Hasan Yükselir ile Röportaj
Transcription
Hasan Yükselir ile Röportaj
28 Hukuk Gündemi | 2013/2 HASAN YÜKSELİR İLE RÖPORTAJ Av. Gülşah YILDIRIM S anat yalnızca popüler olandan ibaret değildir. Sanata yıllarını veren bir sanat adamı var karşımızda. Ankara Barosu Ankara Barosu Gelincik projensin yıl dönümü nedeniyle Yenimahalle Belediyesi ile ortaklaşa düzenlenen “Sevda Ateşten Bir Gömlek” isimli konser sonrası, Nazım Hikmet şiirlerinin müzikle harmanlanıp, Nazım’ın şiirlerinden, sözlerinden biraz olsun Nazım’ı ve yaşadıklarını anlamamıza aracılık eden, değerli sanatçı Hasan Yükselir ile yaptığımız keyifli sohbeti, siz değerli Hukuk Gündemi okuyucuları için paylaşıyoruz. 2013/2 | Hukuk Gündemi 29 Okuyucularımızın sizi daha yakından tanımaları için kısaca kendinizi anlatır mısınız? 80’li yıllarda Gazi Üniversitesi Müzik Bölümünü bitirdikten sonra önce keman, sonra şan eğitimi aldım. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde (DCTF) Tiyatro Bölümünde yüksek lisansa başladım. 1984 yılında Devlet Tiyatrolarına girdim. Burada 11 yıl çalıştıktan sonra yurtdışında bir tiyatro ve müzik kurumunun beni konuk olarak istemesiyle hayatım değişti. 1994 yılında Devlet Tiyatrolarından istifa ettim. Orada müzikal oyunculuğuyla ilgili bir projede çalışmak üzere yurtdışına gittim. Almanya’ya 38 yaşında gittim. Bir daha da Türkiye’ye dönmedim. Dönmememin nedeni iyi maaşın iyi olmasıydı. Belli bir yaşı geçtikten sonra yurt dışına gitmek bir çılgınlıktı diye düşünüyorum. Ama bir değişiklik olması gerekiyordu. Yine o zamanlar ‘‘Suya Türkü’’ diye bir grubumuz vardı, tabi ki yoğun olarak konserler veriyordum. O grupla Ege Bölgesinde epey bilinirdik. Yani hemen hemen hiçbir festival bizsiz olmazdı demek abartı olmaz diye düşünüyorum. 90’lı yıllarda, o dönemlerde yine bir müddet sonra Türkiye’de, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla ‘‘Yunus’tan Nazım’a’’ diye bir müzikal yapmıştım. Bu işi 1999 yılında yaklaşık 120 kişi ile sahnede büyük bir orkestra ile yaptık. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının da katkısı söz konusuydu. Aynı zamanda Ankara Büyükşehir Belediyesi Orkestrası ve arkada 40–50 kişilik Ankara çok sesli korosu ile birlikte bir “Yunus’tan Nazım’a” müzikali yaptık. Müzikalin içeriği ise şöyleydi: Yunus bizim bu toprakların ifadesi, Nazım ise ortasında, Hacıbektaş ve arkasından Mevlana; arkasından İmadeddin Nesimi1, yaratan kudret benim diyen adam. Bunların Nazım ile ilişkisi şu: Nazım’ın da aynı felsefeyi savunan, üzerine kitap yazdığı şiir yazdığı Şeyh Bedrettin Destanı var. ‘‘Yunus’tan Nazım’a’’ müzikalindeki amaç sadece Nazım’ın yazdığı Şeyh Bedrettin Destanının bir bölümünü almaktı. Sonuçta, Anadolu Mistisizmi üzerine kurgulanmış bir çalışmaydı. Yurtdışından o zamana denk düşen bir teklif, benim oraya gitme kararı almama neden oldu belki de. 1 İmadeddin Nesimi, 14.yy. Hurufi mezhebinin önde gelen Türk Şairi. 30 Hukuk Gündemi | 2013/2 Günümüzde müzikle uğraşan kesime bakıldığında farklı bir yerdesiniz. Müzik ve tiyatro ile iç içesiniz ve bunları birleştirip farklı bir kompozisyon ile sahneye taşıyorsunuz. Doğrudur, böyle bir mesleği edindim ben. Önce müzik öğrendim, sonra tiyatro. Tiyatro eğitiminden sonra, tabi çok belirgin oldu, müzikal yazmamın nedeni de o zaten. Tiyatral bir yönümün olması, arkasından zaten yurtdışına gittiğimde 1. yılımda, o proje bittikten sonra çalıştığım bir kurumdan ayrılınca o proje iki yıl içerisinde o sözleşme bitince kendi başıma kaldım müzik tiyatrolarında, operalarında. Yalnız kalınca kendimi ifade etmem gerekiyor dedim. Yani kendi küllerimden yeniden doğmak zorundaydım. Burada bir iş yapıyorken, kalk orada yeniden kendini ifade et gibi bir problem söz konusuydu. Üniversiteden önce de müziğe ilginiz var mıydı? Yoktu. Yurtdışındaki proje bittikten sonra kendini yeniden ifade etme hikâyesi. Aslında çok tuhaf bir şey. Beş yaşında; annem, babam ya da dedem bir şeyler çalar ben de onları dinlerdim, kulağım alışkın filan diye anlatabileceğim bir yaşamım olmadı. Pazarcık doğumluyum ama Antep’te oturuyorduk. Meslek lisesine gittim. O zaman adı sanat lisesiydi. Elektrik bölümü mezunuyum ben. Meslek lisesi elektrik bölümü ile müziğin hiçbir ilişkisi yok. Ama benim kulağım iyiydi, iyi olduğunu bildiğim için de kendi kendime söylerdim; Yaş 19, 20. Ankara’ya gelmiştim. Ankara’da kendime bir hedef koymuştum. Teknik öğretmen veya elektrik mühendisi olmaktı amacım. Bunların hiçbirini yapmadım. Bir müzik sınavı açıldığını duydum. Ben iyi söyleyebiliyorum diye gittim, girdim ve sınavı kazandım. Müzik yaşamım 20 yaşından sonra başladı, önceden sıfır. Tesadüf tabiî ki, iyi bir tesadüf. O dönemde açılan sınavlar arasında neden müzik sınavını tercih ettiniz? Onu şöyle açıklayayım. Arkadaşlarım bazen beni dinlerdi. “Şurada bir sınav var, gir” diye söylediler. Ondan kaynaklandı. Yoksa ben konservatuarların müzik bölümünün farkında olan biri değildim. Teknik üniversiteyi bilen biriydim. Bir de o dönem politik bir dönemdi. Gençliğimizin en fırtınalı, en heyecanlı, en baskılı dönemleriydi. Gençlik bir yerlere gidip kendisini ifade ediyordu. Mesela derneklere gidiyorduk. O zaman arkadaşlar aracılığıyla ben de Eti Kültür denen bir yer vardı. Orada tiyatro ve korolar vardı. Ben o tiyatrolara başlamıştım oradaki korolarda şarkılar, türküler veya marşlar okuyorduk. Çalıştıran bir kişi operadan bir arkadaştı. İşte orada olan birilerinin desteğiyle bunlar olmuştu. Vesile olan kişinin adını alabilir miyiz? Mehmet Kırılmış diye bir arkadaşımızdı. Öldü, Allah rahmet eylesin. Çok tuhaf olacak. Yani tabi tek başına o değil ama çok sevdiğim bir arkadaşımdı. İzmirliydi ama Ankara operasındaydı. Onun kardeşi Yunus şimdi İzmir operasında bas2tır. Tercihimde onların katkısı oldu. “Senin kulağın iyi, dolgun bir sesin var git bunu değerlendir.” dediler. Sınava girdim, kazandım. İyi bir yol, iyi bir eğitim aldım, üç yıl. Sanıyorum 1975 idi. Keman bölümünde okuyordum. Tabiî ki, yine benim eğitsel sürecim içerisinde Şan hemen yerini aldı. 1977 yılı 1 Mayıs’ında yaralanınca, kemanı bırakmak zorunda kaldım. Mecburen şana yöneldim. 12 Eylül sonrası Yüksek lisans programına girdim. Tiyatro bölümünü seçmemin nedeni de Prof. Dr. Nurhan Karadağ3, o zamanlar Ankara 2 Bas, en alt vokal seviyedeki insan sesi. 3 Prof Dr. Nurhan KARADAĞ, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Deneme Sahnesi’nin yönetmenlerinden biriydi. Benim oraya gelmemi, birkaç oyunda oynamamı istedi. Ben başka bir tiyatroda oynuyordum. Onun teklifiyle oraya gittim. Gel bizim okulda master yap, dedi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne gittim oraya kaydoldum. Orada yüksek lisansa devam ettim. Ama tercihim DTCF Tiyatro bölümü oldu. Tiyatro bölümüne gittiğimde geçecek olan süreç 2 yıldı. 1 yıl ders alıp, ondan sonra dersleri verip, tez yazıp çekip gitmek. Ama ben 8 yıl kaldım. Orada birçok oyun araştırması ve yazımında hakikaten çok zaman verdim. Aynı zamanda bu oyunların müziklerini yapmak ve başrolünü oynamak gibi bir şans da elde ettim. Müzik ile başlayıp tiyatro eğitimi ile devam eden bir süreç sahneye nasıl yansıdı? Bu süreçte müziğini yaptığınız ya da yer aldığınız oyunlar ya da müzikaller hangileri? “Yunus” adlı bir oyunun başrolü benimdi. 3 perdelik bir eser. Müziklerini de ben yaptım. Arkasından ‘‘Köyümüzde Şenlik Var’’, “Sama Kardeşlik Töreni” hala oynuyor belki biliyorsunuzdur. Arkasından “Kanlı Düğün” müzikalini yaptım. “Mahmut ile Yezid” Murathan Mungan’ın. Hem devlet tiyatrosu hem de Almanya’daki bir tiyatroda yine müzikalini yapan bendim. Oyun ve müzikli bir süreç yani. Benim çok ilgimi Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezun. Akademisyen, yönetmen, oyuncu, dramaturg. 2013/2 | Hukuk Gündemi 31 çeken bir alandır. Benim de uzmanlaşmamı sağladı. Tiyatro ve Müzik Bölümü mezunusunuz, Müziği yapıyorsunuz arkasında oyun var. Oyuna göre müzik yazmak olduğundan farklı bir süreci geliştirdi bende. Bu anlamda örnek aldığınız biri var mıydı? Timur Selçuk vardı, başka yok. Ankara sanatta çalışıyor zaten. Onun dışında başka bir model yok. Müzikli oyun da çok fazla bilinen bir şey değil. Devlet tiyatrosu bu konuda model olamaz. Öyle bir şey yok çünkü. Orası başka bir yapıdır. Altını çizmekte yarar var. Çünkü devlet kurumunda bütün yardımlar hazır ama özel tiyatroya hiçbir yardım yok. Almanya’ya gittim kendimi yaratmak için. 96 yılında bağlama konçertosu yaptım. Türkiye’nin ünlüsü 3 kişi geldi o eseri çaldılar. Arif Sağ solist. Konçerto bir enstürman için yazılan eser demektir. Orkestra eseridir ama. Bunu açıklamak zorunda kalıyorum sizin anlamadığınız anlamında değil okuyucu için. 1996 yılında Köln senfoni orkestrası çaldı o eseri. Türkiye’de bomba gibi patladı bu olay. Ama benim esamem okunmuyor. Eseri yazan benim ama popüler isim öne çıkıyor. Arkasından aynı, büyük orkestrayla, senfoni orkestrasıyla kompozisyonunu yaptığım türkü dost, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Pir Sultan Abdal ve işte Âşık Veysel gibi insanların eserlerini okudum. Dünya değişti orada yaşayan Türkler için. O kadar çok 32 Hukuk Gündemi | 2013/2 etkilendiler ki, birden bire Türklerin ve Almanların arasında önemli bir konuma geldim. 1997 yılında hemen 2 perdelik ‘‘Yeraltında Gülveren Gördüm’’ adlı oda operasını yaptım. Yeraltında Gülveren Gördüm isimli oda operasında ne anlatılmakta? Yere oturmuş, acılı acılı bakan bir çocuk var. Kadın eli var işte. “Yeraltında Gülveren Eller Gördüm” adlı eseri Türkçe oynadık. Çünkü bu tür eserler kendi diliyle oynanmalıdır derim ben. Almanlar için çevirisi üst taraftan bir yerlerden akar. Aşağıda şarkıcılar, operacılar, yorumcular seslendirirken eseri yukarıdan anlamını Almanca verirsiniz. Ben de öyle yaptım. Oynayan soprano kız Danimarkalıydı. Ana bacıyı oynuyordu, Yunus Emre’de. Hacıbektaş’ı oynayan kişi tenor4 Avusturyalı Andreas WINKLER’di. Bir Alman dansçı, ben ve birkaç kişi daha. Piyanist Bulgardı. Böyle değişik milletlerin buluşması gibi bir çalışma oldu. Tam da Yunus’a uygun bir şey. Bu oyun çok tuttu, müzik tiyatrosu diyoruz işte. Almanlar eleştirilerde oda operası dediler. İyi sağ olsunlar 3–4 yıl da o oynadı. Arkasından “Sevda Ateşten Bir Gömlek”. 2001’de Nazım’ın müzikalini yaptım. Bu bir müzikaldi, konser haline getirmek zorundaydım. Nazım’ın müzikal halinin Berlin’de prömiyerini yaptım. Peki, Türkiye’de ilk nerede sahnelendi? 4 Tenor, En tiz ya a ince erkek sesine verilen isimdir. İlk defa Mersinde oynadım. Ondan sonra Ankara, İstanbul, İzmir. Açıkçası Almanya’da kendimi var ettim. Avrupalı kültürün benim yapacağım işlerin farkına varacağını düşündüm. Benim yapacağım kültürel kimliğin ne olacağını merak edenlerin olabileceğini düşündüm. Bunun için bir pazarlama sistemi kurduk. Seyirci profili değişti. Oda operasıyla bunu becerdik diyebilirim. Nazım Hikmet’in eserleri üzerinde çalışmak nereden aklınıza geldi? Nazım’ı biliyorsunuz. Baştan Nazım’ı direkt tanıyorum. Ama tanıdığım Nazım, tabi “Yaşasın İşçi Sınıfı”, “1 Mayıs İşçi Bayramı” gibi şarkılarla biçimliydi hayatımız. Örneğin, Bursa’da ‘‘Türkiye işçi sınıfına selam, selam yaratana, tohumların toprağına, serpilip gelişen hayata selam.’’gibi şiirlerle donanmıştık. 12 Eylül’den sonra Nazım’ın çok dramatik bir yanı var. Yaşadığı ayrılıkların, acıların son derece dehşetli olduğunun farkına vardım. “Ayrılık demir bir çubuk gibi, sallanıyor havada, çarpıyor yüzüme yüzüme…” Ayrılık, hasret, özlem yani. Ülkesine, karısına, çocuğuna özlem. Muhteşem bir şiir. Ondan sonra cezaevindeyken “Her mahkûm gibi sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayale. Hâlbuki sen orda şehirde gerçekten varsın etinle kemiğinle ve beyazlığın ki dokunamıyorum. Duman ediyor adamı duman.” Ondan sonra karısı Münevver için yazdığı, “Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı, gözünün içinde durmayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının, yüz yıl bekler beni bir şehirde bir kadın.” Bunlar var, bunların farkına vardım. Bunların üzerine gitmem gerektiğinin farkına vardım. Ama bunları yazdığı yer ya uzak, ya sürgünde olduğu yer ya da cezaevi. İki nokta var yani. Bunun yapılması gerekirdi diye düşündüm. Bunun üzerine gitmeyi tercih ettim. Yoksa Kuvay-i Milliye var, Memleketimden İnsan Manzaraları var, Taranta Babuya Mektuplar var. Binlerce şiirin arasından seçerek bulduğum çalışma sonucu çıktı bu kurgu, her şey. dedi. “Olur”, dedim. O zamanlar oyun müzikleri yapıyorum zaten, zamanımın çoğunu da o alıyor. Zaten müzik yapmayı seviyorum. Ben de, Umut Sokağı’nın film müziklerini yaptım. Daha dün bana mesaj geldi, Umut Sokağı’nın müziklerini istiyorum, diye. Şaşırdım, yani 1987’den bu yana 26 yıl oldu. Filmi beğendiler, 26 yıl sonra hala o filmin müziğini istiyorlar. Hala anlamış değilim. Nasıl oldu, yani iki tane filmin müziğini yaptım. O ara Türkiye’de, TRT’de Erikçigiller ve birkaç belgesel dizi müzikleri yaptım. Erikçigiller zaten 7-8 yıl oynadı. Film müziklerinin dönüşü olumlu olunca reklâm müzikleri üzerine çalışma mı yaptınız? Hayır, onlar daha sonra. Bunlar 1987, 1990’lı yıllar arası. Reklâm işi 1999 yılında. Almanya’da ‘‘Nefes’’ ve “Vatan Sağ Olsun” adlı filmlerin yönetmeni Levent Semerci ile arkadaş olduk. Levent o zaman sinema, klip veya reklam için herhangi bir şey yapmıyordu. Daha sonra Levent, kendi storyboard5larını kafasında her bir şarkı için yazıyor ve bunları bazı yönetmenlere sürekli gönderiyordu. Bir tanesi çok beğenildi. Arkasından Ottello diye bir Alman kurumu için bir reklâm filmi çekti. Ben Ottello’nun reklâm müziğini yaptım. Beğenildi. Levent istediği için yaptım, açıkçası sinemayla çalıştım ama 30 saniye için kısa müzik yapmak kolay gibi görünse de aslında biraz handikap. Sonra büyük bankaların reklâm filmlerini çekmeye başladı. Ben de reklâm müziklerini yaptım. CEN Ajansın yaptığı ATV prodüksiyonun içindeki grupla, onlardan ne kadar webcart olsun, aklınızda ne kadar tv, radio, ATV’nin ne kadar jingle’ı varsa ben yaptım o zamanlar bayağı isim yapmıştım. Sonra benim konser sayım fazlalaştı ve reklâm müziği yapmayı bıraktım. Yeni projeleriniz var mı? Dolu. Yine Anadolu ile ilgili 8 tane projem var. Bunlar da sürpriz olsun. Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ediyorum. Yaptığınız müziklerle sohbetimize devam edelim. Erikçigiller, Umut Sokağı, Uzun İnce Bir Yol… 1987’de Şerif Güren bir tane film çekiyordu. Umut Sokağı. Onun asistanı arkadaşımdı. “Şerif ağabeye bahsettim. Gel müzikleri sen yap”, 5 Storyboard, Proje konusu belirlendikten sonra zihindeki resimleri görselleştirmek amacıyla çizilen karalamalar, çekilen fotoğraflar veya yapılan renkli resimlerdir. 2013/2 | Hukuk Gündemi 33