2013 / 2 - Ankara Barosu

Transcription

2013 / 2 - Ankara Barosu
ISSN 1306-2867
Basım Tarihi Aralık, 2013 – ANKARA, 2.500 Adet
Sahibi Ankara Barosu adına Başkan Avukat Sema AKSOY
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Av. Sami Saygın YAZICIOĞLU
Genel Yayın Yönetmeni Av. Mehmet A. TOKER, Av. Soner ALPER, Av. Erdem BİRSEN
Yayın Alt Kurulu Başkanı Av. Soner ALPER, Stj. Av. Beyza UYGUN
Yayın Alt Kurulu Stj. Av. Selcen BAYÜN, Stj. Av. Delil CENGİZ,
Başkan Yardımcıları Stj. Av. Müslüm KÖSE, Stj. Av. Onur YAYLACI
Yazman Stj. Av. Şeyma SAĞDIÇ
Grafik – Tasarım Ali Kemal ÇERŞİL
Kapak Fotoğrafı Av. Emre ÖNDER
Fotoğraflar Baro Arşiv, HG Arşiv, Çağlar AKPINAR,
Av. Soner Alper, Av. Emre ÖNDER, Stj. Av. Emre Burak ONAT
Basım Yeri Salmat Bas. Yay. Amb. San. ve Tic. Ltd. Şti.
Sebze Bahçeleri Cad. (Büyük Sanayi 1. Cad.)
Arpacıoğlu İşh. No: 95-1 İskitler/ANKARA
Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50
Yönetim Yeri ABEM Ihlamur Sk. No: 1 Kızılay / ANKARA
Dağıtım Ankara Barosu Bilgi Belge Merkezi T: 0.312 416 72 37 • [email protected]
İletişim Adresi Ankara Barosu Başkanlığı
Adliye Sarayı Kat: 5 Sıhhiye / ANKARA
T: 0.312 416 72 00 • F: 0.312 309 22 37
www.ankarabarosu.org.tr
Yayın Danışmanları Av. Soner ALPER, Av. Fatma ÖNAL,
Av. Erdem BİRSEN, Av. Kemal Cihat BİNİCİ
Yayın Alt Kurulu Stj. Av. Beyza UYGUN
Stj. Av. Selcen BAYÜN
Stj. Av. Delil CENGİZ
Stj. Av. Müslüm KÖSE
Stj. Av. Onur YAYLACI
Stj. Av. Şeyma SAĞDIÇ
Stj. Av. Başak AKGÜN
Stj. Av. Sercan ARAN
Stj. Av. Erdal ARAP
Stj. Av. Cansu AVCI
Stj. Av. Saruhan Gence BAŞARAN
Stj. Av. Serkan CAVAKLI
Stj. Av. Seher ÇERÇİ
Stj. Av. Burcu DEĞİRMENCİOĞLU
Stj. Av. Feride CANBOLAT
Stj. Av. Diler EMİROĞLU
Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER
Stj. Av. Güliz GENÇ
Stj. Av. Adem GÜMÜŞ
Stj. Av. Hatice KARACA
Stj. Av. Ahmet TETİK
Stj. Av. Kubilay KÖSEOĞLU
Stj. Av. Mustafa TOKLUOĞLU
Stj. Av. Emre Burak ONAT
Stj. Av. Okan UZUN
Stj. Av. Samet Can OLGAÇ
Stj. Av. Gülsüm YİĞİT
İletişim [email protected]
6
AVUKAT SEMA AKSOY
İLE RÖPORTAJ
22
HUKUK FAKÜLTESİNİN
KANTİNİNDEN MEZUN
OLMAK
34
RADYODA AKŞAMÜSTÜ
ŞARKILARI
53
ŞİİR
62
VI. STAJYER AVUKATLAR
KURULTAYI
2 Hukuk Gündemi | 2013/2
12
İLKLERYAZI DİZİSİ ANKARA BAROSUNUN
ÖNCEKİ BAŞKANLARI
24
YENİ BİR İLİŞKİ TÜRÜ:
KAMU – ÖZEL ORTAKLIĞI
36
YİTİRDİKLERİMİZİ
UNUTMAMAK İÇİN:
6-7 EYLÜL OLAYLARI
54
SLAVOJ ŽIŽEK
69
DİSİPLİN
KOVUŞTURMASINDA
AVUKATIN SAVUNMA
HAKKI
19
ARABULUCULUK
28
HASAN YÜKSELİR İLE
RÖPORTAJ
46
HAKSIZ TUTUKLAMA
59
HAYBEDEN DİDİŞİYORUZ
72
PROF. DR. YAHYA
KAZIM ZABUNOĞLU İLE
RÖPORTAJ
Fotoğraf: Av. Soner ALPER
78
MERHABA YEĞEN –
TUNCEL KURTİZ
86
NEJAT UYGUR ANISINA
96
ULUSLARARASI HAVA
HUKUKU
80
İNSAN HAKLARININ
YILMAZ SAVUNUCUSU
NELSON MANDELA
89
TAKSİM TRİO
101
RUHUMDAKİ MÜZİĞİN
EZGİLERİ
85
PİRAYE
92
ÇOCUK İZLEM MERKEZİ
106
ANKARA BAROSU SAĞLIK
HUKUKU KURULU
110
25 KASIM - KADINA
YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI
DAYANIŞMA GÜNÜ
2013/2 | Hukuk Gündemi 3 Değerli Meslektaşlarım,
Hukukun adeta bir öç alma mekanizması olarak kullanıldığı ülkemizde hukukun ve çoğulcu
demokrasinin temel unsurlarının herkes tarafından bilinmesi ve içselleştirilmesine her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu açıktır. İşte
bu nedenle, Türkiye’deki hukuk gündeminin her
anlamda tartışılabildiği geniş bir platform olma
özelliği taşıyan 8. Uluslararası Hukuk Kurultayımızın ana başlığını, “Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü
ve Savunma Hakkı” olarak belirledik.
Türkiye’nin bir dizi seçime yaklaştığı bu
dönemde, demokrasilerde sandığın yeriyle ilgili
tartışmaların da alevlendiğini görüyoruz. Hukuk
Kurultayımızda, “Demokrasi, Siyasi Partiler ve
Seçim Sistemleri”, “Demokrasi ve Yerel Yönetimler” ve “Katılımcı Demokrasi ve Sivil İtaatsizlik”
konularını değerli katılımcılarımızla birlikte tartışmaya açıyoruz.
Her ne kadar çeşitli sebeplerle, ülke gündeminin alt sıralarına doğru gerilemiş olsa da,
“Türkiye’nin Anayasa Arayışı” devam etmektedir.
Temel hak ve özgürlükler bağlamında anayasanın
tartışmaya açılacağı oturumlarımızla, toplumun
bütün kesimlerince benimsenmiş, katılımcı, şeffaf
ve demokratik bir anayasa arayışına katkı koymayı
amaçladık.
Yargıya güven duygusunun her geçen gün
derinden sarsıldığı bir ortamda mesleğimizle
ilgili sorunlarımız da katlanarak devam ediyor.
“Avukatların ve Baroların Geleceği” ana başlıklı
oturumlarda, hem mesleğimizin ve barolarımızın
şu anki mevcut durumunun fotoğrafını çekmek,
hem de ileriye dönük olarak neler yapabileceğimizi görerek stratejik bir değerlendirme ortamını
oluşturmayı hedefledik.
Kurultayımızda ayrıca hukuk sistemimizde
yeni bir hak arama yolu olarak karşımıza çıkan
“Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru” konusu
da ele alınıyor. Bireysel başvuru hakkının etkili
bir şekilde kullanılmasını sağlamak amacıyla
düzenlediğimiz oturumların önemli bir boşluğu
dolduracağına inanıyoruz. Öte yandan, AYM’nin
bireysel başvuru dosyalarında verdiği kararlarla
daha da tartışılır hale gelen uzun tutukluluk ve
adil yargılanma konusuyla ilgili temel tartışmaları da, “Hukuki Güvenlik ve Adil Yargılanma” üst
başlıklı oturumlarda değerlendireceğiz.
Yeni hukuk alanlarıyla ilgili yapılacak çalışmaların da özellikle genç meslektaşlarımızın gelecek
meslek hayatlarına olumlu yönde katkı koyacağını düşünüyoruz. Söz konusu alanlardaki bilgi
aktarımının önemini gözeterek, “Uluslararası
Göç Hukuku” ve “Elektronik Haberleşme Hukuku”
konularını ana başlıklarımız olarak belirledik.
Temel insan haklarını her yönüyle ele almayı
hedeflediğimiz Kurultayımızda, “Çocuk ve Adalet” konusunu UNİCEF ile birlikte düzenlediğimiz
oturumlarda tartışmaya açacağız. Ayrıca, giderek
yoğunlaşan “Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği”
ile igili tartışmaları da temel insan hakları bağlamında Kurultayımıza taşımayı uygun gördük.
Kurultay programında ayrıca, hukukun hemen
hemen her alanına ilişkin değerli katılımcılarla birlikte yapacağımız çalıştaylarımız da yer alacaktır.
Çalıştaylarımızda idare hukukundan, ticari sırra
kadar pek çok değişik alan ve konuda toplantılar
düzenlenecektir.
Türkiye’nin ve özellikle Avrupa’nın hukuk gündemindeki ilgili tartışmalara olumlu katkı koyacağına inandığımız Uluslararası Hukuk Kurultayımıza katılmak üzere hepinizi 8-10 Ocak
tarihleri arasında TBB Av. Özdemir Özok Kongre
Merkezi’ne bekliyoruz.
Saygılarımla,
Avukat Sema AKSOY
Ankara Barosu Başkanı
2013/2 | Hukuk Gündemi 5 ANKARA BAROSU
BAŞKANI AVUKAT
SEMA AKSOY İLE
RÖPORTAJ
Stj. Av. Beyza UYGUN – Stj. Av. Selcen BAYÜN – Onur YAYLACI
Stj. Av. Delil CENGİZ – Stj. Av. Müslüm KÖSE – Stj. Av. Şeyma SAĞDIÇ
H
ukuk devletine ve yargı bağımsızlığına yönelen her türlü saldırının karşısında kararlılıkla
duran, hizmet etmekle yükümlü olduğu on
bin seçkin avukatın gücünü arkasına alarak mücadele
veren, toplumun bütününü ilgilendiren gelişmelere
kayıtsız kalmayan, Türkiye’nin gündemini takip eden,
gerekirse gündemini belirleyen, hukuksuzlukların
üzerine giden lider Ankara Barosunun ilk kadın başkanı Avukat Sema AKSOY ile avukatlık stajı ve baro
başkanlığı üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ankara Barosunun ilk kadın başkanı seçildiniz. Kadınların
insan kabul edilmek için savaştığı bir ülkede kadın bir baro
başkanı olmak size ne hissettiriyor?
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinin barosunda,
bugüne kadar olan bir eksikliğin giderilmiş olması,
beni çok mutlu etti, çok onurlandırdı. Biz avukatlar
kendimizi kadın ya da erkek avukat diye tanımlamayız. Ama kadın-erkek eşitliğine yakışmayan bir tabloyu
gidermiş olduk. Kadınların her alanda görev alması,
toplumsal duyarlılığı, toplumun bütünleşmesini ve
şiddet dilinin yok olması açısından önemli. Aslında
bakacak olursanız her yerde mücadele verip, geri
planda kalan kadınlarımız. Ama ön plana çıkmaya
bazen cesaret edemeyip, bazen çıktığı anda da karşılaştığı engellerden dolayı geri adım atmak zorunda
olan kadınlarımız. Seçildiğimde bunların hepsi benim
gözümün önünden geçti. Gerçekten Cumhuriyet’in
başkentinde olmamız ve bu anlamda bir kadın olarak,
bir kadın hukukçu olarak burada böyle bir teveccühle
seçilmem beni inanılmaz onurlandırdı.
Türkiye nüfusunun yarısını kadınlar oluşturmaktadır. Buna rağmen, kadınların ekonomiye katılımında
dünyada sondan dördüncü sırada yer almaktayız.
Birçok kadın, güvencesiz, sendikasız, esnek ve aynı
işi yaptığı erkek işçilerden daha düşük ücretlerle
çalıştırılmaktadır. Aynı işte, aynı işi yaptıkları halde
pek çok kadın, erkek işçilerin ücretlerinin yarısını dahi
alamamaktadır. Meslekte yükselme ihtimali zayıf
olan kadınlar ne yazık ki yönetim kadrolarında da
yer bulamamaktadır. Yönetim kadrolarına gelebilen
kadınlar ise “haber” değeri taşımaktadır.
Kadınlar, çağdaşlaşmanın ve demokratikleşmenin
öncüsüdür. Çocuklarımızı yetiştiren kadınların
bilinçlenmesi, iş yaşamı içerisinde olması aslında
2013/2 | Hukuk Gündemi 7 geleceğimizin de güvencesidir. Geleceğimizi teslim
ettiğimiz kadınlarımıza değer vermeyi ve onları korumayı hep birlikte başarmamız lazım. Kadın duyarlılığı,
disiplini ve çalışkanlığının bundan sonra Türkiye’ye
damgasını vurması gerekiyor. Demokrasiye ancak
ve ancak kadınların ekonomi, siyaset, yargı ve idare
başta olmak üzere her alanda yüksek oranda temsiliyle ulaşılabilir.
Avukatlık gibi zor bir mesleği tercih etmenize neden olan
nedir?
Çocukluğumdan beri haksızlıklara hiçbir zaman
tahammül edememişimdir. Haksızlıklara karşı insanları savunmak beni mutlu etmiştir. Bu nedenle öğrencilik yıllarım da dahil olmak üzere hiçbir zaman başka
bir mesleği düşünmedim. Ayrıca bir hukuk devletinde
hukuk mesleğini icra etmek, bir kadın olarak öncelik
verdiğim bir husustu.
Avukatlık stajına başladığınızda kaç yaşındaydınız?
Bizimle paylaşmak istediğiniz staj anılarınız var mı?
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten
sonra hemen Ankara Barosunda staja başladım. 21
yaşındaydım. Avukat yanı stajımı devam ettirirken bir
gün bana hacze gitmem gerektiği söylenildi. Haciz
mahalli Demetevlerde bir apartmanın 8. katı. Asansör
yok. Hep beraber büyük bir gayretle eve ulaştık. Haciz
yapacağız diye içeriğe girdiğimizde karşılaştığımız
tablo boş bir ev, bir odada elektrik sobasının etrafında oturan çocuklar, elektrik sobasının üstünde de
yemek pişiyor. Manzara karşısında donup kaldığımı
hatırlıyorum. İcra memurunun, “Evde de hiçbir şey
yokmuş. Hadi gidelim” sesiyle kendime geldim. İcra
memurunun ve görevlilerin dışarı çıktıklarından emin
olduktan sonra çantamdaki paranın hepsini çocuklara verip çıktım. Baktım ki ben bu işi beceremeyeceğim; o gün bugündür bir daha hacze gitmedim.
Stajyer avukatlarla baroyu kaynaştırmak için ne gibi çalışmalar var? Stajyer avukatların mesleğe adaptasyonu için
neler yapılıyor?
Stajın aktif hale gelmesi, daha çok uygulamaya dönük
olması ve önemsenmesi gerekir. Ankara Barosu, uzun
yıllardır örnek bir staj eğitimi vererek görevini yapmıştır. Halen de stajın verimli ve mesleki anlamda
tecrübe ve bilgi sağlayacak hale gelmesi için gayret
sarf etmektedir. Son aylarda uyguladığımız Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ziyaretleri stajyerlerimize ileriye dönük büyük katkılar sağlayacak uygulamalı eğitimin bir parçasıdır. Mesleğinde kıdemli
8 Hukuk Gündemi | 2013/2
olup da henüz Anayasa Mahkemesinde Yüce Divan
salonunu hiç görmemiş meslektaşlarımız olduğu
düşünülürse, stajyerlerimizin Anayasa Mahkemesinde Yüce Divan Salonunda, Yargıtay Gelen Kurul
Salonunda doğrudan doğruya Mahkeme üyeleri
tarafından bilgilendirilmeleri, işleyiş ve uygulamanın
birinci ağızlardan anlatılması açısından son derece
önemlidir. Staj sadece hukuki eğitimden ibaret olmayıp, eğitsel ve sanatsal faaliyetlerin de bu kapsamda
düşünülmesi gereklidir. Bu yıl Staj Merkezi Kültür
Sanat Alt Kurulu tarafından sahnelenen “Haybeden
Didişiyoruz” adlı tek perdelik tiyatro gösterisi halen
meslektaşlarımız arasında konuşulmaktadır. Stajyerlerimizin bu anlamdaki talepleri ve sosyal ilişkilerinin
pekişmesi için talep ettikleri tüm sosyal aktiviteler
her zaman yönetim tarafından kabul görmüştür. Var
olduğunu düşündüğümüz eksikliklerin de tamamlanması için de iyi niyetli ve samimi çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle stajyer avukatlara geri ödemesiz
burs ve kredi imkânları sağlanması için Avukatlık
Kanunu taslağında değişiklik yapılması için önerilerimiz bulunmaktadır.
Stajyer avukatların adliye stajı esnasında görevlerinin
tam olarak ne olduğuna dair herhangi bir çalışma var mı?
Bilindiği üzere avukatlık stajı; Baronun, Cumhuriyet
Savcısının ve hâkimin denetiminde yapılır. Mahkemelerdeki staj, duruşmalara katılma, keşiflerde, soruşturmalarda, kararın görüşülmesinde ve yazılmasında
hazır bulunulmasını gerektirir. Hâkim tarafından stajyere verilen dosya ve kararların incelenmesi, rapor
hazırlanılmasının istenilmesi, mahkeme stajının bir
parçasıdır. İlk kez adliye ortamına giren stajyerlerin mahkemelerde hâkim ve savcılarda kalemlerde
kalem personeli ile kurdukları diyalog elbette ki çok
önemlidir. Bu karşılıklı saygı çerçevesinde yürüyecek
bir ilişkidir. Ne yazık ki, kimi zaman yaşadığımız üzere,
stajyerlere karşı olumsuz davranış biçimleri ile de karşılaşıldığı görülmektedir. Buna ilişkin gelen şikâyetler
üzerine, artık meslektaş olarak kabul ettiğimiz stajyer
avukatların yanında yer alan Baro Yönetimi tarafından gerekli müdahaleler yapılmaktadır. Bugünlerde
hazırlamakta olduğumuz el kitabı ile temel konularda,
ilk karşılaşılan sorunlarda neler yapılması gerektiğine
ilişkin önemli bilgiler yer alacaktır.
Diğer barolar ve yurtdışındaki barolarla ilişkilerimiz nasıl?
Ne gibi ortak çalışmalarımız var?
Avukatlık mesleğinin hak ettiği konuma gelmesi
için baroların mutlaka güç birliği yapması, birlikte
çalışması gereklidir. Başkent Barosu olarak, bu sorumluluğun bilinci ile diğer barolarla özellikle staj eğitimini geliştirmeye dönük ortak çalışmalar, CMK, Adli
Yardım eğitim programları yürütmekteyiz. Öte yandan, avukatlara yönelik mesleki eğitim, bilgilendirme
ve değerlendirme toplantılarımızı da diğer barolardan temsilcilerin katılımıyla ortak etkinlikler haline
getirdik. Özellikle TBK, HMK ve TTK’nın yürürlüğe
girmesinden sonra diğer barolarla birlikte yürüttüğümüz mesleki eğitim çalışmaları daha da bir önem
kazanmıştır. Ayrıca Arabuluculuk Kanunu, Anayasa
Mahkemesine Bireysel Başvuru konularında da ortak
çalışmalar yürütmekteyiz.
Hukukun evrensel ilkelerini yerleştirmek ve uygulanmasını yaygınlaştırmak amacıyla yurtdışındaki
barolarla da sürekli iletişim halindeyiz. Birçok yabancı
baroyla avukat ve stajyer değişimini, yabancı ülkelerin hukuk sistemlerine ilişkin bilgi aktarımını mümkün kılacak ortak çalışmalar düzenlenmesini ve baro
yayınlarının düzenli olarak paylaşılmasını esas alan
işbirliği protokolleri imzaladık. Bulgaristan, Macaristan, Makedonya, İngiltere, Azerbaycan, İspanya
ve İtalya baroları ile sürekli iletişim halindeyiz. Bir
yandan güncel hukuk alanlarıyla ilgili ileriyle dönük
olumlu etkiler doğurabilecek bir tartışma süreci yaratmak, bir yandan da özellikle Avrupa hukuk gündemindeki başlıkları da tartışabileceğimiz bir platform
2013/2 | Hukuk Gündemi 9 oluşturmayı amaçladığımız 8. Ankara Barosu Uluslararası Hukuk Kurultayına da pek çok yabancı barodan
temsilci davet ettik.
Kanunların hazırlanması ve yürürlüğe girme sürecine
baroların etkisi nedir?
Avukatlık mesleğine ve barolara ciddi saldırıların
olduğu bu süreçte, Ankara Barosu olarak, mesleki
sorunların ve hukuk devletinin gerçekleşmesine ilişkin konuların Meclis’e taşınmasında özellikle avukat
milletvekilleriyle daha yakın ilişkiler içerisindeyiz. Anayasal güvence altına alınmak istenen yabancı avukatlık kuruluşlarına karşı Anayasa Uzlaşma Komisyonu
üyeleri, tüm parti grupları ve avukat milletvekilleri ile
yaptığımız görüşmelerin ve girişimlerimizin düzenlemenin geri çekilmesinde etkisi olduğu kanaatindeyim. Öte yandan Türkiye, Anayasa Referandumunun
ardından neredeyse bütün temel kanunların değiştiği
bir dönem yaşamaktadır. Yasa yapma süreci ve yasa
yapmak tekniğinde resmi kurumlarca da kabul edilen
yanlışlıklar, uyum paketleri, torba kanunlar, kanun
hükmünde kararnameler, yargının hızlandırılması
paketleri, uygulayıcılar açısından öğrenilemezlik ve
ulaşılamazlık sonucunu doğurmaktadır. Bu sakıncaları gidermek için öncelikle yasa yapma sürecine
bütün tarafların katılımı sağlanmalıdır. Bunun bilinciyle 2011 yılında Yasa İzleme Enstitüsünü hayata
geçirdik. Özellikle TBMM, Anayasa Mahkemesi ve
Adalet Bakanlığı ile ortak çalışmalar yürüttük. Baromuzda faaliyet gösteren diğer merkez, komisyon ve
kurullar da bu durumun bilinciyle yasa yapma sürecine katkıda bulunmayı amaçlayan pek çok çalışma
yürütmektedir. Yargının hızlandırılması paketine en
son verilen katkı, Gelincik Merkezinin hazırlayıp Adalet Bakanlığına sunmuş olduğu “Cinsel Dokunulmazlığı Karşı Suçlar” çalışmasıdır. Ayrıca, Tüketici Hakları
Kurulumuz da Meclis çalışmalarında aktif olarak yer
almışlardır. Yasa yapma sürecinde Ankara Barosu
olarak, taraflar, uygulayıcılar ve bilimsel bakış açısını
yansıtan akademisyenlerle birlikte çalışarak aksaklıkları görmeyi ve sıkıntıları gidermeyi hedef edindik.
Uygulamadaki sıkıntıları aşmak için de, özellikle 2012
yılında yürürlüğe giren “Bireysel Başvuru” Kanunu
konusunda Anayasa Mahkemesi ile ortak eğitim
çalışması planladık. Bu ve benzeri çalışmalarımıza
devam edilecektir.
Hukuk değil de kanun öğretmek üzere eğitim veren Hukuk
Fakültelerinin neden olabileceği sorunlar sizce nelerdir?
10 Hukuk Gündemi | 2013/2
Şu anda yarattıkları sorunlar var mı, varsa bu sorunlar
nasıl telafi edilebilir? Ayrıca gündemde olan iki aşamalı
avukatlık sınavı ile ilgili düşünceleriniz neler?
Hukuk fakültelerinin yaygınlaşması, kalite sorununu
da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla en büyük
sorunumuz meslekte düşen kalite. Mesleki kalitede
yaşanan düşüş ise avukatlık mesleğine olan güveni
de yok etmektedir. Artık hukuk fakültesi açmaya,
kontenjan genişletmeye değil, doktora ve üstü hukuk
öğretimine, kaliteli öğretim üyesi sayısını artırmaya
öncelik verilmelidir. Hele hele bu sorunu, devletin
açtığı sınavı kazanmış, mezun olmuş kardeşlerimizi
suçlayarak çözmemiz mümkün değil. Bunun çözümü
staja girerken bir değerlendirme yapmaktır. Bu kapsamda, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu’nun kısa
süre önce kabul ettiği, avukatlık stajına başlayabilmek
için “staja kabul değerlendirmesi” ve avukatlık mesleğine kabul için “staj yeterlilik değerlendirmesi”nde
başarılı olma koşullarını getiren yönetmelik değişikliği hepimizin bildiği üzere Adalet Bakanlığı’na
sunuldu. Adalet Bakanlığı Aralık ayı başında yönetmelik değişikliğini kabul etmedi ve TBB’ye iade etti.
TBB Yönetim Kurulu da yasadan aldığı yetki ile ısrar
kararı vererek Resmi Gazetede yayınlanmak üzere
yönetmelik değişikliğini tekrar Bakanlığa gönderdi.
Yönetmeliğin önümüzdeki günlerde Resmi Gazetede
yayınlanmasından sonra uygulama 2014’ün Ağustos ayı itibariyle başlayabilecek. Kaliteli eğitim alan
ve donanımlı öğrencileri korumayı amaçlayan söz
konusu değişikliğe gidilmesini Ankara Barosu olarak
olumlu karşıladığımızı belirtmek isterim.
Türkiye’de stajyer avukatlar tarafından çıkarılan ilk ve
tek olan, aynı zamanda ülkemizdeki bütün stajyer avukatlara hitap eden Hukuk Gündemi Dergisi hakkındaki
görüşleriniz nelerdir?
Hukuk Gündemi dergisine her baktığımda ışık alıyorum. Ufkumuzu aydınlatan genç arkadaşlarımın
yaydığı ışığı görüyorum. Yazıları okudukça kendimi
dinlenmiş ve bir şeyler öğrenmiş hissediyorum. Bu
yıl hazırladığınız Atatürk Özel Sayısı benim için büyük
bir gurur kaynağıdır. Bu özel sayıyı her gittiğim yere
armağan olarak götürüyorum ve çok güzel geri
dönüşler alıyorum.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar
diliyorum.
2013/2 | Hukuk Gündemi 11 Önceki
A N K A R A
B A R O S U N U N
Başkanları
Av. Soner ALPER – Stj. Av. Erdal ARAP
12 Hukuk Gündemi | 2013/2
İ
lkler yazı dizimize Ankara Barosunun Önceki
Başkanları ile devam ediyor.
Avukatlığın Cumhuriyet Tarihindeki gelişim
süreci ve meslek teşekküllerinin oluşumu açısından
bir girizgâh yaparak, Ankara Barosunun ilk on başkanını hep birlikte tanıyalım.
İlk Osmanlı Barosu olan İstanbul Barosu, 62 avukatın
bir araya gelmesiyle 05.04.1878 tarihinde kurulmuştur.
Bu tarihten sonra ülkemizin değişik yerlerinde dernek
statüsü ile barolar oluşmuştur. Ankara’da bu anlamda
bir baro kurulmuştur. Dernek statüsündeki bu oluşumun kuruluş tarihini, kurucularını, süreç içinde görev
alanlarını saptama çalışmalarımız sürmektedir. Bu
bağlamda Ankara Barosunca yayımlanan Albümlerde,
“Önceki Başkanlarımız” bölümlerinde 1924’ten önceki
mesleki teşekkülden söz edilmekte ve başkanın “Salih
SIRRI” olduğu belirtilmektedir. Burada başkanlık döneminin başlangıcı, 1920 olarak belirtildiğine göre, önceki
mesleki teşekkülün de 1920 yılında var olduğunu kabul
etmemiz gerekmektedir. Ayrıca Baromuz arşivindeki
eski kayıtlarımızda Baro mührünün üzerinde “1923”
tarihi okunmaktadır. Buradan da baronun 1924’ten
önce faaliyetini sürdürdüğü ortaya çıkmaktadır.1
Cumhuriyetin ilanıyla yüzünü modern dünyaya
çeviren Türkiye’de, modern avukatlığın düzenlemeleri
de hızla yapılmaya başlanmıştır. Cumhuriyetin birinci
yılına gelinirken tepe norm olan Anayasa dahi çıkarılmadan önce 3 Nisan 1924’te, 460 Sayılı Muhamat
Kanunu çıkarılmıştır. Savunmanın önemini bilen yüce
önder Atatürk bu konudaki düzenlemeyi gecikmeksizin yaparak mesleği layık olduğu konuma taşımayı
hedeflemiştir. 1926’da 708 Sayılı Yasa ile bu kanun
avukatlık kanuna dönüştürülmüş, “muhami” kelimesi
yerine de “avukatlık” kelimesi getirilmiştir. Bu kanunla
“avukat” tanımı yapılmış, avukatlık yapabilme Türk
vatandaşı olma şartına bağlanmıştır. Lozan antlaşmasının 4.maddesi gereği ise Kasım 1923’ten önce
kazanılmış hakları bulunan yabancılar mesleğe devam
edebilmişlerdir. Ancak avukatlık kanunen Türk vatandaşına tanınmış bir ayrıcalık haline getirilmiştir. Yine
bu kanuna göre avukat olabilmek için 3 yıllık bir staj
hükme bağlanmıştır.2
Kuşkusuz bu kanunun büyük katkılarından biri de
meslek teşekküllerinin kurulması yönünde olmuştur.
Kanuna göre 10 ve üzeri avukatın bulunduğu illerde
bir meslek örgütünün (baro) kurulması ve mesleğin bu
kuruluşa bağlı olarak icrası zorunlu kılınmıştır.
Bu gelişmeler neticesinde Ankara’da bulunan avukat
üstatlarımız bir araya gelerek 14 Temmuz 1924 (1 Temmuz 1340)’te Ankara Barosunu kurmuşlardır. Geçilen
sancılı süreçlerin ardından bir de yeni bir oluşumun
içine giren üstatlarımız, devrin ileri beyinleri olarak
meslek aşklarıyla yıllara yayılan iyi işlere imzalarını
atmış, Ankara Barosunu en iyi yerlere taşıma yoluna
baş koymuşlardır.
İşte kuruluş sürecinde yer alan ve baromuzun önceki
başkanı olan avukat üstatlarımızdan ilk onu;
1http://www.ankarabarosu.org.tr/Arkasayfa.aspx?S=/Baro/baro
2 Semih GÜNER, Avukatlık Hukuk, Ankara 2009, sayfa 66-77
Av. İbrahim Rauf AYAŞLI (1924 – 1932) (1935 – 1939)
Av. Mustafa Kemal OLGUN (1932 – 1934)
Av. Cemal Hazım GÖRKMEN (1934 – 1935)
Av. Hayrullah ÖZBUDUN (1939 – 1945)
Av. Emin Halim ERGUN (1945 – 1946)
Av. Saim DORA (1946 – 1956)
Av. Asım RUACAN (1956 – 1958)
Av. Saffet Nezihi BÖLÜKBAŞI (1958 – 1960) (1964 – 1966)
Av. Muhittin KILIÇ (1960 – 1961)
Av. Mehmet NOMER (1961 – 1964)
2013/2 | Hukuk Gündemi 13 Av. Emin Halim ERGUN (1945 – 1946)
Salih Sırrı (KALAÇ)Bey (D.1878 – Ö. 1936)
Ankara Barosunca yayımlanan Albümlerde, “Önceki Başkanlarımız” bölümlerinde 1924’den önceki mesleki teşekkülden söz edilmekte ve başkanın
“Salih Sırrı” olduğu belirtilmektedir. İlk levhalarda, teşekkülden ve başkan
Salih Sırrı’dan bahsedilmesine karşın, başkanlık dönemi hakkında bir tarih
notu yoktur. Dava Vekilleri Nizamnamesi uyarınca Adalet Bakanlığı ile Salih
Sırrı Bey arasında yazışmalar mevcuttur. Salih Sırrı Bey, Ankara Barosu sicil
defterinde ve Baro Levhasında yer almamaktadır.1
Bu araştırmada üstatlarımızın arşivin tozlu raflarında kalmış sicil dosyalarında
yer alan hukuk serüvenlerini sizlerle paylaşıyoruz.
1http://www.ankarabarosu.org.tr/Siteler/1944-2010/Dergiler/AnkaraBarosuDergisi/1993-6.pdf
14 Hukuk Gündemi | 2013/2
Av. Cemal Hazım GÖRKMEN (1934 – 1935)
Av. İbrahim Rauf AYAŞLI (4)
1879 yılında Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğan AYAŞLI, İstanbul Hukuk Mektebi mezunudur. Ankara Barosuna 14.07.1924 tarihinde kaydolmuştur. Selanik ve İzmir Ticaret Mahkemeleri üyeliği, Üsküdar Mukavelat Muharrirliği,
Adliye Nezareti Müdevvenat Kalemi 1. Sınıf Kâtipliği, Kütahya ve Denizli
Müddeiumumî Muavinliği, Hayrabolu Hâkimliği, Bilecik Müddeiumumîliği
ve Ceza Reisliği, Ankara Müddeiumumîliği ve Hâkimliği, Ankara İstinaf
Müddeiumumîliği görevlerini yapmış, 1924 – 1932 ve 1935 – 1939 dönemlerinde Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüştür. Ayrıca Türkiye Büyük Millet
Meclisinde VIII. Dönem Ankara milletvekili olarak görev yapmıştır.2 AYAŞLI,
03.08.1943 tarihinde hayatını kaybetmiştir.
2http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html
2013/2 | Hukuk Gündemi 15 Av. Mustafa Kemal OLGUN (1)
OLGUN, 1880 yılında İstanbul’da doğmuştur. Aynı zamanda bir şair olan3
Mustafa Kemal OLGUN 14.07.1924 tarihinde Ankara Barosuna kaydolmuştur.
1932 – 1934 döneminde Ankara Barosu Başkanlığı görevini yürütmüştür.
OLGUN, 10.01.1946 tarihinde hayatını kaybetmiştir.
3http://atam.gov.tr/ataturke-ait-sanilan-siirler/
Av. Cemal Hazım GÖRKMEN (5)
1891’de Drama’da4 dünyaya gelen GÖRKMEN Selanik Ticaret Mektebini bitirmiştir. 1913’te İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olmuş ve 14 Temmuz
1924’te baromuza kaydolmuştur. 1934-1935 yılları arasında Baro Başkanlığı
görevini üstlenen Cemal Hazım GÖRKMEN Ankara Barosu’nun ilk kadın
avukatlarından ve meslek hayatına eşinin yanında staj yaparak başlamış
olan Av. Meliha GÖRKMEN (207) ile evlenmiştir. 1951 yılında vefat etmiştir.
4 Drama, Yunanistan’da Doğu Makedonya bölgesinin en büyük şehri ve aynı adı taşıyan ilin merkezidir.
Av. Hayrullah ÖZBUDUN (17)
1896 yılında dünyaya gelen ÖZBUDUN, Kasım 1927’de Ankara Barosuna
kaydolmuştur. ÖZBUDUN, 1938 yılında Ankara Barosu İdare Meclisinde
İkinci Başkanlık görevini üstlenmiş, 1939 – 1945 döneminde Ankara Barosu
Başkanlığı görevini yürütmüştür. 17.06.1947 tarihinde hayatını kaybetmiştir.
Av. Emin Halim ERGUN (39)
1899 yılında Ankara’da doğan ERGUN, 1928 yılında Ankara Hukuk Mektebinden mezun olmuştur. Harp ve İstiklal Madalyası bulunan ve 1928 – 1930
yılları arasında Menemen Savcılığı görevini yürüten ERGUN, 1930 yılında
Ankara Barosuna kaydolmuş ve avukatlığa başlamıştır. Ankara Barosunda,
1938 yılında Baro Genel Sekreteri, 1940 yılında Baro Yönetim Kurulu üyesi,
1941’de Baro Başkan Yardımcısı, 1944 yılında Baro Yönetim üyesi olarak
çalışmıştır. 1945–1946 yılları arasında Ankara Barosu Başkanlığı görevini
üstlenmiştir. Ayrıca Ankara Barosu Dergisini kurmuş (o dönemdeki ismiyle:
Hukuk Dergisi), daha sonra bu dergini tüm haklarını Ankara Barosuna devretmiştir. 1946’da VIII. Dönem Ankara milletvekili seçilen ERGUN, 1946-1950
yılları arasında milletvekilliği yaptığı dönemde TBMM Başkanlık Divanı kâtip
üyeliği görevinde bulunmuştur. ERGUN, 1961-1963 yılları arasında Çocuk
16 Hukuk Gündemi | 2013/2
Esirgeme Kurumu İkinci Başkanlığı, 1963 – 1968 yılları arasında da Çocuk
Esirgeme Kurumu Başkanlığı yapmıştır. Enfarktüs’den muzdarip 40 gün
kaldığı yoğun bakımda dördüncü krizi atlatamayarak, 13.01.1969 tarihinde
vefat etmiştir.5
5 Ulus Gazetesi, 19.01.1969; http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html; Bazı
Kaynaklarda ERGUN’un ölüm tarihi, 01.01.1969 olarak geçmektedir.
Av. Saim DORA (22)
1898 yılında İstanbul’da doğan DORA, 1922 yılında İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. 1922 – 1926 yılları arasında Çanakkale, Milas, İzmir,
Akhisar ve Balye’de hâkimlik ve savcılık yapmış, 1926’da Ankara Belediyesi
Hukuk İşleri Müdürlüğü görevini yürütmüştür. 25.10.1927 tarihinde avukatlığa başlamış, 1946 – 1956 arasında beş dönem Ankara Barosu Başkanlığı
görevini üstlenmiştir. DORA, 08.08.1968 tarihinde vefat etmiştir.
Av. Asım RUACAN (73)
1906 yılında Erzincan’da doğan RUACAN, 07.02.1936 tarihinde Ankara Barosuna kaydolmuştur. 1956 – 1958 döneminde Ankara Barosu Başkanlığını
yürütmüş olan RUACAN, ABAYS’ın6 da kurucuları arasındadır. Asım RUACAN,
14.06.1981 tarihinde hayatını kaybetmiştir.
6 Ankara Barosu Avukatlar Yardımlaşma Sandığı. Ankara Barosu önceki başkanlarından Av. Atila SAV
ile yaptığımız söyleşide RUACAN’ın ABAYS’ın kurucusu olduğu bilgisine ulaştık.
Av. Saffet Nezihi BÖLÜKBAŞI (45)
1906 yılında İstanbul’da dünyaya gelen BÖLÜKBAŞI, 1929 yılında Hukuk
Fakültesinden mezun olmuş ve 28.02.1932 tarihinde avukatlığa başlamıştır.
1958 – 1960 ve 1964 – 1966 dönemlerinde Ankara Barosu Başkanlığı görevini
yürütmüştür. Ankara Barosu Başkanlığına verdiği 25.02.1981 tarihli dilekçesinde; gözlerindeki makula dejeneresansı7 nedeniyle görme kaybı yaşadığı
için avukatlık mesleğini randımanlı olarak yerine getiremeyeceğinden bahisle
vergi kaydını kapattığını ve fakat 49 yıldır üyesi bulunmaktan onur duyduğu
ve iki kez de Başkanlık görevinde bulunduğu Ankara Barosuna kaydının
devam etmesini istemiştir. BÖLÜKBAŞI, 20.09.1991 tarihinde vefat etmiştir.
7 Sarı nokta hastalığı, gözün merkezi görmesinden sorumlu ‘maküla’ ismi verilen bölgenin yapısının
bozulması ve fonksiyonunu kaybetmesine neden olan (genellikle 60 yaş üstü) çok yaygın bir göz
hastalığıdır.
2013/2 | Hukuk Gündemi 17 Av. Muhittin KILIÇ (534)
1921 yılında Konya’nın Akşehir ilçesinde dünyaya gelen KILIÇ, ilkokul tahsili
Akşehir’de, orta ve lise öğrenimini Afyon’da tamamladıktan sonra girmiş
olduğu Ankara Hukuk Fakültesinden 1942 yılında mezun olmuştur. Öğrenciliği döneminde Adalet Bakanlığında zabıt kâtipliği yapmıştır. Hâkimlik stajını
Yargıtay 1. Hukuk, 4. Ceza ve Ticaret Dairelerinde raportör olarak tamamladıktan sonra avukat olmaya karar veren KILIÇ, 5178 Sayılı Kanununun ilgili
maddesi gereğince 6 aylık avukatlık stajına 1948 yılında başlamış ve aynı yıl
Avukatlık Ruhsatnamesini alarak mesleğe adım atmıştır. KILIÇ, 1960 – 1961
döneminde Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüş, 15.10.1961 – 02.06.1968
tarihleri arasında Konya Senatörü olarak Cumhuriyet Senatosunda görev
yapmıştır.8 Senatörlüğü döneminde Cumhuriyet Senatosu Bütçe Komisyonu
Başkanlığı, Cumhuriyet Senatosu Başkanvekilliği ve Parlamentolararası Birlik Türk Grubu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Sonrasında istifa ederek
Orman Bakanlığında Hukuk ve Bakanlık müşavirliği yapmıştır. Emekli olduktan sonra bir dönem yeninden serbest avukatlık yapan KILIÇ, 20.08.2009
tarihinde hayata veda etmiştir.
8 Ankara Barosu Dergisi, Yıl: 1982, Sayı: 3, s.381-393 (http://www.ankarabarosu.org.tr/
Siteler/1944-2010/Dergiler/AnkaraBarosuDergisi/1982-3.pdf); http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_
Album/Cilt4/index.html
Av. Mehmet NOMER (757)
1916 yılında Ankara’da dünyaya gelen NOMER, 12.07.1938 yılında Ankara
Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. Bir dönem Danıştay’da raportörlük
yapmıştır. 02.02.1950 yılında Ankara Barosuna kaydolan NOMER, 1959, 1961
yıllarında Baro Başkan yardımcılığı yapmıştır. 1961 – 1964 döneminde de
Ankara Barosu Başkanlığını yürütmüştür. 1969 ve 1976 yılları arasında Türkiye
Barolar Birliği Disiplin Kurulu üyeliği ve başkanlığı görevlerinde bulunmuştur.9
NOMER, 06.09.2005 tarihinde vefat etmiştir.
9http://www.barobirlik.org.tr/Print-7277&lightbox
Bu yazımızda, ülkemizin zorlu coğrafyası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarının getirdiği maddi manevi güçlüklere
rağmen, adaleti tesis etmek için sağlıklarını dahi bir kenara bırakmayı göze alabilmiş, meslek üstatlarının, bütün meslek hayatları doğruluk ve feragat ile geçen, ilk temsilcilerinin mesleki yaşamları sizlerle
paylaşılmıştır.
İlkler yazı dizimizi bu sayımızda sonlandırıyoruz. Arşiv araştırmalarında bizlere destek olan
Ankara Barosu Yönetim Kurulunun değerli üyelerine ile staj döneminde bizlerle çalışan ve şimdi
avukat olan Av. Emine Hande MUTLU’ya, Av. Özlem Nur YAPRAK’a, Av. Özge ÜNAL’a, Av. Barış
SİVRİKAŞ’a, Av. Gülşah YILDIRIM’a, Av. Hülya KESEMEN’e ve son olarak Stj. Av. Erdal ARAP’a
teşekkürü bir borç biliyoruz.Adaletin savunucusu olmuş mümtaz ve güzide bu şahsiyetlerin
adları, adalet toplumunda daima anılacak ve asla unutmayacaktır.
Av. Soner ALPER
18 Hukuk Gündemi | 2013/2
ARABULUCULUK
Av. Mehmet Serhan ÖZDEMİR
B
ir Çin atasözüne göre “yasalar sıradan insanların
sanatıdır: Güçlü olan sadece kazanır, zayıf olan
sadece kaybeder.”
Bu, mevcut düzenin topluma sunduğu uyuşmazlık çözüm yolunun bir yansımasıdır. Arabuluculuk
(Mediasyon), işbirliğine dayalı olarak bir sorunu
çözme sanatıdır. Anlaşmazlık içinde olan tarafların
tamamını memnun etmeye çalışarak, bir anlamda
ilişkilerin devam etmesine hizmet eder. Bu süreçte
arabulucunun üzerine büyük bir sorumluluk ve
görev düşmektedir. Arabulucu, arabuluculuk sürecinde, tarafların birbirleriyle doğru bir şekilde iletişim kurmasını sağlamak adına, doğru prensip ve
yöntemler kullanarak, tarafların ihtiyaçlarını ortaya
çıkarmakta ve olası çözümleri analiz edebilme yeteneğine sahip olmalıdır.
Arabulucu bunu nasıl sağlamalıdır veya bu sonuca
ulaşmayı nasıl başaracaktır? Arabulucu kendini
sürekli eğiterek güncellemeli, toplumun bütün katmanlarını tanımaya çalışmalı, sürekli uygulamanın
içinde olmalı, sağduyulu ve felsefi bir zihin yapısına
sahip olmalıdır.
Arabuluculukta hiçbir oturum diğerinin aynısı
değildir. Bunun nedeni çözümün sadece çatışma
konusu olaya değil, aynı zamanda çatışma halinde
bulunan insanların profillerine bağlı olarak değişkenlik göstermesidir. Bu nedenle arabulucunun yüksek
bir algılama seviyesi olmalıdır.
Bu yazının devamında yürürlükte olan Arabuluculuk Kanunu ile ilgili açıklamalar yapılacaktır. Mevcut
kanun genel olarak arabuluculuk sürecindeki usulü
anlatmaktadır. Arabuluculuk teknikleri ve temel
prensipler çok daha geniş kapsamlı bir çalışmada
ele alınabilir. Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu
(HUAK) m.2/a’da, Arabulucu, “Arabuluculuk faaliyetini yürüten ve Bakanlıkça düzenlenen arabulucular siciline kaydedilmiş bulunan gerçek kişi.” HUAK
m.2/b’de de, Arabuluculuk, Sistematik teknikler
uygulayarak, görüşmek ve müzakerede bulunmak
amacıyla tarafları bir araya getiren, onların birbirlerini
anlamalarını ve bu suretle çözümlerini kendilerinin
üretmesini sağlamak için aralarında iletişim sürecinin
kurulmasını gerçekleştiren, uzmanlık eğitimi almış
olan tarafsız, bağımsız bir üçüncü kişinin katılımıyla
ve ihtiyari olarak yürütülen uyuşmazlık çözüm yöntemi.” şeklinde tanımlanmıştır.
Taraflar arabulucuya başvurma konusunda anlaşmak durumundadırlar. Taraflardan biri arabulucuya
başvurmayı kabul etmez ise, süreç başlamayacaktır.
Nitekim HUAK m.3’de, arabuluculuğun iradi olduğu
ve tarafların eşit haklara sahip olduğun açıklanmıştır.
Arabulucu, arabuluculuk sürecinde, elde ettiği
belgeleri ve bilgileri aksi kararlaştırılmadığı sürece
gizli tutmakla yükümlüdür. HUAK m.4’ün başlığı
“Gizlilik”tir. Buradaki gizlilik sadece arabulucuyu değil
tarafları da bağlar HAUK m.4/2’de “Aksi karalaştırılmadıkça taraflar da bu konudaki gizliliğe uymak
zorundadırlar.” denilmek suretiyle konu açıklanmıştır.
Arabuluculuk sürecinin önemli sonuçlarından
bir tanesi de, HUAK m.5’de tanımlanan “Beyan ve
belgelerin kullanılmaması” konusudur. Buna göre,
Taraflar, arabulucu veya arabuluculuğa katılanlar de
dâhil üçüncü bir kişi, uyuşmazlıkla ilgili olarak hukuk
davası açıldığında yahut tahkim yoluna başvurulduğunda, arabuluculuk daveti veya bir tarafın arabuluculuk faaliyetine katılma isteğini, uyuşmazlığın
arabuluculuk yolu ile sona erdirilmesi için taraflarca
ileri sürülen görüşler ve teklifler, arabuluculuk faaliyeti sırasında taraflarca ileri sürülen öneriler veya
herhangi bir vakıa veya iddianın kabulü, sadece
arabuluculuk faaliyeti dolayısıyla hazırlanan belgeleri
delile olarak ileri süremezler. Bu belgeler delile olarak
sunulmuş olsalar dahi hükme esas alınmazlar. Ancak
söz konusu belgelerin bir kanun hükmü tarafından
emredilmesi veya arabuluculuk süreci sonunda varılan anlaşmanın uygulanması ve icrası için gerekli
olduğu ölçüde ancak açıklanabilir.
HUAK m. 6’da Arabuluculuk Siciline kayıtlı olanların arabulucu unvanını kullanabilecekleri, şeklinde
2013/2 | Hukuk Gündemi 19 bir tanım yapmıştır. Kanımca bu tanım eksiktir.
Çünkü burada tanımlanan mahkeme bağlantılı
(kurumsal) arabuluculuktur. Oysa mahkeme bağlantılı olmayan arabuluculuk da mümkündür. Diğer
bir deyimle mahkeme bağlantılı olmayan ve fakat
uyuşmazlıklarını arabuluculuk yöntemiyle çözmek
isteyen taraflara yardım ve hizmet eden arabulucuların varlığı da aşikârdır. Avrupa Birliği Ülkelerinde ve
ABD’de mahkeme bağlantılı olmayan arabuluculuk
işlemektedir.
HUAK m. 7’de arabulucunun ücret ve
masrafları istemesi düzenlenmiştir. Bu madde diğer
ülkelerde uygulanan kanun hükümleri ile paraleldir.
Arabulucu, ücretleri taraflarca eşit olarak paylaşılır
ve arabulucunun avans isteme hakkı vardır.
Arabulucular, taraflarla ayrı ayrı veya birlikte görüşebilirler. Ayrıca taraflar arabulucu ile görüşmelerine
avukatları ile de katılabilirler. Arabulucunun tarafsız
olması ve görevini özenle yerine getirmesi konusu
madde 9’da yer almıştır. Burada arabulucu eşitliği
gözetmek ve eğer taraflardan birini bir şekilde tanıyorsa, diğer tarafı bilgilendirmek durumundadır.
Reklam yasağı ve tarafların arabuluculuk süreci
ile ilgili aydınlatılması, madde 10 ve madde 11’de
düzenlenmiştir. Arabulucunun yaptığı iş göz önüne
alındığı takdirde, reklam yasağının olması son derece
isabetli olmuştur. Diğer taraftan tarafların arabuluculuk süreci ile ilgili bilgisinin olmaması kuvvetle
muhtemeldir. Çünkü arabuluculuk toplumumuz
için yeni bir kavramdır. Bu bağlamda süreç ile ilgili
bilgi verilmesi kaçınılmazdır. Ayrıca arabulucu, bu
sıfatla görev yaptığım uyuşmazlıkla ilgili olarak açılan davada, daha sonra taraflardan birinin avukatı
olarak görev üstlenemez.
Arabulucuya başvuru, davanın açılmasından önce
veya dava açıldıktan sonra olabilir. Bu konuda hâkim
tarafları arabulucuya başvurma konusunda teşvik
edebilir. Aksi kararlaştırılmadıkça taraflardan birinin
arabulucuya başvuru teklifine 30 gün içinde
olumlu cevap gelmez ise teklif reddedilmiş sayılır. HUAK m. 13
bu konuyu düzenlemiştir.
20 Hukuk Gündemi | 2013/2
Arabuluculuk faaliyetlerinin yürütülmesi HUAK
m. 15’de yer almaktadır. Buna göre, Arabulucu seçildikten sonra tarafları en kısa sürede ilk toplantıya
davet eder, taraflar arabuluculuk müzakerelerine
bizzat veya vekilleri aracılığı ile katılabilirler. Taraflarca
herhangi bir yöntem kararlaştırılmamışsa, arabulucu
uyuşmazlığın hızlı bir şekilde çözümü için gereken
usul ve esasları göz önüne almalıdır. Dava açıldıktan
sonra tarafların birlikte arabulucuya başvuracaklarını
beyan ettikten sonra yargılama mahkemece üç ayı
geçmemek üzere ertelenir. Bu süre tarafların birlikte
başvurusu ile üç aya kadar uzatılabilir.
Arabuluculuk sürecinin ne zaman başlayacağı ile
ilgili madde 16’da açıklamalar yapılmıştır. Dava açılmadan önce arabulucuya başvuru halinde, tarafların
ilk toplantıda sürece devam etme konusunda anlaşmaya varmaları ve bunu tutanağa geçirmeleri durumunda, bunun tutanağa geçirilmesi ile bu tarihten
itibaren süre işlemeye başlar. Dava açıldıktan sonra
ise tarafların arabulucuya başvuracaklarını tutanağa
geçirmeleri ile süreç işlemeye başlayacaktır.
Arabuluculuk faaliyetinin sona ermesi ise HUAK
m. 17’de düzenlenmiştir. Buna göre arabuluculuk
faaliyeti,
Tarafların anlaşmaya varması ile,
Taraflara danışıldıktan sonra arabulucu için daha
fazla çaba harcanmasının gereksiz olduğunun arabulucu tarafından tespit edilmesi ile,
Taraflardan birinin karşı tarafa, ya da arabulucuya,
arabuluculuk faaliyetinden çekildiğini bildirmesiyle,
Tarafların anlaşarak arabuluculuk faaliyetini sona
erdirmesiyle,
Uyuşmazlığın arabuluculuğa elverişli olmadığının
tespit edilmesiyle sona erecektir.
Arabuluculuk faaliyeti sonunda, arabulucu bunu
bir tutanakla belgelendirecektir. Bu tutanağa arabuluculuk faaliyeti sonunda tarafların anlaştıkları
ya da anlaşamadıkları veya arabuluculuğun nasıl
sonuçlandığı belirtilerek, tutanağın altı arabulucu,
taraflar veya taraflar vekillerince imzalanır.
Arabuluculuk sonunda düzenlenen tutanağa, arabuluculuk faaliyetinin sonuçlanması dışında hangi
konuların yazılacağına taraflar karar verir. Arabulucu
aydınlatma yükümlülüğü çerçevesinde, düzenlenen
tutanağın içeriği ve kapsamı hakkında taraflara
bilgi verir.
Taraflar arabuluculuk
sürecinde avukatla
temsil
edilmişlerse ve
tutanağın altı avukatlar tarafından birlikte imzalanmışsa, Avukatlık Kanunu 35/A ve
yönetmeliğin 17/2 maddesinde yer alan unsurları
taşıyan uzlaşma tutanağı, ilam niteliğinde olacağından, ayrıca bu tutanağın icra edilebilirlik işlerliği
kazanması için mahkemeye sunulması gerekli değildir. Anlaşma belgesine ilam niteliği kazandırmak
için, taraflar dava açılmadan önce arabuluculuğa
başvurulmuşsa, asıl uyuşmazlık hakkında görev ve
yetki kurallarına göre belirlenecek olan mahkemeden, davanın görülmesi sırasında arabuluculuğa
başvurulması durumunda ise, davanın görüldüğü
mahkemeden talep edebilirler. (HUAK 18/2)
İcra edilebilirlik şerhinin verilmesi çekişmesiz yargı
işidir. Buna ilişkin inceleme dosya üzerinden yapılır.
Ancak arabuluculuğa elverişli olan aile hukukuna
ilişkin uyuşmazlıklarda inceleme duruşmalı olarak
yapılır. Bu incelemenin kapsamı anlaşmanın içeriğinin arabuluculuğa ve cebri icraya elverişli olup
olmadığı ile ilgilidir. Anlaşma belgesi, hâkim bu şerhi
verdikten sonra ancak, İİK madde 38 anlamında ilam
niteliğindeki belge haline gelir.
HUAK m. 17/4’e göre, arabuluculuk faaliyetinin
sona ermesi halinde, arabulucu bu faaliyete ilişkin
kendisine yapılan bildirimi, tevdi edilen ve elinde
bulunan belgeleri, ikinci fıkraya göre düzenlenen
tutanağı 5 yıl süreyle saklamak zorundadır. Arabulucu, arabuluculuk faaliyeti sonunda düzenlediği
son tutanağın bir örneğini arabuluculuk faaliyetinin sona ermesinden itibaren bir ay içinde Genel
Müdürlüğe gönderir.
Burada belirtilmesi gereken konu, anlaşma belgesinin bir ilam olmamasından dolayı, anlaşma belgesine karşı kanun yollarına başvurunun mümkün
olamamasıdır. Burada ancak irade fesadı hallerinden
yola çıkarak iptalinin istenebileceğidir.
SONUÇ
Türk Hukukunda Alternatif Uyuşmazlık Çözüm yolları
zaman geçtikçe gelişmektedir. Alternatif Uyuşmazlık
Çözüm yollarının gelişmesi ve pozitif hukuk içinde
yaygınlaşması, mahkemelerin yükünü hafifletecektir. Özellikle HMK ve CMK’da Alternatif Uyuşmazlık
Çözüm Yollarının yer alması ve ilgili kanunlarda buna
ilişkin düzenlemeler yapılması son derece önemlidir.
Ayrıca
özel kanunlarda da düzenlemeler yapılmalı, idare hukukunda,
kira hukukunda, diğer davalardan kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümünde arabuluculuk geliştirilmelidir.
Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yöntemleri ile
ilgili önemli hükümlerden biri olan Avukatlık
Kanunu 35/A maddesi yeniden düzenlenmelidir.
Uzlaşma müzakereleri sadece avukatların katılımı
ile yapılabilmeli, uzlaşma müzakereleri sonunda
düzenlenen belge resmi belge niteliğinde olmalı ve
uzlaşma müzakerelerine başvurulması zamanaşımı
ve hak düşürücü sürelerinin işleyişini durdurmalıdır.
Ülkemizde, hukukçuların ve vatandaşların büyük
bir bölümüm alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri ve arabuluculuk hakkında bilgi sahibi değildir.
Hukuk Fakültelerinde, derslerin, dava ve hâkim odaklı
halde yürütülmesi sonucunda, lisans alanların arabuluculuk konusunda bilgi sahibi olmamaları doğaldır.
Bu nedenle öncelikle Alternatif Uyuşmazlık Çözüm
Yöntemlerinin, hukuk fakültelerinde ders olarak
verilmesi gerekmektedir. Bunun dışında meslek
içi eğitimler düzenlenerek, hâkim ve avukatlara
ve hatta yargı personeline Alternatif Uyuşmazlık
Çözüm Yöntemleri ile ilgili bilgi verilmeli ve meslektaşlar bu konuda yetkin hale getirilmelidir. Aksi takdirde Arabuluculuğun hukuk hayatımıza girmesi
mümkün olmayacaktır. Bunun için Barolara, Türkiye
Barolar Birliğine ve Adalet Bakanlığına büyük görev
düşmektedir.
KAYNAKÇA
Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu
Aile Mahkemeleri Kanunu
Türk Medeni Kanunu
Avukatlık Kanunu
Alternatif Uyuşmazlık Çözümü, Genişletilmiş 2. Baskı 2009, Yrd. Doç. Dr.
Mustafa Serdar ÖZBEK
21. Yüzyılda Arabuluculuk-Mediasyon Deniz KİTE
2013/2 | Hukuk Gündemi 21 Stj. Av. Güliz GENÇ
Hukuk Fakültesinin
Kantininden Mezun Olmak
H
ukukçu olmak ümidiyle Hukuk Fakültesine
kaydolan nice müzmin ümitvar, fakülteden
önce fakültenin kantininden mezun olmuştur. Kantin, her daim sınıftan daha çok mezun vermiştir. Sınıfların kasvet dolu havası, bitmek bilmeyen
ağır dersler, çıt çıkarttırmayan hocalar, maalesef ki
çaresiz hukuk öğrencisine, hep kantinin çay kokan
huzurlu yolunu göstermiştir. Bu sebeple de dersleri
kantindeki sınıf muhabbetleriyle, masadan masaya
dolaşan mahlaslı notlarla takip eden, halinden
memnun kitle, hiç de azınlıkta olmamıştır. Hatta
fakültede, kantinin dışında ders çalışamayanlar dahi
vardır. Yani kantin, hukuk öğrencisine sınıftaki kürsüden daha çok şey bahşetmiştir ve değişmeyen bir
gerçek varolagelmiştir ki, Hukuk Fakültesi öğrencisi,
22 Hukuk Gündemi | 2013/2
kantini amfiden biraz fazla sevmiştir.
Esasında “hukuk fakültesinin kantininden mezun
olmak” tabiri şair-yazar Onat Kutlar’a aittir. Önemli bir
kantin müdavimi olan ve fakülteyi son sınıfta bırakan
Kutlar, bu sözü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin kantininde, kendisi gibi kantinden mezun Ülkü
Tamer ve Doğan Hızlan ile bir şiir sohbeti sırasında,
binbir ümit fakülteye girip kantini seçen hukuk
öğrencileri için söylenmiştir. Ülkü Tamer, fakültede
girdiği ilk dersin daha onuncu dakikasında “Yahu
benim burda ne işim var?” deyip on birinci dakikasında da kendini zar zor kantine atmıştır ve bir yıl
dayanabildiği Hukuk Fakültesi ile tek bağı kantin
olmuştur artık. Okulu yarım bırakan sınıf firarisi,
kantin müdavimi edebiyatçılar az değildir, Hukuk
Fakültesinin pek bilinmeyen bir misyonu da, birçok
şair ve yazarın kendilerini tanıdıkları efsunlu bir yer
oluşudur. Önce sınıftan kantine kaçıp saatlerce okumuş yazmış birlikte dergiler çıkarmışlar sonra kantin
de dar gelince kendilerini edebiyat ya da iletişim
fakültelerine atmışlardır. Fakat her zaman ilk mekteplerinin hukuk kantini olduğu, inkar edemedikleri
gerçeklikleri olmuştur; Atilla İlhan’ın Selim İleri’nin,
Tarık Buğra’nın...Tarık Buğra, okuldan kopuk, kendi
tabiriyle fakültedeki kantin dolu “serserilik” yıllarının
kendisi için hep büyük şans olduğunu söylemiştir.
Çünkü hocaların, fikir meclislerinin, akademik toplantıların veremediğini, hırpalanmış küçük masaların
etrafında dilinin döndüğünce kantin vermiştir.
Muhabbetle ısınan hukuk kantinleri, hararetli
konuların tartışıldığı, fikir dergilerinin çıkarıldığı,
kim bilir kaçıncı kez alınan derslerin çalışıldığı,
kütüphanede barınamayanların sığındığı, şiirlerin
karalandığı bir dergah olmuştur hep. İlham doludur kantinler. İlk şiiri “Ümitlerimin Gemisi”ni Hukuk
Fakültesi öğrencisiyken yazan Necati Cumalı belki
de bu şiirini kantinde her zaman oturduğu köşesinde yazmıştır. Kalabalık bir cadde kadar hareketli,
bazen bir meyhane kadar efkârlı olan kantin şiir
yazacak şairin tepesinde martılar uçuşturur. Genellikle bodrum katta olan, loş ışıklı, havasız, demli
çay kokan, duvarları siyasi afişlerle bezeli, babacan
kantincilerin işlettiği, hararetli sohbetlerin tekkesi
bu eşsiz mekan, ne aradığını bilene her istediğini
sunar, dersten kaçanı bir kolonun arkasına gizler,
üşüyenin eline bir çay verip en sıcak yerine oturtur,
aşıklara kucak açar, derdi sohbet olana bilgi deryası arkadaş bulur, uykusuz gecelerin yolcusuna
da sessiz bir duvar dibi oluverir… Kantinde herkes
aradığını bulur. Kantin, kendisine gelenin derdini
alır, eksiğini tamamlar hemen.
Muhabbetin kaynayıp demlendiği, derde derman kantin, kimisine fakülteyi sevdirmiş, içindeki
hukukçu olma arzusunu daha bir perçinlemiştir;
kimisine de başka bir yol seçmesi için kulağına hep
cesaret fısıldamıştır. Çünkü kantinler uyanıktır orada
kendini gizleyemezsin, öğrencinin ciğerini bilir.
Belki de Romancı Marquez’e, babasıyla amansız
çekişmeler pahasına Fakülteyi bırakma cesaretini
yine bir kantin vermiştir.
Kantinler, teorinin menbaı üniversitenin, uygulama mekanıdır. Burada öğrendiğini söyler, fikrini
tartışır, bilgini satarsın yine senin gibilere. Çünkü
kantin eşitlerin mekanıdır; herkes aynı masada oturabilir, aynı çayı içebilir, aynı sohbete iştirak edebilir.
Sınıflarda ön sıraları dolduran yeri belli çalışkanlar, kast sisteminin olmadığı kantinde ancak boş
buldukları yerlere oturabilirler. Kantin kibirsizdir,
oturulacak bir sandalye, içilecek bir bardak çay her
zaman bulunur.
Kantinler üniversitenin modern kültür kahveleridir. Eskiden şehrin aydınlarının biraraya gelip
çay, kahve eşliğinde sohbet ettikleri yerlerin üniversitedeki karşılığı kantindir. Sözlü kültürün toplumumuzda önemli bir yeri vardır. Her daim konuşacaklarımız, anlatacaklarımız vardır. Tarihimiz de
bir kahvehane milleti olduğumuzu göstermiştir.
Fakültenin de kültür kahvesi olan kantin, belki de
bu yüzden bu kadar vazgeçilmezimiz olup, benliğimizde bu kadar yer etmiştir. Bugün hangi hukukçuya üniversite anıları deseniz yüzünde tebessüm,
burnunda çay kokusu, aklında samimiyet dolu
keyifli masaların olduğunu bilirsiniz.
2013/2 | Hukuk Gündemi 23 Yeni Bir İlişki Türü:
Kamu Özel Ortaklığı
Stj. Av. Beyza UYGUN
24 Hukuk Gündemi | 2013/2
Kamu-Özel Ortaklığı Nedi r ?
Kamu-Özel Ortaklığı, uluslararası alanda bilinen adıyla PPP (Public Private Partnership), bir
finansman modelidir. Devletin sunacağı mal ve
hizmetlerin, yapım işlerinin bütçe yetersizliği
nedeniyle ertelenmesinin veya yapılamamasının
önüne geçmek amacıyla kullanılmaktadır. Temel
nedeni yatırım finansmanı olmak üzere, kamu
yatırımlarından kaynaklanan maliyetlerin azaltılması, özel sektörün konforunun kamu hizmetinde
yaşatılması, riskin etkin dağıtılması gibi faydalar
tercih nedeni olmasını sağlamaktadır. Özel sektör
açısından ise sahip olunan çeşitli imtiyazlarla yatırımın geri dönüşümü teminat altına alınmaktadır.
Kamu Özel Ortaklığı Modeli, kamu hizmeti olarak nitelendirilen ancak, devletin tümüyle çekilmek istemediği ve devletin katılımı olmaksızın
özel sektörün tek başına sunmaktan çekindiği
hizmetlere özel sektörün katılımını sağlamak ve
böylece devletlerin temel çıkmazı haline gelen
finansman sorununu aşmak amacıyla geliştirilmiştir. Kamu Özel Ortaklığı Modeli, İngiltere başta
olmak üzere ABD, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi
ülkelerde finansman sorununa bir çözüm olarak
görülmüş ve mevcut politika içinde finansman
yöntemi olarak uygulanması tercih edilmiştir.1
Bu finansman modeli yüksek sermaye isteyen
büyük projelerde kullanılır. Bu kapsamda altyapı
yatırımları, enerji, sağlık, eğitim, ulaşım gibi sektörlerde uygulanmaktadır.
1 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık
Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı Modeli, s.29, Eker, 2007: 60
Türkiye’de PPP
Türkiye’de özellikle sağlık ve eğitim sektöründe
ciddi adımlar atılmıştır. 6428 sayılı Kanun, “Sağlık
Bakanlığınca Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis
Yaptırılması, Yenilenmesi ve Hizmet Alınması ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” şeklinde uzun
bir isme sahip olup Sağlık Bakanlığı’nın PPP projeleri kapsamında uymakla yükümlü bulunduğu
kanundur.
Söz konusu modelle yapılacak olan sağlık tesisleri; Sağlık Bakanlığınca verilecek ön proje ve belirlenecek temel standartlar çerçevesinde, kendisine
veya Hazineye ait taşınmazlar üzerinde ihale ile
belirlenecek gerçek kişilere veya özel hukuk tüzel
kişilerine belirli bir süre ve bedel üzerinden kiralama karşılığı yaptırılacaktır.
Bu amaçla Maliye Bakanlığınca Hazineye ait
taşınmazlar üzerinde gerçek kişiler veya özel
hukuk tüzel kişileri lehine bedelsiz olarak üst
hakkı tesis edilecek ve bu şekilde taşınmazlar
devredilecektir.
Projeyi yürütecek olan şirket belirlenen bir
dönem yapım aşaması, bir dönem işletme aşaması
olmak üzere hizmetin, ürünün veya yapım işlerinin sunulmasını temin eder. Devlet ise şirkete
bunun karşılığında uzun dönemlere yayılan bir
ödeme planıyla kira öder. Bu proje kapsamında
sunulan hizmetin devlet tarafından sunulduğu
kabul edilir ancak işletme özel sektör tarafından
gerçekleştirilir. Bu projelerin, özellikle eleştiriye
maruz kalan kısmı ise belli alanların ticari alan
olarak kabul edilip şirket tarafından ayrıca işletilebilecek olmasıdır.
Sağlık Bakanlığı tarafından PPP modeli ile yaptırılan projelerden Ankara’da Bilkent ve Etlik, Elazığ
ve Kayseri Sağlık Kampüsleri yapım aşamasında.
Bunların dışında farklı olarak ihale, teklif, nihai
teklif veya sözleşme aşamalarında olan 16 proje
bulunmaktadır.
Milli Eğitim Bakanlığının da hali hazırda PPP
modeli ile gerçekleştirilecek olan projeleri
mevcuttur.
Ülkemizde bu model özellikle doktorlar ve sağlıkçılar tarafından korkuyla karşılanmıştır. Türk
Tabipler Birliği tarafından söz konusu projeler
yargıya taşınmıştır.
2013/2 | Hukuk Gündemi 25 PPP Modelinin Avantajları
•
Kamu hizmetleri daha kaliteli ve hesaplı şekilde sunulabilir.
•
Talep edilen hizmetler daha kısa sürede gerçekleştirilebilir.
•
Bu model sayesinde atıl sermaye ülke içine yönlendirilmektedir.
Kamu hizmetlerinin sunumu için gerekli sermayenin doğru yönlendirilememesi de hizmet sunumundaki eksikliklerin oluşmasına
neden olmaktadır. Böyle bir yetersizliğin önüne geçilebilmesi için
özel sektörünsermaye etkinliğini yaratarak konuyla ilgili uzmanlığından yararlanılması amaçlanmıştır.1
•
Uluslararası sermaye altyapı projelerine yönlendirilebilir.
PPP Modelinin Dezavantajları
•
Borçlanma özel sektörce yapıldığından kaynak maliyeti daha yüksek
olabilmektedir.
•
Bu modele yabancı sermayenin ilgisi, yabancılaşma ve kapitülasyonları çağrıştırabildiğinden kamuoyu tepkisi oluşabilmektedir. Zira
bu modelin özelleştirmenin yeni bir yolu olduğu kanısı artmaktadır.
•
Kamu Özel Ortalığı sözleşmelerin genelde çok uzun vadeli olmaları
nedeniyle kaynağa uzun vadeli ödeme zorunluluğu yarattığından
genel bütçe esnekliği azalmaktadır. Ayrıca yatırım planlama daha
karmaşık bir hale gelmektedir.2
Sonuç
Türkiye’nin gelişim sürecinde hızla yol alabilmesi için alternatif uygulama
alanlarından Kamu Özel Ortaklığı Modeli’ni değerlendirip uygulamaya
başlaması Türkiye için başarılı bir tercih olabilir. Kamu hizmetlerinin
sunumunda Kamu Özel Ortaklığı Modeli’nin olası olumsuz etkilerinden
arındırılması hedeflenmelidir.3 Önyargılı yaklaşılmamalı ve bu konuda
gerek devletin gerek özel sektörün gerekse halkın biliçlendirilmesi
gerekmektedir.
1 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı
Modeli, s.35
2 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı
Modeli, s.36
3 Doç. Dr. Ertuğrul ACARTÜRK, Sabiha KESKİN, Türkiye’de Sağlık Sektöründe Kamu Özel Ortaklığı
Modeli, s.48
26 Hukuk Gündemi | 2013/2
2013/2 | Hukuk Gündemi 27 28 Hukuk Gündemi | 2013/2
HASAN YÜKSELİR
İLE RÖPORTAJ
Av. Gülşah YILDIRIM
S
anat yalnızca popüler olandan ibaret değildir. Sanata
yıllarını veren bir sanat adamı var karşımızda. Ankara
Barosu Ankara Barosu Gelincik projensin yıl dönümü
nedeniyle Yenimahalle Belediyesi ile ortaklaşa düzenlenen
“Sevda Ateşten Bir Gömlek” isimli konser sonrası, Nazım
Hikmet şiirlerinin müzikle harmanlanıp, Nazım’ın şiirlerinden, sözlerinden biraz olsun Nazım’ı ve yaşadıklarını
anlamamıza aracılık eden, değerli sanatçı Hasan Yükselir
ile yaptığımız keyifli sohbeti, siz değerli Hukuk Gündemi
okuyucuları için paylaşıyoruz.
2013/2 | Hukuk Gündemi 29 Okuyucularımızın sizi daha yakından tanımaları için
kısaca kendinizi anlatır mısınız?
80’li yıllarda Gazi Üniversitesi Müzik Bölümünü
bitirdikten sonra önce keman, sonra şan eğitimi
aldım. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesinde (DCTF) Tiyatro Bölümünde yüksek
lisansa başladım. 1984 yılında Devlet Tiyatrolarına girdim. Burada 11 yıl çalıştıktan sonra
yurtdışında bir tiyatro ve müzik kurumunun
beni konuk olarak istemesiyle hayatım değişti.
1994 yılında Devlet Tiyatrolarından istifa ettim.
Orada müzikal oyunculuğuyla ilgili bir projede
çalışmak üzere yurtdışına gittim. Almanya’ya
38 yaşında gittim. Bir daha da Türkiye’ye dönmedim. Dönmememin nedeni iyi maaşın iyi
olmasıydı. Belli bir yaşı geçtikten sonra yurt
dışına gitmek bir çılgınlıktı diye düşünüyorum.
Ama bir değişiklik olması gerekiyordu. Yine o
zamanlar ‘‘Suya Türkü’’ diye bir grubumuz vardı,
tabi ki yoğun olarak konserler veriyordum. O
grupla Ege Bölgesinde epey bilinirdik. Yani
hemen hemen hiçbir festival bizsiz olmazdı
demek abartı olmaz diye düşünüyorum.
90’lı yıllarda, o dönemlerde yine bir müddet sonra Türkiye’de, Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin katkılarıyla ‘‘Yunus’tan Nazım’a’’
diye bir müzikal yapmıştım. Bu işi 1999 yılında
yaklaşık 120 kişi ile sahnede büyük bir orkestra
ile yaptık. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının da katkısı söz konusuydu. Aynı zamanda
Ankara Büyükşehir Belediyesi Orkestrası ve
arkada 40–50 kişilik Ankara çok sesli korosu ile
birlikte bir “Yunus’tan Nazım’a” müzikali yaptık.
Müzikalin içeriği ise şöyleydi: Yunus bizim bu
toprakların ifadesi, Nazım ise ortasında, Hacıbektaş ve arkasından Mevlana; arkasından İmadeddin Nesimi1, yaratan kudret benim diyen
adam. Bunların Nazım ile ilişkisi şu: Nazım’ın da
aynı felsefeyi savunan, üzerine kitap yazdığı şiir
yazdığı Şeyh Bedrettin Destanı var. ‘‘Yunus’tan
Nazım’a’’ müzikalindeki amaç sadece Nazım’ın
yazdığı Şeyh Bedrettin Destanının bir bölümünü almaktı. Sonuçta, Anadolu Mistisizmi
üzerine kurgulanmış bir çalışmaydı. Yurtdışından o zamana denk düşen bir teklif, benim
oraya gitme kararı almama neden oldu belki de.
1 İmadeddin Nesimi, 14.yy. Hurufi mezhebinin önde gelen Türk Şairi.
30 Hukuk Gündemi | 2013/2
Günümüzde müzikle uğraşan kesime bakıldığında
farklı bir yerdesiniz. Müzik ve tiyatro ile iç içesiniz
ve bunları birleştirip farklı bir kompozisyon ile sahneye taşıyorsunuz.
Doğrudur, böyle bir mesleği edindim ben.
Önce müzik öğrendim, sonra tiyatro. Tiyatro
eğitiminden sonra, tabi çok belirgin oldu, müzikal yazmamın nedeni de o zaten. Tiyatral bir
yönümün olması, arkasından zaten yurtdışına
gittiğimde 1. yılımda, o proje bittikten sonra
çalıştığım bir kurumdan ayrılınca o proje iki
yıl içerisinde o sözleşme bitince kendi başıma
kaldım müzik tiyatrolarında, operalarında. Yalnız
kalınca kendimi ifade etmem gerekiyor dedim.
Yani kendi küllerimden yeniden doğmak zorundaydım. Burada bir iş yapıyorken, kalk orada
yeniden kendini ifade et gibi bir problem söz
konusuydu.
Üniversiteden önce de müziğe ilginiz var mıydı?
Yoktu. Yurtdışındaki proje bittikten sonra kendini yeniden ifade etme hikâyesi. Aslında çok
tuhaf bir şey. Beş yaşında; annem, babam ya
da dedem bir şeyler çalar ben de onları dinlerdim, kulağım alışkın filan diye anlatabileceğim
bir yaşamım olmadı. Pazarcık doğumluyum
ama Antep’te oturuyorduk. Meslek lisesine
gittim. O zaman adı sanat lisesiydi. Elektrik
bölümü mezunuyum ben. Meslek lisesi elektrik bölümü ile müziğin hiçbir ilişkisi yok. Ama
benim kulağım iyiydi, iyi olduğunu bildiğim
için de kendi kendime söylerdim; Yaş 19, 20.
Ankara’ya gelmiştim. Ankara’da kendime bir
hedef koymuştum. Teknik öğretmen veya
elektrik mühendisi olmaktı amacım. Bunların
hiçbirini yapmadım. Bir müzik sınavı açıldığını
duydum. Ben iyi söyleyebiliyorum diye gittim,
girdim ve sınavı kazandım. Müzik yaşamım 20
yaşından sonra başladı, önceden sıfır. Tesadüf
tabiî ki, iyi bir tesadüf.
O dönemde açılan sınavlar arasında neden müzik
sınavını tercih ettiniz?
Onu şöyle açıklayayım. Arkadaşlarım bazen
beni dinlerdi. “Şurada bir sınav var, gir” diye söylediler. Ondan kaynaklandı. Yoksa ben konservatuarların müzik bölümünün farkında olan biri
değildim. Teknik üniversiteyi bilen biriydim. Bir
de o dönem politik bir dönemdi. Gençliğimizin
en fırtınalı, en heyecanlı, en baskılı dönemleriydi. Gençlik bir yerlere gidip kendisini ifade
ediyordu. Mesela derneklere gidiyorduk. O
zaman arkadaşlar aracılığıyla ben de Eti Kültür
denen bir yer vardı. Orada tiyatro ve korolar
vardı. Ben o tiyatrolara başlamıştım oradaki
korolarda şarkılar, türküler veya marşlar okuyorduk. Çalıştıran bir kişi operadan bir arkadaştı.
İşte orada olan birilerinin desteğiyle bunlar
olmuştu.
Vesile olan kişinin adını alabilir miyiz?
Mehmet Kırılmış diye bir arkadaşımızdı. Öldü,
Allah rahmet eylesin. Çok tuhaf olacak. Yani
tabi tek başına o değil ama çok sevdiğim bir
arkadaşımdı. İzmirliydi ama Ankara operasındaydı. Onun kardeşi Yunus şimdi İzmir operasında bas2tır. Tercihimde onların katkısı oldu.
“Senin kulağın iyi, dolgun bir sesin var git bunu
değerlendir.” dediler. Sınava girdim, kazandım.
İyi bir yol, iyi bir eğitim aldım, üç yıl. Sanıyorum 1975 idi. Keman bölümünde okuyordum.
Tabiî ki, yine benim eğitsel sürecim içerisinde
Şan hemen yerini aldı. 1977 yılı 1 Mayıs’ında
yaralanınca, kemanı bırakmak zorunda kaldım.
Mecburen şana yöneldim.
12 Eylül sonrası Yüksek lisans programına
girdim. Tiyatro bölümünü seçmemin nedeni de
Prof. Dr. Nurhan Karadağ3, o zamanlar Ankara
2 Bas, en alt vokal seviyedeki insan sesi.
3 Prof Dr. Nurhan KARADAĞ, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Deneme Sahnesi’nin yönetmenlerinden biriydi.
Benim oraya gelmemi, birkaç oyunda oynamamı istedi. Ben başka bir tiyatroda oynuyordum. Onun teklifiyle oraya gittim. Gel bizim
okulda master yap, dedi. Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne gittim oraya kaydoldum. Orada yüksek lisansa devam ettim. Ama
tercihim DTCF Tiyatro bölümü oldu. Tiyatro
bölümüne gittiğimde geçecek olan süreç 2
yıldı. 1 yıl ders alıp, ondan sonra dersleri verip,
tez yazıp çekip gitmek. Ama ben 8 yıl kaldım.
Orada birçok oyun araştırması ve yazımında
hakikaten çok zaman verdim. Aynı zamanda
bu oyunların müziklerini yapmak ve başrolünü
oynamak gibi bir şans da elde ettim.
Müzik ile başlayıp tiyatro eğitimi ile devam eden
bir süreç sahneye nasıl yansıdı? Bu süreçte müziğini yaptığınız ya da yer aldığınız oyunlar ya da
müzikaller hangileri?
“Yunus” adlı bir oyunun başrolü benimdi. 3
perdelik bir eser. Müziklerini de ben yaptım.
Arkasından ‘‘Köyümüzde Şenlik Var’’, “Sama Kardeşlik Töreni” hala oynuyor belki biliyorsunuzdur. Arkasından “Kanlı Düğün” müzikalini yaptım. “Mahmut ile Yezid” Murathan Mungan’ın.
Hem devlet tiyatrosu hem de Almanya’daki
bir tiyatroda yine müzikalini yapan bendim.
Oyun ve müzikli bir süreç yani. Benim çok ilgimi
Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezun. Akademisyen, yönetmen,
oyuncu, dramaturg.
2013/2 | Hukuk Gündemi 31 çeken bir alandır. Benim de uzmanlaşmamı
sağladı. Tiyatro ve Müzik Bölümü mezunusunuz, Müziği yapıyorsunuz arkasında oyun var.
Oyuna göre müzik yazmak olduğundan farklı
bir süreci geliştirdi bende.
Bu anlamda örnek aldığınız biri var mıydı?
Timur Selçuk vardı, başka yok. Ankara sanatta
çalışıyor zaten. Onun dışında başka bir model
yok. Müzikli oyun da çok fazla bilinen bir şey
değil. Devlet tiyatrosu bu konuda model olamaz. Öyle bir şey yok çünkü. Orası başka bir
yapıdır. Altını çizmekte yarar var. Çünkü devlet
kurumunda bütün yardımlar hazır ama özel
tiyatroya hiçbir yardım yok.
Almanya’ya gittim kendimi yaratmak için.
96 yılında bağlama konçertosu yaptım.
Türkiye’nin ünlüsü 3 kişi geldi o eseri çaldılar.
Arif Sağ solist. Konçerto bir enstürman için
yazılan eser demektir. Orkestra eseridir ama.
Bunu açıklamak zorunda kalıyorum sizin anlamadığınız anlamında değil okuyucu için. 1996
yılında Köln senfoni orkestrası çaldı o eseri.
Türkiye’de bomba gibi patladı bu olay. Ama
benim esamem okunmuyor. Eseri yazan benim
ama popüler isim öne çıkıyor. Arkasından aynı,
büyük orkestrayla, senfoni orkestrasıyla kompozisyonunu yaptığım türkü dost, Karacaoğlan,
Dadaloğlu, Köroğlu, Pir Sultan Abdal ve işte Âşık
Veysel gibi insanların eserlerini okudum. Dünya
değişti orada yaşayan Türkler için. O kadar çok
32 Hukuk Gündemi | 2013/2
etkilendiler ki, birden bire Türklerin ve Almanların arasında önemli bir konuma geldim. 1997
yılında hemen 2 perdelik ‘‘Yeraltında Gülveren
Gördüm’’ adlı oda operasını yaptım.
Yeraltında Gülveren Gördüm isimli oda operasında
ne anlatılmakta?
Yere oturmuş, acılı acılı bakan bir çocuk var.
Kadın eli var işte. “Yeraltında Gülveren Eller Gördüm” adlı eseri Türkçe oynadık. Çünkü bu tür
eserler kendi diliyle oynanmalıdır derim ben.
Almanlar için çevirisi üst taraftan bir yerlerden akar. Aşağıda şarkıcılar, operacılar, yorumcular seslendirirken eseri yukarıdan anlamını
Almanca verirsiniz. Ben de öyle yaptım. Oynayan soprano kız Danimarkalıydı. Ana bacıyı
oynuyordu, Yunus Emre’de. Hacıbektaş’ı oynayan kişi tenor4 Avusturyalı Andreas WINKLER’di.
Bir Alman dansçı, ben ve birkaç kişi daha. Piyanist Bulgardı. Böyle değişik milletlerin buluşması
gibi bir çalışma oldu. Tam da Yunus’a uygun bir
şey. Bu oyun çok tuttu, müzik tiyatrosu diyoruz
işte. Almanlar eleştirilerde oda operası dediler.
İyi sağ olsunlar 3–4 yıl da o oynadı. Arkasından
“Sevda Ateşten Bir Gömlek”. 2001’de Nazım’ın
müzikalini yaptım. Bu bir müzikaldi, konser
haline getirmek zorundaydım. Nazım’ın müzikal
halinin Berlin’de prömiyerini yaptım.
Peki, Türkiye’de ilk nerede sahnelendi?
4 Tenor, En tiz ya a ince erkek sesine verilen isimdir.
İlk defa Mersinde oynadım. Ondan sonra
Ankara, İstanbul, İzmir. Açıkçası Almanya’da
kendimi var ettim. Avrupalı kültürün benim
yapacağım işlerin farkına varacağını düşündüm. Benim yapacağım kültürel kimliğin ne
olacağını merak edenlerin olabileceğini düşündüm. Bunun için bir pazarlama sistemi kurduk. Seyirci profili değişti. Oda operasıyla bunu
becerdik diyebilirim.
Nazım Hikmet’in eserleri üzerinde çalışmak nereden
aklınıza geldi?
Nazım’ı biliyorsunuz. Baştan Nazım’ı direkt tanıyorum. Ama tanıdığım Nazım, tabi “Yaşasın İşçi
Sınıfı”, “1 Mayıs İşçi Bayramı” gibi şarkılarla biçimliydi hayatımız. Örneğin, Bursa’da ‘‘Türkiye işçi
sınıfına selam, selam yaratana, tohumların toprağına, serpilip gelişen hayata selam.’’gibi şiirlerle donanmıştık. 12 Eylül’den sonra Nazım’ın
çok dramatik bir yanı var. Yaşadığı ayrılıkların,
acıların son derece dehşetli olduğunun farkına
vardım. “Ayrılık demir bir çubuk gibi, sallanıyor
havada, çarpıyor yüzüme yüzüme…” Ayrılık,
hasret, özlem yani. Ülkesine, karısına, çocuğuna
özlem. Muhteşem bir şiir. Ondan sonra cezaevindeyken “Her mahkûm gibi sarılıp yatmak
mümkün değil bende senden kalan hayale.
Hâlbuki sen orda şehirde gerçekten varsın
etinle kemiğinle ve beyazlığın ki dokunamıyorum. Duman ediyor adamı duman.” Ondan
sonra karısı Münevver için yazdığı, “Yüz yıl oldu
yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı, gözünün
içinde durmayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının, yüz yıl bekler beni bir şehirde bir kadın.”
Bunlar var, bunların farkına vardım. Bunların
üzerine gitmem gerektiğinin farkına vardım.
Ama bunları yazdığı yer ya uzak, ya sürgünde
olduğu yer ya da cezaevi. İki nokta var yani.
Bunun yapılması gerekirdi diye düşündüm.
Bunun üzerine gitmeyi tercih ettim. Yoksa
Kuvay-i Milliye var, Memleketimden İnsan
Manzaraları var, Taranta Babuya Mektuplar var.
Binlerce şiirin arasından seçerek bulduğum
çalışma sonucu çıktı bu kurgu, her şey.
dedi. “Olur”, dedim. O zamanlar oyun müzikleri yapıyorum zaten, zamanımın çoğunu da o
alıyor. Zaten müzik yapmayı seviyorum. Ben de,
Umut Sokağı’nın film müziklerini yaptım. Daha
dün bana mesaj geldi, Umut Sokağı’nın müziklerini istiyorum, diye. Şaşırdım, yani 1987’den bu
yana 26 yıl oldu. Filmi beğendiler, 26 yıl sonra
hala o filmin müziğini istiyorlar. Hala anlamış
değilim. Nasıl oldu, yani iki tane filmin müziğini
yaptım. O ara Türkiye’de, TRT’de Erikçigiller ve
birkaç belgesel dizi müzikleri yaptım. Erikçigiller
zaten 7-8 yıl oynadı.
Film müziklerinin dönüşü olumlu olunca reklâm
müzikleri üzerine çalışma mı yaptınız?
Hayır, onlar daha sonra. Bunlar 1987, 1990’lı
yıllar arası. Reklâm işi 1999 yılında. Almanya’da
‘‘Nefes’’ ve “Vatan Sağ Olsun” adlı filmlerin yönetmeni Levent Semerci ile arkadaş olduk. Levent
o zaman sinema, klip veya reklam için herhangi
bir şey yapmıyordu. Daha sonra Levent, kendi
storyboard5larını kafasında her bir şarkı için
yazıyor ve bunları bazı yönetmenlere sürekli
gönderiyordu. Bir tanesi çok beğenildi. Arkasından Ottello diye bir Alman kurumu için bir
reklâm filmi çekti. Ben Ottello’nun reklâm müziğini yaptım. Beğenildi. Levent istediği için yaptım, açıkçası sinemayla çalıştım ama 30 saniye
için kısa müzik yapmak kolay gibi görünse de
aslında biraz handikap. Sonra büyük bankaların reklâm filmlerini çekmeye başladı. Ben de
reklâm müziklerini yaptım. CEN Ajansın yaptığı
ATV prodüksiyonun içindeki grupla, onlardan
ne kadar webcart olsun, aklınızda ne kadar tv,
radio, ATV’nin ne kadar jingle’ı varsa ben yaptım o zamanlar bayağı isim yapmıştım. Sonra
benim konser sayım fazlalaştı ve reklâm müziği
yapmayı bıraktım.
Yeni projeleriniz var mı?
Dolu. Yine Anadolu ile ilgili 8 tane projem var.
Bunlar da sürpriz olsun.
Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ediyorum.
Yaptığınız müziklerle sohbetimize devam edelim.
Erikçigiller, Umut Sokağı, Uzun İnce Bir Yol…
1987’de Şerif Güren bir tane film çekiyordu.
Umut Sokağı. Onun asistanı arkadaşımdı. “Şerif
ağabeye bahsettim. Gel müzikleri sen yap”,
5 Storyboard, Proje konusu belirlendikten sonra zihindeki resimleri
görselleştirmek amacıyla çizilen karalamalar, çekilen fotoğraflar
veya yapılan renkli resimlerdir.
2013/2 | Hukuk Gündemi 33 Radyoda
Aksamüstü
Sarkıla
Stj. Av. Başak AKGÜN
G
ün ortasında hatırlanan rüyalar gibi, saydam, dalgın bir gün. Başımı nereye koysam
fazla geliyor bunca eksik içinde. Bir çay
demliyorum sonra, renkleri turuncudan bordoya
dönen bir gün bitiriyorum. İki kişiye fazla, bir kişiye
çok geliyor düşünce; hem sonra hiç kimseye de
halimi anlatmak istemiyorum. Bu kusursuz sessizliğe ancak yarısı dinlenilmiş bir şarkı yakışır. Arka
odadan küçük radyomu getiriyorum, cızıltılı sesi
oynamaya niyeti olmayan gelinleri anımsatıyor
her defasında; ama bir açılsa, en güzel şarkısını
sunacak, biliyorum. Bir çay da onun için koyuyorum masaya. Böylesi daha iyi.
Radyoda Sezen Aksu, herkesin hayatında bir
sokak, o sokakta bir şarkı… “O zamanlar biz ne
güzel çocuklardık, dünyaya aydınlık gözlerle
bakardık…”
Sahi, ne güzeldi çocukluğum… Çocukluğum,
34 Hukuk Gündemi | 2013/2
akşamüstlerinde ıslak güneş ve naftalin kokardı.
Her şey yerli yerindeydi o vakit; perdedeki güpür,
televizyondaki dantel, sandıktaki çeyiz, alt komşunun kızı, çerçevedeki fotoğraf, fotoğraftaki nefes,
akşamüstü çayları, ev gezmeleri, Kadriye teyzenin
annesi, vesaireler… Mütemadiyen uyum içindeydiler... Yağmur altında bir kalbin dört odacığına
tesadüfen sığınmış mutlu anılar gibi…
Çocukluğum… Küçük bir şehrin şimdi
rüzgârlarca uzak yıllarında geçti. Küçük şehirlerin
bir huyu vardır, bilirsiniz; herkes herkesi elbette ki
tanımaz; ama herkes herkese muhakkak aşinadır
bir yerlerden. Göz aşinalığı, bizden bile gizlice
yıllanmış güven demektir. Düşündükçe beyaz bir
huzur kaplıyor içimi, yeni oluşmuş bir deli dalga
usulca başını bir gemiye yaslıyor; içimde çok uzak
bir yerlere gidiyoruz sonra, hiç kimseye el sallamadan. Dalından aniden koparılmış bir bahar
arı
çiçeği gibi, yaprak döküyoruz rüzgâra değen
başımızdan…
İnsan, bir bardak suyunu içmeyiversin, alışıyor
gittiği her toprağa. Yeniden filizleniyor tomurcuk
başı. Unutmak mı? Asla. Bir tebessüm, ya da bir
şarkı haline bürünüyor bazen deli fikrin dönüş
bileti. Güçlü, mağrur, yenik başımı pencerede
buluyorum yeniden fısıldarken aynı şarkının nakaratını ilk kez duymuşçasına... Yaşlı bir küfecinin
omuzlarından dökülen hatıralar diziliyor sonra karşıma, neden... Usulca araladığım perde, bir oyunun
ilk sahnesini sunarcasına edalı… Aşağıdan geçen
adam, çocukken her okul dönüşünde gülümseyerek bana küçük bir kırmızı karanfil uzatan çiçekçi
amcaya ne çok benziyor! Kim bilir, hayatta mıdır
şimdi… Ne zaman yağmur yağsa, bu semt toprak
ve karanfil kokuyor.
Dedim ya, her şey gizli bir nizam dâhilinde, mutluydu o vakit. Her şeyin ve herkesin bir yeri vardı
sanki, biz bozmadık. Biz, küçük şehrin daha küçük
insanlarıydık; yağmur yağdığında bir şemsiyenin
altına sığan oyun çocukları. Hiç kimse tanıtmadı
gözlerimizi birbirimize, biz bilirdik ne anlama geldiğini asık suratlı bir gülüşün. Şimdi çok uzaklara
dağılan nar taneleri gibi bereketli bir hüzün içinde
susuyorsak, belki birbirimizi özledik. Anlamak için
konuşmak mı gerekir? Ceplerinde kelime fişlerini
unutan çocuklardık biz. Biz, kim bilir şimdi hangi
şehirde rüzgâr…
Şarkı bitiyor gün gibi, çay soğuyor… Radyoda
akşam sohbetleri, haberci kuşa benzeyen istek şarkılar… Başımı nereye koysam fazla geliyor bunca
eksik içinde. Bir yastık düşünceli başımı binlerce
düşle örtüyor. Tatlı rüyalar gibi, susuyoruz.
2013/2 | Hukuk Gündemi 35 Yitirdiklerimizi unutturmamak,
ders çıkartmak için…
6-7 EYLÜL
Av. Soner ALPER – Stj. Av. Beyza UYGUN
OLAYLARI
“6 Eylül 1955 günü devlet radyosu,
13.00 Ajansında Atatürk’ün Selanik’te
doğduğu eve yapılan bombalı saldırı
haberini duyurur ve bu haber İstanbul
Ekspres gazetesinin iki ayrı baskısı
ile İstanbul genelinde hızla yayılır…”
K
ıbrıs’taki Türk azınlığa yapılan baskılar,
1955’te Türkiye kamuoyunun gündeminde
başköşeye oturmuştur. Bu konu, o dönem
Türkiye’de en çok satan gazetelerden biri olan
Hürriyet’in manşetine İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının
ENOSİS1 çetelerine gönderdiğini yazmaya götürecek kadar ilerlemiştir. Sözde, Kıbrıslı Rumlar,
Kıbrıs’taki Türk azınlığa karşı bir saldırı hazırlığı
içindedir. Bu duruma Hürriyet gazetesinin yazı
kurulu misilleme tehdidi ile karşılık verir ve hararetle “İstanbul’da saldırılabilecek yeteri kadar
Rum’un yaşadığını” vurgular.2
Gerginliğin zirve yaptığı bu dönemde dışişleri
yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam
ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba
patladığı haberi, 6 Eylül 1955 günü önce saat 13.00
ajansında devlet radyosunda yayımlanmıştır.
Bunun üzerine, “Atamızın Evi Bombalandı”
manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres3
1 Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Helen”
adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan ülkü.
2 Dilek GÜVEN, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve
Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İletişim Yayınları,
İstanbul 2012, s. 14.
3 Mithat PERİN’in sahibi, Gökşin SİPAHİOĞLU’nun yazı işleri
müdürü olduğu gazete.
38 Hukuk Gündemi | 2013/2
gazetesi genelde baskı sayısı 20 bin civarında
olduğu halde 6 Eylül’de 290.000 adet basmış ve o
dönemde kurulmuş ve aktif faaliyette olan Kıbrıs
Türktür Cemiyeti4 üyelerince bütün İstanbul’da
satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanmıştır.
Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Cemiyeti genel sekreteri Kamil ÖNAL, “Mukaddesata el uzatanlara
bunu çok pahalıya ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz.” diye yazmıştır. Ortamın ateşlenmesi için 4 Eylül 1955 günü
Hikmet BİL öğrencilere verdiği bir direktifle Taksim Meydanında Rumca gazeteleri yaktırır. Kamil
ÖNAL ise aynı gün, üzerinde ‘Kıbrıs Türktür’ yazılı
tam 20 bin plakayı bastırtıp öğrencilere dağıttırır. Olaylardan bir gün evvel MENDERES, BİL ile
görüşüp Londra’daki Kıbrıs konulu konferansa
katılmış olan ZORLU’dan bir şifreli telgraf aldığını ve bu telgrafta ZORLU’nun, Türkiye’den tepki
beklediğini, Londra’da zapt edilemeyen bir Türk
kamuoyundan bahsedilmesini istediğini anlatır.
4 Ağustos 1954’te Milli Türk Talebe Birliği ve Türkiye Milli Talebe
Federasyonunun teşviki ile basının ve Türkiye Millik Gençlik
Teşkilatının katılımıyla bir ulusal komite biçiminde Kıbrıs’taki
Türk azınlığı Birleşmiş Milletler ve diğer örgütler karşısında
savunmak ve tüm ülkede protesto eylemleri düzenlemek
amacıyla kurulan dernek.
Bu bilgi aynı gün BİL tarafından Kıbrıs Türktür
Cemiyeti şubelerine de iletilir. Bu direktif olarak
da algılanabilecek bir yaklaşımdır. Kıbrıs Türktür Cemiyetinin ön ayak olması ve diğer gençlik
örgütleri, meslek kuruluşları, kontrgerilla ve diğer
derin devlet teşkilatları, bazı resmi ve gayri resmi
makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6
Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş
bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilmiş ve
bu olaylar tarihimizde bir utanç kaynağı olarak
yerini almıştır.5
Saldırılar 20 ila 30 kişiden oluşan organize
olmuş birlikler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bunlar da kendi aralarında kışkırtıcı, önderler,
tahripçiler olarak sınıflandırılabilir.6
Kışkırtıcılar çoğunlukla Türk bayrakları yanında
Atatürk ile Celal BAYAR’ın büst ve fotoğraflarını
taşıyıp halkı tahrik etmek için ya Kıbrıs Sorununu
kullanmış ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim antipatisini körüklemişlerdir. Bunun
yanında bu kişiler tarafından kahvehanelerde
oturan erkeklerin, doğrudan saldırılara katılması
talep edilmiştir.
5http://blog.milliyet.com.tr/alinecatidogan
6 Almanya Dışişleri Bakanlığı Politika Arşivi 264, 205-00/92.42,
İstanbul Başkonsolosluğu Raporu 06.09.1955
Grup önderlerinin görevi her şeyden önce tahrip edilecek nesneleri keşfetmek olup bir kısmında
gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adreslerinin
yazılı olduğu listeler bulunmaktadır.7 Bu listelerin olayların başlamasından birkaç hafta önce
ilgili mahallelerin muhtarlarından ev ve işyerlerinin adreslerinin istendiği zamanın, görgü
tanıkları ve TBMM Zabıt Cerideleri tarafından
doğrulanmaktadır.
Fransız Konsolosluğu’nun bir raporuna göre;
ayaklanmalardan kısa bir süre önce gece bekçilerinin bazı mahalle sakinlerinden duvarlardaki
ev ve işyeri numaralarını belirginleştirmelerini
istedikleri, gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerinin
haç figürü, GMR (Gayrimüslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “Türk Değil”, “Türk” gibi tanımlamalarla
işaretlendiği belirtilmiştir.8
Tahripçiler ise taşlar, kaldıraçlar, latalar, kürekler, testereler, kaynak makineleri ile donanmış
olarak belirlenen nesneleri parçalamak görevini üstlenmiştir.9 Gerekli aletler saldırıların
7 Dilek GÜVEN, age., s. 26, 27.
8 Dilek GÜVEN, age., s. 28, Pinepoli TSOUKATOU, 1955 Olayları:
İstanbul’daki Rumların Kristal Gecesi s. 136, Nantes Diplomatik
Arşiv Merkezi, Fransa’nın İstanbul Başkonsolosluğu Belgeleri,
Dosya Numarası: CADN B Seri C26.
9 Alexandrou PHLOPOU, İstanbul ve İzmir’de Uzun Eylül Gecesi,
Atina 1955, s.16.
2013/2 | Hukuk Gündemi 39 başlamasından önce kamyonlarla kent içindeki
merkezi noktalarda ya da otobüs duraklarında
hazır tutulmuştur.10
Şehirlerde saldırı yapılacağına dair dedikodu
çıkması üzerine gayrimüslim esnaf erkenden
kepenk kapatıp evlerine gitmiş ve pek çok semtte
gruplar halinde çeşitli yerlerde bekleyen, görgü
tanıklarının ifadesi ile çapulcu olarak nitelendirilen, adamlar görülmüştür.
İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf
Pastanesine yapılmış, ardından büyüyen kalabalık
Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok
semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi
ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına
saldırarak yağmaya başlamıştır.11
İstanbul’un her yerinde, daha sonra İzmir ve
Ankara gibi şehirlerde yağmalar aynı yöntemle
gerçekleşmiş, önce dükkân ve evlerin vitrin ve
camları parçalanmış, vitrinlerin önündeki demir
parmaklıklar kaynak makineleri veya tel makasları
yardımıyla açılmış, sonrasında dükkân ve evlerin
içindeki eşyalar ve mallar içeride ya da dışarı çıkarılmak suretiyle sokağın ortasında paramparça
edilmiştir. Saldırıların başlamasından kısa bir
süre sonra İstanbul’un caddeleri buzdolapları,
piyanolar, elbiseler, ayakkabılar, valizler, tabaklar,
kumaş artıkları, kürk parçaları, gömlekler, kravatlar, pastalar, şekerler, daktilolar, manav artıkları ile
dolup taşmıştır. Bursa ve Samsun’da Rum yerleşimleri için güvenlik tedbirleri alınmış, Adana ve
Eskişehir’de gençlerin katıldığı gösteriler olaysız
sona ermiştir.12
Rum, Yahudi ve Ermenilere yönelik saldırılar
sırasında çoğu durumda Müslüman komşuları,
gayrimüslimleri korumaya çalışmışlardır. Saldırganlar bedensel zarar vermemeleri yönünde
talimat aldıklarından küçük çaplı direnmeler bile
şiddet olaylarını engelleyebilmiştir.13
Olaylar meydana geldiğinde yetişkin bir yaşta
olan İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu Anastasi
SAKOPULUOS, olayların yaşanmasının ardından
Atina’ya göç ettikten sonra Türklere karşı herhangi
bir nefret duygusu taşımadığını çünkü meydana
10 Dilek GÜVEN, age., s. 29, 30.
11http://www.cnnturk.com/2011/tarihte.bugun/09/06/
turkiyenin.utandigi.gun.6.eylul/542217.0/
12 Dilek GÜVEN, age., s. 43; Milliyet, 08.09.1955; Vatan,
08.09.1955; Yeni İstanbul, 08.09.1955.
13 Dilek GÜVEN, age., s. 36, 37.
40 Hukuk Gündemi | 2013/2
gelen olaylarda Sıraselviler’deki evinin tahrip
edilmemesini gene bir Türk olan komşusu Halil’e
borçlu olduğunu aktarmıştır.14
Olaylardan kırk dört yıl sonra Atina’da yayınlanan To Vima gazetesinde çıkan yazısında Herkül MİLAS, 6-7 Eylül’ün Rumlarda yarattığı yıkımı
örnekleyen bir anısını şu cümlelerle aktarmıştır;
“Saldırganlar dairemize giremediler; çünkü Türk
kapıcımız- Münire idi adı- bu apartmanda gâvur
yok deyip kalabalığı caydırmıştı. Ama babamın
dükkânı bütün olarak yok oldu. Bütün kumaşlar
şeritler halinde kesilmişti. Olayları izleyen günlerde babam, annemle beni yüreklendirmeye
çalıştı ama yaşadığı şok çok büyüktü; bir hafta
içinde saçları bembeyaz oldu. Bir deprem gibi
birden ekonomik yıkım geldi ve ailenin içinde
sıkıntı, stres ve acı yıllar boyu yerleşti.”15
Demokrat Parti İstanbul milletvekili olan Aleksandros HACOPULOS, TBMM’de yaptığı konuşmada, Emniyet Teşkilatının gafil avlandığını,
hatta hadiselere göz yumduğunu; Büyükada’da
ve Taksim’de çapulcuların etrafı tahrip ederken
oradaki polislerin hiçbir şey yapmadan geçip gittiklerini dile getirerek “Daha mühim bir hadisenin benim evimde cereyan ettiği için söylemek
zorundayım. Evimin yanı başında polis karakolu
bulunmaktadır. Bizi tanırlar, anne ve babamı bilirler. Tahripçiler evin içine giriyor, ev tamamıyla
tahrip ediliyor ve evimin önünde duran silahlı
jandarmalar ise hiç müdahale etmiyor. Bu hadisede diyebilirim ki evim değil, tahripçiler muhafaza edilmiştir. Babam ve annem 80 yaşındadır.
Yataktan aşağı atılmış ve gece yarısı, yatakları
dâhil her şeyleri tahrip edilmiştir. Başbakanlık
Müsteşarı Salih KORUR evimin halini gözleriyle
görmüştür... Saldırganların sarf ettikleri cümleler
de şunlardır; ‘Kırın, yıkın, mebusun evini. Bedavadan para alıyor.” sözleriyle 6 Eylül gecesi yaşananları anlatmıştır.16
Olaylar nedeniyle 7 Eylül 1955 günü Kıbrıs Türktür Cemiyetinin tüm idari meclis üyeleri tutuklanmış ve dernek kapatılmıştır. Tutuklananlar
arasında çok sayıda sendikalı işçi, öğrenci ve
14 Stelyo BERBERAKİS, Parkeci Halil Türk Bayrağı Asarak Benim
Evimi Korudu, Sabah, 08.09.2005.
15 Herkül MİLAS, 6/7 Eylül Olayları, To Vima, 07.09.1999
16 TBMM Zabıt Ceridesi, Sekseninci İnikat, 12.IX.1955 Pazartesi,
s. 676.
Demokrat Parti üyesi bulunmaktadır. İşçi sayısının fazlalığı, sendika başkanlarının cemiyet üyelikleriyle de açıklanabilir. Tutuklamalar sonucu 34
sendika kapatılmıştır.
Emniyette dosyası bulunan ne kadar solcu
varsa, bir delil aranmaksızın, hemen tutuklanıp;
sorgusuz sualsiz aylarca hapsedilmiştir. Tutuklananlar arasında Hasan İzzettin DİNAMO, Aziz
NESİN, Faik Muzaffer AMAÇ, Kemal TAHİR, Pertev
Naili BORATAV, Asım BEZİRCİ, İsmet SELİMOĞLU
gibi isimler de yer almıştır.
Türk Konsolosluğu ile aynı bahçede bulunan
Atatürk’ün doğduğu evin bombalanması olayının planlı bir şekilde gerçekleştiği kısa bir süre
içinde ortaya çıkmıştır. Bomba bahçeye atılmış ve
evin sadece camları kırılmıştır. Olay gecesi konsolosluk görevlisi Hasan UÇAR gözaltına alınmıştır.
Yunan Mahkemelerindeki yargılamada bombanın Selanik’teki konsolosluk görevlisi Mehmet Ali
BALİN tarafından diplomatik kurye ile İstanbul’dan
getirildiği ve Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Oktay ENGİN’in azmettirmesiyle
Hasan UÇAR tarafından bahçeye yerleştirildiği
hükme bağlanmıştır. Olay sonrası Hasan UÇAR
ve Oktay ENGİN tutuklanmış, Oktay ENGİN’e 3 yıl
6 ay, Hasan UÇAR’a ise 2 yıl hapis cezası verilmiştir. Dokuz ay Selanik cezaevinde hücrede yatan
Oktay ENGİN, tahliye edildikten sonra Türkiye’ye
sığınmıştır. Oktay ENGİN, daha sonra Aksiyon Dergisine verdiği röportajda olayla ilgili suçlamaları
reddetmiştir.17
1960 Mayısındaki Askeri Darbeden sonra, Cumhurbaşkanı Celal BAYAR, Başbakan Adnan MENDERES ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU, 6 Eylül
1955’teki olaylar nedeniyle Yassıada Askeri Mahkemesinde yargılanmıştır. 6 Eylül ile ilgili davalarda
adı geçen siyasetçiler Rumların Türk vatandaşı
olarak Anayasa tarafından güvence altına alınmış
olan “Temel Haklarını Çiğnemek” ve “Türk Yurttaşlarını Gösteri ve Şiddet Olaylarına Teşvik Etmek” ile
suçlanmıştır. Bu kapsamda Selanik Başkonsolosu
Mehmet Ali BALİN ve vekili Mehmet Ali TEKİNALP,
Oktay ENGİN ve Hasan UÇAR da bomba temin
etmek ve Selanik’teki Başkonsolosluğun bahçesinde patlamaya neden olmakla suçlandılarsa
da, Mahkeme BAYAR, MENDERES ve ZORLU’nun
suçlu olduğuna hükmederken, aynı davada BALİN,
17 Röportaj: Faruk MERCAN, Aksiyon Dergisi, 08.09.2003.
2013/2 | Hukuk Gündemi 41 TEKİNALP ve ENGİN’i suçsuz bulmuştur.18
6 Eylül 1955 akşamı trenle Ankara’ya hareket
etmek üzere İstanbul’dan ayrılan Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin birçoğu ayaklanmaların boyutu konusunda bilgilendirilmiş, derhal
İstanbul’a geri dönerek “örfi idare” ilan edip, birlik
komutanlarına silah kullanarak sükûnet ve düzeni
sağlamalarını emretmişlerdir.19
Resmi bir Türk kaynağına göre 4.214 ev, 1.004
işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile
aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu
5.317 tesis saldırıya uğramıştır.20 Saldırılarla birlikte
birtakım yağma olayları da yaşanmış, polis tarafından araba, kamyonet ve trenlerde çalıntı eşya
araması yapılmıştır.21
Olaylar sırasında yaralılarla ilgili verilen rakamlar
300 ila 600 arasında değişmektedir. Bu rakamlar
yalnızca mağdurları değil, yaralanan suçluları da
kapsamaktadır.22 Olaylar sırasında ekip liderlerinin
saldırganları bedensel zarar vermemeleri yönünde
sıkça uyarmaları ve sadece maddi zarar vermek,
tahrip etmek üzere emir aldıklarını söylemeleri
de yaralı sayısının az olmasında etkili olmuştur.
Buna rağmen üzülerek söylemek gerekir ki,
özellikle evlerde Rum kadınlara bu kişiler tarafından tecavüz edilmiştir. Balıklı Rum Hastanesi
Başhekiminin ifadesine göre; hastanede 60 kadın
tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür. Çok sayıda
kadının bu durumu gizlemiş ve tedavi olmaktan
kaçınmış olabileceği de düşünülürse tecavüz kurbanlarının sayısının gerçekte daha yüksek olduğu
söylenebilir.23
Can kayıplarının sayısı ise tartışmalıdır. Türk
basınında ölü sayısı 11 olarak verilmiştir.24 Abraham ANAVAS, Olga KİMİADES ve Takki BAKKAL
18 Dilek GÜVEN, age., s. 99.
19 Dilek GÜVEN, age., s. 44.
20 Dilek GÜVEN, age., s. 48; Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih
Vakfı Arşivi, “Fahri ÇOKER Dosyası” Örfi İdare Mahkemeleri ile
ilgili belgeler.
21 Dilek GÜVEN, age., s. 53; Hürriyet, 11.09.1955.
22 Dilek GÜVEN, age., s. 54; Gece Postası, 07.09.1955; Hürriyet,
07.09.1955; Cumhuriyet, 07.09.1955; Son Saat, 07.09.1955;
Milliyet, 07.09.1955.
23 Dilek GÜVEN, age., s. 54, 55; http://omogeneia-turkey.com/
tr/id/EylulOlaylari1955-ozeti.pdf
24 Dilek GÜVEN, age., s. 55; Yeni Sabah, 08.09.1955; Hürriyet,
08.09.1955; Son Saat, 08.09.1955; Gece Postası, 07.09.1955;
Cumhuriyet, 08.09.1955.
42 Hukuk Gündemi | 2013/2
isimleri gazete haberlerinde yer almıştır.25 Helsinki
Watch Örgütünün bir raporuna göre ölü sayısı
15’tir. Rapora göre ölenlerin 5’i din görevlisidir.
Bunlar Balıklı’da papaz Chrysanthos MANTAS ve
Piskopos Gerasimos, Yeniköy’de Piskopos Gennadios ARABACIOĞLU ve adları bilinmeyen iki
papazdır. Adları bilinmeyen diğer iki kişinin yanı
sıra ERPAPAZOĞLU, Abraham ANAVAS, Olga KİMİADES, Thanassis MISIROĞLU, Hebe GİOLMA, İsaak
ULUDAĞ, Theopoula PAPADOPOULU ve Yannis
BALKİS ölü olarak bildirilmiştir.26
Olaylar nedeniyle aralarında Kıbrıs Türktür
Cemiyeti üyesi sayısı görece yüksek 3.000 kişi
tutuklanmıştır. Doğrudan fail olarak tutuklanan bir
diğer kalabalık grupta ise Demokrat Parti’nin ocak
örgütlerinin üyeleri yer almaktadır. Tutukluluk
süreleri boyunca bu kişilerden bazıları gerçekten
de, saldırıların planlanması ve saldırılara katılma
konusunda resmi mercilerden talimat aldıklarını
belirtmişlerdir. 1955 Aralık sonuna kadar Kıbrıs
Türktür Cemiyeti’nin 87 yöneticisi tahliye edilirken
17 kişi hakkında 12 Şubat 1956’da askeri mahkemede dava açılmıştır. Daha sonra kamuoyuna
kapalı sivil mahkemede yargılamaya devam edilmiş, 24 Ocak 1957 tarihli duruşmada İstanbul 1.
Ceza Mahkemesi hâkimleri, suç işlemek kastıyla
hareket etmedikleri gerekçesiyle sanıkların beraatine karar vermiştir.27
Şiddet olaylarının kontrol altına alınmasının
ardından 9 Eylül 1955 günü Maliye Bakanlığı’nın
yaptığı bir açıklamayla zarara uğrayanlar lehine
uygulanacak önlemler açıklanmıştır. Bu önlemler;
vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim
olanağı, cam ithalatı, banka borcu olan mağdurlara geri ödeme kolaylığı sağlanması, banka kredisi
almada kolaylık, bürokratik olmayan bir zarar tespit ve telafi süreci şeklinde sıralanmıştır.28 Kızılay,
acil önlem olarak Beyoğlu’ndaki ihtiyaç sahiplerine kişi başına 20 TL tutarındaki nakit yardım, taş
kömürü ve yiyecek dağıtmıştır. Gerekli tamiratın
yapılabilmesi için mağdurlara belediye aracılığıyla
25 Dilek GÜVEN, age., s. 55; Hürriyet, 08.09.1955; Hürriyet,
09.09.1955; Ulus, 07.09.1955.
26 Dilek GÜVEN, age., s. 56; Denying Human Rights and Ethnic
Identity: The Greeks of Turkey, Helsinki Watch Report,
Washington 1992, p. 50.
27 Dilek GÜVEN, age., s. 82-92.
28 Dilek GÜVEN, age., s. 56; Akşam, 10.09.1955; Ulus, 11.09.1955.
çivi, boya ve pencere camı verilmiştir.29
10 Eylül 1955’te Cumhurbaşkanı Celal BAYAR
himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza GERÇEL, Borsa
ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir AVUNDUK, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı
Kazım TAŞKENT ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim
ESİ’den oluşan bir komite kurulmuş, Üzeyir AVUNDUK komitenin başkanı seçilmiştir. Komitenin
görevi, bir yandan gönüllülük esasına dayanarak
para kaynaklarının sağlanmasını hızlandırmak,
diğer yandan da hasarın aciliyetine göre, mağdurlara, özellikle düşük gelirlilere hemen ödeme
yapmak olarak belirlenmiştir. 13 Eylül 1955’te
komite, Vehbi KOÇ, Refik BEZMEN, Arsen GESAR,
Onnik BALIKÇIYAN, Yorgi ERMAN’ın da yer aldığı
21 kişinin katılımıyla genişlemiştir.30
31 Aralık 1957’ye kadar birçok banka, sigorta
şirketi, fabrika, dernek, iş adamları ve vatandaşların katkılarıyla bağış miktarı 8.7 milyon TL’ye ulaşmıştır.31 Komitenin raporuna göre 4.433 kişinin,
29 Dilek GÜVEN, age., s.56; Ulus, 16.09.1955,
30 Dilek GÜVEN, age., s.56, 57; Yeni Sabah, 14.09.1955.
31 Dilek GÜVEN, age., s.57, 58; Uygur KOCABAŞOĞLU, 6-7 Eylül
Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç
Ayrıntı, Toplumsal Tarih Yayınları, 81 (2000).
toplam 69.578.744 milyon TL’lik hasar tazmini için
yaptıkları başvurusu kabul edilmiştir. 885.425 TL’lik
bir meblağ da komite tarafından okullara, kiliselere ve hayırsever kuruluşlara havale edilmiştir.32
İzmir’de de kurbanların zararlarının karşılanması
için Selahattin SANVER yönetiminde bir komisyon
kurulmuş, 5 Ekim 1955’e kadar gerçek ve tüzel
kişiler tarafından düzenlenen bağış kampanyasına
500.000 TL aktarılmıştır. 150 TL ve 75.080 TL arasında değişen tutarlardaki ödemeler 24 gerçek ve
tüzel kişiye ödenmiştir. Ayrıca binasında meydana
gelen hasar nedeniyle Yunan Konsolosluğu’na
70.000 TL’lik bir ödeme yapılmıştır.33
Komisyonların İzmir ve İstanbul’daki 6-7 Eylül
mağdurları için yaptığı çalışma, 10 Temmuz
1956’dan sonra Galata Maliye Dairesi tarafından üstlenilmiş, 1955’in hasarlarını telafi etmeye
yönelik tazminat yasası ve vergi muafiyeti getiren bir başka yasa Meclis’ten geçmiştir. Buna
göre birer yıllık Hazine senedi biçiminde öngörülen tazminatların 1957 yılı devlet bütçesinden
32 Dilek GÜVEN, age., s.60, 61; Uygur KOCABAŞOĞLU, age., s.
45-49.
33 Dilek GÜVEN, age., s.63, 64.
2013/2 | Hukuk Gündemi 43 karşılanmasına karar verilmiştir.34
Ancak ödenen tazminatlar, mağdurların beyan
ettikleri zarar miktarlarının bir hayli altında kalması nedeniyle, gerçek bir telafiden çok, dış
ülkeler için yapılmış göstermelik bir jest olarak
değerlendirilmiştir.35
1955 yılında İstanbul’da yaşanan yıkım eylemleri, çok değişik açılardan olumsuz sonuçlara yol
açmıştır. Özellikle İstanbul’un çok kültürlü yapısını yansıtan şehir dokusu bu olaylardan ötürü
büyük bir zarar görmüştür. 6-7 Eylül Olaylarını kent
mimarisi ve görünümüne etkileri açısından değerlendiren Doğan HASOL, anılarında; İstanbul’u
Rumların terk etmelerinden sonra buraya göç
eden insanların şehrin dokusuna uyum sağlayamayarak İstanbul’a en büyük zararı verdiklerini
ifade etmiştir.36
6-7 Eylül Olaylarının yarattığı olumsuz koşullardan dolayı göç eden Rumlar, İstanbul’un sosyal
ortamına kattıkları zenginliği de götürmüşlerdir.
Rumların yoğun olarak yaşadıkları Beyoğlu semtinde o yıllarda barmenlik yapan Vefa ZAT, meydana gelen olayların trajik sonuçlarının olduğunu
34 Dilek GÜVEN, age., s.64.
35 Dilek GÜVEN, age., s.67.
36 Doğan HASOL, Anılar Kuşlar Gibidir, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2007, s. 197.
44 Hukuk Gündemi | 2013/2
belirterek, göç eden Rumların gözyaşı dökerek
ayrıldıklarını aktarmıştır.37 Her şeye rağmen, Rumların içinde yaşadıkları topluma karşı derin duygular taşıdıklarının bir ifadesi olan bu hatıra, uzun
yıllar boyunca varlığını devam ettiren dostluğun
örneklerinden sadece biridir.
Türk hükümeti, 6-7 Eylül olaylarından sonra
Rumların kitleler halinde göç etmesinin önüne
geçmek için çeşitli önlemler almıştır. Türk yetkililer, pasaport için başvuran Rumların bu isteğini
geri çevirmişlerdir. Buna gerekçe olarak da göç
eden her bir Rum aile için Yunanistan’dan bir Türk
ailenin gelmesi için çeşitli anlaşmaların yapılması
gerektiği ileri sürülmüştür. Türk yetkililerin böyle
davranmasındaki asıl sebep, İstanbul’daki Rum
sermayesinin bir anda yok olmasının önlenmeye
çalışmak olarak açıklanabilir.38
37 Görkem ÖZİZMİRLİ, Geçmişle Hesaplaşmak mı, Bugünle
Hesaplaşmak mı?, Birikim, S. 261, Yıl 2011, s. 35–46.
38 Dilek GÜVEN, age., s. 175. Dönemin iktidarı böyle davranmakla,
Rumları ülkede tutmaya çalıştığını ortaya koymuştur.
Ekonomide liberal politikalara sahip olan bir iktidarın ülkedeki
ticaretin dinamosu sayılabilecek azınlıkları ülkeden sistematik
bir şekilde kovma girişimlerinde bulunduğu iddiaları gerçeğe
pek uygun düşmemektedir. DP iktidarının ikinci yarısında
ekonomide gözlenen dramatik tablo düşünülecek olursa
böyle bir girişimin ticari intihar anlamına geleceği kolaylıkla
söylenebilir.
6-7 Eylül olaylarının Rum azınlığı üzerindeki en
büyük etkisi, kendi içlerine kapanıp çevrelerine
karşı daha güvensiz ve aidiyetçi bir tavır takınmış
olmalarıdır. Bu durumun, topluluğun geneline
bariz bir şekilde yansıdığı görülmüştür.39
Olaylardan sonra, Rumların Müslüman toplumla kurdukları ilişkilerde daha önceki yılların
samimi havasını yeniden yakalamaları oldukça
zor olmuştur. Türkiye’deki Rumlar, yaşananların
etkisiyle grup içi dayanışmalarını daha da arttırarak içinde yaşadıkları toplumdan giderek izole
olmaya başlamışlardır. Aynı semtlerde bir arada
yaşadıkları Müslüman topluma ve devlete karşı
şüphe ve güvensizlik duygularıyla baş başa kalan
Rumlar, Yunanistan ile yaşanması muhtemel olan
en küçük bir siyasi krizde bile 6-7 Eylül benzeri bir
olayı tekrar yaşayacakları korkusunu uzun süre
üzerlerinden atamamışlardır. Aralarındaki dini ve
kültürel farklılıklara rağmen yüzyıllarca bir arada
yaşayan Müslüman toplum ile Rum azınlığı günümüze yakın dönemlere kadar özellikle İstanbul’un
39 Resul BABAOĞLU, Türkiye Rum Cemaati ve 6/7 Eylül 1955
Olayları, s. 28.
semt, mahalle, çarşı gibi mekânlarında ilişkilerini
sürdürmüşlerdir. Ne var ki günümüzde nüfusları
bir hayli azalmış olsa da geçmişe yönelik özlem
dolu anı ve hatıralar, Türkiyeli Rumların Anadolu’ya
kök salmış ve Türklerle iç içe geçmiş yerli bir halk
olduğunu ortaya koymaktadır. 40
Yitirdiklerimizi unutturmamak, ibret almak
ve ders çıkartmak için; 6-7 Eylül olaylarının çıkış
nedeni; her ne kadar Kıbrıs’taki Türk azınlığa yapılan baskıların 1955’te Türkiye kamuoyunun gündeminde başköşede olması sebebiyle Atatürk’ün
Selanik’teki evinin bombalandığı şeklinde çıkan
asılsız haber olarak gösterilmeye çalışılsa da; 19.
ve 20. yüzyılda Türk milliyetçiliği ve etnik-mezhepsel homojenleştirme politikasının, ekonomi
ve bürokrasinin, kültür ve eğitim kurumlarının
Türkleştirilmesinin, dilin Türkçeleştirilmesinin,
iskân politikalarının, gayrimüslimlerin askerlik
hizmetine alınmasının ve varlık vergisi uygulamasının, mezkûr olayların yaşanmasında arka planda
kaldığı ve asıl irdelenmesi gereken hususların
bunlar olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.
40 Resul BABAOĞLU, age, s. 17.
2013/2 | Hukuk Gündemi 45 HAKSIZ TUTUKLAMA
VE HAKSIZ
TUTUKLAMALARDAN
KAYNAKLI TAZMINAT
DAVALARI
Av. Kemal Cihat BİNİCİ – Stj. Av. Onur YAYLACI
C
eza yargılamasında haksız ve uzun tutukluluk süreleri özellikle son dönemde üzerinde sıkça tartışan bir konu haline gelmiştir. Bu tartışmalar; tutuklamanın, amacı olan tedbir
niteliğinden çıkıp adeta bir cezalandırma aracı
haline geldiği üzerinedir. Gerçekten de tutuklama
bir koruma tedbiri olup, ceza muhakemesinin
amacına ulaşmasını sağlamak için başvurulan
bir araçtır.
Öncelikle belirtmek isteriz ki, tutuklama kararı
verilebilmesi için Ceza Muhakemesi Kanununun
aradığı bütün şartların (CMK md. 100/1) aynı
anda bulunması gereklidir. Kanunun aradığı
46 Hukuk Gündemi | 2013/2
şartların tamamı aranmaksızın uygulanan bir
tutuklama, koruma tedbiri değildir. Çünkü böyle
bir “tutuklama”yı ceza muhakemesi amaçlarıyla
haklı göstermek imkansızdır.
Nitekim ders kitaplarının ilgili bölümleri ve
makaleler ile bu konudaki tüm görüşlerde ilk
olarak tutuklamanın bir ceza değil; koruma tedbiri olduğu açıklanmaktadır. Çünkü tutuklanan
kişi suçsuzluk karinesinden yararlanmaya devam
etmektedir ve suçu, kesinleşmiş bir yargı kararıyla sabit olmayan kişiyi cezalandırmayı hiçbir
hukuk düzeni kabul etmemektedir. Zaten tutuklu
olan kişinin suçu sabit görülürse, tutuklu olarak
geçirdiği süre cezasına mahsup edilmekte ya da
beraat etmesi halinde kendisine ödenen bir miktar tazminatla acısı bir nebze olsun dindirilmeye
çalışılmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlar ideal hukuk düzenlerinin toplum düzenini sağlayabilmek amacıyla
geliştirdikleri ve uygulaya geldikleri yoldur. Peki,
gerçektende tutuklama bir ceza değil midir? ve
haksız tutuklamada ödenen tazminat vicdanları
rahatlatabilmekte midir?
Özellikle son dönemde ülkemizde, tutuklama
kurumunun bir tedbirden ziyade cezalandırma
aracı olarak kullanıldığı yolunda yaygın bir görüş
hakim olmaya başladığını söylemek mümkündür.
Öyle ki toplum nezdinde hali hazırda tutuklu evi,
ceza evi diye ayrı kavramların olmaması ve oranın
hapishane olarak kabul edilmiş olmasının başka
da bir açıklaması olamaz.
Herhangi bir suçla itham edildikten sonra tutuklanmış ve suçsuz olduğu da tutuklu geçirdiği bir
zamandan sonra anlaşılmış olan bir kişi, tutukluluk
hali sona erdikten sonra hiçbir aşağılık, utanmışlık
izi taşımıyorsa, hayatına olanca akışıyla devam
edebiliyorsa işte o zaman tutuklamanın bir ceza
değil, koruma tedbiri olduğunu kabul edebiliriz.1
Tutuklama kararıyla birlikte kişi, yaşadığı çevreden alınarak kapalı bir ortama konularak tecrit
edilir ve dışarıdaki hayatı; örneğin bir hafta sonraki
nişanı, aldığı ilaçlar, hasta çocuğu, otoparktaki arabası, doktorla olan randevusu, işi, öğrenim hayatı
kimsenin umurunda değildir. Sınav haftası tutuklanıp daha sonra serbest bırakılan öğrencilerin eğitim hakkı ya da haksız bir tutuklanma nedeniyle
işini kaybeden bir işçinin durumu acaba kararı
veren makamları ne kadar ilgilendirmektedir?
Tutuklamanın koruma tedbiri olamamasının
bir başka sebebi de; yasaların sadece kelimelerle
suç olmadığını söylediği tutuklamanın, yine aynı
yasalarla cezalardan daha çekilmez hale gelmesidir. Şöyle ki; hükümlü olan kişi, ne kadar ceza
aldığını bilme, nerede nasıl kalacağını tasarlama,
ona göre işlerini yoluna koyma, ailesinin geçimini
temin etme imkânlarına sahiptir. Çünkü cezasının
verilmesinden kesinleşmesine, kesinleşen cezasının da infazına kadar bir süre geçer. Tutuklunun
ise böyle bir süresi hiç olmaz. Kaldı ki hükümlü suç
işlediği sabit olan kişidir ve bunun cezasını çekmek zorundadır. Başına gelenler bir yerde kendi
eyleminin sonuçlarıdır. Tutuklunun ise daha suçu
dahi sabit değildir.2
Dünya üzerinde çeşitli suçlarla suçlanmış, daha
sonrada suçsuz olduğu anlaşılarak serbest bırakılmış, bir anlamda PARDON denilmiş kişilerin,
daha sonrasında insanların saygısını kazanarak
yüksek makamlara gelebildiği gibi, suçlu sanılan
kişilerin işkence de görerek psikolojik baskılara
maruz bırakıldıkları, toplumdan soyutlandıkları,
tutuklu iken öldükleri, kendilerine olan güvenlerini, inançlarını kaybettikleri de görülmüştür.
Peki, hangi nedenlerle farklı uygulamalar farklı
sonuçlar doğurabilmektedir?
Bu soruya cevap vermek için toplumun cezaya
ve suçluya bakış açısı iyi bilinmelidir. Emile
DURKHEİM, cemiyet ne kadar az gelişmişse ve
merkezî iktidar ne kadar mutlak bir karakterde ise
cezanın şiddetinin o kadar yüksek olacağını söylemiştir. Bu yüzden totaliter toplumlarda ve mutlak
merkezi idare tarafından yönetilen toplumlarda
cezalar hep daha şiddetli olmuştur. Çünkü işlenilen cürüm aynı zamanda iktidarın meşruluğuna da
gölge düşürmüştür, otoriteyi zayıflatmıştır. Örnek
olarak dini referans alan hukuk düzenlerinde işlenilen suçlar, Tanrıya karşı işlenmiş sayılır ve tanrı ile
insan arasındaki seviye farkının çok yüksek olması
nedeniyle de en sert şekilde cezalandırılır; diktatörlüklerde işlenilen suçlar, devlet başkanının şahsına karşı işlenilmiş sayılır ve cezanın şiddeti buna
göredir. Bizim toplumumuzun kutsalı da devlettir.
İşlenilen suç devlet otoritesine karşı bir başkaldırı
olarak görülür ve buna göre cezalandırılır.
Bu tür sistemlerde Tanrı, diktatör ve devlet karşısında insan, her zaman zayıf kalmış ve aradaki
seviye farkının fazlalığı nedeniyle şiddetli cezalara
maruz kalmıştır. Bu tür sistemlerde tutuklama da
çok rahat yapılabilmiştir, çünkü otoriteye karşı
girişilen eylem hemen cezalandırılmalı ve yılanın başı küçükken ezilmelidir. Demokratik hukuk
düzenlerinde ise değer insandır, suç işleyen de
zarar gören de aynı haklara sahip insandır, arada
seviye farkı olmadığı içinde verilen cezanın şiddeti
daha düşük tutuklama şartları da daha katıdır,
keyfilikten uzaktır.
1 Beccaria, Cesare. “Suçlar ve Cezalar Hakkında.” Çev: Sami
SELÇUK), İmge Kitabevi, Ankara (2004).S.150
2 YAHŞİ Cahit, Tutuklama Üzerine.
2013/2 | Hukuk Gündemi 47 TUTUKLAMANIN YASALLIĞI VE KEYFİ TUTUKLAMA
Koruma tedbirleri; kişilerin Anayasa, Uluslararası
Antlaşmalar ve diğer kanunlarla koruma altına
alınmış haklarını ihlal eden, sınırlandıran tedbirler
olduğu için Ceza Hukukuna hakim olan kanunilik
ilkesi bu tedbirler yönünden de geçerlidir. Hatta
tutuklama bu tedbirler içerisinde en ağırıdır ve
doğrudan Anayasa ile düzenlenmiştir ve şartları
da kanun ile belirlenmiştir.
Ancak burada eleştirilmesi gereken, tutuklama
şartlarını belirleyen kanunların yargıca çok fazla
takdir yetkisi vermiş olduğudur. Bir yurttaşın tutuklanmasını yargıçların ve savcıların keyfine bırakmak
çok yaygın olmakla beraber, yanılgıdır. Bir şahsın
tutuklanmasına ilişkin ve onu bir soruşturmaya,
incelemeye ve bu tür bir cezaya tabi kılan belirtilerin/kanıtların neler oldukları yasada belirtilip, en
ince ayrıntısına kadar açıklamalıdır. Zira yargıçların
verdikleri kararlar bir yasa hükmünün uygulamaları değilseler, her zaman özgürlükleri çiğneyici
niteliktedirler.
Kaldı ki Türk Ceza Muhakemesi Hukuku gibi
savunmaya gereken ehemmiyetin verilmediği,
sanıkların konuşmayı biraz uzatırsa azar işittiği,
avukatların mahkeme salonlarında susturulduğu
ve bunun yanında hâkimlerin savcıların duruşmada uyukladığı, yapılan savunmaları dinlemek
şöyle dursun, dosyayı tam olarak okuyamadıkları
hukuk sistemlerinde, tutuklama gibi ağır sonuçları
olan tedbirlerin alınmasında yargıçlara verilen takdir hakkının sınırı çok iyi belirlenmelidir.
Aslında burada ifade etmeye çalıştığımız problemleri kanun koyucuda tahmin etmiş olmalıdır ki,
Anayasa’nın 19. ve CMK’nın 100. vd. maddelerinde
tutuklama kararının açık bir şekilde ve gerekçeli
olarak yazılması gerektiği düzenlenmiştir. Yargıç,
kendisine bırakılan alan içerisinde verdiği tutuklama kararını hangi somut olayın, hangi yasa hükmüyle ilişkilendirildiğini belirterek hakkaniyete
tevfikan bir karara ulaşmalıdır. Yargıç bununla da
yetinmeyerek, adli kontrol tedbirlerinin neden
yetersiz kaldığını açıklamalıdır.
Uygulamada, tutuklamaya ve tutuklama halinin devamına ilişkin kararların yeterli gerekçe
içermediği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
çeşitli kararlarında vurgulanmaktadır. Mahkeme,
bu kararlarda sadece “tutuklama tarihi, suçların
niteliği, delillerin durumu” gibi klişe sözcüklere
48 Hukuk Gündemi | 2013/2
yer verilmesi eleştirilmektedir. Kişinin en temel
haklarını dahi kullanamayacağı, toplumdan tecrit
edileceği bir hüküm kurulurken en azından açık,
anlaşılır ve gerekçeli karar her yurttaşın hakkıdır
ve her yurttaş da bu haktan yararlanmalıdır. Çokça
eleştirilmesi gereken hususlardan birisi de CMK
md. 100/3’te sayılan katalog suçlardır. Bu suçların
işlendiğinin iddia edilmesi halinde kanun, peşinen
tutuklama şartlarının varlığını kabul etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de verdiği birçok kararda, söz konusu uzun ve haksız tutuklamalardan dolayı Türkiye Cumhuriyeti Devletini tazminat ödemeye mahkûm etmiştir. Bunlara örnek
olarak ALGÜR VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI,
ANSUR / TÜRKİYE DAVASI verilebilir. Pek tabi
AİHM’in Türkiye aleyhine verdiği kararları uzatmak
mümkündür ancak genel olarak tüm kararlarda
tutuklamanın uzun ve haksız olmamasının yargı
mercilerinin görevi olduğu ve yargı mercilerinin
masumiyet ilkesini göz önünde bulundurması
gereği belirtilmiştir.
Mahkemeye göre, “tutuklulukta karine özgür
bırakılma lehinedir”. Tutuklama makul olmaktan
çıktığında sanık geçici de olsa serbest bırakılmalıdır3. Ancak şüphenin sanık lehine yorumlanması genel ilkesinin bile tam tersi uygulandığı
ceza yargılaması sistemimizde tutuklulukta da
karine genellikle “TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMI”
olmaktadır.
AİHM’in pek çok aleyhe kararına konu olan
tutuklama kararları, kişi ve toplum üzerindeki
etkileri dikkate alınarak verilmesi gerekirken,
Türkiye’deki uygulaması tam tersi yönde olmaya
devam etmektedir. Bunun en dikkat çeken örneği
ise taksirli suçların en bariz örneklerinden olan
trafik kazalarında bile tutuklamaya başvurulmasıdır. Hiçbir hukuki mantığa sığdırmanın mümkün
olmadığı bu kararlar, sosyolojik ve psikolojik etkileri
düşünülmeden alınmış ve sonuçlarıyla da daha çok
toplumun adalet duygusunu zedeleyen kararlardır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; ceza yargılaması sistemimiz TUTUKLU YARGILAMANIN esas
olduğu sistem üzerine kurulmuş olup, her ne kadar
bu durum son yıllarda yapılan yasal değişikliklerle
olması gerekene evrilmeye çalışılmışsa da, yılların
3Centel, Nur. “TUTUKLAMA UYGULAMASINDA
SORUNLAR.” İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuası 71.1 (2013): 193-206.
alışkanlıkları ve uygulayıcıların kafa yapıları değiştirilmediği sürece bir sonuç alınamayacağı ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle uygulayıcılara verdikleri bu
kararlar konusunda hassas ve özenli olmaları konusunda uyarılar yapılmalı, kendilerine sorumluluklar
yüklenmelidir.
HAKSIZ TUTUKLAMA NEDENİYLE TAZMİNAT
Kanun dışı yakalanan ve tutuklanan kişilere tazminat ödenmesi hakkında 466 sayılı Kanun, 15
Mayıs 1964 tarihinde yürürlüğe konulmuş; 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük
ve Uygulama Şekli Hakkındaki 5320 sayılı Kanunun 18. maddesinin (c) bendi hükmü gereğince,
1.6.2005 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlükten kaldırılmıştır.
466 sayılı Kanun’un yürürlükten kaldırılmasıyla,
01.06.2005 tarihinden itibaren onun yerini 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 141-144. maddeleri almıştır ve günümüzde haksız tutuklama
nedeniyle tazminat davaları bu kanun maddeleri
gereğince talep edilmektedir.
HAKSIZ TUTUKLAMALARA GÖRE TAZMİNAT
HAKKI DOĞURAN NEDENLER
“Kişi Hürriyeti ve Güvenliği” başlıklı Anayasa, 19.
maddesinde tutuklamanın esaslarını belirtmiş ve
son fıkrasında;
“Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilere uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel
prensiplerine göre devletçe ödenir” hükmünü
getirmiştir. Tazminat verilmesinin usul ve sebepleri ise 5271 Sayılı CMK’nın 141-144. maddelerinde
düzenlenmiştir.
5271 sayılı CMK’nın “Tazminat İstemi” başlıklı
141. maddesine göre:
a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına
karar verilen,
b) Kanuni gözaltı süresi içinde hakim önüne
çıkarılmayan,
c) Kanuni hakları hatırlatılmadan veya hatırlatılan haklarından yararlandırılma isteği yerine
getirilmeden tutuklanan,
d) Kanuna uygun olarak tutuklandığı halde
makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm
verilmeyen,
2013/2 | Hukuk Gündemi 49 e) Kanuna uygun olarak yakalandıktan veya
tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturmaya
yer olmadığına veya beraatlarına karar verilen,
f ) Mahkûm olup da gözaltı ve tutuklulukta
geçirdiği süreleri, hükümlülük sürelerinden fazla
olan veya işlediği suç için kanunda öngörülen
cezanın sadece para cezası olması nedeniyle
zorunlu olarak bu cezayla cezalandırılan,
g) Yakalama veya tutuklama nedenleri ve haklarındaki suçlamalar kendilerine, yazıyla veya
bunun hemen olanaklı bulunmadığı hallerde
sözle açıklanmayan,
h) Yakalanmaları veya tutuklanmaları yakınlarına bildirilmeyen,
i) Hakkındaki arama kararı ölçüsüz bir şekilde
gerçekleştirilen,
j) Eşyasına veya diğer malvarlığı değerlerine,
koşulları oluşmadığı halde el konulan veya korunması için gerekli tedbirler alınmayan ya da eşyası
veya diğer malvarlığı değerleri amaç dışı kullanılan
veya zamanında geri verilmeyen,
Kişiler, maddi ve manevi her türlü zararlarını
Devletten isteyebilirler.
Bu madde metninden de anlaşılacağı üzere,
hem usulsüz hem de haksız tutuklama hallerinde,
kişilerin tazminat isteme hakları bulunmaktadır.
Gözaltı ya da tutuklama kararını takiben Kanunun
yapılmasını emrettiği işlerde eksiklik veya kanuna
aykırılık olması durumunda usulsüz tutuklamadan
bahsedilirken; Anayasa ve kanuna uygun olarak
tutuklanan ve tutuklanmasını takiben yapılması
gerekli işlemler eksiksiz ve kanuna uygun şekilde
yerine getirilen sanık hakkında kovuşturmaya
son verme kararı veya beraat kararı verilmişse ya
da tutuklu kalınan süre hükümlülük süresinden
fazla ise veya sanık sadece para cezasına mahkûm
edilmişse tutuklama haksızdır.
Her iki durumda da, mağdur olan kişiler maddi
ve manevi her türlü zararlarını devletten isteyebilirler. Maddi zarar, usulsüz veya haksız tutuklama
süresi içinde uğradığı gelir kaybı ve bu nedenle
yapmak zorunda olduğu harcamalardır. Bu harcamalara eğer kişi kendisini bir vekil ile temsil
ettirmişse, vekiline ödediği avukatlık ücreti de
dahildir. Manevi zararı ise, kişinin ailesi ve iş çevresinde saygınlığının bozulması, ruhsal sıkıntılar
yaşaması, çocuklarına ailesine ve çevresine uzak
olması nedeniyle duyduğu acı ve üzüntüleridir.
50 Hukuk Gündemi | 2013/2
DAVA AÇMA SÜRESİ
5271 sayılı CMK’nın “Tazminat İsteminin Koşulları” başlıklı 142. maddesi 1. fıkrasında : “Karar
veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay içinde ve her halde karar
veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl
içinde tazminat isteminde bulunulabilir” denilmiştir. Kesinleşmiş beraat kararları ile kovuşturmaya
yer olmadığına dair kararların ilgilisine tebliği
zorunludur. Üç aylık süre tebliğ tarihinden itibaren işlemeye başlar. Ancak vekile yapılan tebligat
süreyi başlatmaz. Burada unutulmamalıdır ki bahsi
geçen süre hak düşürücü süredir.
GÖREVLİ VE YETKİLİ MAHKEME
5271 sayılı Yasa’nın 142. maddesi 2. fıkrasına göre:
“Dava, zarara uğrayanın oturduğu yer ağır ceza
mahkemesinde ve eğer o yer ağır ceza mahkemesi
tazminat konusu işlemle ilişkili ise ve aynı yerde
başka bir ağır ceza dairesi yoksa en yakın yer ağır
ceza mahkemesinde karara bağlanır.”
Tazminat talebine esas olan işlemden kasıt,
davacının tutuklanmasına veya tutukluluğunun
devamına neden olan kararlardır. Bu kararlar
hakim, mahkeme veya itiraz mercii tarafından
verilmiş olabilir. Tazminat talebine esas olan işlemi
yapan mahkeme, yani tutukluluk ile ilgili karar
veren mahkeme doğal olarak tazminat davasına
bakamaz. Uygulamadan örnek vermek gerekirse;
Ankara da oturmakta olan bir kişi davasını Ankara
Ağır Ceza Mahkemesinde açmalıdır. Hazırlanan
dava dilekçesi Nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesi’ne
verilir, bu mahkeme Ankara’da bulunan Ağır Cezalardan birisine bu davayı tevzi eder. Ancak bu
ağır cezalardan birisi tutuklama kararını ya da
tutukluluk halinin devamına ilişkin karar veren
mahkemelerden birisi ise bu dava o ağır ceza mahkemesine tevzi edilemez. Eğer davacının ikamet
ettiği yerde tek ağır ceza mahkemesi var ise ve
bu mahkemede tutuklama veya devamına ilişkin
karar veren mahkeme ise bu durumda en yakın
ağır ceza mahkemesine dava açılmalıdır.
BAŞVURU VE YARGILAMA YÖNTEMLERİ
5271 sayılı Kanunun 142. maddesi 2-7 fıkralarına
göre;
a) Tazminat isteminde bulunan kişinin dilekçesine, açık kimlik ve adresini, zarara uğradığı
işlemin ve zararın nitelik ve niceliğini kaydetmesi
ve bunların belgelerini eklemesi gereklidir.
b) Dilekçesindeki bilgi ve belgelerin yetersizliği
durumunda mahkeme, eksikliğin bir ay içinde
giderilmesini, aksi halde istemin reddedileceğini
ilgiliye duyurur. Süresinde eksiği tamamlanmayan dilekçe, mahkemece, itiraz yolu açık olmak
üzere reddolunur.
c) Mahkeme, dosyayı inceledikten sonra yeterliliğini belirlediği dilekçe ve eki belgelerin bir
örneğini Devlet Hazinesinin kendi yargı çevresindeki temsilcisine tebliğ ederek, varsa beyan
ve itirazlarını onbeş gün içinde yazılı olarak bildirmesini ister.
d) İstemin ve ispat belgelerinin değerlendirilmesinde ve tazminat hukukunun genel prensiplerine göre verilecek tazminat miktarının saptanmasında mahkeme gerekli gördüğü her türlü
araştırmayı yapmaya veya hâkimlerinden birine
yaptırmaya yetkilidir.
e) Mahkeme, kararını duruşmalı olarak verir.
İstemde bulunan ile Hazine temsilcisi, açıklamalı
çağrı kâğıdı tebliğine rağmen gelmezlerse, yokluklarında karar verilebilir.
Burada önemli olan hususlardan biri davanın muhatabının yani davalının kim olduğudur.
Davanın muhatabı devleti temsilen hazinedir
ve husumet hazineye karşı yöneltilmelidir. Tazminat istemine esas davalar duruşmalı olarak
yapılır. Tazminat istemini inceleyecek olan mahkeme, öncelikle dava dilekçesinin CMK’nın 142.
maddesindeki şartları taşıyıp taşımadığını, davanın süresinde açılıp açılmadığını ve yetkili olup
olmadığını inceler. Eğer yetkili değilse dosyayı
resen yetkili makama gönderir. Eğer süresinde
herhangi bir eksiklik yoksa delilleri özenle toplamaya başlar. Burada, tabi araştırma yaparken,
özellikle maddi tazminat yönünden davacının
tutukluluktan önce ne iş yaptığı, ne kadar kazancı
olduğuyla ilgili deliller özenle toplanmalıdır ve
gelir kaybını hesaplama bir uzmanlığı gerektiriyorsa, bu hesaplamayı uzman bir bilirkişiye
yaptırır. Tüm bunları tamamladıktan sonra ise
hüküm kurar. Verilen hüküm temyiz edilebilir
bir hüküm olup, temyiz süresi tefhim veya tebliğ
tarihinden itibaren yedi gündür.
Haksız tutuklamadan doğan maddi ve
manevi zararın giderilmesi istemini içeren dava
dilekçesinde faiz talebinde bulunulmaması
halinde, sonradan “ıslah” suretiyle bu hususta
sözlü veya yazılı talepte bulunulması mümkündür. (9.CD.09.06.2009,2007/8967-2009/6862)
TAZMİNAT İSTEYEMEYECEK KİŞİLER
5271 sayılı Kanunun 144.maddesi 1.fıkrasına
göre, Kanuna uygun olarak yakalanan veya tutuklanan kişilerden aşağıda belirtilenler tazminat
isteyemezler:
a) Gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir
hükümlülüğünden indirilenler.
b) Tazminata hak kazanmadığı halde, sonradan yürürlüğe giren ve lehte düzenlemeler getiren kanun gereği, durumları tazminat istemeye
uygun hale dönüşenler.
c) Genel veya özel af, şikâyetten vazgeçme,
uzlaşma gibi nedenlerle hakkında kovuşturmaya yer olmadığına veya davanın düşmesine
karar verilen veya kamu davası geçici olarak
durdurulan veya kamu davası ertelenen veya
düşürülenler.
d) Kusur yeteneğinin bulunmaması nedeniyle
hakkında ceza verilmesine yer olmadığına karar
verilenler.
e) Adli makamlar huzurunda gerçek dışı
beyanla suç işlediğini veya suça katıldığını bildirerek gözaltına alınmasına veya tutuklanmasına neden olanlar.
TAZMİNATIN GERİ ALINMASI
Kişiye tazminat ödendikten sonra, tazminat ödemeye ilişkin işlemin hukuka aykırı olmadığının
anlaşılması halinde ödenen bu tazminat, diğer
kamu alacakları gibi tahsil edilir. CMK’nın 143.
maddesinde belirtilen bu düzenlemeye göre;
Kişinin aldığı tazminatın haksız olduğu ve kişinin haksız yere zenginleştiği belgelenip, Cumhuriyet Savcısının talebi ve mahkeme tarafından alınacak bir karar neticesinde ödenen tazminat geri
alınacaktır. Cumhuriyet savcısı bu halde, hazinenin
istemini beklemeden mahkemeye yazılı başvuru
yapmalıdır. Mahkemenin görevi ise yalnızca geri
alınacak tazminatın miktarını belirlemek değil,
geri isteme koşullarının oluşup oluşmadığını da
incelemektir.
Devlet, 3. Kişilerin yalan tanıklık yapmaları ve
iftira etmeleri nedeniyle veya devlet görevlilerinin
2013/2 | Hukuk Gündemi 51 kusuru sebebiyle tazminat ödemişse, bu kişilere
ve devlet memurlarına karşı rücu hakkına sahiptir. Kusurlu bulunmadan kasıt; görevi kötüye
kullanma, rüşvet gibi bir suçla görevin gereklerine aykırı davranma halidir. Ancak bu kusurlu
bulunma durumu bizce daha da genişletilmeli, bu
konuda uygulayıcıların daha özenli davranmaları
sağlanmalıdır.
Son cümle olarak belirtmek gerekir ki; “Haksız
ve Usulsüz Tutuklamadan” dolayı açılan tazminat
davalarında verilen tazminat miktarları maalesef ki tatmin edici miktarlarda değildir. Yine bu
davalar sonucunda verilen hükümlerin temyiz
52 Hukuk Gündemi | 2013/2
incelemeleri Yargıtay’ın tutuklamaya neden olan
suça bakmakla görevli Ceza Dairesine gitmekte ve
de bu incelemeler oldukça uzun sürmektedir. Her
ne kadar sonuç alması uzun süren ve sonucunda
da hükmedilen tazminat miktarı yönünden tatmin
edici olmasa da, bu davaları açmak konusunda
ısrarlı olunmalı ve de sonucunda çıkan tazminat
miktarının uygulayıcılara, kusurlu davranışları
nedeniyle rücu edilmesini sağlayacak düzenlemelerin bir an önce getirilmesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Bu imkan sağlandığı takdirde uygulayıcıların
tutuklama ve devamına karar verirken daha özenli
ve dikkatli davranacakları kuşkusuzdur.
gözlerinde seni sevmeye teşebbüs etmekten yargılanıyorum
hafifletici sebeplerimin en başında beni yargılayan o gözler
müdafim olarak gözlerini atıyorum kendime
tanık olarakta kutsal saydığı bütün değerler üstüne yemin ederek gözlerin dinlensin
gözlerinin büyüleyiciliğine ise bilirkişi olarak ben rapor sunacağım.
gönlüm, gönlüne hacze geldim
sevme borcun birikmiş
her gün gelip dudaklarınla dudaklarıma imza atarsan,
düşürürüm ben bu takibi gönül dairesinden
avazı çıktığı kadar bağrıyor
cezası müebbet yalnızlık olan
bir dışlanmış mahkum elleri,
*hep mi haklı halk mahkemeleri
ama ne fark eder mahkum elleri
Stj. Av. Ahmet TETİK
2013/2 | Hukuk Gündemi 53 SLAVOJ
Stj. Av. Saruhan Gence BAŞARAN
B
akın öncelikle şunu belirtmeliyim ki; ağdalı cümlelerle şişirilmiş,
sadece yerel kanallarda yayınlanan
bilgi yarışmalarında hatırlanınca kolaylık
sağlayabilme ihtimali olan bilgilerle doldurulmuş, resmiyetten çılgına dönmüş,
ispat kaygısıyla dolu bir yazı okumayacaksınız. Ancak yapacağımız faaliyet Žižek
ve eserleri hakkında sohbet etmek ise
üzülerek söylüyorum biraz yorulmaya
hazır olmalıyız. Çünkü yüzeysellik ve
kalitesiz magazinellik dışında herhangi
bir düşünsel materyal kabul etmeyen
günümüz beyinlerini allak bullak etmek
adına elinden geleni ardına koymayan,
çağdaş felsefenin önemli isimlerinden
Slavoj Žižek hakkında atıp tutacağız, bu
herkesin yanaşmak isteyeceği türden bir
macera değil. (Çok önemli not: İsminin
Slavoy Jijek şeklinde okunduğunu öğrendiğimde bu adama dair başka hiçbir şeye
şaşırmamıştım.)
54 Hukuk Gündemi | 2013/2
Ž
ižek 21 Mart 1949’da o dönem
Yugoslavya’nın bir parçası olan
Slovenya’nın Ljubljana şehrinde
doğdu. Felsefe doktorasını Ljubljana’da
alan Slavoj Žižek Paris Üniversit…
Boşversenize, pek tabi böyle devam eden
bir metni okumanıza ön ayak olmayacağım. Hayatı ve eserleri hakkında ansiklopedik bilgi edinmek isteyen herhangi bir
internet arama motoruna Slavoj Žižek
yazmak suretiyle amacına ulaşabilir. Sizin
ise daha önemli işleriniz var, mesela
benim Žižek hayranlığımın ortaya çıkış
hikayesini dinlemek gibi…
angi şehre ve neden gidiyordum
inanın hatırlamıyorum ama yaptığım bir şehirlerarası yolculukta
yanıma bir Žižek kitabı almıştım. Kitabın
ismi “Kıyametin Versiyonları” idi ve bu
eser uyku açan, algı açan, kapı üstüne
kapı açan, okudukça size sinir bozucu
derecede fark açan bir kitaptı. Hemen
H
OTOBÜS YOLCULUKLARINDA
VE SEZLONGDA UZANIRKEN
OKUNMAYACAK ADAM
ŽIŽEK
2013/2 | Hukuk Gündemi 55 otobüste doğruldum ve kulağımdan
kulaklıkları çıkardım. Müzik dinleyerek
okunacak bir kitap değildi ve bu benim
kriterlerime göre bir kitap açısından saygı
duyulası bir normdu. O an anladım; Žižek
otobüs yolculuklarında, şezlonglarda, bir
kafede kısacası hayattan soyutlanmanızı
engelleyecek ölçüde yoğun yaşam sinyalleri aldığınız hiçbir mecrada okunacak
bir adam değildir. Žižek okuyacaksanız
çalışma masanıza geçer, fosforlu kaleminizin kapağını dişlerinizle açar, işe koyulursunuz. Žižek’i anlayacaksanız savaşırsınız, hem de bir hayli savaşırsınız.
56 Hukuk Gündemi | 2013/2
K
ıyametin Versiyonları kitabını o
dönem bitirdikten sonra elime
bir daha alma fırsatım olmamıştı.
Bu yazı ortaya çıkarken ise kitabı elime
tekrar alıp altını çizdiğim bölümleri ve
yanına aldığım notları paylaşmaya karar
verdim. Bakın bu bir sırrı paylaşmaktır.
Gelin kitabımda nereleri çizik arsızı etmişim bir bakalım.
… biraz paranoyakça gözükse de
şunu düşünmek için yeterli zemin var:
Gizli servisler, dahili ile hariciyi birbirinden ayırt edilemez kılmanın imkanlarından, yani beyin süreçlerini, teknolojik
“
olarak manipüle edilmiş harici maddi
süreçlerin tesisatına bağlamanın imkanlarından istifade edebilmek için kapsamlı
bir uğraş halinde. Bu süreci yönlendiren
ideal, geçmiş ve geleceğin psişik seviyede tam kontrolüdür. Bu sırada strateji
daima aynı kalır: Bir buluş, önce-kimse
muhalefet edemesin diye- ekstrem bir
hastalığa deva olarak sunulur, sonra da
yaygın kullanıma açılır. Halde zaten, öznenin travmatik geçmişini selektif olarak
silecek ve böylelikle, mesela amansız bir
işkencenin ya da ırza geçme olayının
kurbanı olan kişiyi normale döndürecek
genetik ve biyokimyasal müdahaleleri
hedefleyen geniş çaplı araştırmalar var.
Problem, tabii ki, bu prosedürün geçmişin izleri üzerinde daha global bir kontrol
sağlamak üzere yaygın kullanıma girmesiyle ortaya çıkıyor. Ya da zengin müstakbel ebeveynler, bugünden gelecekte
ortaya çıkabilecek suça yatkınlık, düşük
IQ gibi olası zihinsel zaaflara karşı henüz
doğmamış çocuklarının beynini taratabiliyorlar. Bu noktada iş bu prosedürün
olası bir yaygın kullanımının sonuçları ne
olacak diye sormak gerekiyor. Burada ikili
bir tuzaktan sakınmak gerek: Beynin iyi
amaçlarla temizlenmesi, hastalıklardan
ve geçmiş travmalardan korunması yollu
ütopik bir hayal ve beyne yönelik bu türden müdahalelerde insanlığın sonunu
görmek yollu bir kıyamet perspektifi…”
lıntıladığım bu kısım; Kıyametin
Versiyonları kitabında altını çizdiğim, tüyler ürperten fütüristik bir
senaryo içerisine beni hapseden kısımlardan yalnızca bir tanesi. Yanına çirkin
yazımla almış olduğum not ise şu şekilde:
“Acaba bir Şirinler Köyü kuracağız derken
ortaya çıkaracağımız yanıltıcı ve olumlu
atmosfer, doğal ve samimi kötülüklerimizi kovarak köyümüze Gargamel’i mi
çağıracak?”
A
2013/2 | Hukuk Gündemi 57 H
emen akabinde hayran olduğum bu Balkan düşünüre ait
diğer bir kitap olan “Antroposen’e
Hoşgeldiniz”i edindim. Bu kitaba da gereken saygıyı göstererek fosforlu kalemlerim ve fazladan depoladığım kafein ile
birtakım vurucu kısımlar belirleyerek bu
dahiyane eseri de anlamaya çalıştım. Bu
kitapta altını yırtarcasına çizdiğim kısım
ise şuydu:
… gelişmiş ülke çevrecilerinin büyük
mantrası olan sürdürülebilirlik kavramını da, hiçbir şeyin heba olmadığı
kapalı bir dolaşım fikri üzerine inşa edilmiş bir mit diyerek, korkmadan reddetmek gerekiyor. Problem şurada ki, tabiat
kesinlikle sürdürülebilir falan değildir;
tabiat, dev ve çılgın bir süreçtir, bu süreç
bazen atıklarını, bu atıkların mevzii olarak
ortaya çıkan ve kendini örgütleyebilen
organizmaların sonradan kullanabileceği
bir yerlere yığar (tıpkı, tabiatın muazzam
ölçülerdeki bir atığı olan petrolü insanların enerji kaynağı olarak kullanabildiği
gibi)…”
ine inanılmaz çirkinlikteki bir el
yazısıyla yanına aldığım not ise şu
şekilde: “tekelleşen sermayenin
vurgu üzerine vurgu yaptığı organiklik
hassasiyetine artık biraz şüpheyle mi
yaklaşılmalı?”
eynim yoruluyor, yüzüm gülüyor,
algılarım bir çocuk programının
sonundaki anlamsız zıplayışlara
benzer bir coşkuyla sarsılıyordu Žižek’i
okudukça. Daha sonra “İdeolojinin Aile
Miti” ve “Yamuk Bakmak” olmak üzere
diğer kitaplarını okudum ve daha
sonra görmediğim yerleri farkedebilme
umuduyla bunları kitaplığıma dizdim.
Gerçekten önemsediğim herkesin okumasını ya da en azından varlığını bilmesini bir şekilde sağladım. Hem bana
özel olmasını istediğim farkındalıklarıyla
dolu bu eserlerden kimsenin haberinin olmamasını istiyor, hem de takvim
“
yapraklarındaki fıkralar dışında herhangi
bir şeyi okumak istemeyen kişilerin dahi
Žižek’ten haberdar olmasını diliyordum.
Kendi paradoksal alemini insana doğrudan taşıyordu bu dahi ve magazinel düşünür. Yıpratıyor ama bağımlılık
yaratıyordu.
ižek’e bir kez kulak verdiğinize size
duymak istediğinizden ve görsel
açıdan kaldırabileceğinizden çok
daha fazlasını iteklemeye çalışan bir
tutum içerisinde olduğunu göreceksiniz. Ama bence bu duruma kızmayın
çünkü nispeten küstah insanlar bilimi
bizlere hediye etmiş olanlardır ve sanı-
Ž
Y
B
58 Hukuk Gündemi | 2013/2
rım nazlarını çekmek konusunda biraz
fedakarlık yapmamız gerekiyor. Hemen
şimdi Žižek’in eserlerine bulaşırsak hangi
konuda bir şeyler öğreneceğiz? İşte bu
soruya cevap verebilmek biraz zor ama
içerik torbasına elimi daldırıp çektiğimde
gelenler: insan hakları, mitler, hoşgörü,
köktendincilik ve yansımaları, küreselleşme, David Lynch, post-modernizm.
Bana sorarsanız yeni çağın beynini en
efektif şekilde kullanan adamına ve
keyifli eserlerine bir şans vermenin tam
zamanı… Ama asla yolculukta ve şezlongta değil, çalışma masanızda ve tercihen hayattan soyutlanmakta beis görmediğiniz anlarda!
KÜLTÜR SANAT ALT KURULU
GURURLA SUNAR
“HAYBEDEN DİDİŞİYORUZ”
A
nkara Barosu Staj Kurulu Kültür Sanat
Alt Kurulu, Yılmaz ERDOĞAN ve Uğur
YAĞCIOĞLU’nun kaleme aldığı ve
kadın-erken çatışmalarını konu alan skeçlerini
“Haybeden Didişiyoruz” adlı tek perdelik oyunla
sahneye taşıdı. Stj. Av. Hakan BİLGEHAN’ın yönettiği oyunda, BİLGEHAN’ın aynı konuda yazmış
aldığı skeçler de sahnelendi.
Kültür Sanat Kurulu Başkanı Stj. Av. Ecem ALTUN
ve Başkan Yardımcısı Stj. Av. Ceren KARACA’nın
projenin hazırlık süreci ile ilgili yaptığı konuşma
sonrasında, Ankara Barosu Eğitim Merkezi’nde
25.09.2013 tarihinde sahnelenen Stj. Av. Fatih
ERKAVUN ve Stj. Av. Caner GENÇER’in teknik destek verdiği oyunda, Stj. Av. Altay BOZTEPE, Stj. Av.
Ayşe Nil KÖKEN, Stj. Av. Zeynep ÖZDEMİR, Stj. Av.
Özgen ÖZKAN, Stj. Av. Emre ÖZTÜRK, Stj. Av. İrem
TÜFEKCİ, Stj. Av. Serkan ÜNAL, Stj. Av. Emre Burak
ONAT ve Stj. Av. Hakan BİLGEHAN rol aldı.
2013/2 | Hukuk Gündemi 59 OYUNCU GÖZÜNDEN
Stj. Av. Hakan BİLGEHAN
Adliye koridorlarından ABEM sıralarına uzanan staj macerasında, bir nebze de olsun gülmek
için neden oluşturmak istedik. Bu sayede “Haybeden Didişiyoruz” sahnedeydi. Ankara Barosu
Staj Kurulu Kültür Sanat Alt Kurulu faaliyetleri
çerçevesinde ilk kez stajyer avukatlar olarak bir
tiyatro oyunu sahnelemeye karar verdik. Başta
çok gerçekçi gelmemişti aslında, fakat stajyer
olmak; çalışmak, çalışmak ve çalışmak demek
olduğundan kararla yola çıkarak inancımızı
ortaya koyduk. Öncelikle seçilecek oyuna ve bu
oyunu nasıl sahneye koyacağımızın kararlaştırılmasına ihtiyaç vardı. Naçizane olarak geçmişteki
deneyimler sayesinde çok değerli iki yazarın çok
önemli metinlerinden oluşan bir kolaj çalışmasını yapmaya karar verdik. Usta kalemler Yılmaz
Erdoğan ve Uğur Yağcıoğlu’nun yazmış olduğu
metinlerden kısımları “Haybeden Didişiyoruz”da
birleştirmeye karar verdik…
Buraya kadar her şey güzel ilerliyordu fakat
tiyatrolaştırmak ve bunu stajyerler olarak ortaya
koymak sanıldığı kadar kolay değildi. Mevcut kurul
üyeleri bu işe fazlasıyla istekliydiler. Kimi daha
önce sahne tozunu yutmuş fakat hukuk kitaplarına gömülerek sahneden epeyce uzak kalmıştı,
60 Hukuk Gündemi | 2013/2
kimi ise hep heves ederek istemiş ama bir türlü
sahnede olamamıştı. Şimdi elimizde imkânlar varken herkes taşın altına elini soktu ve projeye hayat
vermiş oldu. Diğer arkadaşlardan bir adım öne
çıkarak bu projeyi sahneye koymak için gönüllü
oldum ve bu doğrultuda çalışmalara başladık.
Önce gerçek birer arkadaş ve dost olduktan sonra
paylaşımların en güzeli olan sahneye ayak bastık.
Okuduk, okuduk, okuduk… Belki sayısızca çalışma
yaptık, yeri geldi gece yarıları ABEM’den çıkarak
evlerimizin yolunu tutturduk. “Avukatlık soysal bir
meslektir.” demişti çok değerli bir danışmanımız.
Bizler, avukat adayı stajyerler olarak mesleğe hazırlık sürecinde bir nebze de olsun insanları eğlendirip güldürmeye karar vermiştik. Aslına bakarsanız
bazı kişilerin “Ne gerek var, siz avukat olacaksınız,
tiyatro filan boş iş!” dediklerine şahit oldum. Hiç
aksatmadık stajımızı, hiç aksatmadık işlerimizi.
Mesailerimiz biter, ABEM’e gelirdik çalışmalarımızı
yapardık ama ne kadar geç çıkarsak çıkalım sabah
hiç geç kalmazdık. Eleştirel olan birkaç ses daha da
kamçılıyordu aslında beni. Uzun zaman ter akıtıp
kazandığı davayı kazanan bir avukatın mutluluğu
gibiydi oyun sonrası aldığımız alkış ve tebrikler…
İZLEYİCİ GÖZÜNDEN
Stj. Av. Başak AKGÜN
Ankara’da yazdan kalma bir eylül akşamı…
Yavaşça yanakları kızaran yaprakların rüzgârına
heyecanlı bir müzik sesi karışıyor. İş çıkışları, gün
yorgunlukları, uzun düşünceler, yerini siyah içindeki renklere bırakıyor bir anda. Cübbeler çıkartılıyor, sahne kararıyor. Sıhhiye’de, adliyenin ışıkları
kapanıyor. Tüm dava dosyaları tozpembe oluyor
o an, insan usulca dönüp kendini yargılıyor bu
kez, “Davacıyım hâkim bey!” diyor içimizdeki ses
birden bire… Kadın erkek ilişkileri, alışkanlıklarımız, alışamadıklarımız, yüksek sesle, bağır çağır
yüzümüze vuruyor o akşam, “gereği düşünülüyor”
ve insan en çok sevdiğini yargılıyor.
Ankaralı tiyatro severler bilir; efendim tiyatro
sezonu ekimde açılır. Peki ya şimdi neredeyiz?
Bu heyecan dolu gencecik bakışlar, ışıklar, dekor,
sahne, perdeler de nereden çıktı? demeyiniz lütfen. Hepimiz kendi hayatlarımızı yaşarken birilerinin bize bizi anlatması gerekir bazen; öyle
ya, tiyatro çok kişilik yaşamak değil midir? İşte
tam da bu yüzden, karşımızda tatlı bir telaş içerisinde, küçücük ve milyonlarca biz gibi duran
Ankara Barosu Staj Kurulu Kültür Sanat Alt Kurulu,
hayattan çalınmış bir parça mutluluğu gururla
sunuyor…
İnsan, en çok sevdiğini yargılıyor demiştik; sahi,
biz niçin didişiyoruz?
2013/2 | Hukuk Gündemi 61 VI. STAJYER
AVUKATLAR
KURULTAYI
62 Hukuk Gündemi | 2013/2
B
u yıl altıncısı düzenlenen Stajyer Avukatlar
Kurultayı İstanbul Barosu tarafından 2-3
Kasım tarihlerinde Bakırköy Adalet Sarayı
Konferans Salonunda yapıldı.
29 Baronun temsilcilerinin katıldığı Kurultay, ilk
gün saat 10.00’da TBB Başkan Yardımcısı Av. Berra
Besler, İstanbul Barosu Başkanı Av. Doç Dr. Ümit
Kocasakal ve SEM Yürütme Kurulu Başkanı Av.
Muazzez Yılmaz tarafından yapılan açılış konuşmalarıyla başladı.
Divan Başkanlığını SEM Yürütme Kurulu
üyesi Av. Necmi Şimşek’in yaptığı Kurultay’ın ilk
gününde katılımcı Baro temsilcileri avukatlık mesleğine kabulde sınav ve staj eğitimi konularındaki görüş ve önerilerini dile getirdiler. Baroların
sunumları arasında özellikle Adana Barosu’nun
hazırlamış olduğu kısa film dikkat çekti.
3 Kasım Pazar günü ise Karabük Barosu
Başkanı Av. Rıdvan Erdoğan, İstanbul Barosu
Yönetim Kurulu üyesi Av. Füsun Dikmenli, SEM
Yürütme Kurulu üyesi Av. Prof. Dr. Serap Keskin
Kiziroğlu tarafından Kurultay çalışmasına dair
değerlendirmeler yapıldı.
Kurultaya katılan Baroların temsilcilerinin
hazırladığı ve oybirliğiyle kabul edilen Türkiye 6.
Stajyer Avukatlar Kurultayı Sonuç Bildirgesinin
okunmasının ardından, İstanbul Barosu Başkan
Yardımcısı Av. Mehmet Durakoğlu’nun kapanış
konuşmasını yaptığı Kurultay, katılım sertifikalarının takdim edilmesiyle sona erdi. Av. Mehmet
Durakoğlu konuşmasında Hukuk Gündemi’nde
daha önce yayınlanmış bir yazıya atıfta bulundu.
İstanbul Barosu önceki Başkanlarından Av.
Kazım Kolcuoğlu, 7. Stajyer Avukatlar Kurultayı’na
Kahramanmaraş Barosunun ev sahipliği yapacağını kura ile belirledi.
2013/2 | Hukuk Gündemi 63 Öncelikle kurultayın konusu olan avukatlık
sınavı hakkındaki düşüncelerimizden bahsetmek
istiyoruz.
Hepimizin bildiği gibi Türkiye Barolar Birliği
Yönetim Kurulu, avukatlık stajına başlayabilmek
için “staja kabul değerlendirmesi” ve avukatlık mesleğine kabul için “staj yeterlilik değerlendirmesi”nde
başarılı olma koşullarını getiren yönetmelik değişikliğini kabul etmiştir.
Peki, avukatlık sınavını ihtiyaç
haline getiren sebepler nelerdir?
Hukuk fakültelerindeki artış nedeniyle
verilen eğitimin niteliği:
ANKARA BAROSU ADINA
STJ. AV. BEYZA UYGUN’UN
KONUŞMASI
S
ayın Barolar Birliği Başkan Yardımcım, Barolar
Birliğinin değerli yönetim kurulu üyeleri, sayın
baro başkanlarım, baroların temsilcileri ve
sevgili stajyer avukat arkadaşlarım sizleri Ankara
Barosu adına saygıyla selamlıyorum.
Üniversiteden mezun olmuş; çalışma hayatına
yeni atılmış bizlerin mesleğe adım attığı yerdir
barolar. Hukuk fakültesinden mezun olabilmek için
hepimiz emek vermişizdir. İşin zor, engebeli kısmını
aştığımızda, artık her şeyin daha kolay olacağını
düşünmüşüzdür.
Farklı ideallerimiz olsa da, hepimiz baroların
yolunu tutarız. Yaşımız kaç olursa olsun, hepimizin içi kıpır kıpırdır. Bunun sebebi, bazılarımız için
hayallerine ulaşmanın verdiği hazken, bazılarımız
için de zihnimizde yeni hayallere yelken açmanın
verdiği heyecandır.
Ankara Barosu stajyer avukatları olarak bu heyecanımızı kaybetmeden avukatlık mesleğinin kalitesini arttırmak için avukatlık sınavı ve staj eğitiminin
nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerimizi
bu kurultay vesilesi ile ifade etmek için buradayız.
64 Hukuk Gündemi | 2013/2
Her geçen yıl hukuk fakültesi sayısıyla birlikte
kontenjanlar da artmaktadır. Bu durum eğitimin
kalitesinin düşmesine sebep olmakta ve fiziki
yetersizlikler de eklenince derslere aktif katılım
sağlanamamaktadır. Birçok hukuk fakültesinde
iki yüz - üç yüz kişilik sınıflarda, sadece anlatıma
dayalı olarak ders yapılabilmekte, öğrenci - öğretim üyesi diyalogu kurulamamakta, öğrencilerin
derse katılımları sağlanamamakta, tartışma ortamı
oluşturulamamaktadır.
Hepimizin bildiği üzere, alanımızda teori ile
uygulama birbirinden kopuk durumdadır. Hukuk
fakültelerinde bizlere genellikle teorik bilgiler verilmekte, uygulamada karşılaşılan sorunlar, gelişmeler
yeterince aktarılamamaktadır. Bu sebeple basit bir
dava dilekçesi bile hazırlayamayacak halde mezun
olmaktayız. Derslerde öğrendiklerimizi, uygulamayla karşılaştırma imkânına sahip olmamız gerekir. Bu bağlantıyı kuramadığımız için yaptığımız,
anlatılanları ezberlemekten öteye gidememektedir.
Bu yıl farklı platformlarda dile getirildiği gibi,
hukuk eğitimi, hukuk fakültelerinde verilen temel
eğitim, meslek öncesi ve meslek içi eğitimleri
olmak üzere üç ana başlık altında toplanmalıdır.
Türkiye’deki hukuk eğitiminin kalitesi, yargı sistemini doğrudan etkilemektedir. Hukuk eğitiminin
en temel amacının hukukçuyu hukukun üstünlüğü inancıyla yetiştirmek, onu hukukun üstün ve
evrensel değerleriyle tanıştırmak olması gerekir.
Modern, uygulamalı eğitim ve öğretim metotlarının uygulanmasında geç kalınmasının nitelikli ve
çağı okuyan hukukçu yetiştirmeye engel olduğu
da aşikârdır.
Stj. Av. Beyza UYGUN, Av. Soner ALPER
Hukuk fakültesindeki eğitim ile birlikte öğrencilerin de avukatlığa bakış açılarının da değişmesi
gerekmektedir. Avukatlık sınavını ihtiyaç haline
getiren sebeplerden biri olarak:
“En kötü ihtimalle avukat olurum” düşüncesi:
Hukuk fakültelerinin tercih edilmesinde bu düşüncenin etkisi çok fazladır. Fakülteden mezun olduktan sonra iş bulma sorunu yaşamam, bir kuruma
giremezsem, hakim veya savcı olamazsam avukat
olurum düşüncesi hukuk öğrencileri arasında azımsanamayacak kadar çoktur. Şöyle ki Ankara Barosu
staj eğitimi grubumda yaklaşık 30 kişi içinde avukatlık yapmak isteyen var mı sorusuna sadece 4
kişi evet dedi.
Avukat olmak istemeyen hukuk fakültesi mezunları dahi hiç düşünmeden avukatlık stajlarını başlatmaktadır. Stajyer avukatların çokluğu staj eğitiminin
kalitesini de doğrudan etkilemekte ve staj eğitiminde, baroların fiziki imkânlarını zorlamaktadırlar.
Bir bakıma kendi arkadaşlarımız tarafından iyi birer
avukat olma hakkımız elimizden alınmaktadır.
Diğer bir neden;
“İşçi Avukat” kavramının ortaya çıkışı
Hukukçu mezun sayısının artışı piyasadaki rekabeti
artırmakta bununla birlikte avukatlar, sosyal ve ekonomik nedenlerle serbest avukatlık yapmaya cesaret edememektedirler. Bazı avukatlar bir avukatlık
bürosu bünyesinde, bir meslektaşına bağlı olarak
çalışmakta bu neticede “işçi avukat” kavramı ortaya
çıkmaktadır. Burada bir genelleme yapmak elbette
yanlış olacaktır ancak “İşçi avukat”ın bağımsızlığı ve
serbestliğinden söz etmemiz her zaman mümkün
değildir. Böyle çalışma ortamlarında çoğu zaman
ekonomik açıdan doğan sorunların yanı sıra işçi
avukatlar fikirsiz bırakılmakta, işini bir tekniker gibi
gerçekleştirmesi istenilmektedir. Bu durum avukatların mesleğe ve kendilerine olan saygılarını kaybetmelerine yol açmaktadır.
Avukatlık sınavını ihtiyaç haline getiren başlıca
sebepler bunlardır. Asıl problemin eğitim sisteminde
olduğu aşikâr. 4 yıllık hukuk fakültesi eğitiminin süresinin artırılması, uygulamaya yönelik staj dönemlerinin eğitim süresine dâhil edilmesi eğitimin kalitesini
artırabilir. Bunu Tıp Fakültelerindeki eğitime benzetebiliriz. İnsan sağlığı kadar önemli olan savunma
2013/2 | Hukuk Gündemi 65 hakkının temsilcisi olmak ciddi bir eğitim gerektirir.
Ancak biliyoruz ki, bütün eğitim sistemini değiştirmek şu an elimizde değil. Bu açıdan ivedilikle alınması gereken önlem, mesleki yeterlilik sınavlarıdır.
Avukatlık sınavına ilişkin olarak ise,
Öncelikle bir avukatta olması gereken
ve sınavla ölçülebilecek nitelikleri tespit
etmek gerekir. Nedir bu nitelikler?
•
İyi bir hukuk bilgisine sahip olmak,
•
Hukuk kurallarını doğru bir biçimde yorumlamak ve olaylara uygulayabilmek,
•
Karşılaşacağı hukuki olayı, hakkaniyete uygun
bir biçimde çözebilmek,
Peki, avukatlık sınavı nasıl olmalıdır?
TBB’nin kabul ettiği Yönetmelik’e göre avukatlık
sınavı “Staja kabul değerlendirmesi” ve “Staj yeterlilik
değerlendirmesi” olmak üzere iki aşamalı yapılacaktır.
Stajyer avukat adayının staja
kabul değerlendirmesi
Otuz puanlık Türkçe, mantıksal akıl yürütme ve genel
kültür soruları, kalan yetmiş puanlık kısımda ise alan
bilgisi soruları olacak şekilde düzenlenecektir.
Staj yeterlilik değerlendirmesi ise;
Otuz puanı mantıksal akıl yürütme, yetmiş puanı
avukatlık hukuku ve meslek kurallarına ilişkin sorulardan oluşmak üzere toplam yüz puan üzerinden
yapılacaktır.
Özellikle “mantıksal akıl yürütme soruları”nın ve
“hukuk felsefesi ve hukuk sosyolojisinin” alan bilgisi
kapsamına alınması dikkati çekmektedir. Bu konulardan soru gelecek olması avukatlık sınavının, diğer
sınavlardan ayırt edici olmasını sağlayacaktır.
Bir avukatın sahip olması gereken muhakeme
yeteneği, okunan metnin doğru yorumlandığının tespiti mantıksal akıl yürütme soruları ile
sağlanabilecektir.
Hukuk fakültesi mezunu, hukuk felsefesini, hukuk
kavramının mahiyetini öğrendiği takdirde hukukçudur. Aksi halde hukuk teknisyenidir. Hukuk felsefesinin temel disiplinleri, muhakeme yeteneğini
geliştirir. Hukukun temel ilkelerinin detaylarına inilip
toplum hizmetine sunulması en çok hukuk felsefesini ilgilendirir. Hukuk düşünürlerine göre, hukukun ne olduğu, kanun koyucuya hangi ilkelerin yol
66 Hukuk Gündemi | 2013/2
göstereceği hukuk felsefesinin konusudur.
Aynı şekilde hukuk sosyolojisinin de sınavda yer
alması büyük bir öneme sahiptir. Hukuk kurallarının sonucu olan kararların uygulanmasının insan
hayatında doğurduğu sonuç, sosyal ve ekonomik
şartların hukuk kurallarının teşekkülünde oynadığı
rol, sosyolojik nedensellik hukuk sosyolojisi içinde
incelenen konulardır. Türkiye Barolar Birliği’nin bu
iki dersi alan bilgisi kapsamına alması çok yerinde
bir adımdır.
Bu niteliklerinin yanında Avukatlık Sınavı “ezber”
ile geçilen sınavlardan olmamalıdır.
Sınav, objektif bir değerlendirmeyi sağlayabilmesi
açısından test usulü yapılacaktır. Ancak test usulü
“ezberle yap” usulü olmaktan çıkmalı, sorular hazırlanırken özen gösterilmelidir. Her ne kadar soruların
hazırlanmasında özen gösterilecek olsa da staj kabul
değerlendirmesinden ziyade staj yeterlilik değerlendirmesinde test usulü yapılacak olan sınav, bir
zaman sonra kendisini tekrar etmeye başlayacaktır.
Avukatlık hukuku ve meslek kurallarına ilişkin sorular,
kapsamları nedeniyle fazla genişletilemeyecektir.
Bu açıdan mantıksal akıl yürütme sorularının büyük
bir dikkatle belirlenmesi; yorumun, algının, doğru
düşünmenin ciddi oranda değerlendirilmesi gerekir. Zira kendini tekrar edecek bir sınavda zamanla
sorular ezberlenecek, burada eleyici olan mantıksal
akıl yürütme soruları olacaktır.
Ancak şunu da belirtmek isteriz ki; Türkiye Barolar
Birliği tarafından Avukatlık Staj Yönetmeliğine bu yıl
eklenen stajyerin, stajının dokuzuncu ayından itibaren yeterlilik değerlendirmesine girebileceği hükmüne katılmıyoruz. Şöyle ki; dokuzuncu ayında bu
sınava girmiş ve başarılı olmuş bir stajyer avukatın,
stajının kalan bölümünü bu sınavı başarmış olmanın
verdiği rehavetle verimli bir şekilde geçirmeyeceğini
düşünüyoruz. Bize göre olması gereken diğer benzer
uygulamalarda olduğu gibi staj eğitimi sonunda bu
değerlendirme sınavının yapılmasıdır.
Ve Kurultayın bir diğer konusu olan Staj Eğitimi:
Staj Eğitimini, barolar tarafından yapılan ve avukat
yanı stajı olarak değerlendirmek yerinde olur.
Barolar Tarafından Verilen Staj Eğitimi
Staj eğitiminin arz ettiği önem dolayısıyla eğitimin
nasıl ve kimler tarafından verileceği ciddi bir husustur. Avukatlık Kanunu tarafından avukatlık mesleğini
geliştirmek görevi barolara verilmiştir.
Bizler Ankara Barosu stajyerleri olarak, önceki
yıllarda da belirttiğimiz üzere aldığımız eğitimin
kalitesinin farkındayız. Ancak mevcut olan bu kaliteyi
daha yukarı taşımak, mükemmel hale getirmek ve
barolarda yeknesak staj eğitiminin olması amacıyla
önerilerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz:
•
Hukuk fakültesi öğrencilerinin, mezun olmadan
barolarca ön staja teşvik edilmesi,
•
Avukatlık mesleğinin aynı zamanda halkla
ilişkiler ve iletişim mesleği olması nedeniyle
uygulamalı olarak dava süjelerini daha iyi anlamak amacıyla kişisel gelişim, stres yönetimi,
isteklendirme teknikleri, beden dili ve diksiyon
eğitiminin tüm baroların staj eğitimine dâhil
edilmesi,
•
Başta hukuk İngilizcesi olmak üzere, diğer
yabancı dillerde hukuk eğitiminin barolarca
ücretsiz verilmesi,
•
Barolarca verilen seminerlerde eğitmen olarak
görev alacak avukatların formasyon eğitimi
alması,
•
Hukuk atölyesi çalışmalarının yapılması,
•
Mevzuat değişiklerine yönelik seminer eğitimlerinin verilmesi,
•
Yurtdışı stajyer avukat değişim programlarının
düzenlenmesi,
•
Uygulamaya yönelik dilekçe yazım tekniklerinin
eğitim programlarına dahil edilmesi,
•
Baro eğitim merkezlerinde kurgusal duruşma
yapılması,
•
Kültür sanat faaliyetleri ile stajyer avukatların
fikren gelişmeleri ve de sosyalleşmelerinin
sağlanması.
Avukat Yanı Stajı Dönemi
Ayrıca staj eğitiminden sadece Baro değil, ikinci altı
aylık stajımızı yanında yaptığımız avukat da sorumludur. Stajyer avukatların büyük bir bölümü “ucuz iş
gücü” olarak kullanılmakta, yetişmeleri için gerekli
katkı ve yardım sağlanmamaktadır. Kendisini geliştirmek isteyen stajyer avukatların ağır iş yükü nedeniyle zaman bulamamaları, sadece çalıştırıldıkları
inkâr edilemez bir gerçektir. Bu açıdan staj eğitiminde yanında stajyer avukat çalıştıran avukatların
sıkı bir şekilde denetimlerinin yapılması belki bu
durumu iyileştirir. Bu nedenle avukatların meslektaş
yetiştirmenin verdiği hazzı hissetmelerini, stajyer
avukatlara daha fazla önem vermelerini istiyoruz.
Baroların, yanında staj yapılan avukatlar ile işbirliği
içinde bu dönemde çalışmalarının yararlı olacağını
düşünüyoruz.
Staj eğitiminin geliştirilmesi ve avukatlık sınavının getirilmesi herkesin ihtiyacı, herkesin umudu
ve sonucu olan, avukatlık mesleği için zorunludur.
Hukuk olmayan denizde yüzen ama boğulamayan
ve zorunlu olarak o dalgalarla yaşamak zorunda olan
avukatlar savunmanın vazgeçilmez ve değiştirilemez
en önemli sac ayağıdır.
Avukatlığa, hukuka, zamanın diğer devlet adamlarından farklı olarak büyük önem veren ve bugünün
avukatlık mesleğinin özgür ve bağımsız oluşunun
temel yapısını oluşturan Ulu Önder Atatürk’ün dediği
gibi; “Her şey kanun yapmaktan ibaret değildir.
Aksine her şey o kanunları uygulamak ve uygulattırmaktan ibarettir. Uygulayan, yerine getiren, daima
karar verenden daha kuvvetlidir.”
Bırakın adalet yerini bulsun isterse kıyamet
kopsun!
KURULTAYA KATILAN BAROLAR
ADANA BAROSU
AĞRI BAROSU
AKSARAY BAROSU
ANKARA BAROSU
ANTALYA BAROSU
AYDIN BAROSU
BALIKESİR BAROSU
BOLU BAROSU
BURSA BAROSU
DENİZLİ BAROSU
DİYARBAKIR BAROSU
ESKİŞEHİR BAROSU
GAZİANTEP BAROSU
HATAY BAROSU
ISPARTA BAROSU
İSTANBUL BAROSU
İZMİR BAROSU
KAHRAMANMARAŞ BAROSU
KARABÜK BAROSU
KAYSERİ BAROSU
KIRIKKALE BAROSU
KONYA BAROSU
MANİSA BAROSU
MUĞLA BAROSU
SAKARYA BAROSU
SİVAS BAROSU
ŞANLIURFA BAROSU
UŞAK BAROSU
ZONGULDAK BAROSU
2013/2 | Hukuk Gündemi 67 TÜRKİYE VI. STAJYER AVUKATLAR KURULTAYI SONUÇ BİLDİRGESİ
Staj Eğitimi ve Staj Sonrası İlk Yıllar:
1- Hukuk fakültesi sayısının ve kontenjanlarının
hukukçu ihtiyacının üzerinde artmış olması nedeniyle; sayının ihtiyacı karşılar bir seviyeye çekilmesi
konusunda girişimlerin yapılması önemlidir.
2- İlk 6 ayki adliye stajının daha etkin ve öğretici
olabilmesi için TBB tarafından Adalet Bakanlığı ve
Adli Yargı Komisyonu (hakimler/savcılar) nezdinde
gerekli girişimler yapılmalıdır. Bu süreçte mahkeme kalemlerinde stajyer avukatlara staj eğitimi
ile bağdaşmayan işlemler yaptırılmaması adına
gerekli yönde düzenlemeler getirilmelidir. Stajyer
avukatlar için adliyede kendilerine özgü bir cübbe
belirlenmelidir.
3- Baroların ikinci 6 aydaki avukat yanı stajının
yapılacağı avukatların belirlenmesinde 5 yıllık kıdem
şartı ile yetinilmeyip, stajyer yetiştirmeye uygun
ortamın olup olmadığı ayrıca araştırılmalı ve staj
süresince denetlenmelidir. Stajyer kabul edecek
avukatların, stajyerin yetiştirilmesi konusunda eğitim
almaları düşünülmelidir.
4- Staj bitiminde alınan ruhsat ücreti asgari
düzeye çekilmeli veya kaldırılmalı ve staj bitiminden itibaren en geç 15 gün içerisinde ruhsatlar avukatlara teslim edilmeli ve ruhsat bekleme süresi
içerisinde stajyer avukatların yapabilecekleri işleri
yapmaya devam etmesini sağlayacak girişimlerde
bulunulmalıdır.
5- Staj dönemi boyunca stajyer avukata verilecek
ücretleri TBB karşılamalı ve bu ücret en az asgari
ücret düzeyinde olmalıdır. TBB tarafından verilen staj
kredileri, kredi geri ödemesinin süresinin sonunda
(bugün için 2 yıl) avukatlık mesleğine devam etmesi
koşulu ile karşılıksız hale getirilmelidir.
6- Stajın avukat yanında yapılacak olan kısmında
stajyer avukatların yaptığı işler barolar tarafından
denetlenmelidir. Staj süresince düzenli periyotlarla stajyer avukat tarafından ihtiyari görüş niteliği taşıyan stajı hakkında rapor sunabilme imkanı
tanınmalıdır.
7- Baroların tercihen kendi staj eğitimi merkezi
olmalı ve eğitim içeriği teori değil pratiğe dayanmalıdır. Bazı özellikli konuların (drama, yöneticilik, diksiyon, iletişim, mesleki yabancı dil, temel muhasebe
ve kurgusal duruşmalar) her bir coğrafi bölgede
oluşturulacak bölgesel staj eğitim birimlerinde ele
68 Hukuk Gündemi | 2013/2
alınması düşünülmelidir. Staj eğitim merkezi bulunmayan barolara, bölgesel staj eğitim birimlerinin
diğer konularda da destek vermesi sağlanmalıdır.
8- Mesleğin ilk yıllarında ekonomik sorunlar
yaşanacağı açık olmakla; ilk defa bürolarını açacak olan avukatlara kredi desteği TBB tarafından
sağlanmalıdır.
9- 1136 sayılı Avukatlık Kanunu gereğince staj
süresinin uzatılmasına yönelik yönetim kurulu kararlarının kesin olduğu yönündeki ifadenin idarenin
her türlü işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu ilkesine aykırı olup kaldırılması
gerekmektedir.
10- Mesleğe yeni başlayan avukatlara belli süreyle
baro aidatı muafiyeti sağlanmalı ve barolara giriş
ödeneği kaldırılmalıdır.
11- CMK ve Adli yardım yönetmeliği gereğince
avukat görevlendirilen işlerde, mesleğe yeni başlayan avukatlara öncelik tanınmalıdır.
12- Staj dönemi boyunca sadece genel sağlık
sigortası değil uzun vadeli sigorta kolları primleri
de ödenmelidir.
13- TBB bünyesinde Stajyer avukatların temsiline
yönelik bir organ oluşturulmalıdır.
Avukatlık Sınavı ve Yönetmelik Değişikliği
ile Önerilen Staj Kabul Değerlendirilmesi ile
Staj Yeterlilik Değerlendirmesinin İçeriği:
1- TBB tarafından hazırlanan 1136 sayılı Avukatlık
Kanunu’na eklenmesi düşünülen avukatlık sınavı
önerisinin savunma mesleğinin gelişimine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
2- Avukatlık Staj Yönetmeliği’nde değişiklik yapılmasına dair yönetmelikteki “Staja Kabul” ve “Staj
Yeterlilik” değerlendirmelerinin, başka kuruluşlar
tarafından değil TBB bünyesinde oluşturulacak bir
değerlendirme birimi tarafından yapılmalıdır.
3- Staja kabul esnasında, puanın yanı sıra kontenjan sınırlaması da yapılmalıdır.
Bundan sonraki ilk Stajyer Kurultay’ındaki açılış
konuşmasında bu bildirgenin okunması ve bu kurultay sonuç bildirgesindeki taleplerin hangilerinin karşılandığını, hangilerinin ve neden karşılanamadığına
ilişkin TBB tarafından yapılan açılış konuşmasında
bir değerlendirme yapılması yönündeki bir teamül
oluşmalıdır.
DİSİPLİN
KOVUŞTURMASINDA
AVUKATIN SAVUNMA HAKKI
Av. Çağatay GÜVEN
A
nayasa’nın 36. maddesinde; “Herkes, meşrû
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak
iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”
biçiminde yer alan savunma hakkı, II. Dünya Savaşı’nın
ardından çağdaş ülkelerin anayasalarında yapılan
değişikliklerle, insanın dokunulamaz, devredilemez,
vazgeçilemez temel hak ve özgürlüklerinden biri
olarak kabul edilerek güvence altına alınmıştır.
Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10.
maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6.
maddesinde olmak üzere pek çok uluslararası ve
bölgesel düzeydeki sözleşme ile korunan evrensel
değerler arasında girmiştir.
O halde Anayasa’nın “Milletlerarası Andlaşmaları
Uygun Bulma” başlıklı 90. maddesini dikkate alındığında savunma hakkının gerek Anayasa gerekse
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile
güvence altına alındığını söyleyebiliriz.
Savunma hakkı dar ve geniş olmak üzere iki açıdan
ele alınmaktadır. Dar anlamda savunma hakkı, sanığa
atfedilen iddiaya karşı cevap verme hakkı olarak
tanımlanmaktadır. Bu anlamda savunma hakkından,
sadece isnat altındaki sanığın savunma hakkı olduğu
anlaşılmaktadır. Geniş anlamda savunma hakkı, iddia
ve isnatta bulunmak, iddia ve isnadı karşılamak hakkı
olarak anlaşılmaktadır. Bu durumda savunma hakkı,
ceza hukuku anlamında, sadece sanığa yöneltilen
isnada karşı cevap vermekle sınırlı kalmamakta, bir
başka ifadeyle tüm yargılama hukukunu ilgilendiren
2013/2 | Hukuk Gündemi 69 savunma hakkının hamili hem davalı hem de davacı
kişi veya kişiler olmaktadır.1
Anayasamızda savunma hakkı “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddede düzenlenmiştir. Madde
metninden anlaşılacağı üzere, iddia ve adil yargılanma hakkından ayrı olarak, ancak hak arama hürriyeti çatısı altında ve taraf ayrımı gözetmeksizin herkesin yaralanabileceği temel bir hak olarak güvence
altına alınmıştır.
Anayasa’nın 36. maddesi ile savunma hakkı yargı
erkiyle bağlantılı kılınmıştır. Madde metninde yer alan
1 Zeki Hafızoğulları “Genel Çizgileriyle Savunma Hakkı”, Ankara Barosu
Dergisi Sayı 1, Tarih 1994
70 Hukuk Gündemi | 2013/2
“yargı mercileri önünde” ibaresi dikkate alındığında
bu hakkın münhasıran yargı erkine bağlı bulunduğu
görülmektedir. Böylece yargı erkinin gereği olmadan
veya yargı erkine dayalı olmadan yapılan işlemlerin
taraflarının veya muhataplarının savunma haklarından
söz edilemeyeceği düşünülebilir. Bu durumda her
ne kadar ceza yargılamasına benzetilirse benzetilsin
disiplin kovuşturmasında savunma hakkının kullanılıp
kullanılamayacağı sorunu ortaya çıkmaktadır.
Disiplin soruşturması, adli bir öneriyi gerektirmeyen, kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesine
engel olan, kamu yönetiminin uyulmasını zorunlu
kıldığı ve yapılmasını yasakladığı kurallara uymayan memurların, söz, fiil ve davranışları dolayısıyla
bu durumu aydınlatmak ve gerçek durumu ortaya
çıkartmak için bilgi-belge toplayarak yapılan araştırma,
inceleme ve değerlendirme işi olarak tanımlanabilir.2
Disiplin kovuşturması ise kamu hizmetlerinin
yürütülmesi sırasında kamu idaresinin iç düzenini
korumak ve devamını sağlamak için bunu bozucu
davranış gösterenler hakkında yapılan disiplin soruşturmasından sonra, işlenen eylemin meslekten veya
memuriyetten çıkarma cezasını gerektirmesi halinde
başlatılan kovuşturma biçimidir.
Bu tanımdan hareketle disiplin kovuşturmasının
2 T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayın No:
2009/400
idarenin kendi iç denetimi ile ilgili olduğu, idarenin tüm işlemleri gibi disiplin kurullarının işlemleri
de idari işlem niteliğinde olduğu (AY m. 125, 129)
dolayısıyla disiplin kurullarının ne bir yargı mercii ne
de yaptıkları faaliyetin bir yargı faaliyeti niteliğinde
olmadığı sonucu akla gelmektedir.
Kuruluşları ve çalışma usulleri özel kanunlarla
düzenlenen bazı meslek mensuplarına ve memurlara da kendi özel kanunlarında belirtilen disiplin
kovuşturması usulü uygulanmaktadır.
Nitekim avukatlar hakkında başlatılacak disiplin
kovuşturmasında izlenecek usul ve esaslar 1136
sayılı Avukatlık Kanunu’nun 137. maddesinde; “Avukatlar hakkında yapılacak kovuşturmalarda, isnat
olunan hususun avukata açıkça ve yazılı olarak
bildirilmesi, yazılı savunmasının istenmesi ve bu
savunma için en az on günlük bir süre tanınması
zorunludur” hükmü ile yer almaktadır.
Konuya ilişkin Türkiye Barolar Birliği’nin Disiplin
Kurulu kararında; “Şikâyetli avukat hakkında başlatılan disiplin kovuşturmasında ise Avukatlık Yasasının
137. maddesi uyarınca şikâyetli avukata isnat edilen
husus açıkça ve yazılı olarak bildirilmemiş, yazılı
savunmasının istenmemiş ve bu savunma için en
az on günlük süre ise tanınmamıştır. Bu hükme
uyulmadan bir karar verilmesi savunma hakkının
kısıtlanması sonucunu doğurduğundan, yasaya
aykırıdır.
Bu nedenle, Avukatlık Yasasının 137. maddesi
uyarınca, şikâyetli avukata isnat olunan husus açıkça
ve yazılı olarak bildirilmesi, yazılı savunmasının istenmesi ve bu savunma için en az on günlük süre verildikten sonra oluşacak duruma göre bir karar verilmesi için Baro Disiplin Kurulu kararının bozulmasına
karar vermek gerekmiştir” hükmü yer almaktadır.3
Sonuç itibariyle, disiplin kurullarının yargı mercii
olmadığı, yaptıkları faaliyetin yargı faaliyeti olmaksızın
salt idari işlem niteliğinde olduğu, dolayısıyla yaptıkları
faaliyetin yargı denetimine tabi olduğu ve Anayasa’nın
36. maddesinin lafzı dikkate alındığında savunma hakkının, sadece yargı mercileri önünde kullanılabileceği
düşünülse dahi, avukatlar hakkında yapılacak disiplin
kovuşturmasının usul ve esasları 1136 sayılı Kanunla
düzenlenmiş olup, disiplin kovuşturması esnasında
savunma hakkının kısıtlanması usul ve yasaya aykırılık
teşkil etmekte ve Kanun’un 137. maddesi Anayasa’nın
ruhuna uygunluk arz etmektedir.
3 TBB Disiplin Kurulu T.28.11.2008, E:2008/345, K:2008/479
2013/2 | Hukuk Gündemi 71 72 Hukuk Gündemi | 2013/2
Prof. Dr. Yahya Kâzım ZABUNOĞLU
ile Röportaj
Röportaj: Av. Kemal Cihat BİNİCİ – Stj. Av. Selcen BAYÜN – Stj. Av. Onur YAYLACI
Fotoğraflar: Stj. Av. Emre Burak ONAT
2013/2 | Hukuk Gündemi 73 “ZABUNOĞLU” denildiğinde Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesinde deprem etkisi olmuştur. Herkesin dilindedir ZABUNOĞLU’nun sınavına bavul ile
kaynak getiren hukuk öğrencisi. Bütün bu efsaneler
bir yana ZABUNOĞLU’nu ZABUNOĞLU yapanları
öğrenmek istedik. Düşüncelerine dokunabilmek
ve her şey ile ilgilenebilen bir insan olmayı, gelecekte bir Hukukçuya dönüşmek için neler yapmamız
gerektiğini ucundan keşfetmek istedik. İnsanca yaşamak istedik, paylaşmak istedik, paylaşarak çoğalmak
istedik, Hukuk’u farklı açılardan keşfederek Hukuk’u
ilerletelim istedik. Bizler yaşayan bir çağa tanık olmak
sizleri de tanık etmek istedik. Umarız bizlerle birlikte
bu seyahate çıkmak hoşunuza gider. Seyahatimize
başlarken ZABUNOĞLU’nun düşüncelerine, deneyimlerine ve bilgisine pek çok kez daha ulaşabilmek
dileğinde bulunuyoruz. Hepinize güzel bir seyahat
dileriz.
Öğrencilik yıllarınızı anlatabilir misiniz? Avukatlık Mesleğini tercih etme nedenlerinizi veya sizi tercih etmeye
iten sebepleri, avukatlık stajınızı yaparken yaşadıklarınızı
bizimle paylaşır mısınız?
Ben bir hukukçu ailesinden geliyorum babam avukattı, daha doğrusu hakimdi. Adalet Bakanlığında
görev yaptığı sürece savcılık ve hâkimlik yaptı, askere
gittiğinde ise Askeri Hâkimlik yaptı. Babamın bürosuyla hemen her zaman iç içeydim, yani şu manada
o zaman koşulları dikkate alındığında fotokopi makinesi yok, o yok, bu yok; evinde kızı veya oğlu varsa bir
avukat rahat ederdi. Mesela daktilo ile vekâletname
çoğaltırdık o zamanlar. Hukuku isteyerek seçtim.
Babamın yanında adeta bir ön staj yaptım ve sonra
1953 yılında Ankara Hukuk Fakültesine başladım,
1957 yılında bitirdim. Yarışma havası içindeydi okul.
Bizde o zamanlar yıl ortalaması 60 idi. O zaman 10
dersten 6’şar ders. 60’a yetişenler olduğu gibi 58
civarı notlar yarışırdı. Birinci olamadım ama o grubun
içindeydim. 3. Sınıfta birinciliğe yaklaştım, açıkçası
dereceyle bitirdim okulu. O arada babama yardımcı
oldum o da teşvik etti. Bu durum benim için bir
kolaylıktı.
Sulh mahkemesi kararlarının gerekçelerinin yazılması için, “ikinci sınıfa geçtin şahsın hukukunu biliyorsun” diyerek beni teşvik ediyordu. Bir baktık ki
dördüncü sınıfta temyiz dilekçesi yazmaya kadar
ilerlemişim. Biraz da dilin uzun olmasını seviyorum
bu da teşvik ediyor, onun için yani, Avukatlık mesleğinde ilk kez deneyimler elde etmek, mesleki
74 Hukuk Gündemi | 2013/2
kuralları öğrenmek ve bunlarla meşgul olmak bakımından büyük bir sıkıntı çekmedim. Bundan sonra,
tabi ki hukuku bitirmekle staj yapmam gerekiyordu
bir yerde yine babamın yanında yaptım. Açık söyleyeyim o sırada asistandım ben, çok seviyordum
genel kamu hukukunu, devlet teorilerini. Doktorlukta
asıl alanlar dâhiliye çocuk vs önemli olan branşlarsa,
hukukta da önemli olan branşlar ticaret, iş hukuku
vs benim alanımın pratik de bir değeri yok ama
onu seviyorum. İlk sene çok değerli bir hocamızın
yanında başladım. Prof. Dr. Hamide TOPÇUOĞLU’nun
yanında bir süre kaldım; ama avukatlığı hep muhafaza ettim. 1958 Yılının Şubat ayında babamı kaybettim. Büronun bütün işleri başıma kaldı, aynı zamanda
doktora çalışmalarım devam ediyor o zaman avukatlığın ne kadar önemli olduğunu anladım. 1958’de
avukatlığa başladım babam yaklaşık 6 ay sonra vefat
etti; o zamana kadar ben avukatlık istemiyordum,
fakülteyi seviyordum. O dönemin grup arkadaşlarım ile fakültede birlikte çalışırdık. Seza POLAT, Sefa
REİSOĞLU.
Avukatlığa bakışınız nasıldı o dönemde?
İlk önceleri avukatlığı sevmezdim; çünkü avukatlık
ilişkilerinde gördüğüm pek hoşuma gitmedi. Bir de
tabi gencim o yaşta olan her çocukta olduğu gibi
babasını anasını eleştirmek gibi kötü bir huy vardır.
Müvekkil ödemeyi yapmaz, davalar uzar! Hiç hoşuma
gitmezdi. Ben bu işi yapmayacağım dedim, uzmanlaşmak gerekir, her dava alınmaz diyerek babamı
eleştiriyordum. Ben ruhsatımı almaya gitmedim
bir gün babam beni çağırıp ruhsatımı elime verdi
ve dedi ki “Oğlum öyle bir ülkede yaşıyoruz ki askeri
kesimde olsan general bile olsan apoletlerini kopartıp atarlar, idarede olsan bir gün Genel Müdürlükten kendini alınmış bulursun. Avukat olsan bütün
bu yolculuklar içinde altına bir gaz tenekesi çeker
Adliye önünde iki boşanma dilekçesi yazar o gün
gerekeni kazanırsın.”Tabii ben avukatlık yapmak istemediğimden dolayı yarım kulak dinlemiştim. 1983
yılında Fakülteden atıldım, 1402’lik olmadım ama
onlara yaptıklarından daha kötü bir şey yaptılar bana.
Tabii bu süre çerçevesinde ben atılma durumunu
umursamadım; çünkü Avukatlık benim koruyucum,
Avukatlığa güveniyordum.
Çok mühim davalar da takip ettiniz bu dönemde değil mi?
Gerek Sıkı Yönetimde, gerek İdare Mahkemelerinde
o dönemde görevine son verilen pek çok kişinin
davalarını takip ettim. Uğur ALACAKAPLAN’ın vekiliydim Mamak’da. Pek çok doçentin, yardımcı doçentin
vekilliğini yaptım, Yüce Divan’a kadar dava takip
ettim. Mesleğime çok şey borçluyum, bugüne kadar
zengin olamadım ama gördüğünüz gibi yaşıyorum
evim var, bürom var. Avukatlık Türkiye’de hayatta
kalmayı ayakta durmayı öğreten meslektir. Bu meslekte önderlerin tavsiyeleri ile “Gün olur yılı besler,
yıl olur bir şey olmaz.” tasarruf etmeyi bu meslekte
öğrendim. Şimdi bazı meslektaşlarım bazı davalarda
hak arayabiliyor bunu sağlayan avukatlıktır, bağımsızlıktır, dinamizmdir. Başka hiçbir meslekte bu yoktur,
Türkiye’de hayatta kalmayı öğretir Avukatlık.
12 Mart Krizinden sonra zorunlu olarak İdare
Hukuku alanında ders vermeye başladım -kitabımda
da belirttiğim gibi-. Kamu Hukuku’na da hep devam
ettim orada yazdım çizdim; ama İdare Hukuku’nun
uygulama alanı olması sebebiyle ona da devam
ettim. Uzun uğraşlardan sonra 1988’de Fakülteye
geri döndüm, o zaman doçenttim. Bir süre sonra
da profesör eylediler. Babamdan devraldığım Avukatlık ise babamın ölümünden sonra meslek niteliği
kazandı; çünkü babamın ölümüyle sahipsiz kalan
davalar oldu, aldığım maaş 110 lira idi, geçindirmem
gereken evim vardı, herkesin yaptığı şu hatayı da
yaptım evlendim çocuğum da oldu. Bunların hepsini
bir arada götürmek zordu.
Avukatlık mesleğinin bugünkü durumu hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Son yıllarda avukatlık mesleği büyük bir kriz içinde.
Bunu ben inanın yılların avukatı olmama rağmen
kendimde de yaşıyorum, son üç senedir gördüğüm
kadar kıt kanaat geçinilen bir meslek olduğunu hiç
görmemiştim. Şimdi sınav getirmeyi düşünüyorlar. Kanun hazırlığı çoktandır var ancak çıkarılması
erteleniyor.
Stajyer avukatlara bakışınız ve stajyerlerle ilişkileriniz
nasıl?
Geçen gün klasörlerime baktım 1958 Ağustosunda
avukat oldum ben. Babamda avukattı. Onun bürosunda başladım aynı zamanda araştırma görevlisiydim. O zamandan bu zamana yaklaşık 227 stajyerim
oldu benim. Büyük bir rekordur. Ben bütün stajyerlerimi çok seviyorum, oradan yetişip yukarılara çıktılar
başka yönlere kayanlar oldu ama hep çok çalıştılar.
Stajyer avukat ilişkisi çok önemli; ama avukatlarımız
bunu layıkıyla götürmüyor. Sen git de ne zaman
gelirse gel deniyor.
Başka işlerde kullanılmaya çalışılıyor stajyerler,
dava dosyaları saklanıyorlar stajyerlerden.
Ben hiçbir zaman hiçbir şekilde dosya saklamam.
Bundan sonra yavaş yavaş dilekçe yazmaya başlar
temyiz dilekçesi yazmaya kadar gideriz. Yeni davanın
hazırlığını birlikte yaparız. Asıl öğrenmesi gereken
bir avukatlık bürosunda muntazam olması gereken
kayıt ve arşiv işleridir. Dosyaların kaydedilmesi ve
arşive yerleştirilmesi korunmasını öğrenmesi gerekir. İlgili hatırlatmalar, günlük ve haftalık programın
belli olmasını da öğrenirse rahat eder. Yoksa bir tek
cep defteri iki kıvrılmış dosya ile bu iş yürümüyor.
Bir avukat olarak meslek hayatınız boyunca Türk hukukunun onuru diyebileceğiniz bir yargı kararı ile karşılaştınız mı?
Tek parti döneminde politik bir davada, Keskin
Mahkemesinin verdiği kararı siz hatırlamazsınız, yıl
1953-54 idi. Osman BÖLÜKBAŞI hakkındaki beraat
kararı enteresan bir karardı. Hukuk kesiminde yani
aslında çok onurlu değil de yani isabetli karar
diyebileceğimiz karar var. İlk derece mahkemeleri
kararlarının bozulma yüzdelerine bir bakın. Hukuk
davalarında bozulma yüzdeleri yüzde elli beş/altmış civarında iken ceza davalarında bu oran yüzde
2013/2 | Hukuk Gündemi 75 Röportajımıza başlarken, önceleri avukatlık yapmak
istemediğinizi belirtmiştiniz; ancak biz her sene emekli
olacağım dediğinizi ve emekliliği ertelediğinizi öğrendik.
Bu hususa açıklama getirebilir misiniz?
İkisinde de bırakamıyorum; çünkü rahmetli babamın
biz sözü vardı tâbi yine burun kıvırarak dinliyordum
“Bu cübbeyi insan bir kere giydi mi ölümüne kadar
bir daha çıkaramaz.” Adliyeyi seviyorum, özlüyorum,
sağlığım el verirse gidiyorum. Duruşmaları sevmiyorum, sıra beklemeyi sevmiyorum, orada milletin
takışmasını (kabalığını yerine göre) sevmiyorum,
duruşmada tarafların sataşmasından hoşlanmıyorum
ama istiyorum, çekiyor. Babamın dediği doğru, o yüzden cübbe sırtına değdi mi çıkmaz. Bırakmak doğru
değil, benim dönemimden benim ağabeyim olan
insanlar hâlâ devam ediyor; yalnız adliyeden gelenler
bırakıyor bir iki sene deneyip ayrılıp gidiyorlar ama
avukatlıktan gelenler çalışmaya devam ediyor.
Avukatların Hâkim izin vermeden oturması gündemde
idi bu konuda ne düşünmektesiniz?
seksene dayanıyor. Bu kadar isabetsiz ve sakat kararı
nasıl veriyor bu mahkemeler? diye düşünmek lazım.
Onur duyduğun karar; Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesinde görev yapan hocalara ilişkin davalarda
Ankara 1 Nolu Sıkı Yönetim Mahkemesinin verdiği
beraat kararı pek onur duyulacak bir karar değil
ancak enteresan bir karardır. Fakülte dekanı Mehdi
DURAN sanık idi, Musa ÇADIRCI müvekkilim idi, biz
bu davada çok çektik neredeyse mahkum olunacaktı;
ancak konjonktür birden değişti ve beraate doğru
gittik. Benim müvekkillerim her celseye pijamaları ve
iç çamaşırlarıyla dolu çantalarla gelmişti, uzunca bir
süre hatta bu konu aramızda çok fazla şaka konusu
oldu. Mahkemenin sonucunun olumsuz olacağını
düşündüğümüzden mahkeme ile başımı derde
soktum, davayı uzattık da uzattık ama sonunda
beraat kararı çıktı. Burada enteresan olan ise şudur;
bu davada yalancı şahitlik yapanlar hakkında daha
sonra tazminat davası açmamıza olanak tanıyan bir
kararın yazılmış olması idi. Kararda şundan bahsediliyordu: bu davanın açılmasına sebep olan şeyler
üniversite içi dedikodular, çekememezlikler, bir takım
rekabetler ve insan ilişkilerindeki bir takım çirkinlikler
olarak karar verilmiştir. Bu karar üzerine biz tanıklık
yapan herkese dava açtık bir takımını da kazandık
bir kısmını kaybettik.
76 Hukuk Gündemi | 2013/2
Bu durum, hâkimlerimizin kuşaktan kuşağa aktardığı
Osmanlı’dan kalma çok yanlış bir tutumdur. Hâkim
bunu bekliyor, müdahale etmek için bundan daha
ileriye varan şekillerle de karşılaşıldı. Mesela 7-8 sene
evvel, bir Asliye Hukuk Mahkemesi duruşmasına geç
kaldım, cübbemi giydim içeri girdim, hâkim şöyle bir
baktı bana “Ne duruyorsun sen? Daha oturacağın
yeri bilmiyorsun.” dedi. Bana söylüyor bunu. “Cübbemi şimdi giydim oturacağım yeri bulurum.” dedim.
“Bul da otur.” dedi. Sanık vekiliydim gittim yerime
oturdum.
Ben böyle izin almam, selam vermem ama sandalyeye oturana kadar biraz beklerim sanırım bana
da bulaşmış bir şeyler; ancak böyle kötü davranışlar
kuşaktan kuşağa aktarılmamalı.
Peki, son dönemde mahkemeye hitap ederken avukatların
“efendim” kelimesini kullanmalarıyla ilgili ne söylemek
istersiniz?
Avukat bir saygı sözcüğü kullanarak mahkemelere
hitap eder her zaman Sayın hâkim, Sayın Mahkeme
gibi; ama bunlar dışında abartılı saygı ifadelerini kullanmak doğru değildir. Bunun yanında şu da doğru
değildir; pat diye hâkim gibi davranışlarda bulunulmamalıdır. Silivri’de bunun benzeri hallerini gördük;
tabii orada mahkemenin tutumu böyle davranışların oluşmasına sebebiyet verdi. Ama ben kürsüye
kadar yürüme durumlarına katılmıyorum. Avukatların
soğukkanlı olması gerekiyor.
Geçen Yıl Yeni Bir Kitabınız Çıktı. Kaynak gereksinimi
olduğunu mu düşündünüz?.
İdari Yargıda büyük bir kaynak sıkıntısı vardı, ben
uygulamada olduğum için bu eksikliği gördüm.
Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunu pek işlenmedi,
Danıştay ve Yargıtay değiştirme yolunu izledi. Zevkle
yaptım bu işi ama maalesef kötü bir matbaaya düştük endeksi eksik. Şimdi biliyorsunuz son bir yılda
çok fazla değişiklik oldu torba yasalar, KHK’lar. Bu
değişiklikleri ekleyerek birkaç ay içinde güncelleşmiş
baskı çıkacak.
Kütüphanenizde olup iyi ki bende de var dediğiniz kitaplar var mı?
Ord. Prof. Esat ARSEBÜK’e ben aşığım. Borçlar Hukuku
kalın bir kitaptır ARSEBÜK’ü okumanızı öneririm.
Hukukun matematiksel ve fiziksel boyutunu o kitapta
görürsünüz. Şakir ANSEY’in hukuka başlangıç kitabı,
usul kitapları ve İcra Hukuku kitapları çok önemlidir
ve ben de mevcut hepsi. Yakın döneme gelecek olursak her hukukçunun kitaplığında bulunması gereken
maalesef yeni baskılarını yapmadılar; Tandoğan’ın1
Türk Mesuliyet Hukuku kitabıdır. Bizim; Mesuliyet
hukukumuz tam işlenmemiştir, dokunulmamış pek
çok noktası bulunmaktadır. Kitabı 1958’de baskı yaptı
ve rahmetli genç öldüğü için erken kaybedilmiştir.
Allah rahmet eylesin Hıftı Veldet DEDEOĞLU’nun
Hukuka Girişi ve Düzenlemelerinin her biri bence
anıtsaldır. Baki Kuru’nun Yedi Ciltlik Usul Hukuku
çalışması harika kitaplardır. Bir hukukçu nerede arayacağını biliyorsa aradığı her şeyi orada bulur. Replik
düplik üzerinde çok çalışılmamıştır; ancak orada
KURU çok önemli ve açıklayıcı bir anlatımda bulunmuştur. Bana göre bir hukukçunun kütüphanesinin
olmazsa olmazı bunlardır.
Biraz da bilinmeyen yönlerinizden bahsedelim. Binlerce
tespihten oluşan bir koleksiyonunuz olduğunu aynı
zamanda sizin bir filatelist2 olduğunuzu bilmekteyiz.
Koleksiyonculuğa nasıl başladınız, koleksiyonunu yaptığınız diğer eşyalar nelerdir, koleksiyonlaştırmak için
bir nesne seçerken hangi özellikleri olmasına dikkat
edersiniz?
Filatelist olmaya ilişkin kitapları okuyarak başvurdum,
pul nasıl toplanır, hangi pullar, hangi dönemin hangi
konulu pullarını tercih edeceğim, topladığım pulları
nasıl koruyacağım gibi konularda yazılmış kitapları
okumaktı ilk adımım. Yeterince bilgi topladıktan
sonra pul koleksiyonculuğuna adım attım. Filatelist
Derneğine üye oldum, hâlâ aktif olarak toplantılara
katılmaktayım. Tespih koleksiyonuma gelince binlerce tespihim olduğu doğru ve alabileceğim tespihler tükendi. Artık değerli taşlardan yapılma tespihler
bulunuyor, onları almak hem benim gücümü aşar
hem de ben onları koleksiyon yapmaya değer görmüyorum. Ben tespih koleksiyonuna dâhil edeceğim
tespihleri ağırlıklı olarak ikinci el eşya satan yerlerden
veya tespihi eliyle yapan ustalardan almayı tercih
ediyorum. Mesela bu tespih size basit bir ağaçtan
yapılmış olarak gözükebilir; ama bu tespihte, bir
emek akıtılan bir göz nuru var, ağaca daha fazla
değer katan da budur. O yüzden her tespihin benim
için ayrı bir önemi vardır. Evimde yukarıda sergilerim
ve muhakkak cebimde taşırım. Onlara dokundukça
renkleri değişir, şekilleri boyları farklıdır, her ustanın
tespihi kendi izini taşır, yapıldığı ağaç ile birlikte
zenginleşir. O yüzden tespih koleksiyonumdan hiç
vazgeçmedim.
Otizm Vakfının kurucularındansınız. Vakıf onu kurma
amacınıza ulaşmanıza yardım ediyor mu?
Vakıf iyi bir enstrüman, vakıf kurucularının yönetiminde kalıyor, bağımsız oluyor. Dernekler gibi değil
vakıf hedefe ulaşmayı kolaylaştırıyor; ancak biz vakfı
kurarken demokratik bir ortam olsun diye 52 kurucu
üye ile vakfı kurduk. Zaman içinde her kafadan bir
ses çıktığı için vakıfta hiçbir şey yapamaz olduk.
Vakfı işte tam bu masada sizlerin de oturduğunuz
sandalyelerde oturan arkadaşlarla kurduk. Hepimiz
birbirini anlayan ailesinde otistik bir birey olan ve
farklı mesleklerden arkadaşlardık. Benim de torunum
otistik doğrudan ailemde bir otistik birey yok ancak
onlarla yaşamının zorluğunu ve nasıl güç gerektiğini
biliyorum. İyi bir şeyler yapmak istedik; ama yeterince
başarılı olamadık. Şu anda benim yeni amacım daha
küçük bir grup ile yeni bir vakıf kurmak.
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim, hepinize başarılar dilerim.
1 Prof. Dr. Halûk TANDOĞAN
2 Pulcu, pul koleksiyoncusu.
2013/2 | Hukuk Gündemi 77 Stj. Av. Delil CENGİZ
Merhaba Yeğen !
1
958’den bu yana oyunculuk hayatını devam
ettiren Tuncel Kurtiz’i 27 Eylül sabahı kaybettik. Gelin şimdi 77 yıl öncesine dönelim;
1 Şubat 1936’da İzmit’te doğdu. Annesi Bosna
kökenliydi. Babası ise Selanik doğumlu bir bürokrattı. Babasının işi gereği ilkokulu 8 farklı şehirde
okudu. Fazla şehir tatmış olmasından mıdır bilinmez küçük yaşlarda öykü yazmaya başladı. Şunları
78 Hukuk Gündemi | 2013/2
söylüyor “Bölük Pörçük” kitabında; “Edremit ortaokulundayım, 15 yaşımdayım, yıl 1951... Kapatılmış olan halk evi kütüphanesi babamın emrinde
bütün klasikler orada. Oh be Tuncel, Tolstoy, Dostoyevski, Zozçenko okuyorum ki nasıl okuyorum.
Futbol oynuyorum, koşuyorum ve öyküler yazıyorum. Ben artık genç öykü yazarı Tuncel Kurtiz’im.”
Benim yapamadığımı yapıp ilk üniversitesi olan
hukuk fakültesini yarıda bırakarak sırasıyla İngiliz
filolojisi, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerini yarıda bırakıp hiçbirinden mezun olamadı
ya da olmadı.
İlk işi olan genel ışık kontrolörlüğü göreviyle
İETT (İstanbul Elektrik Tramvay ve Tünel İşletmeciliği) ünlüleri arasına katıldı. İETT’deki görevi çok
uzun sürmedi, sekiz ay sonra da işten ayrıldı. O
günleri şöyle anlatıyor: ‘‘Edebiyat Fakültesi`nde
okuyordum. Yazı da yazıyordum. Orhan Hançerlioğlu, üniversitelilere part time görevler veriyordu.
Gittim iş istedim. O da bana lambalara bakma
görevi verdi. Bebek`ten Arnavutköy`e lambalara
bakıyordum. Yanmayan lambaları Talimhane`ye
bildiriyordum. Ben bu yüzden hep yukarılara
bakarak dolaşırım. Benim için de güzel bir dönem
olmuştur.’’
Aynı seneler içinde Haldun Dormen tiyatrosunda oyunculuğa başlayıp, devam eden senelerde Gen-ar Tiyatrosu, Yıldız Kenter ve Müşfik
Kenter’in kurduğu Kent Oyuncuları Tiyatrosunda;
Züğürt Ağa’dan Keşanlı Ali’ye Şeyh Bedrettin
Destanın’dan Devr-i Süleyman’a kadar birçok
oyunda sahne aldı.
1964 yılında Orhan Günşiray’ın yapımcılığını
üstlendiği İlhan Engin’in yönettiği “Şeytan’ın Uşakları” filmiyle sinemaya adım attı. Yılmaz Güney’in
yazdığı “Umut” filmindeki rolüyle kendini Cannes
film festivalinde buldu: “Birden bire Cannes film
şenliğindeyim, Umut filmi gösteriliyor...Yılmaz
benim de gitmemi istiyor, filmi sen takdim et diyor
bana… Film çoşkuyla karşılandı, iyi ki gitmişim
çünkü ben gitmeseydim film gösterilmeyecekti.
Bobinler karmakarışık sarılıp bavula konmuştu.
Filmi bilen tek insan bendim orada…”
Ardından yine Yılmaz Güney’in, senaryosunu
hapisteyken yazdığı “Sürü” filmindeki “Hamso”
rolüyle adından söz ettirdi. Tunç Okan’ın
“Otobüs”ünden Erdem Kıral’ın “Kanal”ına; senaristliğini ve yapımcılığını üstlendiği “Bereketli Toprak Üzerinde“ye kadar 100’e yakın filmde rol aldı.
80 Darbesi sonrasında yakın dostu Yılmaz
Güney’in ölümünün ardından yurtdışına yerleşti.
Katıldığı bir konferansta dinleyicilerden birinin
“Neden darbe döneminde burada olmayı değil de
yurtdışında olmayı tercih ettiniz?” sorusu üzerine
şöyle söyler:“Dostum, siz gençler bizim gördüklerimizi rüyanızda görseniz, kuzey kutbuna ilk uçakla
kaçardınız. Bak geldik yine buradayız, hala, tek
bir gün bile dünyayı görmemiş körlere, ‘’kırmızı’’
rengi anlatıyoruz…’’
1981’de senaryosunu Nurettin Sezer ile birlikte
kaleme aldığı “Gül Hasan” filmiyle Altın Portakal
film festivalinde en iyi senaryo ödülünü aldı. Gelelim büyük ödüle;
2 Mart 1986’ En iyi erkek oyuncu ödülü- Berlin
Film Festivali(Gümüş ayı);
“Tabii ki ödüle çok sevindim. Bu ödülü benden çok filmin yönetmenine, Türküyle, Arabıyla,
Yahudisiyle, tüm Ortadoğu’ya; Hilmi’nin şahsında,
benim oyunculuğumda Ortadoğu insanına verilmiş bir ödül olarak kabul ediyorum.”
90’lı yılların başında Türkiye’ye döndü. Bunca
başarının yanı sıra Kurtiz, hatırı sayılır pek çok “En
iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülüne layık görüldü.
Öyle ki en son 19. Ankara Uluslararası Film Festivalinde yaptığı konuşmada bu durumu ele alır;
“Yıllardır yardımcı erkek oyuncu ödülünü alırım
ve kime yardım ettim ben diye düşünürüm.”
Yıllar yılları kovalar ve Alman-İsveç yapımı TV
dizilerinden sonra Türk televizyon dünyasına
adım attı… Kurtlar Sofrası, Alacakaranlık, Hacı,
Asi, Ezel’den sonra son olarak Muhteşem Yüzyıl
ile karşımıza çıktı. Dizi furyasıyla popüler kültürden nasibini alan Kurtiz, şüphesiz ki en büyük
sükseyi Ezel dizisindeki “Ramiz Dayı” karakteriyle
yaptı. O kadar ki, sokaktayken bile dizilerin etkisinden kurtulamayan insanımızın “Dayı” nidalarına
maruz kaldı.
Bunların yansıra 2010 yılında BBC’nin
“Hayat”(Life) belgeselini seslendirdi.
Şimdi yıllar önce bir röportajında istediği gibi,
öldüğünde yanında iki şişe kırmızı şarabı, “Şeyh
Bedrettin Destanı”, “Sürü” ve “Umut” filmleri var
mıdır bilinmez ama sevenlerinin her daim onu
yaşatacağına eminiz. Ruhu şad olsun !
KAYNAKÇA
Tuncel Kurtiz - Bölük Pörçük (Boyut Yayınları)
www.iett.gov.tr
2013/2 | Hukuk Gündemi 79 NELSON
GÜNEY AFRİKA ULUSUNUN BABASI
İNSAN HAKLARININ YILMAZ SAVUNUCUSU
MANDEL
80 Hukuk Gündemi | 2013/2
LA
Stj. Av. Burcu DEĞİRMENCİOĞLU
İ
nsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki
onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımak dünyada özgürlük, adalet ve barışın temelidir.1 Peki, insan
hakları nedir? Tüm insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin
sadece insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu
yaşama hakkına sahip olmasıdır. Tek bir cümleye sığdırmaya çalıştığımız bu kavram için tarih boyunca pek
çok mücadele verilmiş; bazıları başarısızlıkla sonuçlanıp
milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş, bazıları ise
amacına ulaşarak insanların doğuştan sahip oldukları
temek haklarının iktidar tarafından tanınmasını sağlamışlardır. Ülkesinde ırkçılığa karşı mücadele ederek
Afrika halkı için bir umut ışığı olan, dünyada da insan
haklarının tanınması noktasında önemli bir isim olarak
kendini duyurmuş olan Nelson Mandela’nın mücadelesi,
bu anlamda en büyük başarılardan biridir.
1 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi,1945
2013/2 | Hukuk Gündemi 81 Hayatı…
“Bu, kendi dertleri
ve deneyimlerinden
esinlenen Afrikalıların
savaşımı, yaşama hakkı için
verilen bir savaşım. Ben, herkesin
uyum içinde yaşadığı, eşit fırsatlara
sahip olduğu demokratik ve özgür
bir toplum idealini savunuyorum.
Bu, uğruna yaşayacağım ve başarıya
ulaşacağını umduğum bir ideal
ve gerekirse bu ideal için
ölmeye de hazırım.”
ırkçı yönetime karşı orga1918’de Thembu Kabinize ettiği öğrenci eylemlesinde, kabile şefinin
leri nedeniyle bir süre
oğlu olarak dünyaya
ara vermek zorunda
gelen Mandela, ırkçıkalmıştır. Mandela,
lığa karşı vermiş olduğu
1942’de Witwatersmücadeleler sebebiyle
trand Üniversitesi’nden
Güney Afrika’da “ulusun
mezun olmasının ardınbabası” olarak anılmakdan Güney Afrika tarihintadır. Mandela’ya Nelson
deki ilk siyahî avukat olmuş– Nelson Mandela
ismini ilkokul öğretmeni vertur. Ağustos 1952’de Olive
miştir. Bu Afrika’daki İngiliz sömürTambo ile birlikte Güney Afrika’nın
gesinin bir eseridir. Okula başlayan
ilk siyahî hukuk bürosu olan Mandela &
çocuklara Hıristiyan isminin verilmesi bir gelenek Tambo Hukuk Bürosunu açmıştır.
haline gelmiştir.2
Mandela insan haklarına oldukça önem veren bir
Mandela, Güney Afrika’da aynı zamanda Madiba hukukçudur. Pek çoğumuzun sadece tanımlayarak
ismiyle de anılmaktadır. Madiba Mandela’nın üyesi örnekler vermeye çalıştığı insan haklarını içselleştirolduğu kabile ismidir ve o topraklarda kabile ismi miş ve tüm hayatını eşitliğe ve özgürlüğe adamıştır.
soyadından bile daha önemlidir. Bu insanın hangi Ülkesinin ilk siyahî avukatı olarak, 1944’de ırk ayrıatanın torunu olduğunu belirten bir isim olarak mına karşı kurulan Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’ne
düşünülmektedir.3
katılmıştır. Kongrenin gençlik örgütünün kurucuları
Fort Hare University College’daki hukuk eğitimine, arasında yer almış, örgütte 1948’de genel sekreter,
1950’de başkanlık görevlerinde bulunmuştur. Bu
yıllardan başlayarak rejimin ırk ayrımcı politikalarına
2www.nelsonmandela.org/biyography
3www.nelsonmandela.org/names
karşı mücadelenin başını çekmiştir.
82 Hukuk Gündemi | 2013/2
Rivonia Davası
Ulusal Parti Hükümeti, 1960’da ırk ayrımcılığına karşı
yürüttüğü mücadelesi yasadışı olduğu gerekçesiyle
ANC’yi kapatmış; direnenleri de silah kullanılarak
şiddetle bastırmak istemiştir. Rejiminin bu çok yönlü
kıskacı üzerine Mandela, 1961’de ANC’nin siyasi
liderliğine bağlı Ulusun Mızrağı adlı yer altında faaliyet yürüten bir örgüt kurmuştur. 1962’de yasadışı grevi örgütlemek ve yurt dışına pasaportsuz
çıkma suçlarından tutuklanmış ve 5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Mandela hapisteyken, tarihe Rivonia Davası
olarak geçen suçlamayla karşı karşıya kalmıştır. Bu
dava Afrika Ulusal Konseyi’nin 10 önderinin Apartheid rejimini yıkmak amacıyla giriştikleri eylemleri
konu almaktadır. Apartheid Afrika dilinde “ayrılık”
anlamına gelmektedir ve bu rejim Güney Afrika
Cumhuriyeti’nde 1948–1994 yılları arasında, Ulusal
Parti hükümeti tarafından uygulanan ırkçı ayrımcılık
sistemidir. Uzun yıllar boyunca beyaz ırkın yönetiminde olan Güney Afrika’da siyahîlere uygulanan
ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra
resmîleşerek sürmüştür. 1958 yılından itibaren yasalarla da desteklenen Apartheid sistemi, insanların
derilerinin renklerine göre sınıflandırılmaları sonucu,
beyaz azınlık dışında kalanların vatandaşlık hizmetlerinden daha az yararlanmaları, devletin sağladığı
sağlık hizmetleri, eğitim ve benzerlerinden daha az yararlanmaları
gibi ırkçılıklara zemin olmuştur. Bu rejime karşı Anti-Apartheid Hareketi oluşturulmuş ve
Nelson Mandela’nın iktidara gelmesiyle bu rejim sona ermiştir.
Rivonia Davası ismini, Afrika
Ulusal Kongresi üyesi 19 kişinin
bu dava kapsamında Rivonia
kasabasında tutuklanmalarından almaktadır. Mandela’nın
da o kasabadaki bir çiftlikte
aşçılık yaptığı bilinmektedir.
1963 yılında başlayan davada
sanıklara yöneltilen suçlamalar şöyledir; gerilla savaşında kullanılmak
üzere patlayıcı madde üretiminde
görev alan kişileri eğitmek, yabancı
askeri birimlerin ülkeyi işgal etmelerine
yardımcı olmak, Cezayir, Etiyopya, Liberya,
Nijerya, Tunus ve diğer ülkelerden mali
destek sağlamak. Sanıkların tutuklanmasından sonra
kanuna aykırı bir yargılama yapılmış ve bu sebeple
başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi olmak
üzere pek çok ülke ve insan hakları kuruluşları tarafından Güney Afrika kınanmıştır.
Davada Mandela’nın mahkeme kürsüsünden yapmış olduğu açıklama hayatını insan hakları mücadelesine adadığının en büyük kanıtı olarak karşımıza
çıkmaktadır:
“Bu, kendi dertleri ve deneyimlerinden esinlenen
Afrikalıların savaşımı, yaşama hakkı için verilen bir
savaşım. Ben, herkesin uyum içinde yaşadığı, eşit fırsatlara sahip olduğu demokratik ve özgür bir toplum
idealini savunuyorum. Bu, uğruna yaşayacağım ve
başarıya ulaşacağını umduğum bir ideal ve gerekirse
bu ideal için ölmeye de hazırım.”
Rivonia Davasında tüm sanıkların idamı istenmiş
ancak uluslararası baskıların ve kınamaların etkisiyle,
sanıklar hakkında 1964 yılında müebbet hapis cezası
verilmiştir. Tutukluluğu sırasında Mandela, Güney
Afrika’nın kahramanı ve halk önderi, aynı zamanda
bütün dünyada yürütülen insan hakları mücadelesinin de odağı haline gelmiştir.
Ve özgürlük…
Güney Afrika tarihinde bugüne kadar seçilmiş
son beyaz başkan olan Frederik Willem de Klerk,
1989 sonlarında göreve geldikten kısa bir süre
sonra Apartheid rejimine son vermiş, ANC ve diğer
özgürlük hareketleri üzerindeki yasağı kaldırmıştır. Bu gelişmeler ışığında tam 27 yıl hapishanede
kalan Nelson Mandela yaklaşık 30 yıl sonra devlet
başkanı F.W. de Klerk tarafından 11 Şubat 1990’da
affedilmiştir.
Mandela, o günleri anlatırken, “hapishane şevkimizi kırmaktan çok zafer kazanılana kadar bu mücadeleyi sürdürmede bizi daha kararlı hale getirdi”
demiştir. Mücadele azminde ortak çalışmaya özellikle
vurgu yapan Nelson Mandela,
hapisteyken bütün sansür
ve baskıya rağmen dışarıyla iyi bir diyalog kanalı
kurabildiğini belirtmiş,
bu kanal aracılığıyla
2013/2 | Hukuk Gündemi 83 kendilerinin serbest bırakılması için yürütülen kampanyalardan haberdar olmasının da, O’nun mücadele azmini artırdığını söylemiştir.4
Mandela, 10 Mayıs 1994’de Güney Afrika’nın
demokratik yollarla seçilen ilk devlet başkanı olmuştur. Devlet Başkanı olarak yeni bir anayasa ve toprak
reformu, yoksullukla mücadele ve sağlığın iyileştirilmesi gibi politikaları uygularken Doğruluk ve
Uzlaşma Komisyonu’nu geçmişte yaşanan insan
hakları ihlalini araştırması için oluşturmuştur. Uluslararası boyutta Libya ve Birleşik Krallık arasında olan
Lockerbie Faciası görüşmeleri sırasında arabulucu
olarak rol oynamıştır. Siyahî lider, 1999 yılında Afrika
ülkelerinin liderleri için çok alışılmadık bir adım atarak, koltuğunu modern ekonominin gerekleriyle
başa çıkma konusunda kendisinden daha başarılı
olacağına inandığı genç liderlere bırakmıştır. Seçimlerde yerine yardımcısı Thabo Mheki geçmiştir.
Mandela devlet başkanlığı görevinden sonra kendini, kurucusu olduğu Nelson Mandela Vakfı aracılığıyla yoksullukla ve Güney Afrika’daki AIDS salgınıyla
mücadeleye adamış, bu amaç için milyonlarca dolarlık fonlar yaratmıştır. 2005 yılında hayatta kalan tek
oğlunu AIDS’e kurban vermesiyle, Mandela’nın bu
4 IŞIK, Yüksel, ‘Mandela; kaderinin ve ruhunun efendisi’, Blog.milliyet.
com.tr, 06.12.2013
84 Hukuk Gündemi | 2013/2
alandaki mücadelesi şahsi bir boyut da kazanmıştır.
Diğer yandan Mandela’nın doğum günü olan 18
Temmuz tarihi, 2009 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Mandela Günü” ilan edilmiştir.
Mandela, anti-sömürgeci ve anti-apartheid
görüşü ile uluslararası beğeni toplamış, 1993’deki
Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı
da dâhil olmak üzere 250’nin üzerinde ödüle layık
görülmüştür.
Hapishanede kaldığı dönemde tüberküloz teşhisi
konulan, nükseden ciğer rahatsızlıkları sebebiyle
içinde bulunduğumuz yıl hastaneye kaldırılan, büyük
insan hakları savunucusu, Güney Afrika Ulusunun
babası, Madiba–Nelson Mandela yaşam mücadelesini kaybederek, 5 Aralık 2013’te, 95 yaşında hayata
veda etmiştir.
KAYNAKÇA
IŞIK, Yüksel, ‘Mandela; kaderinin ve ruhunun efendisi’, Blog.
milliyet.com.tr, 06.12.2013
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi,1945
www.nelsonmandela.org/biyography
www.nobelprize.org
Piraye
YALNIZKEN SUÇLU OLANLARIN ÖYKÜSÜ
Stj. Av. Saruhan Gence BAŞARAN
’Ben hep aynı saatte uyanırım, 05:30. Keşke
fizyolojimin ezber bozan karizmatik bir atağı
olsa bu durum ama maalesef yalnızca teknolojiyi kendi iğrenç oyunuma alet ettiğimin göstergesi. Oyunun ismi, beni kırmayacak noktalarda
hayatıma radikal müdahaleler yapmamın dayanılmaz hafifliği. Kundera yaşamıyor allahtan...
Ne kadar nefret etmişim gördünüz mü kendimden?
Kendimden, kendi hayat ritmimi bozmaya heveslenecek
kadar nefret etmişim. Kendimden, kendi hayat ritmimi
bozmaya heveslenecek kadar
nefret etmemi sanatın pamuk
ellerinde şekillendirmeye çalışacak kadar nefret etmişim.
Ama saygı duyacağınız bir şey
var, gerçekten 05:30’da uyanıyorum. Çabamla ve yapay bir
tutumun nihayeti kabul ama
en azından yalan yok.
Çünkü yalan hep en azındandır zaten. Bulaşamam ona. Affettirmek istiyorum
kendimi size, baktım ki sizden böyle bir çaba yok.
Sanki benim Piraye’nin Nazım’a sitemlerini, güzel
tebessümünün ardından göremeyen sanki benim
taraf tutan! Sanki benim o tarafı da idrak eksenimize
girdiğinden emin olmadan taptığımız şiirlerin yaratıcısına sinsice sarılarak tutan! Sarılıp Nazım’a, Piraye’ye
nispet yapan, siz! Piraye’ye ben sarıldım ama asla olamadık biz! Ben kalbi kırılanı öptüm hep, aldatıldığını
şiirlerden öğreneni, çünkü onun duyacağı bir özür
yoktur, özür şiire uğramaz. Şiir lezzetiyle kapatır o
gerekliliğin üstünü. Ama kırılan kalbin sesi gece beni
uyutmuyor! İşte tam da bu yüzden affettirmek istiyorum kendimi size, baktım ki sizden böyle bir çaba yok.
Sanki benim ev kalabalıkken milletin kaotik sesiyle
uyumaktan haz duyan çocukluğa sahip olamamış
eksik insan, sanki benim dedesindeki naftalinvari
kokuyu hiç ama hiç özlemeyen, sanki benim ipli
topaç devrini kaçırdığı için ağlayamama kalpsizliğini
gösteren, sanki benim sevgilisinin avuç içini öpmekten aciz... Sizsiniz siz! Sizsiniz ve biz olamadık işte, o
yüzden beni affedin yalvarıyorum siz.
Sanki benim akşam vakitlerinde doğanın
Ankara’ya hediye ettiği ruh emen ama inadına gerçek ve tutkulu kasveti iliklerinde hissetmeyen. Sanki
benim mutsuzluktan korkan! Bitmekten korkan! Sanki
benim sağlığına aşık, heyecanına düşman! Sanki benim
tren garlarında çay içerken
hava durumundan bağımsız üşüme karakterine sahip
olamayan, benim ulan sanki
sürmenaj olmaktan korkan!
Ama sizi seviyorum, benimle
evlenir misiniz? Çok merak
ediyorum neden bu kadar
korunuyorsunuz, hatta neden korunuyorsunuz?
Sevin bir kez olsun. Piraye yalnız.‘’
Bu bana gelmiş bir mektuptur kimden geldiğini
sır gibi sakladığım. Bu mektuptur acıkmadan sofraya oturmamamın nedeni, kışları çok ideolojik bulmamın baharlardan kaçmamın nedeni, asla cevap
bulmaya çalışmamamın ve kesinlikle hayatımda
bir ritim olacaksa kalp atışlarımdaki durağanlılıkla
çelişmesini sağlamaya çalışmamın nedeni. Paradokslara aşık olup, sevdiğim kadını koklarken gözlerimi
kapatmamın nedeni, kimseyi suçlamadan sadece
kaçmamın nedeni.
Normal olana yanaşma tedbirliliğinden tiksinmemi sağlayan O’na teşekkür ederek geçiyor günlerim. Ve hala affedemiyorum kendimi ve iyi ki hala
Piraye yalnız.
2013/2 | Hukuk Gündemi 85 Nejat Uygur
Anısına…
Biliyorum caminin avlusunda toplanan kalabalık bana değil
Gelen ünlüleri görmek için
‘Aa, o da burda, şu da burda!’ deyip
Beni musalla taşında unutanları görüyorum
Hayatımda ilk defa katıla katıla gülüyorum
Çünkü, kırkım dolmadan unutulacağımı biliyorum.
Yaşlı bir selvi ağacının gölgesinde oturup
Yılların yorgunluğunu çıkarıyorum
Birden önümden sırasıyla Nisa’lar, Tolga’lar, Sadri’ler
Daha birçok sanatçılar geçiyor.
Selam veriyorum, hiçbiri görmüyor.
Sesleniyorum: ‘Anne, ben buradayım. Baba, ben buradayım.’
Sesleniyorum ama kimse duymuyor.
Eşime sesleniyorum: ‘Nerde benim yamalı elbiselerim, boyalarım?’
Çocuklarım burada beni niye yalnız bıraktınız?
Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum.
Günahımla sevabımla Allah’a sığınıyorum.
Y
Stj. Av. Cansu AVCI
ıllar önce Nejat Uygur’un kaleminden yazılmış bu satırlar bugün ne kadar da anlamlı.
Çünkü bugün şiirde yazılanın aksine bir
mizah ustasını saygıyla anıyoruz. 18 Kasım 2013
de acı bir haber aldık. Haber şöyle idi. Ünlü tiyatro
oyuncumuz Nejat Uygur hayatını kaybetti. Ölüm
bir başlangıç veya son gerçek ya da sahte ölüm
hakkında kelimeler dahi bir araya gelmek istemezken, Nejat Uygur adına konuşulacak, yazılacak çok
şey var… Ve ben de bir şeyler paylaşmak isterim.
Biraz geçmişe 2007 yılına gidelim. Kısmı felç
geçiren Uygur hiç istemese de sahnelerden uzak
sağlık sorunları yaşıyordu. Zaman gazetesi yazarı
Ayhan Hülagü, Nejat Uygur’u hastane de ziyaret
etmiş, şu satırları paylaşmıştı “bakıcısı içeri girerken bir daha sesleniyorum. Baba sevenlerine bir
mesajın var mı?” gözlerini açıp uzun uzun bakıyor.
7-8 aydır konuşmayan sanatçı bu kez bir şey söyleyecek. Herkes heyecanlı kelimeleri toparlıyor tam
konuşacakken derin bir öksürüğe kapılıyor. Soğuk
bir sessizlik kaplıyor odayı herkesin gözü doluyor.
Masadaki çiçek gözüme çarpıyor. Üzerinde bir not
“pilot olacaktın efsane oldun”1
1 Zaman Gazetesi Ayhan Hülagü 03 Nisan 2011.
86 Hukuk Gündemi | 2013/2
Evet, pilot olacaktı efsane oldu. İlginçtir ki
Uygur’un çocukken hayalini kurduğu meslek
pilotluktu bu hayalini de şöyle dile getiriyor
sanatçı. “Benim düşündüğüm ilk meslek pilotluktu. Çocukluğumda pilot olacağımı düşünürdüm. Hatta hiç unutmam Manisa da olduğumuz
yıllarda yatak çarşaflarını alıp bir yerden aşağı
atlamayı planlamıştım...”2 çocukken pilot olmak
isteyen Uygur gençlik yıllarında daha farklı
bir yol çizip Amerika’ya ulaşmak isteğiyle gemici olur.
Peki, Nejat Uygur’un tiyatro
macerası ne zaman başladı derseniz, aslında bu süreçte tiyatro
hep vardı. Babasının evde karagöz oynatması da büyük etkendir. Söz oyununu oradan öğrenir. Yüzünde abartılı makyajıyla
üzerine uydurduğu kostümler eşe
dosta gösteriler yapar. 12 yaşında
meddahlığa soyunur. Avni Dilligil Tiyatrosunda 18 yasında profesyonel olur. 1949 da
kendi tiyatrosunu kurar. Var Yemez Oğlu ve Cibali
Karakolu oyunları sanatçının hayatında dönüm
noktasıdır. İzleyicisinden tam not alan oyunlar,
saatlerce ayakta alkışlanır. Oyunlarında sadece
sahnede yer almaz işin mutfağında da vardır. İlk
filmi ise Cafer Bey… Aylarca gösterimde kalan
film beğenilmiş olsa da Uygur sinema sektörünü
sevmez. Tiyatro sahnesine bağlı kalır. Sonrasında
çekilen filmleri ise sevenlerine bir şeyler bırakmak
içindir. 1998 de devlet sanatçısı olmuştur. 60 yıldan fazla tiyatro ve 50 den fazla ödül ile işte Nejat
Uygur ve tiyatro.
İyi bir tiyatrocu olmasının yanı sıra benim Nejat
Uygur’a duyduğum saygının başka bir boyutu
da var. Uygur geleneksel tiyatronun belki de son
2 tr. wikipedia.org
sanatçısıdır. İsmail Dümbüllü tarafından keşfedilmiş aynı zamanda onun öğrencisi olmuş tiyatro da
tuluat geleneğini devam ettirmiştir. Bu önemlidir
çünkü geleneksel tiyatro ve tuluatın yaşaması
Türk tiyatrosunun zenginliğini gösterir bu da
demek oluyor ki Uygur, değeri ve niteliği yüksek
bir sanatçıdır. Batılı anlamda tiyatroya yer vermemiştir, buna da öz mizah demek zor olmasa gerek.
Fakat cumhuriyetin yerleşmesiyle tuluat ikinci
plana itilmiş günümüzde de benimsenmemiştir.
Bu nedenledir ki Uygur kimi zaman eleştirilmiş
kimi zaman da sanatsal bulunmamıştır. Eleştiriler bir yana oğlu Kemal Uygur bir röportajında
sağlığında onu üzen iki şey olduğunu söylemiştir;
‘ birincisi İzmir’de dikilen heykelin kaldırılması,
ikincisi ise devlet sanatçılığı ödülünün başka biri
yüzünden geri alınması ‘…3 Alkışlayanı da bir hayli
fazladır. Sahneye adım attığında daha rolünü kesmeden burnu boyalı kafasında kukuleta
öylece duran adam dakikalarca alkışlanırdı. Bu alkışlar ise oyuna değil tabi
ki oyuncuyaydı.
Olumlu ya da olumsuz… Sonuç
olarak hepimiz alakasız yerde çat
diye ‘zıtttt erenköy’ diyen o adamı
özleyeceğiz. O adam kim mi? Şair,
heykeltıraş, ressam, at binicisi,
boksör, beş çocuk babası ve iyi bir
eş. Görüldüğü gibi sahne arkasında
farklı yönleriyle başka bir Nejat Uygur
karşılıyor bizi. Bunlar arasında en çok bilineni sanıyorum resme karşı ilgisidir. Çünkü
seyircisini güldüren Uygur un tabloların da hüznü
yansıtması bu konuda manidardır. Resimlerinde
kullandığı figürlerin büyük çoğunluğu da kendisine benzeyen üzgün palyaçolardır. Turknostalji.
com da Sezai Solelli bir anısını şöyle anlatıyor. “İki
saat süren konuşmamızı bitirip ayrılırken. Nejat
Uygur bir an kayboluyor. Biraz sonra koltuğunun
altında kendi tablolarından biriyle görünüyor.
Gayet mahcup, «Şayet kabul ederseniz bunu size
vermek istiyorum.» diyor. Bakıyorum konu yine
aynı!... Bir palyaço perde kenarından, sahnede
bale yapan bir çifti üzgün bakışlarla seyrediyor!”4
Tiyatroyla ve Nejat Uygur’la aynı zamanda tanıştığım için kendimi şanslı hissederim her zaman.
3 Zaman Gazetesi Ayhan Hülagü 03 Nisan 2011.
4www.turknostalji.com
2013/2 | Hukuk Gündemi 87 Oyunun ismini bile hatırlayamayacak kadar küçük
olduğum o yıllarda, unutmadığım tek şey kahkahalarımdır. Böylece bir düşünce bende yer etmiştir.
O da Nejat Uygur’un Türk Tiyatrosunun başına gelmiş en iyi şeylerden biri olduğudur. Durum böyle
iken üzülmemek elde değil. Kel Hasanların Abdi
Efendilerin ardından gelen sanatçılarımızı bir bir
yitiriyoruz ve bir dönem biz farkında olmasak ta
kapanıyor. Ama yine perde aralanacak ışıklar yanacak. Seyircilerin yüzlerinde birer tebessüm. Nejat
Uygur, tiyatro sanatçısı İsmail Hakkı Şen’in cenaze
töreninde verdiği bir röportajında, bu durumu
şöyle dile getirmiştir “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız.
Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı
Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak. Hatta seyirci üzülmesin.
Ben ve benim arkadaşlarım, onların kederini alıp
götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak.”
18 Kasım 2013’te acı bir haber aldık. Haber şöyle
idi ünlü tiyatro oyuncumuz Nejat Uygur hayatını
kaybetti. Ben pek inanmadım bu habere çünkü
ölmez böyle büyük sanatçılar.
AYNAYA VE İNSANA GÜLEN ADAM:
NEJAT UYGUR
gönlü kahkahasıyla zengin insan,
sen yüreğindeki hüznü saklayıp
bir kış çekmecesinde;
gözlerindeki son gülüşü de paylaştın,
gittin…
erken batmış kızıl bir güneş yarası gibi şimdi gülüşler
dudak kenarlarımızda, yarım.
şimdi hepimizin kalbini acıtıyor
bir zamanı şenlendiren ışıklı adın.
oysa tüm o eksik gülüşlerin hatrına
bazı sözlerin sonuna nokta bile değmesin isterdim
Stj. Av. Başak AKGÜN
88 Hukuk Gündemi | 2013/2
TAKSİM TRİO
Stj. Av. Adem GÜMÜŞ
T
aksim Trio Müzik Grubu 2007 yılında, sanatlarının zirvesinde olan üç müzisyen tarafından kurulmuştur. Grup ilk albümü olan
Taksim Trio’yu 1 Ekim 2007’de piyasaya sürmüştür.
Müzikal faaliyetlerine bir dönem ara veren grup,
2012 yılında sevenlerine tekrar merhaba diyerek, 11.04.2013’te ikinci albümleri Taksim Trio 2’yi
satışa sunmuştur.
Grubun kurucuları, İsmail TUNÇBİLEK, Hüsnü
ŞENLENDİRİCİ ve Aytaç DOĞAN’dır. Grubun belli
bir müzik tarzı olmamakla birlikte her türlü müzik
tarzında müzikal faaliyetleri bulunmaktadır. Müzisyenlerin bağlama, klarnet ve kanun enstrümanlarını uyum içinde çalmaları, yapmış oldukları eserleri farklı ve duygu yüklü kılar. Grubun kurucularını
tanıyalım.
İsmail TUNÇBİLEK
İsmail TUNÇBİLEK, 19.07.1978 Bursa doğumludur. Müziğe çok
erken yaşlarda henüz 10 yaşındayken müzisyen olan babasının kendisine getirmiş olduğu bir bağlama ile oyun oynayarak başlıyor. Babasının ileriyi görerek kendisine vermiş olduğu
direktifler yönünde ilerleyen TUNÇBİLEK, İTÜ Devlet Konservatuvarı temel bilimler bölümünü birincilikle kazanır. O dönem
kayıt dondurmak ister, hocaları bunun mümkün olabileceğini
söyleyince kaydını dondurur. İkinci dönem kayıt yenilemeye
İstanbul’a geldiğinde okuldaki hocalarla görüşür fakat artık
okulda kaydının olmadığını öğrenir. Sebebi ise temel birimlerdeki öğrencilerin kayıt dondurma yetkisinin olmayışıdır. Bu
olay onun üzerinde hırs yaratır ve Bursa’ ya geri döner. Burada
Uludağ Üniversitesi THM korosu ile çalışmalara başlar. 13 yaşına
kadar TRT THM repertuarının %90’ını bitirir. Babası ona çeşitli
müzik tarzlarının notalarını, saz semailerini, peşrevler, longalar
ve klarnet metotları çaldırmaya başlar. Kendisi de yaptıklarını
oyun gibi gördüğü için bu çalışmalarda hiç bir şekilde zorlanmaz.
13 yaşında Üniversitelerarası THM yarışmalarında solo saz dalında birincilikler alır. Bu hızlı gelişimi
sayesinde bağlama dersleri vermeye başlar.14 yaşında Bursa Büyükşehir Belediyesi konservatuarında
Yücel Paşmakçı ve İTÜ öğretim üyelerinin denetiminde yapılan öğretim üyeliği sınavlarını birincilikle
kazanır ve henüz 14 yaşında öğretim üyesi olur. Bu başarıya ulaşarak aynı zamanda kendisine haksızlık
yapan İTÜ’deki hocalarına bir ders vermiş olur. Kendisini daha iyi geliştirmek adına 3 aylık öğretim
üyeliğinden sonra istifa eder. İstifasından sonra piyasadaki ünlü sanatçılarla diyaloğu başlar bu ünlü
isimlerden biri Mısırlı Ahmet ile Ortadoğu müzik piyasasında ün yapar. Bağlama üzerindeki yeteneği
ve çok çalışması sayesinde henüz daha 16 yaşında İbrahim Tatlıses’in orkestrasında ve kaset çalışmalarında kendisine yer bulur. 17 yaşında İbrahim Tatlıses’in Fırat albümünün müzik yönetmenliğini yapar
ve bunların yanı sıra birçok ünlünün kasetlerinde çalar. Daha sonra yavaş yavaş kendi tarzını ortaya
çıkarmaya ve bu yönde daha çok çalışmaya başlar. Mısırlı Ahmet ile birlikte Sina Çölünde günde 16
saat bağlama çaldığı rivayetler arasındadır. Elektro bağlama ile hemen hemen her tarz müzik çalabilme
yeteneğine sahiptir. Düzenlemesini kendisinin yapmış olduğu Derdin ne? adlı parçayı seslendirmesiyle
bağlama çalmanın yanı sıra yorum yeteneğini de gözler önüne sermiş ve bir çok kişinin beğenisini
kazanmıştır. Kendisiyle yapılan röportajlarda sık sık kendi müzik tarzını geliştirmek istediğini, diğer
üstatların taklitçiliğini yapmak istemediğini belirtir. Özellikle Ortadoğu müzik piyasasında ülkemizi
çok iyi temsil eden müzisyenlerin başında gelir İsmail TUNÇBİLEK. En çok kullandığı söz “ İnsan olma
umuduyla” sözüdür.
2013/2 | Hukuk Gündemi 89 Hüsnü ŞENLENDİRİCİ
Hüsnü ŞENLENDİRİCİ, tıpkı dedeleri ve babasının izinden giderek
5 yaşında klarneti eline almıştır. 12 yaşına kadar Ege ve Anadolu
kültürleriyle çeşitli müzikal çalışmalar yapar. 1988’de İstanbul
Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Çalgı Eğitim Bölümüne girer ve 4 yıl sonra okuldan ayrılır. Magnetic Band
grubuna dâhil olarak yüzlerce festivalde Türkiye’yi temsil eder.
Aynı zamanda Embrio grubunun albüm çalışmalarında çalar
ve onlarla beraber turnelere çıkarlar. Bunların yanında babası
Ergün Şenlendirici’nin kurmuş olduğu Laço ile yurtdışında birçok
festivallere katılır. Kendisini geliştirdikçe müzik alanındaki faaliyetleri hızla genişler ve başta Türk Müziğinin çeşitli dallarındaki
sanatçılar olmak üzere, Türk Pop ve cazının önemli sanatçılarına
sahne ve albüm kayıtlarında eşlik eder.1996 yılında askere gider
ve askerdeyken Pozitif prodüksiyon tarafından kendisine gelen
teklif ile Brooklyn Funk Essentials ile ortak bir albüm yapmak ve
konser vermek için ülkemize özgü enstrümanlardan oluşan 13
kişilik Laço Tayfa adlı grubu kurar. Bu ortaklıkla beraber “In the Buzbag” adlı albümü çıkarır ve büyük
ilgi görür. İlk solo albümünü 2000 yılında“Bergama Gaydası” etiketiyle piyasaya sürer. Bu albümü de
büyük beğeni toplar ve sadece Türkiye değil diğer ülkelerde de ilgi odağı olur. Hüsnü ŞENLENDİRİCİ
bu çalışmaların yanı sıra dünyaca tanınmış orkestralarla beraber konserlere katılır. İkinci albümünü
2002 yılında “Hicaz Dolap” etiketiyle piyasaya sürer. Devamında müzikal anlamda dünyaca ünlü müzisyenlerle beraber birçok büyük organizasyonlarda çalışmalar yapan Hüsnü Şenlendirici, 2007 yılında
İsmail TUNÇBİLEK ve Aytaç Doğan ile beraber Taksim Trio grubunu kurar ve bu grup ile de yurtdışında
birçok konserler düzenler. Üçüncü albümünü ise 2011 yılında “Hüsn-ü Hicaz” etiketiyle piyasaya sürer.
Aytaç DOĞAN
Aytaç DOĞAN Türkiye’nin en ünlü kanun sanatçılarındandır.
Kanunun sınırlarını zorlayan müzisyen için birçok kişi “Büyücü”
sıfatını kullanıyor. 13 yaşındayken müzisyen olan büyük babası
Kemal Yeşilbahçe’ nin kendisine kanun hediye etmesiyle birlikte
müzisyenlik serüveni onun için başlar. Ünlü kanun sanatçısı
Kemal Taşçeşme’ den dersler almaya başlar. Bursa Büyükşehir
Belediye Konservatuvarına girer ve oradan mezun olur. Kanun
çalmaya başlayalı henüz 3-4 ay gibi kısa bir süre geçmişken
İbrahim Tatlıses’ in kendi mahallelerinde film çekimi esnasında
kendisinin seslendirmiş olduğu Aşıksın adlı parçayı kanunuyla
çalarken yeteneğiyle İbrahim Tatlıses’ in dikkatini çeker ve o
sıralar Bursa’da düzenlenen bir fuar etkinliğinde İbrahim Tatlıses’ in orkestrasında kanun çalarak profesyonel müzik hayatına
başlamıştır. Daha sonra müzik yönetmenliği yapan dayısının
aracılığı ile İstanbul’ a gelir. Burada çok çalışarak kendine has
kanun tekniğini ( Tek Mızrap) ortaya çıkarır. Ünlü Arap sanatçı
Mısırlı Ahmet Avrupa turnesindeyken, Aytaç DOĞAN’ın çaldığı
eserleri dinler ve bu eserleri ülkesinde ki sanatçılara dinletiyor. Aytaç DOĞAN’ı dinleyen sanatçılar
14-15 yaşlarında ki bir gencin nasıl bu derece iyi çalabilir diyerek yeteneğine hayran kalırlar. Daha
sonra vatani görevini tamamlayıp Mısırlı Ahmet aracılığı ile Arap müzik dünyasına adım atar ve burada
ün kazanır. Aytaç DOĞAN hiçbir zaman başka sanatçılara özenmemiş sadece kendine has çalışmalar
yapmıştır. Kendisine ait Deva isimli enstrümantal bir albümü vardır.
90 Hukuk Gündemi | 2013/2
2013/2 | Hukuk Gündemi 91 Çocuk İzlem Merkezi
Stj. Av. Selcen BAYÜN – Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER
Ç
ocuk İzlem Merkezleri (ÇİM), çocukların cinsel istismara maruz kaldığına dair bilginin
kolluk kuvvetlerine ulaşmasının ardından,
savcının talimatı ile çocuğun ifadesinin uzmanlarla birlikte – herhangi bir yenilemeye ihtiyaç
kalmaması için avukat ve savcının da bulunduğu
aynalı odada kayıt altında- alınması, gerekli ise
merkezden çıkarılmadan muayenenin yapılması
gibi gerekli ispat araçlarının bir araya getirilmesini, mağdur çocuğa psikolojik olarak daha fazla
zarar vermeden yapılmasını sağlamak için kurulmuştur. Türkiye’de halen 13 Çocuk İzlem Merkezi
bulunmaktadır.
18 yaş altındakilerin veya 18 yaşından büyük
olup akıl sağlığı yerinde olmayanların cinsel istismara veya taciz ya da tecavüze uğramış olma
şüphesi söz konusu olduğunda görevli savcının
talimatı ile mağdurların getirildiği yer olan Çocuk
İzlem Merkezi’nin üniversitelerin Tıp Fakültelerinin gözetiminde kurulan Çocuk Koruma Merkezlerinden farkı; savcı talimatı ile hareket edilmesi
ve vakıaların Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
temsilcisinin yargı sürecini takip ettiği kadar izlenmesi oluşturmaktadır. Çocuk Koruma Merkezleri’ndeki vakıaların ve yargı sürecinin takip edilmesi
yönündeki oluşumların ÇİM’lerde de sağlanmaya
çalışmakta olduğu, yetkililerle yaptığımız görüşmeler sonucunda öğrendiğimiz bilgiler arasında
yer almaktadır.
Gerek “ÇİM”lerin gerekse Çocuk Koruma
Merkezleri’nin üstlendiği; sağlıklı bireylerin yetiştirilmesine ve mağdurlara verilen zararın en aza
indirilerek onların yeniden topluma kazandırılmasına yönelik toplumsal bir görevdir. Bu üstlendikleri görev göz önüne alındığında Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı ve Adalet
Bakanlığı arasındaki iş birliğinin güçlendirilerek
sağlanan imkânların arttırılması yoluna gidilmesi
gerekmektedir.
92 Hukuk Gündemi | 2013/2
ÇOCUK İZLEM MERKEZLERİNİN ÇALIŞMA USULÜ
Genelde savcı talimatı ile Çocuk İzlem Merkezine
tercihen sivil polis eşliğinde (kimi zaman bu hassasiyetin gösterilmediği durumlara denk gelinse de)
getirilen mağdurun, Baro tarafından görevlendirilen Avukat, Çocuk İzlem Merkezinde görevli Savcı,
Adli Görüşmeciler(psikoloji, sosyal hizmetler veya
çocuk gelişimi bölümlerinden mezun, iki aylık özel
eğitimden geçirilerek Çocuk İzlem Merkezinde
göreve başlatılan kişiler) tarafından karşılama ve
ön görüşme yapılıp mağdurun ailesi ile de görüşülüp yeterli bilginin toplanmasının ve savcının
odasında yapılan bilgi alışverişinin ardından aynalı
odaya geçilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aynalı odada mağdur ile görüşmeyi yapan adli
görüşmeci olup adli görüşmeci ile iletişim yazılı
olarak ekran üzerinden kurulmaktadır. Gereken
hâllerde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın
temsilcileri de aynanın arkasında savcı, avukat ile
birlikte aynanın arkasında bulunup görüşmeyi
izleyebilmektedir.
Mesai saatinin bitiminden sonra gelen bir vakıa
mevcut ise yani istismar veya taciz ya da tecavüz
gerçekleştiğinden itibaren üç gün geçmemiş ise
mağdurun muayenesi yapılıp mağdurların dinlenmesi için özel olarak hazırlanan banyolu odalara
yerleştirilip mağdura özel pijama diş fırçası gibi
eşyalar tahsis edilip mağdurun dinlenmesi sağlanarak ertesi sabah görüşmelere başlanmaktadır.
Bazı durumlarda mağdur çocuğun ailesinin de
çocuğun maruz kaldığı fiilden ötürü destek alması
gerekebilmektedir. Karşılama ve ön görüşme aşamalarında aile ile temasta olan görevlilerin kanaatlerine göre aileler psikiyatrik olarak yardım almaları
için psikiyatrik danışmaya yönlendirilmektedir.
Çocuk İzlem Merkezinde ruh sağlığına ilişkin
raporda düzenlenmektedir; ancak bu rapor Adli
Tıp Kurumu Altıncı İhtisas Dairesi tarafından verilen rapor ile aynı niteliği taşımamaktadır. Altıncı
Daire veya üniversite hastanelerinde verilen ruh
sağlığı raporu bir kurul tarafından düzenlenirken
Çocuk İzlem Merkezinde üç kişilik bir doktor ekibi
tarafından düzenlenmektedir; ancak bazı merkezlerde yeterli ve görevli doktorun bulunmaması sebebiyle bu rapor tek doktor tarafından da
düzenlenebilmektedir
ÇOCUK İZLEM MERKEZLERİNİN AMAÇLARI
Cinsel istismara uğrayan çocuğa, inceleme ve
tedavi aşamasında gerek görülen sağlık, eğitim,
kolluk kuvvetleri, hukuk ve adalet sistemi gibi işbirliği yapılması gereken diğer kamu kuruluşları ile
eşgüdüm içinde hizmet sağlanması,
Çocuğun kolluk kuvvetleri, adli merciler ve sağlık kurumlarında yaşadıklarını tekrar tekrar anlatması, çocuğa o olayı bir kez daha yaşattığından
ve bu da çocuğun psikolojisini iyice bozulmasına
neden olduğundan “ÇİM”lerde aynalı oda sistemi
ve savcı, avukat, adli görüşmeciden oluşan bir
ekip oluşturulup çocuğun sağlığının daha fazla
bozulmaması için gerekli önlemin alınmasının
sağlanması,
Merkezde oluşturulacak güvenli ve çocuk
dostu ortam ile çocuktaki travmanın etkilerinin
azaltılması,
Korunma altına alınması gereken olgularda,
çocuğun kalabileceği uygun bir ortam sağlanıncaya kadar geçici bir süre barınma, beslenme,
giyim, sağlık ve güvenlik gereksinimlerinin
karşılanması,
Ailenin yaşadığı travmanın ve yaşanan olayın
sağlıklı değerlendirilmesi amacıyla aile ile görüşülmesi, ailenin ilk danışmanlık gereksinimlerinin
karşılanması,
Meslek elemanlarının hizmet içi eğitimlerine
destek verilmesi,
Toplumun çocuğa yönelik suçlar ve bu suçlardan korunma yolları konusunda bilinçlenmesinin
sağlanması.
ÇOCUK İZLEM MERKEZİ İÇİN
ÇEŞİTLİ KURUMLAR TARAFINDAN
YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR
Ekim 2010’da Sağlık Bakanlığı ve Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Betül Ulukol ve Iowa Üniversitesinden Prof. Dr. Resmiye Oral tarafından 137 kişiye
Ankara’da eğitim verilmiştir. Bu eğitim Ankara
Barosu, Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı,
Emniyet, Diyanet İşleri Başkanlığı, gibi kurumların
temsilcilerinin olduğu 137 kişiye verilmiştir. Temsilci olarak eğitim alanların, çocukla karşılaşması
muhtemel toplamda altmış bin kişiyi eğittiği ifade
edilmektedir.
Ankara Halk Sağlığı Müdürlüğü tarafından ilk
başta iki yılda bir ÇİM’in işleyişine yönelik bilgilendirme yapılması planlanmışsa da iki yılı aşan
bir süre geçmiş olmasına rağmen eğitim tekrarlanmamıştır. Eğitim alanların atama ile görev
yaptıkları dikkate alındığında eğitimden bu yana
geçen süre de eğitim verilen kamu görevlilerinin
çoğunun başka şehirlere atamasının yapıldığı ve
mesleklere yeni katılanların olduğu dikkate alındığında Çocuk İzlem Merkezi ile işbirliği yapmak
durumunda kalan emniyet, jandarma, hastaneler,
yargı organları arasında iletişim zorluğu doğacağı
bir gerçektir.1
Konu ile ilgili daha doğru ve ayrıntılı bilgiler
elde edilmesi açısından ziyaret ettiğimiz Çocuk
İzlem Merkezi Koordinatörü ve Çocuk Hastalıkları
Uzmanı Dr. Fadime YÜKSEL ile Çocuk İzlem Merkezleri üzerine bir sohbet gerçekleştirdik:
Çocuk İzlem Merkezi ve Merkezin amaçları ile
ilgili beklentileriniz nelerdir?
“Çocuk İzlem Merkezi görevlilerinin kanaati
‘Çocuk asla yalan söylemez.’ şeklindedir. İspat
külfeti savcının, karar verme yetkisi mahkemenindir; Çocuk İzlem Merkezinin kanaatinin
bu yönde olması görüşmelerde gerekli özenin
1 ÇİM Koordinatörü ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Fadime
YÜKSEL’DEN konuya ilişkin alınan bir örnek şöyledir. “Bir tarihte
saat 16.00 sularında, elinde bir kağıt ile mağdur ve ailesi geldi.
Kâğıtta doktorun kaşesi vardı ve “ÇİM” yazıyordu. Bizim çalışma
biçimimizde Merkeze mağdur gönderileceği zaman bizlere haber
verilmesi, şüphenin sebeplerinin aktarılması ve mağdura yönelik
hazırlık yapmamız, avukat atamasını yaptırmamız ve avukatın
gelmesi için zaman tanınması gerekmektedir. Bu tür olaylarda çoğu
kez savcıyı ayrıldıktan sonra tekrar çağırmak ya da yeni bir avukat
için beklemek ve görüşme, muayene derken akşam 22:00-23:00
gibi işimizin bittiği günler oldu. Bu hem mağdur hem de çalışanlar
için sıkıntılı bir durum. Ya da olay acil değilse; karşılama ve ön
görüşme yapılıp çocuğun mağdur çocuklar için hazırlanan odaya
yerleştirilmesi gündeme gelmektedir. Gereksiz yere çocuk bir gece
merkezde misafir edilmek durumunda kalmaktadır. Ailenin buraya
neden geldiğine ve işleyişimize dair bilgisinin olmaması da ekstra
zorluk yaratmaktadır.” Bu gibi durumların önüne geçmek, Merkezde
görevli şahısları, aileleri ve mağdurları korumak için eğitimlerin
düzenli olarak yapılması şarttır.
2013/2 | Hukuk Gündemi 93 gösterilmediği anlamına gelmeyecektir. Boşanma
davaları sırasında istismar edildiği iddiasında bulunulan çocukların Merkezdeki görüşmeleri sırasında istismara ilişkin bilgilerin aileleri tarafından
öğretildiğini söyledikleri veya bu durumu açığa
çıkaracak bir bilgi verdikleri gözlenmiştir. Görülen
örnekler üzerinden gayrıresmi, çocukların cinsel
yönden olmasa da farklı biçimlerde psikolojik açıdan isteyerek veya istemeyerek istismar edildiğini göstermektedir. “Bazı kurumlar ile yaptığımız
işbirliğinde zaman zaman ilerleme kaydetmemizi
engelleyen durumlar ortaya çıkabiliyor. Çocuk
İzlem Merkezinde gönüllülük esasına göre çalışma
söz konusu olduğundan atamayla görev yapan
kişiler tarafından Merkezin faaliyetleri, mağdurlar,
Merkezin ihtiyaçları konularında kişisel olarak farklı
tutum ve uygulamalar sergileyebilmektedir. Ancak
Merkezle ilgili yönetmelik çıktığı zaman işlerin
daha yolunda gitmesini bekliyoruz. Her ne kadar
Çocuk Hakları Sözleşmesi madde 19’da Çocuk
İzlem Merkezi tanımlanmış olsa da kanunlarda
Çocuk İzlem Merkezi’nin isminin geçmesi, Çocuk
İzlem Merkezi’nin tanımlanması veya merkeze
yönelik bir atıf yapılması işleyişi rahatlatacaktır.
Çocuk hakları bakımından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde çeşitli eksiklikler mevcuttur, suça
yöneltilen çocukların korunmasına ilişkin düzenlemelerden yoksundur hukuk sistemi. Hem suçun
mağduru çocuklar hem de suça yöneltilen çocukların psikolojik olarak yıpranmasının önüne geçmek
için gereken durumlarda çocukların mahkemeye
telekonferans ile bağlanmasının sağlanacağı düzeneklerin olması gerekiyor.
Çocuk İzlem Merkezlerinin kuruluş amacı suçun
mağduru olan çocukların yaşadıklarını ikincil travmaya maruz kalmadan anlatmasının sağlanması,
bu görüşmenin kayıt altında uzmanlar tarafından görevli kişiler arasındaki bilgi alışverişinin
ardından yapılması sağlanarak mağdur çocukların tekrar tekrar dinlenilmesinin önüne geçilmek
istenmektedir. Bütün bu özverili çabalara rağmen
bazen aileler, yeterince bilgilendirilmediğinden,
çocuğu alıp duruşmalara götürdüğünden çocuk
hazır duruşmadayken bir de orada dinlenilmek
istenmesinden veya eski düzen anlayışının devam
ettirilerek illa çocuğun canlı olarak duruşmada
dinlenmesi için ailenin ve çocuğun zorla duruşmaya götürülmesinden ötürü bazı durumlarda
Çocuk İzlem Merkezinin amacını gerçekleştirmesi
94 Hukuk Gündemi | 2013/2
imkânsız olmaktadır. Bu bakımdan da gerek ailelere gerek hukuk camiasına Çocuk İzlem Merkezlerinin amacının ve işleyişinin iyice anlatılması
gerekmektedir.
Merkezimize gönderilen çocuklarda gebelik
tespit edildiğinde gebeliğe son verilmesi için mağdur ilgili birime gönderildiğinde gebelik onuncu
haftayı geçmiş ise sorun yaşamaktayız. TCK m. 99/6
doktora bir suçun mağduru olan kadının suça bağlı
olarak gebe kalması halinde yirminci haftaya gebeliğin sonlandırılmasına izin vermesine rağmen hastanelerinin kadın doğuma ilişkin bölümleri kürtaj
işlemini savcı veya mahkeme kararı olmadan gerçekleştirmemek gibi bir davranış sergileyebiliyor.2
2 yasanın suça bağlı olarak suçun mağdurunda meydana gelen
gebeliklerde mağdurun isteği ile gebeliğin sonlandırılabileceğine
yönelik düzenlemeye rağmen kadının iradesi doğrultusunda gebeliğin
sonlandırılmayarak mağdurdan savcının ve/veya mahkemenin
kararının istenmesi TCK m 257 anlamında görevi kötüye kullanma
suçunun oluşmasına sebebiyet verecektir. Yirmi haftalık sürenin
aşımı suça vücut verirken, süre aşımı olmasa da mahkeme ve veya
savcıdan karar istenerek gebeliğin sonlandırılması görevi kötüye
kullanmaya teşebbüs olarak nitelendirilebiliriz. Doktorun çocuğun
alınmasına ilişkin yirmi haftalık sürenin geçirilmesine neden olacak bir
davranış sergilemesi durumunda; suçun mağduru kadının vücudunda
meydana gelen fiziksel değişimler ve her ne şekilde olursa olsun
Çocuk İzlem Merkezinin kendisine ait
bir bütçesinin olmaması, bu görevin Aile
ve Sosyal politikalar
Bakanlığı’nın olmasına rağmen Bakanlık
tarafından Merkeze
ödenek ayrılması
için gerekli alt yapının oluşturulmaması,
Merkeze gönderilen
mağdurların süt,
pijama, diş fırçası gibi
ihtiyaçların bağışlarla
götürülmesine neden
oluyor. Düzenli bağış
bulmanın zorluğu
dikkate alındığında
Merkeze gelen mağdurların kendilerini
rahat ve güvenli bir
ortamda hissetmelerini sağlamak zor olmaktadır.
Ankara İl Valiliği bünyesinde oluşturulan Çocuk
Koruma Kurulu tarafından yapılan bilgilendirme
toplantılarına şahsımın katılması uygun görülmüş,
Türkiye Çocuk İzlem Merkezleri Koordinatörü olarak ilk ağızdan ihtiyaçlar ve yapılanlar konusunda
kurulu bilgilendirmem istenmiştir. Bu sayede gerek
bürokrasinin gerekse yanlış ve eksik bilgi aktarımın
önüne geçmek mümkün olacaktır. Bu değişikliğin gerek bağışlar gerek ödenek ve gerek diğer
kurumlar ile işbirliği açısından önem taşıdığını
belirtmem gerekiyor.
Çocuk İzlem Merkezinde görevli savcılar bakımından ihtisaslaşma sağlanmış olması çalışma
düzenimizi oluşturmamıza yardım etti ve mağdur
geldiğinde daha hızlı hareket etmemizi sağladı.
Eski sistemde ertesi gün başka bir savcının gelmesi ve soruşturma savcısının değişmesi zorluklara
neden olurken şu an belli savcıların birer hafta
gelmesi işleri kolaylaştırdı.”
Henüz tam olarak yerleştirilmemiş ve programda
eksikliklerin olmasına rağmen UYAP sistemine
gerçekleşecek doğum, doktor açısından TCK m 86 bağlamında kasten
yaralama suçuna vücut verecektir.
Çocuk İzlem Merkezlerinin de dâhil edilmiş olması
bu haliyle bile bize kolaylık sağlamaktadır.”
Siz bu eğitimi aldınız mı? Çocuk doktoru olmanızın bir faydasını gördünüz mü?
“Bir hastanede çocuk hekimi olarak çalışırken
ben de bu eğitimi aldım, eğitimden önce Çocuk
İzlem Merkezinde görev almak gibi bir düşüncem
yoktu. Eğitimde bize istismardan şüphelenildiğinde bildirim yapılması gerektiği doktorun ispatlamaya ihtiyacı olmadığı ispatlaması gerekenin
savcı olduğu öğretildi. O zamana kadar istismardan şüphelenildiğinde ne yapılması gerektiğini
bilmiyordum, doktorlar olarak kanıtımız yoksa
susmamız gerektiğini sanıyorduk. Eğitimin ardından Çocuk İzlem Merkezinde görev aldım ve 2,5
yıldır görev yapmaktayım. Ankara pilot bölge iken
şu anda 13 şehirde Çocuk İzlem Merkezi var ve
hedefimiz bu sayıyı 28’e çıkarmak. Eksiklerimiz
olabilir; ancak başladığımız noktaya göre ileri
bir seviyedeyiz. Şu anda mevcut düzende savcı
adayları üç saatlik eğitim için Merkezimize geliyor
ve uygulamalara ekrandan veya videodan eşlik
ederek çocuk ile iletişim kurmanın inceliklerini
yakalamalarına fırsat sunuluyor.Aynalı odalardaki
eskiden kulaklık aracılığı ile iletişim sağlanırken
bazı teknik sorunlarla karşılaşmamız dolayısıyla
ekran üzerinden iletişim kurma yoluna başvurmak
durumunda kaldık. Çocuk İzlem Merkezine yönelik
eğitim üniversitelerde bir saatlik de olsa psikoloji,
hukuk, tıp gibi alanlarda verilmelidir; söz konusu
lisans bölümleri çocuklara yönelik suçlarda doğrudan veya dolaylı olarak etkileşimde bulunacağından dolayı mağdur çocuğun ve zihinsel olarak
gelişimini tamamlayamamış bireyin psikolojisini
ve onunla nasıl iletişime geçeceğini en azından
kısmen bilerek mezun olmalıdır.”
Sonuç olarak, Çocuk İzlem Merkezinde görevlendirilen doktorlar ile uzmanlar, avukatlar, savcılar, doktorlar ve diğer doğrudan ve dolaylı olarak
Çocuk İzlem Merkezleri ile ilgisi olan kurumlarla
uyumlu ve sağlam bir zemin üzerinde çalışmalarını
bir birliktelik içinde yürütebilir ve ÇİM’lerin yaygınlaştırılması sağlanırsa; çocukların, maruz kaldıkları istismarı yargılamanın her aşamasında tekrar
tekrar anlatması gerekmeyecek, bu da çocukların
korunmasına ve istismara maruz kalan çocuğun
daha fazla mağdur olmamasına yardımcı olacaktır.
2013/2 | Hukuk Gündemi 95 ULUSLARARASI
HAVA HUKUKU
Stj. Av. Serkan CAVAKLI
Ö
ncelikle hava hukukunu tanımlamak, hava
hukukunun sınırlarının neler olduğunu belli
ölçütler çerçevesinde açıklamak gerektiği
kanısındayız.Fakat bundan önce ulusal ve uluslararası hava sahasının tanımı, konuyu anlama açısından
önem teşkil etmektedir.
Hava sahası, ulusal hava sahası ve uluslararası hava
sahası olarak ikiye ayrılmaktadır.
Ulusal hava sahası, bir devletin ülkesi üstündeki
hava sahasını belirtmektedir.Uygulanan uluslararası hukuka göre, devletlerin hava sahası, bu devletlerin egemenliği altında bulunan kara ülkesi ile
buna bitişik olarak yer alan iç suların ve karasularının
üstünde bulunan hava sahasıdır.Başka bir deyişle, bir
devletin ulusal hava sahasının dış sınırı karasularının
bittiği çizgi olmaktadır.Bir devletin ulusal hava sahası
dışında kalan hava sahası ise uluslararası hava sahasını oluşturmaktadır.
Geniş anlamda ele alındığı zaman hava hukuku,
hava sahası ve ondan yararlanmayla ilgili bütün
hukuk kurallarını içermektedir. Böylece hava hukuku,
kavramı içine kısaca havacılık adıyla anılan havada
ulaşım ve ona bağlı ilişkileri inceleyen kurallardan
başka, havadan ses ve elektrik dalgalarını aktaran
telsiz telgraf-telefon, radyo ve televizyon gibi her
türlü iletişim ve haberleşme yöntemlerine ilişkin
96 Hukuk Gündemi | 2013/2
kurallar ile meteorolojiye ilişkin kurallarında girdiği
görülmektedir.Buna karşılık dar anlamda yalnızca
havacılık ile sınırlı hukuk kurallarını kapsamaktadır.1
Bu iki anlayış arasında hangisinin daha doğru
olduğu konusunda herhangi bir tartışmaya girmeden hava hukukunun fiziksel olarak yeryüzünden itibaren hangi noktada başladığı ve atmosferde nerede
bittiği konusunda net bir sınır çizmek gerekir, atmosferin dikey sınırlarını belirlemek uluslararası alanda
doğabilecek uyuşmazlıklara büyük yarar sağlayacaktır.Zira NASA’nın (National Aeronautics and Space
Administration) ilk hukuk müşaviri Johnson, 1959
yılında yaptığı konuşmada, atmosferin dikey sınırının
hesaplanması konusunda kendilerini aceleye sokacak bir durum olmadığını belirtmiştir.2 Aynı Johnson, hemen iki sene sonra yaptığı konuşmada ise,
atmosferin dikey sınırının tespit edilmesinde ertelenecek herhangi bir sebep görmediğini belirtmiştir.
Johnson’a göre atmosferin dikey sınırı, bilim adamlarının tespit edebileceği bir yapıya sahip olmadığı için
alttaki devletin tam ve münhasır egemen olduğu
bir sistemde, konunun uluslararası bir antlaşma ile
suni olarak tespit edilmesi zorunludur. Egemenliğin
1 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Ankara 2008 syf:291
2 Aktaran:Colonel Martin Menter,Astronautical Law
dikey sınırı tespit edilememekte ancak uçuş emniyeti
açısından uçuş yüksekliği sınırları, hava araçları açısından dikkate alınmaktadır. Şöyle ki, hava araçlarının
(özellikle uçaklar için) uçuş yüksekliği açısından belli
seviye dirençle karşılaşmaları gerekmektedir.Havada
80 km den sonra heterosfer bir yapıya geçilmesinin
yanında , atmosfer yapısının an ve an değişimi de bir
hava aracının en fazla ne kadar yüksekten uçabileceği hususunun standart olarak belirlenememesine
yol açmaktadır.Hava direnci normal şartlarda yaklaşık
200 km (635.000 feet & 120 mil) yükseklikte kesilir.
Bununla beraber, dünyadan gönderilen uydular bu
yükseklikte de yörüngeye oturtulabilmektedirler.Söz
konusu standartlar ICAO (International Civil Aviation
Organization) tarafından tespit edilerek birçok devlet
tarafından da benimsenmiştir.3
İşte bu noktada tıkanıklık yaşayan hava hukuku
uluslararası alanda tartışma ve çalışmalara sebebiyet vermiştir.Ancak burada şunu da belirtmekte
konu açısından fayda görüyorum hava hukuku alanında bir çalışma sadece hukukçulara bırakılacak bir
alan değildir. Konuyla ilgili gerekli uzmanların ortak
bilimsel çalışmaları sonucu ortaya net bir tanım
3 Dr. Reşat Volkan Günel, International Aviation Law, Eylül 2010
konulabilir. Özellikle günün gelişen teknolojik imkanları hava hukukunun sınırlarını, kapsadığı araç ve
gereci arttırmaktadır, bu noktada önemli yere sahip
olan ve gelecekte ortaya çıkması muhtemel sorunları
bilimsel ölçütler çerçevesinde çözüme kavuşturacak
uluslararası düzenlemeler yapmak gerekir.
Tarihsel açıdan baktığımızda hava hukukuna
yukarıdaki tartışmaların odağında ise, çalışmamızın da sorunsalı açısından mihenk taşı olan ve bir
Roma özdeyişi (maxim) olarak kabul edilen Cujus
Est Solum, Ejus Est Usque Ad Coelum Et Ad Infores
ilkesi bulunmaktadır. İlke, arazi sahibinin mülkiyetinin sadece yüzeye değil, onun en dibine ve göğe
kadar da uzandığını belirtmektedir. Burada kullanılan usque ad coelum ifadesi bazı metinlerde göğe
kadar4 bazı metinlerde cennete kadar5 şeklinde yer
almaktadır. Ne var ki bu ilke de Roma hukukuna ait
hiçbir öz metinde bulunmamaktadır. Söz konusu
cümle, 13.yy. glassatorlarından Accursius’un, Digest
VIII.2.1’in üzerinde yaptığı çalışmada, kendi el yazısıyla aldığı bir nottur. Ancak deyim, bir eşya hukuku
4 “… up to the sky …” Black’s Law Dictionary, 4th Ed.,1951, 453.
5 “even to the heaven”Curzon, Richards, The Longman Dictionary of
Law, 160.
2013/2 | Hukuk Gündemi 97 ilkesi olarak defalarca mahkemeler tarafından dile
getirilmiş ve 17.yy. sonrası büyük kanunlaştırma
hareketlerinde öncelikle Avrupa mevzuatına ve
oradan da Anglo Sakson içtihatlarına, öğretinin de
desteğiyle yerleşmiştir.
Mahkeme içtihatları; hava sahasında mülkiyetin
kapsamı sorunu, bir çok kez mahkemelerin önüne
gelmiştir.Ancak bu kararlarını, havacılık öncesi ve
sonrası şeklinde ikiye ayırmak gerekir.Çünkü havacılığa ilişkin politik ekonominin hukuki sonuçları gibi
mahkeme kararları da buna bağlı farklı paradigmalarda verilmiştir.
Havacılık dönemi öncesi mahkeme içtihatlarına
baktığımızda karşımıza 17.yy.da görülmüş iki dava
çıkmaktadır.1589 ve 1610 yıllarında İngiltere de
görülmüş bu davalarda, komşu arazilerin üzerindeki
binaların mimari yapısı sebebiyle sahip olduğu sarkıkların komşu araziyi havadan geçmesi, taşkın yapı
kabul edilerek, ihlal kararlarına hükmedilmiştir.Her iki
davada da arazinin iki boyutlu olmadığı belirtilerek
cujus est solum ejus est usque ad coelum ilkesi
vurgulanmıştır.6 1815 yılında ise İngiliz mahkemeleri,
6 Penruddock’s Case, 77 Eng.Rep.210 (1598);Baten’s Case, 77 Eng.
Rep. 810 (1610);Edward Coke, The First Part of the Institutes of the
Laws of England, 15th ed., London, E. And R. Brooke, 1794, 1:4a;
Blackstone, Commentaries on the Laws of England, 18.
98 Hukuk Gündemi | 2013/2
ilk defa balonlara atıfta bulunmak suretiyle bir karar
vermiştir. Şöyle ki; bir İngiliz vatandaşı olan arazi
sahibi, evinin çatısına büyükçe bir tahta yerleştirmiştir. Bu tahta parçası sadece birkaç parmak komşu
araziyi ihlal etmekle beraber komşu araziyi gölgede
bırakarak güneş ışığını almasını engellemektedir.
Mahkemenin hakimi, gölge yapmanın ihlal olup olamadığı hususunu değerlendirirken, balonları örnek
göstererek bu yönden bir ihlalin abartılı olacağını
belirtmiştir.7
Havacılık dönemi sonrası mahkeme içtihatlarında
ise, uluslararası havacılık hukuku öğretisinde, arazi
sahibinin hava sahasındaki mülkiyet hakkına ilişkin
iki önemli davaya sıkça atıfta bulunulur.Bunlardan
ilki, swetland ve Curtiss havayolu şirketi davasıdır.
Davada davacı, Ohio-Cleveland bölgesinde 54 hektar büyüklüğünde bir arazi sahibidir. Davacı, komşu
arazide kurulan havaalanına karşı, hava araçlarının
verdiği rahatsızlıktan ve arazisinin üzerinden hukuk
dışı olarak geçilmesinden ötürü davacı olmuştur.
Mahkeme, 1926 tarihli Hava Ticaret Kanunu’na (Air
Commerce Act) uygun olarak çıkartılmış Federal
yönetmelikte bulunan hava trafik kurallarına göre
hukuk dışı geçiş iddiasını reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, adı geçen yönetmelikte 150 metreden
7 Pickering v. Rudd, 177 Eng. Rep.70 (1815)
yukarıda yapılan uçuşların düzenlendiğinden bahisle
bu mesafe ve üzerinden uçuşlarda, özel kişilere ait
arazi mülkiyetinin üzerinden hukuka uygun olarak
uçuş yapılabileceği belirtilmiştir.
İkincisi, ABD ve Causby davasıdır.8 Anılan davada,
davacı Bay Causby’nin ABD’de sahibi olduğu tavuk
çiftliğinin yanına, II. Dünya Savaşı sırasında eğitim
uçakları için üs yapılmıştır. Bu süre içinde uçakların
meydana getirdiği yüksek ses tavukların ölmesine
neden olmuştur. Causby, üssün kaldırılması ve ölen
tavuklarından kaynaklanan maddi kaybın tazmini
talebinde bulunmuştur. Bu dava sonucunda, mahkeme, tazminata hükmetse de cujus est solum ejus
usque ad coelum ilkesinin modern hukuklarda hiçbir yerinin kalmadığına işaret ederek bu konudaki
tartışmalara son vermiştir.
Öğretide ise, havacılık öncesi hava sahasında mülkiyete ilişkin olarak mahkeme kararlarının tartışmalarına dönemin Oxford Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Profesörü Frederick Polluck’un “Haksız Fiil Hukuku”
adlı eserinde bir son nokta koyduğu kabul edilmektedir.9 Polluck, hangi yükseklikte olursa olsun bir başkasının arazisinin üzerinden geçmenin, aynı şekilde
altından geçmek gibi ihlal olduğunu belirtmiştir.
Polluck, başkasının arazisinin üzerinden balonla
geçerken zarar verilmemesi halinin, dava açmamak
için önemli bir neden olabileceğini belirtmiş ama
bunun salt hukuki kuramla ilgisinin bulunmadığını
vurgulamıştır. Her gün bir çok kişi zarar vermeden
başkasının arazisini ihlal etmektedir ancak her ne
olursa olsun bu bir ihlaldir.10
Amerikalı hukukçu Charles C. Moore, hava sahasına ilişkin havacılıktan doğan hukuki problemleri
ilk defa ortaya koyan tarihe geçmiş hukukçu olarak, Anglo-Amerikan hukuku bağlamında hukuk
dergisine yazdığı kısa notlarında, toprağa sahip
olanın, toprağın üzerindeki hava sahasına da herhangi bir yükseklik sınırı olmadan sahip olduğunu
belirtmiştir.11
Diğer yandan New York Hukuk Fakültesi Profesörü
Reeves, iki ciltlik “Eşya Hukuku” eserinde arazi sahibinin ölçüsüz bir şekilde, dünyanın merkezinden sonsuz uzaya kadar hak sahibi olduğu görüşünü ifade
8 United States v. Causby, 1946, 328 U.S.256, 66 S. Ct. 1062.
9 Banner, Who owns the sky?,28.
10 Frederick Pollock, The Law of Torts, London, Stevens and Sons, 1887,
281-282
11 Charles C. Moore, “Aerial Navigation”, Law Notes 4 1900,87.
etmiştir.Her kim toprak altından bir kilometre kazarak
arazi tabanından ilerlerse ya da her kim binlerce
metre yukarıdan hava aracı ile arazimin üzerinden
geçerse, ihlal nedeniyle suçlu ya da haksız olacaktır.
Öğreti bir görüş birliği içerisindedir. Belli dönemler
havacılık sektörünün gelişimindeki etki ve mahkemeler üzerindeki baskı görüş birliğini sendeye
uğratsa da mülkiyet hakkı ihlali genel kabul gören
kuraldır.
Uluslararası hava hukukunda yapılan çalışmalara
dönemsel açıdan baktığımızda, 6 Mayıs 1889 yılında
Uluslararası Havacılık Kongresi Paris’te, Brezilya,
Fransa, Meksika, Büyük Britanya, Rusya ve Amerika
Birleşik Devletlerinin katılımıyla düzenlenmiştir. 18
Mayıs 1899 Lahey’de toplanan ve özellikle uluslararası hukukun gelişmesine önemli katkıları olan
toplantıların ilkidir. Barış ve silahsızlanma konularını
ele almak üzere 26 ülkenin katılımıyla yapılmıştır. Bu
konferansta kabul edilen üç sözleşme ve üç bildirge
31 Temmuz 1899’da imzalanan sonuç bildirgesinde
toplanmıştır.
15 Haziran 1907 yılında toplanan ikinci konferans
ise 44 ülkenin katılımıyla gerçekleşmiştir. Bu konferansta savaş hukuku konusunda çok önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu iki konferansın uluslararası
hukuk açısından önemi şu noktalardadır.
1- Hukukun evrenselliği ve eşitliği
2- Soyut hukuk konusunda ilk düzenlemeler
3- Uluslararası hukukun yasallaştırılması
(Kanunlaştırılması)
4- Devletler arasındaki uyuşmazlıkların barışçı
çözümü için komisyonlar ve örgütler kurulması
Uluslararası havacılık hukuku, bu konferanslarla
gelişimini sürdürmüş ve bir anlamda sivil havacılık
hukukunun oluşmasına yardımcı olmuştur.
29.06.1910 tarihi uluslararası havacılık hukuku
konferanslarının başlangıcıdır. Tüm bu hızlı ve teknolojik gelişmelerin ışığında Fransa’nın çağrısı ile
Dışişleri Bakanlığında Türkiye dahil 20 ülkenin katılımıyla yapıldı. Dört komisyon oluşturuldu bunlar;
ülke kanunları, idari ve teknik, gümrük ve hava ulaşımı üzerineydi.
13.10.1919’da ilk defa Paris’te Hava Ulaşım Kuralları imzalandı. Alınan kararların başında Havacılık
Kuralları Uluslararası Komisyonu (İnternational Commission on Air Navigation – ICAN) kurulması kararlaştırılmıştı. 1910 Paris konferansında temellerini
attığı, sonradan ICAO adını alacak bu kurumun
2013/2 | Hukuk Gündemi 99 başına Fransız Albert Jean François ROPER12 getirildi.Fransız Hükümetinin girişimi ile ilk defa Özel
Hava Hukuku Uluslararası Konferansı düzenlendi.
27.10.1925-06.11.1925 tarihleri arasında gerçekleşen
toplantıda, havayollarının sorumlulukları incelendi.
Bu konferans sonunda özel hukuk oluşturma çalışmaları yapıldı ve sonunda bir protokol ile komite
oluşturuldu ve konferansın gözetiminde çalışmasına
karar verildi.Kurulan komitenin adı Comite International Technique d’Experts Juridiques Aeriens,
(C.I.T.E.J.A) olarak belirlendi.
1.11.1926 tarihinde Madrid de İber-Amerikan
Hava Ulaştırma Konferansı yapıldı. Tüm katılımcıların
eşit oy hakkına sahip olduğu ve üst geçiş hakkının
ilk olarak tanındığı konferanstır.
06.11.1928 tarihinde Kübada 6. Pan-Amerikan
Konferansı toplandı. Havana konferansı özellikle
özel ticari uçuşlar için yarar sağladı. Ticari Havacılık
Konferansı kuralları ilk defa burada imzalandı13.
1 Kasım 1944 - 7 Aralık 1944 tarihleri arasında
uluslararası topluluğun başat üyelerinin rızasıyla
ABD’nin öncülüğünde 55 devlet, uluslararası sivil
havacılık konferansına davet edilmiştir. Konferans
ABD’nin Şikago şehrinde yapıldığı için literatüre
kısaca Şikago Konferansı (Chicago Conferans) ve
yürürlüğe girdikten sonra da Şikago Sözleşmesi (Chicago Convention) olarak geçmiştir. İkinci Dünya
Savaşı bitmek üzereyken uluslararası topluluğun
egemen güçleri arasında, uluslararası sivil havacılığın
gelişimi için yapılmış bir konferanstır.
Günümüzde de geçerliliğini koruyan uluslararası havacılık alanında bir Anayasal hükme sahip
olan sözleşme çeşitli değişiklik ve güncellemelerle
modern havacılığı düzenlemektedir. Şikago Sözleşmesinden önce havacılığa ait ve tüm dünya tarafından kabul edilerek uygulamaya konulmuş, bir teknik
kurallar mevzuatı ya da “hava standartları“ olmadığı
gibi, havacılık kurallarını dünya çapında düzenleyip denetleyecek bir örgüt de yoktu.14 Bu nedenle
Şikago Konferansı sonunda imzalanan Uluslararası
Sivil Havacılık Sözleşmesi’nin 43. Maddesi ile bu
nitelikte bir örgüt olan Uluslararası Sivil Havacılık
12 Fransız Hukukçu, Pilot; D.21.04.1891-Ö.02.05.1969 (http://www.
icao.int/icao/en/biog/roper.htm - 100802)
13 Servet Başol, Havacılık Hukuku ve Kavramı, Kocaeli Üniv.Sivil Havacılık
Yüksekokulu-III. Havacılık ve Uzay Konferansı 16-18 Eylül 2010
Anadolu Üniv. Eskişehir
14 Gönil, Hava Hukuku Notları, 89.
100 Hukuk Gündemi | 2013/2
Örgütü’nün (International Civil Aviation Organization / ICAO) kurulması öngörülmüştür. ICAO 4 Nisan
1947 tarihinde Şikago Sözleşmesi’nin yürürlüğe
girmesi üzerine sözleşmedeki hükümler çerçevesinde kurulmuştur. 7 Aralık 1944 tarihinde imzalanan
Şikago Sözleşmesi yürürlüğe girene kadar (4 Nisan
1947), yine aynı tarihte imzalanan ve 6 Haziran 1945
tarihinde yürürlüğe giren Uluslararası Sivil Havacılık
Geçici Sözleşmesi hükümlerince, söz konusu tarihler
arasında görev yapacak Geçici Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (PICAO) kurulmuştur. Böylece PICAO,
6 Haziran 1945 – 4 Nisan 1947 tarihleri arasında
ICAO’nun selefi olarak görev yapmıştır.
ICAO, BM Örgütü ile arasında yapılan anlaşma
gereği BM Sözleşmesinin 7. maddesi anlamında,
BM’nin ihtisas organı statüsündedir. Bu kapsamda
ICAO, Şikago Sözleşmesinin 47. maddesi uyarınca
ulusal hukuklarda tüzel kişiliğe, BM-ICAO arasındaki antlaşmanın 2. maddesine göre de uluslararası
hukuk kişiliğine sahip bir örgüttür.
11 Eylül 2001 saldırıları, sivil havacılık güvenliğini
bambaşka bir boyuta taşımıştır. Bu bağlamda iki yeni
program ICAO’nun faaliyetlerine eklenmiştir. Bunlar;
Havacılık Güvenlik Eylem Planı (Aviation Security
Action Plan/ ASAP) ve Evrensel Güvenlik Denetim
Programıdır (Universal Security Audit Programme
/ USAP)15
Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra havacılık
alanında bir güvenlik açığı olduğu anlaşılmış bu
yönde çalışmalar yapılmıştır. 2009 yılında ICAO nezdinde toplanan diplomatik konferansta iki yeni sözleşme kabul edilmiştir.
Günümüz gelişen teknoloji ve olanaklar ışığında
hava hukukunun öneminin gitgide arttığı göz ardı
edilemez bir gerçektir. Ülkemizin bulunduğu coğrafi
konum açısından hava hukuku önemli bir yer teşkil
etmekte fakat buna nazaran hava hukuku alanında
yeterli bir çalışma yapılmamakta aynı zamanda
kaynak sıkıntısı yaşanmaktadır. Keza yazımı hazırlarken yaptığım kaynak taraması da bunu göstermiştir. Cümlelerime son verirken havacılığın önemine binaen Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Göklerini
koruyamayan uluslar, yarınlarından asla emin olamazlar” sözü ile havacılığın ne kadar önemli olduğunun altını çizmiştir.
15 Dr. Reşat Volkan Günel, Uluslararası Havacılık Hukuku-2010
Ruhumdaki
Müzigin
Ezgileri
Stj. Av. İrem TÜFEKCİ
2013/2 | Hukuk Gündemi 101 Ruh halinize göre mi müzik dinlersiniz, müzik mi
ruh halinizi değiştirir?
Hangi tür olursa olsun o anki duygusal duruma
eşlik etmekte her daim hazır ve nazır arkadaş, yoldaş, sırdaş olan müzik, bazen ipleri elinde tutan
olur ve sizi dilediği ruh haline sürükler. Farkında
olmadan siz, dört bir yanınızı kuşatır, sizi içine alır.
Siz onu kucaklamadan o sizi çoktan kucaklamıştır…
Peki, nedir müzik? Müzikten anlamamız gereken
nedir? Ortak bir paydada buluşulamayacak kadar
bütün insanlığı saran ve ucu bucağı olmayan bir
alan müzik! Her kesimden insana hitap edebilecek kadar geniş olmasının yanı sıra, herkesin özeli
olabilecek kadar da zengin bir alan. Müzik temelde
seslerden oluştuğu için din, dil ve kültür farklılıklarından bağımsız olarak herkesçe duyumsanabilir.
Bu bakımdan sanatlar içinde en evrensel olanıdır.
Artık ne anladığınıza ve ne anlam yüklediğinize
göre sizindir müzik.
Müzik ve ritm, yollarını
ruhun gizli köşelerinde bulurlar.
EFLATUN
Birçok müzik akımını göz önünde bulundurursak, müziğe ilişkin ortak bir tanım yapmak pek
kolay olmayacaktır. Lakin en genel tanımı ile sesin,
biçim ve devinim kazanmış halidir müzik. İnsanlık
tarihi boyunca var olan müzik, insanlığın onu taklit etmesiyle keşfedilmiştir. Doğaya, onu gerçekten
duyabileceğimiz inancıyla kulak verirsek en güzel
şarkısını gocunmadan söyleyecektir, lütfen deneyin.
Madem müziğe dair diye başladık, kendi duygu ve
düşüncelerimi katmadan, müziğe ilişkin en temel
birkaç müzik teriminin izahında da bulunalım:
Müziğin doğada zaten var olduğundan bahsetmiştim. Önemli olan, zahmetsizce doğada
zaten var olan müziğin farkında olmak ve onun
farkındalığına erişebilmektir. Daha doğar doğmaz sağ olsun annelerimizin tatlı ninnileri
sayesinde müzikle olan tanışıklığımız başlar.
Sonraki adımı sizin atmanızı bekler müzik.
Yani önemli olan bu tatlı tanışıklığı bir sonraki
adımda sürdürebilmektir. Ama müzik öyle bir
şey ki, o kadar özel ki içtenlikle yaklaşılınca
tadını verir ve kendini hissettirir. Notalar bütün
çıplaklığıyla bir arada ahenkle dans ederken,
müzik tadına doyulmaz bir hal almışken, yalnız
istediği kulakta o titreşimi yaratır. Gönül ister
ki herkes o kulağa sahip olsun; lakin yok öyle
bir dünya. İçinde müziği yaşatanda, müzikle
yaşayanda var o kulak.
Bilimsel bir gerçek vardır; dünyada yaşayan insan sayısı kadar DNA vardır. Buradan
yola çıkarak, ‘Dünyada yaşayan insan sayısı
kadar müzik anlayışı, algılayışı vardır.’ denilebilir. Zevkler ve beğenilerin farklılığı ve tartışılmazlığı su götürmez bir gerçek iken, müziğin
de zevk ve beğeniye göre dinlenildiğinden
yola çıkarsak, haklılığımızı dolaylı da olsa desteklemiş oluyoruz.
Müzik aşığı bir insan olarak, bu alana ilgi
duymayan insanlara şaşmamak elde değil. Bilseler müziğin insanı nasıl sarıp sarmaladığını,
bambaşkalaştırdığını, sayısız yararlarını; emin
olun ki müziği severler ve dinlerler.
Zira müzik ruhun olduğu kadar bedenin de
gıdası. Yüzyıllar öncesinde bile tedavide müzik
kullanılmış. Şimdilerde de müzikle tedavi,
müzik terapi denilen uygulamalar ülkemizin
tıp uygulamalarına kullanılmaya başlanmıştır.
Hülasa, müzik midenin çok ötesindeki ruhun
gıdası olmakla birlikte gerçekten de (şiir gibi)
ruhun ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Hele
ki şiir gibi edebi bir dal ile kaliteli bir müziğin
birlikteliğinden meydana gelen, eşi benzeri
olmayan doyumu tarif etmek için kelimeler
yetersiz kalır.
Müziğe her zaman ilgi duymuş ve olmazsa
olmaz gözüyle bakan biri olarak, her ne ile
uğraşırsam uğraşayım müzik bunların hep
başın da gelecek. Çünkü hep içimde ve hiç
bitmeyecek. Biliyorum, müzik damarım tuttuğu vakit, bana yine her işi bıraktırıp avaz
avaz şarkı söyletecek…
Müzik öyle bir tını ki; nereden eserse ona
göre ısıtır ya da üşütür. Duygudan duyguya
sürükler, alır götürür hiç zahmetsiz tam da
olmak istediğiniz yere. Bu kadar hissi bir anda
uyandıran, müzik yerine konulabilecek ikame
hiçbir şey bulamıyorum. Öylesine seviyorum
ki müzik ve müziğe dair her şeyi ve içimde
yarattığı titreşimi, tarif edemiyorum. Kıymeti
ve eşsizliği tanımlanamayacak kadar nevi
şahsına münhasır müzik. Evet, işte bu kadar
kuvvetli bir müzik aşkı duyuyorum sadece
içimde. Hiç bitmeyeceğini bildiğim ve yaşadığım sürece yaşatacağım olan müzik aşkım
çok derinlerde…
Kaynakça
http://www.e-muzik.uzerine.com/index.jsp?objid=537
2013/2 | Hukuk Gündemi 103 No
t
a
Müzik seslerini
göstermeye yarayan
işaretlere nota denir. Temel
olarak müzikte 7 adet nota
bulunmaktadır. Bunlar DO
- RE - Mİ - FA - SOL - LA
- Sİ’ dir.
(Dize
e
t
k
or
)
Seslerin nota şekilleri
ile üzerine yazıldığı beş
yatay paralel çizgiden ve
dört aralıktan oluşan şekle
porte veya dizek denir.
Öl
ç
P
ü
i
İnsan kulağı ile
duyulması imkanı olan
seslerin en kalınından
en incesine kadar sıralanış
biçimine ses merdiveni denir.
Ses Merdiveni üç bölüme
ayrılır . Bunlar: Kaba Bölge,
Orta Bölge ve Tiz
Bölgedir.
Se
104 Hukuk Gündemi | 2013/2
Ak
o
erdive
M
n
s
Bir müzik eserinin
eşit süreli bölümlerine
Ölçü denir. Ölçü çizgileri
porteye dikey olarak
konulur. Her ölçüde ölçü
rakamı kadar nota
süreleri vardır.
r
Birden fazla sesin aynı
anda çıkarılmasına denir.
ik Sesle
z
ü
ri
Müzik sesleri insan
sesleri ve müzik aletleri
sesleri olmak üzere ikiye
ayrılır. İnsan Sesleri: İnsan
sesleri, kadın sesleri ve
erkek sesleri olarak iki
guruba ayrılır.
M
ek Sesle
k
Er
ri
n Sesl
e
Tenor (ince), Bariton
(orta), Bas (kalın) olarak üçe
ayrılır.
ri
dı
a
Soprano (ince), Mezzo
Soprano (orta), Alto olarak
üçe ayrılır.
K
Anahta
Portenin sol
tarafına konulan ve
konulduğu her çizgiye
kendi adını veren şekle
anahtar adı verilir. Müzikte
üç tür anahtar bulunur.
Bunlar SOL ANAHTARI,
DO ANAHTARI ve FA
ANAHTARIDIR.
k
Polifon
i
r
Çok sesli müziğe verilen
isimdir.
2013/2 | Hukuk Gündemi 105 ANKARA BAROSU
SAĞLIK HUKUKU KURULU
Stj. Av. Selcen BAYÜN
S
tajyer Avukatlara Baromuz bünyesinde faaliyet
gösteren kurulları tanıtmak amacıyla başladığımız yolculuğa 2–3 Kasım 2013 tarihlerinde gerçekleşen V. Sağlık Kurultayı sebebiyle Sağlık Hukuku
Kurulu ile başlamış bulunmaktayız.
Kurul üyeleri arasında bilgi aktarımının faal olarak
yapıldığı, kurulun haftalık toplantılarında güncel
bilgilerin yer almasına önem verildiği, kurul üyelerinin gönüllülük esası üzerinden hareket edilerek
üyenin konuşmacı olarak seçtiği bir konuyu hap
bilgi şeklindeki sunum ile kurul üyelerine aktarıldığı
Kurul yönetiminin izni ile katıldığım toplantılarda
gözlemlenmiştir.
106 Hukuk Gündemi | 2013/2
Kurulun üye sayısı 52 iken toplantılara katılan
üyelerin sayısı on civarındadır. Üyelerin bu tutumu
Kurul içinde belirli bir kitlenin aktif olmasına sebebiyet verirken Kurulun yeni nefeslerden uzak kalması Kurulu kısır bir döngü içine sokmaktadır.
Hukuk durağan olmayan bir bilim dalıdır. Hukuk
fakültelerinden mezun olup taze bilgi ve bakış açılarıyla Hukuku geliştirebilmek ve kendisine aktarılanlarla sınırlı olmadığını keşfetmek biz stajyerlerin
bir nevi görevidir. 2012–2013 dönemindeki stajyer
sayısının yaklaşık 1200 olduğu dikkate alındığında,
kurulda üye olarak ismi geçen sadece birkaç stajyer
olması Hukukun gelişiminin ve yeni bakış açısının
doğmasına sebebiyet verecek merakın stajyerlerde
son derece az olduğunun bir göstergesidir.
Kurulun 10.10.2013 tarihli toplantısında Av. Cahid
DOĞAN tarafından hazırlanan ve 22-23 Kasım 2012
tarihli bir konferansta1 da sunulmuş olan GEN ANALİZLERİ VE ŞAHSİYET HAKLARININ KORUNMASI başlıklı sunuma yer verilmiştir. “Sağlık bilgileri, ‘duyarlı
bilgi’, ‘özel veri’, ‘özel korumayı gerektiren veri’ ve
‘hassas veri’ olarak isimlendirilmektedir. 108 sayılı
Avrupa Konseyi Sözleşmesinin ‘Özellikli Veri Kategorileri’ başlıklı 6. Maddesi ‘İç hukukta uygun güvenceler
sağlanmadıkça ırk menşeini, politik düşünceleri, dini
veya diğer inançları ortaya koyan kişisel nitelikteki
verilerle sağlık veya cinsel yaşamla ilgili kişisel nitelikteki veriler ve ceza mahkûmiyetleri, otomatik bilgi
işlemine tâbi tutulamazlar.’ demektedir. …“ ve “…
Yargıtay’ın bir kararında ‘… Gerek doktrin gerekse
1 “IX. Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu (Genetik Teşhisler ve
Hukukî Sorunlar)” 23-24 Kasım 2012
uygulamada oy birliği ile kabul edilen görüşe göre;
kişilik hakları, hak sahibinin hayatının, sıhhatinin,
vücut tamlığının ve ruh bütünlüğünün, manevî
ve fikrî varlığının üzerindeki hakkıdır…” gibi hukuk,
sosyal hayat ve tıp açısından önem taşıyan noktalar aralarında kurulan ilişkinin Genetik Bilimine yön
vermesi biçimi ile birlikte oluşturulan bilgiler topluluğu Av. Cahid DOĞAN tarafından Kurul üyeleri
ile paylaşılmıştır.
Kurulun çalışmalarının daha iyi anlaşılabilmesi için
Kurul üyeleri ile de görüştük. Av. Cahid DOĞAN’a,
Sağlık Hukuku ile ilgilenen hukukçulara bu konudaki
önerini sorduk.
“Sağlık Hukuku, sağlık hizmeti sunumu alanlarında
ya da önleyici sağlık hizmetlerinde karşılaşılan tıbbî
sorunların düzenlenmesi olduğu için teknik detayları
olan hukuk dalıdır. Sağlık Hukuku alanında çalışmayı
düşünen hukukçuların; Tıp Etiği, Tıp Tarihi ve Adli Tıp
konularında kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir.
2013/2 | Hukuk Gündemi 107 Meselâ, kürtaj ile ilgili bir hukuki uyuşmazlıkta; önce
kürtaj (gebeliğin sonlandırılması) nedir? Şahısları kürtaja yönelten faktörler nedir? Bu konularda yazılmış
tıp felsefesi makaleleri bulunmakta olup, bunların
okunması gerekir. Kürtaj müdahalesi tıbbî standartlarda ve hukuka uygun yapılmış mıdır? Eğer
kürtaj müdahalesi, zarar gören hasta ya da hasta
yakınlarının aydınlatılmış rızaları alınmadan yapılmış,
mahremiyet ihlâli ile karşılaşılmış, endikasyon bulunmamakta, komplikasyon sınırları aşılmış gibi hasta
hakları ihlalleri bulunabilir. Hukukçu meslektaşımız,
tıbbî müdahalelerde mahremiyet ihlali, aydınlatılmış
rıza, komplikasyon, malpraktis, endikasyon nedir
gibi soruların cevaplarını bilmesi gerekir ki, mevzuatı somut(müşahhas) davâya uygulayabilsin. Sağlık
Hukukunu ve bütün canlıları içerisine alan BiyoHukuk alanında ciddi çalışmalar yapmak gerekir.”
yanıtını aldık.
V. Sağlık Kurultayında Genetik Biliminde Cinsiyetçilik üzerine bir sunum yapan bir diğer kurul üyesi
Av. Nuray ÖZGÜNEY YENER’e, Kurultayda bu başlığı
niçin seçtiğini sorduk.
“Aslında benim seçtiğim konu ne Kurultaya ne de
hayata uzaktı; tam ortasından bir dalış idi. Sadece,
hayatın tüm yönlerine; bilime, hukuka edebiyata,
sanata, tarihe, dile kadın bakış açısı ile bakma eksiğimiz nedeniyle bu kadar uzağa düşüyor bu konular.
Kadın bakış açısı ile irdelenme yapılması mümkün
olsaydı eğer, Kurultay’da işlenecek konuların hemen
hepsinde çok farklı sonuçlara ulaşılması da mümkün
olabilirdi. Hayat hâkim olan eril dil ve eril bakış açısının kuşatıcılığından sıyrılıp, genel olarak tüm insanlığı etkileyen bilimsel gelişmelerin özelde kadınları
ne yönde etkilediğine ve kadınların yaşam hakkının
daha doğmadan nasıl ellerinden alınmasına vesile
olabildiğine dikkat çekmek istedim.” cevabını aldık.
V. Sağlık Hukuku Kurultayı
Bir Kurultay hakkında nasıl bilgi verilir; Kurultay nasıl
aktarılır diye uzun uzun düşünmek gerekti aslında.
Kurultay sırasında katılımcıların sunumları ile ilgili not
alırken ve bu yazıyı hazırlamak için yapılan sunumları teker teker okurken konunun ne kadar önemli
olduğunu bir kez daha keşfettik. Bu düşüncelerin
sonunda ise iletişime geçebildiğimiz katılımcıların
sunumu ile ilgili fikir uyandıracak noktalara değinme
fikrini bulduk.
Aslında emek harcanan her şey değerlidir; ancak
108 Hukuk Gündemi | 2013/2
Organ ve Doku Nakli Haftası sebebi ile Kurultay
konusu olarak Gen Hukuku olarak belirlenmişken
ve dünya cinsiyeti kadın olarak belirlenen fetüslerin müstakbel aileleri tarafından istenmemeleri
nedeniyle kürtaj işlemi sonucu ortadan kaldırılması;
kadın cinsiyetindeki bebeklerin Pakistan gibi ülkelerde boğulduğu, toplu mezarlara canlı canlı gömüldüğü şeklinde Birleşmiş Milletler tarafından yapılan
açıklamalar; Türk toplumu bakımından “erkek çocuk
sahibi olmak için…” şeklinde başlayan söz gelimi
tedavilerinin kadın programlarında bile konuşulur
olması; kanunların cevaz verdiği çeşitli hâllerin kadın
çocuk değil de erkek çocuk sahibi olma amacına alet
edilme problemleri ve Çin’de tanınan tek çocuk hakkına binaen öldürülen kadın cinsiyetindeki fetüsler
düşünüldüğü takdir de yapılan sunumların kadının
da insan olduğu, hâliyle kadının da yaşama hakkının var olduğu gerçekleri üzerinde inşa edilmesini
dilerdik.
Her ne kadar bilgi paylaşımı olarak nitelendirilebilirse de Kurultay, Ankara Barosu çatısı altında gerçekleştiğinden, kamu hizmetinin ifası da söz konusu
olduğundan toplumsal olaylar ve toplumun ihtiyaç
duyduğu bilgilerin onlara sunulacak şekilde Kurultayların organize edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Katılımcılar sunumlarını hazırlamakta serbestler; ancak
katılımcılardan amaçlar ve görevler konusunda hassas davranılması rica edilebilir.
Bilgilerini paylaşarak bizlere yeni ufuklar kazandıran konuşmacılara yeniden teşekkür ederiz.
BİRİNCİ OTURUM
Doç. Dr. Ahmet ACIDUMAN2: “Etik açıdan en olumlu
eylem, en az değer harcayan, en çok değer koruyan
bir eylem olarak düşünülmelidir.”
Doç. Dr. İsmail DÖLEN3: “Kadın ve cenin haklarını
savunmak kadın doğum uzmanlarının etik görevidir.”
Prof. Dr. Yener ÜNVER4: “Türk Ceza Kanunu madde
89/6 dikkatli uygulanmazsa hem 20 haftaya kadar
çocuk düşürtmenin önü kontrolsüz açılacağı takdirde
hem de kız-erkek çocuk ayırımı yapılacaktır.”
2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı /TIP
ETİĞİ AÇISINDAN KÜRTAJ
3 Türkiye Maternal Fetal Tıp ve Perinatoloji Derneği Etik-Hukuk
Kurul Başkanı /TIBBİ AÇIDAN FETÜS, EMBRİYO, KÜRTAJ ve DÜŞÜK
NEDENLERİ
4 Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı /CEZA HUKUKU
YÖNÜNDEN GEBELİĞİN SONLANDIRILMASININ SONUÇLARI
İKİNCİ OTURUM
Prof. Dr. Adnan ATAÇ5: ” …Organ aktarımları;
yaşamı koruma, ıstırabı azaltma, hastalığı tedavi
etme ve fonksiyonu yeniden kazandırma özellikleriyle, tıp mesleğinin temel amaçlarını bünyesinde
taşıyan önemli bir tıbbi işlemdir.”
Doç. Dr. Selahhattin ÖZMEN6: “Tıbbın amacı;
kısa süreli ilaç kullanımı ile sağlanabilen farklı genetik yapı kabüllerinin ilaçsız olarak başarılmasıdır.”
Prof. Dr. Osman İLHAN7: “Kemik iliği espirasyonu ile elde edilen mezenkimal kök hücre saklaması devlet tarafından ödemesi yapılan bir sağlık
hizmetidir.”
Prof. Dr. Hakan HAKERİ8: “Ölülerden bilimsel
amaçla organ alınabilir.”
Prof. Dr. Mustafa PAÇ9: “Adalet, sağlıktan önceki
ilkemiz olmalıdır.”
Doç. Dr. Erdal YÜZBAŞIOĞLU10: “Göz bankalarının finansmanları düzenlenmeli; performans
sistemi ve SGK uygulamaları sebebi ile ihmâl edilen
göz bankalarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılarak
ve göz bankaları ile ilgilenen hastanelerine çeşitli
olanaklar sağlanarak yaşlı ve ömrü dolmak üzere
olan korneaların 5000 dolar olan ithalat maliyetinin devletin bütçesinde kalmasının sağlanması
gerekmektedir.”
Av. Cahid DOĞAN11: “Canlıların birbirlerine her
zaman ihtiyaçları vardır.”
ÜÇÜNCÜ OTURUM
Prof. Dr. Süha TANRIVERDİ12: “Uzlaşma haklılık
5 GATA Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı /ETİK AÇIDAN ORGAN
VE DOKU NAKLİ
6 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim
Dalı Başkanı /KOMPOZİT DOKU NAKLİNİN ÜLKEMİZDEKİ UYGULAMA
ÖRNEKLERİ
7 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim Dalı Başkanı
/UYGULAMADA KÖK HÜCRE ÇALIŞMALARI
8 İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı /
KADAVRADAN ORGAN VE DOKU NAKLİ
9 Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Yöneticisi ve Yüksek İhtisas Üniversitesi
Mütevelli Heyeti Başkanı /ÜLKEMİZDEKİ ORGAN VE DOKU NAKLİ VE
UYGULAMADA KARŞILAŞILAN SORUNLAR
10 İstanbul Bilim Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi/KORNEA
TRANSPLANTASYONUNDA HUKUKİ SORUNLAR
11 Sağlık Bakanlığı Hukuk Müşaviri/KSENOTRANSPLANTASYON:
HAYVANDAN İNSANA DOKU VE ORGAN NAKLİ
12 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi /ARABULUCULUK VE UZLAŞMA
NEDİR? HUKUKİ SORUNLAR NELERDİR?
temelini incelemeyi; haklılık veya haksızlık temelinin incelenmesi ise geçmişi irdelemeyi ve incelemeyi gerektirir.”
Yrd. Doç. Dr. Erdal YERDELEN13: “Uzlaşma edimi,
hukuka, ahlaka ve tarafların özgür iradelerine uygun
olmalıdır.”
Prof. Dr. Ramazan Çağlayan14: “İdari davalarda sulh
yöntemi 1982 yılından beri İdari Yargılama Usulü
Kanununda bulunmaktadır (madde 13).”
DÖRDÜNCÜ OTURUM
Prof. Dr. Mustafa Fadıl YILDIRIM15: “Analizler, yalnızca genetik materyali veren hakkında sonuçlar
sağlamayıp aynı zamanda bu kişinin yakın akrabaları
hakkında da bilgiler sağlamaya elverişli olduğundan
verilerin korunmasında ‘ilgilinin rızası ile verilerin
işlenmesi’ konusu, genetik analizler bakımından son
derece titizlik ile ele alınıp kişilerin olası mağduriyetlerinin önlenmesi amaçlanmalıdır.”
Av. Berna ÖZPINAR16: “Embriyonik kök hücre
günümüzde pek çok hastalığa çare mucize bir
olarak tanınmakla birlikte insan hayatı ve onuru
önceliktedir.”
Doç. Dr. Aydın BAŞBUĞ17: “İşçinin kişilik hakkının
korunması bakımından genetik tahlillerin istenmesi,
işçi tarafından gönüllü olarak rızası ile bu bilgilerin
açıklanması ya da başkaca bir rahatsızlık nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkan genetik özellikler, iş
sözleşmesinin kurulması aşamasına veya feshe konu
olamayacağı kabul edilmelidir.”
Av. Nuray ÖZGÜNEY YENER18: “Genetik tanrısallık,
kadınların yaşam hakkını kadınlar daha doğmadan,
kadınların ellerinden almaktadır.”
13 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi /TIP CEZA
HUKUKUNDA UZLAŞMA
14 Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi /SAĞLIK
BAKANLIĞI MEVZUATLARINDA UZLAŞMA
15 Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı /GENETİK TEŞHİSLERİ VE
ÜÇÜNCÜ KİŞİLERLE İLGİLİ TEŞHİS ÖNCESİGENETİĞİ BİLME VE BİLMEME
HAKKI
16 Ankara Barosu Sağlık Hukuku Kurulu Üyesi /İNSAN EMBRİYOSU
ÜZERİNDE ARAŞTIRMALAR VE HUKUK
17 Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İş ve Sosyal Güvenlik
Hukuku /İŞ VE SİGORTA HUKUKU ALANLARINDA GEN ALANİZLERİNİN
KULLANIMI
18 Türkiye Yüksek İhtisas Üniversitesi I. Hukuk Müşaviri, Ankara
Barosu Sağlık Hukuku Kurulu Üyesi / GENETİK BİLİMİNE CİNSİYETÇİ
YAKLAŞIMLAR
2013/2 | Hukuk Gündemi 109 Kadına Yönelik
Siddete Karsı
Uluslararası
Dayanısma Günü
25
KASIM
110 Hukuk Gündemi | 2013/2
Stj. Av. Selcen BAYÜN – Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER
“Erdemlilik
ya da suçluluk,
ön koşul olarak iyi ya da
kötü davranmak arasında bir
seçim yapma özgürlüğüne bağlıdır.
Hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şey
yapmayan kadının, yaşamı boyunca
ya kurnazlık ya da baştan çıkarma
yoluyla açlıktan nasıl kurtulacağını
kollamaktan başka ne çaresi vardır?
Kadınlar özgürleşene kadar
fahişelik artacaktır.”
Maria, Patria, Minerva Mirabel
“İnsan Hakları herkes
insan hakları sorunudur.
içindir; yalnız erkekToplumdan topluma
ler için değil.” sözleri
değişmekle birlikte tüm
ile hatırlanıp yaşatılan
dünyada baş gösteren
Flora TRISTAN ile yazıya
bir problemdir. Çoğu
başlamak daha uygun
zaman kadına yönelik
geldi. Çünkü Kadının da
şiddet denildiğinde sadece
– Flora TRISTAN
insan olduğu gerçeğini korkfiziksel şiddet düşünülmekmadan söyleyen Flora TRISTAN’ın
tedir; oysaki eşi tarafından harçyaşadığı dönem Fransa’sında, Napollığa bağlanan kadın kendi parasını
yon tarafından çıkarılan kadın düşmanı olakazansın veya kazanmasın ekonomik şiddete
rak nitelendirilen Medeni Kanun yürürlükte olup maruz kalmaktadır. Kadın, eşi tarafından hareketleri
bu Kanuna göre,“Her kadın kocasının mülküdür; kıskançlık gibi şirin şirin isimleştirilen davranış veya
kadınların okul ya da meslek eğitimi alması ola- ifadelerle kısıtlandığı ya da erkeğin bilinçli hareketleri
naksızdır; kadınlar loncalara sokulmuyordu yani ile aşağılandığı zaman duygusal şiddete maruz kalbağımsız olarak çalışma olanağından yoksundur.”1 maktadır. Burada sayılan ve sayılmayan bütün şiddet
Kısacası kadın, insan dışında herhangi bir şey olarak türleri göz ardı edilirken kadın nasıl özgürleşecek ve
nitelendirilmektedir…
birey olacaktır sorusu burada devreye giriyor; ancak
Kadına yönelik şiddet, yüzyıllardır süregelen bir bu soru her okuyucunun kendi kendine cevaplaması
gereken bir soru olarak kalacaktır.
1 Dünyayı Değiştiren Kadınlar-Norgard KOHLHAGEN
2013/2 | Hukuk Gündemi 111 Kadınların, şiddete maruz kalmalarının önlenmesi için çeşitli uluslararası anlaşmalar imzalanmış ve bildirgeler yayınlanmıştır. Bunlardan biri de
Birleşmiş Milletler (BM) Kadınlara Yönelik Şiddetin
Önlenmesi Bildirgesidir. Bu bildirgenin 1. maddesinde kadına yönelik şiddet ; “İster kamusal isterse
özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel,
cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya
verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya
bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlamaya veya keyfi
olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanır. Bu tanımdan yola çıkarak kadının her alanda
farklı şekillerde şiddete maruz kalabileceği söylenebilir. BM verilerine
göre kadınların tüm dünyada
şiddete maruz kalma oranı
ülkelere göre değişmekle birlikte %17- 75 arasında
değişmektedir.
Kadına karşı şiddete
sessiz kalınmaması, bu
konuda farkındalık yaratılması ve önlenmesi için BM’nin
1999 tarihli bir kararı ile her yıl 25
Kasım tarihi “Kadına Yönelik Şiddete Karşı
Uluslararası Dayanışma Günü” olarak anılmaya
başlanmıştır. Tarihin 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni ise trajik bir olaya dayanmaktadır. 25 Kasım 1960’ta, Dominik
Cumhuriyeti’nde ülkeyi diktatörlükle yöneten Rafael Trujillo’ya
karşıtlığıyla bilinen Mirabel Kardeşlerin, Trujillo’nun: “ülkede iki
tehlike
var kilise ve Mirabel kardeşler” gibi söylemlerinden
sonra Mirabel Kardeşlerin tecavüz edilerek vahşice öldürülmesidir. Bunun ardından tüm dünyada
kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve şiddete “dur”
demek için kampanyalar düzenlenmiş, 1981 yılında
Kolombiya’da toplanan 1. Latin Amerika ve Karayip
Kadınlar Kongresinde 25 Kasım “Kadına Yönelik
Şiddete Karşı Dayanışma Günü” ilan edilmiştir.
Mirabel Kardeşler, vahşice öldürülmeden önce
ülkelerinde yaşanan sorunlar için diktatör Rafael
Trujillo’ya karşı gelirler ve bunun yüzünden defalarca zulme uğrayıp hapsedilirler. Mirabel Kardeşleri
112 Hukuk Gündemi | 2013/2
bunlarla yıldıramayacağını anlayan diktatör son
olarak 25 Kasım 1960 ‘ta Kardeşleri öldürme yoluna
gitmiştir. 3 kız kardeşten birinin kod adının kelebek
olması nedeniyle kız kardeşler dünyada “Kelebekler“ olarak anılmaktadır.
Kadına yönelik şiddete ülkemiz açısından bakıldığında ortaya iç açıcı sonuçlar çıkmamaktadır. Her
yıl birçok kadın şiddete maruz kalmakta ve şiddete
bağlı olarak ölümler gerçekleşmektedir. 2013 yılının ilk 10 ayında öldürülen kadın sayısı, Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre, 136’dır.
Bu sadece öldürülen kadın sayısı olup tecavüze,
tacize maruz kalan kadın sayısı da eklenince ortaya akıl almaz rakamlar
çıkmaktadır.
Ülkemizde kadına karşı şiddetin artması üzerine 2011 yılında
Ankara Barosu’nda şiddete
maruz kalmış kadın ve çocuklara hizmet vermek amacıyla
sosyal dönüşüm projesi ile
Gelincik Merkezi kurulmuştur. Gelincik Merkezi kurulduğu günden bugüne şiddet
mağdurlarına her
türlü desteği sağlamaya çalışmaktadır.
Kadına karşı şiddetin
önlenmesi için her şeyden
önce devlete büyük sorumluluklar düşmektedir. Çıkarılan kanunlarla2 kadın bir
birey olarak görülmeli, aile içinde ele alınmamalı,
hakları bu şekilde verilmeli ve uygulayıcılar iyi eğitimden geçirilip duyarlılıkları artırılmalı, bu şekilde
devletin yeterli özeni göstermediği için kadınların
mağdur olmalarının önüne geçilmelidir. Ayrıca
uzun vadede toplumun yıllardır süre getirdiği algı
değiştirilmeli, kadın toplumda erkeğin eşi, evladı,
kardeşi olarak değil bir BİREY olarak algılanmalıdır.
2 Misal 5237 Sayılı TCK gibi bir genel kanun varken kadın ve erkek
için çıkarılmış bir kanun iken; 6284 Sayılı Kadına Karşı Şiddetin
Önlenmesine Dair Kanun ile kadına karşı şiddet uygulayanlara ayrı
cezalar getirilmesi; toplumsal bakımından kadının birey olarak kabul
edilmesini engelleyici bir tutumdur.

Similar documents

ISU World Synchronized Skating Championships® 2016

ISU World Synchronized Skating Championships® 2016 ISU WORLD SYNCHRONIZED SKATING CHAMPIONSHIPS® 2016 April 6 - 9, 2016, Budapest / HUN ISU World Synchronized Skating Championships 2016

More information

Protocol - International Skating Union

Protocol - International Skating Union ISU WORLD SYNCHRONIZED SKATING CHAMPIONSHIPS® 2016 April 6 - 9, 2016, Budapest / HUN ISU World Synchronized Skating Championships 2016

More information

Zorunlu ve Kesintisiz Eğitimin Kısa Tarihi

Zorunlu ve Kesintisiz Eğitimin Kısa Tarihi Teyfik YAĞCI Ramazan ÇAKIRCI Basın Danışmanı Hakan SÖĞÜT Grafik Tasarım Selim AYTEKİN Eğitimciler Birliği Sendikası Genel Merkezi GMK Bulvarı Ş. Daniş Tunalıgil Sokak No: 3/13 Maltepe/ANKARA Telefo...

More information