer almıştır.25 Helsinki Watch Örgütünün bir raporuna göre ölü sayısı 15’tir. Rapora göre ölenlerin 5’i din görevlisidir. Bunlar Balıklı’da papaz Chrysanthos MANTAS ve Piskopos Gerasimos, Yeniköy’de Piskopos Gennadios ARABACIOĞLU ve adları bilinmeyen iki papazdır. Adları bilinmeyen diğer iki kişinin yanı sıra ERPAPAZOĞLU, Abraham ANAVAS, Olga KİMİADES, Thanassis MISIROĞLU, Hebe GİOLMA, İsaak ULUDAĞ, Theopoula PAPADOPOULU ve Yannis BALKİS ölü olarak bildirilmiştir.26 Olaylar nedeniyle aralarında Kıbrıs Türktür Cemiyeti üyesi sayısı görece yüksek 3.000 kişi tutuklanmıştır. Doğrudan fail olarak tutuklanan bir diğer kalabalık grupta ise Demokrat Parti’nin ocak örgütlerinin üyeleri yer almaktadır. Tutukluluk süreleri boyunca bu kişilerden bazıları gerçekten de, saldırıların planlanması ve saldırılara katılma konusunda resmi mercilerden talimat aldıklarını belirtmişlerdir. 1955 Aralık sonuna kadar Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin 87 yöneticisi tahliye edilirken 17 kişi hakkında 12 Şubat 1956’da askeri mahkemede dava açılmıştır. Daha sonra kamuoyuna kapalı sivil mahkemede yargılamaya devam edilmiş, 24 Ocak 1957 tarihli duruşmada İstanbul 1. Ceza Mahkemesi hâkimleri, suç işlemek kastıyla hareket etmedikleri gerekçesiyle sanıkların beraatine karar vermiştir.27 Şiddet olaylarının kontrol altına alınmasının ardından 9 Eylül 1955 günü Maliye Bakanlığı’nın yaptığı bir açıklamayla zarara uğrayanlar lehine uygulanacak önlemler açıklanmıştır. Bu önlemler; vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olan mağdurlara geri ödeme kolaylığı sağlanması, banka kredisi almada kolaylık, bürokratik olmayan bir zarar tespit ve telafi süreci şeklinde sıralanmıştır.28 Kızılay, acil önlem olarak Beyoğlu’ndaki ihtiyaç sahiplerine kişi başına 20 TL tutarındaki nakit yardım, taş kömürü ve yiyecek dağıtmıştır. Gerekli tamiratın yapılabilmesi için mağdurlara belediye aracılığıyla 25 Dilek GÜVEN, age., s. 55; Hürriyet, 08.09.1955; Hürriyet, 09.09.1955; Ulus, 07.09.1955. 26 Dilek GÜVEN, age., s. 56; Denying Human Rights and Ethnic Identity: The Greeks of Turkey, Helsinki Watch Report, Washington 1992, p. 50. 27 Dilek GÜVEN, age., s. 82-92. 28 Dilek GÜVEN, age., s. 56; Akşam, 10.09.1955; Ulus, 11.09.1955. çivi, boya ve pencere camı verilmiştir.29 10 Eylül 1955’te Cumhurbaşkanı Celal BAYAR himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza GERÇEL, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir AVUNDUK, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım TAŞKENT ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim ESİ’den oluşan bir komite kurulmuş, Üzeyir AVUNDUK komitenin başkanı seçilmiştir. Komitenin görevi, bir yandan gönüllülük esasına dayanarak para kaynaklarının sağlanmasını hızlandırmak, diğer yandan da hasarın aciliyetine göre, mağdurlara, özellikle düşük gelirlilere hemen ödeme yapmak olarak belirlenmiştir. 13 Eylül 1955’te komite, Vehbi KOÇ, Refik BEZMEN, Arsen GESAR, Onnik BALIKÇIYAN, Yorgi ERMAN’ın da yer aldığı 21 kişinin katılımıyla genişlemiştir.30 31 Aralık 1957’ye kadar birçok banka, sigorta şirketi, fabrika, dernek, iş adamları ve vatandaşların katkılarıyla bağış miktarı 8.7 milyon TL’ye ulaşmıştır.31 Komitenin raporuna göre 4.433 kişinin, 29 Dilek GÜVEN, age., s.56; Ulus, 16.09.1955, 30 Dilek GÜVEN, age., s.56, 57; Yeni Sabah, 14.09.1955. 31 Dilek GÜVEN, age., s.57, 58; Uygur KOCABAŞOĞLU, 6-7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı, Toplumsal Tarih Yayınları, 81 (2000). toplam 69.578.744 milyon TL’lik hasar tazmini için yaptıkları başvurusu kabul edilmiştir. 885.425 TL’lik bir meblağ da komite tarafından okullara, kiliselere ve hayırsever kuruluşlara havale edilmiştir.32 İzmir’de de kurbanların zararlarının karşılanması için Selahattin SANVER yönetiminde bir komisyon kurulmuş, 5 Ekim 1955’e kadar gerçek ve tüzel kişiler tarafından düzenlenen bağış kampanyasına 500.000 TL aktarılmıştır. 150 TL ve 75.080 TL arasında değişen tutarlardaki ödemeler 24 gerçek ve tüzel kişiye ödenmiştir. Ayrıca binasında meydana gelen hasar nedeniyle Yunan Konsolosluğu’na 70.000 TL’lik bir ödeme yapılmıştır.33 Komisyonların İzmir ve İstanbul’daki 6-7 Eylül mağdurları için yaptığı çalışma, 10 Temmuz 1956’dan sonra Galata Maliye Dairesi tarafından üstlenilmiş, 1955’in hasarlarını telafi etmeye yönelik tazminat yasası ve vergi muafiyeti getiren bir başka yasa Meclis’ten geçmiştir. Buna göre birer yıllık Hazine senedi biçiminde öngörülen tazminatların 1957 yılı devlet bütçesinden 32 Dilek GÜVEN, age., s.60, 61; Uygur KOCABAŞOĞLU, age., s. 45-49. 33 Dilek GÜVEN, age., s.63, 64. 2013/2 | Hukuk Gündemi 43 karşılanmasına karar verilmiştir.34 Ancak ödenen tazminatlar, mağdurların beyan ettikleri zarar miktarlarının bir hayli altında kalması nedeniyle, gerçek bir telafiden çok, dış ülkeler için yapılmış göstermelik bir jest olarak değerlendirilmiştir.35 1955 yılında İstanbul’da yaşanan yıkım eylemleri, çok değişik açılardan olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Özellikle İstanbul’un çok kültürlü yapısını yansıtan şehir dokusu bu olaylardan ötürü büyük bir zarar görmüştür. 6-7 Eylül Olaylarını kent mimarisi ve görünümüne etkileri açısından değerlendiren Doğan HASOL, anılarında; İstanbul’u Rumların terk etmelerinden sonra buraya göç eden insanların şehrin dokusuna uyum sağlayamayarak İstanbul’a en büyük zararı verdiklerini ifade etmiştir.36 6-7 Eylül Olaylarının yarattığı olumsuz koşullardan dolayı göç eden Rumlar, İstanbul’un sosyal ortamına kattıkları zenginliği de götürmüşlerdir. Rumların yoğun olarak yaşadıkları Beyoğlu semtinde o yıllarda barmenlik yapan Vefa ZAT, meydana gelen olayların trajik sonuçlarının olduğunu 34 Dilek GÜVEN, age., s.64. 35 Dilek GÜVEN, age., s.67. 36 Doğan HASOL, Anılar Kuşlar Gibidir, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2007, s. 197. 44 Hukuk Gündemi | 2013/2 belirterek, göç eden Rumların gözyaşı dökerek ayrıldıklarını aktarmıştır.37 Her şeye rağmen, Rumların içinde yaşadıkları topluma karşı derin duygular taşıdıklarının bir ifadesi olan bu hatıra, uzun yıllar boyunca varlığını devam ettiren dostluğun örneklerinden sadece biridir. Türk hükümeti, 6-7 Eylül olaylarından sonra Rumların kitleler halinde göç etmesinin önüne geçmek için çeşitli önlemler almıştır. Türk yetkililer, pasaport için başvuran Rumların bu isteğini geri çevirmişlerdir. Buna gerekçe olarak da göç eden her bir Rum aile için Yunanistan’dan bir Türk ailenin gelmesi için çeşitli anlaşmaların yapılması gerektiği ileri sürülmüştür. Türk yetkililerin böyle davranmasındaki asıl sebep, İstanbul’daki Rum sermayesinin bir anda yok olmasının önlenmeye çalışmak olarak açıklanabilir.38 37 Görkem ÖZİZMİRLİ, Geçmişle Hesaplaşmak mı, Bugünle Hesaplaşmak mı?, Birikim, S. 261, Yıl 2011, s. 35–46. 38 Dilek GÜVEN, age., s. 175. Dönemin iktidarı böyle davranmakla, Rumları ülkede tutmaya çalıştığını ortaya koymuştur. Ekonomide liberal politikalara sahip olan bir iktidarın ülkedeki ticaretin dinamosu sayılabilecek azınlıkları ülkeden sistematik bir şekilde kovma girişimlerinde bulunduğu iddiaları gerçeğe pek uygun düşmemektedir. DP iktidarının ikinci yarısında ekonomide gözlenen dramatik tablo düşünülecek olursa böyle bir girişimin ticari intihar anlamına geleceği kolaylıkla söylenebilir. 6-7 Eylül olaylarının Rum azınlığı üzerindeki en büyük etkisi, kendi içlerine kapanıp çevrelerine karşı daha güvensiz ve aidiyetçi bir tavır takınmış olmalarıdır. Bu durumun, topluluğun geneline bariz bir şekilde yansıdığı görülmüştür.39 Olaylardan sonra, Rumların Müslüman toplumla kurdukları ilişkilerde daha önceki yılların samimi havasını yeniden yakalamaları oldukça zor olmuştur. Türkiye’deki Rumlar, yaşananların etkisiyle grup içi dayanışmalarını daha da arttırarak içinde yaşadıkları toplumdan giderek izole olmaya başlamışlardır. Aynı semtlerde bir arada yaşadıkları Müslüman topluma ve devlete karşı şüphe ve güvensizlik duygularıyla baş başa kalan Rumlar, Yunanistan ile yaşanması muhtemel olan en küçük bir siyasi krizde bile 6-7 Eylül benzeri bir olayı tekrar yaşayacakları korkusunu uzun süre üzerlerinden atamamışlardır. Aralarındaki dini ve kültürel farklılıklara rağmen yüzyıllarca bir arada yaşayan Müslüman toplum ile Rum azınlığı günümüze yakın dönemlere kadar özellikle İstanbul’un 39 Resul BABAOĞLU, Türkiye Rum Cemaati ve 6/7 Eylül 1955 Olayları, s. 28. semt, mahalle, çarşı gibi mekânlarında ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Ne var ki günümüzde nüfusları bir hayli azalmış olsa da geçmişe yönelik özlem dolu anı ve hatıralar, Türkiyeli Rumların Anadolu’ya kök salmış ve Türklerle iç içe geçmiş yerli bir halk olduğunu ortaya koymaktadır. 40 Yitirdiklerimizi unutturmamak, ibret almak ve ders çıkartmak için; 6-7 Eylül olaylarının çıkış nedeni; her ne kadar Kıbrıs’taki Türk azınlığa yapılan baskıların 1955’te Türkiye kamuoyunun gündeminde başköşede olması sebebiyle Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı şeklinde çıkan asılsız haber olarak gösterilmeye çalışılsa da; 19. ve 20. yüzyılda Türk milliyetçiliği ve etnik-mezhepsel homojenleştirme politikasının, ekonomi ve bürokrasinin, kültür ve eğitim kurumlarının Türkleştirilmesinin, dilin Türkçeleştirilmesinin, iskân politikalarının, gayrimüslimlerin askerlik hizmetine alınmasının ve varlık vergisi uygulamasının, mezkûr olayların yaşanmasında arka planda kaldığı ve asıl irdelenmesi gereken hususların bunlar olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır. 40 Resul BABAOĞLU, age, s. 17. 2013/2 | Hukuk Gündemi 45 HAKSIZ TUTUKLAMA VE HAKSIZ TUTUKLAMALARDAN KAYNAKLI TAZMINAT DAVALARI Av. Kemal Cihat BİNİCİ – Stj. Av. Onur YAYLACI C eza yargılamasında haksız ve uzun tutukluluk süreleri özellikle son dönemde üzerinde sıkça tartışan bir konu haline gelmiştir. Bu tartışmalar; tutuklamanın, amacı olan tedbir niteliğinden çıkıp adeta bir cezalandırma aracı haline geldiği üzerinedir. Gerçekten de tutuklama bir koruma tedbiri olup, ceza muhakemesinin amacına ulaşmasını sağlamak için başvurulan bir araçtır. Öncelikle belirtmek isteriz ki, tutuklama kararı verilebilmesi için Ceza Muhakemesi Kanununun aradığı bütün şartların (CMK md. 100/1) aynı anda bulunması gereklidir. Kanunun aradığı 46 Hukuk Gündemi | 2013/2 şartların tamamı aranmaksızın uygulanan bir tutuklama, koruma tedbiri değildir. Çünkü böyle bir “tutuklama”yı ceza muhakemesi amaçlarıyla haklı göstermek imkansızdır. Nitekim ders kitaplarının ilgili bölümleri ve makaleler ile bu konudaki tüm görüşlerde ilk olarak tutuklamanın bir ceza değil; koruma tedbiri olduğu açıklanmaktadır. Çünkü tutuklanan kişi suçsuzluk karinesinden yararlanmaya devam etmektedir ve suçu, kesinleşmiş bir yargı kararıyla sabit olmayan kişiyi cezalandırmayı hiçbir hukuk düzeni kabul etmemektedir. Zaten tutuklu olan kişinin suçu sabit görülürse, tutuklu olarak geçirdiği süre cezasına mahsup edilmekte ya da beraat etmesi halinde kendisine ödenen bir miktar tazminatla acısı bir nebze olsun dindirilmeye çalışılmaktadır. Buraya kadar anlatılanlar ideal hukuk düzenlerinin toplum düzenini sağlayabilmek amacıyla geliştirdikleri ve uygulaya geldikleri yoldur. Peki, gerçektende tutuklama bir ceza değil midir? ve haksız tutuklamada ödenen tazminat vicdanları rahatlatabilmekte midir? Özellikle son dönemde ülkemizde, tutuklama kurumunun bir tedbirden ziyade cezalandırma aracı olarak kullanıldığı yolunda yaygın bir görüş hakim olmaya başladığını söylemek mümkündür. Öyle ki toplum nezdinde hali hazırda tutuklu evi, ceza evi diye ayrı kavramların olmaması ve oranın hapishane olarak kabul edilmiş olmasının başka da bir açıklaması olamaz. Herhangi bir suçla itham edildikten sonra tutuklanmış ve suçsuz olduğu da tutuklu geçirdiği bir zamandan sonra anlaşılmış olan bir kişi, tutukluluk hali sona erdikten sonra hiçbir aşağılık, utanmışlık izi taşımıyorsa, hayatına olanca akışıyla devam edebiliyorsa işte o zaman tutuklamanın bir ceza değil, koruma tedbiri olduğunu kabul edebiliriz.1 Tutuklama kararıyla birlikte kişi, yaşadığı çevreden alınarak kapalı bir ortama konularak tecrit edilir ve dışarıdaki hayatı; örneğin bir hafta sonraki nişanı, aldığı ilaçlar, hasta çocuğu, otoparktaki arabası, doktorla olan randevusu, işi, öğrenim hayatı kimsenin umurunda değildir. Sınav haftası tutuklanıp daha sonra serbest bırakılan öğrencilerin eğitim hakkı ya da haksız bir tutuklanma nedeniyle işini kaybeden bir işçinin durumu acaba kararı veren makamları ne kadar ilgilendirmektedir? Tutuklamanın koruma tedbiri olamamasının bir başka sebebi de; yasaların sadece kelimelerle suç olmadığını söylediği tutuklamanın, yine aynı yasalarla cezalardan daha çekilmez hale gelmesidir. Şöyle ki; hükümlü olan kişi, ne kadar ceza aldığını bilme, nerede nasıl kalacağını tasarlama, ona göre işlerini yoluna koyma, ailesinin geçimini temin etme imkânlarına sahiptir. Çünkü cezasının verilmesinden kesinleşmesine, kesinleşen cezasının da infazına kadar bir süre geçer. Tutuklunun ise böyle bir süresi hiç olmaz. Kaldı ki hükümlü suç işlediği sabit olan kişidir ve bunun cezasını çekmek zorundadır. Başına gelenler bir yerde kendi eyleminin sonuçlarıdır. Tutuklunun ise daha suçu dahi sabit değildir.2 Dünya üzerinde çeşitli suçlarla suçlanmış, daha sonrada suçsuz olduğu anlaşılarak serbest bırakılmış, bir anlamda PARDON denilmiş kişilerin, daha sonrasında insanların saygısını kazanarak yüksek makamlara gelebildiği gibi, suçlu sanılan kişilerin işkence de görerek psikolojik baskılara maruz bırakıldıkları, toplumdan soyutlandıkları, tutuklu iken öldükleri, kendilerine olan güvenlerini, inançlarını kaybettikleri de görülmüştür. Peki, hangi nedenlerle farklı uygulamalar farklı sonuçlar doğurabilmektedir? Bu soruya cevap vermek için toplumun cezaya ve suçluya bakış açısı iyi bilinmelidir. Emile DURKHEİM, cemiyet ne kadar az gelişmişse ve merkezî iktidar ne kadar mutlak bir karakterde ise cezanın şiddetinin o kadar yüksek olacağını söylemiştir. Bu yüzden totaliter toplumlarda ve mutlak merkezi idare tarafından yönetilen toplumlarda cezalar hep daha şiddetli olmuştur. Çünkü işlenilen cürüm aynı zamanda iktidarın meşruluğuna da gölge düşürmüştür, otoriteyi zayıflatmıştır. Örnek olarak dini referans alan hukuk düzenlerinde işlenilen suçlar, Tanrıya karşı işlenmiş sayılır ve tanrı ile insan arasındaki seviye farkının çok yüksek olması nedeniyle de en sert şekilde cezalandırılır; diktatörlüklerde işlenilen suçlar, devlet başkanının şahsına karşı işlenilmiş sayılır ve cezanın şiddeti buna göredir. Bizim toplumumuzun kutsalı da devlettir. İşlenilen suç devlet otoritesine karşı bir başkaldırı olarak görülür ve buna göre cezalandırılır. Bu tür sistemlerde Tanrı, diktatör ve devlet karşısında insan, her zaman zayıf kalmış ve aradaki seviye farkının fazlalığı nedeniyle şiddetli cezalara maruz kalmıştır. Bu tür sistemlerde tutuklama da çok rahat yapılabilmiştir, çünkü otoriteye karşı girişilen eylem hemen cezalandırılmalı ve yılanın başı küçükken ezilmelidir. Demokratik hukuk düzenlerinde ise değer insandır, suç işleyen de zarar gören de aynı haklara sahip insandır, arada seviye farkı olmadığı içinde verilen cezanın şiddeti daha düşük tutuklama şartları da daha katıdır, keyfilikten uzaktır. 1 Beccaria, Cesare. “Suçlar ve Cezalar Hakkında.” Çev: Sami SELÇUK), İmge Kitabevi, Ankara (2004).S.150 2 YAHŞİ Cahit, Tutuklama Üzerine. 2013/2 | Hukuk Gündemi 47 TUTUKLAMANIN YASALLIĞI VE KEYFİ TUTUKLAMA Koruma tedbirleri; kişilerin Anayasa, Uluslararası Antlaşmalar ve diğer kanunlarla koruma altına alınmış haklarını ihlal eden, sınırlandıran tedbirler olduğu için Ceza Hukukuna hakim olan kanunilik ilkesi bu tedbirler yönünden de geçerlidir. Hatta tutuklama bu tedbirler içerisinde en ağırıdır ve doğrudan Anayasa ile düzenlenmiştir ve şartları da kanun ile belirlenmiştir. Ancak burada eleştirilmesi gereken, tutuklama şartlarını belirleyen kanunların yargıca çok fazla takdir yetkisi vermiş olduğudur. Bir yurttaşın tutuklanmasını yargıçların ve savcıların keyfine bırakmak çok yaygın olmakla beraber, yanılgıdır. Bir şahsın tutuklanmasına ilişkin ve onu bir soruşturmaya, incelemeye ve bu tür bir cezaya tabi kılan belirtilerin/kanıtların neler oldukları yasada belirtilip, en ince ayrıntısına kadar açıklamalıdır. Zira yargıçların verdikleri kararlar bir yasa hükmünün uygulamaları değilseler, her zaman özgürlükleri çiğneyici niteliktedirler. Kaldı ki Türk Ceza Muhakemesi Hukuku gibi savunmaya gereken ehemmiyetin verilmediği, sanıkların konuşmayı biraz uzatırsa azar işittiği, avukatların mahkeme salonlarında susturulduğu ve bunun yanında hâkimlerin savcıların duruşmada uyukladığı, yapılan savunmaları dinlemek şöyle dursun, dosyayı tam olarak okuyamadıkları hukuk sistemlerinde, tutuklama gibi ağır sonuçları olan tedbirlerin alınmasında yargıçlara verilen takdir hakkının sınırı çok iyi belirlenmelidir. Aslında burada ifade etmeye çalıştığımız problemleri kanun koyucuda tahmin etmiş olmalıdır ki, Anayasa’nın 19. ve CMK’nın 100. vd. maddelerinde tutuklama kararının açık bir şekilde ve gerekçeli olarak yazılması gerektiği düzenlenmiştir. Yargıç, kendisine bırakılan alan içerisinde verdiği tutuklama kararını hangi somut olayın, hangi yasa hükmüyle ilişkilendirildiğini belirterek hakkaniyete tevfikan bir karara ulaşmalıdır. Yargıç bununla da yetinmeyerek, adli kontrol tedbirlerinin neden yetersiz kaldığını açıklamalıdır. Uygulamada, tutuklamaya ve tutuklama halinin devamına ilişkin kararların yeterli gerekçe içermediği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin çeşitli kararlarında vurgulanmaktadır. Mahkeme, bu kararlarda sadece “tutuklama tarihi, suçların niteliği, delillerin durumu” gibi klişe sözcüklere 48 Hukuk Gündemi | 2013/2 yer verilmesi eleştirilmektedir. Kişinin en temel haklarını dahi kullanamayacağı, toplumdan tecrit edileceği bir hüküm kurulurken en azından açık, anlaşılır ve gerekçeli karar her yurttaşın hakkıdır ve her yurttaş da bu haktan yararlanmalıdır. Çokça eleştirilmesi gereken hususlardan birisi de CMK md. 100/3’te sayılan katalog suçlardır. Bu suçların işlendiğinin iddia edilmesi halinde kanun, peşinen tutuklama şartlarının varlığını kabul etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de verdiği birçok kararda, söz konusu uzun ve haksız tutuklamalardan dolayı Türkiye Cumhuriyeti Devletini tazminat ödemeye mahkûm etmiştir. Bunlara örnek olarak ALGÜR VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI, ANSUR / TÜRKİYE DAVASI verilebilir. Pek tabi AİHM’in Türkiye aleyhine verdiği kararları uzatmak mümkündür ancak genel olarak tüm kararlarda tutuklamanın uzun ve haksız olmamasının yargı mercilerinin görevi olduğu ve yargı mercilerinin masumiyet ilkesini göz önünde bulundurması gereği belirtilmiştir. Mahkemeye göre, “tutuklulukta karine özgür bırakılma lehinedir”. Tutuklama makul olmaktan çıktığında sanık geçici de olsa serbest bırakılmalıdır3. Ancak şüphenin sanık lehine yorumlanması genel ilkesinin bile tam tersi uygulandığı ceza yargılaması sistemimizde tutuklulukta da karine genellikle “TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMI” olmaktadır. AİHM’in pek çok aleyhe kararına konu olan tutuklama kararları, kişi ve toplum üzerindeki etkileri dikkate alınarak verilmesi gerekirken, Türkiye’deki uygulaması tam tersi yönde olmaya devam etmektedir. Bunun en dikkat çeken örneği ise taksirli suçların en bariz örneklerinden olan trafik kazalarında bile tutuklamaya başvurulmasıdır. Hiçbir hukuki mantığa sığdırmanın mümkün olmadığı bu kararlar, sosyolojik ve psikolojik etkileri düşünülmeden alınmış ve sonuçlarıyla da daha çok toplumun adalet duygusunu zedeleyen kararlardır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; ceza yargılaması sistemimiz TUTUKLU YARGILAMANIN esas olduğu sistem üzerine kurulmuş olup, her ne kadar bu durum son yıllarda yapılan yasal değişikliklerle olması gerekene evrilmeye çalışılmışsa da, yılların 3Centel, Nur. “TUTUKLAMA UYGULAMASINDA SORUNLAR.” İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası 71.1 (2013): 193-206. alışkanlıkları ve uygulayıcıların kafa yapıları değiştirilmediği sürece bir sonuç alınamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu nedenle uygulayıcılara verdikleri bu kararlar konusunda hassas ve özenli olmaları konusunda uyarılar yapılmalı, kendilerine sorumluluklar yüklenmelidir. HAKSIZ TUTUKLAMA NEDENİYLE TAZMİNAT Kanun dışı yakalanan ve tutuklanan kişilere tazminat ödenmesi hakkında 466 sayılı Kanun, 15 Mayıs 1964 tarihinde yürürlüğe konulmuş; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki 5320 sayılı Kanunun 18. maddesinin (c) bendi hükmü gereğince, 1.6.2005 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlükten kaldırılmıştır. 466 sayılı Kanun’un yürürlükten kaldırılmasıyla, 01.06.2005 tarihinden itibaren onun yerini 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 141-144. maddeleri almıştır ve günümüzde haksız tutuklama nedeniyle tazminat davaları bu kanun maddeleri gereğince talep edilmektedir. HAKSIZ TUTUKLAMALARA GÖRE TAZMİNAT HAKKI DOĞURAN NEDENLER “Kişi Hürriyeti ve Güvenliği” başlıklı Anayasa, 19. maddesinde tutuklamanın esaslarını belirtmiş ve son fıkrasında; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilere uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre devletçe ödenir” hükmünü getirmiştir. Tazminat verilmesinin usul ve sebepleri ise 5271 Sayılı CMK’nın 141-144. maddelerinde düzenlenmiştir. 5271 sayılı CMK’nın “Tazminat İstemi” başlıklı 141. maddesine göre: a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen, b) Kanuni gözaltı süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan, c) Kanuni hakları hatırlatılmadan veya hatırlatılan haklarından yararlandırılma isteği yerine getirilmeden tutuklanan, d) Kanuna uygun olarak tutuklandığı halde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen, 2013/2 | Hukuk Gündemi 49 e) Kanuna uygun olarak yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlarına karar verilen, f ) Mahkûm olup da gözaltı ve tutuklulukta geçirdiği süreleri, hükümlülük sürelerinden fazla olan veya işlediği suç için kanunda öngörülen cezanın sadece para cezası olması nedeniyle zorunlu olarak bu cezayla cezalandırılan, g) Yakalama veya tutuklama nedenleri ve haklarındaki suçlamalar kendilerine, yazıyla veya bunun hemen olanaklı bulunmadığı hallerde sözle açıklanmayan, h) Yakalanmaları veya tutuklanmaları yakınlarına bildirilmeyen, i) Hakkındaki arama kararı ölçüsüz bir şekilde gerçekleştirilen, j) Eşyasına veya diğer malvarlığı değerlerine, koşulları oluşmadığı halde el konulan veya korunması için gerekli tedbirler alınmayan ya da eşyası veya diğer malvarlığı değerleri amaç dışı kullanılan veya zamanında geri verilmeyen, Kişiler, maddi ve manevi her türlü zararlarını Devletten isteyebilirler. Bu madde metninden de anlaşılacağı üzere, hem usulsüz hem de haksız tutuklama hallerinde, kişilerin tazminat isteme hakları bulunmaktadır. Gözaltı ya da tutuklama kararını takiben Kanunun yapılmasını emrettiği işlerde eksiklik veya kanuna aykırılık olması durumunda usulsüz tutuklamadan bahsedilirken; Anayasa ve kanuna uygun olarak tutuklanan ve tutuklanmasını takiben yapılması gerekli işlemler eksiksiz ve kanuna uygun şekilde yerine getirilen sanık hakkında kovuşturmaya son verme kararı veya beraat kararı verilmişse ya da tutuklu kalınan süre hükümlülük süresinden fazla ise veya sanık sadece para cezasına mahkûm edilmişse tutuklama haksızdır. Her iki durumda da, mağdur olan kişiler maddi ve manevi her türlü zararlarını devletten isteyebilirler. Maddi zarar, usulsüz veya haksız tutuklama süresi içinde uğradığı gelir kaybı ve bu nedenle yapmak zorunda olduğu harcamalardır. Bu harcamalara eğer kişi kendisini bir vekil ile temsil ettirmişse, vekiline ödediği avukatlık ücreti de dahildir. Manevi zararı ise, kişinin ailesi ve iş çevresinde saygınlığının bozulması, ruhsal sıkıntılar yaşaması, çocuklarına ailesine ve çevresine uzak olması nedeniyle duyduğu acı ve üzüntüleridir. 50 Hukuk Gündemi | 2013/2 DAVA AÇMA SÜRESİ 5271 sayılı CMK’nın “Tazminat İsteminin Koşulları” başlıklı 142. maddesi 1. fıkrasında : “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay içinde ve her halde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir” denilmiştir. Kesinleşmiş beraat kararları ile kovuşturmaya yer olmadığına dair kararların ilgilisine tebliği zorunludur. Üç aylık süre tebliğ tarihinden itibaren işlemeye başlar. Ancak vekile yapılan tebligat süreyi başlatmaz. Burada unutulmamalıdır ki bahsi geçen süre hak düşürücü süredir. GÖREVLİ VE YETKİLİ MAHKEME 5271 sayılı Yasa’nın 142. maddesi 2. fıkrasına göre: “Dava, zarara uğrayanın oturduğu yer ağır ceza mahkemesinde ve eğer o yer ağır ceza mahkemesi tazminat konusu işlemle ilişkili ise ve aynı yerde başka bir ağır ceza dairesi yoksa en yakın yer ağır ceza mahkemesinde karara bağlanır.” Tazminat talebine esas olan işlemden kasıt, davacının tutuklanmasına veya tutukluluğunun devamına neden olan kararlardır. Bu kararlar hakim, mahkeme veya itiraz mercii tarafından verilmiş olabilir. Tazminat talebine esas olan işlemi yapan mahkeme, yani tutukluluk ile ilgili karar veren mahkeme doğal olarak tazminat davasına bakamaz. Uygulamadan örnek vermek gerekirse; Ankara da oturmakta olan bir kişi davasını Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde açmalıdır. Hazırlanan dava dilekçesi Nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesi’ne verilir, bu mahkeme Ankara’da bulunan Ağır Cezalardan birisine bu davayı tevzi eder. Ancak bu ağır cezalardan birisi tutuklama kararını ya da tutukluluk halinin devamına ilişkin karar veren mahkemelerden birisi ise bu dava o ağır ceza mahkemesine tevzi edilemez. Eğer davacının ikamet ettiği yerde tek ağır ceza mahkemesi var ise ve bu mahkemede tutuklama veya devamına ilişkin karar veren mahkeme ise bu durumda en yakın ağır ceza mahkemesine dava açılmalıdır. BAŞVURU VE YARGILAMA YÖNTEMLERİ 5271 sayılı Kanunun 142. maddesi 2-7 fıkralarına göre; a) Tazminat isteminde bulunan kişinin dilekçesine, açık kimlik ve adresini, zarara uğradığı işlemin ve zararın nitelik ve niceliğini kaydetmesi ve bunların belgelerini eklemesi gereklidir. b) Dilekçesindeki bilgi ve belgelerin yetersizliği durumunda mahkeme, eksikliğin bir ay içinde giderilmesini, aksi halde istemin reddedileceğini ilgiliye duyurur. Süresinde eksiği tamamlanmayan dilekçe, mahkemece, itiraz yolu açık olmak üzere reddolunur. c) Mahkeme, dosyayı inceledikten sonra yeterliliğini belirlediği dilekçe ve eki belgelerin bir örneğini Devlet Hazinesinin kendi yargı çevresindeki temsilcisine tebliğ ederek, varsa beyan ve itirazlarını onbeş gün içinde yazılı olarak bildirmesini ister. d) İstemin ve ispat belgelerinin değerlendirilmesinde ve tazminat hukukunun genel prensiplerine göre verilecek tazminat miktarının saptanmasında mahkeme gerekli gördüğü her türlü araştırmayı yapmaya veya hâkimlerinden birine yaptırmaya yetkilidir. e) Mahkeme, kararını duruşmalı olarak verir. İstemde bulunan ile Hazine temsilcisi, açıklamalı çağrı kâğıdı tebliğine rağmen gelmezlerse, yokluklarında karar verilebilir. Burada önemli olan hususlardan biri davanın muhatabının yani davalının kim olduğudur. Davanın muhatabı devleti temsilen hazinedir ve husumet hazineye karşı yöneltilmelidir. Tazminat istemine esas davalar duruşmalı olarak yapılır. Tazminat istemini inceleyecek olan mahkeme, öncelikle dava dilekçesinin CMK’nın 142. maddesindeki şartları taşıyıp taşımadığını, davanın süresinde açılıp açılmadığını ve yetkili olup olmadığını inceler. Eğer yetkili değilse dosyayı resen yetkili makama gönderir. Eğer süresinde herhangi bir eksiklik yoksa delilleri özenle toplamaya başlar. Burada, tabi araştırma yaparken, özellikle maddi tazminat yönünden davacının tutukluluktan önce ne iş yaptığı, ne kadar kazancı olduğuyla ilgili deliller özenle toplanmalıdır ve gelir kaybını hesaplama bir uzmanlığı gerektiriyorsa, bu hesaplamayı uzman bir bilirkişiye yaptırır. Tüm bunları tamamladıktan sonra ise hüküm kurar. Verilen hüküm temyiz edilebilir bir hüküm olup, temyiz süresi tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren yedi gündür. Haksız tutuklamadan doğan maddi ve manevi zararın giderilmesi istemini içeren dava dilekçesinde faiz talebinde bulunulmaması halinde, sonradan “ıslah” suretiyle bu hususta sözlü veya yazılı talepte bulunulması mümkündür. (9.CD.09.06.2009,2007/8967-2009/6862) TAZMİNAT İSTEYEMEYECEK KİŞİLER 5271 sayılı Kanunun 144.maddesi 1.fıkrasına göre, Kanuna uygun olarak yakalanan veya tutuklanan kişilerden aşağıda belirtilenler tazminat isteyemezler: a) Gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülüğünden indirilenler. b) Tazminata hak kazanmadığı halde, sonradan yürürlüğe giren ve lehte düzenlemeler getiren kanun gereği, durumları tazminat istemeye uygun hale dönüşenler. c) Genel veya özel af, şikâyetten vazgeçme, uzlaşma gibi nedenlerle hakkında kovuşturmaya yer olmadığına veya davanın düşmesine karar verilen veya kamu davası geçici olarak durdurulan veya kamu davası ertelenen veya düşürülenler. d) Kusur yeteneğinin bulunmaması nedeniyle hakkında ceza verilmesine yer olmadığına karar verilenler. e) Adli makamlar huzurunda gerçek dışı beyanla suç işlediğini veya suça katıldığını bildirerek gözaltına alınmasına veya tutuklanmasına neden olanlar. TAZMİNATIN GERİ ALINMASI Kişiye tazminat ödendikten sonra, tazminat ödemeye ilişkin işlemin hukuka aykırı olmadığının anlaşılması halinde ödenen bu tazminat, diğer kamu alacakları gibi tahsil edilir. CMK’nın 143. maddesinde belirtilen bu düzenlemeye göre; Kişinin aldığı tazminatın haksız olduğu ve kişinin haksız yere zenginleştiği belgelenip, Cumhuriyet Savcısının talebi ve mahkeme tarafından alınacak bir karar neticesinde ödenen tazminat geri alınacaktır. Cumhuriyet savcısı bu halde, hazinenin istemini beklemeden mahkemeye yazılı başvuru yapmalıdır. Mahkemenin görevi ise yalnızca geri alınacak tazminatın miktarını belirlemek değil, geri isteme koşullarının oluşup oluşmadığını da incelemektir. Devlet, 3. Kişilerin yalan tanıklık yapmaları ve iftira etmeleri nedeniyle veya devlet görevlilerinin 2013/2 | Hukuk Gündemi 51 kusuru sebebiyle tazminat ödemişse, bu kişilere ve devlet memurlarına karşı rücu hakkına sahiptir. Kusurlu bulunmadan kasıt; görevi kötüye kullanma, rüşvet gibi bir suçla görevin gereklerine aykırı davranma halidir. Ancak bu kusurlu bulunma durumu bizce daha da genişletilmeli, bu konuda uygulayıcıların daha özenli davranmaları sağlanmalıdır. Son cümle olarak belirtmek gerekir ki; “Haksız ve Usulsüz Tutuklamadan” dolayı açılan tazminat davalarında verilen tazminat miktarları maalesef ki tatmin edici miktarlarda değildir. Yine bu davalar sonucunda verilen hükümlerin temyiz 52 Hukuk Gündemi | 2013/2 incelemeleri Yargıtay’ın tutuklamaya neden olan suça bakmakla görevli Ceza Dairesine gitmekte ve de bu incelemeler oldukça uzun sürmektedir. Her ne kadar sonuç alması uzun süren ve sonucunda da hükmedilen tazminat miktarı yönünden tatmin edici olmasa da, bu davaları açmak konusunda ısrarlı olunmalı ve de sonucunda çıkan tazminat miktarının uygulayıcılara, kusurlu davranışları nedeniyle rücu edilmesini sağlayacak düzenlemelerin bir an önce getirilmesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Bu imkan sağlandığı takdirde uygulayıcıların tutuklama ve devamına karar verirken daha özenli ve dikkatli davranacakları kuşkusuzdur. gözlerinde seni sevmeye teşebbüs etmekten yargılanıyorum hafifletici sebeplerimin en başında beni yargılayan o gözler müdafim olarak gözlerini atıyorum kendime tanık olarakta kutsal saydığı bütün değerler üstüne yemin ederek gözlerin dinlensin gözlerinin büyüleyiciliğine ise bilirkişi olarak ben rapor sunacağım. gönlüm, gönlüne hacze geldim sevme borcun birikmiş her gün gelip dudaklarınla dudaklarıma imza atarsan, düşürürüm ben bu takibi gönül dairesinden avazı çıktığı kadar bağrıyor cezası müebbet yalnızlık olan bir dışlanmış mahkum elleri, *hep mi haklı halk mahkemeleri ama ne fark eder mahkum elleri Stj. Av. Ahmet TETİK 2013/2 | Hukuk Gündemi 53 SLAVOJ Stj. Av. Saruhan Gence BAŞARAN B akın öncelikle şunu belirtmeliyim ki; ağdalı cümlelerle şişirilmiş, sadece yerel kanallarda yayınlanan bilgi yarışmalarında hatırlanınca kolaylık sağlayabilme ihtimali olan bilgilerle doldurulmuş, resmiyetten çılgına dönmüş, ispat kaygısıyla dolu bir yazı okumayacaksınız. Ancak yapacağımız faaliyet Žižek ve eserleri hakkında sohbet etmek ise üzülerek söylüyorum biraz yorulmaya hazır olmalıyız. Çünkü yüzeysellik ve kalitesiz magazinellik dışında herhangi bir düşünsel materyal kabul etmeyen günümüz beyinlerini allak bullak etmek adına elinden geleni ardına koymayan, çağdaş felsefenin önemli isimlerinden Slavoj Žižek hakkında atıp tutacağız, bu herkesin yanaşmak isteyeceği türden bir macera değil. (Çok önemli not: İsminin Slavoy Jijek şeklinde okunduğunu öğrendiğimde bu adama dair başka hiçbir şeye şaşırmamıştım.) 54 Hukuk Gündemi | 2013/2 Ž ižek 21 Mart 1949’da o dönem Yugoslavya’nın bir parçası olan Slovenya’nın Ljubljana şehrinde doğdu. Felsefe doktorasını Ljubljana’da alan Slavoj Žižek Paris Üniversit… Boşversenize, pek tabi böyle devam eden bir metni okumanıza ön ayak olmayacağım. Hayatı ve eserleri hakkında ansiklopedik bilgi edinmek isteyen herhangi bir internet arama motoruna Slavoj Žižek yazmak suretiyle amacına ulaşabilir. Sizin ise daha önemli işleriniz var, mesela benim Žižek hayranlığımın ortaya çıkış hikayesini dinlemek gibi… angi şehre ve neden gidiyordum inanın hatırlamıyorum ama yaptığım bir şehirlerarası yolculukta yanıma bir Žižek kitabı almıştım. Kitabın ismi “Kıyametin Versiyonları” idi ve bu eser uyku açan, algı açan, kapı üstüne kapı açan, okudukça size sinir bozucu derecede fark açan bir kitaptı. Hemen H OTOBÜS YOLCULUKLARINDA VE SEZLONGDA UZANIRKEN OKUNMAYACAK ADAM ŽIŽEK 2013/2 | Hukuk Gündemi 55 otobüste doğruldum ve kulağımdan kulaklıkları çıkardım. Müzik dinleyerek okunacak bir kitap değildi ve bu benim kriterlerime göre bir kitap açısından saygı duyulası bir normdu. O an anladım; Žižek otobüs yolculuklarında, şezlonglarda, bir kafede kısacası hayattan soyutlanmanızı engelleyecek ölçüde yoğun yaşam sinyalleri aldığınız hiçbir mecrada okunacak bir adam değildir. Žižek okuyacaksanız çalışma masanıza geçer, fosforlu kaleminizin kapağını dişlerinizle açar, işe koyulursunuz. Žižek’i anlayacaksanız savaşırsınız, hem de bir hayli savaşırsınız. 56 Hukuk Gündemi | 2013/2 K ıyametin Versiyonları kitabını o dönem bitirdikten sonra elime bir daha alma fırsatım olmamıştı. Bu yazı ortaya çıkarken ise kitabı elime tekrar alıp altını çizdiğim bölümleri ve yanına aldığım notları paylaşmaya karar verdim. Bakın bu bir sırrı paylaşmaktır. Gelin kitabımda nereleri çizik arsızı etmişim bir bakalım. … biraz paranoyakça gözükse de şunu düşünmek için yeterli zemin var: Gizli servisler, dahili ile hariciyi birbirinden ayırt edilemez kılmanın imkanlarından, yani beyin süreçlerini, teknolojik “ olarak manipüle edilmiş harici maddi süreçlerin tesisatına bağlamanın imkanlarından istifade edebilmek için kapsamlı bir uğraş halinde. Bu süreci yönlendiren ideal, geçmiş ve geleceğin psişik seviyede tam kontrolüdür. Bu sırada strateji daima aynı kalır: Bir buluş, önce-kimse muhalefet edemesin diye- ekstrem bir hastalığa deva olarak sunulur, sonra da yaygın kullanıma açılır. Halde zaten, öznenin travmatik geçmişini selektif olarak silecek ve böylelikle, mesela amansız bir işkencenin ya da ırza geçme olayının kurbanı olan kişiyi normale döndürecek genetik ve biyokimyasal müdahaleleri hedefleyen geniş çaplı araştırmalar var. Problem, tabii ki, bu prosedürün geçmişin izleri üzerinde daha global bir kontrol sağlamak üzere yaygın kullanıma girmesiyle ortaya çıkıyor. Ya da zengin müstakbel ebeveynler, bugünden gelecekte ortaya çıkabilecek suça yatkınlık, düşük IQ gibi olası zihinsel zaaflara karşı henüz doğmamış çocuklarının beynini taratabiliyorlar. Bu noktada iş bu prosedürün olası bir yaygın kullanımının sonuçları ne olacak diye sormak gerekiyor. Burada ikili bir tuzaktan sakınmak gerek: Beynin iyi amaçlarla temizlenmesi, hastalıklardan ve geçmiş travmalardan korunması yollu ütopik bir hayal ve beyne yönelik bu türden müdahalelerde insanlığın sonunu görmek yollu bir kıyamet perspektifi…” lıntıladığım bu kısım; Kıyametin Versiyonları kitabında altını çizdiğim, tüyler ürperten fütüristik bir senaryo içerisine beni hapseden kısımlardan yalnızca bir tanesi. Yanına çirkin yazımla almış olduğum not ise şu şekilde: “Acaba bir Şirinler Köyü kuracağız derken ortaya çıkaracağımız yanıltıcı ve olumlu atmosfer, doğal ve samimi kötülüklerimizi kovarak köyümüze Gargamel’i mi çağıracak?” A 2013/2 | Hukuk Gündemi 57 H emen akabinde hayran olduğum bu Balkan düşünüre ait diğer bir kitap olan “Antroposen’e Hoşgeldiniz”i edindim. Bu kitaba da gereken saygıyı göstererek fosforlu kalemlerim ve fazladan depoladığım kafein ile birtakım vurucu kısımlar belirleyerek bu dahiyane eseri de anlamaya çalıştım. Bu kitapta altını yırtarcasına çizdiğim kısım ise şuydu: … gelişmiş ülke çevrecilerinin büyük mantrası olan sürdürülebilirlik kavramını da, hiçbir şeyin heba olmadığı kapalı bir dolaşım fikri üzerine inşa edilmiş bir mit diyerek, korkmadan reddetmek gerekiyor. Problem şurada ki, tabiat kesinlikle sürdürülebilir falan değildir; tabiat, dev ve çılgın bir süreçtir, bu süreç bazen atıklarını, bu atıkların mevzii olarak ortaya çıkan ve kendini örgütleyebilen organizmaların sonradan kullanabileceği bir yerlere yığar (tıpkı, tabiatın muazzam ölçülerdeki bir atığı olan petrolü insanların enerji kaynağı olarak kullanabildiği gibi)…” ine inanılmaz çirkinlikteki bir el yazısıyla yanına aldığım not ise şu şekilde: “tekelleşen sermayenin vurgu üzerine vurgu yaptığı organiklik hassasiyetine artık biraz şüpheyle mi yaklaşılmalı?” eynim yoruluyor, yüzüm gülüyor, algılarım bir çocuk programının sonundaki anlamsız zıplayışlara benzer bir coşkuyla sarsılıyordu Žižek’i okudukça. Daha sonra “İdeolojinin Aile Miti” ve “Yamuk Bakmak” olmak üzere diğer kitaplarını okudum ve daha sonra görmediğim yerleri farkedebilme umuduyla bunları kitaplığıma dizdim. Gerçekten önemsediğim herkesin okumasını ya da en azından varlığını bilmesini bir şekilde sağladım. Hem bana özel olmasını istediğim farkındalıklarıyla dolu bu eserlerden kimsenin haberinin olmamasını istiyor, hem de takvim “ yapraklarındaki fıkralar dışında herhangi bir şeyi okumak istemeyen kişilerin dahi Žižek’ten haberdar olmasını diliyordum. Kendi paradoksal alemini insana doğrudan taşıyordu bu dahi ve magazinel düşünür. Yıpratıyor ama bağımlılık yaratıyordu. ižek’e bir kez kulak verdiğinize size duymak istediğinizden ve görsel açıdan kaldırabileceğinizden çok daha fazlasını iteklemeye çalışan bir tutum içerisinde olduğunu göreceksiniz. Ama bence bu duruma kızmayın çünkü nispeten küstah insanlar bilimi bizlere hediye etmiş olanlardır ve sanı- Ž Y B 58 Hukuk Gündemi | 2013/2 rım nazlarını çekmek konusunda biraz fedakarlık yapmamız gerekiyor. Hemen şimdi Žižek’in eserlerine bulaşırsak hangi konuda bir şeyler öğreneceğiz? İşte bu soruya cevap verebilmek biraz zor ama içerik torbasına elimi daldırıp çektiğimde gelenler: insan hakları, mitler, hoşgörü, köktendincilik ve yansımaları, küreselleşme, David Lynch, post-modernizm. Bana sorarsanız yeni çağın beynini en efektif şekilde kullanan adamına ve keyifli eserlerine bir şans vermenin tam zamanı… Ama asla yolculukta ve şezlongta değil, çalışma masanızda ve tercihen hayattan soyutlanmakta beis görmediğiniz anlarda! KÜLTÜR SANAT ALT KURULU GURURLA SUNAR “HAYBEDEN DİDİŞİYORUZ” A nkara Barosu Staj Kurulu Kültür Sanat Alt Kurulu, Yılmaz ERDOĞAN ve Uğur YAĞCIOĞLU’nun kaleme aldığı ve kadın-erken çatışmalarını konu alan skeçlerini “Haybeden Didişiyoruz” adlı tek perdelik oyunla sahneye taşıdı. Stj. Av. Hakan BİLGEHAN’ın yönettiği oyunda, BİLGEHAN’ın aynı konuda yazmış aldığı skeçler de sahnelendi. Kültür Sanat Kurulu Başkanı Stj. Av. Ecem ALTUN ve Başkan Yardımcısı Stj. Av. Ceren KARACA’nın projenin hazırlık süreci ile ilgili yaptığı konuşma sonrasında, Ankara Barosu Eğitim Merkezi’nde 25.09.2013 tarihinde sahnelenen Stj. Av. Fatih ERKAVUN ve Stj. Av. Caner GENÇER’in teknik destek verdiği oyunda, Stj. Av. Altay BOZTEPE, Stj. Av. Ayşe Nil KÖKEN, Stj. Av. Zeynep ÖZDEMİR, Stj. Av. Özgen ÖZKAN, Stj. Av. Emre ÖZTÜRK, Stj. Av. İrem TÜFEKCİ, Stj. Av. Serkan ÜNAL, Stj. Av. Emre Burak ONAT ve Stj. Av. Hakan BİLGEHAN rol aldı. 2013/2 | Hukuk Gündemi 59 OYUNCU GÖZÜNDEN Stj. Av. Hakan BİLGEHAN Adliye koridorlarından ABEM sıralarına uzanan staj macerasında, bir nebze de olsun gülmek için neden oluşturmak istedik. Bu sayede “Haybeden Didişiyoruz” sahnedeydi. Ankara Barosu Staj Kurulu Kültür Sanat Alt Kurulu faaliyetleri çerçevesinde ilk kez stajyer avukatlar olarak bir tiyatro oyunu sahnelemeye karar verdik. Başta çok gerçekçi gelmemişti aslında, fakat stajyer olmak; çalışmak, çalışmak ve çalışmak demek olduğundan kararla yola çıkarak inancımızı ortaya koyduk. Öncelikle seçilecek oyuna ve bu oyunu nasıl sahneye koyacağımızın kararlaştırılmasına ihtiyaç vardı. Naçizane olarak geçmişteki deneyimler sayesinde çok değerli iki yazarın çok önemli metinlerinden oluşan bir kolaj çalışmasını yapmaya karar verdik. Usta kalemler Yılmaz Erdoğan ve Uğur Yağcıoğlu’nun yazmış olduğu metinlerden kısımları “Haybeden Didişiyoruz”da birleştirmeye karar verdik… Buraya kadar her şey güzel ilerliyordu fakat tiyatrolaştırmak ve bunu stajyerler olarak ortaya koymak sanıldığı kadar kolay değildi. Mevcut kurul üyeleri bu işe fazlasıyla istekliydiler. Kimi daha önce sahne tozunu yutmuş fakat hukuk kitaplarına gömülerek sahneden epeyce uzak kalmıştı, 60 Hukuk Gündemi | 2013/2 kimi ise hep heves ederek istemiş ama bir türlü sahnede olamamıştı. Şimdi elimizde imkânlar varken herkes taşın altına elini soktu ve projeye hayat vermiş oldu. Diğer arkadaşlardan bir adım öne çıkarak bu projeyi sahneye koymak için gönüllü oldum ve bu doğrultuda çalışmalara başladık. Önce gerçek birer arkadaş ve dost olduktan sonra paylaşımların en güzeli olan sahneye ayak bastık. Okuduk, okuduk, okuduk… Belki sayısızca çalışma yaptık, yeri geldi gece yarıları ABEM’den çıkarak evlerimizin yolunu tutturduk. “Avukatlık soysal bir meslektir.” demişti çok değerli bir danışmanımız. Bizler, avukat adayı stajyerler olarak mesleğe hazırlık sürecinde bir nebze de olsun insanları eğlendirip güldürmeye karar vermiştik. Aslına bakarsanız bazı kişilerin “Ne gerek var, siz avukat olacaksınız, tiyatro filan boş iş!” dediklerine şahit oldum. Hiç aksatmadık stajımızı, hiç aksatmadık işlerimizi. Mesailerimiz biter, ABEM’e gelirdik çalışmalarımızı yapardık ama ne kadar geç çıkarsak çıkalım sabah hiç geç kalmazdık. Eleştirel olan birkaç ses daha da kamçılıyordu aslında beni. Uzun zaman ter akıtıp kazandığı davayı kazanan bir avukatın mutluluğu gibiydi oyun sonrası aldığımız alkış ve tebrikler… İZLEYİCİ GÖZÜNDEN Stj. Av. Başak AKGÜN Ankara’da yazdan kalma bir eylül akşamı… Yavaşça yanakları kızaran yaprakların rüzgârına heyecanlı bir müzik sesi karışıyor. İş çıkışları, gün yorgunlukları, uzun düşünceler, yerini siyah içindeki renklere bırakıyor bir anda. Cübbeler çıkartılıyor, sahne kararıyor. Sıhhiye’de, adliyenin ışıkları kapanıyor. Tüm dava dosyaları tozpembe oluyor o an, insan usulca dönüp kendini yargılıyor bu kez, “Davacıyım hâkim bey!” diyor içimizdeki ses birden bire… Kadın erkek ilişkileri, alışkanlıklarımız, alışamadıklarımız, yüksek sesle, bağır çağır yüzümüze vuruyor o akşam, “gereği düşünülüyor” ve insan en çok sevdiğini yargılıyor. Ankaralı tiyatro severler bilir; efendim tiyatro sezonu ekimde açılır. Peki ya şimdi neredeyiz? Bu heyecan dolu gencecik bakışlar, ışıklar, dekor, sahne, perdeler de nereden çıktı? demeyiniz lütfen. Hepimiz kendi hayatlarımızı yaşarken birilerinin bize bizi anlatması gerekir bazen; öyle ya, tiyatro çok kişilik yaşamak değil midir? İşte tam da bu yüzden, karşımızda tatlı bir telaş içerisinde, küçücük ve milyonlarca biz gibi duran Ankara Barosu Staj Kurulu Kültür Sanat Alt Kurulu, hayattan çalınmış bir parça mutluluğu gururla sunuyor… İnsan, en çok sevdiğini yargılıyor demiştik; sahi, biz niçin didişiyoruz? 2013/2 | Hukuk Gündemi 61 VI. STAJYER AVUKATLAR KURULTAYI 62 Hukuk Gündemi | 2013/2 B u yıl altıncısı düzenlenen Stajyer Avukatlar Kurultayı İstanbul Barosu tarafından 2-3 Kasım tarihlerinde Bakırköy Adalet Sarayı Konferans Salonunda yapıldı. 29 Baronun temsilcilerinin katıldığı Kurultay, ilk gün saat 10.00’da TBB Başkan Yardımcısı Av. Berra Besler, İstanbul Barosu Başkanı Av. Doç Dr. Ümit Kocasakal ve SEM Yürütme Kurulu Başkanı Av. Muazzez Yılmaz tarafından yapılan açılış konuşmalarıyla başladı. Divan Başkanlığını SEM Yürütme Kurulu üyesi Av. Necmi Şimşek’in yaptığı Kurultay’ın ilk gününde katılımcı Baro temsilcileri avukatlık mesleğine kabulde sınav ve staj eğitimi konularındaki görüş ve önerilerini dile getirdiler. Baroların sunumları arasında özellikle Adana Barosu’nun hazırlamış olduğu kısa film dikkat çekti. 3 Kasım Pazar günü ise Karabük Barosu Başkanı Av. Rıdvan Erdoğan, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi Av. Füsun Dikmenli, SEM Yürütme Kurulu üyesi Av. Prof. Dr. Serap Keskin Kiziroğlu tarafından Kurultay çalışmasına dair değerlendirmeler yapıldı. Kurultaya katılan Baroların temsilcilerinin hazırladığı ve oybirliğiyle kabul edilen Türkiye 6. Stajyer Avukatlar Kurultayı Sonuç Bildirgesinin okunmasının ardından, İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı Av. Mehmet Durakoğlu’nun kapanış konuşmasını yaptığı Kurultay, katılım sertifikalarının takdim edilmesiyle sona erdi. Av. Mehmet Durakoğlu konuşmasında Hukuk Gündemi’nde daha önce yayınlanmış bir yazıya atıfta bulundu. İstanbul Barosu önceki Başkanlarından Av. Kazım Kolcuoğlu, 7. Stajyer Avukatlar Kurultayı’na Kahramanmaraş Barosunun ev sahipliği yapacağını kura ile belirledi. 2013/2 | Hukuk Gündemi 63 Öncelikle kurultayın konusu olan avukatlık sınavı hakkındaki düşüncelerimizden bahsetmek istiyoruz. Hepimizin bildiği gibi Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu, avukatlık stajına başlayabilmek için “staja kabul değerlendirmesi” ve avukatlık mesleğine kabul için “staj yeterlilik değerlendirmesi”nde başarılı olma koşullarını getiren yönetmelik değişikliğini kabul etmiştir. Peki, avukatlık sınavını ihtiyaç haline getiren sebepler nelerdir? Hukuk fakültelerindeki artış nedeniyle verilen eğitimin niteliği: ANKARA BAROSU ADINA STJ. AV. BEYZA UYGUN’UN KONUŞMASI S ayın Barolar Birliği Başkan Yardımcım, Barolar Birliğinin değerli yönetim kurulu üyeleri, sayın baro başkanlarım, baroların temsilcileri ve sevgili stajyer avukat arkadaşlarım sizleri Ankara Barosu adına saygıyla selamlıyorum. Üniversiteden mezun olmuş; çalışma hayatına yeni atılmış bizlerin mesleğe adım attığı yerdir barolar. Hukuk fakültesinden mezun olabilmek için hepimiz emek vermişizdir. İşin zor, engebeli kısmını aştığımızda, artık her şeyin daha kolay olacağını düşünmüşüzdür. Farklı ideallerimiz olsa da, hepimiz baroların yolunu tutarız. Yaşımız kaç olursa olsun, hepimizin içi kıpır kıpırdır. Bunun sebebi, bazılarımız için hayallerine ulaşmanın verdiği hazken, bazılarımız için de zihnimizde yeni hayallere yelken açmanın verdiği heyecandır. Ankara Barosu stajyer avukatları olarak bu heyecanımızı kaybetmeden avukatlık mesleğinin kalitesini arttırmak için avukatlık sınavı ve staj eğitiminin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerimizi bu kurultay vesilesi ile ifade etmek için buradayız. 64 Hukuk Gündemi | 2013/2 Her geçen yıl hukuk fakültesi sayısıyla birlikte kontenjanlar da artmaktadır. Bu durum eğitimin kalitesinin düşmesine sebep olmakta ve fiziki yetersizlikler de eklenince derslere aktif katılım sağlanamamaktadır. Birçok hukuk fakültesinde iki yüz - üç yüz kişilik sınıflarda, sadece anlatıma dayalı olarak ders yapılabilmekte, öğrenci - öğretim üyesi diyalogu kurulamamakta, öğrencilerin derse katılımları sağlanamamakta, tartışma ortamı oluşturulamamaktadır. Hepimizin bildiği üzere, alanımızda teori ile uygulama birbirinden kopuk durumdadır. Hukuk fakültelerinde bizlere genellikle teorik bilgiler verilmekte, uygulamada karşılaşılan sorunlar, gelişmeler yeterince aktarılamamaktadır. Bu sebeple basit bir dava dilekçesi bile hazırlayamayacak halde mezun olmaktayız. Derslerde öğrendiklerimizi, uygulamayla karşılaştırma imkânına sahip olmamız gerekir. Bu bağlantıyı kuramadığımız için yaptığımız, anlatılanları ezberlemekten öteye gidememektedir. Bu yıl farklı platformlarda dile getirildiği gibi, hukuk eğitimi, hukuk fakültelerinde verilen temel eğitim, meslek öncesi ve meslek içi eğitimleri olmak üzere üç ana başlık altında toplanmalıdır. Türkiye’deki hukuk eğitiminin kalitesi, yargı sistemini doğrudan etkilemektedir. Hukuk eğitiminin en temel amacının hukukçuyu hukukun üstünlüğü inancıyla yetiştirmek, onu hukukun üstün ve evrensel değerleriyle tanıştırmak olması gerekir. Modern, uygulamalı eğitim ve öğretim metotlarının uygulanmasında geç kalınmasının nitelikli ve çağı okuyan hukukçu yetiştirmeye engel olduğu da aşikârdır. Stj. Av. Beyza UYGUN, Av. Soner ALPER Hukuk fakültesindeki eğitim ile birlikte öğrencilerin de avukatlığa bakış açılarının da değişmesi gerekmektedir. Avukatlık sınavını ihtiyaç haline getiren sebeplerden biri olarak: “En kötü ihtimalle avukat olurum” düşüncesi: Hukuk fakültelerinin tercih edilmesinde bu düşüncenin etkisi çok fazladır. Fakülteden mezun olduktan sonra iş bulma sorunu yaşamam, bir kuruma giremezsem, hakim veya savcı olamazsam avukat olurum düşüncesi hukuk öğrencileri arasında azımsanamayacak kadar çoktur. Şöyle ki Ankara Barosu staj eğitimi grubumda yaklaşık 30 kişi içinde avukatlık yapmak isteyen var mı sorusuna sadece 4 kişi evet dedi. Avukat olmak istemeyen hukuk fakültesi mezunları dahi hiç düşünmeden avukatlık stajlarını başlatmaktadır. Stajyer avukatların çokluğu staj eğitiminin kalitesini de doğrudan etkilemekte ve staj eğitiminde, baroların fiziki imkânlarını zorlamaktadırlar. Bir bakıma kendi arkadaşlarımız tarafından iyi birer avukat olma hakkımız elimizden alınmaktadır. Diğer bir neden; “İşçi Avukat” kavramının ortaya çıkışı Hukukçu mezun sayısının artışı piyasadaki rekabeti artırmakta bununla birlikte avukatlar, sosyal ve ekonomik nedenlerle serbest avukatlık yapmaya cesaret edememektedirler. Bazı avukatlar bir avukatlık bürosu bünyesinde, bir meslektaşına bağlı olarak çalışmakta bu neticede “işçi avukat” kavramı ortaya çıkmaktadır. Burada bir genelleme yapmak elbette yanlış olacaktır ancak “İşçi avukat”ın bağımsızlığı ve serbestliğinden söz etmemiz her zaman mümkün değildir. Böyle çalışma ortamlarında çoğu zaman ekonomik açıdan doğan sorunların yanı sıra işçi avukatlar fikirsiz bırakılmakta, işini bir tekniker gibi gerçekleştirmesi istenilmektedir. Bu durum avukatların mesleğe ve kendilerine olan saygılarını kaybetmelerine yol açmaktadır. Avukatlık sınavını ihtiyaç haline getiren başlıca sebepler bunlardır. Asıl problemin eğitim sisteminde olduğu aşikâr. 4 yıllık hukuk fakültesi eğitiminin süresinin artırılması, uygulamaya yönelik staj dönemlerinin eğitim süresine dâhil edilmesi eğitimin kalitesini artırabilir. Bunu Tıp Fakültelerindeki eğitime benzetebiliriz. İnsan sağlığı kadar önemli olan savunma 2013/2 | Hukuk Gündemi 65 hakkının temsilcisi olmak ciddi bir eğitim gerektirir. Ancak biliyoruz ki, bütün eğitim sistemini değiştirmek şu an elimizde değil. Bu açıdan ivedilikle alınması gereken önlem, mesleki yeterlilik sınavlarıdır. Avukatlık sınavına ilişkin olarak ise, Öncelikle bir avukatta olması gereken ve sınavla ölçülebilecek nitelikleri tespit etmek gerekir. Nedir bu nitelikler? • İyi bir hukuk bilgisine sahip olmak, • Hukuk kurallarını doğru bir biçimde yorumlamak ve olaylara uygulayabilmek, • Karşılaşacağı hukuki olayı, hakkaniyete uygun bir biçimde çözebilmek, Peki, avukatlık sınavı nasıl olmalıdır? TBB’nin kabul ettiği Yönetmelik’e göre avukatlık sınavı “Staja kabul değerlendirmesi” ve “Staj yeterlilik değerlendirmesi” olmak üzere iki aşamalı yapılacaktır. Stajyer avukat adayının staja kabul değerlendirmesi Otuz puanlık Türkçe, mantıksal akıl yürütme ve genel kültür soruları, kalan yetmiş puanlık kısımda ise alan bilgisi soruları olacak şekilde düzenlenecektir. Staj yeterlilik değerlendirmesi ise; Otuz puanı mantıksal akıl yürütme, yetmiş puanı avukatlık hukuku ve meslek kurallarına ilişkin sorulardan oluşmak üzere toplam yüz puan üzerinden yapılacaktır. Özellikle “mantıksal akıl yürütme soruları”nın ve “hukuk felsefesi ve hukuk sosyolojisinin” alan bilgisi kapsamına alınması dikkati çekmektedir. Bu konulardan soru gelecek olması avukatlık sınavının, diğer sınavlardan ayırt edici olmasını sağlayacaktır. Bir avukatın sahip olması gereken muhakeme yeteneği, okunan metnin doğru yorumlandığının tespiti mantıksal akıl yürütme soruları ile sağlanabilecektir. Hukuk fakültesi mezunu, hukuk felsefesini, hukuk kavramının mahiyetini öğrendiği takdirde hukukçudur. Aksi halde hukuk teknisyenidir. Hukuk felsefesinin temel disiplinleri, muhakeme yeteneğini geliştirir. Hukukun temel ilkelerinin detaylarına inilip toplum hizmetine sunulması en çok hukuk felsefesini ilgilendirir. Hukuk düşünürlerine göre, hukukun ne olduğu, kanun koyucuya hangi ilkelerin yol 66 Hukuk Gündemi | 2013/2 göstereceği hukuk felsefesinin konusudur. Aynı şekilde hukuk sosyolojisinin de sınavda yer alması büyük bir öneme sahiptir. Hukuk kurallarının sonucu olan kararların uygulanmasının insan hayatında doğurduğu sonuç, sosyal ve ekonomik şartların hukuk kurallarının teşekkülünde oynadığı rol, sosyolojik nedensellik hukuk sosyolojisi içinde incelenen konulardır. Türkiye Barolar Birliği’nin bu iki dersi alan bilgisi kapsamına alması çok yerinde bir adımdır. Bu niteliklerinin yanında Avukatlık Sınavı “ezber” ile geçilen sınavlardan olmamalıdır. Sınav, objektif bir değerlendirmeyi sağlayabilmesi açısından test usulü yapılacaktır. Ancak test usulü “ezberle yap” usulü olmaktan çıkmalı, sorular hazırlanırken özen gösterilmelidir. Her ne kadar soruların hazırlanmasında özen gösterilecek olsa da staj kabul değerlendirmesinden ziyade staj yeterlilik değerlendirmesinde test usulü yapılacak olan sınav, bir zaman sonra kendisini tekrar etmeye başlayacaktır. Avukatlık hukuku ve meslek kurallarına ilişkin sorular, kapsamları nedeniyle fazla genişletilemeyecektir. Bu açıdan mantıksal akıl yürütme sorularının büyük bir dikkatle belirlenmesi; yorumun, algının, doğru düşünmenin ciddi oranda değerlendirilmesi gerekir. Zira kendini tekrar edecek bir sınavda zamanla sorular ezberlenecek, burada eleyici olan mantıksal akıl yürütme soruları olacaktır. Ancak şunu da belirtmek isteriz ki; Türkiye Barolar Birliği tarafından Avukatlık Staj Yönetmeliğine bu yıl eklenen stajyerin, stajının dokuzuncu ayından itibaren yeterlilik değerlendirmesine girebileceği hükmüne katılmıyoruz. Şöyle ki; dokuzuncu ayında bu sınava girmiş ve başarılı olmuş bir stajyer avukatın, stajının kalan bölümünü bu sınavı başarmış olmanın verdiği rehavetle verimli bir şekilde geçirmeyeceğini düşünüyoruz. Bize göre olması gereken diğer benzer uygulamalarda olduğu gibi staj eğitimi sonunda bu değerlendirme sınavının yapılmasıdır. Ve Kurultayın bir diğer konusu olan Staj Eğitimi: Staj Eğitimini, barolar tarafından yapılan ve avukat yanı stajı olarak değerlendirmek yerinde olur. Barolar Tarafından Verilen Staj Eğitimi Staj eğitiminin arz ettiği önem dolayısıyla eğitimin nasıl ve kimler tarafından verileceği ciddi bir husustur. Avukatlık Kanunu tarafından avukatlık mesleğini geliştirmek görevi barolara verilmiştir. Bizler Ankara Barosu stajyerleri olarak, önceki yıllarda da belirttiğimiz üzere aldığımız eğitimin kalitesinin farkındayız. Ancak mevcut olan bu kaliteyi daha yukarı taşımak, mükemmel hale getirmek ve barolarda yeknesak staj eğitiminin olması amacıyla önerilerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz: • Hukuk fakültesi öğrencilerinin, mezun olmadan barolarca ön staja teşvik edilmesi, • Avukatlık mesleğinin aynı zamanda halkla ilişkiler ve iletişim mesleği olması nedeniyle uygulamalı olarak dava süjelerini daha iyi anlamak amacıyla kişisel gelişim, stres yönetimi, isteklendirme teknikleri, beden dili ve diksiyon eğitiminin tüm baroların staj eğitimine dâhil edilmesi, • Başta hukuk İngilizcesi olmak üzere, diğer yabancı dillerde hukuk eğitiminin barolarca ücretsiz verilmesi, • Barolarca verilen seminerlerde eğitmen olarak görev alacak avukatların formasyon eğitimi alması, • Hukuk atölyesi çalışmalarının yapılması, • Mevzuat değişiklerine yönelik seminer eğitimlerinin verilmesi, • Yurtdışı stajyer avukat değişim programlarının düzenlenmesi, • Uygulamaya yönelik dilekçe yazım tekniklerinin eğitim programlarına dahil edilmesi, • Baro eğitim merkezlerinde kurgusal duruşma yapılması, • Kültür sanat faaliyetleri ile stajyer avukatların fikren gelişmeleri ve de sosyalleşmelerinin sağlanması. Avukat Yanı Stajı Dönemi Ayrıca staj eğitiminden sadece Baro değil, ikinci altı aylık stajımızı yanında yaptığımız avukat da sorumludur. Stajyer avukatların büyük bir bölümü “ucuz iş gücü” olarak kullanılmakta, yetişmeleri için gerekli katkı ve yardım sağlanmamaktadır. Kendisini geliştirmek isteyen stajyer avukatların ağır iş yükü nedeniyle zaman bulamamaları, sadece çalıştırıldıkları inkâr edilemez bir gerçektir. Bu açıdan staj eğitiminde yanında stajyer avukat çalıştıran avukatların sıkı bir şekilde denetimlerinin yapılması belki bu durumu iyileştirir. Bu nedenle avukatların meslektaş yetiştirmenin verdiği hazzı hissetmelerini, stajyer avukatlara daha fazla önem vermelerini istiyoruz. Baroların, yanında staj yapılan avukatlar ile işbirliği içinde bu dönemde çalışmalarının yararlı olacağını düşünüyoruz. Staj eğitiminin geliştirilmesi ve avukatlık sınavının getirilmesi herkesin ihtiyacı, herkesin umudu ve sonucu olan, avukatlık mesleği için zorunludur. Hukuk olmayan denizde yüzen ama boğulamayan ve zorunlu olarak o dalgalarla yaşamak zorunda olan avukatlar savunmanın vazgeçilmez ve değiştirilemez en önemli sac ayağıdır. Avukatlığa, hukuka, zamanın diğer devlet adamlarından farklı olarak büyük önem veren ve bugünün avukatlık mesleğinin özgür ve bağımsız oluşunun temel yapısını oluşturan Ulu Önder Atatürk’ün dediği gibi; “Her şey kanun yapmaktan ibaret değildir. Aksine her şey o kanunları uygulamak ve uygulattırmaktan ibarettir. Uygulayan, yerine getiren, daima karar verenden daha kuvvetlidir.” Bırakın adalet yerini bulsun isterse kıyamet kopsun! KURULTAYA KATILAN BAROLAR ADANA BAROSU AĞRI BAROSU AKSARAY BAROSU ANKARA BAROSU ANTALYA BAROSU AYDIN BAROSU BALIKESİR BAROSU BOLU BAROSU BURSA BAROSU DENİZLİ BAROSU DİYARBAKIR BAROSU ESKİŞEHİR BAROSU GAZİANTEP BAROSU HATAY BAROSU ISPARTA BAROSU İSTANBUL BAROSU İZMİR BAROSU KAHRAMANMARAŞ BAROSU KARABÜK BAROSU KAYSERİ BAROSU KIRIKKALE BAROSU KONYA BAROSU MANİSA BAROSU MUĞLA BAROSU SAKARYA BAROSU SİVAS BAROSU ŞANLIURFA BAROSU UŞAK BAROSU ZONGULDAK BAROSU 2013/2 | Hukuk Gündemi 67 TÜRKİYE VI. STAJYER AVUKATLAR KURULTAYI SONUÇ BİLDİRGESİ Staj Eğitimi ve Staj Sonrası İlk Yıllar: 1- Hukuk fakültesi sayısının ve kontenjanlarının hukukçu ihtiyacının üzerinde artmış olması nedeniyle; sayının ihtiyacı karşılar bir seviyeye çekilmesi konusunda girişimlerin yapılması önemlidir. 2- İlk 6 ayki adliye stajının daha etkin ve öğretici olabilmesi için TBB tarafından Adalet Bakanlığı ve Adli Yargı Komisyonu (hakimler/savcılar) nezdinde gerekli girişimler yapılmalıdır. Bu süreçte mahkeme kalemlerinde stajyer avukatlara staj eğitimi ile bağdaşmayan işlemler yaptırılmaması adına gerekli yönde düzenlemeler getirilmelidir. Stajyer avukatlar için adliyede kendilerine özgü bir cübbe belirlenmelidir. 3- Baroların ikinci 6 aydaki avukat yanı stajının yapılacağı avukatların belirlenmesinde 5 yıllık kıdem şartı ile yetinilmeyip, stajyer yetiştirmeye uygun ortamın olup olmadığı ayrıca araştırılmalı ve staj süresince denetlenmelidir. Stajyer kabul edecek avukatların, stajyerin yetiştirilmesi konusunda eğitim almaları düşünülmelidir. 4- Staj bitiminde alınan ruhsat ücreti asgari düzeye çekilmeli veya kaldırılmalı ve staj bitiminden itibaren en geç 15 gün içerisinde ruhsatlar avukatlara teslim edilmeli ve ruhsat bekleme süresi içerisinde stajyer avukatların yapabilecekleri işleri yapmaya devam etmesini sağlayacak girişimlerde bulunulmalıdır. 5- Staj dönemi boyunca stajyer avukata verilecek ücretleri TBB karşılamalı ve bu ücret en az asgari ücret düzeyinde olmalıdır. TBB tarafından verilen staj kredileri, kredi geri ödemesinin süresinin sonunda (bugün için 2 yıl) avukatlık mesleğine devam etmesi koşulu ile karşılıksız hale getirilmelidir. 6- Stajın avukat yanında yapılacak olan kısmında stajyer avukatların yaptığı işler barolar tarafından denetlenmelidir. Staj süresince düzenli periyotlarla stajyer avukat tarafından ihtiyari görüş niteliği taşıyan stajı hakkında rapor sunabilme imkanı tanınmalıdır. 7- Baroların tercihen kendi staj eğitimi merkezi olmalı ve eğitim içeriği teori değil pratiğe dayanmalıdır. Bazı özellikli konuların (drama, yöneticilik, diksiyon, iletişim, mesleki yabancı dil, temel muhasebe ve kurgusal duruşmalar) her bir coğrafi bölgede oluşturulacak bölgesel staj eğitim birimlerinde ele 68 Hukuk Gündemi | 2013/2 alınması düşünülmelidir. Staj eğitim merkezi bulunmayan barolara, bölgesel staj eğitim birimlerinin diğer konularda da destek vermesi sağlanmalıdır. 8- Mesleğin ilk yıllarında ekonomik sorunlar yaşanacağı açık olmakla; ilk defa bürolarını açacak olan avukatlara kredi desteği TBB tarafından sağlanmalıdır. 9- 1136 sayılı Avukatlık Kanunu gereğince staj süresinin uzatılmasına yönelik yönetim kurulu kararlarının kesin olduğu yönündeki ifadenin idarenin her türlü işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu ilkesine aykırı olup kaldırılması gerekmektedir. 10- Mesleğe yeni başlayan avukatlara belli süreyle baro aidatı muafiyeti sağlanmalı ve barolara giriş ödeneği kaldırılmalıdır. 11- CMK ve Adli yardım yönetmeliği gereğince avukat görevlendirilen işlerde, mesleğe yeni başlayan avukatlara öncelik tanınmalıdır. 12- Staj dönemi boyunca sadece genel sağlık sigortası değil uzun vadeli sigorta kolları primleri de ödenmelidir. 13- TBB bünyesinde Stajyer avukatların temsiline yönelik bir organ oluşturulmalıdır. Avukatlık Sınavı ve Yönetmelik Değişikliği ile Önerilen Staj Kabul Değerlendirilmesi ile Staj Yeterlilik Değerlendirmesinin İçeriği: 1- TBB tarafından hazırlanan 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’na eklenmesi düşünülen avukatlık sınavı önerisinin savunma mesleğinin gelişimine katkı sağlayacağı düşünülmektedir. 2- Avukatlık Staj Yönetmeliği’nde değişiklik yapılmasına dair yönetmelikteki “Staja Kabul” ve “Staj Yeterlilik” değerlendirmelerinin, başka kuruluşlar tarafından değil TBB bünyesinde oluşturulacak bir değerlendirme birimi tarafından yapılmalıdır. 3- Staja kabul esnasında, puanın yanı sıra kontenjan sınırlaması da yapılmalıdır. Bundan sonraki ilk Stajyer Kurultay’ındaki açılış konuşmasında bu bildirgenin okunması ve bu kurultay sonuç bildirgesindeki taleplerin hangilerinin karşılandığını, hangilerinin ve neden karşılanamadığına ilişkin TBB tarafından yapılan açılış konuşmasında bir değerlendirme yapılması yönündeki bir teamül oluşmalıdır. DİSİPLİN KOVUŞTURMASINDA AVUKATIN SAVUNMA HAKKI Av. Çağatay GÜVEN A nayasa’nın 36. maddesinde; “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” biçiminde yer alan savunma hakkı, II. Dünya Savaşı’nın ardından çağdaş ülkelerin anayasalarında yapılan değişikliklerle, insanın dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilemez temel hak ve özgürlüklerinden biri olarak kabul edilerek güvence altına alınmıştır. Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde olmak üzere pek çok uluslararası ve bölgesel düzeydeki sözleşme ile korunan evrensel değerler arasında girmiştir. O halde Anayasa’nın “Milletlerarası Andlaşmaları Uygun Bulma” başlıklı 90. maddesini dikkate alındığında savunma hakkının gerek Anayasa gerekse Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile güvence altına alındığını söyleyebiliriz. Savunma hakkı dar ve geniş olmak üzere iki açıdan ele alınmaktadır. Dar anlamda savunma hakkı, sanığa atfedilen iddiaya karşı cevap verme hakkı olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda savunma hakkından, sadece isnat altındaki sanığın savunma hakkı olduğu anlaşılmaktadır. Geniş anlamda savunma hakkı, iddia ve isnatta bulunmak, iddia ve isnadı karşılamak hakkı olarak anlaşılmaktadır. Bu durumda savunma hakkı, ceza hukuku anlamında, sadece sanığa yöneltilen isnada karşı cevap vermekle sınırlı kalmamakta, bir başka ifadeyle tüm yargılama hukukunu ilgilendiren 2013/2 | Hukuk Gündemi 69 savunma hakkının hamili hem davalı hem de davacı kişi veya kişiler olmaktadır.1 Anayasamızda savunma hakkı “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddede düzenlenmiştir. Madde metninden anlaşılacağı üzere, iddia ve adil yargılanma hakkından ayrı olarak, ancak hak arama hürriyeti çatısı altında ve taraf ayrımı gözetmeksizin herkesin yaralanabileceği temel bir hak olarak güvence altına alınmıştır. Anayasa’nın 36. maddesi ile savunma hakkı yargı erkiyle bağlantılı kılınmıştır. Madde metninde yer alan 1 Zeki Hafızoğulları “Genel Çizgileriyle Savunma Hakkı”, Ankara Barosu Dergisi Sayı 1, Tarih 1994 70 Hukuk Gündemi | 2013/2 “yargı mercileri önünde” ibaresi dikkate alındığında bu hakkın münhasıran yargı erkine bağlı bulunduğu görülmektedir. Böylece yargı erkinin gereği olmadan veya yargı erkine dayalı olmadan yapılan işlemlerin taraflarının veya muhataplarının savunma haklarından söz edilemeyeceği düşünülebilir. Bu durumda her ne kadar ceza yargılamasına benzetilirse benzetilsin disiplin kovuşturmasında savunma hakkının kullanılıp kullanılamayacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Disiplin soruşturması, adli bir öneriyi gerektirmeyen, kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesine engel olan, kamu yönetiminin uyulmasını zorunlu kıldığı ve yapılmasını yasakladığı kurallara uymayan memurların, söz, fiil ve davranışları dolayısıyla bu durumu aydınlatmak ve gerçek durumu ortaya çıkartmak için bilgi-belge toplayarak yapılan araştırma, inceleme ve değerlendirme işi olarak tanımlanabilir.2 Disiplin kovuşturması ise kamu hizmetlerinin yürütülmesi sırasında kamu idaresinin iç düzenini korumak ve devamını sağlamak için bunu bozucu davranış gösterenler hakkında yapılan disiplin soruşturmasından sonra, işlenen eylemin meslekten veya memuriyetten çıkarma cezasını gerektirmesi halinde başlatılan kovuşturma biçimidir. Bu tanımdan hareketle disiplin kovuşturmasının 2 T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayın No: 2009/400 idarenin kendi iç denetimi ile ilgili olduğu, idarenin tüm işlemleri gibi disiplin kurullarının işlemleri de idari işlem niteliğinde olduğu (AY m. 125, 129) dolayısıyla disiplin kurullarının ne bir yargı mercii ne de yaptıkları faaliyetin bir yargı faaliyeti niteliğinde olmadığı sonucu akla gelmektedir. Kuruluşları ve çalışma usulleri özel kanunlarla düzenlenen bazı meslek mensuplarına ve memurlara da kendi özel kanunlarında belirtilen disiplin kovuşturması usulü uygulanmaktadır. Nitekim avukatlar hakkında başlatılacak disiplin kovuşturmasında izlenecek usul ve esaslar 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 137. maddesinde; “Avukatlar hakkında yapılacak kovuşturmalarda, isnat olunan hususun avukata açıkça ve yazılı olarak bildirilmesi, yazılı savunmasının istenmesi ve bu savunma için en az on günlük bir süre tanınması zorunludur” hükmü ile yer almaktadır. Konuya ilişkin Türkiye Barolar Birliği’nin Disiplin Kurulu kararında; “Şikâyetli avukat hakkında başlatılan disiplin kovuşturmasında ise Avukatlık Yasasının 137. maddesi uyarınca şikâyetli avukata isnat edilen husus açıkça ve yazılı olarak bildirilmemiş, yazılı savunmasının istenmemiş ve bu savunma için en az on günlük süre ise tanınmamıştır. Bu hükme uyulmadan bir karar verilmesi savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğundan, yasaya aykırıdır. Bu nedenle, Avukatlık Yasasının 137. maddesi uyarınca, şikâyetli avukata isnat olunan husus açıkça ve yazılı olarak bildirilmesi, yazılı savunmasının istenmesi ve bu savunma için en az on günlük süre verildikten sonra oluşacak duruma göre bir karar verilmesi için Baro Disiplin Kurulu kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir” hükmü yer almaktadır.3 Sonuç itibariyle, disiplin kurullarının yargı mercii olmadığı, yaptıkları faaliyetin yargı faaliyeti olmaksızın salt idari işlem niteliğinde olduğu, dolayısıyla yaptıkları faaliyetin yargı denetimine tabi olduğu ve Anayasa’nın 36. maddesinin lafzı dikkate alındığında savunma hakkının, sadece yargı mercileri önünde kullanılabileceği düşünülse dahi, avukatlar hakkında yapılacak disiplin kovuşturmasının usul ve esasları 1136 sayılı Kanunla düzenlenmiş olup, disiplin kovuşturması esnasında savunma hakkının kısıtlanması usul ve yasaya aykırılık teşkil etmekte ve Kanun’un 137. maddesi Anayasa’nın ruhuna uygunluk arz etmektedir. 3 TBB Disiplin Kurulu T.28.11.2008, E:2008/345, K:2008/479 2013/2 | Hukuk Gündemi 71 72 Hukuk Gündemi | 2013/2 Prof. Dr. Yahya Kâzım ZABUNOĞLU ile Röportaj Röportaj: Av. Kemal Cihat BİNİCİ – Stj. Av. Selcen BAYÜN – Stj. Av. Onur YAYLACI Fotoğraflar: Stj. Av. Emre Burak ONAT 2013/2 | Hukuk Gündemi 73 “ZABUNOĞLU” denildiğinde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde deprem etkisi olmuştur. Herkesin dilindedir ZABUNOĞLU’nun sınavına bavul ile kaynak getiren hukuk öğrencisi. Bütün bu efsaneler bir yana ZABUNOĞLU’nu ZABUNOĞLU yapanları öğrenmek istedik. Düşüncelerine dokunabilmek ve her şey ile ilgilenebilen bir insan olmayı, gelecekte bir Hukukçuya dönüşmek için neler yapmamız gerektiğini ucundan keşfetmek istedik. İnsanca yaşamak istedik, paylaşmak istedik, paylaşarak çoğalmak istedik, Hukuk’u farklı açılardan keşfederek Hukuk’u ilerletelim istedik. Bizler yaşayan bir çağa tanık olmak sizleri de tanık etmek istedik. Umarız bizlerle birlikte bu seyahate çıkmak hoşunuza gider. Seyahatimize başlarken ZABUNOĞLU’nun düşüncelerine, deneyimlerine ve bilgisine pek çok kez daha ulaşabilmek dileğinde bulunuyoruz. Hepinize güzel bir seyahat dileriz. Öğrencilik yıllarınızı anlatabilir misiniz? Avukatlık Mesleğini tercih etme nedenlerinizi veya sizi tercih etmeye iten sebepleri, avukatlık stajınızı yaparken yaşadıklarınızı bizimle paylaşır mısınız? Ben bir hukukçu ailesinden geliyorum babam avukattı, daha doğrusu hakimdi. Adalet Bakanlığında görev yaptığı sürece savcılık ve hâkimlik yaptı, askere gittiğinde ise Askeri Hâkimlik yaptı. Babamın bürosuyla hemen her zaman iç içeydim, yani şu manada o zaman koşulları dikkate alındığında fotokopi makinesi yok, o yok, bu yok; evinde kızı veya oğlu varsa bir avukat rahat ederdi. Mesela daktilo ile vekâletname çoğaltırdık o zamanlar. Hukuku isteyerek seçtim. Babamın yanında adeta bir ön staj yaptım ve sonra 1953 yılında Ankara Hukuk Fakültesine başladım, 1957 yılında bitirdim. Yarışma havası içindeydi okul. Bizde o zamanlar yıl ortalaması 60 idi. O zaman 10 dersten 6’şar ders. 60’a yetişenler olduğu gibi 58 civarı notlar yarışırdı. Birinci olamadım ama o grubun içindeydim. 3. Sınıfta birinciliğe yaklaştım, açıkçası dereceyle bitirdim okulu. O arada babama yardımcı oldum o da teşvik etti. Bu durum benim için bir kolaylıktı. Sulh mahkemesi kararlarının gerekçelerinin yazılması için, “ikinci sınıfa geçtin şahsın hukukunu biliyorsun” diyerek beni teşvik ediyordu. Bir baktık ki dördüncü sınıfta temyiz dilekçesi yazmaya kadar ilerlemişim. Biraz da dilin uzun olmasını seviyorum bu da teşvik ediyor, onun için yani, Avukatlık mesleğinde ilk kez deneyimler elde etmek, mesleki 74 Hukuk Gündemi | 2013/2 kuralları öğrenmek ve bunlarla meşgul olmak bakımından büyük bir sıkıntı çekmedim. Bundan sonra, tabi ki hukuku bitirmekle staj yapmam gerekiyordu bir yerde yine babamın yanında yaptım. Açık söyleyeyim o sırada asistandım ben, çok seviyordum genel kamu hukukunu, devlet teorilerini. Doktorlukta asıl alanlar dâhiliye çocuk vs önemli olan branşlarsa, hukukta da önemli olan branşlar ticaret, iş hukuku vs benim alanımın pratik de bir değeri yok ama onu seviyorum. İlk sene çok değerli bir hocamızın yanında başladım. Prof. Dr. Hamide TOPÇUOĞLU’nun yanında bir süre kaldım; ama avukatlığı hep muhafaza ettim. 1958 Yılının Şubat ayında babamı kaybettim. Büronun bütün işleri başıma kaldı, aynı zamanda doktora çalışmalarım devam ediyor o zaman avukatlığın ne kadar önemli olduğunu anladım. 1958’de avukatlığa başladım babam yaklaşık 6 ay sonra vefat etti; o zamana kadar ben avukatlık istemiyordum, fakülteyi seviyordum. O dönemin grup arkadaşlarım ile fakültede birlikte çalışırdık. Seza POLAT, Sefa REİSOĞLU. Avukatlığa bakışınız nasıldı o dönemde? İlk önceleri avukatlığı sevmezdim; çünkü avukatlık ilişkilerinde gördüğüm pek hoşuma gitmedi. Bir de tabi gencim o yaşta olan her çocukta olduğu gibi babasını anasını eleştirmek gibi kötü bir huy vardır. Müvekkil ödemeyi yapmaz, davalar uzar! Hiç hoşuma gitmezdi. Ben bu işi yapmayacağım dedim, uzmanlaşmak gerekir, her dava alınmaz diyerek babamı eleştiriyordum. Ben ruhsatımı almaya gitmedim bir gün babam beni çağırıp ruhsatımı elime verdi ve dedi ki “Oğlum öyle bir ülkede yaşıyoruz ki askeri kesimde olsan general bile olsan apoletlerini kopartıp atarlar, idarede olsan bir gün Genel Müdürlükten kendini alınmış bulursun. Avukat olsan bütün bu yolculuklar içinde altına bir gaz tenekesi çeker Adliye önünde iki boşanma dilekçesi yazar o gün gerekeni kazanırsın.”Tabii ben avukatlık yapmak istemediğimden dolayı yarım kulak dinlemiştim. 1983 yılında Fakülteden atıldım, 1402’lik olmadım ama onlara yaptıklarından daha kötü bir şey yaptılar bana. Tabii bu süre çerçevesinde ben atılma durumunu umursamadım; çünkü Avukatlık benim koruyucum, Avukatlığa güveniyordum. Çok mühim davalar da takip ettiniz bu dönemde değil mi? Gerek Sıkı Yönetimde, gerek İdare Mahkemelerinde o dönemde görevine son verilen pek çok kişinin davalarını takip ettim. Uğur ALACAKAPLAN’ın vekiliydim Mamak’da. Pek çok doçentin, yardımcı doçentin vekilliğini yaptım, Yüce Divan’a kadar dava takip ettim. Mesleğime çok şey borçluyum, bugüne kadar zengin olamadım ama gördüğünüz gibi yaşıyorum evim var, bürom var. Avukatlık Türkiye’de hayatta kalmayı ayakta durmayı öğreten meslektir. Bu meslekte önderlerin tavsiyeleri ile “Gün olur yılı besler, yıl olur bir şey olmaz.” tasarruf etmeyi bu meslekte öğrendim. Şimdi bazı meslektaşlarım bazı davalarda hak arayabiliyor bunu sağlayan avukatlıktır, bağımsızlıktır, dinamizmdir. Başka hiçbir meslekte bu yoktur, Türkiye’de hayatta kalmayı öğretir Avukatlık. 12 Mart Krizinden sonra zorunlu olarak İdare Hukuku alanında ders vermeye başladım -kitabımda da belirttiğim gibi-. Kamu Hukuku’na da hep devam ettim orada yazdım çizdim; ama İdare Hukuku’nun uygulama alanı olması sebebiyle ona da devam ettim. Uzun uğraşlardan sonra 1988’de Fakülteye geri döndüm, o zaman doçenttim. Bir süre sonra da profesör eylediler. Babamdan devraldığım Avukatlık ise babamın ölümünden sonra meslek niteliği kazandı; çünkü babamın ölümüyle sahipsiz kalan davalar oldu, aldığım maaş 110 lira idi, geçindirmem gereken evim vardı, herkesin yaptığı şu hatayı da yaptım evlendim çocuğum da oldu. Bunların hepsini bir arada götürmek zordu. Avukatlık mesleğinin bugünkü durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Son yıllarda avukatlık mesleği büyük bir kriz içinde. Bunu ben inanın yılların avukatı olmama rağmen kendimde de yaşıyorum, son üç senedir gördüğüm kadar kıt kanaat geçinilen bir meslek olduğunu hiç görmemiştim. Şimdi sınav getirmeyi düşünüyorlar. Kanun hazırlığı çoktandır var ancak çıkarılması erteleniyor. Stajyer avukatlara bakışınız ve stajyerlerle ilişkileriniz nasıl? Geçen gün klasörlerime baktım 1958 Ağustosunda avukat oldum ben. Babamda avukattı. Onun bürosunda başladım aynı zamanda araştırma görevlisiydim. O zamandan bu zamana yaklaşık 227 stajyerim oldu benim. Büyük bir rekordur. Ben bütün stajyerlerimi çok seviyorum, oradan yetişip yukarılara çıktılar başka yönlere kayanlar oldu ama hep çok çalıştılar. Stajyer avukat ilişkisi çok önemli; ama avukatlarımız bunu layıkıyla götürmüyor. Sen git de ne zaman gelirse gel deniyor. Başka işlerde kullanılmaya çalışılıyor stajyerler, dava dosyaları saklanıyorlar stajyerlerden. Ben hiçbir zaman hiçbir şekilde dosya saklamam. Bundan sonra yavaş yavaş dilekçe yazmaya başlar temyiz dilekçesi yazmaya kadar gideriz. Yeni davanın hazırlığını birlikte yaparız. Asıl öğrenmesi gereken bir avukatlık bürosunda muntazam olması gereken kayıt ve arşiv işleridir. Dosyaların kaydedilmesi ve arşive yerleştirilmesi korunmasını öğrenmesi gerekir. İlgili hatırlatmalar, günlük ve haftalık programın belli olmasını da öğrenirse rahat eder. Yoksa bir tek cep defteri iki kıvrılmış dosya ile bu iş yürümüyor. Bir avukat olarak meslek hayatınız boyunca Türk hukukunun onuru diyebileceğiniz bir yargı kararı ile karşılaştınız mı? Tek parti döneminde politik bir davada, Keskin Mahkemesinin verdiği kararı siz hatırlamazsınız, yıl 1953-54 idi. Osman BÖLÜKBAŞI hakkındaki beraat kararı enteresan bir karardı. Hukuk kesiminde yani aslında çok onurlu değil de yani isabetli karar diyebileceğimiz karar var. İlk derece mahkemeleri kararlarının bozulma yüzdelerine bir bakın. Hukuk davalarında bozulma yüzdeleri yüzde elli beş/altmış civarında iken ceza davalarında bu oran yüzde 2013/2 | Hukuk Gündemi 75 Röportajımıza başlarken, önceleri avukatlık yapmak istemediğinizi belirtmiştiniz; ancak biz her sene emekli olacağım dediğinizi ve emekliliği ertelediğinizi öğrendik. Bu hususa açıklama getirebilir misiniz? İkisinde de bırakamıyorum; çünkü rahmetli babamın biz sözü vardı tâbi yine burun kıvırarak dinliyordum “Bu cübbeyi insan bir kere giydi mi ölümüne kadar bir daha çıkaramaz.” Adliyeyi seviyorum, özlüyorum, sağlığım el verirse gidiyorum. Duruşmaları sevmiyorum, sıra beklemeyi sevmiyorum, orada milletin takışmasını (kabalığını yerine göre) sevmiyorum, duruşmada tarafların sataşmasından hoşlanmıyorum ama istiyorum, çekiyor. Babamın dediği doğru, o yüzden cübbe sırtına değdi mi çıkmaz. Bırakmak doğru değil, benim dönemimden benim ağabeyim olan insanlar hâlâ devam ediyor; yalnız adliyeden gelenler bırakıyor bir iki sene deneyip ayrılıp gidiyorlar ama avukatlıktan gelenler çalışmaya devam ediyor. Avukatların Hâkim izin vermeden oturması gündemde idi bu konuda ne düşünmektesiniz? seksene dayanıyor. Bu kadar isabetsiz ve sakat kararı nasıl veriyor bu mahkemeler? diye düşünmek lazım. Onur duyduğun karar; Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde görev yapan hocalara ilişkin davalarda Ankara 1 Nolu Sıkı Yönetim Mahkemesinin verdiği beraat kararı pek onur duyulacak bir karar değil ancak enteresan bir karardır. Fakülte dekanı Mehdi DURAN sanık idi, Musa ÇADIRCI müvekkilim idi, biz bu davada çok çektik neredeyse mahkum olunacaktı; ancak konjonktür birden değişti ve beraate doğru gittik. Benim müvekkillerim her celseye pijamaları ve iç çamaşırlarıyla dolu çantalarla gelmişti, uzunca bir süre hatta bu konu aramızda çok fazla şaka konusu oldu. Mahkemenin sonucunun olumsuz olacağını düşündüğümüzden mahkeme ile başımı derde soktum, davayı uzattık da uzattık ama sonunda beraat kararı çıktı. Burada enteresan olan ise şudur; bu davada yalancı şahitlik yapanlar hakkında daha sonra tazminat davası açmamıza olanak tanıyan bir kararın yazılmış olması idi. Kararda şundan bahsediliyordu: bu davanın açılmasına sebep olan şeyler üniversite içi dedikodular, çekememezlikler, bir takım rekabetler ve insan ilişkilerindeki bir takım çirkinlikler olarak karar verilmiştir. Bu karar üzerine biz tanıklık yapan herkese dava açtık bir takımını da kazandık bir kısmını kaybettik. 76 Hukuk Gündemi | 2013/2 Bu durum, hâkimlerimizin kuşaktan kuşağa aktardığı Osmanlı’dan kalma çok yanlış bir tutumdur. Hâkim bunu bekliyor, müdahale etmek için bundan daha ileriye varan şekillerle de karşılaşıldı. Mesela 7-8 sene evvel, bir Asliye Hukuk Mahkemesi duruşmasına geç kaldım, cübbemi giydim içeri girdim, hâkim şöyle bir baktı bana “Ne duruyorsun sen? Daha oturacağın yeri bilmiyorsun.” dedi. Bana söylüyor bunu. “Cübbemi şimdi giydim oturacağım yeri bulurum.” dedim. “Bul da otur.” dedi. Sanık vekiliydim gittim yerime oturdum. Ben böyle izin almam, selam vermem ama sandalyeye oturana kadar biraz beklerim sanırım bana da bulaşmış bir şeyler; ancak böyle kötü davranışlar kuşaktan kuşağa aktarılmamalı. Peki, son dönemde mahkemeye hitap ederken avukatların “efendim” kelimesini kullanmalarıyla ilgili ne söylemek istersiniz? Avukat bir saygı sözcüğü kullanarak mahkemelere hitap eder her zaman Sayın hâkim, Sayın Mahkeme gibi; ama bunlar dışında abartılı saygı ifadelerini kullanmak doğru değildir. Bunun yanında şu da doğru değildir; pat diye hâkim gibi davranışlarda bulunulmamalıdır. Silivri’de bunun benzeri hallerini gördük; tabii orada mahkemenin tutumu böyle davranışların oluşmasına sebebiyet verdi. Ama ben kürsüye kadar yürüme durumlarına katılmıyorum. Avukatların soğukkanlı olması gerekiyor. Geçen Yıl Yeni Bir Kitabınız Çıktı. Kaynak gereksinimi olduğunu mu düşündünüz?. İdari Yargıda büyük bir kaynak sıkıntısı vardı, ben uygulamada olduğum için bu eksikliği gördüm. Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunu pek işlenmedi, Danıştay ve Yargıtay değiştirme yolunu izledi. Zevkle yaptım bu işi ama maalesef kötü bir matbaaya düştük endeksi eksik. Şimdi biliyorsunuz son bir yılda çok fazla değişiklik oldu torba yasalar, KHK’lar. Bu değişiklikleri ekleyerek birkaç ay içinde güncelleşmiş baskı çıkacak. Kütüphanenizde olup iyi ki bende de var dediğiniz kitaplar var mı? Ord. Prof. Esat ARSEBÜK’e ben aşığım. Borçlar Hukuku kalın bir kitaptır ARSEBÜK’ü okumanızı öneririm. Hukukun matematiksel ve fiziksel boyutunu o kitapta görürsünüz. Şakir ANSEY’in hukuka başlangıç kitabı, usul kitapları ve İcra Hukuku kitapları çok önemlidir ve ben de mevcut hepsi. Yakın döneme gelecek olursak her hukukçunun kitaplığında bulunması gereken maalesef yeni baskılarını yapmadılar; Tandoğan’ın1 Türk Mesuliyet Hukuku kitabıdır. Bizim; Mesuliyet hukukumuz tam işlenmemiştir, dokunulmamış pek çok noktası bulunmaktadır. Kitabı 1958’de baskı yaptı ve rahmetli genç öldüğü için erken kaybedilmiştir. Allah rahmet eylesin Hıftı Veldet DEDEOĞLU’nun Hukuka Girişi ve Düzenlemelerinin her biri bence anıtsaldır. Baki Kuru’nun Yedi Ciltlik Usul Hukuku çalışması harika kitaplardır. Bir hukukçu nerede arayacağını biliyorsa aradığı her şeyi orada bulur. Replik düplik üzerinde çok çalışılmamıştır; ancak orada KURU çok önemli ve açıklayıcı bir anlatımda bulunmuştur. Bana göre bir hukukçunun kütüphanesinin olmazsa olmazı bunlardır. Biraz da bilinmeyen yönlerinizden bahsedelim. Binlerce tespihten oluşan bir koleksiyonunuz olduğunu aynı zamanda sizin bir filatelist2 olduğunuzu bilmekteyiz. Koleksiyonculuğa nasıl başladınız, koleksiyonunu yaptığınız diğer eşyalar nelerdir, koleksiyonlaştırmak için bir nesne seçerken hangi özellikleri olmasına dikkat edersiniz? Filatelist olmaya ilişkin kitapları okuyarak başvurdum, pul nasıl toplanır, hangi pullar, hangi dönemin hangi konulu pullarını tercih edeceğim, topladığım pulları nasıl koruyacağım gibi konularda yazılmış kitapları okumaktı ilk adımım. Yeterince bilgi topladıktan sonra pul koleksiyonculuğuna adım attım. Filatelist Derneğine üye oldum, hâlâ aktif olarak toplantılara katılmaktayım. Tespih koleksiyonuma gelince binlerce tespihim olduğu doğru ve alabileceğim tespihler tükendi. Artık değerli taşlardan yapılma tespihler bulunuyor, onları almak hem benim gücümü aşar hem de ben onları koleksiyon yapmaya değer görmüyorum. Ben tespih koleksiyonuna dâhil edeceğim tespihleri ağırlıklı olarak ikinci el eşya satan yerlerden veya tespihi eliyle yapan ustalardan almayı tercih ediyorum. Mesela bu tespih size basit bir ağaçtan yapılmış olarak gözükebilir; ama bu tespihte, bir emek akıtılan bir göz nuru var, ağaca daha fazla değer katan da budur. O yüzden her tespihin benim için ayrı bir önemi vardır. Evimde yukarıda sergilerim ve muhakkak cebimde taşırım. Onlara dokundukça renkleri değişir, şekilleri boyları farklıdır, her ustanın tespihi kendi izini taşır, yapıldığı ağaç ile birlikte zenginleşir. O yüzden tespih koleksiyonumdan hiç vazgeçmedim. Otizm Vakfının kurucularındansınız. Vakıf onu kurma amacınıza ulaşmanıza yardım ediyor mu? Vakıf iyi bir enstrüman, vakıf kurucularının yönetiminde kalıyor, bağımsız oluyor. Dernekler gibi değil vakıf hedefe ulaşmayı kolaylaştırıyor; ancak biz vakfı kurarken demokratik bir ortam olsun diye 52 kurucu üye ile vakfı kurduk. Zaman içinde her kafadan bir ses çıktığı için vakıfta hiçbir şey yapamaz olduk. Vakfı işte tam bu masada sizlerin de oturduğunuz sandalyelerde oturan arkadaşlarla kurduk. Hepimiz birbirini anlayan ailesinde otistik bir birey olan ve farklı mesleklerden arkadaşlardık. Benim de torunum otistik doğrudan ailemde bir otistik birey yok ancak onlarla yaşamının zorluğunu ve nasıl güç gerektiğini biliyorum. İyi bir şeyler yapmak istedik; ama yeterince başarılı olamadık. Şu anda benim yeni amacım daha küçük bir grup ile yeni bir vakıf kurmak. Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim, hepinize başarılar dilerim. 1 Prof. Dr. Halûk TANDOĞAN 2 Pulcu, pul koleksiyoncusu. 2013/2 | Hukuk Gündemi 77 Stj. Av. Delil CENGİZ Merhaba Yeğen ! 1 958’den bu yana oyunculuk hayatını devam ettiren Tuncel Kurtiz’i 27 Eylül sabahı kaybettik. Gelin şimdi 77 yıl öncesine dönelim; 1 Şubat 1936’da İzmit’te doğdu. Annesi Bosna kökenliydi. Babası ise Selanik doğumlu bir bürokrattı. Babasının işi gereği ilkokulu 8 farklı şehirde okudu. Fazla şehir tatmış olmasından mıdır bilinmez küçük yaşlarda öykü yazmaya başladı. Şunları 78 Hukuk Gündemi | 2013/2 söylüyor “Bölük Pörçük” kitabında; “Edremit ortaokulundayım, 15 yaşımdayım, yıl 1951... Kapatılmış olan halk evi kütüphanesi babamın emrinde bütün klasikler orada. Oh be Tuncel, Tolstoy, Dostoyevski, Zozçenko okuyorum ki nasıl okuyorum. Futbol oynuyorum, koşuyorum ve öyküler yazıyorum. Ben artık genç öykü yazarı Tuncel Kurtiz’im.” Benim yapamadığımı yapıp ilk üniversitesi olan hukuk fakültesini yarıda bırakarak sırasıyla İngiliz filolojisi, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerini yarıda bırakıp hiçbirinden mezun olamadı ya da olmadı. İlk işi olan genel ışık kontrolörlüğü göreviyle İETT (İstanbul Elektrik Tramvay ve Tünel İşletmeciliği) ünlüleri arasına katıldı. İETT’deki görevi çok uzun sürmedi, sekiz ay sonra da işten ayrıldı. O günleri şöyle anlatıyor: ‘‘Edebiyat Fakültesi`nde okuyordum. Yazı da yazıyordum. Orhan Hançerlioğlu, üniversitelilere part time görevler veriyordu. Gittim iş istedim. O da bana lambalara bakma görevi verdi. Bebek`ten Arnavutköy`e lambalara bakıyordum. Yanmayan lambaları Talimhane`ye bildiriyordum. Ben bu yüzden hep yukarılara bakarak dolaşırım. Benim için de güzel bir dönem olmuştur.’’ Aynı seneler içinde Haldun Dormen tiyatrosunda oyunculuğa başlayıp, devam eden senelerde Gen-ar Tiyatrosu, Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter’in kurduğu Kent Oyuncuları Tiyatrosunda; Züğürt Ağa’dan Keşanlı Ali’ye Şeyh Bedrettin Destanın’dan Devr-i Süleyman’a kadar birçok oyunda sahne aldı. 1964 yılında Orhan Günşiray’ın yapımcılığını üstlendiği İlhan Engin’in yönettiği “Şeytan’ın Uşakları” filmiyle sinemaya adım attı. Yılmaz Güney’in yazdığı “Umut” filmindeki rolüyle kendini Cannes film festivalinde buldu: “Birden bire Cannes film şenliğindeyim, Umut filmi gösteriliyor...Yılmaz benim de gitmemi istiyor, filmi sen takdim et diyor bana… Film çoşkuyla karşılandı, iyi ki gitmişim çünkü ben gitmeseydim film gösterilmeyecekti. Bobinler karmakarışık sarılıp bavula konmuştu. Filmi bilen tek insan bendim orada…” Ardından yine Yılmaz Güney’in, senaryosunu hapisteyken yazdığı “Sürü” filmindeki “Hamso” rolüyle adından söz ettirdi. Tunç Okan’ın “Otobüs”ünden Erdem Kıral’ın “Kanal”ına; senaristliğini ve yapımcılığını üstlendiği “Bereketli Toprak Üzerinde“ye kadar 100’e yakın filmde rol aldı. 80 Darbesi sonrasında yakın dostu Yılmaz Güney’in ölümünün ardından yurtdışına yerleşti. Katıldığı bir konferansta dinleyicilerden birinin “Neden darbe döneminde burada olmayı değil de yurtdışında olmayı tercih ettiniz?” sorusu üzerine şöyle söyler:“Dostum, siz gençler bizim gördüklerimizi rüyanızda görseniz, kuzey kutbuna ilk uçakla kaçardınız. Bak geldik yine buradayız, hala, tek bir gün bile dünyayı görmemiş körlere, ‘’kırmızı’’ rengi anlatıyoruz…’’ 1981’de senaryosunu Nurettin Sezer ile birlikte kaleme aldığı “Gül Hasan” filmiyle Altın Portakal film festivalinde en iyi senaryo ödülünü aldı. Gelelim büyük ödüle; 2 Mart 1986’ En iyi erkek oyuncu ödülü- Berlin Film Festivali(Gümüş ayı); “Tabii ki ödüle çok sevindim. Bu ödülü benden çok filmin yönetmenine, Türküyle, Arabıyla, Yahudisiyle, tüm Ortadoğu’ya; Hilmi’nin şahsında, benim oyunculuğumda Ortadoğu insanına verilmiş bir ödül olarak kabul ediyorum.” 90’lı yılların başında Türkiye’ye döndü. Bunca başarının yanı sıra Kurtiz, hatırı sayılır pek çok “En iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülüne layık görüldü. Öyle ki en son 19. Ankara Uluslararası Film Festivalinde yaptığı konuşmada bu durumu ele alır; “Yıllardır yardımcı erkek oyuncu ödülünü alırım ve kime yardım ettim ben diye düşünürüm.” Yıllar yılları kovalar ve Alman-İsveç yapımı TV dizilerinden sonra Türk televizyon dünyasına adım attı… Kurtlar Sofrası, Alacakaranlık, Hacı, Asi, Ezel’den sonra son olarak Muhteşem Yüzyıl ile karşımıza çıktı. Dizi furyasıyla popüler kültürden nasibini alan Kurtiz, şüphesiz ki en büyük sükseyi Ezel dizisindeki “Ramiz Dayı” karakteriyle yaptı. O kadar ki, sokaktayken bile dizilerin etkisinden kurtulamayan insanımızın “Dayı” nidalarına maruz kaldı. Bunların yansıra 2010 yılında BBC’nin “Hayat”(Life) belgeselini seslendirdi. Şimdi yıllar önce bir röportajında istediği gibi, öldüğünde yanında iki şişe kırmızı şarabı, “Şeyh Bedrettin Destanı”, “Sürü” ve “Umut” filmleri var mıdır bilinmez ama sevenlerinin her daim onu yaşatacağına eminiz. Ruhu şad olsun ! KAYNAKÇA Tuncel Kurtiz - Bölük Pörçük (Boyut Yayınları) www.iett.gov.tr 2013/2 | Hukuk Gündemi 79 NELSON GÜNEY AFRİKA ULUSUNUN BABASI İNSAN HAKLARININ YILMAZ SAVUNUCUSU MANDEL 80 Hukuk Gündemi | 2013/2 LA Stj. Av. Burcu DEĞİRMENCİOĞLU İ nsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımak dünyada özgürlük, adalet ve barışın temelidir.1 Peki, insan hakları nedir? Tüm insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin sadece insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olmasıdır. Tek bir cümleye sığdırmaya çalıştığımız bu kavram için tarih boyunca pek çok mücadele verilmiş; bazıları başarısızlıkla sonuçlanıp milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş, bazıları ise amacına ulaşarak insanların doğuştan sahip oldukları temek haklarının iktidar tarafından tanınmasını sağlamışlardır. Ülkesinde ırkçılığa karşı mücadele ederek Afrika halkı için bir umut ışığı olan, dünyada da insan haklarının tanınması noktasında önemli bir isim olarak kendini duyurmuş olan Nelson Mandela’nın mücadelesi, bu anlamda en büyük başarılardan biridir. 1 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi,1945 2013/2 | Hukuk Gündemi 81 Hayatı… “Bu, kendi dertleri ve deneyimlerinden esinlenen Afrikalıların savaşımı, yaşama hakkı için verilen bir savaşım. Ben, herkesin uyum içinde yaşadığı, eşit fırsatlara sahip olduğu demokratik ve özgür bir toplum idealini savunuyorum. Bu, uğruna yaşayacağım ve başarıya ulaşacağını umduğum bir ideal ve gerekirse bu ideal için ölmeye de hazırım.” ırkçı yönetime karşı orga1918’de Thembu Kabinize ettiği öğrenci eylemlesinde, kabile şefinin leri nedeniyle bir süre oğlu olarak dünyaya ara vermek zorunda gelen Mandela, ırkçıkalmıştır. Mandela, lığa karşı vermiş olduğu 1942’de Witwatersmücadeleler sebebiyle trand Üniversitesi’nden Güney Afrika’da “ulusun mezun olmasının ardınbabası” olarak anılmakdan Güney Afrika tarihintadır. Mandela’ya Nelson deki ilk siyahî avukat olmuş– Nelson Mandela ismini ilkokul öğretmeni vertur. Ağustos 1952’de Olive miştir. Bu Afrika’daki İngiliz sömürTambo ile birlikte Güney Afrika’nın gesinin bir eseridir. Okula başlayan ilk siyahî hukuk bürosu olan Mandela & çocuklara Hıristiyan isminin verilmesi bir gelenek Tambo Hukuk Bürosunu açmıştır. haline gelmiştir.2 Mandela insan haklarına oldukça önem veren bir Mandela, Güney Afrika’da aynı zamanda Madiba hukukçudur. Pek çoğumuzun sadece tanımlayarak ismiyle de anılmaktadır. Madiba Mandela’nın üyesi örnekler vermeye çalıştığı insan haklarını içselleştirolduğu kabile ismidir ve o topraklarda kabile ismi miş ve tüm hayatını eşitliğe ve özgürlüğe adamıştır. soyadından bile daha önemlidir. Bu insanın hangi Ülkesinin ilk siyahî avukatı olarak, 1944’de ırk ayrıatanın torunu olduğunu belirten bir isim olarak mına karşı kurulan Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’ne düşünülmektedir.3 katılmıştır. Kongrenin gençlik örgütünün kurucuları Fort Hare University College’daki hukuk eğitimine, arasında yer almış, örgütte 1948’de genel sekreter, 1950’de başkanlık görevlerinde bulunmuştur. Bu yıllardan başlayarak rejimin ırk ayrımcı politikalarına 2www.nelsonmandela.org/biyography 3www.nelsonmandela.org/names karşı mücadelenin başını çekmiştir. 82 Hukuk Gündemi | 2013/2 Rivonia Davası Ulusal Parti Hükümeti, 1960’da ırk ayrımcılığına karşı yürüttüğü mücadelesi yasadışı olduğu gerekçesiyle ANC’yi kapatmış; direnenleri de silah kullanılarak şiddetle bastırmak istemiştir. Rejiminin bu çok yönlü kıskacı üzerine Mandela, 1961’de ANC’nin siyasi liderliğine bağlı Ulusun Mızrağı adlı yer altında faaliyet yürüten bir örgüt kurmuştur. 1962’de yasadışı grevi örgütlemek ve yurt dışına pasaportsuz çıkma suçlarından tutuklanmış ve 5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Mandela hapisteyken, tarihe Rivonia Davası olarak geçen suçlamayla karşı karşıya kalmıştır. Bu dava Afrika Ulusal Konseyi’nin 10 önderinin Apartheid rejimini yıkmak amacıyla giriştikleri eylemleri konu almaktadır. Apartheid Afrika dilinde “ayrılık” anlamına gelmektedir ve bu rejim Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948–1994 yılları arasında, Ulusal Parti hükümeti tarafından uygulanan ırkçı ayrımcılık sistemidir. Uzun yıllar boyunca beyaz ırkın yönetiminde olan Güney Afrika’da siyahîlere uygulanan ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra resmîleşerek sürmüştür. 1958 yılından itibaren yasalarla da desteklenen Apartheid sistemi, insanların derilerinin renklerine göre sınıflandırılmaları sonucu, beyaz azınlık dışında kalanların vatandaşlık hizmetlerinden daha az yararlanmaları, devletin sağladığı sağlık hizmetleri, eğitim ve benzerlerinden daha az yararlanmaları gibi ırkçılıklara zemin olmuştur. Bu rejime karşı Anti-Apartheid Hareketi oluşturulmuş ve Nelson Mandela’nın iktidara gelmesiyle bu rejim sona ermiştir. Rivonia Davası ismini, Afrika Ulusal Kongresi üyesi 19 kişinin bu dava kapsamında Rivonia kasabasında tutuklanmalarından almaktadır. Mandela’nın da o kasabadaki bir çiftlikte aşçılık yaptığı bilinmektedir. 1963 yılında başlayan davada sanıklara yöneltilen suçlamalar şöyledir; gerilla savaşında kullanılmak üzere patlayıcı madde üretiminde görev alan kişileri eğitmek, yabancı askeri birimlerin ülkeyi işgal etmelerine yardımcı olmak, Cezayir, Etiyopya, Liberya, Nijerya, Tunus ve diğer ülkelerden mali destek sağlamak. Sanıkların tutuklanmasından sonra kanuna aykırı bir yargılama yapılmış ve bu sebeple başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi olmak üzere pek çok ülke ve insan hakları kuruluşları tarafından Güney Afrika kınanmıştır. Davada Mandela’nın mahkeme kürsüsünden yapmış olduğu açıklama hayatını insan hakları mücadelesine adadığının en büyük kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır: “Bu, kendi dertleri ve deneyimlerinden esinlenen Afrikalıların savaşımı, yaşama hakkı için verilen bir savaşım. Ben, herkesin uyum içinde yaşadığı, eşit fırsatlara sahip olduğu demokratik ve özgür bir toplum idealini savunuyorum. Bu, uğruna yaşayacağım ve başarıya ulaşacağını umduğum bir ideal ve gerekirse bu ideal için ölmeye de hazırım.” Rivonia Davasında tüm sanıkların idamı istenmiş ancak uluslararası baskıların ve kınamaların etkisiyle, sanıklar hakkında 1964 yılında müebbet hapis cezası verilmiştir. Tutukluluğu sırasında Mandela, Güney Afrika’nın kahramanı ve halk önderi, aynı zamanda bütün dünyada yürütülen insan hakları mücadelesinin de odağı haline gelmiştir. Ve özgürlük… Güney Afrika tarihinde bugüne kadar seçilmiş son beyaz başkan olan Frederik Willem de Klerk, 1989 sonlarında göreve geldikten kısa bir süre sonra Apartheid rejimine son vermiş, ANC ve diğer özgürlük hareketleri üzerindeki yasağı kaldırmıştır. Bu gelişmeler ışığında tam 27 yıl hapishanede kalan Nelson Mandela yaklaşık 30 yıl sonra devlet başkanı F.W. de Klerk tarafından 11 Şubat 1990’da affedilmiştir. Mandela, o günleri anlatırken, “hapishane şevkimizi kırmaktan çok zafer kazanılana kadar bu mücadeleyi sürdürmede bizi daha kararlı hale getirdi” demiştir. Mücadele azminde ortak çalışmaya özellikle vurgu yapan Nelson Mandela, hapisteyken bütün sansür ve baskıya rağmen dışarıyla iyi bir diyalog kanalı kurabildiğini belirtmiş, bu kanal aracılığıyla 2013/2 | Hukuk Gündemi 83 kendilerinin serbest bırakılması için yürütülen kampanyalardan haberdar olmasının da, O’nun mücadele azmini artırdığını söylemiştir.4 Mandela, 10 Mayıs 1994’de Güney Afrika’nın demokratik yollarla seçilen ilk devlet başkanı olmuştur. Devlet Başkanı olarak yeni bir anayasa ve toprak reformu, yoksullukla mücadele ve sağlığın iyileştirilmesi gibi politikaları uygularken Doğruluk ve Uzlaşma Komisyonu’nu geçmişte yaşanan insan hakları ihlalini araştırması için oluşturmuştur. Uluslararası boyutta Libya ve Birleşik Krallık arasında olan Lockerbie Faciası görüşmeleri sırasında arabulucu olarak rol oynamıştır. Siyahî lider, 1999 yılında Afrika ülkelerinin liderleri için çok alışılmadık bir adım atarak, koltuğunu modern ekonominin gerekleriyle başa çıkma konusunda kendisinden daha başarılı olacağına inandığı genç liderlere bırakmıştır. Seçimlerde yerine yardımcısı Thabo Mheki geçmiştir. Mandela devlet başkanlığı görevinden sonra kendini, kurucusu olduğu Nelson Mandela Vakfı aracılığıyla yoksullukla ve Güney Afrika’daki AIDS salgınıyla mücadeleye adamış, bu amaç için milyonlarca dolarlık fonlar yaratmıştır. 2005 yılında hayatta kalan tek oğlunu AIDS’e kurban vermesiyle, Mandela’nın bu 4 IŞIK, Yüksel, ‘Mandela; kaderinin ve ruhunun efendisi’, Blog.milliyet. com.tr, 06.12.2013 84 Hukuk Gündemi | 2013/2 alandaki mücadelesi şahsi bir boyut da kazanmıştır. Diğer yandan Mandela’nın doğum günü olan 18 Temmuz tarihi, 2009 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Mandela Günü” ilan edilmiştir. Mandela, anti-sömürgeci ve anti-apartheid görüşü ile uluslararası beğeni toplamış, 1993’deki Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı da dâhil olmak üzere 250’nin üzerinde ödüle layık görülmüştür. Hapishanede kaldığı dönemde tüberküloz teşhisi konulan, nükseden ciğer rahatsızlıkları sebebiyle içinde bulunduğumuz yıl hastaneye kaldırılan, büyük insan hakları savunucusu, Güney Afrika Ulusunun babası, Madiba–Nelson Mandela yaşam mücadelesini kaybederek, 5 Aralık 2013’te, 95 yaşında hayata veda etmiştir. KAYNAKÇA IŞIK, Yüksel, ‘Mandela; kaderinin ve ruhunun efendisi’, Blog. milliyet.com.tr, 06.12.2013 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi,1945 www.nelsonmandela.org/biyography www.nobelprize.org Piraye YALNIZKEN SUÇLU OLANLARIN ÖYKÜSÜ Stj. Av. Saruhan Gence BAŞARAN ’Ben hep aynı saatte uyanırım, 05:30. Keşke fizyolojimin ezber bozan karizmatik bir atağı olsa bu durum ama maalesef yalnızca teknolojiyi kendi iğrenç oyunuma alet ettiğimin göstergesi. Oyunun ismi, beni kırmayacak noktalarda hayatıma radikal müdahaleler yapmamın dayanılmaz hafifliği. Kundera yaşamıyor allahtan... Ne kadar nefret etmişim gördünüz mü kendimden? Kendimden, kendi hayat ritmimi bozmaya heveslenecek kadar nefret etmişim. Kendimden, kendi hayat ritmimi bozmaya heveslenecek kadar nefret etmemi sanatın pamuk ellerinde şekillendirmeye çalışacak kadar nefret etmişim. Ama saygı duyacağınız bir şey var, gerçekten 05:30’da uyanıyorum. Çabamla ve yapay bir tutumun nihayeti kabul ama en azından yalan yok. Çünkü yalan hep en azındandır zaten. Bulaşamam ona. Affettirmek istiyorum kendimi size, baktım ki sizden böyle bir çaba yok. Sanki benim Piraye’nin Nazım’a sitemlerini, güzel tebessümünün ardından göremeyen sanki benim taraf tutan! Sanki benim o tarafı da idrak eksenimize girdiğinden emin olmadan taptığımız şiirlerin yaratıcısına sinsice sarılarak tutan! Sarılıp Nazım’a, Piraye’ye nispet yapan, siz! Piraye’ye ben sarıldım ama asla olamadık biz! Ben kalbi kırılanı öptüm hep, aldatıldığını şiirlerden öğreneni, çünkü onun duyacağı bir özür yoktur, özür şiire uğramaz. Şiir lezzetiyle kapatır o gerekliliğin üstünü. Ama kırılan kalbin sesi gece beni uyutmuyor! İşte tam da bu yüzden affettirmek istiyorum kendimi size, baktım ki sizden böyle bir çaba yok. Sanki benim ev kalabalıkken milletin kaotik sesiyle uyumaktan haz duyan çocukluğa sahip olamamış eksik insan, sanki benim dedesindeki naftalinvari kokuyu hiç ama hiç özlemeyen, sanki benim ipli topaç devrini kaçırdığı için ağlayamama kalpsizliğini gösteren, sanki benim sevgilisinin avuç içini öpmekten aciz... Sizsiniz siz! Sizsiniz ve biz olamadık işte, o yüzden beni affedin yalvarıyorum siz. Sanki benim akşam vakitlerinde doğanın Ankara’ya hediye ettiği ruh emen ama inadına gerçek ve tutkulu kasveti iliklerinde hissetmeyen. Sanki benim mutsuzluktan korkan! Bitmekten korkan! Sanki benim sağlığına aşık, heyecanına düşman! Sanki benim tren garlarında çay içerken hava durumundan bağımsız üşüme karakterine sahip olamayan, benim ulan sanki sürmenaj olmaktan korkan! Ama sizi seviyorum, benimle evlenir misiniz? Çok merak ediyorum neden bu kadar korunuyorsunuz, hatta neden korunuyorsunuz? Sevin bir kez olsun. Piraye yalnız.‘’ Bu bana gelmiş bir mektuptur kimden geldiğini sır gibi sakladığım. Bu mektuptur acıkmadan sofraya oturmamamın nedeni, kışları çok ideolojik bulmamın baharlardan kaçmamın nedeni, asla cevap bulmaya çalışmamamın ve kesinlikle hayatımda bir ritim olacaksa kalp atışlarımdaki durağanlılıkla çelişmesini sağlamaya çalışmamın nedeni. Paradokslara aşık olup, sevdiğim kadını koklarken gözlerimi kapatmamın nedeni, kimseyi suçlamadan sadece kaçmamın nedeni. Normal olana yanaşma tedbirliliğinden tiksinmemi sağlayan O’na teşekkür ederek geçiyor günlerim. Ve hala affedemiyorum kendimi ve iyi ki hala Piraye yalnız. 2013/2 | Hukuk Gündemi 85 Nejat Uygur Anısına… Biliyorum caminin avlusunda toplanan kalabalık bana değil Gelen ünlüleri görmek için ‘Aa, o da burda, şu da burda!’ deyip Beni musalla taşında unutanları görüyorum Hayatımda ilk defa katıla katıla gülüyorum Çünkü, kırkım dolmadan unutulacağımı biliyorum. Yaşlı bir selvi ağacının gölgesinde oturup Yılların yorgunluğunu çıkarıyorum Birden önümden sırasıyla Nisa’lar, Tolga’lar, Sadri’ler Daha birçok sanatçılar geçiyor. Selam veriyorum, hiçbiri görmüyor. Sesleniyorum: ‘Anne, ben buradayım. Baba, ben buradayım.’ Sesleniyorum ama kimse duymuyor. Eşime sesleniyorum: ‘Nerde benim yamalı elbiselerim, boyalarım?’ Çocuklarım burada beni niye yalnız bıraktınız? Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum. Günahımla sevabımla Allah’a sığınıyorum. Y Stj. Av. Cansu AVCI ıllar önce Nejat Uygur’un kaleminden yazılmış bu satırlar bugün ne kadar da anlamlı. Çünkü bugün şiirde yazılanın aksine bir mizah ustasını saygıyla anıyoruz. 18 Kasım 2013 de acı bir haber aldık. Haber şöyle idi. Ünlü tiyatro oyuncumuz Nejat Uygur hayatını kaybetti. Ölüm bir başlangıç veya son gerçek ya da sahte ölüm hakkında kelimeler dahi bir araya gelmek istemezken, Nejat Uygur adına konuşulacak, yazılacak çok şey var… Ve ben de bir şeyler paylaşmak isterim. Biraz geçmişe 2007 yılına gidelim. Kısmı felç geçiren Uygur hiç istemese de sahnelerden uzak sağlık sorunları yaşıyordu. Zaman gazetesi yazarı Ayhan Hülagü, Nejat Uygur’u hastane de ziyaret etmiş, şu satırları paylaşmıştı “bakıcısı içeri girerken bir daha sesleniyorum. Baba sevenlerine bir mesajın var mı?” gözlerini açıp uzun uzun bakıyor. 7-8 aydır konuşmayan sanatçı bu kez bir şey söyleyecek. Herkes heyecanlı kelimeleri toparlıyor tam konuşacakken derin bir öksürüğe kapılıyor. Soğuk bir sessizlik kaplıyor odayı herkesin gözü doluyor. Masadaki çiçek gözüme çarpıyor. Üzerinde bir not “pilot olacaktın efsane oldun”1 1 Zaman Gazetesi Ayhan Hülagü 03 Nisan 2011. 86 Hukuk Gündemi | 2013/2 Evet, pilot olacaktı efsane oldu. İlginçtir ki Uygur’un çocukken hayalini kurduğu meslek pilotluktu bu hayalini de şöyle dile getiriyor sanatçı. “Benim düşündüğüm ilk meslek pilotluktu. Çocukluğumda pilot olacağımı düşünürdüm. Hatta hiç unutmam Manisa da olduğumuz yıllarda yatak çarşaflarını alıp bir yerden aşağı atlamayı planlamıştım...”2 çocukken pilot olmak isteyen Uygur gençlik yıllarında daha farklı bir yol çizip Amerika’ya ulaşmak isteğiyle gemici olur. Peki, Nejat Uygur’un tiyatro macerası ne zaman başladı derseniz, aslında bu süreçte tiyatro hep vardı. Babasının evde karagöz oynatması da büyük etkendir. Söz oyununu oradan öğrenir. Yüzünde abartılı makyajıyla üzerine uydurduğu kostümler eşe dosta gösteriler yapar. 12 yaşında meddahlığa soyunur. Avni Dilligil Tiyatrosunda 18 yasında profesyonel olur. 1949 da kendi tiyatrosunu kurar. Var Yemez Oğlu ve Cibali Karakolu oyunları sanatçının hayatında dönüm noktasıdır. İzleyicisinden tam not alan oyunlar, saatlerce ayakta alkışlanır. Oyunlarında sadece sahnede yer almaz işin mutfağında da vardır. İlk filmi ise Cafer Bey… Aylarca gösterimde kalan film beğenilmiş olsa da Uygur sinema sektörünü sevmez. Tiyatro sahnesine bağlı kalır. Sonrasında çekilen filmleri ise sevenlerine bir şeyler bırakmak içindir. 1998 de devlet sanatçısı olmuştur. 60 yıldan fazla tiyatro ve 50 den fazla ödül ile işte Nejat Uygur ve tiyatro. İyi bir tiyatrocu olmasının yanı sıra benim Nejat Uygur’a duyduğum saygının başka bir boyutu da var. Uygur geleneksel tiyatronun belki de son 2 tr. wikipedia.org sanatçısıdır. İsmail Dümbüllü tarafından keşfedilmiş aynı zamanda onun öğrencisi olmuş tiyatro da tuluat geleneğini devam ettirmiştir. Bu önemlidir çünkü geleneksel tiyatro ve tuluatın yaşaması Türk tiyatrosunun zenginliğini gösterir bu da demek oluyor ki Uygur, değeri ve niteliği yüksek bir sanatçıdır. Batılı anlamda tiyatroya yer vermemiştir, buna da öz mizah demek zor olmasa gerek. Fakat cumhuriyetin yerleşmesiyle tuluat ikinci plana itilmiş günümüzde de benimsenmemiştir. Bu nedenledir ki Uygur kimi zaman eleştirilmiş kimi zaman da sanatsal bulunmamıştır. Eleştiriler bir yana oğlu Kemal Uygur bir röportajında sağlığında onu üzen iki şey olduğunu söylemiştir; ‘ birincisi İzmir’de dikilen heykelin kaldırılması, ikincisi ise devlet sanatçılığı ödülünün başka biri yüzünden geri alınması ‘…3 Alkışlayanı da bir hayli fazladır. Sahneye adım attığında daha rolünü kesmeden burnu boyalı kafasında kukuleta öylece duran adam dakikalarca alkışlanırdı. Bu alkışlar ise oyuna değil tabi ki oyuncuyaydı. Olumlu ya da olumsuz… Sonuç olarak hepimiz alakasız yerde çat diye ‘zıtttt erenköy’ diyen o adamı özleyeceğiz. O adam kim mi? Şair, heykeltıraş, ressam, at binicisi, boksör, beş çocuk babası ve iyi bir eş. Görüldüğü gibi sahne arkasında farklı yönleriyle başka bir Nejat Uygur karşılıyor bizi. Bunlar arasında en çok bilineni sanıyorum resme karşı ilgisidir. Çünkü seyircisini güldüren Uygur un tabloların da hüznü yansıtması bu konuda manidardır. Resimlerinde kullandığı figürlerin büyük çoğunluğu da kendisine benzeyen üzgün palyaçolardır. Turknostalji. com da Sezai Solelli bir anısını şöyle anlatıyor. “İki saat süren konuşmamızı bitirip ayrılırken. Nejat Uygur bir an kayboluyor. Biraz sonra koltuğunun altında kendi tablolarından biriyle görünüyor. Gayet mahcup, «Şayet kabul ederseniz bunu size vermek istiyorum.» diyor. Bakıyorum konu yine aynı!... Bir palyaço perde kenarından, sahnede bale yapan bir çifti üzgün bakışlarla seyrediyor!”4 Tiyatroyla ve Nejat Uygur’la aynı zamanda tanıştığım için kendimi şanslı hissederim her zaman. 3 Zaman Gazetesi Ayhan Hülagü 03 Nisan 2011. 4www.turknostalji.com 2013/2 | Hukuk Gündemi 87 Oyunun ismini bile hatırlayamayacak kadar küçük olduğum o yıllarda, unutmadığım tek şey kahkahalarımdır. Böylece bir düşünce bende yer etmiştir. O da Nejat Uygur’un Türk Tiyatrosunun başına gelmiş en iyi şeylerden biri olduğudur. Durum böyle iken üzülmemek elde değil. Kel Hasanların Abdi Efendilerin ardından gelen sanatçılarımızı bir bir yitiriyoruz ve bir dönem biz farkında olmasak ta kapanıyor. Ama yine perde aralanacak ışıklar yanacak. Seyircilerin yüzlerinde birer tebessüm. Nejat Uygur, tiyatro sanatçısı İsmail Hakkı Şen’in cenaze töreninde verdiği bir röportajında, bu durumu şöyle dile getirmiştir “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak. Hatta seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak.” 18 Kasım 2013’te acı bir haber aldık. Haber şöyle idi ünlü tiyatro oyuncumuz Nejat Uygur hayatını kaybetti. Ben pek inanmadım bu habere çünkü ölmez böyle büyük sanatçılar. AYNAYA VE İNSANA GÜLEN ADAM: NEJAT UYGUR gönlü kahkahasıyla zengin insan, sen yüreğindeki hüznü saklayıp bir kış çekmecesinde; gözlerindeki son gülüşü de paylaştın, gittin… erken batmış kızıl bir güneş yarası gibi şimdi gülüşler dudak kenarlarımızda, yarım. şimdi hepimizin kalbini acıtıyor bir zamanı şenlendiren ışıklı adın. oysa tüm o eksik gülüşlerin hatrına bazı sözlerin sonuna nokta bile değmesin isterdim Stj. Av. Başak AKGÜN 88 Hukuk Gündemi | 2013/2 TAKSİM TRİO Stj. Av. Adem GÜMÜŞ T aksim Trio Müzik Grubu 2007 yılında, sanatlarının zirvesinde olan üç müzisyen tarafından kurulmuştur. Grup ilk albümü olan Taksim Trio’yu 1 Ekim 2007’de piyasaya sürmüştür. Müzikal faaliyetlerine bir dönem ara veren grup, 2012 yılında sevenlerine tekrar merhaba diyerek, 11.04.2013’te ikinci albümleri Taksim Trio 2’yi satışa sunmuştur. Grubun kurucuları, İsmail TUNÇBİLEK, Hüsnü ŞENLENDİRİCİ ve Aytaç DOĞAN’dır. Grubun belli bir müzik tarzı olmamakla birlikte her türlü müzik tarzında müzikal faaliyetleri bulunmaktadır. Müzisyenlerin bağlama, klarnet ve kanun enstrümanlarını uyum içinde çalmaları, yapmış oldukları eserleri farklı ve duygu yüklü kılar. Grubun kurucularını tanıyalım. İsmail TUNÇBİLEK İsmail TUNÇBİLEK, 19.07.1978 Bursa doğumludur. Müziğe çok erken yaşlarda henüz 10 yaşındayken müzisyen olan babasının kendisine getirmiş olduğu bir bağlama ile oyun oynayarak başlıyor. Babasının ileriyi görerek kendisine vermiş olduğu direktifler yönünde ilerleyen TUNÇBİLEK, İTÜ Devlet Konservatuvarı temel bilimler bölümünü birincilikle kazanır. O dönem kayıt dondurmak ister, hocaları bunun mümkün olabileceğini söyleyince kaydını dondurur. İkinci dönem kayıt yenilemeye İstanbul’a geldiğinde okuldaki hocalarla görüşür fakat artık okulda kaydının olmadığını öğrenir. Sebebi ise temel birimlerdeki öğrencilerin kayıt dondurma yetkisinin olmayışıdır. Bu olay onun üzerinde hırs yaratır ve Bursa’ ya geri döner. Burada Uludağ Üniversitesi THM korosu ile çalışmalara başlar. 13 yaşına kadar TRT THM repertuarının %90’ını bitirir. Babası ona çeşitli müzik tarzlarının notalarını, saz semailerini, peşrevler, longalar ve klarnet metotları çaldırmaya başlar. Kendisi de yaptıklarını oyun gibi gördüğü için bu çalışmalarda hiç bir şekilde zorlanmaz. 13 yaşında Üniversitelerarası THM yarışmalarında solo saz dalında birincilikler alır. Bu hızlı gelişimi sayesinde bağlama dersleri vermeye başlar.14 yaşında Bursa Büyükşehir Belediyesi konservatuarında Yücel Paşmakçı ve İTÜ öğretim üyelerinin denetiminde yapılan öğretim üyeliği sınavlarını birincilikle kazanır ve henüz 14 yaşında öğretim üyesi olur. Bu başarıya ulaşarak aynı zamanda kendisine haksızlık yapan İTÜ’deki hocalarına bir ders vermiş olur. Kendisini daha iyi geliştirmek adına 3 aylık öğretim üyeliğinden sonra istifa eder. İstifasından sonra piyasadaki ünlü sanatçılarla diyaloğu başlar bu ünlü isimlerden biri Mısırlı Ahmet ile Ortadoğu müzik piyasasında ün yapar. Bağlama üzerindeki yeteneği ve çok çalışması sayesinde henüz daha 16 yaşında İbrahim Tatlıses’in orkestrasında ve kaset çalışmalarında kendisine yer bulur. 17 yaşında İbrahim Tatlıses’in Fırat albümünün müzik yönetmenliğini yapar ve bunların yanı sıra birçok ünlünün kasetlerinde çalar. Daha sonra yavaş yavaş kendi tarzını ortaya çıkarmaya ve bu yönde daha çok çalışmaya başlar. Mısırlı Ahmet ile birlikte Sina Çölünde günde 16 saat bağlama çaldığı rivayetler arasındadır. Elektro bağlama ile hemen hemen her tarz müzik çalabilme yeteneğine sahiptir. Düzenlemesini kendisinin yapmış olduğu Derdin ne? adlı parçayı seslendirmesiyle bağlama çalmanın yanı sıra yorum yeteneğini de gözler önüne sermiş ve bir çok kişinin beğenisini kazanmıştır. Kendisiyle yapılan röportajlarda sık sık kendi müzik tarzını geliştirmek istediğini, diğer üstatların taklitçiliğini yapmak istemediğini belirtir. Özellikle Ortadoğu müzik piyasasında ülkemizi çok iyi temsil eden müzisyenlerin başında gelir İsmail TUNÇBİLEK. En çok kullandığı söz “ İnsan olma umuduyla” sözüdür. 2013/2 | Hukuk Gündemi 89 Hüsnü ŞENLENDİRİCİ Hüsnü ŞENLENDİRİCİ, tıpkı dedeleri ve babasının izinden giderek 5 yaşında klarneti eline almıştır. 12 yaşına kadar Ege ve Anadolu kültürleriyle çeşitli müzikal çalışmalar yapar. 1988’de İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Çalgı Eğitim Bölümüne girer ve 4 yıl sonra okuldan ayrılır. Magnetic Band grubuna dâhil olarak yüzlerce festivalde Türkiye’yi temsil eder. Aynı zamanda Embrio grubunun albüm çalışmalarında çalar ve onlarla beraber turnelere çıkarlar. Bunların yanında babası Ergün Şenlendirici’nin kurmuş olduğu Laço ile yurtdışında birçok festivallere katılır. Kendisini geliştirdikçe müzik alanındaki faaliyetleri hızla genişler ve başta Türk Müziğinin çeşitli dallarındaki sanatçılar olmak üzere, Türk Pop ve cazının önemli sanatçılarına sahne ve albüm kayıtlarında eşlik eder.1996 yılında askere gider ve askerdeyken Pozitif prodüksiyon tarafından kendisine gelen teklif ile Brooklyn Funk Essentials ile ortak bir albüm yapmak ve konser vermek için ülkemize özgü enstrümanlardan oluşan 13 kişilik Laço Tayfa adlı grubu kurar. Bu ortaklıkla beraber “In the Buzbag” adlı albümü çıkarır ve büyük ilgi görür. İlk solo albümünü 2000 yılında“Bergama Gaydası” etiketiyle piyasaya sürer. Bu albümü de büyük beğeni toplar ve sadece Türkiye değil diğer ülkelerde de ilgi odağı olur. Hüsnü ŞENLENDİRİCİ bu çalışmaların yanı sıra dünyaca tanınmış orkestralarla beraber konserlere katılır. İkinci albümünü 2002 yılında “Hicaz Dolap” etiketiyle piyasaya sürer. Devamında müzikal anlamda dünyaca ünlü müzisyenlerle beraber birçok büyük organizasyonlarda çalışmalar yapan Hüsnü Şenlendirici, 2007 yılında İsmail TUNÇBİLEK ve Aytaç Doğan ile beraber Taksim Trio grubunu kurar ve bu grup ile de yurtdışında birçok konserler düzenler. Üçüncü albümünü ise 2011 yılında “Hüsn-ü Hicaz” etiketiyle piyasaya sürer. Aytaç DOĞAN Aytaç DOĞAN Türkiye’nin en ünlü kanun sanatçılarındandır. Kanunun sınırlarını zorlayan müzisyen için birçok kişi “Büyücü” sıfatını kullanıyor. 13 yaşındayken müzisyen olan büyük babası Kemal Yeşilbahçe’ nin kendisine kanun hediye etmesiyle birlikte müzisyenlik serüveni onun için başlar. Ünlü kanun sanatçısı Kemal Taşçeşme’ den dersler almaya başlar. Bursa Büyükşehir Belediye Konservatuvarına girer ve oradan mezun olur. Kanun çalmaya başlayalı henüz 3-4 ay gibi kısa bir süre geçmişken İbrahim Tatlıses’ in kendi mahallelerinde film çekimi esnasında kendisinin seslendirmiş olduğu Aşıksın adlı parçayı kanunuyla çalarken yeteneğiyle İbrahim Tatlıses’ in dikkatini çeker ve o sıralar Bursa’da düzenlenen bir fuar etkinliğinde İbrahim Tatlıses’ in orkestrasında kanun çalarak profesyonel müzik hayatına başlamıştır. Daha sonra müzik yönetmenliği yapan dayısının aracılığı ile İstanbul’ a gelir. Burada çok çalışarak kendine has kanun tekniğini ( Tek Mızrap) ortaya çıkarır. Ünlü Arap sanatçı Mısırlı Ahmet Avrupa turnesindeyken, Aytaç DOĞAN’ın çaldığı eserleri dinler ve bu eserleri ülkesinde ki sanatçılara dinletiyor. Aytaç DOĞAN’ı dinleyen sanatçılar 14-15 yaşlarında ki bir gencin nasıl bu derece iyi çalabilir diyerek yeteneğine hayran kalırlar. Daha sonra vatani görevini tamamlayıp Mısırlı Ahmet aracılığı ile Arap müzik dünyasına adım atar ve burada ün kazanır. Aytaç DOĞAN hiçbir zaman başka sanatçılara özenmemiş sadece kendine has çalışmalar yapmıştır. Kendisine ait Deva isimli enstrümantal bir albümü vardır. 90 Hukuk Gündemi | 2013/2 2013/2 | Hukuk Gündemi 91 Çocuk İzlem Merkezi Stj. Av. Selcen BAYÜN – Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER Ç ocuk İzlem Merkezleri (ÇİM), çocukların cinsel istismara maruz kaldığına dair bilginin kolluk kuvvetlerine ulaşmasının ardından, savcının talimatı ile çocuğun ifadesinin uzmanlarla birlikte – herhangi bir yenilemeye ihtiyaç kalmaması için avukat ve savcının da bulunduğu aynalı odada kayıt altında- alınması, gerekli ise merkezden çıkarılmadan muayenenin yapılması gibi gerekli ispat araçlarının bir araya getirilmesini, mağdur çocuğa psikolojik olarak daha fazla zarar vermeden yapılmasını sağlamak için kurulmuştur. Türkiye’de halen 13 Çocuk İzlem Merkezi bulunmaktadır. 18 yaş altındakilerin veya 18 yaşından büyük olup akıl sağlığı yerinde olmayanların cinsel istismara veya taciz ya da tecavüze uğramış olma şüphesi söz konusu olduğunda görevli savcının talimatı ile mağdurların getirildiği yer olan Çocuk İzlem Merkezi’nin üniversitelerin Tıp Fakültelerinin gözetiminde kurulan Çocuk Koruma Merkezlerinden farkı; savcı talimatı ile hareket edilmesi ve vakıaların Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı temsilcisinin yargı sürecini takip ettiği kadar izlenmesi oluşturmaktadır. Çocuk Koruma Merkezleri’ndeki vakıaların ve yargı sürecinin takip edilmesi yönündeki oluşumların ÇİM’lerde de sağlanmaya çalışmakta olduğu, yetkililerle yaptığımız görüşmeler sonucunda öğrendiğimiz bilgiler arasında yer almaktadır. Gerek “ÇİM”lerin gerekse Çocuk Koruma Merkezleri’nin üstlendiği; sağlıklı bireylerin yetiştirilmesine ve mağdurlara verilen zararın en aza indirilerek onların yeniden topluma kazandırılmasına yönelik toplumsal bir görevdir. Bu üstlendikleri görev göz önüne alındığında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı arasındaki iş birliğinin güçlendirilerek sağlanan imkânların arttırılması yoluna gidilmesi gerekmektedir. 92 Hukuk Gündemi | 2013/2 ÇOCUK İZLEM MERKEZLERİNİN ÇALIŞMA USULÜ Genelde savcı talimatı ile Çocuk İzlem Merkezine tercihen sivil polis eşliğinde (kimi zaman bu hassasiyetin gösterilmediği durumlara denk gelinse de) getirilen mağdurun, Baro tarafından görevlendirilen Avukat, Çocuk İzlem Merkezinde görevli Savcı, Adli Görüşmeciler(psikoloji, sosyal hizmetler veya çocuk gelişimi bölümlerinden mezun, iki aylık özel eğitimden geçirilerek Çocuk İzlem Merkezinde göreve başlatılan kişiler) tarafından karşılama ve ön görüşme yapılıp mağdurun ailesi ile de görüşülüp yeterli bilginin toplanmasının ve savcının odasında yapılan bilgi alışverişinin ardından aynalı odaya geçilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynalı odada mağdur ile görüşmeyi yapan adli görüşmeci olup adli görüşmeci ile iletişim yazılı olarak ekran üzerinden kurulmaktadır. Gereken hâllerde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın temsilcileri de aynanın arkasında savcı, avukat ile birlikte aynanın arkasında bulunup görüşmeyi izleyebilmektedir. Mesai saatinin bitiminden sonra gelen bir vakıa mevcut ise yani istismar veya taciz ya da tecavüz gerçekleştiğinden itibaren üç gün geçmemiş ise mağdurun muayenesi yapılıp mağdurların dinlenmesi için özel olarak hazırlanan banyolu odalara yerleştirilip mağdura özel pijama diş fırçası gibi eşyalar tahsis edilip mağdurun dinlenmesi sağlanarak ertesi sabah görüşmelere başlanmaktadır. Bazı durumlarda mağdur çocuğun ailesinin de çocuğun maruz kaldığı fiilden ötürü destek alması gerekebilmektedir. Karşılama ve ön görüşme aşamalarında aile ile temasta olan görevlilerin kanaatlerine göre aileler psikiyatrik olarak yardım almaları için psikiyatrik danışmaya yönlendirilmektedir. Çocuk İzlem Merkezinde ruh sağlığına ilişkin raporda düzenlenmektedir; ancak bu rapor Adli Tıp Kurumu Altıncı İhtisas Dairesi tarafından verilen rapor ile aynı niteliği taşımamaktadır. Altıncı Daire veya üniversite hastanelerinde verilen ruh sağlığı raporu bir kurul tarafından düzenlenirken Çocuk İzlem Merkezinde üç kişilik bir doktor ekibi tarafından düzenlenmektedir; ancak bazı merkezlerde yeterli ve görevli doktorun bulunmaması sebebiyle bu rapor tek doktor tarafından da düzenlenebilmektedir ÇOCUK İZLEM MERKEZLERİNİN AMAÇLARI Cinsel istismara uğrayan çocuğa, inceleme ve tedavi aşamasında gerek görülen sağlık, eğitim, kolluk kuvvetleri, hukuk ve adalet sistemi gibi işbirliği yapılması gereken diğer kamu kuruluşları ile eşgüdüm içinde hizmet sağlanması, Çocuğun kolluk kuvvetleri, adli merciler ve sağlık kurumlarında yaşadıklarını tekrar tekrar anlatması, çocuğa o olayı bir kez daha yaşattığından ve bu da çocuğun psikolojisini iyice bozulmasına neden olduğundan “ÇİM”lerde aynalı oda sistemi ve savcı, avukat, adli görüşmeciden oluşan bir ekip oluşturulup çocuğun sağlığının daha fazla bozulmaması için gerekli önlemin alınmasının sağlanması, Merkezde oluşturulacak güvenli ve çocuk dostu ortam ile çocuktaki travmanın etkilerinin azaltılması, Korunma altına alınması gereken olgularda, çocuğun kalabileceği uygun bir ortam sağlanıncaya kadar geçici bir süre barınma, beslenme, giyim, sağlık ve güvenlik gereksinimlerinin karşılanması, Ailenin yaşadığı travmanın ve yaşanan olayın sağlıklı değerlendirilmesi amacıyla aile ile görüşülmesi, ailenin ilk danışmanlık gereksinimlerinin karşılanması, Meslek elemanlarının hizmet içi eğitimlerine destek verilmesi, Toplumun çocuğa yönelik suçlar ve bu suçlardan korunma yolları konusunda bilinçlenmesinin sağlanması. ÇOCUK İZLEM MERKEZİ İÇİN ÇEŞİTLİ KURUMLAR TARAFINDAN YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR Ekim 2010’da Sağlık Bakanlığı ve Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Betül Ulukol ve Iowa Üniversitesinden Prof. Dr. Resmiye Oral tarafından 137 kişiye Ankara’da eğitim verilmiştir. Bu eğitim Ankara Barosu, Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Emniyet, Diyanet İşleri Başkanlığı, gibi kurumların temsilcilerinin olduğu 137 kişiye verilmiştir. Temsilci olarak eğitim alanların, çocukla karşılaşması muhtemel toplamda altmış bin kişiyi eğittiği ifade edilmektedir. Ankara Halk Sağlığı Müdürlüğü tarafından ilk başta iki yılda bir ÇİM’in işleyişine yönelik bilgilendirme yapılması planlanmışsa da iki yılı aşan bir süre geçmiş olmasına rağmen eğitim tekrarlanmamıştır. Eğitim alanların atama ile görev yaptıkları dikkate alındığında eğitimden bu yana geçen süre de eğitim verilen kamu görevlilerinin çoğunun başka şehirlere atamasının yapıldığı ve mesleklere yeni katılanların olduğu dikkate alındığında Çocuk İzlem Merkezi ile işbirliği yapmak durumunda kalan emniyet, jandarma, hastaneler, yargı organları arasında iletişim zorluğu doğacağı bir gerçektir.1 Konu ile ilgili daha doğru ve ayrıntılı bilgiler elde edilmesi açısından ziyaret ettiğimiz Çocuk İzlem Merkezi Koordinatörü ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Fadime YÜKSEL ile Çocuk İzlem Merkezleri üzerine bir sohbet gerçekleştirdik: Çocuk İzlem Merkezi ve Merkezin amaçları ile ilgili beklentileriniz nelerdir? “Çocuk İzlem Merkezi görevlilerinin kanaati ‘Çocuk asla yalan söylemez.’ şeklindedir. İspat külfeti savcının, karar verme yetkisi mahkemenindir; Çocuk İzlem Merkezinin kanaatinin bu yönde olması görüşmelerde gerekli özenin 1 ÇİM Koordinatörü ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Fadime YÜKSEL’DEN konuya ilişkin alınan bir örnek şöyledir. “Bir tarihte saat 16.00 sularında, elinde bir kağıt ile mağdur ve ailesi geldi. Kâğıtta doktorun kaşesi vardı ve “ÇİM” yazıyordu. Bizim çalışma biçimimizde Merkeze mağdur gönderileceği zaman bizlere haber verilmesi, şüphenin sebeplerinin aktarılması ve mağdura yönelik hazırlık yapmamız, avukat atamasını yaptırmamız ve avukatın gelmesi için zaman tanınması gerekmektedir. Bu tür olaylarda çoğu kez savcıyı ayrıldıktan sonra tekrar çağırmak ya da yeni bir avukat için beklemek ve görüşme, muayene derken akşam 22:00-23:00 gibi işimizin bittiği günler oldu. Bu hem mağdur hem de çalışanlar için sıkıntılı bir durum. Ya da olay acil değilse; karşılama ve ön görüşme yapılıp çocuğun mağdur çocuklar için hazırlanan odaya yerleştirilmesi gündeme gelmektedir. Gereksiz yere çocuk bir gece merkezde misafir edilmek durumunda kalmaktadır. Ailenin buraya neden geldiğine ve işleyişimize dair bilgisinin olmaması da ekstra zorluk yaratmaktadır.” Bu gibi durumların önüne geçmek, Merkezde görevli şahısları, aileleri ve mağdurları korumak için eğitimlerin düzenli olarak yapılması şarttır. 2013/2 | Hukuk Gündemi 93 gösterilmediği anlamına gelmeyecektir. Boşanma davaları sırasında istismar edildiği iddiasında bulunulan çocukların Merkezdeki görüşmeleri sırasında istismara ilişkin bilgilerin aileleri tarafından öğretildiğini söyledikleri veya bu durumu açığa çıkaracak bir bilgi verdikleri gözlenmiştir. Görülen örnekler üzerinden gayrıresmi, çocukların cinsel yönden olmasa da farklı biçimlerde psikolojik açıdan isteyerek veya istemeyerek istismar edildiğini göstermektedir. “Bazı kurumlar ile yaptığımız işbirliğinde zaman zaman ilerleme kaydetmemizi engelleyen durumlar ortaya çıkabiliyor. Çocuk İzlem Merkezinde gönüllülük esasına göre çalışma söz konusu olduğundan atamayla görev yapan kişiler tarafından Merkezin faaliyetleri, mağdurlar, Merkezin ihtiyaçları konularında kişisel olarak farklı tutum ve uygulamalar sergileyebilmektedir. Ancak Merkezle ilgili yönetmelik çıktığı zaman işlerin daha yolunda gitmesini bekliyoruz. Her ne kadar Çocuk Hakları Sözleşmesi madde 19’da Çocuk İzlem Merkezi tanımlanmış olsa da kanunlarda Çocuk İzlem Merkezi’nin isminin geçmesi, Çocuk İzlem Merkezi’nin tanımlanması veya merkeze yönelik bir atıf yapılması işleyişi rahatlatacaktır. Çocuk hakları bakımından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde çeşitli eksiklikler mevcuttur, suça yöneltilen çocukların korunmasına ilişkin düzenlemelerden yoksundur hukuk sistemi. Hem suçun mağduru çocuklar hem de suça yöneltilen çocukların psikolojik olarak yıpranmasının önüne geçmek için gereken durumlarda çocukların mahkemeye telekonferans ile bağlanmasının sağlanacağı düzeneklerin olması gerekiyor. Çocuk İzlem Merkezlerinin kuruluş amacı suçun mağduru olan çocukların yaşadıklarını ikincil travmaya maruz kalmadan anlatmasının sağlanması, bu görüşmenin kayıt altında uzmanlar tarafından görevli kişiler arasındaki bilgi alışverişinin ardından yapılması sağlanarak mağdur çocukların tekrar tekrar dinlenilmesinin önüne geçilmek istenmektedir. Bütün bu özverili çabalara rağmen bazen aileler, yeterince bilgilendirilmediğinden, çocuğu alıp duruşmalara götürdüğünden çocuk hazır duruşmadayken bir de orada dinlenilmek istenmesinden veya eski düzen anlayışının devam ettirilerek illa çocuğun canlı olarak duruşmada dinlenmesi için ailenin ve çocuğun zorla duruşmaya götürülmesinden ötürü bazı durumlarda Çocuk İzlem Merkezinin amacını gerçekleştirmesi 94 Hukuk Gündemi | 2013/2 imkânsız olmaktadır. Bu bakımdan da gerek ailelere gerek hukuk camiasına Çocuk İzlem Merkezlerinin amacının ve işleyişinin iyice anlatılması gerekmektedir. Merkezimize gönderilen çocuklarda gebelik tespit edildiğinde gebeliğe son verilmesi için mağdur ilgili birime gönderildiğinde gebelik onuncu haftayı geçmiş ise sorun yaşamaktayız. TCK m. 99/6 doktora bir suçun mağduru olan kadının suça bağlı olarak gebe kalması halinde yirminci haftaya gebeliğin sonlandırılmasına izin vermesine rağmen hastanelerinin kadın doğuma ilişkin bölümleri kürtaj işlemini savcı veya mahkeme kararı olmadan gerçekleştirmemek gibi bir davranış sergileyebiliyor.2 2 yasanın suça bağlı olarak suçun mağdurunda meydana gelen gebeliklerde mağdurun isteği ile gebeliğin sonlandırılabileceğine yönelik düzenlemeye rağmen kadının iradesi doğrultusunda gebeliğin sonlandırılmayarak mağdurdan savcının ve/veya mahkemenin kararının istenmesi TCK m 257 anlamında görevi kötüye kullanma suçunun oluşmasına sebebiyet verecektir. Yirmi haftalık sürenin aşımı suça vücut verirken, süre aşımı olmasa da mahkeme ve veya savcıdan karar istenerek gebeliğin sonlandırılması görevi kötüye kullanmaya teşebbüs olarak nitelendirilebiliriz. Doktorun çocuğun alınmasına ilişkin yirmi haftalık sürenin geçirilmesine neden olacak bir davranış sergilemesi durumunda; suçun mağduru kadının vücudunda meydana gelen fiziksel değişimler ve her ne şekilde olursa olsun Çocuk İzlem Merkezinin kendisine ait bir bütçesinin olmaması, bu görevin Aile ve Sosyal politikalar Bakanlığı’nın olmasına rağmen Bakanlık tarafından Merkeze ödenek ayrılması için gerekli alt yapının oluşturulmaması, Merkeze gönderilen mağdurların süt, pijama, diş fırçası gibi ihtiyaçların bağışlarla götürülmesine neden oluyor. Düzenli bağış bulmanın zorluğu dikkate alındığında Merkeze gelen mağdurların kendilerini rahat ve güvenli bir ortamda hissetmelerini sağlamak zor olmaktadır. Ankara İl Valiliği bünyesinde oluşturulan Çocuk Koruma Kurulu tarafından yapılan bilgilendirme toplantılarına şahsımın katılması uygun görülmüş, Türkiye Çocuk İzlem Merkezleri Koordinatörü olarak ilk ağızdan ihtiyaçlar ve yapılanlar konusunda kurulu bilgilendirmem istenmiştir. Bu sayede gerek bürokrasinin gerekse yanlış ve eksik bilgi aktarımın önüne geçmek mümkün olacaktır. Bu değişikliğin gerek bağışlar gerek ödenek ve gerek diğer kurumlar ile işbirliği açısından önem taşıdığını belirtmem gerekiyor. Çocuk İzlem Merkezinde görevli savcılar bakımından ihtisaslaşma sağlanmış olması çalışma düzenimizi oluşturmamıza yardım etti ve mağdur geldiğinde daha hızlı hareket etmemizi sağladı. Eski sistemde ertesi gün başka bir savcının gelmesi ve soruşturma savcısının değişmesi zorluklara neden olurken şu an belli savcıların birer hafta gelmesi işleri kolaylaştırdı.” Henüz tam olarak yerleştirilmemiş ve programda eksikliklerin olmasına rağmen UYAP sistemine gerçekleşecek doğum, doktor açısından TCK m 86 bağlamında kasten yaralama suçuna vücut verecektir. Çocuk İzlem Merkezlerinin de dâhil edilmiş olması bu haliyle bile bize kolaylık sağlamaktadır.” Siz bu eğitimi aldınız mı? Çocuk doktoru olmanızın bir faydasını gördünüz mü? “Bir hastanede çocuk hekimi olarak çalışırken ben de bu eğitimi aldım, eğitimden önce Çocuk İzlem Merkezinde görev almak gibi bir düşüncem yoktu. Eğitimde bize istismardan şüphelenildiğinde bildirim yapılması gerektiği doktorun ispatlamaya ihtiyacı olmadığı ispatlaması gerekenin savcı olduğu öğretildi. O zamana kadar istismardan şüphelenildiğinde ne yapılması gerektiğini bilmiyordum, doktorlar olarak kanıtımız yoksa susmamız gerektiğini sanıyorduk. Eğitimin ardından Çocuk İzlem Merkezinde görev aldım ve 2,5 yıldır görev yapmaktayım. Ankara pilot bölge iken şu anda 13 şehirde Çocuk İzlem Merkezi var ve hedefimiz bu sayıyı 28’e çıkarmak. Eksiklerimiz olabilir; ancak başladığımız noktaya göre ileri bir seviyedeyiz. Şu anda mevcut düzende savcı adayları üç saatlik eğitim için Merkezimize geliyor ve uygulamalara ekrandan veya videodan eşlik ederek çocuk ile iletişim kurmanın inceliklerini yakalamalarına fırsat sunuluyor.Aynalı odalardaki eskiden kulaklık aracılığı ile iletişim sağlanırken bazı teknik sorunlarla karşılaşmamız dolayısıyla ekran üzerinden iletişim kurma yoluna başvurmak durumunda kaldık. Çocuk İzlem Merkezine yönelik eğitim üniversitelerde bir saatlik de olsa psikoloji, hukuk, tıp gibi alanlarda verilmelidir; söz konusu lisans bölümleri çocuklara yönelik suçlarda doğrudan veya dolaylı olarak etkileşimde bulunacağından dolayı mağdur çocuğun ve zihinsel olarak gelişimini tamamlayamamış bireyin psikolojisini ve onunla nasıl iletişime geçeceğini en azından kısmen bilerek mezun olmalıdır.” Sonuç olarak, Çocuk İzlem Merkezinde görevlendirilen doktorlar ile uzmanlar, avukatlar, savcılar, doktorlar ve diğer doğrudan ve dolaylı olarak Çocuk İzlem Merkezleri ile ilgisi olan kurumlarla uyumlu ve sağlam bir zemin üzerinde çalışmalarını bir birliktelik içinde yürütebilir ve ÇİM’lerin yaygınlaştırılması sağlanırsa; çocukların, maruz kaldıkları istismarı yargılamanın her aşamasında tekrar tekrar anlatması gerekmeyecek, bu da çocukların korunmasına ve istismara maruz kalan çocuğun daha fazla mağdur olmamasına yardımcı olacaktır. 2013/2 | Hukuk Gündemi 95 ULUSLARARASI HAVA HUKUKU Stj. Av. Serkan CAVAKLI Ö ncelikle hava hukukunu tanımlamak, hava hukukunun sınırlarının neler olduğunu belli ölçütler çerçevesinde açıklamak gerektiği kanısındayız.Fakat bundan önce ulusal ve uluslararası hava sahasının tanımı, konuyu anlama açısından önem teşkil etmektedir. Hava sahası, ulusal hava sahası ve uluslararası hava sahası olarak ikiye ayrılmaktadır. Ulusal hava sahası, bir devletin ülkesi üstündeki hava sahasını belirtmektedir.Uygulanan uluslararası hukuka göre, devletlerin hava sahası, bu devletlerin egemenliği altında bulunan kara ülkesi ile buna bitişik olarak yer alan iç suların ve karasularının üstünde bulunan hava sahasıdır.Başka bir deyişle, bir devletin ulusal hava sahasının dış sınırı karasularının bittiği çizgi olmaktadır.Bir devletin ulusal hava sahası dışında kalan hava sahası ise uluslararası hava sahasını oluşturmaktadır. Geniş anlamda ele alındığı zaman hava hukuku, hava sahası ve ondan yararlanmayla ilgili bütün hukuk kurallarını içermektedir. Böylece hava hukuku, kavramı içine kısaca havacılık adıyla anılan havada ulaşım ve ona bağlı ilişkileri inceleyen kurallardan başka, havadan ses ve elektrik dalgalarını aktaran telsiz telgraf-telefon, radyo ve televizyon gibi her türlü iletişim ve haberleşme yöntemlerine ilişkin 96 Hukuk Gündemi | 2013/2 kurallar ile meteorolojiye ilişkin kurallarında girdiği görülmektedir.Buna karşılık dar anlamda yalnızca havacılık ile sınırlı hukuk kurallarını kapsamaktadır.1 Bu iki anlayış arasında hangisinin daha doğru olduğu konusunda herhangi bir tartışmaya girmeden hava hukukunun fiziksel olarak yeryüzünden itibaren hangi noktada başladığı ve atmosferde nerede bittiği konusunda net bir sınır çizmek gerekir, atmosferin dikey sınırlarını belirlemek uluslararası alanda doğabilecek uyuşmazlıklara büyük yarar sağlayacaktır.Zira NASA’nın (National Aeronautics and Space Administration) ilk hukuk müşaviri Johnson, 1959 yılında yaptığı konuşmada, atmosferin dikey sınırının hesaplanması konusunda kendilerini aceleye sokacak bir durum olmadığını belirtmiştir.2 Aynı Johnson, hemen iki sene sonra yaptığı konuşmada ise, atmosferin dikey sınırının tespit edilmesinde ertelenecek herhangi bir sebep görmediğini belirtmiştir. Johnson’a göre atmosferin dikey sınırı, bilim adamlarının tespit edebileceği bir yapıya sahip olmadığı için alttaki devletin tam ve münhasır egemen olduğu bir sistemde, konunun uluslararası bir antlaşma ile suni olarak tespit edilmesi zorunludur. Egemenliğin 1 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Ankara 2008 syf:291 2 Aktaran:Colonel Martin Menter,Astronautical Law dikey sınırı tespit edilememekte ancak uçuş emniyeti açısından uçuş yüksekliği sınırları, hava araçları açısından dikkate alınmaktadır. Şöyle ki, hava araçlarının (özellikle uçaklar için) uçuş yüksekliği açısından belli seviye dirençle karşılaşmaları gerekmektedir.Havada 80 km den sonra heterosfer bir yapıya geçilmesinin yanında , atmosfer yapısının an ve an değişimi de bir hava aracının en fazla ne kadar yüksekten uçabileceği hususunun standart olarak belirlenememesine yol açmaktadır.Hava direnci normal şartlarda yaklaşık 200 km (635.000 feet & 120 mil) yükseklikte kesilir. Bununla beraber, dünyadan gönderilen uydular bu yükseklikte de yörüngeye oturtulabilmektedirler.Söz konusu standartlar ICAO (International Civil Aviation Organization) tarafından tespit edilerek birçok devlet tarafından da benimsenmiştir.3 İşte bu noktada tıkanıklık yaşayan hava hukuku uluslararası alanda tartışma ve çalışmalara sebebiyet vermiştir.Ancak burada şunu da belirtmekte konu açısından fayda görüyorum hava hukuku alanında bir çalışma sadece hukukçulara bırakılacak bir alan değildir. Konuyla ilgili gerekli uzmanların ortak bilimsel çalışmaları sonucu ortaya net bir tanım 3 Dr. Reşat Volkan Günel, International Aviation Law, Eylül 2010 konulabilir. Özellikle günün gelişen teknolojik imkanları hava hukukunun sınırlarını, kapsadığı araç ve gereci arttırmaktadır, bu noktada önemli yere sahip olan ve gelecekte ortaya çıkması muhtemel sorunları bilimsel ölçütler çerçevesinde çözüme kavuşturacak uluslararası düzenlemeler yapmak gerekir. Tarihsel açıdan baktığımızda hava hukukuna yukarıdaki tartışmaların odağında ise, çalışmamızın da sorunsalı açısından mihenk taşı olan ve bir Roma özdeyişi (maxim) olarak kabul edilen Cujus Est Solum, Ejus Est Usque Ad Coelum Et Ad Infores ilkesi bulunmaktadır. İlke, arazi sahibinin mülkiyetinin sadece yüzeye değil, onun en dibine ve göğe kadar da uzandığını belirtmektedir. Burada kullanılan usque ad coelum ifadesi bazı metinlerde göğe kadar4 bazı metinlerde cennete kadar5 şeklinde yer almaktadır. Ne var ki bu ilke de Roma hukukuna ait hiçbir öz metinde bulunmamaktadır. Söz konusu cümle, 13.yy. glassatorlarından Accursius’un, Digest VIII.2.1’in üzerinde yaptığı çalışmada, kendi el yazısıyla aldığı bir nottur. Ancak deyim, bir eşya hukuku 4 “… up to the sky …” Black’s Law Dictionary, 4th Ed.,1951, 453. 5 “even to the heaven”Curzon, Richards, The Longman Dictionary of Law, 160. 2013/2 | Hukuk Gündemi 97 ilkesi olarak defalarca mahkemeler tarafından dile getirilmiş ve 17.yy. sonrası büyük kanunlaştırma hareketlerinde öncelikle Avrupa mevzuatına ve oradan da Anglo Sakson içtihatlarına, öğretinin de desteğiyle yerleşmiştir. Mahkeme içtihatları; hava sahasında mülkiyetin kapsamı sorunu, bir çok kez mahkemelerin önüne gelmiştir.Ancak bu kararlarını, havacılık öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayırmak gerekir.Çünkü havacılığa ilişkin politik ekonominin hukuki sonuçları gibi mahkeme kararları da buna bağlı farklı paradigmalarda verilmiştir. Havacılık dönemi öncesi mahkeme içtihatlarına baktığımızda karşımıza 17.yy.da görülmüş iki dava çıkmaktadır.1589 ve 1610 yıllarında İngiltere de görülmüş bu davalarda, komşu arazilerin üzerindeki binaların mimari yapısı sebebiyle sahip olduğu sarkıkların komşu araziyi havadan geçmesi, taşkın yapı kabul edilerek, ihlal kararlarına hükmedilmiştir.Her iki davada da arazinin iki boyutlu olmadığı belirtilerek cujus est solum ejus est usque ad coelum ilkesi vurgulanmıştır.6 1815 yılında ise İngiliz mahkemeleri, 6 Penruddock’s Case, 77 Eng.Rep.210 (1598);Baten’s Case, 77 Eng. Rep. 810 (1610);Edward Coke, The First Part of the Institutes of the Laws of England, 15th ed., London, E. And R. Brooke, 1794, 1:4a; Blackstone, Commentaries on the Laws of England, 18. 98 Hukuk Gündemi | 2013/2 ilk defa balonlara atıfta bulunmak suretiyle bir karar vermiştir. Şöyle ki; bir İngiliz vatandaşı olan arazi sahibi, evinin çatısına büyükçe bir tahta yerleştirmiştir. Bu tahta parçası sadece birkaç parmak komşu araziyi ihlal etmekle beraber komşu araziyi gölgede bırakarak güneş ışığını almasını engellemektedir. Mahkemenin hakimi, gölge yapmanın ihlal olup olamadığı hususunu değerlendirirken, balonları örnek göstererek bu yönden bir ihlalin abartılı olacağını belirtmiştir.7 Havacılık dönemi sonrası mahkeme içtihatlarında ise, uluslararası havacılık hukuku öğretisinde, arazi sahibinin hava sahasındaki mülkiyet hakkına ilişkin iki önemli davaya sıkça atıfta bulunulur.Bunlardan ilki, swetland ve Curtiss havayolu şirketi davasıdır. Davada davacı, Ohio-Cleveland bölgesinde 54 hektar büyüklüğünde bir arazi sahibidir. Davacı, komşu arazide kurulan havaalanına karşı, hava araçlarının verdiği rahatsızlıktan ve arazisinin üzerinden hukuk dışı olarak geçilmesinden ötürü davacı olmuştur. Mahkeme, 1926 tarihli Hava Ticaret Kanunu’na (Air Commerce Act) uygun olarak çıkartılmış Federal yönetmelikte bulunan hava trafik kurallarına göre hukuk dışı geçiş iddiasını reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, adı geçen yönetmelikte 150 metreden 7 Pickering v. Rudd, 177 Eng. Rep.70 (1815) yukarıda yapılan uçuşların düzenlendiğinden bahisle bu mesafe ve üzerinden uçuşlarda, özel kişilere ait arazi mülkiyetinin üzerinden hukuka uygun olarak uçuş yapılabileceği belirtilmiştir. İkincisi, ABD ve Causby davasıdır.8 Anılan davada, davacı Bay Causby’nin ABD’de sahibi olduğu tavuk çiftliğinin yanına, II. Dünya Savaşı sırasında eğitim uçakları için üs yapılmıştır. Bu süre içinde uçakların meydana getirdiği yüksek ses tavukların ölmesine neden olmuştur. Causby, üssün kaldırılması ve ölen tavuklarından kaynaklanan maddi kaybın tazmini talebinde bulunmuştur. Bu dava sonucunda, mahkeme, tazminata hükmetse de cujus est solum ejus usque ad coelum ilkesinin modern hukuklarda hiçbir yerinin kalmadığına işaret ederek bu konudaki tartışmalara son vermiştir. Öğretide ise, havacılık öncesi hava sahasında mülkiyete ilişkin olarak mahkeme kararlarının tartışmalarına dönemin Oxford Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü Frederick Polluck’un “Haksız Fiil Hukuku” adlı eserinde bir son nokta koyduğu kabul edilmektedir.9 Polluck, hangi yükseklikte olursa olsun bir başkasının arazisinin üzerinden geçmenin, aynı şekilde altından geçmek gibi ihlal olduğunu belirtmiştir. Polluck, başkasının arazisinin üzerinden balonla geçerken zarar verilmemesi halinin, dava açmamak için önemli bir neden olabileceğini belirtmiş ama bunun salt hukuki kuramla ilgisinin bulunmadığını vurgulamıştır. Her gün bir çok kişi zarar vermeden başkasının arazisini ihlal etmektedir ancak her ne olursa olsun bu bir ihlaldir.10 Amerikalı hukukçu Charles C. Moore, hava sahasına ilişkin havacılıktan doğan hukuki problemleri ilk defa ortaya koyan tarihe geçmiş hukukçu olarak, Anglo-Amerikan hukuku bağlamında hukuk dergisine yazdığı kısa notlarında, toprağa sahip olanın, toprağın üzerindeki hava sahasına da herhangi bir yükseklik sınırı olmadan sahip olduğunu belirtmiştir.11 Diğer yandan New York Hukuk Fakültesi Profesörü Reeves, iki ciltlik “Eşya Hukuku” eserinde arazi sahibinin ölçüsüz bir şekilde, dünyanın merkezinden sonsuz uzaya kadar hak sahibi olduğu görüşünü ifade 8 United States v. Causby, 1946, 328 U.S.256, 66 S. Ct. 1062. 9 Banner, Who owns the sky?,28. 10 Frederick Pollock, The Law of Torts, London, Stevens and Sons, 1887, 281-282 11 Charles C. Moore, “Aerial Navigation”, Law Notes 4 1900,87. etmiştir.Her kim toprak altından bir kilometre kazarak arazi tabanından ilerlerse ya da her kim binlerce metre yukarıdan hava aracı ile arazimin üzerinden geçerse, ihlal nedeniyle suçlu ya da haksız olacaktır. Öğreti bir görüş birliği içerisindedir. Belli dönemler havacılık sektörünün gelişimindeki etki ve mahkemeler üzerindeki baskı görüş birliğini sendeye uğratsa da mülkiyet hakkı ihlali genel kabul gören kuraldır. Uluslararası hava hukukunda yapılan çalışmalara dönemsel açıdan baktığımızda, 6 Mayıs 1889 yılında Uluslararası Havacılık Kongresi Paris’te, Brezilya, Fransa, Meksika, Büyük Britanya, Rusya ve Amerika Birleşik Devletlerinin katılımıyla düzenlenmiştir. 18 Mayıs 1899 Lahey’de toplanan ve özellikle uluslararası hukukun gelişmesine önemli katkıları olan toplantıların ilkidir. Barış ve silahsızlanma konularını ele almak üzere 26 ülkenin katılımıyla yapılmıştır. Bu konferansta kabul edilen üç sözleşme ve üç bildirge 31 Temmuz 1899’da imzalanan sonuç bildirgesinde toplanmıştır. 15 Haziran 1907 yılında toplanan ikinci konferans ise 44 ülkenin katılımıyla gerçekleşmiştir. Bu konferansta savaş hukuku konusunda çok önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu iki konferansın uluslararası hukuk açısından önemi şu noktalardadır. 1- Hukukun evrenselliği ve eşitliği 2- Soyut hukuk konusunda ilk düzenlemeler 3- Uluslararası hukukun yasallaştırılması (Kanunlaştırılması) 4- Devletler arasındaki uyuşmazlıkların barışçı çözümü için komisyonlar ve örgütler kurulması Uluslararası havacılık hukuku, bu konferanslarla gelişimini sürdürmüş ve bir anlamda sivil havacılık hukukunun oluşmasına yardımcı olmuştur. 29.06.1910 tarihi uluslararası havacılık hukuku konferanslarının başlangıcıdır. Tüm bu hızlı ve teknolojik gelişmelerin ışığında Fransa’nın çağrısı ile Dışişleri Bakanlığında Türkiye dahil 20 ülkenin katılımıyla yapıldı. Dört komisyon oluşturuldu bunlar; ülke kanunları, idari ve teknik, gümrük ve hava ulaşımı üzerineydi. 13.10.1919’da ilk defa Paris’te Hava Ulaşım Kuralları imzalandı. Alınan kararların başında Havacılık Kuralları Uluslararası Komisyonu (İnternational Commission on Air Navigation – ICAN) kurulması kararlaştırılmıştı. 1910 Paris konferansında temellerini attığı, sonradan ICAO adını alacak bu kurumun 2013/2 | Hukuk Gündemi 99 başına Fransız Albert Jean François ROPER12 getirildi.Fransız Hükümetinin girişimi ile ilk defa Özel Hava Hukuku Uluslararası Konferansı düzenlendi. 27.10.1925-06.11.1925 tarihleri arasında gerçekleşen toplantıda, havayollarının sorumlulukları incelendi. Bu konferans sonunda özel hukuk oluşturma çalışmaları yapıldı ve sonunda bir protokol ile komite oluşturuldu ve konferansın gözetiminde çalışmasına karar verildi.Kurulan komitenin adı Comite International Technique d’Experts Juridiques Aeriens, (C.I.T.E.J.A) olarak belirlendi. 1.11.1926 tarihinde Madrid de İber-Amerikan Hava Ulaştırma Konferansı yapıldı. Tüm katılımcıların eşit oy hakkına sahip olduğu ve üst geçiş hakkının ilk olarak tanındığı konferanstır. 06.11.1928 tarihinde Kübada 6. Pan-Amerikan Konferansı toplandı. Havana konferansı özellikle özel ticari uçuşlar için yarar sağladı. Ticari Havacılık Konferansı kuralları ilk defa burada imzalandı13. 1 Kasım 1944 - 7 Aralık 1944 tarihleri arasında uluslararası topluluğun başat üyelerinin rızasıyla ABD’nin öncülüğünde 55 devlet, uluslararası sivil havacılık konferansına davet edilmiştir. Konferans ABD’nin Şikago şehrinde yapıldığı için literatüre kısaca Şikago Konferansı (Chicago Conferans) ve yürürlüğe girdikten sonra da Şikago Sözleşmesi (Chicago Convention) olarak geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı bitmek üzereyken uluslararası topluluğun egemen güçleri arasında, uluslararası sivil havacılığın gelişimi için yapılmış bir konferanstır. Günümüzde de geçerliliğini koruyan uluslararası havacılık alanında bir Anayasal hükme sahip olan sözleşme çeşitli değişiklik ve güncellemelerle modern havacılığı düzenlemektedir. Şikago Sözleşmesinden önce havacılığa ait ve tüm dünya tarafından kabul edilerek uygulamaya konulmuş, bir teknik kurallar mevzuatı ya da “hava standartları“ olmadığı gibi, havacılık kurallarını dünya çapında düzenleyip denetleyecek bir örgüt de yoktu.14 Bu nedenle Şikago Konferansı sonunda imzalanan Uluslararası Sivil Havacılık Sözleşmesi’nin 43. Maddesi ile bu nitelikte bir örgüt olan Uluslararası Sivil Havacılık 12 Fransız Hukukçu, Pilot; D.21.04.1891-Ö.02.05.1969 (http://www. icao.int/icao/en/biog/roper.htm - 100802) 13 Servet Başol, Havacılık Hukuku ve Kavramı, Kocaeli Üniv.Sivil Havacılık Yüksekokulu-III. Havacılık ve Uzay Konferansı 16-18 Eylül 2010 Anadolu Üniv. Eskişehir 14 Gönil, Hava Hukuku Notları, 89. 100 Hukuk Gündemi | 2013/2 Örgütü’nün (International Civil Aviation Organization / ICAO) kurulması öngörülmüştür. ICAO 4 Nisan 1947 tarihinde Şikago Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi üzerine sözleşmedeki hükümler çerçevesinde kurulmuştur. 7 Aralık 1944 tarihinde imzalanan Şikago Sözleşmesi yürürlüğe girene kadar (4 Nisan 1947), yine aynı tarihte imzalanan ve 6 Haziran 1945 tarihinde yürürlüğe giren Uluslararası Sivil Havacılık Geçici Sözleşmesi hükümlerince, söz konusu tarihler arasında görev yapacak Geçici Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (PICAO) kurulmuştur. Böylece PICAO, 6 Haziran 1945 – 4 Nisan 1947 tarihleri arasında ICAO’nun selefi olarak görev yapmıştır. ICAO, BM Örgütü ile arasında yapılan anlaşma gereği BM Sözleşmesinin 7. maddesi anlamında, BM’nin ihtisas organı statüsündedir. Bu kapsamda ICAO, Şikago Sözleşmesinin 47. maddesi uyarınca ulusal hukuklarda tüzel kişiliğe, BM-ICAO arasındaki antlaşmanın 2. maddesine göre de uluslararası hukuk kişiliğine sahip bir örgüttür. 11 Eylül 2001 saldırıları, sivil havacılık güvenliğini bambaşka bir boyuta taşımıştır. Bu bağlamda iki yeni program ICAO’nun faaliyetlerine eklenmiştir. Bunlar; Havacılık Güvenlik Eylem Planı (Aviation Security Action Plan/ ASAP) ve Evrensel Güvenlik Denetim Programıdır (Universal Security Audit Programme / USAP)15 Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra havacılık alanında bir güvenlik açığı olduğu anlaşılmış bu yönde çalışmalar yapılmıştır. 2009 yılında ICAO nezdinde toplanan diplomatik konferansta iki yeni sözleşme kabul edilmiştir. Günümüz gelişen teknoloji ve olanaklar ışığında hava hukukunun öneminin gitgide arttığı göz ardı edilemez bir gerçektir. Ülkemizin bulunduğu coğrafi konum açısından hava hukuku önemli bir yer teşkil etmekte fakat buna nazaran hava hukuku alanında yeterli bir çalışma yapılmamakta aynı zamanda kaynak sıkıntısı yaşanmaktadır. Keza yazımı hazırlarken yaptığım kaynak taraması da bunu göstermiştir. Cümlelerime son verirken havacılığın önemine binaen Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Göklerini koruyamayan uluslar, yarınlarından asla emin olamazlar” sözü ile havacılığın ne kadar önemli olduğunun altını çizmiştir. 15 Dr. Reşat Volkan Günel, Uluslararası Havacılık Hukuku-2010 Ruhumdaki Müzigin Ezgileri Stj. Av. İrem TÜFEKCİ 2013/2 | Hukuk Gündemi 101 Ruh halinize göre mi müzik dinlersiniz, müzik mi ruh halinizi değiştirir? Hangi tür olursa olsun o anki duygusal duruma eşlik etmekte her daim hazır ve nazır arkadaş, yoldaş, sırdaş olan müzik, bazen ipleri elinde tutan olur ve sizi dilediği ruh haline sürükler. Farkında olmadan siz, dört bir yanınızı kuşatır, sizi içine alır. Siz onu kucaklamadan o sizi çoktan kucaklamıştır… Peki, nedir müzik? Müzikten anlamamız gereken nedir? Ortak bir paydada buluşulamayacak kadar bütün insanlığı saran ve ucu bucağı olmayan bir alan müzik! Her kesimden insana hitap edebilecek kadar geniş olmasının yanı sıra, herkesin özeli olabilecek kadar da zengin bir alan. Müzik temelde seslerden oluştuğu için din, dil ve kültür farklılıklarından bağımsız olarak herkesçe duyumsanabilir. Bu bakımdan sanatlar içinde en evrensel olanıdır. Artık ne anladığınıza ve ne anlam yüklediğinize göre sizindir müzik. Müzik ve ritm, yollarını ruhun gizli köşelerinde bulurlar. EFLATUN Birçok müzik akımını göz önünde bulundurursak, müziğe ilişkin ortak bir tanım yapmak pek kolay olmayacaktır. Lakin en genel tanımı ile sesin, biçim ve devinim kazanmış halidir müzik. İnsanlık tarihi boyunca var olan müzik, insanlığın onu taklit etmesiyle keşfedilmiştir. Doğaya, onu gerçekten duyabileceğimiz inancıyla kulak verirsek en güzel şarkısını gocunmadan söyleyecektir, lütfen deneyin. Madem müziğe dair diye başladık, kendi duygu ve düşüncelerimi katmadan, müziğe ilişkin en temel birkaç müzik teriminin izahında da bulunalım: Müziğin doğada zaten var olduğundan bahsetmiştim. Önemli olan, zahmetsizce doğada zaten var olan müziğin farkında olmak ve onun farkındalığına erişebilmektir. Daha doğar doğmaz sağ olsun annelerimizin tatlı ninnileri sayesinde müzikle olan tanışıklığımız başlar. Sonraki adımı sizin atmanızı bekler müzik. Yani önemli olan bu tatlı tanışıklığı bir sonraki adımda sürdürebilmektir. Ama müzik öyle bir şey ki, o kadar özel ki içtenlikle yaklaşılınca tadını verir ve kendini hissettirir. Notalar bütün çıplaklığıyla bir arada ahenkle dans ederken, müzik tadına doyulmaz bir hal almışken, yalnız istediği kulakta o titreşimi yaratır. Gönül ister ki herkes o kulağa sahip olsun; lakin yok öyle bir dünya. İçinde müziği yaşatanda, müzikle yaşayanda var o kulak. Bilimsel bir gerçek vardır; dünyada yaşayan insan sayısı kadar DNA vardır. Buradan yola çıkarak, ‘Dünyada yaşayan insan sayısı kadar müzik anlayışı, algılayışı vardır.’ denilebilir. Zevkler ve beğenilerin farklılığı ve tartışılmazlığı su götürmez bir gerçek iken, müziğin de zevk ve beğeniye göre dinlenildiğinden yola çıkarsak, haklılığımızı dolaylı da olsa desteklemiş oluyoruz. Müzik aşığı bir insan olarak, bu alana ilgi duymayan insanlara şaşmamak elde değil. Bilseler müziğin insanı nasıl sarıp sarmaladığını, bambaşkalaştırdığını, sayısız yararlarını; emin olun ki müziği severler ve dinlerler. Zira müzik ruhun olduğu kadar bedenin de gıdası. Yüzyıllar öncesinde bile tedavide müzik kullanılmış. Şimdilerde de müzikle tedavi, müzik terapi denilen uygulamalar ülkemizin tıp uygulamalarına kullanılmaya başlanmıştır. Hülasa, müzik midenin çok ötesindeki ruhun gıdası olmakla birlikte gerçekten de (şiir gibi) ruhun ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Hele ki şiir gibi edebi bir dal ile kaliteli bir müziğin birlikteliğinden meydana gelen, eşi benzeri olmayan doyumu tarif etmek için kelimeler yetersiz kalır. Müziğe her zaman ilgi duymuş ve olmazsa olmaz gözüyle bakan biri olarak, her ne ile uğraşırsam uğraşayım müzik bunların hep başın da gelecek. Çünkü hep içimde ve hiç bitmeyecek. Biliyorum, müzik damarım tuttuğu vakit, bana yine her işi bıraktırıp avaz avaz şarkı söyletecek… Müzik öyle bir tını ki; nereden eserse ona göre ısıtır ya da üşütür. Duygudan duyguya sürükler, alır götürür hiç zahmetsiz tam da olmak istediğiniz yere. Bu kadar hissi bir anda uyandıran, müzik yerine konulabilecek ikame hiçbir şey bulamıyorum. Öylesine seviyorum ki müzik ve müziğe dair her şeyi ve içimde yarattığı titreşimi, tarif edemiyorum. Kıymeti ve eşsizliği tanımlanamayacak kadar nevi şahsına münhasır müzik. Evet, işte bu kadar kuvvetli bir müzik aşkı duyuyorum sadece içimde. Hiç bitmeyeceğini bildiğim ve yaşadığım sürece yaşatacağım olan müzik aşkım çok derinlerde… Kaynakça http://www.e-muzik.uzerine.com/index.jsp?objid=537 2013/2 | Hukuk Gündemi 103 No t a Müzik seslerini göstermeye yarayan işaretlere nota denir. Temel olarak müzikte 7 adet nota bulunmaktadır. Bunlar DO - RE - Mİ - FA - SOL - LA - Sİ’ dir. (Dize e t k or ) Seslerin nota şekilleri ile üzerine yazıldığı beş yatay paralel çizgiden ve dört aralıktan oluşan şekle porte veya dizek denir. Öl ç P ü i İnsan kulağı ile duyulması imkanı olan seslerin en kalınından en incesine kadar sıralanış biçimine ses merdiveni denir. Ses Merdiveni üç bölüme ayrılır . Bunlar: Kaba Bölge, Orta Bölge ve Tiz Bölgedir. Se 104 Hukuk Gündemi | 2013/2 Ak o erdive M n s Bir müzik eserinin eşit süreli bölümlerine Ölçü denir. Ölçü çizgileri porteye dikey olarak konulur. Her ölçüde ölçü rakamı kadar nota süreleri vardır. r Birden fazla sesin aynı anda çıkarılmasına denir. ik Sesle z ü ri Müzik sesleri insan sesleri ve müzik aletleri sesleri olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan Sesleri: İnsan sesleri, kadın sesleri ve erkek sesleri olarak iki guruba ayrılır. M ek Sesle k Er ri n Sesl e Tenor (ince), Bariton (orta), Bas (kalın) olarak üçe ayrılır. ri dı a Soprano (ince), Mezzo Soprano (orta), Alto olarak üçe ayrılır. K Anahta Portenin sol tarafına konulan ve konulduğu her çizgiye kendi adını veren şekle anahtar adı verilir. Müzikte üç tür anahtar bulunur. Bunlar SOL ANAHTARI, DO ANAHTARI ve FA ANAHTARIDIR. k Polifon i r Çok sesli müziğe verilen isimdir. 2013/2 | Hukuk Gündemi 105 ANKARA BAROSU SAĞLIK HUKUKU KURULU Stj. Av. Selcen BAYÜN S tajyer Avukatlara Baromuz bünyesinde faaliyet gösteren kurulları tanıtmak amacıyla başladığımız yolculuğa 2–3 Kasım 2013 tarihlerinde gerçekleşen V. Sağlık Kurultayı sebebiyle Sağlık Hukuku Kurulu ile başlamış bulunmaktayız. Kurul üyeleri arasında bilgi aktarımının faal olarak yapıldığı, kurulun haftalık toplantılarında güncel bilgilerin yer almasına önem verildiği, kurul üyelerinin gönüllülük esası üzerinden hareket edilerek üyenin konuşmacı olarak seçtiği bir konuyu hap bilgi şeklindeki sunum ile kurul üyelerine aktarıldığı Kurul yönetiminin izni ile katıldığım toplantılarda gözlemlenmiştir. 106 Hukuk Gündemi | 2013/2 Kurulun üye sayısı 52 iken toplantılara katılan üyelerin sayısı on civarındadır. Üyelerin bu tutumu Kurul içinde belirli bir kitlenin aktif olmasına sebebiyet verirken Kurulun yeni nefeslerden uzak kalması Kurulu kısır bir döngü içine sokmaktadır. Hukuk durağan olmayan bir bilim dalıdır. Hukuk fakültelerinden mezun olup taze bilgi ve bakış açılarıyla Hukuku geliştirebilmek ve kendisine aktarılanlarla sınırlı olmadığını keşfetmek biz stajyerlerin bir nevi görevidir. 2012–2013 dönemindeki stajyer sayısının yaklaşık 1200 olduğu dikkate alındığında, kurulda üye olarak ismi geçen sadece birkaç stajyer olması Hukukun gelişiminin ve yeni bakış açısının doğmasına sebebiyet verecek merakın stajyerlerde son derece az olduğunun bir göstergesidir. Kurulun 10.10.2013 tarihli toplantısında Av. Cahid DOĞAN tarafından hazırlanan ve 22-23 Kasım 2012 tarihli bir konferansta1 da sunulmuş olan GEN ANALİZLERİ VE ŞAHSİYET HAKLARININ KORUNMASI başlıklı sunuma yer verilmiştir. “Sağlık bilgileri, ‘duyarlı bilgi’, ‘özel veri’, ‘özel korumayı gerektiren veri’ ve ‘hassas veri’ olarak isimlendirilmektedir. 108 sayılı Avrupa Konseyi Sözleşmesinin ‘Özellikli Veri Kategorileri’ başlıklı 6. Maddesi ‘İç hukukta uygun güvenceler sağlanmadıkça ırk menşeini, politik düşünceleri, dini veya diğer inançları ortaya koyan kişisel nitelikteki verilerle sağlık veya cinsel yaşamla ilgili kişisel nitelikteki veriler ve ceza mahkûmiyetleri, otomatik bilgi işlemine tâbi tutulamazlar.’ demektedir. …“ ve “… Yargıtay’ın bir kararında ‘… Gerek doktrin gerekse 1 “IX. Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu (Genetik Teşhisler ve Hukukî Sorunlar)” 23-24 Kasım 2012 uygulamada oy birliği ile kabul edilen görüşe göre; kişilik hakları, hak sahibinin hayatının, sıhhatinin, vücut tamlığının ve ruh bütünlüğünün, manevî ve fikrî varlığının üzerindeki hakkıdır…” gibi hukuk, sosyal hayat ve tıp açısından önem taşıyan noktalar aralarında kurulan ilişkinin Genetik Bilimine yön vermesi biçimi ile birlikte oluşturulan bilgiler topluluğu Av. Cahid DOĞAN tarafından Kurul üyeleri ile paylaşılmıştır. Kurulun çalışmalarının daha iyi anlaşılabilmesi için Kurul üyeleri ile de görüştük. Av. Cahid DOĞAN’a, Sağlık Hukuku ile ilgilenen hukukçulara bu konudaki önerini sorduk. “Sağlık Hukuku, sağlık hizmeti sunumu alanlarında ya da önleyici sağlık hizmetlerinde karşılaşılan tıbbî sorunların düzenlenmesi olduğu için teknik detayları olan hukuk dalıdır. Sağlık Hukuku alanında çalışmayı düşünen hukukçuların; Tıp Etiği, Tıp Tarihi ve Adli Tıp konularında kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir. 2013/2 | Hukuk Gündemi 107 Meselâ, kürtaj ile ilgili bir hukuki uyuşmazlıkta; önce kürtaj (gebeliğin sonlandırılması) nedir? Şahısları kürtaja yönelten faktörler nedir? Bu konularda yazılmış tıp felsefesi makaleleri bulunmakta olup, bunların okunması gerekir. Kürtaj müdahalesi tıbbî standartlarda ve hukuka uygun yapılmış mıdır? Eğer kürtaj müdahalesi, zarar gören hasta ya da hasta yakınlarının aydınlatılmış rızaları alınmadan yapılmış, mahremiyet ihlâli ile karşılaşılmış, endikasyon bulunmamakta, komplikasyon sınırları aşılmış gibi hasta hakları ihlalleri bulunabilir. Hukukçu meslektaşımız, tıbbî müdahalelerde mahremiyet ihlali, aydınlatılmış rıza, komplikasyon, malpraktis, endikasyon nedir gibi soruların cevaplarını bilmesi gerekir ki, mevzuatı somut(müşahhas) davâya uygulayabilsin. Sağlık Hukukunu ve bütün canlıları içerisine alan BiyoHukuk alanında ciddi çalışmalar yapmak gerekir.” yanıtını aldık. V. Sağlık Kurultayında Genetik Biliminde Cinsiyetçilik üzerine bir sunum yapan bir diğer kurul üyesi Av. Nuray ÖZGÜNEY YENER’e, Kurultayda bu başlığı niçin seçtiğini sorduk. “Aslında benim seçtiğim konu ne Kurultaya ne de hayata uzaktı; tam ortasından bir dalış idi. Sadece, hayatın tüm yönlerine; bilime, hukuka edebiyata, sanata, tarihe, dile kadın bakış açısı ile bakma eksiğimiz nedeniyle bu kadar uzağa düşüyor bu konular. Kadın bakış açısı ile irdelenme yapılması mümkün olsaydı eğer, Kurultay’da işlenecek konuların hemen hepsinde çok farklı sonuçlara ulaşılması da mümkün olabilirdi. Hayat hâkim olan eril dil ve eril bakış açısının kuşatıcılığından sıyrılıp, genel olarak tüm insanlığı etkileyen bilimsel gelişmelerin özelde kadınları ne yönde etkilediğine ve kadınların yaşam hakkının daha doğmadan nasıl ellerinden alınmasına vesile olabildiğine dikkat çekmek istedim.” cevabını aldık. V. Sağlık Hukuku Kurultayı Bir Kurultay hakkında nasıl bilgi verilir; Kurultay nasıl aktarılır diye uzun uzun düşünmek gerekti aslında. Kurultay sırasında katılımcıların sunumları ile ilgili not alırken ve bu yazıyı hazırlamak için yapılan sunumları teker teker okurken konunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha keşfettik. Bu düşüncelerin sonunda ise iletişime geçebildiğimiz katılımcıların sunumu ile ilgili fikir uyandıracak noktalara değinme fikrini bulduk. Aslında emek harcanan her şey değerlidir; ancak 108 Hukuk Gündemi | 2013/2 Organ ve Doku Nakli Haftası sebebi ile Kurultay konusu olarak Gen Hukuku olarak belirlenmişken ve dünya cinsiyeti kadın olarak belirlenen fetüslerin müstakbel aileleri tarafından istenmemeleri nedeniyle kürtaj işlemi sonucu ortadan kaldırılması; kadın cinsiyetindeki bebeklerin Pakistan gibi ülkelerde boğulduğu, toplu mezarlara canlı canlı gömüldüğü şeklinde Birleşmiş Milletler tarafından yapılan açıklamalar; Türk toplumu bakımından “erkek çocuk sahibi olmak için…” şeklinde başlayan söz gelimi tedavilerinin kadın programlarında bile konuşulur olması; kanunların cevaz verdiği çeşitli hâllerin kadın çocuk değil de erkek çocuk sahibi olma amacına alet edilme problemleri ve Çin’de tanınan tek çocuk hakkına binaen öldürülen kadın cinsiyetindeki fetüsler düşünüldüğü takdir de yapılan sunumların kadının da insan olduğu, hâliyle kadının da yaşama hakkının var olduğu gerçekleri üzerinde inşa edilmesini dilerdik. Her ne kadar bilgi paylaşımı olarak nitelendirilebilirse de Kurultay, Ankara Barosu çatısı altında gerçekleştiğinden, kamu hizmetinin ifası da söz konusu olduğundan toplumsal olaylar ve toplumun ihtiyaç duyduğu bilgilerin onlara sunulacak şekilde Kurultayların organize edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Katılımcılar sunumlarını hazırlamakta serbestler; ancak katılımcılardan amaçlar ve görevler konusunda hassas davranılması rica edilebilir. Bilgilerini paylaşarak bizlere yeni ufuklar kazandıran konuşmacılara yeniden teşekkür ederiz. BİRİNCİ OTURUM Doç. Dr. Ahmet ACIDUMAN2: “Etik açıdan en olumlu eylem, en az değer harcayan, en çok değer koruyan bir eylem olarak düşünülmelidir.” Doç. Dr. İsmail DÖLEN3: “Kadın ve cenin haklarını savunmak kadın doğum uzmanlarının etik görevidir.” Prof. Dr. Yener ÜNVER4: “Türk Ceza Kanunu madde 89/6 dikkatli uygulanmazsa hem 20 haftaya kadar çocuk düşürtmenin önü kontrolsüz açılacağı takdirde hem de kız-erkek çocuk ayırımı yapılacaktır.” 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı /TIP ETİĞİ AÇISINDAN KÜRTAJ 3 Türkiye Maternal Fetal Tıp ve Perinatoloji Derneği Etik-Hukuk Kurul Başkanı /TIBBİ AÇIDAN FETÜS, EMBRİYO, KÜRTAJ ve DÜŞÜK NEDENLERİ 4 Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı /CEZA HUKUKU YÖNÜNDEN GEBELİĞİN SONLANDIRILMASININ SONUÇLARI İKİNCİ OTURUM Prof. Dr. Adnan ATAÇ5: ” …Organ aktarımları; yaşamı koruma, ıstırabı azaltma, hastalığı tedavi etme ve fonksiyonu yeniden kazandırma özellikleriyle, tıp mesleğinin temel amaçlarını bünyesinde taşıyan önemli bir tıbbi işlemdir.” Doç. Dr. Selahhattin ÖZMEN6: “Tıbbın amacı; kısa süreli ilaç kullanımı ile sağlanabilen farklı genetik yapı kabüllerinin ilaçsız olarak başarılmasıdır.” Prof. Dr. Osman İLHAN7: “Kemik iliği espirasyonu ile elde edilen mezenkimal kök hücre saklaması devlet tarafından ödemesi yapılan bir sağlık hizmetidir.” Prof. Dr. Hakan HAKERİ8: “Ölülerden bilimsel amaçla organ alınabilir.” Prof. Dr. Mustafa PAÇ9: “Adalet, sağlıktan önceki ilkemiz olmalıdır.” Doç. Dr. Erdal YÜZBAŞIOĞLU10: “Göz bankalarının finansmanları düzenlenmeli; performans sistemi ve SGK uygulamaları sebebi ile ihmâl edilen göz bankalarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılarak ve göz bankaları ile ilgilenen hastanelerine çeşitli olanaklar sağlanarak yaşlı ve ömrü dolmak üzere olan korneaların 5000 dolar olan ithalat maliyetinin devletin bütçesinde kalmasının sağlanması gerekmektedir.” Av. Cahid DOĞAN11: “Canlıların birbirlerine her zaman ihtiyaçları vardır.” ÜÇÜNCÜ OTURUM Prof. Dr. Süha TANRIVERDİ12: “Uzlaşma haklılık 5 GATA Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı /ETİK AÇIDAN ORGAN VE DOKU NAKLİ 6 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı /KOMPOZİT DOKU NAKLİNİN ÜLKEMİZDEKİ UYGULAMA ÖRNEKLERİ 7 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim Dalı Başkanı /UYGULAMADA KÖK HÜCRE ÇALIŞMALARI 8 İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı / KADAVRADAN ORGAN VE DOKU NAKLİ 9 Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Yöneticisi ve Yüksek İhtisas Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı /ÜLKEMİZDEKİ ORGAN VE DOKU NAKLİ VE UYGULAMADA KARŞILAŞILAN SORUNLAR 10 İstanbul Bilim Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi/KORNEA TRANSPLANTASYONUNDA HUKUKİ SORUNLAR 11 Sağlık Bakanlığı Hukuk Müşaviri/KSENOTRANSPLANTASYON: HAYVANDAN İNSANA DOKU VE ORGAN NAKLİ 12 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi /ARABULUCULUK VE UZLAŞMA NEDİR? HUKUKİ SORUNLAR NELERDİR? temelini incelemeyi; haklılık veya haksızlık temelinin incelenmesi ise geçmişi irdelemeyi ve incelemeyi gerektirir.” Yrd. Doç. Dr. Erdal YERDELEN13: “Uzlaşma edimi, hukuka, ahlaka ve tarafların özgür iradelerine uygun olmalıdır.” Prof. Dr. Ramazan Çağlayan14: “İdari davalarda sulh yöntemi 1982 yılından beri İdari Yargılama Usulü Kanununda bulunmaktadır (madde 13).” DÖRDÜNCÜ OTURUM Prof. Dr. Mustafa Fadıl YILDIRIM15: “Analizler, yalnızca genetik materyali veren hakkında sonuçlar sağlamayıp aynı zamanda bu kişinin yakın akrabaları hakkında da bilgiler sağlamaya elverişli olduğundan verilerin korunmasında ‘ilgilinin rızası ile verilerin işlenmesi’ konusu, genetik analizler bakımından son derece titizlik ile ele alınıp kişilerin olası mağduriyetlerinin önlenmesi amaçlanmalıdır.” Av. Berna ÖZPINAR16: “Embriyonik kök hücre günümüzde pek çok hastalığa çare mucize bir olarak tanınmakla birlikte insan hayatı ve onuru önceliktedir.” Doç. Dr. Aydın BAŞBUĞ17: “İşçinin kişilik hakkının korunması bakımından genetik tahlillerin istenmesi, işçi tarafından gönüllü olarak rızası ile bu bilgilerin açıklanması ya da başkaca bir rahatsızlık nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkan genetik özellikler, iş sözleşmesinin kurulması aşamasına veya feshe konu olamayacağı kabul edilmelidir.” Av. Nuray ÖZGÜNEY YENER18: “Genetik tanrısallık, kadınların yaşam hakkını kadınlar daha doğmadan, kadınların ellerinden almaktadır.” 13 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi /TIP CEZA HUKUKUNDA UZLAŞMA 14 Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi /SAĞLIK BAKANLIĞI MEVZUATLARINDA UZLAŞMA 15 Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı /GENETİK TEŞHİSLERİ VE ÜÇÜNCÜ KİŞİLERLE İLGİLİ TEŞHİS ÖNCESİGENETİĞİ BİLME VE BİLMEME HAKKI 16 Ankara Barosu Sağlık Hukuku Kurulu Üyesi /İNSAN EMBRİYOSU ÜZERİNDE ARAŞTIRMALAR VE HUKUK 17 Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku /İŞ VE SİGORTA HUKUKU ALANLARINDA GEN ALANİZLERİNİN KULLANIMI 18 Türkiye Yüksek İhtisas Üniversitesi I. Hukuk Müşaviri, Ankara Barosu Sağlık Hukuku Kurulu Üyesi / GENETİK BİLİMİNE CİNSİYETÇİ YAKLAŞIMLAR 2013/2 | Hukuk Gündemi 109 Kadına Yönelik Siddete Karsı Uluslararası Dayanısma Günü 25 KASIM 110 Hukuk Gündemi | 2013/2 Stj. Av. Selcen BAYÜN – Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER “Erdemlilik ya da suçluluk, ön koşul olarak iyi ya da kötü davranmak arasında bir seçim yapma özgürlüğüne bağlıdır. Hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şey yapmayan kadının, yaşamı boyunca ya kurnazlık ya da baştan çıkarma yoluyla açlıktan nasıl kurtulacağını kollamaktan başka ne çaresi vardır? Kadınlar özgürleşene kadar fahişelik artacaktır.” Maria, Patria, Minerva Mirabel “İnsan Hakları herkes insan hakları sorunudur. içindir; yalnız erkekToplumdan topluma ler için değil.” sözleri değişmekle birlikte tüm ile hatırlanıp yaşatılan dünyada baş gösteren Flora TRISTAN ile yazıya bir problemdir. Çoğu başlamak daha uygun zaman kadına yönelik geldi. Çünkü Kadının da şiddet denildiğinde sadece – Flora TRISTAN insan olduğu gerçeğini korkfiziksel şiddet düşünülmekmadan söyleyen Flora TRISTAN’ın tedir; oysaki eşi tarafından harçyaşadığı dönem Fransa’sında, Napollığa bağlanan kadın kendi parasını yon tarafından çıkarılan kadın düşmanı olakazansın veya kazanmasın ekonomik şiddete rak nitelendirilen Medeni Kanun yürürlükte olup maruz kalmaktadır. Kadın, eşi tarafından hareketleri bu Kanuna göre,“Her kadın kocasının mülküdür; kıskançlık gibi şirin şirin isimleştirilen davranış veya kadınların okul ya da meslek eğitimi alması ola- ifadelerle kısıtlandığı ya da erkeğin bilinçli hareketleri naksızdır; kadınlar loncalara sokulmuyordu yani ile aşağılandığı zaman duygusal şiddete maruz kalbağımsız olarak çalışma olanağından yoksundur.”1 maktadır. Burada sayılan ve sayılmayan bütün şiddet Kısacası kadın, insan dışında herhangi bir şey olarak türleri göz ardı edilirken kadın nasıl özgürleşecek ve nitelendirilmektedir… birey olacaktır sorusu burada devreye giriyor; ancak Kadına yönelik şiddet, yüzyıllardır süregelen bir bu soru her okuyucunun kendi kendine cevaplaması gereken bir soru olarak kalacaktır. 1 Dünyayı Değiştiren Kadınlar-Norgard KOHLHAGEN 2013/2 | Hukuk Gündemi 111 Kadınların, şiddete maruz kalmalarının önlenmesi için çeşitli uluslararası anlaşmalar imzalanmış ve bildirgeler yayınlanmıştır. Bunlardan biri de Birleşmiş Milletler (BM) Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesidir. Bu bildirgenin 1. maddesinde kadına yönelik şiddet ; “İster kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlamaya veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanır. Bu tanımdan yola çıkarak kadının her alanda farklı şekillerde şiddete maruz kalabileceği söylenebilir. BM verilerine göre kadınların tüm dünyada şiddete maruz kalma oranı ülkelere göre değişmekle birlikte %17- 75 arasında değişmektedir. Kadına karşı şiddete sessiz kalınmaması, bu konuda farkındalık yaratılması ve önlenmesi için BM’nin 1999 tarihli bir kararı ile her yıl 25 Kasım tarihi “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü” olarak anılmaya başlanmıştır. Tarihin 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni ise trajik bir olaya dayanmaktadır. 25 Kasım 1960’ta, Dominik Cumhuriyeti’nde ülkeyi diktatörlükle yöneten Rafael Trujillo’ya karşıtlığıyla bilinen Mirabel Kardeşlerin, Trujillo’nun: “ülkede iki tehlike var kilise ve Mirabel kardeşler” gibi söylemlerinden sonra Mirabel Kardeşlerin tecavüz edilerek vahşice öldürülmesidir. Bunun ardından tüm dünyada kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve şiddete “dur” demek için kampanyalar düzenlenmiş, 1981 yılında Kolombiya’da toplanan 1. Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kongresinde 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma Günü” ilan edilmiştir. Mirabel Kardeşler, vahşice öldürülmeden önce ülkelerinde yaşanan sorunlar için diktatör Rafael Trujillo’ya karşı gelirler ve bunun yüzünden defalarca zulme uğrayıp hapsedilirler. Mirabel Kardeşleri 112 Hukuk Gündemi | 2013/2 bunlarla yıldıramayacağını anlayan diktatör son olarak 25 Kasım 1960 ‘ta Kardeşleri öldürme yoluna gitmiştir. 3 kız kardeşten birinin kod adının kelebek olması nedeniyle kız kardeşler dünyada “Kelebekler“ olarak anılmaktadır. Kadına yönelik şiddete ülkemiz açısından bakıldığında ortaya iç açıcı sonuçlar çıkmamaktadır. Her yıl birçok kadın şiddete maruz kalmakta ve şiddete bağlı olarak ölümler gerçekleşmektedir. 2013 yılının ilk 10 ayında öldürülen kadın sayısı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre, 136’dır. Bu sadece öldürülen kadın sayısı olup tecavüze, tacize maruz kalan kadın sayısı da eklenince ortaya akıl almaz rakamlar çıkmaktadır. Ülkemizde kadına karşı şiddetin artması üzerine 2011 yılında Ankara Barosu’nda şiddete maruz kalmış kadın ve çocuklara hizmet vermek amacıyla sosyal dönüşüm projesi ile Gelincik Merkezi kurulmuştur. Gelincik Merkezi kurulduğu günden bugüne şiddet mağdurlarına her türlü desteği sağlamaya çalışmaktadır. Kadına karşı şiddetin önlenmesi için her şeyden önce devlete büyük sorumluluklar düşmektedir. Çıkarılan kanunlarla2 kadın bir birey olarak görülmeli, aile içinde ele alınmamalı, hakları bu şekilde verilmeli ve uygulayıcılar iyi eğitimden geçirilip duyarlılıkları artırılmalı, bu şekilde devletin yeterli özeni göstermediği için kadınların mağdur olmalarının önüne geçilmelidir. Ayrıca uzun vadede toplumun yıllardır süre getirdiği algı değiştirilmeli, kadın toplumda erkeğin eşi, evladı, kardeşi olarak değil bir BİREY olarak algılanmalıdır. 2 Misal 5237 Sayılı TCK gibi bir genel kanun varken kadın ve erkek için çıkarılmış bir kanun iken; 6284 Sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile kadına karşı şiddet uygulayanlara ayrı cezalar getirilmesi; toplumsal bakımından kadının birey olarak kabul edilmesini engelleyici bir tutumdur.
Similar documents
ISU World Synchronized Skating Championships® 2016
ISU WORLD SYNCHRONIZED SKATING CHAMPIONSHIPS® 2016 April 6 - 9, 2016, Budapest / HUN ISU World Synchronized Skating Championships 2016
More informationProtocol - International Skating Union
ISU WORLD SYNCHRONIZED SKATING CHAMPIONSHIPS® 2016 April 6 - 9, 2016, Budapest / HUN ISU World Synchronized Skating Championships 2016
More informationZorunlu ve Kesintisiz Eğitimin Kısa Tarihi
Teyfik YAĞCI Ramazan ÇAKIRCI Basın Danışmanı Hakan SÖĞÜT Grafik Tasarım Selim AYTEKİN Eğitimciler Birliği Sendikası Genel Merkezi GMK Bulvarı Ş. Daniş Tunalıgil Sokak No: 3/13 Maltepe/ANKARA Telefo...
More information